01.11.2011
CAN Dündar’ın kitabından öğrendik:
İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’nde hüküm sürdüğü yıllarda bir yılbaşı gecesi Mevlid Kandili’ne denk gelmiş.
Paşa’nın eşi Mevhibe Hanım o gece Köşk’te içki içilmesine onay vermemiş.
Can Dündar, “İlginç bir bilgidir bu, bir ailenin içyüzünü anlatır. Naif bir bilgidir” yorumunu yapıyor.
* * *
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Tayyar Altıkulaç’ın anılarından öğrendik:
Devri iktidarında eşi Sekine Evren’i kaybeden Kenan Evren, Köşk’te eşinin ardından hatim indirilmesini sağlamış.
Ayrıca Köşk’teki hanımlar “kelime-i tevhid” çekmişler.
Çekilen “kelime-i tevhid”in sayısını 250 bine tamamlamak için erkekler de devreye girmiş.
12 Eylül’ün anlı şanlı komutanları “la ilahe illallah” diyerek Köşk’ü inletmişler.
* * *
Size bir şey söyleyeyim mi?
Bu türden dindarlık anıları, beni zerre kadar etkilemiyor.
Ben devletin en tepesindeki adamların, kişisel dindarlıklarına ya da dince kutsal sayılan günlere kişisel hayatlarında gösterdikleri saygıya falan bakmam...
Ben “köşk’teki adam” için şunlara bakarım:
- Adil mi?
- Dindarların özgürlüklerine saygılı mı?
- Toplumun tüm renklerine karşı eşitlikçi bir anlayışla mı yaklaşıyor?
- Yasak rüzgârları mı estiriyor?
- Elindeki silahlı güce yaslanarak halkına kin mi kusturuyor?
- Hukuka saygılı mı?
- Herkesin hakkını gözetiyor mu?
* * *
“Köşk’teki adam”...
- İster sabah akşam ortalığı “la ilahe illallah” diye inletsin, ister sabah akşam içki içsin...
- İster yılbaşı geceleri sabaha kadar dans etsin, ister kandil geceleri sabaha kadar ibadet etsin...
- İster alnı secdeden kalkmasın, ister alnı secde görmesin.
- İster tek bir hatim bile indirmesin, ister hatim üzerine hatim indirtsin...
Beni ilgilendirmez.
Ben “Köşk’teki adam”ın kişisel dindarlığına ya da dinsizliğine değil, topluma karşı geliştirdiği politikalara bakarım.
Ötesi beni hiç ama hiç ilgilendirmez.
Yazının tamamı için tıklayınız.
05.11.2011
Kenan Evren’in kızından gelen mektup
GEÇTİĞİMİZ günlerde “Bana ne Köşk’teki adamın dindarlığından?” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Yazıda özetle “Ben Cumhurbaşkanı’nın kişisel dindarlığıyla ilgilenmem... Cumhurbaşkanı hakka hukuka riayet ediyor mu, din ve vicdan özgürlüğüne saygılı mı, adil mi ona bakarım” demiştim.
Kenan Evren’in kızı N. Şenay Gürvit, bir mektup göndererek bu yazıdaki bazı hususlara itiraz etmiş.
Mektubu aynen yayınlıyorum:
* * *
“1 Kasım 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde ‘Bana ne Köşk’teki adamın dindarlığından?’ başlıklı yazınızı dikkatle ve üzüntüyle okudum.
Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın iyi niyetle kaleme aldığına inandığım anılarını görmedim.
Ancak annem merhum Sekine Evren için yapılan doğal bir İslami vecibeyi dahi konu ederek abartılı bir şekilde istismar etmenizi çok ilginç buldum.
Beyefendi!
Gerek inanç gereği, gerek görev gereği yapılanlar, tabii ki 30 yıl sonra zatınızı enterese etsin diye yapılmadı.
Gerçekten size ne?
Ortaya koyduğunuz kriterleri siz öncelikle kendi kaleminize ve vicdanınıza uygulayınız.
12 Eylül ile ilgili yazı yazmaya niyetlendiğiniz zaman kulaktan dolma yalan yanlış bilgileri pazarlamak yerine biraz zahmet edip arşivlere bakıverin.
95 yaşına gelmiş, ömrünün en az 50 yılını ülkesinin mutluluğu için harcamış bir insan için 30 yıl sonra bu derece kin kusulmasını anlamakta güçlük çekiyorum.
Yazıklar olsun!
N. ŞENAY GÜRVİT”
* * *
Bu mektup için bir şey demeyeceğim.
Benim yazdıklarım ortadadır.
Ancak Şenay Hanım’ın benim için kullandığı “Yazıklar olsun” dileğini, ömrümün sonuna kadar bir şeref madalyası gibi taşıyacağımı söylemeden geçemem.
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
Dini vecibeler (!)
İlkokul, ortaokul, lise yıllarında dedem bizi alır götürürdü kelime-i tevhid hatmi çekmeye. Maksat, çekilen bu kelime-i tevhid hatmini ölen birinin ruhuna bağışlamak ve ruhunu rahatlatmaktı. O zamanlar sorgulamazdım ya da sorgulayamazdım yapılan bu işi. Böyle yapılıyordu önceden ve yapılmaktaydı halen. Neyini sorgulayacaktım. İslamiyet mistisizm değil miydi benim için o günlerde? Kalabalık olarak giderdik bir eve. 100.000 kelime-i tevhid çekilince maksat hasıl olurdu. Bunun için 100.000/100 = 1.000 tane fasulye sayılırdı. Herkesin eline bir doksan dokuzluk tespih verilirdi. Doksan dokuz + imamiye ile birlikte yüz kere La ilahe illallah diyen bir fasulyeyi kutuya atardı. Bütün fasulyeler bitince 100.000 kelime-i tevhid tamamlanmış olurdu. Sonra dedem duasını yapar ve bu hatmi başta peygamberimiz olmak üzere büyük kimselerin ruhuna ve ilgili şahsın ruhuna bağışlardık. Hatta bir keresinden bu hatim dedemin evinde, babaannemin annesi tarafından eşinin ruhu için yaptırılmıştı.
Bütün bunlar iyi niyetle yapılıyordu ama yanlıştı. Böyle bir uygulamanın İslamiyet’le bağdaşan bir yanı yoktu. Karşılığı ne sünnette vardı ne de Kuran’da. Ama toplum o derece dejenere olmuştu ki ataların dinine o kadar bağlı idi ki sorgulanamıyordu. Ne yazık ki bugün sonuç değişmedi, halen öyle devam ediyor. O gün veya bugün, ister sıradan bir vatandaş olun, ister başbakan, ister Cumhurbaşkanı, sonuç değişmiyor.
Hurafeler, bid’atlar din olmuş, din ortadan kalkmış. Kenan Evren beş vakit namazlı bir insan değildi ama inançlıydı. Ancak samimi olarak inandığı İslamiyet ve İslami bilgisi bu kadardı. Fakat beş vakit namazlı olmak veya inançlı olarak tanınmak sonucu değiştirmekte miydi? Cevabı çok net olarak “hayır”. Bugün başbakanın annesi ölüyor, arkasından ruhunu rahatlatmak için Kuran okunuyor. Kuran okunması yine iyi, daha da kötüsü mevlit okunuyor. Bunu sadece günümüzün başbakanı yapmıyor. Daha öncenin dindar bakan ve başbakanların da mevlit okutmayı İslamiyet zannediyorlardı ve ölen anne-babaları, eşleri için bunu yaptırıyorlardı, yaptırıyorlar. Önceki ve günümüzün halkı, bakanları, başbakanları, cumhurbaşkanları, ilahiyatçıların bir çoğu, yazıyı yazan Ahmet Hakan ile ona kızan Kenan Evren’in kızı da bunları İslamiyet’in dini vecibeleri, bunları yapanı da dindar zannediyorlar.
Çok acı bir durumdayız. Bunun adı çok net bir şekilde “Cahiliye Dönemi”dir. Kur’an öncesi cahiliye döneminden bir farkı vardır. Onlar kitapsız cahillerdi, şimdikiler kitaplı cahiller. Kitabın olmasının bir işe yaramayacağını Kuran çok net anlatmış. Bu nedenle peygamberlere “kitabı verdik” değil de “kitabı ve hikmeti verdik” demektedir. Kitabı nasıl anlayacağını, nasıl uygulayacağını bilmezsen kitap bir işe yaramaz.
Eğer kitabı hayatından çıkarmak istemiyorsan, ama hayatına da uyduramıyorsan bunun çözümü bilinçaltında yapılır: “Kitap ölüler içindir.” Sonra bunun uygulaması için İslamiyet’te yeri olmayan ruhban sınıfına mensup kimseler “para karşılığı” gelirler ve ölünün ruhuna Kuran ve mevlit okurlar. Bunun tek faydası vardır. O da ölü yakınlarını psikolojik olarak rahatlatmaktır.
Oysa kitap diriler içindir. Yasin suresinde çok net bir şekilde bu ifade edilmiştir. Ama ne ironidir ki en çok kullanılan “ölü suresi” (!) Yasin suresidir. Çok daha acısı ölülere okunması Allah tarafından değil de atalarımız tarafından farz edilenin diğer bir metnin sure değil bir şiir olmasıdır.
Bir gün inşallah aydınlanma başlayacak, kitaplı cahiliye döneminden kurtulacağız, insanlar bütün hurafelerden, bid’atlardan kurtulacak. Gerçek İslamiyet ortaya çıkacak, ataların dini yerin altına gömülecek.