RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
2307 Okunma
RAD 18-21 AYET

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 9

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لِلَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ الْحُسْنَى وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُ لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِهِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ(18) أَفَمَنْ يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(19) الَّذِينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَلَا يَنقُضُونَ الْمِيثَاقَ(20) وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ(21) وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23) سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24)

 

لِلَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ

(Li elLaÜIyNa iSTaCABUv LiRabBiHiM)

“Rablerine isticabe eden kimseler için hüsna vardır.”

Türkçede isim cümlesi “dir” ile yapılmaktadır. Aslında “dir” durur kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Arapçada da isim cümlelerinin başında bir “Kâne”yi takdir edebiliriz. “Kâne”yi kaldırdığımızda cümle yapısı Türkçe cümle yapısı ile aynı olmuş olur. Fail marife olur. Haber ise nekre olur. “Alimün Ahmedü” cümlesi beliğ değildir. “Bir alim Ahmet’tir” desem cümle fasih olmaz. Nekrenin haberi marife olmaz. Harficerler ya bir fiile müteallik olur, o zaman fiilin, mef’ulün bih gayri sarihi olur, ya da bir isim zarfı olur. Buna zarfı müstakar denir. Zarfı müstakarlar nekrelere sıfat, marifelere hal olurlar. Müptedalar da haber olur. Burada takdim edilmiş elhusnanın haberidir. Takdim tahsis için olur. Bu da zikredilenlerden biri üzerine tahsistir. “Evde Amr değil Zeyd vardır” diyeceksen, “Fi’d-Dari Zeydün” dediğin gibi; “Zeyd’den başka kimse yok” mânâsında da tahsis yapabilirsin ki, buna tahsis-i âm diyoruz. Burada isticabe edenle etmeyenler karşılaştırılıyor. Tahsis-i hâs vardır mânâsını verebiliriz. Matüridilerin mezhebi budur. Tahsis-i âm yaparsak, bunlardan başka kimse için hüsna yok anlamı çıkar. O zaman kendisine tebliğ ulaşmayanlara hüsna yoktur demektir. Bu da Eş’ari mezhebidir. Bundan sonra gelen âyette isticabe etmeyenlerden bahsettiğine göre bunu tahsis-i hâs kabul ediyoruz.

Cevb” “cevf” kelimesine akrabadır. “Cevf” karın demektir. “Cevab” ise kanal veya tünel demektir. Yani uzunlamasına karındır.

Suale cevab vermek” demek, soruya veya soruna kanal açıp çözülmesini sağlamak demektir. “Sual” kelimesinin iki mânâsı vardır. Karşı taraftan bir şey sormak veya ondan bir şey vermesini istemektir. Yani bildirmesini istemek veya yapmasını istemek. Dilenci mânâsındaki “sail” ikinci mânâdadır.

Cevab” kelimesi de iki anlam taşır. Sorulan soruya cevab verilmek veya sorunu çözmek. Kavlî veya fiilî olarak cevaplandırılır. Kur’an’da cevabın sülasi fiili ile “Cabu’s-sahra bi’l-vadi - sahra vadi ile cevbettiler” denmektedir. Yani sahralarda kanallar açtılar ve sahrayı vadi yaptılar demektir.

Davete icabet olarak if’al bâbı getirilmektedir. Ayrıca “Lam” harficeri ile “isticabe” getirilmektedir. Kur’an’daki kullanılış şekliyle ve lugatlarda if’al bâbı icabet ile istif’al bâbı isticabe aynı mânâda görünmektedir.

İcabe” tediye için gelir. “Cabe” geçti anlamında ise, “icabe” geçirdi anlamında olur. Kişi ihtiyacı dolayısıyla veya beynindeki soru dolayısıyla ilerliyorken ona kanal açıp geçişini sağladı demek olur.

İf’al bâbını cevaplama anlamında kullanmak kurallara uygundur.

Ancak istif’al bâbına gelince açıklama zorlaşır. İstif’al bâbının iki mânâsı vardır. Biri o fiilin yapılmasını istemek demektir. Bu şekliyle anladığımızda soruya cevap vermesini istemek anlamı çıkar. Türkçede isticvab bu anlamda kullanılmaktadır. “Li” harfi gelmeden kullanıldığı zaman cevap istemek mânâsındadır.

“İstecabehu” ona sordu, cevap vermesini istedi anlamındadır. “Seele”den farkı, “seele”de eşitlik ilkesi içinde soru vardır. “İstecabe”de ise soruşturma anlamındadır.

Kur’an’da “Li” harfi getirilmeden mef’ulü tasrih edilmiş bir isticabe fiili bir tek yerde geçmektedir. وَيَسْتَجِيبُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (42/16). Burada fail de olabilir. Eğer mef’ul ise isticabe ile isticabe fiili kendisini cevap vermekle mükellef gördü demektir. Böylece ecabe, cevap verdi; istecabe, cevap vermekle yükümlü yaptı demek olur. İstif’al bâbı ise aynı zamanda dönüşme anlamındadır. Bu takdirde kendisi tünel oldu, kendisi kanal oldu demek olur. Bu da mübalağa anlamını taşır.

Hâsılı, icabe ile isticabe arasında mübalağa farkı vardır diyebiliriz. Ben icabet ederim, onlar da isticabe etsinler denmiş olur.

الْحُسْنَى (eLXuSNAy)  “Hüsnâ vardır.”

“Rablerine icabet edenlere hüsnâ vardır.”

Hüsnâ” iyilik, güzellik demektir. Burada “hüsnâ” derken dünya ve âhirette denmemektedir. İsticabe denilen hüsnâ vardır demektedir.

Rabbimiz bizi neye davet ediyor da bizim için hüsnâ vardır? Rabbimiz bizi İslâmiyet’e dâvet ediyor. Bundan önceki âyette madenlerin cüruflardan ayıklanmasını misal getirerek, toplulukların da kötülüklerden ayıklanmasını istemiştir.

Bu nasıl sağlanacaktır?

Hicretle sağlanacaktır. Yani iyilerle kötülerin karıştığı bir toplulukta iyilik mümkün değildir; bunun gerçekleşmesi iyilerin kötülerden ayrılması ile mümkündür. Bu da ancak ocağın ısıtılması gibi topluluğun ısıtılması ve kaynatılması ile olur. Kur’an’dan önce bu kaynatma işi peygamberlerin idi. Şimdi ise bu görev günümüzün âlimlerine aittir. Allah kime ilim vermişse onlar kaynatacaklar, onlar ısıtacaklar. Allah bu âlimlerden bunu istiyor. Beliğ “mâ ünzile ileyke” emri budur. Sana ne inzâl olunuyorsa, sen Kur’an’dan ne anlıyorsan onu tebliğ et demek olmuş oluyor. Bu tebliğ edilen farklı farklıdır. “Mâ” ile gelmiştir.

Adil Düzen Çalışanlarına “Adil Düzen”i tebliğ etme görevi düşer.

Risale-i Nur Şakirtlerine Risale-i Nuru anlatma görevi düşer.

Milli Görüşçülere “Adil Düzen”i ulaştırma görevi düşer.

Bize de “Adil Düzen”i ortaya koyma görevi düşmektedir.

Eğer bizim çalışmalarımızı kimse değerlendirmiyorsa, bunun sorumlusu biz değiliz. Millî Görüşçülerdir. Yapma işi de AK Partililere düşer.

Herkese başka vazife verilmiştir.

O HALDE BUGÜN KİM NEYE GÖREVLİDİR?

  1. Akevler Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i ortaya koyacaklardır. Biz bunu www.akevler.org ile yayınlıyoruz. Bunu daha ileri götürmek için de çabalarımız devam etmektedir. Bu “Adil Düzen”i ortaya koyma işi Akevler’e verilmiştir. Bunu başkalarından beklemek boştur. Kırk yıl biz başkalarının da buna katılacağını ümit ettik ama gerçekleşmedi.
  2. Akevler’in ortaya çıkardığı “Adil Düzen”i tüm insanlığa Türkiye’de duyurma görevi Allah tarafından Millî Görüşçülere verilmiştir. Bu görev er geç onlar tarafından ifa edilip tamamlanacaktır. Onlar görevlerini ihmal ettiklerinde başka parti çıksın da bu işi yapsın diye çok istedik ama olmadı.
  3. “Adil Düzen”i Millî Görüşçülerden öğrendikten sonra onu uygulama işi de AK Parti’ye düşmektedir. Bu görev ihmal edildiği zamanlardaki başka türlü temennilerimiz de rağbet görmemiştir.
  4. Uygulamadaki hataları düzeltmek, ona yardımcı olmak da MHP’ye düşmektedir. MHP desteği olmadan AK Parti’nin “Adil Düzen”i uygulaması muhtemel gözükmüyor.

Bu dört kuruluş “Adil Düzen”i Türkiye’ye getirecek kuruluştur.

Buna muhalif gruplar vardır. Onlara da muhalefet düşmektedir.

  1. Demokrat Parti’nin vârisleri DP ve ANAP; bunlar “Adil Düzen”e şiddetle karşı gruplardır. Çünkü bunlar sermaye temsilcileridir. Sermayenin tekeli son bulacaktır.
  2. CHP ve DTP de “Adil Düzen”e karşıdır. Onların karşı olması çıkardan çok inançsızlıklarıdır, lâikliği yanlış yorumlamalarıdır.

Bunların dışında, siyaset dışında olan Risale-i Nur Şakirtleri “Adil Düzen”in dünyaya yayılması için dünyada okullar açıyorlar. Kendi ilmî çalışmaları içine “Adil Düzen”i yani içtihadî çalışmayı da katacaklardır.

Süleyman Tunahan ve Şakirtleri de Arapça ilimlerinin yanında matematik ilimlerini de benimseyip “Adil Düzen”in altyapısını hazırlamalıdırlar.

Tarikatlar ise “Adil Düzen”in uygulayıcılarını eğitmelidirler.

Hâsılı, tüm insanlık, başta Papa olmak üzere isticabeye dâvet edilmektedir. Adil Düzen Çalışmalarına isticabe edenler için hüsnâ vardır diyor Kur’an.

Gelecekte büyük bir çatışma içine girilecektir. Sömürü sermayesi ile halk sermayesi çatışacaktır. Zafer halk sermayesinin olacaktır. Şimdiden herkes yerlerini alsın. Halk sermayesinin yanında yer alanlar Adil Düzen cephesine katılsın. Sömürü tekel sermayesine katılanlar Adil Düzene cephe alacaklardır. Mağlup olacak ve cehennemde haşr olunacaklar.

Kendilerine sevgi ve saygım olan insanları Allah’ın bu dâvetine, hakka davete çağırıyorum. Mezhep ve meşrep kavgalarını bir tarafa bıraksınlar. Hakk’ın dâvetine kulak versinler. “Adil Düzen”in yanında yer alsınlar. İslâm düzeninin yanında yer alsınlar. Hak düzeninin yanında yer alsınlar. Şeriat düzeninin yanında yer alsınlar.

Siz, ey bize muhalif olanlar! Gelin, siz de şeriat demek olan demokrasi, İslâm demek olan laiklik, hak düzeni demek olan sosyal düzen ve adil demek olan liberal düzende yer alınız. Sömürücü tekelin zalim, faizci, zinacı, ahlâk dışı tekel düzeni cephesini bırakınız.

وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُ

(VaelLaÜIyNa LaM YaSTaCIOyBu LaHUv)  

“İsticabe etmeyen kimseler.”

Demek ki Kur’an insanlığı ikiye ayırıyor.

a) Sûrenin başında inzâl olunduğunu söylediği hakka dâvet etmektedir. Hakka dâvet ona denmektedir. İşte o hakka dâvete icabet edenler birinci gruptur. Yani “Adil Düzen”in yanında yer alanlar demektir. Hak dediğimiz zaman ne anlayacağız, hak ne demektir? Semavi kitapların müsbet ilmin ışığı ile anlaşılması demektir. Yani hak demek, müsbet ilimlerle Kur’an’ın birbirini tamamlayarak ortaya çıkan düzen demektir. Kur’an ve diğer ilâhi kitaplar ne yapılacağını, müsbet ilimler ise nasıl yapılacağını öğretir. İşte bu usulü kabul edenler hakkı kabul etmiş olurlar. “Adil Düzen” de budur.

b) İkinci gruptakiler “Adil Düzen”i yani hakkı kabul etmeyenlerdir. Bunlar sömürücü tekel sermaye taraftarıdırlar. Bunlar ezen ve ezilen sınıfları oluşturmak istemektedir. Bunlar faizcidir. Bunlar zinacıdır. Bugün iktidarı bunlar elde tutuyorlar. Para onlarda vardır. Makam onlarda vardır. İlmi tekellerine almışlar, dini de yasaklamışlar.

Durum budur.

Hakka icabet edenler bundan elli sene evvel her şeylerini kaybetmişlerdi. Nerde inanmış insan varsa o yoksuldu, karnını zor doyuruyordu. Nerde inanmış insan varsa, o en adi mesleklerin sahibi idi; işçi bile değildi! Nerde ahlâklı insan varsa, cahildi, okuyamazdı, diplomasızdı! Kur’an yazısını öğrenme bile yasaklanmıştı. İnsanlar namazlarını gizli gizli kılmaya başlamışlardı. Okumuşun veya zenginin içki içmemesi, baloya gitmemesi ayıp sayılıyordu. Her yerde dışlanmış birer zavallı idik.

Elli yıllık çalışma sonunda artık mü’minler de zengin olmaya başladı. Artık iktidara biz de gelmeye başladık. Artık dünyanın her yerinde rahatlıkla namaz kılabiliyoruz. Tarikatlar Türkiye’nin yönetimini ele geçirdi. İlimde ise III. bin yıl uygarlığının ilkelerini koyduk. Dünyaya tebliğ ettik. Kimse bize itiraz edemiyor. Sadece susuyor. Ama bir gün ağızları açılacak ve kaçan su nedeniyle boğulacaklar.

Yukarıda isticabe edenler takdim edilmiş haber olduğu halde, burada isticabe etmeyenler mübteda yapılmıştır. Çünkü burada hasr yoktur. Bundan sonra gelen cümleler haberdir.

لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ (LaV anNa LaHuM MAv FIy eLEaRWı)  

“Arzda olanlar onların olsaydı.”

Haber cümlesi başlıyor, haber cümlesi şart cümlesi ile başlıyor. Şart cümlesinin haberi aynı zamanda mübtedanın da haberidir. “Ahmet konuşursan konuşur” dediğiniz zaman, konuşur cümlesi, hem konuşursan cümlesinin cevabıdır, hem de Ahmet’in fiilidir.

Arzda olan onların olsa onu feda ederlerdi deniyor. Yeryüzündekilerin hepsini Allah insanlar için var etmiştir. İşte arzda olanların hepsi o isticabe etmeyen kişilerin olsa hepsini feda ederlerdi. Onların olsaydı; yarın durumlarının çok kötü olacağını ifade etmiş oluyor.

Bugün ellerindeki imkanları kaybetmemek için “Adil Düzen”e karşı çıkmaktadırlar. Oysa yarın ellerinde olanları kaybetmekle kalmayacaklar; tüm yeryüzünün hepsi onların olsa bile onları kötü durumlarından kurtulmaları için feda edeceklerdir.

LeV” kelimesi aslında mazide olmuş şeyler için kullanılır. Burada gelecek mânâsını veriyorsunuz. Gelecekte geçmiş hikayesi anlamındadır. Yani konuşan kendisi gelecekte konuşuyor gibi yapar ve o zaman geçmiş sigasını kullanmış olur. Bununla beraber “Lev”in gelecek için olmadığı kesin kural değildir. Olacağı kesin olan şartlarda “İza” kullanılır. Olup olmayacağı belirsiz olan şartlarda “İn” kullanılır. Olmayacağı kesin olan şartlarda “Lev” kullanılır. Geçmiş için kullanılabileceği gibi geniş zaman için de kullanılır.

EnNe” cümlesi ile başlamaktadır. Yani istikrarı ifade eder.

LeV” fiilin başına gelir. Burada isim cümlesinin başına gelmiştir. “EnNe KâNe” mânâsında olmuştur. “Lev Zeydun alimun” desek cümle fasih olmaz, “Lev kâne Zeydun alimun” dememiz gerekir. “Lav enne Zeyden alimun” dersek sahih olur. Yani hazf vaz’idir diyebiliriz.

LeHuM” “EnNe”nin haberidir. Takdim edilmiştir. Tahsis için gelmiştir. Yeryüzündeki her şey onların, yalnız onların olsaydı anlamını taşımaktadır.

” tamim içindir. Takdim tahsis içindir. Yani hepsi onların, yalnız onların olsaydı anlamına gelmektedir.

جَمِيعًا (CaMiGan)  “Birlikte”

Tek başına ceketin değeri vardır. Tek başına pantolonun değeri vardır. Ama ceket ve pantolonun yani ikisinin takım olarak değeri, ikisinin ayrı ayrı değerinden çok daha fazladır. Sağ ayakkabının tek başına değeri yoktur. Sol ayakkabının tek başına değeri yoktur. Ama bir araya gelirlerse değerli olurlar.

Yeryüzünün ayrı ayrı değeri vardır. Bir de birlikte değeri vardır. Yeryüzünde ayrı ayrı olanların değerinin milyarlarca katı değeri, birlikte olmasıdır. Yani bir bütün olarak değerlidir.

“Onu feda ederlerdi” deniyor. Yani yeryüzünün tamamı bir bütünü temsil eder. Yeryüzü sonsuz değildir. Kapalı bir varlıktır. “CeMiAn” kelimesi ile birlikte hepsi onların olsaydı deniyor.

وَمِثْلَهُ مَعَهُ (Va MiÇLaHUv MaGAHUv)  “Ve onunla beraber misli”

Arzda olanların misli. Burada atfedilen arz değil arzda olanlardır. Arz olsaydı misliha olurdu. “Hu” zamiri de “Mâ”ya gitmektedir. Çünkü arz müennestir. Arzda olanların misli daha bulunsaydı denmiş oluyor.

Bir malın cemian değeri olur. Parça parçaların hiç değeri olmaz. Ama cemian değeri olur, parçaların da değeri olur. Sadece “cemian” denmiş olsaydı, parçaların değeri olmayacağı için bir kısmını feda etmek zorunda kalırlardı. Oysa misli olunca arzın kendi başına değeri vardır. Mislin de değeri vardır. Cem ettiğiniz zaman ikisinin değeri olur.

Şimdi burada birleştirdiğimiz zaman neler olur?

Değersiz ayrı iki şey birleştiği zaman değer olur.

Ayrı iki şey birleştiği zaman değeri artar.

Ayrı iki şey birleştiği zaman değerlerinde değişiklik olmaz Toplam değer değerlerin toplamı olur.

Ayrı iki şeyi birleştirdiğiniz zaman toplam değer düşebilir. Mesela bir kimsenin bir ekmeğe ihtiyacı iki ekmeğe olan ihtiyacının yarısından çok fazladır.

İşte bu âyet bize bu değerler teorisini de öğretmiş oluyor. “Cemian” demekle birleştiğinde değerin artmasını göstermektedir. Misliyle de toplam değerde düşmesini gösterir.

لَافْتَدَوْا بِهِ (La iFTaDaV BiHi)  “Onu iftida ederlerdi.”

Fidye” bir şeyi karşılamak için verilen değer demektir. Esiri kurtarmak için verilen maldır. “İftida etmek” demek, kendini kurtarmak için verdiğin şey demektir. “Bi” ile müteaddi olur, bir şeyle iftida etmek demek olur.

Burada “BiHiMâ” denmesi gerektiği halde, “Hi” gelmiştir. Yani ikili zamir yerine tekli zamir getirilmiştir. Allah ve resulüne tekli zamir gönderildiği gibi, burada da atfolanla atfolunan bir varlık kabul edilmiştir. Bu iki ve daha fazla mânâsında olabilir. Buradaki “elif” daha fazlası içindir. O zaman çoğul zamir getirilmesi gerekirdi ki o da lafzın gereği mümkün değildir. Yani bugün “Adil Düzen”e karşı gelenler, yani karşı takımda yer alanlar, yarın neleri varsa neleri yoksa hepsini feda edecek kadar sıkıntıya gireceklerdir.

Sûrenin mânâsı ve bütünlüğü daha iyi anlaşılır olmaktadır.

İlâhi nizamda olduğu gibi uygarlıkların gelişmesi vardır. Uygarlıklar doğar, yaşar yaşlanır ve ölür. Onun karşısında ondan beşyüz sene faz farkıyla kuvvet uygarlığı doğar. Her zaman şeytan taifesi ve hak taifesi vardır. Zaman zaman onlar galip gelir, zaman zaman bunlar galip gelir. Birbirlerini ortadan kaldıramazlar. İşte bu âyette anlatılan budur.

Bu düzen insanlar için konmuştur. İnsanlar isterlerse Allah takımında, isterlerse şeytan takımında olurlar. Ona göre mükafatlanır ve cezalanırlar. Bu sûre bunları anlatmaktadır.

Rablerinin davetini kabul edenler ve kabul etmeyenler. Kabul etmeyenler çok acı duyacak ve pişman olacaklardır.

Allah’ımız bizlerin bu takımda olmamızı sağladığı için ne kadar şükretsek azdır.

أُوْلَئِكَ (EuLAvEiKa)  “İşte onlar.”

ÜLaİKe” işaret ismidir. Uzakta olanlara işaret eder, yahut mânâya işaret eder. Yani isticabe etmeyenlere işaret edilmiştir. Uzağa işaretin sebebi bu işleri yapanlar demektir. Müşarun ileyh olanlar bu kişileri değil bu işleri yapanlardır. “Ellezine”deki “el” cins isim olarak gelmiştir. Yani kastedilen şimdi bu işi yapanlar değil de bu tür işleri yapanlardır.

Bu arada bugün “Adil Düzen”i kabul etmeyenleri de içermektedir.

Böylece her devrin isticabe etmeyenlerini anlatmaktadır.

Burada “Va” harfi getirilmemiştir. Çünkü aynı kimselerin durumlarını anlatmaktadır. Şartın ikinci haberi de mübtedanın ikinci haberi olduğunu göstermesi için ismi işaret getirilmiştir. Bir de ismi işaretle mübteda tekid edilmiştir.

Hesabın süüne (kötüsüne) uğrayacak olan kimseler işte bunlardır. İsticabe etmeyenlerdir.

Davet ettiniz. Davetinize icabet edenler var. Davetinizi reddedenler var. Bir de ne icabet etmiş ne de reddetmiş olanlar vardır. Bunlar reddedenlerden midir?

Yani bugün üç grup insan vardır.

“Adil Düzen”i kabul edenler ve onun yeryüzüne hakim olması için çalışanlar vardır.

Bir de “Adil Düzen”i reddeden ve karşı çıkanlar vardır.

Ayrıca bir de sükut edip ne karşı çıkan ne de kabul edenler vardır.

Bunların durumu nedir?

Bunların durumu burada meskut geçilmiştir. Kabul ediyoruz. Bunlar için hüsna vardır denmiyor. Sû’ de vardır denmiyor. Bunlar İslâm düzeni gelir de karşı çıkarlarsa, o zaman sorumlu olurlar.

Türk milleti İstiklâl Savaşı’ndan beri hep Hakk’ın yanında yer almıştır. Dolayısıyla biz onları suçlayamayız.

  1. Cihan Savaşı’nda cepheden cepheye koşmuş, savaşmış, askeri zaferler kazanmış ama masada kaybedilmiş.
  2. İstiklâl Savaşı’nı yapmış, yepyeni bir devlet kurmuş ama kurulan devlet adil olmamıştır.
  3. Demokrasiye geçerek iktidarını değiştirmiş ama yeni iktidar Türkiye’yi borçlar içinde ahlâksızlaştırmıştır.
  4. Son çıkışla Millî Görüşçüleri iktidar etmiş. Halk desteğini sürdürüyor. Onlar gömlek çıkarmışlardır ama millet o çıkan gömleğe bile oy vermiş.  

İşte, bir asırdır mücadele eden milletimizin halkını elbette suçlayıp cehenneme gönderemeyiz.

O halde burada işaret edilenler “Adil Düzen”e karşı olanlardır. Partilerin yöneticileridir. Burada Halk Partili yöneticiler kadar, AK Partililer de sorumludur. Adil Düzen Çalışanları’nın sırtına dayanarak, omuzlarına basarak oralara gelenler şimdi “Adil Düzen”e karşı sırtarlını çevirmiş bulunuyorlar…

لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ (LaHuM SUvEu eLXıSABı)  

“Onlar için hesabın sûu vardır.”

Cümle ism-i işaretin haberidir. Cümlenin mübtedası müahhardır.  Hesabın sûu bunlara aittir demektir. Yani isticabe etmeyenlerindir demektir. İsticabe edenlerin hesapları yok demektir. Onların hesapları ise vardır.

Adil Düzen Çalışanlarına çok büyük müjde. Bu tarafta yer alınca Allah onların başka günahlarını affedecektir. Onların hesapları bile görülmeyecektir. İşte biz bu sebepledir ki İslâm düzeni için savaş veren kardeşlerimiz -bunda samimi iseler- Allah onların kusurlarını affedecektir diyoruz. Kimler “Adil Düzen” için çalıştı? İşte bunu tesbit etmek çok zordur.

Mustafa Kemal’i ele alalım. İlk bakışta “Adil Düzen”in yani İslâm düzeninin yanında değil karşısında yer aldı. Tarikatları yasakladı. Medreseleri kapattı. Birçok din adamını astı. İçkiyi ve zinayı meşrulaştırdı. Ama o aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’ni İslâm’a dayanarak kurdu. Yaptığı inkılaplarla Türkiye’yi muasır medeniyetin üstüne çıkarmayı hedefledi. İslâmiyet’i yeniden doğru anlamamız için start verdi. Mübadele ve muhaceretlerle Anadolu’yu bir İslâm devleti hâline getirdi. Bütün bu yapılanların bugün “Adil Düzen”in kurulmasına çok büyük yararları olmuştur. İsmet İnönü ise ondan daha ileri bir Müslümandı.

Dolayısıyla bizin bunları dünyada muhakeme edip mahkum etmeye yetkimiz yoktur. Bizim yapacağımız, bize bıraktıkları mirası geleceğin Adil Düzen Çalışanlarına hazırlayıp bırakmaktır. Biz bunu yapıyoruz. Bize karşı çıkan bugünkü muhaliflerimize de saldırmıyoruz. Onlar da bizim hatalarımızı ve eksiklerimizi düzeltmemize sebep olmaktadırlar.

Kimin “Adil Düzen Çalışmaları içinde, kimin zalim düzen çalışmaları içinde olduğunu biz bilmiyoruz. Bu işi herkes kendisi bilir. Kim “Adil Düzen”e karşı ise, kim Allah’ın indirdiği hakka inanmıyorsa, bu âyet işte onlara işaret ediyor. Baykal nerdedir; biz bilemeyiz, o kendisi bilir. Erbakan nerdedir, o kendisi bilir. Biz kendilerine sadece karşı iseniz sizin için hesabın sûu vardır diyoruz; yanında iseniz hüsnâ vardır diyoruz. Âhiretteki hesaplarını ise biz sormayacağız, Allah soracaktır.

Hesap” burada marifedir; onlar için belli hesabın sûu vardır demektir.

Dünyadaki uygulamamız da buna göre olacaktır.

“Adil Düzen” karşıtı olarak bizimle savaşanların kötü niyetlerini ispat edemediğimiz zaman onları affedecek ve hesaplarını Allah’a bırakacağız. Bugün işledikleri suçların cezasını biz vermeyeceğiz. Biz “zalim düzen”de adil davranmayanları cezalandırmakla ne yükümlüyüz, ne de yetkiliyiz. Biz “Adil Düzen”i getirmekle yükümlüyüz.

Bu sebepledir ki bizim kimseye karşı bir düşmanlığımız yoktur.

Bizi, bize çok yakın olduğumuz kardeşlerimiz de eleştiriyor.

Biz, bize çok karşı olan kardeşlerimizi de seviyoruz.

Kimsenin kötü niyetli olduğunu bilmiyoruz.

Ergenekon suçluları da bize göre böyledir. Demirel, Karadayı, Çevik Bir ve diğerleri bir olmuşlar; onlar ve diğerleri hep beraber 28 Şubat’ı oluşturdular. Bunlar bu davranışlarını sürdürürken, ülkenin çıkarlarını mı düşündüler, yoksa kendi iktidar hırslarını mu düşündüler; bilemeyiz. Âhiret vardır. Orada hesaplarını vereceklerdir. Biz “Adil Düzen”i getirecek ve onların hepsini affedeceğiz. Ama “Adil Düzen”de hakemlerden oluşan Adil mahkemeler onları mahkum ederse de, onları ipe götürmekte veya kurşuna dizmekte asla tereddüt göstermeyeceğiz. Asamazsınız diyenleri de ele geçirirsek onları da asarız.

O halde biz ne yapacağız? “Adil Düzen”i getireceğiz. “Adil Düzen” gelmeden önceki suçları cezalandırmak onlara aittir. Biz affedeceğiz.

Şunlar cezalanacaktır.

  1. Yönetici olarak değil de, şahsi çıkarları veya hırsları için cinayet işleyenlerin cezaları affedilmeyecektir. İşleyenler de mahkum edilip cezalandırılacaklardır.
  2. Topluluk adına topluluk aleyhine gizli yaptıkları anlaşmaları kesin olarak tanımayacak, yapılmamış kabul edeceğiz. Topluluğa ait anlaşmalar aşikaredir. Topluluğun onayı alınarak yapılır. Asgari yargı denetiminde olur.
  3. Eski mahkemelerin verdiği kararların icrasını durduracak, hakem kararları ile sabit olanların icrasına devam edeceğiz.  
  4. Yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtlamayacak, kişilere karşı işlenmiş suçların muhakemesi ve infazını bucaklara bırakacağız. O bucaktan ayrılanlar hakkındaki davaların çoğunu düşüreceğiz. Mahkeme geçmişin intikamı değil, geleceğin teminatıdır.

وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ (Va MaEVAyHuM CaHanNaMu)  

“Me’vaları cehennemdir.”

Me’va” barınacak yer demektir. Bizim Türkçedeki “ev” kelimesi buradan gelir. Dünya dillerinin kaynağı tektir, tek dildir. Zamanla değişmiş ve başkalaşmıştır. Bu sebepledir ki Arapça ile Türkçe arasında akrabalık vardır. Birçok kelimeler birbirine benzer.

Cehenneme sığınacaklardır.

Cennet ve cehennem dışında da yerler vardır ama orası cehennemden de kötüdür. Onun için cehenneme me’va deniyor. Yani cennete gitmeyecekler, cehenneme gideceklerdir.

Buradan anlıyoruz ki hesabın sûu âhiretteki hesaptır. Kıyamet günü önce hesaba çekilecekler sonra da cehenneme sevk edileceklerdir. Burada bütün mesele iyi niyetli olup olmama meselesidir. Biz istesek de istemesek de Allah kendi nûrunu tamamlayacaktır. “Adil Düzen” gelecektir. Bundan şüphelenmek demek, Kur’an’a inanmamak demektir.

Evet, bizim dediklerimiz olamayabilir. Biz Kur’an’ı yanlış anlamış olabiliriz. Ama Kur’an nizamı gelecektir. Bu Hak nizamdır. Bu İslâm nizamıdır. Bu adil nizamdır. Bu şeriat nizamıdır. İsteseniz de istemeseniz de bu gelecektir. Bu sosyal düzendir. Bu lâik düzendir. Bu liberal düzendir. Bu demokratik düzendir.

Siz bize muhalefet eden tutucular; patlasanız da çatlasanız da bu düzen gelecektir. Sahteleri gidip gerçekleri gelecektir. Ekseriyet sistemi sahtesidir. Ortak vekil sistemi gerçeğidir. Kötü veya iyi olmak tamamen niyete bağlıdır. Çevik Bir ile Şevket Kazan arasında fark yoktur. Neyi niçin savundular, o önemlidir. Hiç beklemediğimiz kimse kötü niyetinden dolayı cehennemin ortasında olabilir. Beride cehennemde olacağını sandığımız kimse bizden ileri olabilir. Çünkü biz onların kalplerini yarmadık. Ama bu dünyada “Adil Düzen” galip gelecek, biz galip geleceğiz. Nitekim bir asırlık mücadelemizde hep savunduklarımız galip gelmiştir. Adil Düzenciler yüzde 70’lere vardılar. Yakında yüzde yüz olacaklardır. Ama bu tek parti olacak değildir. Adil Düzen sosyalizmi de olabilir, kapitalizmi de. Adil Düzen kendisi tüm görüşlere hayat hakkı, iktidar hakkı tanıyacaktır. İnsanlar nasıl isterlerse kendilerini öyle idare edeceklerdir. Yerinden yönetim ve çoklu hukuk sistemi.

Kendilerini alim zanneden cehli mürekkepler vardır. Çoklu kaza ile çoklu hukuku ayıramayacak zavallılar ülkemizi bu hale çevirmişlerdir. Serbest sözleşme sistemi çoklu hukuk sistemidir. Be akılsız, kör ve sağırlar. Bugün Türkiye’de serbest sözleşme yok mu? Bugün uluslararası hukuk serbest sözleşmelerle oluşmuyor mu? Bugün insanlar hep gidip gelmiyor mu? Bunları bilmeyecek kadar cahilsin de neden bu konularda kalem oynatıyorsun? Ama yine de suçun niyetinle ölçülecektir. Biz seni mahkum etmeyecek, cezalandırmayacağız. Sen bizden korkma, sen Allah’tan kork.

وَبِئْسَ الْمِهَادُ(18)  (Va BiESa eLMiHaDu)  “Ve mihad bi’sedir.”

Şartlı cümle ile ‘dünyaları olsa onu feda ederlerdi’ dedikten sonra, ‘onlar için hesabın sûu vardır’ denmiştir. “Va” harfi ile atfederek iftidanın bu dünyada olabileceğine işaret edilmiştir. Dünyada her şeylerini feda edecek duruma geleceklerini belirtmiştir. Âhirette de ağır hesapları olacaktır deniyor. Sonra da üçüncü safhayı, cehennem safhasını anlatıyor.

Bir de “Ve Bi’se’l-Mihad”ın olduğunu söylemektedir.

Burada atıf yapılmıştır. Yani “cehennem”den başka “bi’se’l-mihad” var yani ve kötü beşik vardır deniyor. Atfedilmesi, buranın cehennemden farklı olduğunu ifade etmiş olmaktadır.

Mihad” kelimse ve “Me’va” kelimesi. İkisi de hoş kelimelerdir.

Yani cehennem bir azap yeridir ama aynı zamanda sığınma yeridir, mesken yeridir. Aynı zamanda orada yetişme yerleri de vardır. Nasıl çocukları beşikte itibaren alıp yetiştirirseniz, orada da yetiştirme ve eğitim yerleri vardır. O yerler de kötüdür. Genel kural olarak daha kötüye gitmeyi kabul edersek; hesabın zorluğu, sonra cehennem, en ağır mihadın be’si. Nasıl hapishanelerde hücreler varsa, hapishanede suç işleyenler oraya konulurlar. Yahut cezanın bazısını hücrede çektirirler. Âhirette de böyle yerler vardır. Bu anlamda değerlendirmemiz gerekir. Cennette ceza yoldur, derece yükseltilmesi vardır. Cehennemde ise cezanın teşdidi vardır. Burada bi’se ağırlaştırılmış demektir. Bu mihadın da marifeli olarak gelmesi belli şartları içermesi demektir.

Dünyadaki uygulamaya gelince, ceza mahiyetinde olmayan borçlar için kişi zorla çalıştırılmaz. Borç ertelenir. Diyet mahiyetinde olan cezalar kişinin âkilesi tarafından ödenir. Keffaretler ödenmezse oruç cezalarına çevrilir. Kısasın affı ile doğan suçların cezaları zorunlu çalışma  sitelerinde geçirilir. Kişi çalışır, akşam üstü evine gidebilir. Ama bir de dışarı çıkma yasağı konur. Orada vaktini geçirir. Bu da mihaddır.

Biz bunu anayasamıza yazdık ama delil burada ortaya çıkıyor. Kimse bize siz bunları uyduruyorsunuz, böyle mânâ çıkmaz diyemez. Çünkü buradaki “ve” harfini biz koymadık. Allah niye koydu? Daha iyi izahınız olursa memnun oluruz, hatamızdan dolayı istiğfar ederiz.  

***

أَفَمَنْ  (Ea Fa MaN)  “Kimse mi?”

Kur’an’ın kalıp cümleleri vardır. Bir konu anlatıldıktan sonra “Fa” harfi getirilerek o cümlenin ifadesi tahlil edilir.

Sûre, kâinatı evrimleştiren kimse olan Allah tarafından hakkın indirildiğini, insanların hakka yani İslâm düzenine, hak düzenine, Adil Düzene, şeriat düzenine davet edildiğini; başka bir ifade ile demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine çağrıldığını ifade etmiş ve insanları bu daveti kabul eden ve etmeyen diye iki gruba ayırmıştır.

Şimdi kabul edenlerle etmeyenleri karşılaştırmaktadır.

Başka bir cihetten karşılaştırmaktadır.

İşte bu sebeple “Fa” harfi ile tafsil etmektedir. Buna Fa-i beyaniye veya tafsiliye denmektedir. “E” harfi soru edatıdır. Öyle olmadığını ifade etmek için getirilir. Buna inkâr fası denir. Yani aşağıdaki karşılaştırmada ikisi bir değil. İnsanı düşündürmeye sevk etmek, kendisine gerçekleri buldurmak için bu cümle yapısı kullanılır. İki kimseyi karşılaştırmaktadır; bilen ile körü.  

يَعْلَمُ (YaGLaMu)  “Bilen kimse”

Bundan önce karşılaştırma yapılmış, gören ile kör, aydınlık ile karanlık bir değildir şeklinde ifade edilmiştir. İşte o karşılaştırmada gören burada izah edilmektedir; o da bilendir. Oradaki görenden kasıt gözlerimizle gören değil, beynimizle gören kimsedir.

Burada “ilim” muzari getirilmiştir. “Men”de bilme marife bilme ise, nekrede umumidir. Neyi bilecektir? İnsan nasıl bilecektir?

İnsan gözle baktığı zaman sadece çevresini görebilir. Tepenin arkasını görmez, odanın dışını görmez. İnsan ancak bu anda olan olayları görür. Ama uzaktakileri, geçmiştekileri ve gelecektekileri görmez. Hayvanlardaki görüş bu kadardır. Oysa insan hafızası ve bilme kabiliyetiyle geçmişteki olayları bilir, gelecekteki olayları bilir. Çok uzaktakileri bilir. Yıldızları ve galaksileri bilir. Çok küçükleri bilir. Atomları bilir.

İşte buna “ilim” diyoruz.

Bir misal verelim. Güneş ışığını alalım, bir prizmadan geçirelim, yedi renk olur. Demek ki ışık değişik renklerin karışımından oluşur. Cisimler değişik renklerde görünür. Demek ki her cismin değişik renkleri vardır. Bu basit gözümüzün gördüğü şeylerdir.

Şimdi ilmî çalışma yapalım.

  1. Önce ışığın dalga olduğunu bulalım. Dalga boylarını ölçelim. İki yarıktan geçirir sapmayı ölçersek, matematikle bunu hesaplarız. İşte şimdi ışığın büyüklüğünü ölçüyoruz demektir. İşte böylece ilim yapmaya başlarız.
  2. Sonra hangi maddelerin hangi dalga boyunda ışık verdiğini tesbit ederiz. Böylece dalga boyların ölçerek ışığın geldiği yerler hakkında bilgi ediniriz.
  3. Sonra bir maddeden gelen ışığı analiz ederiz, o maddede neler olduğunu biliriz. Atomlara kadar iner, onun yapısını inceleyebiliriz. Bu sayede atom bombasını yapabiliriz.
  4. Yıldızlara çeviririz aletimizi, oradan gelen ışığı inceleriz, oralarda neler olduğunu bilebiliriz, uzaklıklarını buluruz.

İşte, “ilim” demek; geçmişi ve geleceği, görüneni ve görünmeyeni bilmek demektir.

İlim sahibi olmayanlar kördür.

Size gerçekleri söylüyorum.

Kur’an Arapçasını bilmeden Kur’an’ı anlama imkanı yoktur.

“Ulumu semaniye/ sekiz ilim” dedikleri ilimleri mutlaka okumalısınız.

(TECVİD, LUGAT, SARF, NAHİV, MEANİ, BEYAN, BEDİ ve MANTIK)

Matematiğin de sekiz ilmi vardır.

(Birimler, sayılar, işlemler, denklemler, analiz, ihtimaliyat, dalga ve bilgisayar)

Bu ilimler beşikten başlanacak ve mezara kadar okunacaktır.

Bu ilimler sayesinde kâinatın geçmişi ve geleceği öğrenilecek ve bu ilimler sayesinde atomlar kehkeşanlar öğrenilecektir. İşte bunu bilenler basirdir.

Fındık ceviz gibi midir? Yani ceviz gibi değildir; ya aşağı ya yukarıdır, demiş olursun. Ceviz fındık gibi değildir. Yani ceviz daha iyi veya daha kötüdür demek olur.

Şimdi bunların Arapçası nasıldır?

‘E cevzun ke’l-find’in tercümesi; ‘fındık ceviz gibi midir?’dir. Yani sıraları terstir. Burada ‘bilen kör gibi midir?’ değil de, kör bilen gibidir. Burada görenin körden iyi olduğu değil de, körün bilen gibi olamayacağı ifade edilmiştir.

أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ (EanNaMAv EuNZiLa İLAYKa)  “Sana inzâl olunan.”

Buradaki muhatap kimdir? “Ke/Sen” kimdir?

Muhatap Muhammed olabilir. İnzâl olunan da Kur’an’la beraber Cebrail’in getirdiği bütün hükümler, sünnet olmuş olur.

Ya da buradaki “sen” âlimdir. Ona inzâl olunan onun içtihatlarıdır. Böylece Kur’an mezhepleri hak kabul ediyor, müçtehitler de hakkın temsilcileri oluyor.

Halk olarak ya kendin içtihat yapacaksın, ya da bir müçtehide uyacaksın.

(EanNaMAv Eunz EuNZiLa EiLaYKa)  أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ

Burada “EnNeMâ” kasr edilmiştir. ‘Sana inzâl olunan haktan başka bir şey değildir’ şeklindedir. Bütün haklar sana inzâl olundu demek değildir. Burada tâbi olanların metbu olanlara uymaları gerektiğini belirtmektedir. İnzâl olunandan bahsetmektedir; sadece inzâl olunandan bahsetmektedir.

Kur’an Allah’ın sözüdür. Ama biz masaya oturduğumuz zaman bu Allah’ın sözüdür diye oturmayız. Bu haktır deriz. İşte müsbet ilmin sağladığı imkan, Kur’an’ın hak olduğunu göstermesidir. 1400 sene önce bu söylenmiş, Mekke’de söylenmiş.

Sonra ne olmuş?

Kur’an Medine’de uygulanmış, tüm Arabistan’ı ilkel kabile döneminden uygarlık dönemine götürmüş.

Sonra ne olmuş?  

İlkel topluluk Arapları devlet olarak organize etmiş, süper devletlerin üstünde devlet oluşmuş. Getirdiklerinin nasıl hak olduğu ispatlanmış.

Sonra ne olmuş?

Haçlılar Hıristiyanlığı Ortadoğu’ya hakim kılmak için Haçlı Seferleri yapmış ama sonunda Avrupa İslâmiyet’i din olarak kabul etmemişse de, medeniyet olarak onu benimsemiştir. Böylece süper güç olmuştur. Sovyetler bile en sonunda Kur’an’ın düşmanlığını terk etmişlerdir.

مِنْ رَبِّكَ (MiN RabBiKa)  “Rabbinden”

Hakkın Rabden gelmesi için vahyin alınması gerekmez.

Kur’an’ı tetkik eder, onu müsbet ilimlerle yorumlayarak uygulama yaparsanız, siz bilen olursunuz, geçmişi görürsünüz.

Allah bize imkan verdi, Kur’an’ı Akevler uygulaması ile öğrendik. Sonra Erbakan bunu kabul etti, partisinin siyaseti yaptı. Bir de bunu kabul etmeyenler oldu. Onlar silinip gittiler. Bülent Ecevit başbakandı. Ankara’ya gittik. Alpaslan Türkeş ile görüştük, Türkiye hakkında projemizi anlattık. Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi (Aykut Edibali) ile işbirliği yapmasını önerdik. Türkeş çok memnun oldu. Erbakan’la bizi beklemeden görüştü. Sonra tekrar gittiğimizde bize yaptıklarını anlattı. Biz, ‘Ecevit’le de görüşün’ dedik. ‘Siz görüştürün’ dedi. Başbakanlığa gittik. Bizimle ilgilenen olmadı.

İşte hakkı kabul edenle etmeyen arasındaki fark budur.

Sonra ne oldu?

Millî Görüşçüler ve Milliyetçi Hareketçiler birlikte seçime girdiler.

Bizimle görüşmeyenler şimdi nerelerdedirler; Ecevit’in partisi (DSP) ne oldu?  

الْحَقُّ (eLXAqQu)  “Haktır.”

Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilirler. Haktan başka bir şey değildir. Bunu bilirler.

Bunu nasıl bilecektir?

Bize bir yazı geldi, bilgi geldi; onun hak olduğunu nasıl bileceğiz?

Çok basit, müsbet ilimle bunu bilebiliriz.

Allah bize Kur’an’da neyi bildirdi?

Ekseriyet sistemi hak değildir. Nisbî sistem olmalıdır dedik. Biz hep koalisyonlarla iş yaptık. AK Parti’nin en önemli hatası buradadır. Mevcut anayasa gereği Meclis dışında kalan partilere bakanlık verecekti. Böylece yönetimde onlar de temsil edilecekti. Çünkü hak budur. Muhalif partilere bakanlık vermese de, yönetimde nisbî oy vermeliydi. Mesela öğretmenler atanacaksa, bunu bürokratlara değil, partilere aldıkları oy nisbetleriyle yaptıracaktı. İşçi böyle, memur böyle, hakim böyle, savcı böyle atanacaktı. Hâsılı, devlet kadroları partiler tarafından bölüşülecekti. Halk hangi siyasi partilerin bürokratlarından iyi muamele görürse, bir sonraki seçimde oyunu ona verecek, o partinin kadro tahsisleri artacaktır. Yani serbest hizmet yarışı partileri denetleyecekti.

İşte demokrasi budur.

Bunlar partileri siyasi yönetimden dışlıyorlar. Siz milletvekili olarak Meclis’te konuşmayın, susun, payınızı/maaşınızı alın, devlet işlerine karışmayın diyorlar!

Şimdi bizim söylediklerimiz haktır; Kur’an’dan bizim anladıklarımızdır. Haydi gelin de bizimle tartışın diyoruz. Ne mümkün! Çünkü hak adına söyleyecekleri tek kelime yoktur.

Bizi konuşturmamakta çare arıyorlar. Oysa Allah bize daha hazır olmadığımız için şimdilik duyurmaya imkan vermiyor. Çok kısa zaman sonra Adil Düzen Çalışanları konuşmaya başlayacak, bugün bizi susturanlar yarın susacaklardır.

Onları biz susturmayacağız. Kendileri susacak ve kaçacaklar. Çünkü zulmü savunanların dayanakları olan kuvvetler buz gibi erimiş olacaktır. İnsanlar hakka her zaman yaklaşırlar ama hiçbir zaman varamazlar. Ufka varınca başka ufuk çıkar.

Biz 1960’larda başladığımız hedefe ulaştık. O hak tecelli etti. Şimdi yeni ufka gitmek için yol arıyoruz. O gün Erbakan kabul etti. Yarın da başka Erbakan kabul edecek ve hak yoluna devam edilecektir. Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı oluşacaktır.

Bugün Müslüman babadan ve Hıristiyan anadan doğan bir zenci ABD’nin başında. Bundan beş sene önce bunu söyleseydik, insanlar ‘sizi tımarhaneye koyalım’ derlerdi.

Hiç tereddüdünüz olmasın, biz “Adil Düzen”i takdim edecek hâle geldiğimizde Allah dünyanın güçlerini ona seferber eder. Diğerleri eriyip gider.

Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı Teşkilatı’na (İKT) üye olmak için başvuruyor… Bugünlerde ABD’nin zenci başkanı Türkiye’ye geliyor…

Hak kapıda ama biz henüz hazır değiliz; “Adil Düzen”i hâlâ tam olarak takdim edecek hâle getirmedik.

كَمَنْ هُوَ أَعْمَى (Ka MaN HuVa EaGMAy)  “Âmâ olan gibidir.”

Evet, bilen kör gibi olur mu?

“Adil Düzen”i öğrenen öğrenmeyen gibi olur mu?

Erbakan Millî Görüş’te “Adil Düzen”i anlatırken, bazı kardeşlerimiz onu öğrenmemeyi marifet sandılar. R. Tayyip Erdoğan ekip oluşturdu, ‘rapor’ hazırlattı, “Adil Düzen”i öğretmemekle uğraştı. Saadet’teki kimseler elendi. Şimdi AK Parti’nin körleri sendeliyor. Zinayı takdis edecek kadar kendilerini cehalet çukurunda görürler.

AK Parti ceza kanununda zinaya ceza konup konmaması hususunda şunu yapacaktı:

  1. Önce Akevler’e başvurup bu hususta ‘Allah ne diyor, hak nedir’ diye soracaktı.
  2. Sonra bizden bunun hikmetlerini isteyecekti. Maddeyi hazırlayacaktık.
  3. Ceza kanununa koymadan önce Papa’ya gönderip bu maddenin Hıristiyanlığa aykırı olup olmadığını soracaktı.
  4. Sonra onu ceza kanununa koyacaktı…

Bakalım o zaman Avrupa birliği ses çıkaracak mı idi?

Kör olanlara hakkı göstermek mümkün değildir.

Biz bunları söyledik ve söylemekle mükellefiz. Sonrası Rableri ile kendilerine aittir. Biz tebliği yapıyoruz, onlar da buna sabrediyorlar. Onun için ordadırlar. Firavun ile Hazreti Musa da aynı şekilde yirmi yıl birlikte idiler. Belki de AK Parti’nin ömrü 2023’e kadar sürecektir. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında “Adil Düzen” gelecektir.

إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

(EinNa MAv YaTAZakKaRu EuLu eLBAvBı)  

“Sadece elbablılar tezekkür ederler.”

LuB” kelimesi Kur’an’da 16 defa geçmektedir; sadece “eLBâB” kalıbı ile ve “EuLu” ile birlikte geçmektedir.

Cevizi kırıp baktığınızda girintili ve çıkıntılı yerler görürsünüz. İnsan beyni de böyledir. Bu girinti ve çıkıntılara Arapça “LuB” denir. Batılılar da bunu kullanıyorlar. İnsan beyni bu lüblerde faaliyet gösterir. İnsanlardan bir kısmını lüb sahibi yapmaktadır.

Hikmet ve tezekkür, tevil ve tezekkür, kak ve tezekkür, ilâhi vahiy ve tezekkür, tedebbür ve tezekkür, rahmet ve zikra, tevil ve tezekkür, Huda ve zikra, ittika ve tezekkür, ca’l ve zikra…

Halk ve âyet, kasas ve ibret, istima ve hidayet…

Kısas ve ittika, tezavvud ve ittika, ittika ve kesret…

Lub sahibi” demek, zekâ sahibi demektir. Zekâ demek, sorunları çözmek demektir. Varsayım ve muhakeme sonunda çözme demektir. Varsayımları koyma demektir.

Bilgisayarlarla muhakeme yapabilirsiniz. Mesela satranç oynayabilirsiniz. Çünkü onu bir zekâ yazdı. Ama bilgisayar program yapamaz. Örnek olarak öğretilmemiş taktiği bulamaz.

İşte bunu yapan lub sahibidir. Zekânın çalışması için bilgiye ihtiyaç vardır. Muhakemeye ihtiyaç vardır. Denemeye ihtiyaç vardır.

Sadece lub sahibi olanların tezekkür edeceği burada ifade edilmiştir. Takva sahibi olma da sözkonusudur.

Ulu’l-elbab olmak için ne yapmamız gerekir?

“Elbab” burada çoğuldur. Bir insanda çok lub mu vardır, yoksa birçok lub sahipleri mi bir aradadır?

Uygarlık ilerledikçe bilgiler artmaktadır. Ne var ki sorunlar da çoğalmakta ve çözümü zorlaşmaktadır. Bir dereceli denklemler kolay çözülüyor. İki dereceli denklemlerin formülleri basittir. Üç dereceli denklemlerin karışık formülleri vardır. Dört dereceli denklemler birkaç denklem olarak çözülüyor. Ondan sonraki denklemleri formüllerle çözemiyoruz.

Uygarlıklar ilerledikçe sorunları karışmaktadır. Çözümleri de o kadar zordur.

Bugünün sorunları nelerdir?

    1. Tarım döneminde köylerde yaşayan halk birbirini tanıyor ve geçimlerini tarımdan kendi üretimleri ile geçiriyorlardı. Oysa bugün kimse kendi ürettiğini tüketmiyor. Bu yeni durum birçok sosyal ve ekonomik sorunları beraberinde getirmiştir. Bu sorunları çözecek bir bilgiye ihtiyacımız vardır.
    2. Tarım döneminde ekonomik çevre birbirini tanıyanlardan oluşuyordu. Hafıza insanların ilişkilerinde yeterli idi. Şimdi ise her gün hiç tanımadığımız kişilerle karşılaşıyoruz. Aynı binada üst katta oturanı tanımıyoruz. Sosyal bağlar kopmuştur.
    3. Bundan bir asır önce kullandığınız araçlar sayılı idi. Elektrik yok, motor yok, evlerde çeşme bile yok. Bugün ihtiyaçlarımız artmakta, onları karşılayacak araçlar da çoğalmaktadır. Bunları kullanabilmemiz için pek çok bilgiye ihtiyacımız vardır. Bütün bunları elde etme sistemine ihtiyacımız vardır.
    4. Daha ünce insanların inanması için bir sopa mucizesi (Hz. Musa) yeterli olmuştu. Kur’an’ın belagatı (Hz. Muhammed) o günkü insanları inandırmaya yeterli olmuştu. Bugün insan o kadar pozitif düşünceli olmuştur ki böyle bir mucize inandırmıyor. İnsanlar inançsız bir halk hâline dönüşmüştür? Kur’an bu inancı sağlayacak güce sahiptir. Ama bizim bunu insanlığa sunma işimiz hayli zordur.

Lüb sahibi, elbab sahibi âlimlere ihtiyaç vardır...

 

 

 

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 10

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَفَمَنْ يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ(19)

الَّذِينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَلَا يَنقُضُونَ الْمِيثَاقَ(20) وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ(21) وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23) سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24)

 

الَّذِينَ (elLaÜIyNa)  “Kimseler”

Ellezîne” ile oluşturulan cümle marifedir. Marifeye sıfat olur. “Ulu’l-Elbab”daki “ulu”, “lub” sahiplerinin sıfatı olur. Öncelik bu mânâdadır. Çünkü bu mânâda olunca sonra gelen “Ülaike Lehüm Ukbe’d-Dar” olmasa da cümle tamamlanır. Daha kısa cümle olarak tamamlanan şık tercih edilir. Bununla beraber kıraate göre her iki mânâ verilebilir. “Bi’s-Seyyieh” deyip durursan bu mânâ verilmiş olur. “Bi’s-Seyyieti” deyip devam edersen ikinci mânâ verilmiş olur. “El-Bâb”da da durup durmama söz konusudur. Bu husus kıraat ilminin konusudur. Kıraat şekillerinin de bilgisayarda işlenmesi gerekir.

Ellezîne”de hem fail hem de fiil belli demektir. “Ulu’l-Elbâb” belli özelliği taşıyan kimselerdir. Rasihlerdir. Bunlarda aranan hem ilimde rüsuh hem de amelde ittikadır. Bunlar âlim müminlerdir. Allah nasıl peygamberleri seçmiş, onlara özel görev ve makam vermişse, insanlardan bazılarını seçmiş ve onlara ilimde rüsuh vermiştir. Bunlar öğrenmek, yaşamak, tebliğ etmek ve cihat yapmakla yükümlü kimselerdir. Bunlar Kur’an’ı hak olarak bilip tebliğ görevi ile görevli olanlardır.

Bu sûre Hazreti Peygamber’den sonra Kur’an’ın tebliğini yüklenenleri anlatmaktadır. Yalnız Kur’an’ı değil sünneti de içerir. Dört delili içerir. İlimde rüsuhu olmayan mü’minler ilim sahiplerine yardımcı olurlar. Bunların hepsi mü’minleri oluştururlar. Dört mertebedirler.

  1. Rasihler, en yüksek mertebede olup dört delille içtihat yapıp çağlarının problemlerini nasıl çözeceklerini dört delile dayanarak ortaya koyarlar. Dayanışma ortaklıklarını oluştururlar. Birlikte çalışırlar. Birer üniversite kurarlar. Fakülteleri olur. Bugün bunlara profesör denmektedir.
  2. Fakihler. Bunlar rasihlerin ortaya koydukları fıkha dayanarak projeler yaparlar. Bu projeler uygulanır ve aksaklıklar rasihlere danışılarak giderilir. Bunlara bugün yüksek meslek sahibi diyoruz. Doktor, mühendis, avukat.
  3. Zakirler ise bu projeleri okur, usta ve işçilere gösterir, onları eğiterek izin verirler. Bunlar pratisyenlerdir, uygulama mühendisleridir.
  4. Âmiller ise zakirlerin izin verdikleri kimselerle çalışarak üretim yaparlar. Yahut yaşarlar. Bunlar da çalışan personeldir, usta başılarıdır.

Siz şimdi bana itiraz edebilir ve dersiniz ki; bunları nerden uydurdun, kafadan atıyorsun. Hayır, kafadan atmıyorum. “Ulu’l-Elbâb”ın marife olması ve “Ellezîne” ile tavsif edilmesi bize bu mânâları vermemizi gerektirir. Kur’an’ın başka âyetlerine dayanarak bu tasnifi yaptım. Burada marife getirmekle onlara işaret ediyor.

يُوفُونَ بِعَهْدِ اللهِ

(YUvFUvNa Bi GaHDi elLAvHi)  

“Allah’ın ahdini ifa ederler.”

“ElLeZîNe”den dolayı “İFA” da marifedir. Fail marife olduğu gibi fiil de marifedir.

Neyi ifa edecekler?

Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ilmedecekler. Dikkat edilsin, ilmedecekler diyor, iman edecekler demiyor. İlmedecekler diyor. Yani müsbet ilmin desteği ile onun hak olduğunu tesbit edecekler. Yani kitap olarak kaleme aldığımız “Kur’an’ın 250 Mucizesi”ni kavrayacaklar, öğreneceklerdir. Bunu başarmak için bir taraftan Kur’an Arapçası ile Fıkıh ilmini öğrenmeleri gerekir, diğer taraftan Matematik ile müsbet ilimleri öğrenmek gerekiyor. Yoksa Kur’an’ın Allah sözü olduğunu anlamak mümkün değildir.

Yetmez; öğrendiklerini uygulayarak hak olduğunu göstermek gerekir. Marketimizi çalıştırdığımız zaman görevimizi yapmış oluruz.

Bu da yetmez, bundan sonra Kur’an’ın tabiri ile vasl etmek yani çevreye açılmak gerekir. Göstererek insanları hakka davet emek gerekir.

Bu da yetmez. Karşı çıkacaklar, sizi susturmak isteyecekler. Ama siz sabrederek cihada devam edeceksiniz.

İşte peygamberlerin vârisleri bunlardır, Sahabelerin vârisleri bunlardır.

Bizim nesil, 1950’lerin nesli bu işi Akevler’den başlayarak, yapabildiği kadar yaptı. Bizden evvel de Bediüzzaman, Süleyman Tunahan, Mehmet Akif gibi kimseler Türkiye’de; Muhammed İkbal, Mevdudi, Seyyid Kutup gibi zatlar dünyada yaptılar.

Bundan sonra da sizin nesil yeniden oluşuma geçilecektir. Ara nesil vardır. Onlar tab’a neslidir. Onlar bu çalışmaları tamamladılar. Onların yaşları yeni hamle yapmalarına yetmiyor. Bizi size aktarıyorlar ve eksikliklerimizi tamamlıyorlar.

Ahdillâhi” Allah ile yapılan muahededir. Sülasi fiille getirilmiştir.

Bunun iki mânâsı vardır.

  1. Biz mü’minler Allah’la ahitleştik ki, Hazreti Peygamber ve sahabelerin vârisi olarak Kur’an’ı bugünkü sorunları çözecek şekilde beyan edeceğiz ve insanlara anlatacağız. Bu birinci ahittir. Biz Allah’a ahdettik. Allah burada mef’uldür. Arapçada masdar hem malumun hem meçhulün mastarıdır. Tek taraflı olan ise ayrı bâb ile tefrik olunur. Türkçede ise hepsi “an”la yapıldığı için meçhulün de masdarı vardır.
  2. İkinci mânâsı ise Allah insanlara ahdetmiştir, insanları karanlık içinde bırakmayacak, nurunu tamamlayacaktır. Bu Allah’ın ahdidir. Allah burada faildir. Biz Allah’ın halifesi olarak bu ahdi yerine getiriyoruz. Ne şerefli bir iş. İnsanlar devlet memuru olmak için uğraşıyorlar. Halbuki Adil Düzen kervanına katılarak bu şerefli görevi yüklenseler ne kadar iyi yaparlar. Unutmayın, peygambersiz bir medeniyeti kurma şerefini, onun nebisi ve sahabeleri olma şerefini Allah bize ihsan etti.

Allah” kelimesi, Kâinatı var eden ve hakkı Hazreti Muhammed’e inzâl eden, sonra da Sahabelere, Tabiinlere, Tebe-i Tabiinlere beyan ettiren Allah anlamındadır. Biz O’nunla ahitleşmişizdir.

İkinci mânâsı ise topluluktur, insanlıktır. İnsanlığa ahdedilenler yerine getirilecektir.

Bizim nesil sizin nesle “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI”nı bırakıyor. Siz neler yapacaksınız? Bundaki eksiklikleri tamamlayacaksınız. Onu açıklayacaksınız. Ona Kur’anî deliller bulacaksınız. Müsbet ilimlerle hikmetlerini ortaya koyacaksınız, sonra da uygulayacaksınız. İnsanlığı nura kavuşturacaksınız.

وَلَا يَنقُضُونَ الْمِيثَاقَ(20)

(Va LAv YaNQuDUwNa eLMIyÇAQa)  

“Misakı nakzetmezler.”

Vesk” yüklerin bağlanması için üretilen sicimdir.

Misak” masdarı mimidir. Veya bağlanmış denktir. Yani dengi oluşturan iptir. Bağlanmamış hâli “vesk” ise, bağlanmış hâli “misak”tır.

Vav”la atfetmiş ve misakı nakzetmezler demektedir.

Adil Düzen Çalışmasına başlayıp onu bırakmak misakı nakzetmedir.

Akevler Çalışmasına başladığımızda birçok insan bize katılmıştır. Akevler adeta bir staj yeri olmuştur. Adil Düzen Çalışmalarına katılmayı bırakmışlar, onun yerine kendileri İslâm düzenine hizmet etmek istemişlerdir. Çok büyük adımlar atılmıştır. Türkiye’de ve dünyada dine ve İslâm’a karşı direnişler kırılmıştır. Ne var ki şimdi, bizim elimizde onlara arz edeceğimiz bir Adil Düzenimiz yoktur.

En kısa zamanda seferber olup “Adil Düzen”i insanlığa arz etmeliyiz.

  1. “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” kitabı temel olarak ele alınmalıdır. Yanlışlar düzeltilmeli, eksikler tamamlanmalıdır.
  2. “Adil Düzen”in Fıkhi delillerini ortaya koyup ona göre insanlığa arz etmeliyiz.
  3. “Adil Düzen”in müsbet ilimlere dayanılarak hikmetleri izah edilmelidir. Yani yararları anlatılmalı, problemleri nasıl çözdüğü ortaya konmalıdır.
  4. Örnek uygulama yapılarak insanlığa gösterilmelidir. Göstererek onlar ikna edilmelidir.

Bu arada “Adil Düzen”den vazgeçirmek isteyen kardeşlerimiz olmuştur. Yine bu arada gömleklerini çıkaran kardeşlerimiz de olmuştur. Bunları namaz kılmaya devam ettikleri için bizden sayıyoruz, onları tevbeye davet ediyoruz. Gerek Risale-i Nur Şakirtleri, gerekse Millî Görüşçüler, Akevler çalışmalarını desteklemediler ama aynı gaye ile çalışmalarını sürdürmektedirler. Akevler onlara yukarıda söylediğim dört hamleyi yapmalıdır. Bizim nesil değil, yeni nesil yapmalıdır. Dua ediyoruz ki;

  1. “Adil Düzen”in ilmî çalışmalarını Akevler yapsın, örnek uygulamaları göstersin.
  2. “Adil Düzen”in dinî çalışmalarını Risaleciler yapsın, tüm dünyaya “Adil Düzen”i götürsün.
  3. “Adil Düzen”in siyasî çalışmalarını Millî Görüşçüler yapsın ve tüm dünyaya örnek uygulamalar versin.
  4. “Adil Düzen”in ekonomik çalışmalarını da Anadolu Holdingleri yapsın.

Akevler’in bu ilmî çalışmaları yapabilmesi için diğer üç kuruluştan destek gerekmektedir.

1) İstanbul’da en az bin ilim adamı “Adil Düzen”in ilmî çalışmasını yapmalıdır.

2) Bu ilim adamları Akevler Yenibosna Ekolü’nden Arapça ve Matematik öğrenmelidir. Ondan sonra işbölümü yaparak yüz ilimde onar âlim yetiştirmeliyiz.

3) Bunlar İstanbul’daki bin inanmış firmada muhasip ve danışman olarak çalışmalıdırlar. Öğleden evvel dörder saatlerini firmaya ayırmalı, danışmanlık ve muhasiplik yapmalıdırlar.

4) Firmalar bunlara firmalarında bir yardımcı vermeli, onu da yetiştirmelidirler. Maaşlarını oradan almalıdırlar. Maaşlar dolgun olmalıdır.

Bugün “Adil Düzen Çalışmaları”na üç yerde devam ediliyor: Yenibosna, Üsküdar ve Ehabir Grubu. Artık İstanbul’daki tüm İslâmî kuruluşlar davet edilmelidir. Bu kuruluşlar içinde ayrıca Hahamlık, Patriklik ve Katolik temsilcileri, Şii temsilcileri de vardır.

Allah’la yapılan ahit nedir?

Her varlık doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Kâinat da böyle olacaktır. 14.7 milyar yıl önce bir çekirdek olarak yaratıldı, patladı. Genişledi, olgunlaştı. Yaşlanıyor. Bir gün gelecek ve ölecektir. Bu bugünkü ilimlerle kesin olarak bilinmektedir. Canlılar bir hücre olarak yaratıldı. Çoğaldılar, değiştiler, olgunluk yaşlarında insan meydana geldi. Şimdi yaşlanıyorlar. Bir gün gelecek canlılık inkıraz edecektir. İnsanlık da doğdu, gelişti ve bugünkü seviyeye ulaştılar. Nasıl çocuklar anne babaları tarafından büyütülürlerse, onun gibi insanlık da peygamberler ve filozoflar tarafından büyütüldüler, geliştirildiler. Erginlik çağına gelince artık yeni peygamber gelmiyor, yeni kitap inmiyor. İnsanlar ulaştıkları müsbet ilimlere dayanarak uygarlaşmaya devam edeceklerdir. Tarihte biner yıllık dönemlerle uygarlaştılar.

Bundan bin sene evvel de uygarlık oluştu. Bin yılını doldurdu ve çöktü.

Beşyüz sene önce Batı uygarlığı doğdu, bugün en güçlü durumdadır. Çökmeye başlamıştır. Beşyüz sene sonra çökecektir.

III. Bin Yıl Uygarlığı; beşinci İslâm, ikinci Kur’an uygarlığı olarak doğacaktır. Peygambersiz birinci uygarlık olacaktır. İşte Allah bizimle bu uygarlığı oluşturma ahdinde bulunmuştur. Beşinci İslâm, ikinci Kur’an ve birinci peygambersiz uygarlığı kuracağız. Allah’a söz verdik.

Bu uygarlığı kurma taahhüdünü bundan kırk sene evvel vermiştik. 1960’lara kadar Kur’an’a inananlar pasif durumda idi. 1960’da ise faaliyete geçip partileri, vakıfları, dernekleri, şirketleri kurmağa başladılar. Kendiliğinden bir işbölümü doğdu.

Akevler Çalışanları ilmî çalışmaları yapmaya başladılar.

Risale-i Nur Şakirtleri dinî faaliyetlere başladılar.

Millî Görüşçüler siyasi faaliyetlere giriştiler.

Ekonomik faaliyetleri ise Anadolu Holdingleri yüklendi. Yimpaş ve Kombassan öncülük etti.

Akevler ilmî çalışmalar yapıyor, projeler üretiyor, diğer İslâmî gruplar bunlardan yararlanarak uygulamalara başlıyor. İşte bu Allah’la yapılan ahittir.

İşimiz çok daha geniştir, çok daha büyüktür. İnsanlık Nuh Peygambere kadar kabile yönetimi ile yönetiliyordu. Yazı yoktu. Yazılı şeriat oluşmamıştı. İnsanlar göçebe döneminden şeriat dönemine bir türlü geçmek istemedikleri için Nuh Tufanı olmuştur.

Bugün insanlık tarım döneminden sanayi dönemine geçmektedir. Nuh Nebi’den kalma tarım dönemi hukuku insanları yönetememektedir.

Kur’an Allah’ın sözüdür. Kıyamete kadar insanların sorunlarını çözecektir. Kur’an ve diğer üç delil eskimeyecek, kıyamete kadar delil olarak kalacaktır. Eski âlimlerin ortaya koydukları fıkıh usulü kıyamete kadar devam edecektir. Ancak onlardan yapılan istidlaller çağımızın sorunlarını çözecek durumda değildir. O usulün de geliştirilmesi gerekir.

Birkaç noktaya temas edelim.

Cemi müzekkeri salimin tüzel kişiliği olan toplulukları ifade ettiğini tam olarak söyleyememişlerdir. Kurallı dişi çoğulun dörtlüleri ifade ettiğini tam olarak söyleyememişlerdir. Kur’an’da geçen “Allah’ın hakları” kavramının topluluk hakları olduğunu bilmişlerdir, “resul”ün başkan olduğunu bilmişlerdir; ancak “nebi”nin de âlimler olduğunu söyleyememişlerdir. Böyle yeni kurallar elbette ortaya çıkacaktır. Eski usul değişmeyecektir.

Füruda ise durum farklıdır.

  1. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar insanlar Ankara’ya 5 günde ulaşabiliyordu. Macellan dünyayı deniz yoluyla ilk defa dolaşmaya çıktığı zaman tekrar Avrupa’ya dönmeye gücü yetmemiş, Filipinler’de ölmüştür. Şimdi ise bir hafta içinde Ay’a gidilebilmektedir. Anakara’ya bir saat içinde ulaşılabiliyor. İşte Sokrat’ın “felsefe” yaptığı dönemle Ebu Hanife’nin “fıkıh” yaptığı dönem böyle bir dönmedi. O zamanki sorunlarla bu zamanki sorunlar arasında dağlar kadar farklar vardır. Kur’an’ın bugünkü sorunları çözmesi gerekir.
  2. O zaman Ankara’ya mektup yazan, cevabını birkaç ay sonra alabiliyordu. Başka bir haberleşme imkanları yoktu. Şimdi ise cep telefonlarında haberleşme buluşma samimiyeti içinde olmaktadır. Konuşmada sanki zaman farkı yoktur. Sokrat’ın ve Ebu Hanife’nin ise bu imkanlardan haberleri yoktu.
  3. Sokrat ve Ebu Hanife zamanlarında insanlar mum yakmayı zor biliyorlardı. Sokaklarda dolaşacak gaz fenerleri bile yoktu. Sabah ve akşam onların tüm hayatlarını düzenliyordu. Gece ancak ay ışığından yararlanarak bazı işlerini yapabiliyorlardı. Bugün ise evlerin en ücra yerlerini elektrikle aydınlatıyor, sokaklarını ve fabrikalarını gündüz gibi yapıyorlar. Artık çalışma saatlerini gün ışığına göre ayarlamıyoruz. O günün sorunları ile bugünün sorunları tamamen değişmiştir.
  4. Hazreti Nuh’tan evvel insanlar yazıyı bilmiyorlardı. Uygarlık yoktu. Yazı ile uygarlık doğdu. Sokrat ve Ebu Hanife zamanında matbaa ve kâğıt bile yoktu. Bugün ise bilgisayar çıkmıştır. Canlılar iki kısma ayrılırlar. Sinir sistemi olanlar ve olmayanlar. Sinir sistemi olanlar hayvanlar, olmayanlar bitkilerdir. Bundan elli sene öncesinde bilgisayar yoktu ve insanlık bitkisel varlıktı. Şimdi ise insan beyninin bile yapamadığı bazı şeyleri yapan bilgisayarlar ortaya çıkmıştır. Birçok programlarla hayatımız bambaşka olmuştur.

Dünya bu kadar evrimleşmiştir. Bu değişme bir asır içinde, hâssaten son elli yıl içinde gerçekleşti. Artık felsefe ekolünün kuran yeni Sokrat’a ve fıkıh ekolünün kuran yeni Ebu Hanife’ye ihtiyaç vardır. Eskiden bu yeni uygarlıkları peygamberler anlatıyordu. Onlar bayrağı kaldırıyordu. Şimdi ise insanlar kendileri Allah’la ahitleşmektedirler. Peygamberlerin yerini âlimler almıştır. Bunun böyle olacağını Allah bildirmiştir.

Bizden evvel gelen muhterem zatlar bu işleri kısmen yaptılar. Türkiye’de Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan ekoller kurmuşlardır. Mehmet Akif bunun mücadelesini vermiştir. Mısır’da Kutup kardeşler, Pakistan’da İkbal ve Mevdudi, Suriye’de Hüseyni Cisri böyle bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu bildirmiş, değişik sahalarda faaliyet göstermişlerdir.

Bunların hiçbirisi İslâm fıkhı üzerinde çalışıp içtihatlar yapmamıştır. Hayrettin Karaman grubu telfik* cihetine gitmişler, mezhepleri ortadan kaldırma taraftarı olmuşlarsa da, böyle bir iddiada bile bulunamamışlar. Sadece zaruret fetvaları vererek batı uygulamalarını meşrulaştırmakla yetinmişler. [*Telfik: Kumaşın iki kenarını birleştirip dikmek, uydurmak, süslemek, ulaşmak, katılmak, eli boş dönmek. İslâm hukukçuları telfik kelimesini farklı şeyleri birleştirmek anlamında kullanmışlardır. Usul bilginleri ise kelimeyi ictihad ve taklid alanlarında ayrı anlamlarda kullanırlar. Buna göre taklidde telfik, taklid yoluyla bir mesele veya amel üzerinde iki veya daha fazla mezhebin farklı hükümlerini birleştirerek tatbik etmektir. İctihadda telfik ise, bir mesele üzerinde birbirine muhalif iki görüş varken, daha sonra gelen bir müçtehidin bu ikisine uymayan üçüncü bir görüş ortaya atmasıdır. Telfikin her iki şekli de İslâm hukuk ve usul bilginleri arasında geniş tartışmalara neden olmuştur.]

İzmir’de Akevler Ekolü oluşmuştur. Eski Senatör Remzi Güres ve Prof. Dr. Ahmet T. Satoğlu’nun (ilk on yıl Akevler Kooperatifi Başkanı) desteklediği bu ekole katılan arkadaşlar Akevler Kooperatifi’ni kurmuşlardır. Fethullah Gülen, Bediüzzaman’ın izinden bu çalışmalara katılmıştır. Gümüş Motor teşebbüsü/ortaklığı ile giriştiği faaliyetle, Necmettin Erbakan da Akevler’in bu çalışmasını benimsemiştir.

Bizden istenen, Klasik Arapçayı ve Usulü Fıkhı öğrenip günümüzün sorunlarını dört delille çözdürmedir. Bizden istenen neydi? Matematiği ve müsbet ilmin metotlarını öğrenip günün sorunlarını ortaya koymak ve Fıkha çözdürmektir. İşte bizim taahhüdümüz bu idi.

Bizim nesil bu işi başarıyla tamamladı. Biz henüz sorunları çözmüş değiliz. Ama sorunların nasıl çözüleceğini ortaya koyduk. Biz ilmî çalıştık. Kimsenin itiraz edemeyeceği açıklık ve kesinlikle metodu ortaya koyduk.

Fethullah Gülen bu metodu aldı vakıf kurdu, dünyaya İslâmiyet’i duyurdu.

Necmettin Erbakan bu usûlü aldı, parti kurdu. Bugün en yüksek seviyelere ulaştık.

Sermaye sahipleri bizden doğrudan almadılar ama Risale cemaatinden ve Millî Görüş’ten alarak Anadolu’da halk ekonomisini kurdular.

Bu çalışmalara Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Kenan Evren’in de etkin katkıları vardır. Bu çalışmalara tarikatların ve Süleyman Tunahan’ın büyük katkıları vardır.

Elbette yapacaklarımız bitmemiştir. Daha başlangıçta bile değiliz. Yapacak daha çok çok işlerimiz vardır.

***

وَالَّذِينَ (Va elLaÜIyNa)  “Ve o kimseler.”

Buradaki “Ve” harfi “Ellezîne Yasılûne”yi “Ellezîne Yufune”ye bağlamaktadır. Yani ahdi ifa edenler başka, emri isal edenler başka kimselerdir. Ahdi ifa edenlere verilen görev, III. Bin Yıl Uygarlığını ortaya koymaktır. Allah’la doğrudan ahit yapanlar bunlardır. Çünkü bunlar peygamberlerin yapmak istediklerini yapacaklardır.

Evet, ilmî çalışma Akevler’in yüklendiği taahhüttür. Bu çalışmalara Necmettin Erbakan da katılmıştır. Birkaç yıl haftada bir veya iki defa bir araya gelir ve “Adil Düzen” üzerinde çalışırdık. Oturumu o yönetirdi. “Adil Düzen” ismi onun yönetimindeki toplantılarda oluşmuştur. Diğer Millî Görüşçülerin katkıları olmamıştır. Erbakan’ın katkıları diğer Adil Düzen Çalışanlarından az değildir. Ancak uygulamada bunlar yeterli değildir.

Uygulama işlerini Millî Görüşçüler ve Risaleciler yaptılar; Akevler’le beraber değil, Akevler dışında yaptılar ve yürüttüler. Akevler destekledi, teşkilatlandırdı ama aralarına katılmadı. Hapislere girmedi.

İşte, birinci “Ellezîne” kelimesi Akevler’i ifade ediyorsa, bu ikinci “Ellezîne” kelimesi Millî Görüşçüleri, Risalecileri, Anadolu holdinglerini ve tarikatları ifade etmektedir.

Şimdi İstanbul Yenibosna’da “Adil Düzenin İkinci Hamlesi” hazırlanmaktadır.

“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” ortaya konmuştur. Kırk senelik çalışma sonunda metinlendirilmiştir.

Ne yapılmaktadır, ne yapılmalıdır?

  1. Yeni katılan genç arkadaşlarla eksiklikleri tamamlanmalı, yanlışları düzeltilmelidir.
  2. Bu Anayasa Fıkıh usulüne uyularak dörtlü sistemde hazırlanmıştır. Sekizyüzlü şeklinde oluşmuştur. Mevcut Anayasa usulüne göre de düzenlenmiştir. Mevcut Anaysa ile karşılaştırılmalıdır.
  3. Bu Anayasa son şeklidir. Oysa hiçbir şeye birden geçilemez. Bir Geçiş Anayasası hazırlanmalı, peyderpey olarak uygulamaya konmalıdır. Bu arada diğer din mensupları ile de işbirliği yapılmalıdır.
  4. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra bir Adil Düzen Partisi kurulmalıdır. Bu partinin hedefi iktidar olmamalıdır. Bu partinin hedefi Adil Düzen Anayasasını ortaya koyarak diğer partilerle uzlaşmaya gitmektir. O Adil Düzen Anayasası değil, Millî Anayasa olacaktır, Türkiye Anayasası olacaktır. Her ulus kendi anayasasını kendisi hazırlayacaktır. Sosyalizmde, kapitalizmde, nasyonalizmde de Adil Düzen olabilir.

Bu işi başarmamız için Akevler Çalışması dışında bu cemaatler bundan evvelinde olduğu gibi bir çalışma yapacaklardır. “Adil Düzen”i benimseyip dinde, siyasette ve ekonomide faaliyete geçmelidirler. Mevcut cemaatler sonunda ister istemez katılırlar. Biz onlara dayanacağız ama onları beklemeyeceğiz.

يَصِلُونَ (YaÖıLUvNa)  “Vasl ederler.”

Vasl” ile “Fasl” birbirine akraba kelimelerdir. Dirsek ve dizdeki bitişikleri ifade ederler. Mafsallar hem bitişiktir hem de ayrıdır. Tam bitiştirmez, tam da ayırmazlar. “Fasl ayırma cihetinden bakar, “vasl” bitiştirme cihetinden bakar. Somunu cıvataya takma vasldır. Tekerleği arabaya takma vasldır. Lambayı yakma vasldır. Bir makineyi monte etme vasldır.

İşte Allah bize vaslı emretmektedir. Yani her birimiz kendimize düşen işleri ayrı ayrı yapacağız ama sonunda onu toplulukta değerlendireceğiz. Çalışırız, bir şey üretiriz. Bu parçadır. Onu sattığımızda vasletmiş oluruz.

Akevler’in ürettiğini Risaleciler ve Millî Görüşçüler vaslettiler. Topluluğa mâl ettiler. Uygulayarak gösterdiler. Bize şimdi onların yaptıkları eksik ve yanlış gözüküyor ama o gün için ancak o yapılabilirdi. Onları kritik edeceğimize, siz onların eksik bıraktıklarını tamamlayın, siz onların yanlış yaptıklarını düzeltin.

İlim adamlarının ürettikleri halk tarafından benimsenmedikçe bir işe yaramaz. Din adamları çıkacak ve halka anlatarak onlara benimsetecekler.

Aydın’da bağımsız adaylığımı (1969) koyduğum zaman, siyasi baskılar sonunda Gülen Aydın’a geldi. İncirliovalı sakallı Kemal’in evinde bizi desteklememe talimatını verdi. Kemal de bir ekip kurdu, arkamdan ilçe ilçe dolaştı; “Bölmeyin, bunlara oy vermeyin!” diye faaliyet gösterdi. Ama Aydın’daki Risaleciler bana oy verdiler. Kimse F. Gülen’i dinlemedi. Bugün Risaleciler Millî Görüş’ün ikinci takımı olan AK Parti ile bir oldular. Kim kazandı? biz kazandık. Tüm dünyada kurulmuş bulunan okullar bizim okulumuzdur. Uygulamada bazen anlaşmazlık olabilir. Eğer iyi bir şey yapılıyorsa yardımlaşmalıyız.

Akevler İstanbul Grubu Adil Düzen çalışmasına devam etmektedir.

    1. Muhasebe programını tamamlıyor...
    2. İnternet sitesini ve dergi programını tamamlıyor…
    3. Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi ‘örnek’ bir marketi çalıştırma çabasındadır…
    4. Helikopter taşımacılığı, örnek bir belediyecilik uygulaması, örnek inşaat çalışması ve örnek ilmî akademi kurma önerileri üzerinde durmaktadır.

Bunları ortaya koyacak ve İstanbul’un Millî Görüşçülerine, İstanbul’un Risalecilerine, İstanbul’un iş adamlarına, İstanbul’un tarikatlarına arz edecektir.

Uygulama onların işi, kâr-zarar da onlara ait olacaktır. Biz bir şey istemiyoruz.

مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ (MAv EaMARa elLAHu BiHi)  

“Allah’ın emrettiğini vasl ederler.”

Allah ne emrettiyse onu vaslederler.

Adil Düzen Çalışanları Allah’la ahitleştiler, peygambersiz ilk uygarlıklarını kuracaklardır. Buna söz verdiler. Ortaya konan “Adil Düzen”in gerçekleştirilmesi O’nun emirleridir. Bundan önce ortaya koyduğumuz “Adil Düzen” o gün için ileri adımdı. Şimdi ise yeni bir “Adil Düzen” ortaya koyuyoruz. Aradaki fark, Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki fark kadardır, Mekke devri ile Medine devri arasındaki fark kadardır.

Şimdi Medine dönemine geçmiş bulunuyoruz. Medine Anayasası hazırdır. Ensarı bekliyoruz. “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” sanayi döneminin ilk anayasasıdır. Medine Anayasası’nın mukabilidir.

Biz Adil Düzen Çalışanları muhacirler olacağız.

Artık sizin de ensar olmanız, ensarı bulmanız gerekmektedir.

Dinî cemaatler oluşturacak ve “Adil Düzen”i yayacaksınız...

Siyasi partileriniz olacak, onlarla “Adil Düzen”i uygulayacaksınız...

İktisadi ortaklıklar kuracak, “Adil Düzen”i uygulayıp göstereceksiniz...

Maddi imkanları bize sağlamayacaksınız. N. Erbakan ve F. Gülen gibi siz çıkıp yapacaksınız. Bizi belki devre dışı bırakacaksınız. Allah bize vereceğini verecektir.

İşte bu emirleri halka ulaştıracak olan sizsiniz. “Adil Düzen”i ilimde değil de amelde yürütenler. Bizim ortaya koyduklarımızı halk anlamaz. Halka biz ulaştıramayız. Bizim yardımımızla siz bunları uygulayacak ve gösterecek hâle koyacaksınız.

Ondan sonra işte “Adil Düzen” budur diyeceksiniz.

Biz Adil Düzen Çalışmalarına başladığımız zaman, en yakın kimseler, tarikat ehli karşı çıktı. Mensuplarına emirler verdiler ve bizden uzak olmalarını istediler. Yüzlerce ortak üye olduktan sonra grup hâlinde kooperatif ortaklığından ayrıldı. Ama bizi zarara sokmadılar, bize sıkıntı vermediler. Şimdi ise artık herkes Adil Düzenci olmuştur.

ABD ve eski Sovyetler bile Adil Düzen taraftarı olmaya başlamıştır. Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı Teşkilatı’na katılmak için baş vurdu. Barack Hüseyin Obama, bir Müslüman çocuğu olarak ABD Başkanı oldu ve ilk olarak bize ziyarete geliyor. Papa Sultan Ahmet Camii’ne gelip dua etti.

Allah’a binlerce defa hamd olsun.

Biz bir şey yapmadık ama dua ettik, fiilî dua ettik. Allah duamızı kabul etti. Bize o duayı yaptırdı. Cennetine koyacağına dair müjdesi oldu.

أَنْ يُوصَلَ (EaN YUvÖaLa)  “Vaslet emrini isal ederler.”

Burada masdar olarak gelmemişse de “En”le masdar yapılmıştır. Çünkü bu emri Allah yalnız onlara vermiştir. Birinciler “Adil Düzen”i ortaya koymaktadırlar. Bunlar onu halka götürmeye emr olunmuşlardır. Masdar olarak gelseydi emir herkese ait olurdu. Oysa burada emir ikinci “Ellezîne” ile gelmiştir.  

Süleyman Akdemir ve Hasan Hacıbektaşoğlu bu işi yapmaya söz verdiler. Bize eskiden beri katkıları olan Gürsoy Erol, Gürsel Kartal, Yaşar Gönül, Hakan Kandal, Reşat Erol, M. Lütfi Hocaoğlu, İzmir’den Ahmet Baykurt, Ankara’dan Ali Erişsen ve Ehabir grubundan Ahmet, grupları ile bu işe katılmaktadırlar. Artık davet işini organize etmelidirler.

وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ (VaYaPŞaVNa RabBaHuM)  

“Rablerinden haşyet ederler.”

Yahşavna” “Yasılune”ye atfedilmiştir. Muzari sigaları getirilmiştir. “Ellezîne Yahşavna” demektir. Aynı kimselerin sıfatı olduğu için “Ellezîne” iade edilmemiştir.

Onlar bu vaslı ne için yaparlar?

Onlar bu vaslı Rab’lerinden haşyet etmekte oldukları için yaparlar.

Haşyet” saygıdan ve sevgiden doğan korkudur. Darıltmayayım, üzmeyeyim diye endişe duyarsınız, bu haşyettir. Rablerinden haşyet, çünkü Allah Rab sıfatı ile onları görevlendirdi. İnsanlar teknoloji bilgisini zamanla evrimleşerek kendileri elde ediyorlar. Ama hukuk bilgisine kendilerinin akılları ermiyor.

Mezopotamya mabetler şehridir, hukuk şehridir. Oysa Mısır Ehramlar şehridir. Teknoloji diyarıdır. Sonra İbranilerin Tevrat’ı vardır. Yunanlıların ise heykelleri vardır. Hıristiyanların İncil’leri vardır. Romalıların kaleleri vardır, askerleri vardır.  

İslâmiyet ile Avrupa da aynıdır. Fıkıhta ve yönetimde İslâm ne kadar ilerideyse, Batı da teknolojide o kadar ileri gitmiştir. Bugün Batı yeni bir hukuk getirmemiştir. Hukukun ana kurallarını ‘insan hakları’ adı altında benimsemeye çalışmış ama başaramamıştır. Avrupa çöküyor. Başka bir şeye gerek yok, nüfusları azalıyor. Dışarıdan gelen nüfus sayesinde yaşama çarelerini bulmaktadır. Batı ekonomik üstünlükle ayaktadır; dünyayı faizle sömürmek suretiyle ayaktadır. Dünya kendisini bu sömürüden kurtardığı gün Avrupa ve Amerika açlıktan ölürler. Hıristiyanlık onların imdadına yetişemeyecektir. Tekrar dine sarılarak bu ülke kurtulacaktır. Yahudiler de Tevrat’a dönmek suretiyle varlıklarını sürdürebilecektir.

Dünya bu sömürüden nasıl kurtulur?

  1. Gerçek demokrasiye geçecektir. Ekseriyet sistemini bırakacaktır. Dayanışma ortaklıkları ve yerinden yönetim sistemine geçecektir. İnsanlığı ve kendilerini kandırıyorlar. Ekseriyet demokrasisi aldatmacadır. Merkezi yönetim zulümdür. Artık bu zulümleri sona erecektir.
  2. Gerçek lâikliği getireceklerdir. İnsanlar barış içinde gümrüklerin ve vizelerin kalktığı bir dünyaya katılacaklar. Merkezden atanmış hakimlerden oluşan mahkemeler değil, tarafların seçtiği hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı sistemine geçeceklerdir. Kimse kimseye hükmetmeyecek, herkes kendi inanç ve içtihatları ile yaşayacak.
  3. Sömürü tekel düzeni kalkacaktır. Yerine sosyal güvenliğin sağlandığı, aile müessesesinin temel alındığı, zinanın suç sayıldığı, çok evliliğin meşru olduğu bir düzeni benimsemelidir. Allah’ın helal ettiğini helal, haram ettiğini haram saymalıdır. Bugün kadınlar koca bulamadıkları için mağdurdurlar, zulme uğramaktadırlar. Oysa çok evlilik düzeninde kocasız kadın kalmayacağı için zaten normal durumda herkes bir kadınla evlenmiş olur.
  4. Ekonomide tekel önlenecek. Bu da faiz yasağı ile sağlanır. Gelir vergisi yerine sermaye vergisi ile sağlanır. Ticaret serbest olacak ama tekel oluşmasına imkan verilmeyecektir. Karşılıksız para aldatmacasına son verilecektir. Demokrasi derler, sahtesini getirip ekseriyet sistemini uygularlar. Liberal derler, faizi meşru kılıp sahte para çıkarırlar. Batı bunlardan vazgeçerse varlığını sürdürür. Yoksa zaten savaşsız Müslümanlar Avrupa’yı istila ediyorlar. Kendi ekseriyet sistemleri içinde boğulup gideceklerdir.

İşte bu kimselerin görevi “Adil Düzen”i dünyaya anlatmaktır.

Geçmişte bu başarıldı.

Millî Selâmet Partisi İzmir milletvekili adayı Turgut Özal iktidar edildi. Batı birinci kademede İslâmiyet’le tanıştı. Erbakan “Adil Düzen”i dünyaya anlattı. Bugün AK Partiler eşleri başörtülü olarak iktidardadırlar. Avrupa Birliği’ne girme bahanesiyle dünya “Adil Düzen”in getirdiklerini yakından gördü.  

Eksik olan nedir?

Eksik olan, biz henüz “Adil Düzen”i uygulamada gösteremedik.  

İşte, gelin görün bu bin hanelik belde nasıl idare ediliyor diyemedik.

Oysa biz Adil Düzen Çalışanları belde projelerini geliştirmelidirler. Yani bir belediye, on bin hanelik bir belediye nasıl idare edilir, bunu ortaya koymalıdırlar.

Bu seçimden sonra her Adil Düzen Çalışanı bir belediyeyi kendisine çalışma bölgesi seçecek ve Adil Düzen belediyeciliği üzerinde çalışılacaktır. İstanbul’da bin âlim Adil Düzen Çalışmalarına başlamalıdır.

Tayyip Erdoğan, Azmi Ateş, Feyzullah Kıyıklık, Hayrettin’ler (Karaman) anlaşarak “Adil Düzen”in kimlerle mücadele ettiğini belgelemek için rapor yazmışlar ve bu yazılanların bir kısmı onyedi sene sonra Hayrettin Karaman tarafından yayınlanmıştır. Oysa onlar bizden çok daha kolay bu bin ilim adamını İstanbul’da organize edebilirlerdi, bu sayede şimdi “Adil Düzen “çok daha ileri bir yerde olurdu.

İstiklâl Savaşı’nda herkes Mustafa Kemal’in çevresinde toplandı. Onu sevdikleri için değil, savaşı kazanmak için toplandılar.

Tüm vatandaşlar Erbakan’ın etrafında toplanmaları gerekirken, kendi tarikatının yetkilisi bile onu müridi mürted ilan etti! ‘Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız’ sözünü, korka korka da olsa Erdoğan telaffuz ediyor. Bunu başka diyen var mı?

Peki, muasır medeniyetin fevkine nasıl çıkacağız?

“Adil Düzen”le çıkacağız.

Mustafa Kemal’in 1933’te gösterdiği muasır medeniyetin fevkine yani yeni medeniyet kurma hedefinin organizasyonunu 1967’de İzmir’de kurulan Akevler Kooperatifi başlattı. Erbakan’ın katılması ile bugünkü seviyeye geldik.

İşte şimdi “Adil Düzen”i halka götürecek Millî Görüşçülere, Risalecilere, holdinglere ihtiyaç vardır.

Biz Adil Düzenin İkinci Hamlesini yine “Akevler” ismi altında devam ettiriyoruz. İzmir Akevler Ekibi ile birlikte faaliyetteyiz. İsteriz ki Saadet Partisi ve AK Parti bu konuda anlaşsın ve Adil Düzen araştırmalarına katılsınlar. İkinci adımı da onlar atsınlar. Biz istiyoruz ki bu çalışmalarımıza Risaleciler ve tarikatlar da katılsınlar. Ama bunu yapacaklarına ümidimiz çok azdır. Allah ne isterse onu yapar. Bizi ilgilendiren sadece tebliğ ve çalışmadır.

وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ(21)

(Va YaPAvFUvNas SUvEa eLXıSAvBı)  

“Hesabın suundan havf ediyorlar.”

Bazı ibadetler vardır ki farzı kifayedir. Akevler eğer Adil Düzen İlmî Çalışmalarını yapıyorsa, başkalarının üzerinden bu çalışma farzı sakıt olur. Ama kimse çalışmıyorsa, o zaman bu çalışma herkese farz olur. O halde bu tür çalışmalar yapanları desteklememiz gerekir. Çünkü bizden de farz sakıt oluyor.

Biz Akevler olarak Risalecileri (Bediüzzaman müntesiplerini) bu amaçla destekledik...

Akevler olarak bu amaçla Millî Görüşü destekledik...

Anadolu Holdinglerini destekledik...

Çünkü onlar yapamasaydı bizim yapmamız gerekirdi. Farzı kifaye idi, onlar yaptı, biz de rahatça ilmî çalışmalar yaptık.

Bugün de birbirimizi desteklememiz gerekir.

Bizim Adil Düzen Çalışmamızı bütün ehli hal desteklemelidir. Hıristiyanlar, Yahudiler, solcular, sağcılar, herkes desteklemelidir. Amerika, Rusya, Çin ve Hint desteklemelidir. Çünkü onlara da farzdır. Ama biz Adil Düzen Çalışanları da bu hak yolunda faaliyet gösterenleri desteklemeliyiz. Kur’an’ın teavenû bi’l-birri vettekva…

Farzı kifayenin ikinci kuralı şudur. Farzı kifayedir diye başlayanlar bırakamazlar. Farzı ayın olur. Çünkü başkaları onlar yapıyor diye yapmayabilirler. Bu sebepledir ki Akevler üzerine “Adil Düzen” üzerinde çalışmalara devam etmek artık farzı ayındır. İzmir Akevler de çalışmalara AK Partililerle devam ediyor. Biz İstanbul’da bu çalışmalara devam ederken, İzmir ve Ankaralıların yüklerini de alıyoruz.  

Yoksa Allah hepimizi mahveder.

Evet, artık “Adil Düzen”i öğrenmek ve uygulamak işi de böyledir. Millî Görüşçüler ve Risaleciler de devam etmek zorundadırlar. Çünkü kendilerinden başka birileri çıkıp bu görevi yüklenmemiştir. Saadet Partisi ve AK Parti anlaşarak “Adil Düzen” örnek uygulamasını yapmalıdırlar. Risaleciler ile tarikatlar anlaşarak örnek “Adil Düzen” uygulamasını yapmalıdırlar.

Benim başka bir önerim daha vardır.

D(Y)P ve ANAP’lılar birleşip liberal bir Adil Düzeni ortaya koymalıdırlar. Onun örneğini de vermelidirler.

Büyük Birlik Partisi ile Milliyetçi Hareket Partililer birleşip Adil Düzen milliyetçisi bir program getirmelidirler.  

CHP’liler ve DTP’liler anlaşıp ortak sosyalist bir Adil Düzen getirmelidirler.

Daha da ileri gidiyorum. Hıristiyanlarla Yahudiler anlaşıp ortak bir Adil Düzeni ortaya koymalıdırlar. Budistler ve Hindular da bunu yapabilirler. Yahudilerle Masonlar da yapabilirler.

İşte, insanlık “Adil Düzen”i ele almalı, uygulamalarla adım adım ona doğru gidilmelidir. ABD krizleri faizleri sıfırlamakla atlattı. Çünkü krizin kaynağı faizdir. 1980’lerde Almanya’da kendileriyle görüştüğümüz Hıristiyan din adamları bize şu haberi verdiler: Biz bugünkü sefaletin sebebinin faiz olduğuna karar verdik. Kilise olarak bununla mücadele edeceğiz. Hattâ karar aldık, biz bu hususta Müslümanlardan yararlanacağız. Bizi bir gün dinlediler. “Adil Düzen” Allah’ın bütün insanlığa ilham ettiği bir düzendir. Bizim sadece katkımız vardır, dua niyetine...

 

Bundan sonra üçüncü “Ellezîne” gelmektedir. Üçüncü grup insanları anlatacaktır. Yalnız bu “Ellezîne” muzari ile değil mazi ile başlıyor. Halbuki bundan önceki “Ellezîne”ler muzari ile başlıyordu.  Dolayısıyla bunlar üçüncü grup değil, ayrı bir gruptur.

Bundan sonra gelecek “Ellezîne” “Men Ya’lamu”ya atıftır. Bilenler ayrı grupta toplanmıştır. Bunlar “Adil Düzen”i ortaya koyanlardır. Allah’la sözleşme yapanlar ve bu sözleşmeye katılanlardır. Başka bir ifade ile “Adil Düzen”i kurmaya çalışanlardır. Onlar iki gruba ayrılırlar. Birileri ilmî çalışma yapar, diğerleri de uygularlar. Ancak bunların hepsi Allah’la sözleşme yapanlardır. İlimleri ile “Adil Düzen”i öğrenenlerdir. Bunlar az kimselerdir. Toplamları yüzde on civarındadır. Ancak bunlar “Adil Düzen”i yalnız kendileri için getirmemektedirler. Bunlar “Adil Düzeni” tüm insanlık için getirmektedirler.

İşte “Adil Düzen”i benimseyen, onu yaşamaya başlayan bir grup insan vardır. Onlar bundan sonra anlatılacaklardır. İki isim cümlesi birbirine bağlanmıştır.

 يَصِلُونَ يَخْشَوْنَ يَخَافُونَ يُوصَلَ        الَّذِينَ مَا   بِهِ  اللَّهُ        خْشَيَ   خَوفُ  رَبَّ   اللَّهُ

 الْحِسَابِ رَبَّهُمْ      سُوءَ     أَمَرَ         وَ     و    َوَ    أَن         حِسَابِ  سُوءَ   وصَلَ  أَمَرَ ْ

Âyette dört muzari vardır; dört de diğer kelimeler vardır. Her biri ayrı ayrı gruptandır. Biri harfi tarifli, biri harfi tarifsiz kelimedir. Bir zamire muzaftır. Bir de fiili mazidir. Bu tasnifle fiili muzarinin dilde önemli yer olduğu anlatılıyor. Muştak olmayan kelimeler de sekizdir, toplam 16 etmektedir. Yarısı isim, yarısı harftir. Kök olarak da ele aldığımızda sekiz kelimedir. Haşyet hesap ile Rab ile karşılaşmaktadır. Havf su’ ile ve Allah ile karşılaşmaktadır. Rab vasletmekte, Allah emretmektedir.

Böylece “Adil Düzen”in düzenlenmesi de âyette yer almaktadır.

Rab ile Allah kelimesi, biri Allah’ın yani topluluğun halifesi olarak düzenin çalışmasını içermektedir. Devlet düzeni kuracak ve güvenliği sağlayacaktır.

Burada korku sözkonusudur. Topluluğun hukukuna riayet etmeyenlere cezalar verilmektedir. Devlet demek, ceza veren bir kuruluş demektir. Ama diğer taraftan devlet kişileri eğitmek ve yetiştirmektir. İşte bunlar dayanışma ortaklıkları içinde yapılmaktadır.

Kişiler baliğ oluncaya kadar eğitilmektedir. Ondan sonra kendi iradeleri ile bırakılıp yargıya karşı sorumlu olmaktadırlar.

Haşyet ile hisab.

İnsanlar yalnız cezadan, maddi çıkardan korkmazlar. İnsanlarda iyi olma arzusu vardır. Topluluk tarafından, Allah tarafından beğenilmelerini, sevilmelerini isterler. Bu haşyettir. Haşyetin gayesi hesaptaki alacak bakiyesini artırmaktır. Yalnız herkes daha fazla iyilik yapmak ister. Bu yalnız karşılığını almak için değil, ne yaptığını bilmek içindir.

İşte bizim genel muhasebemiz insanlara bunu sağlayacaktır. Herkes daha dünyada iken ne yaptığını bilecektir, nerde olduğunu bilecektir.

İşte Kur’an üzerinde böyle durulmalıdır.

Hangi kelimeleri birbirine mukabil kullanmıştır?

Acaba mânâ farkları nedir? Bunlar üzerinde durulmalıdır.

Allah kâinatı ikili yarattığı için sistem hep ikili üzerinde oluşmuştur.

Bütün âyetler böyle ikili kelimelerle oluşturulmuştur.

وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ

E:3 H:3  X:1 P:2  : I:2 Y:4 nY:1    =16

V:4 U:4  B:4 M:3  F:1                    =16

N:4 L:6  R:2 A: 4                       =16

Ü1  S:2   Ş:1 Ö:2                                =  6

Kur’an üzerinde çalışanların ne kadar çok işlerinin olduğu bu tahlilden bir kere daha anlaşılmaktadır.

Boş yere ömür geçirmeyin. Ben hayatımda bir-iki şeyi yapmadığıma pişmanım; o da Kur’an çalışmalarına neden daha önce başlamadım, neden gevşettim?

Sizlere de tavsiye ediyorum: Kur’an çalışmalarına başlayın.

-Tecvit ile Kur’an’ın kıraatini öğrenin.

-Kelime köklerinin mânâlarını ilk konulduğu şekliyle örenin.

-Sarfla köklerden kelimeler üretin.

-Nahiv ile cümle yapısını öğrenin.

-Meani ile Kur’an’ı yorumlamaya başlayın.

-Beyan ile kelimelerin mecazi anlamlarını çözün.

-Bediiyatla yukarıdaki gibi harfleri sayarak icazını bulun.

-Usulü Fıkıhla ilminizi tamamlayın.

Günlük işlerinizden artırdığınız zamanı bu ilimlere harcayın. Düşünün, Allah’ın dilini öğreniyor ve onunla konuşuyorsunuz. Her adımda size yeni şeyler söylüyor. Parmak izini vererek size tanıtıyor.

 

وَالَّذِينَ صَبَرُوا

ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ

أُوْلَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ(22)

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ(23)

سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ(24)

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org (0532) 246 68 92

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2497 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2122 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2537 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3376 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2307 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2729 Okunma
7-RAD 26-30
2030 Okunma
8-RAD 31-34
1995 Okunma
9-RAD 35-40
2007 Okunma
10-RAD 41-43
3045 Okunma

© 2024 - Akevler