RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
Süleyman Karagülle
3380 Okunma
RAD 15-17 AYET

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 7

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ(15) قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ اللَّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلْ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ(16)

 

وَلِلَّهِ (Va LilLAHi)  “Ve Allah’a”

Kur’an’da yorumlama yaparken, atıf harflerinin neler ettiklerini, zamirlerin nerelere raci olduğunu, irabın âmillerinin neler olduğunu, harfi tarifin neyi tarif ettiğini bilme sorularını çözme başta gelir.

Buradaki “Ve” nereye atfediyor?

İsim cümlesi isim cümlesine atfeder. “Ve” harfi nereye atfettiğini gösterir. Bundan önceki âyet “Lehu Da’vetü’l-Hakki” demiştir. Burada da “Ve Lillahi Yescudu” gelmiştir.

“Hakkın daveti O’nadır.”

“Semavat ve arzda olanlar tav’an ve kerhen O’na secde eder.” deniyor.

Burada üzerinde duracağımız husus, önce zamirler getirilmiş, burada ise izhar edilmiştir. Önce isim, sonra zamir getirilmesi gerekirken, önce zamir sonra isim getirilmiştir. Yani kalp edilmiştir. “Onlar Allah hakkında mücadele ediyorlar.” denmiştir. Sonra, arada harfi atıf getirmeden hak davetin O’na ait olduğunu söylemektedir.

Allah’ın bir hâli olarak cümle alınabilir. Burada da cümle O’na atfedildiğine göre bu cümlenin de hâl olması gerekir. Ama hâlin cümlede geçmesi caiz midir? Şöyle bir cümle beliğ midir? “Ahmet sevinçli iken Ahmet bize geldi.” Ahmet sevinçli iken bize geldi denir.

Demek ki bu âyet “Hak dâvet O’nadır” cümlesine atfedilirse fasih olmaz. Bunu hâl cümlesi olarak almamalıyız. “Ahmet bize geldi. Çok sevinçli idi.” dersek, ikinci cümle hâl değil, beyan cümlesi olur. Yani bedel cümle olur.

Şöyle cümle de beliğdir. “Ahmet’in burada işi varmış. Dün bize geldi. Ahmet çok sevinçli idi.” Burada izhar beliğdir. Zamirden sonra izhar onun özel bir durumunu gösterir. İzmardan daha başka manayı içerir.

Kendisi hakkında mücadele edilen Allah ile her şeyin tav’an ve kerhen O’na secde edilen Allah aynı Allah’tır ama bize görünmesi farklıdır. Biri bizim davranışlarımızda bizi serbest bırakan, bizimle beraber adeta bizim gibi olan Allah, gücünü kullanmayan Allah; diğeri de kâinatın mutlak hakimi, her dilediğini eksiksiz yerine getiren Allah.

İşte bu sebepledir ki zamirden sonra izhar edilmiştir. Allah’ın bizi isyanda serbest bırakması, O’nunla mücadele etmemize imkan vermesi, O’nun acziyetinden değil, ilâhlığından, halikiyetinden gelen sıfatıdır. Getirdiği zaman da “ol” der ve de olur.

Burada görülüyor ki, bir “Ve” harfi nice mânâları taşımakta, görünen çelişkileri gidermektedir.

يَسْجُدُ (YaSCuDu)  “Secde eder.”

Secde” meyve ağaç dallarının meyvenin ağırlığı ile eğilmeleri durumunda söylenir. İnsanın alnını yere koyması secdedir. Birini selamladığınız zaman elinizi kaldırırsınız, ayrılırken elinizi sallarsınız. Bunlar bedenle konuşmadır. Yani lafzî vaz’ yerine fiilî vaz’ vardır. Birisi geldiği zaman ayağa kalkarsınız, ona ‘hoş gediniz’ demiş olursunuz. Giden kimseyi kapıya kadar uğurlarsınız. Demek ki davranışlar dil gibi ifade araçlarıdır. Bir kimse konuşurken arkayı çevirmek onu dinlemek demektir. Yüzünü ona çevirip dinleme onu muhatap almak demektir. İşte bunlara hareketlerin vaz’î mânâsı diyebiliriz.

Topluluğun kişiye kıyamı İslâmiyet’te hoş karşılanmamıştır. Bir kimse geldiği zaman onu ayağa kalkıp karşılamak meşru, hattâ sevap sayılır. O insanı kendine eşit yapıp senin mekânında ona yer verdin anlamındadır. Ama bir cemaatin toplu olarak ayağa kalkması kerih görülmüştür. Başkan da olsa, topluluk kişiden daima üstündür. Kişinin elini öpmek de bunun için mekruh sayılmıştır. Mezarların ondan medet olarak ziyaret edilmesini Hazreti Peygamber yasaklamıştır. Mü’minler artık tek Tanrı’ya inanmayı öğrenince mezarların ziyareti serbest bırakılmıştır. Mezardakilerden yardım alınmaz, mezardakilere yardım edilir, dua edilir. Kur’an Hazreti Muhammed’den yardım alınmayı değil, ona yardım edilmesini emretmektedir. Salât edilmesini emretmekle ona ibadet edilmesini yasaklamış oluyor. Hazreti Muhammed’den istimdat ile Mustafa Kemal’e saygı duruşu yapma arasında fark yoktur.

Bunlar şeriatın hükümleridir. Ehli tarik kardeşlerime bir şey demiyorum. Niçin demiyorum? Çünkü onlar kendi metotları ile ahlâklı insanları yetiştiriyorlar. Dolayısıyla onların faaliyetlerini sonuna kadar destekliyorum. Tarikatların yasaklanmasını zulüm sayıyorum. Ama Kur’an’a göre bunların hükümleri böyledir. Sevapları elbette hatalarını giderecektir. Cennette bizden daha yüksek derecelerde olacaklardır. Ama yaptıkları seyyiedir. El öpmek, topluca ayağa kalkmak, mezarları ziyaret edip onlardan istimdat etmek seyyiedir. Ama bunlarla iyi sonuçlar alıyorlarsa, Allah gafur ve rahimdir.

Topluca bir şahıs için kıyam etmek mekruhtur.

Bir kişinin huzurunda eğilmek haramdır.

Bir kişiye secde etmek ise küfürdür.

Burada secde fiilden önce getirilmiştir. Tahsis içindir. Yani O’ndan başkasına secde etmezler denmiş olur. Bununla beraber Kur’an’da meleklere Hazreti Adem’e secde edilmesini emretti. Diğer taraftan Hazreti Yusuf’un kardeşleri Hazreti Yusuf’a secde ettiler.

Demek ki insana da secde edilebilmektedir. Bunu şu şekilde tevil edebiliriz. Allah’a ona taraf dönerek secde ediniz diyebiliriz.  

مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

(MaN FIy elSaMAvVAvTı Va eL ERWı)  

“Semavat ve arzda olan.”

Atıflarda değerli olanlar sona alınır. Nâsın Rabb’ine, nâsın Melik’ine ve nâsın İlâh’ına böyle sıralanmıştır. Burada ise önce semavat, sonra arz söylenmiştir.

Bunu iki şekilde izah edebiliriz. Biri, insanlar için arz semavattan daha önemlidir. O sebeple “semavat ve arzda olan” denmiştir. Diğer bir izah ise, burada semavat ve arz üç boyutlu uzayımızın adıdır. Önce daha etkin olarak söylenerek adlandırılmıştır. Çünkü bunlar adlandırılırken sıralamanın önemine göre değil, sadece beraber olma şeklinde sıralanmıştır. Eğer sırlamanın bir illeti yoksa, o zaman sıralamayı büyüklüğe göre yaparız ki burada öyledir.

Toplantıya katılıp şeref verdiğini anlatıyorsak, kendi şereflerine göre sıralar, önce küçük kardeşten başlarız. Ama eğer babanın kaç çocuğu olduğunu anlatıyorsak, o zaman büyükten başlarız.

Semavat ve arzda olanlar kimlerdir?

Sema ile arz dediğimiz zaman, gezegenler arz içinde zikredilir. Kâinat sıcak ve soğuk cisimlerden oluşmuştur. Sıcak cisimler yıldızlardır. Işık yayınlarlar. Daha çok hidrojenden oluşmuştur: Belli şartlarda helyuma dönüşür ve ışık yayar. Bunların çevrelerinde gezegenler dolaşır. Bunlar soğuk cisimlerdir. Buralarda bizim benzerimiz canlılar yaşar, buna “arz” denir.

Semavat ve arz” dendiği zaman, o zaman gezegenler de semada olur. Bize göre semalardan bahsedilmiş olur. “Semavat ve arzda olan” dendiği zaman, semadaki insanlardan bahsedilmektedir. Yıldızların çevresinde gezegenler vardır ve o gezegenlerde de bizim gibi hayat mevcuttur. Henüz göklerle herhangi bir iletişim kurmuş değiliz. En yakın yıldıza 120 yılda ulaşılabilir. Orada yaşayan canlıların ispatı nedir?

Yeryüzü ve diğer gezegenler gelişigüzel yaratılmış ve sıralanmış değildir.

Bod tarafından bulunan dizi 4, 7, 10, 16, 28, 52, 100, 196, 300, 388

Demek ki gezegenler belli sistem içinde dizilmiştir. 3 taban üzerinde oturtulmuş ikili sistem. Yer üçüncüdür. Onda üçün özel değeri vardır. Cem’i kıllete tekabül eder. Kendisinden önce aritmetik dizi, kendisinden sonra geometrik dizi vardır. 3*100 de dizide yer alır.

Demek ki gezegenler yer için konmuştur.

Kıyas yoluyla oralarda da hayat olacağını tesbit ederiz. Göklerin emaneti de insana yüklenmiştir. Demek ki orada insan vardır. Onlar Adem oğlu değildir. Burada da onlardan bahsetmektedir. Cinlerden de bahsedilmiş olabilir. Melek ve ruhlar da dahil olabilir.

طَوْعًا وَكَرْهًا (OavGan Va KaRHan)  “Tav’an ve kerhen.”

Tav’” olgunlaşmış meyvelerin kolayca kopmaları sebebiyle oluşmuş bir masdardır. Yahut sıfattır. “Kerh” ise “karh”a akrabadır. Karh, kokuşmuş yaradır. Kerih görmek demek, başkasının yarasından çıkan irin gibi çirkin görmek demektir. Diğer taraftan sende açılan yara seni acıtır, zorlar. Bu da if’al bâbında yaralamak anlamında olan ikrah karşılığıdır. Zorlama demektir.

Bütün insanlar, cinler , melekler ve ruhlar ancak Allah’ın istediğini yaparlar. Onlar sadece niyetlerine göre mükâfat ve mücazat görürler.

Burada çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: Biz istesek de istemesek de O’nun dediğini yapıyorsak, bizim günahımız nedir? Neden cehennemde olacağız?

Şunlar birer gerçektir.

Yeryüzünde iyiler ve kötüler vardır. Kötüler yıkıcı, iyiler yapıcıdır. İyiler canlıyı oluştururlar ve canlı yaşadıkça yaşayanlar da yaşarlar. Yani hücrelerle canlı arasında çıkar paralelliği vardır. Oysa mikroplar canlıyı öldürürler, sonra kendileri de aç kalarak ölürler.

İnsanlar da kendi istemeleri ile iyi olmayı ve kötü olmayı kabul etmişledir. Herkes iyiyi kabul etse kötülük olmazdı, Allah kötülüğü kabul edene kadar yaratmaya devam ederdi. Adem kıssasındaki şeytanın durumu budur. Nasıl mikropsuz ve virüssüz hayat olmazsa, yaşlanan, sakatlanan ve ölen varlıkların ortadan kaldırılması gerekiyorsa, aynı şekilde yaşlanan ve bozulan toplulukların da ortadan kaldırılması gerekmektedir.

İşte bunu yapanlar şeytanın hizbidir. Bununla görevlidir.

a)      Allah bu görevi isteyenlere vermiştir. Dolayısıyla cezalanmaları doğaldır. Nitekim mikroplar hastayı öldürürler ama kendileri de ölüp giderler. Onlar bu görevi yüklenmeseydi, sonunda Allah yüklenen talip oluncaya kadar yenilerini yaratırdı.

b)     İkinci oluş ise kötülük yapanlar iyi niyetle yapmışlarsa sorumlu olmayacaklardır. Hattâ niyetlerinden dolayı mükâfatlanacaklardır.

c)      Üçüncü olarak, Allah bize bu takımda oynamamızı emretti. Öyle takdir etti. Bu takımda iyi oynarsak mükâfatımız büyük olur. Onları da karşı takıma yerleştirdi. Onlar da o takımda iyi oynarlarsa mükâfatlarını alırlar. Savaşan iki taraf da cennete gider.

d)     Dördüncü olarak, onlar için o geçici görevdir. Sonra tevbe edecekler ve daha yüksek mertebeye ulaşacaklardır. Sigara içmeyenin günahı olmaz ama sigara içip bırakanın sevabı olur. O halde sigara içmek derece almak için bir araç olur.

وَظِلَالُهُمْ (Va JıLAvLuHuM)  “Ve gölgeleri de secde eder.”

Zılal” gölge olarak mânâlandırılıyor. Güneşli bir durumda, güneşin yer üzerindeki güneşsiz yerine gölge denir. Arapçada ise gölge, insanla veya ağaçla yer arasında kalan kısımdır. Türkçede de böyledir. Biz gölgeye geçtiğimizde oradaki mekanı kastederiz.

Gölge olan yer boşluk değil bir tür seradır. Dolayısıyla gölge yokluk değil, varlıktır.

Bu yerlerin de Allah’a secde ettiklerini görürsün denmektedir. Yani bunlar da kendilerine verilen görevleri yerine getirirler. Gölgeler de yüklendikleri işleri yaparlar.

Hayatın akışı vardır. Bir üretim zamanı vardır. Bu üretim zamanı güneşten veya besinlerden alınan maddeleri vücuda yararlı hâle getirmektir, vücuda yararlı şekle sokmaktır. Ondan sonra ikinci görev ise artık dışarı ile ilgiyi kesip onları gerekli yerlerde kullanmaya hazırlanmaktır. Gece ve gölge işte böyle dinlenme yeridir. Güneş ışığının olmadığı zamanlarda yapraklar başka işler yapmaktadırlar.

İnsanlar nasıl görevli iseler, tüm canlılar da görevlidirler. Cansızlar da görevlidirler.

En zayıf ve en hayali varlık gölgedir. Onun için gölgeden bahsetmektedir. En güçlü ve en ileri varlık ise şuurlu varlıklardır; insandır, melektir, cindir ve ruhtur. Bedenimiz vardır ve varlıktır. En hayali varlıklar ise gölgelerimizdir ama onlar da varlıktır. O sebepledir ki “onların zılâli” denmektedir.

Tuğlalar ve kapı varlıktır. Bunların özel olarak monte edilmesinden sonra meydana gelen oda da varlıktır. Odanın başka bir varlığı yoktur ama onlardan ayrı bir varlıktır. O halde gölge de bir varlıktır. En az gerçekliği olan varlıktır. Her şey demek olur. “Hum” zamiri “Men”e racidir. “Men” hem müzekker hem müennestir, hem cem hem müfreddir.

بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ(15) (Bi eLĞuDuvVı Va eLEAvÖALı)  

“Guduv ve asalda.”

Buradaki “Bi” “Fî” mânâsındadır. Zamanın belli yerlerinde secde ederler deniyor.

Varlıkların görevleri vardır. Ama bu görevler zaman içinde bölüştürülmüştür. Şu zamanda şunu yap denmiş olur. Görevlerin zaman içinde bölüştürülmesi, değişik zamanlarda değişik görevler yüklenmiş olması “Bi” harfi ile ifade edilmiş olmaktadır. O halde varlık anlayışı burada tarif ediliyor.

Değişik şekilde yer alma değişik varlıkları oluşturur. Nitekim DNA’larda nükleik asitler ve çekirdek asitler farklı dizilerle yer alarak bu âlem oluşmuştur. Bu mekân içinde farklı dizilişin yanında, zaman içinde de farklı konular oluşları oluşturur. Yani bir tesisleri kuran vardır, bir de tesisleri işleten vardır. Farklı maddeler farklı zamanlarda yaklaşırlar ve uzaklaşırlar, hayatı ve oluşu oluştururlar.

Demek Allah bir kâinatı var etti. Onun artmaz-eksilmez maddesi ve enerjisi vardır. O parçacıkların tâbi olduğu değişmez kanunları vardır. Bunları yaratırken başka hiçbir varlığı haberdar etmedi. Çünkü onlar o zaman yoktu. Sonra insan, melek, cin ve ruha bunları kullanma yeteneğini vermiştir. Onlardan bilgi alırlar ve sonra da onlara yaptırırlar. Bu yapma işi mekânda oluşan değişiklikle olur.

Guduvv” öğleden önceki zamandır, beslenme zamanıdır.

Âsâl” öğleden sonraki zamandır. Besinleri sindirme ve yerleştirme zamandır.

Sabahları üzüm toplanır, ikindide de sıkılarak şıra hâline getirilir.

Böylece bu âyet hem varlıkları, hem oluşları, hem de zaman içinde düzenlenmelerini ifade etmiş olmaktadır.

***

قُلْ (QuL)  “Söyle.”

Kur’an, “KuL/söyle” diyor. Burada muhatap olan kimdir? Kim söyleyecek?

Kur’an’a inanıp onu okuyan herkes buna memurdur. Kime söyleneceği hazfedilmiştir.

Kendine söyle, eğer şüphen varsa kendine sor. Böylece yakinin gelsin, inancın gelsin, kanaatin gelsin. Diğer mü’minlere söyle. Bilmeyenlere söyle. Kâfirlere söyle. Ama söyle...

İşte bununla biz, yani Kur’an’ı ve bu notları okuyan bizler görevli oluyoruz.

Kur’an’a inanan kimselere Allah görev veriyor.

Tüm insanlığa söylemek zorundayız.

Nerde ve nasıl söyleyeceğiz?

Bir “Dil İlim ve İş İlçesi”ni kurmalıyız. Burada yüzer dairelik yüz apartman olacaktır. Her katta bir dil konuşulacak. Bunlara aynı zamanda iş verilecek, çalışacaklar. Herkes kendi dillerinden Arapçaya, Arapçadan da kendi dillerine tercümeler yapacaktır. Dolayısıyla Kur’an’ın bu âyeti ve diğer bütün âyetleri dünyanın bütün dillerine çevrilecektir.

Yeryüzünde bin bölge vardır. Her bölgeden birer aşiret burada olacaktır. Buraya karı-koca ailece gelecekler, on sene kalacaklar ve burada Arapça öğreneceklerdir. Ayrıca burada meslek eğitimini de alacaklar, çalışacaklar, üretim yapacaklar ve on sene sonra memleketlerine gidip bizim temsilcimiz olacaklar. Onlar oranın mallarını gönderecekler, biz burada satacağız. Biz de bizim mallarımızı onlara göndereceğiz...

Görüyor muzusunuz. Buradaki “Kul/söyle” emri bize ne işler açıyor?

Kur’an’ı böyle okuyacaksınız...

Kur’an’ı uygulamak için okuyacaksınız...

Kur’an’ı, üçüncü bin yıl uygarlığını kurmak için okuyacaksınız...

Kur’an’ı sadece kendi başınıza değil, birlikte, bir araya gelerek okuyacaksınız...

مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

(MaN RabBu elSaMAvVAvTı va eLEarWı)

“Semavat ve arzın Rabbi kimdir?”

Bu sûre semanın direksiz ref edildiği âyeti ile başlamıştır.

Burada da “semavat ve arz” olarak geçmektedir.

Bu bizim kâinatımızı ifade eder. Arş, beş boyutlu uzaydır. Kürsi, dört boyutlu uzaydır. Yaşadığımız kâinat ise üç boyutlu uzaydır. Bu üç boyutlu uzayımızın adı semavat ve arzdır.

Arapçada birleşik kelimeler yoktur. Ama atıfla iki kelimelik deyimler vardır. “Allah ve resulü” böyle bir deyimdir, yargı demektir.

Burada “Rab” kelimesini kullanmıştır. Rab; terbiye, eğitim kökü buradan gelir. Bir şeyi tedrici şekilde olgunlaştırma demektir. Kâinat birden bugünkü halde yaratılmamıştır. Nasıl çocuk anne karnında büyütülür, sonra da zamanla olgunluk çağına gelirse, kâinat da böyledir. Eğitim yapılarak zamanla bugünkü hâle gelmiştir.

a)      I. Zaman: Milattan önce 600 milyon yıl önce başlamıştır. Yer kabuğu kıvrılarak karalar ve denizler oluşmuş, kara hareketleri ile bugünkü kıtaların meydana gelmesi sağlanmıştır. 375 milyon yıl sürmüştür. Hayat denizde gelişmiştir. Karada hayatın başlaması ile bu dönem sona erer.

b)     II. Zaman: 225 milyon yıl önce başlayan bu devir sakin geçen devirdir. Tortuların oluştuğu devirdir. 160 milyon yıl sürmüştür. Hayat karaya çıkmıştır. Sürüngenler devri başlamıştır. Açık tohumluların ormanları oluşmuştur.

c)      III. Zaman: 65 milyon yıl önce başlayan bu devre tortuların baskısı ile yeni patlamalara sebep olmuş ve Himalaya silsilesi ile And dağları oluşmuştur. Aile hayatı yaşayan kuşlar ve memeliler bu dönmede ortaya çıkmıştır.

d)     IV. Zaman: 60 bin yıl önce yaratılan insan ile yeni dönem başlıyor. Bu dönem buzlar dönemidir. Soğuma ve ısınma şeklinde ortaya çıkmış ve insanlar toplayıcılıktan avcılık, avcılıktan çobanlık dönemine, oradan da tarımcılık dönemine geçmiştir.

Evrim durmamış, ondan sonra insanlarda evrim olmuştur.

قُلْ اللَّهُ (QuL ilLAHu)  “Allah de.”

Burada “Kul/söyle” ikinci olarak emirdir. “Va Kul” denmemiştir, “Fa Kul” denmemiştir, “Sümme Kul” denmemiştir. Fasl edilmiştir. Arapçada karşılıklı konuşma nakledilirken “kale kale” denir, mütekellimin değiştiği anlaşılır. Çünkü kemali inkıta vardır. Eğer söyleyen aynı kimse ise ve cevap almadan söylüyorsa, “ve kâle” dersin. Başka zamanda söyledi veya başkasına söyledi anlaşılır. Arada “ve” gelmeden “kâle” denmişse, cevap alınmamış, tekrar söylenmiş anlamı çıkar. Yani burada cevapları mahsuptur. Karşı taraf ne derse desin, sen böyle de demek olur.

Yani kim bunları yapıyorsa işte O’nun adı Allah’tır de.

Evrimciler, evrimleri ispat ettikten sonra, evrimin yaradılış değil de evrim olduğunu ispat etsinler. Hiçbir şey ispat etmemiş olurlar. Peki, evrimi kim yaptırıyor sorusuna ne diyecekler? Kendiliğinden oluyor deseler, işte kendiliğinden olabilen Allah’tır. Sorun Allah’ın varlığı-yokluğu sorunu değil, tek Tanrı sorunudur. Çok tanrı veya tek Tanrı sorunu tartışılabilir. Ama Tanrı’nın varlığı tartışılamaz. Çünkü oluş vardır.

Burada Allah’ın zatının adını zikrediyor.

Arz ve semavatın Rabbi olanın adı “Allah”tır.

Eskiden evrimin olmadığı iddia ediliyordu. Yalnız yaradılış değil, evrim de kabul olunmuyordu. Bununla beraber Yunan filozofları Tanrı’yı inkâr etmedikleri gibi tek tanrıcılığı da reddetmiyorlardı. Oysa Darwin’den sonra evrim tamamen kesinleşti. Artık Tanrı’yı inkâr imkânsız hâle geldi. Kâinattaki düzenden dolayı çok tanrıcılık da elendi. Tartışılacak şey, o tek varlığın özellikleri üzerindeki tartışmadır. Şimdi burada doldurulacak şey onların çeşitli cevaplarıdır. Yani biz onlara ‘semavat ve arzın evrimcisi kimdir?’ dediğimizde, onlar ne diyeceklerdir? ‘Rab yoktur, kendi kendine evrimleşmiştir!’ derlerse; işte kendi kendine evrimleşenin adı “Allah”tır diyeceğiz. Başka bir şey derlerse, mesela “inek”tir derlerse, işte O da “Allah”tır diyeceğiz. Yok “güneş”tir diyecek olurlarsa, işte O’nun adı “Allah”tır diyeceğiz.

Mustafa Kemal’dir derlerse, işte O “Allah”tır diyeceğiz. Bugün artık hiçbir hasta olmayan kimse, Anadolu’yu Mustafa Kemal yarattı demeyecektir. O zaman sorun Mustafa Kemal’i ikinci tanrı olarak görüp görmeme şekline dönüşür.

Sinsi tekel sömürü sermayesi ne yapıyor? Ona taptırmak ve Tanrı’ya şirk koşturmak için kanun çıkartıyor. Atatürk’e hakareti suç sayıyor. Müslümanlar putlara bile hakaret etmezler, nasıl olur da Mustafa Kemal’e hakaret etsinler. O zaman mollaları kışkırtır, o deccaldır dedirtirler ve böylece Türk devleti ile, Türk ordusu ile Türk halkının arasını açarlar.

Oysa Mustafa Kemal ne tanrıdır, ne de deccaldır. Mustafa Keman hepimiz gibi bir insandır. İstiklâl Savaşımızın başkomutanıdır. Kurucu devlet başkanımızdır.

Herkesin günahları ve sevapları vardır. Biz ona değil, başkomutanımıza ve başkanımıza saygılıyız. Biz imama uyarız. İmam demek, cennete gider demek değildir. Orası bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren onun yaptıklarıdır. İnkılâplar yapılmıştır. Allah izin vermiştir. Onu geri çeviremeyiz. Onun iyi taraflarından yararlanacağız, onun eksik taraflarını tamamlayacağız ve bugün artık uygulanmaz olanı veya baştan hatalı olanı düzelteceğiz. Nitekim birçok ilkeler ayaklar altına alınmıştır. Biz ‘yerli malı kullanmalı’ diye türküler söylerken, şimdilerde faizle IMF’den borç almanın peşinde koşuluyor...

قُلْ (QuL)  “Söyle”

Yine onların cevabı hazfediliyor. “Söyle” deniyor. Onlara ne derlerse desinler, “söyle” diyor. Yani ineği mi tanrı yapıyorlar, heykeli mi tanrı yapıyorlar, mezarı mı tanrı yapıyorlar, zinayı mı kutsallaştırıyorlar, içkiyi mi kutsallaştırıyorlar? Davetlerde rakıları alıp ağızlarına tıkıyorlar. Ne diyorlarsa desinler, sen yine onlara aynı cevabı ver, onlara şunu söyle:  

أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ

(Ea Fa itTaPaÜTuM MiN DUvNiHIy EavLIYAEa)  

“O’nun dışında veliler mi ittihaz ettiniz?”

Yani, sonunda onlar cevaplarında, Allah’ı inkâr etmelerinde varacakları yer şirktir. ‘Kâinat kendi kendine var olmuş ve kendi kendine evrimleşmektedir’ diyecekler; ama bunu niçin diyecekler? Kendi putlarına taptırsınlar diye bunları yapacaklar. Sömürmek için, kendilerine taptırmak için bunları yapacaklardır.

Kimler bugün evliya ittihaz edilmektedir?

a)      Ölmüş, hâlen yaşamayan diktatörler, tanrı ittihaz edilmek istenmektedir. Onların resimlerine, onların heykellerine taptırılmaktadır. Mustafa Kemal’in ilkeleri vardır. O ilkeler millî ilkelerdir. Hakimiyeti Milliye, Kuvvayı Milliye, Vahdeti Kuvva ve Müsbet İlim. Bu ilkelerle Türk milleti İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Sonra milliyetçilik inkılâpçılıkla, cumhuriyetçilik lâiklikle, devletçilik halkçılıkla dengelendi. İşte “Kemalizm” budur. Mustafa Kemal Türk milletine ve Türk ordusuna iki şeyi emanet etti; Türkiye Cumhuriyetini ve İstiklâlini emanet etti. Başka hiçbir şeyi değişmez yapmadı. Putperest demokratlar (bazı DP’liler) bu inkılâpları çiğnediler ve Türk halkını kendisine taptırmaya başladılar. Ondan sonra gelen askerler iyi niyetle de olsa Anayasanın değişmez maddelerini icat ettiler. Oysa hiç kimse bir milletin iradesine zincir vuramaz. Gelecekte ne olacağına gelecektekiler karar verir. Biz başkalarının esiri olmadık ki saltanatı kaldırdık. Onlar da elbette bizim esirimiz olmayacaklardır. Temenni mahiyetinde böyle maddeler koyabilirsin. Ama bunun için kendi yorumuna uymuyor diye milletin silahını millete çeviremezsin. Eğer Mustafa Kemal iyi bir şey yapmışsa, Allah’ın emri öyledir de iyi olmuştur. Eğer Mustafa Kemal Allah’ın emirlerine uymaz bir iş yapmışsa o nasıl iyi olacaktır?

b)     İkinci şirk Batıcılıktır. ABD veya AB bir şey istiyor diye, o kötü de olsa kabul ederseniz, işte bu da bir şirktir. Faiz kötü ise kimse onu iyi yapamaz. Onlar sonunda faizleri sıfırladılar; biz ise hâlâ faizlerin ve faizcilerin peşinde koşuyoruz! Eğer zina kötü ise kimse onu iyi yapamaz. AB’ye gireceğiz diye zinayı kimse kutsal yapamaz. Yapanlar tevbe etmezlerse; cezasız kalacaklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Biz ABD’nin de, AB’nin de, Rusya’nın da, Çin’in de, Hindistan’ın da dostu olalım; Allah’ın verdiği emri unutmadan dost olalım: İyilikte ve takvada yardımlaşın, kötülükte ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. İşte, eğer siz ABD istiyor diye, AB istiyor diye kötülükleri yaparsanız, Allah’ın dışında veliler ittihaz emiş olursunuz. Erdoğan dahil, biliyorum, bütün AK Partililer Allah’a inanıyorlar. Ama işte bu şirk batağı içinde yüzüyorlar. Erdoğan diyor ki; ‘Baykal, yahut Bahçeli çözüm getirsinler, uygulamazsam siyaseti bırakır giderim!’ Onlar çözüm getiremezler. Çözümü yalnız Allah getirir. Semavat ve arzın Rabbi getirir. O çözüm de Kur’an’da yazılıdır. Ve o çözüm de “Adil Ekonomik Düzen”de tercüme edilmiştir. İşte senin Kur’an veya müsbet ilim (nakil veya akıl) demeyip de, Bahçeli’ye yahut Baykal’a meydan okuman, onları tanrı kabul etmedir. O kadar da yetmez, kedini de tanrı kabul etmedir. Yahut Tanrı’yı -haşa- senin gibi aciz kabul etmendir. Akevler Adil Düzen Ekibi’ne yetki ver, onlar Allah’ın yani müsbet ilimlerin bildirdiklerini uygulasınlar; üç, en geç altı ayda işsizlik kalkmazsa, Allah’ı değil bizi suçla ve o zaman da bizim dışımızda başka tercümanlar ara; ama mutlaka ara. Oysa bugün bu konuları tercüme edecek yalnız ve yalnız Akevler vardır.

c)      Allah kâinatı yarattı ve bizim emrimize verdi. Eşyayı taşıyamadığımız için onun yerine senedi icat ettirdi ve biz mal yerine senetleri taşırız. Mal karşılığı olan para, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nimetlerinin belgesidir. Gerçek Tanrı’nın insanlara lütfüdür. Ama karşılıksız para sahtekârlıktır, yalancılıktır, şirktir. İşte bu da Allah’ın dışında veliler ittihaz etmedir. Karşılıksız paranın peşinde koşanlar Allah’tan başkasına tapıyorlar. Bu durumda ne yapacağız? Ödemeler TL ile yapılacak. Çünkü o gün değeri bellidir. Karşılığı bilinmektedir. Borçlanmaları ise altın veya diğer bir reel mal üzerinden yapacaklar. İşte biz böyle yaparsak şirkten kurtuluruz. İzmir’deki Akevler Kooperatifimiz 1970’lerden beri demir-çimento üzerinden borçlanmakta, bu sayede kendisini şirkten korumaktadır.

d)     İnsanları sınıflara ayırıp bir kısmına imtiyaz tanımak şirktir. Atanmış hakimlerin davalara bakması şirktir. Dokunulmazlıklar şirktir. Bu konuda fazla bir şey söylemeyeceğim. Mahkemeler hakemler sistemine dönüştürülüp bağımsız, yansız, etkin ve saygın hâle getirilmeli, ondan sonra da tüm dokunulmazlıklar kaldırılmalıdır. Yoksa Allah’tan başkaları evliya ittihaz edilmiş olacaktır. Hakimler ne soruşturma yapacaklar, ne de karar verecekler. Soruşturmayı polisler yapacak, kararları hakemler verecektir. Hakim yalnız muhakemeyi, yani yargılamayı yönetecek. Bu sistem getirilmedikçe şirkten kurtulamayız. Hakim olan suç işlemez, hata yapmaz varsayımı bir yutturmacadır. Sömürü sermayesinin icadıdır. Kadılık Kur’an’da yoktur.

لَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا

(LAv YaMLiKUvNa Li EanFuSiHiM NaFGan Va Lav WarRan)  

“Onlar kendi nesillerine nef’ ve zarar vermez durumda iken.”

Allah’ın dûnunda taptıkları evliyanın hâlidir. Onlar kendi nefislerine bir yarar ve zarar sağlamazken, nasıl oluyor da size yarar sağlayacaklar? Mustafa Kemal tanrı olsaydı ölmezdi. Şimdi resimlerine, heykellerine, mezarlarına tapıyorsunuz. Onların kendilerine yararları var mı ki size yararları olsun. Akılsızlar!..

Aynı şekilde, işte Sovyetlerin yerinde yeller esiyor. İşte ABD krizi, işte kapitalizmin krizleri! İşte euronun zavallılığı; Amerika Merkez Bankası (FED) öksürünce Avrupa allak bullak oluyor. Dolar değerini korur. Karşılıksız para hırsızlıktan başka bir şey değildir. O hırsızlık ürünü sahte para sizin ne işinize yarayacaktır? Yirmi yıl süren ve sonunda esastan da değil, usulden hükme bağlanan davalar (mahkemeler) ne işinize yarayacaktır? Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı size himmet ede...

‘Söz uzar, geri kalanı nedir?’ dersem/derseniz:

Sizin bu putperestliğinize Allah izin veriyorsa, biliniz ki sizin azabınızı artırmak için izin veriyor. Türkiye bu gidişata “Dur!” diye bağıracak bir Ömer’in sesini bekliyor. Ben de Allah’a inandım, bu putlardan uzaklaştım diyecek güçlü bir ses bekliyor. Bu ses yalnız Türkiye’nin semalarında çınlamayacak, tüm yeryüzüne dağılacak, denizlerin diplerine inecek, hattâ göklere açılacak ve aya kadar ulaşacak...

Evet, semavat ve arzın Rabbinin sesini tüm insanlığa duyuracaktır.

Papa cami ziyaretinde ne dedi?

Ben Müslümanların Kâbe’sine değil, semavat ve arzın Rabbine dua ettim dedi.

İşte o sesi duyuracak bir kahramanı bekliyor insanlık. İyi biliniz ki, bu sese kulak verecek Türk halkını bekliyor insanlık. Bu sesin çıkmasına az bir zaman kalmıştır. O ses duyulduğu zaman, “Adil Düzen”e saldıranlar saklanacak delik arayacaklardır.

قُلْ (QuL)  “Söyle”

Onlar ne derlerse desinler. İsterlerse sussunlar, hiç cevap vermesinler, sen onlara yine söyleyeceksin. O Allah’tan başka onları dost edinenlere söyleyeceksin. ‘Semavat ve arzın evrimini gerçekleştiren kimdir?’ sorusuna, kendilerinin de inanmadıkları cevapları vererek kör kör dolaşanlara soracaksın. Gözleri olsa bile, karanlıklar içinde olanlara soracaksın. Ölülere tapanlara, güce tapanlara, paraya tapanlara, insanlara tapanlara soracaksın. Yahut onlarla karşılıklı konuşacaksın. Onlar cevap verecekler, sen de cevaplayacaksın. Fikir yanlış da olsa saygı duyacak ve onları muhatap alacaksın.

هَلْ يَسْتَوِي (HaL YaSTaVIy)  “İstiva eder mi?”

Seviye” aynı hizada olmak demek, derecelenmede eşit olmak demektir.

İstiva etmek” demek, onunla boy ölçüşmek, onun seviyesine gelmek demektir.

Kur’an’da, “Allah arşa istiva etti” denmektedir. Biz buna hep yukarı çıktı anlamını veriyoruz. Oysa istiva etmek aşağı inerek de olabilir. Allah var ettiği kâinat seviyesine indi demektir. Çünkü orada bir yaratıcı olarak değil de, bir işletmeci olarak tezahür etmektedir.

Burada ise istiva etmek demek, onun seviyesine yükselmek demektir. Buradaki soru “E” mânâsına gelmiştir. Yani istiva etmez. Bu menfi mânâsı bundan sonra gelen “Em”ler tarafından verilmektedir. “Em” zaten menfi mânâda olduğu için bir daha “Em” gelse müsbet mânâda olur. Burada sınıflama yapılmaktadır. Önce iki eşit karşılaştırılmakta, sonra şirk koşanlar zikredilmektedir. İlk iki “Em”in bir grup olduğunu ve üçüncü “Em”in ayrı grup olduğunu belirlemek için “Em”li cümleler “HeL” ile teyit edilmektedir. Başta gelse mânâsı ikisinden birisinin tayini için olmuş olur. Oysa ikisinin de olmadığını belirtmek içindir.

HeL” ile ikisinin bir olduğu yani cümlelerin sıfır veya bir olduğu “HeL”in tekrarı ile anlaşılmaktadır. “MeN” olduğunda araya “E” getirilerek ifade edilmektedir.

‘İflas ettiğimde sen mi bana yardım eli uzattın, yoksa diğer kardeşim mi beni hatırladı?’ cümlesinde, hiç birinin olmadığını söylemiş oluyoruz. İbranicede “Hel” “el” mânâsınadır, yani harfi tariftir. Fiilin başına geldiği zaman bir harfi tarif olarak görülebilir. İstiva nekre olmaktan çıkmış olabilir.  

الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ (EaLEaGMAv Va eLBaWIyRu)  

“Âmâ ile basir bir midir?”

Görme olayı nedir?

Mumdan veya güneşten çıkan ışık çevreye yayılır, eşyalara çarpar. Değişerek veya değişmeden yansır. Gözümüze gelir. Gözümüz onu elektrik dalgaları olarak gönderir ve beynimiz vasıtasıyla ruhumuz onu idrak eder. Gözün özelliği aydınlanmış alanı tamamıyla görmektir. Gözler veya baş çevrilerek her taraf görülebilir. Beynimiz çevreyi şekilleri ve renkleri ile görür. Gözün bu görme kabiliyetine “basar” denir.

Basîr” gören demektir. Eğer gözün girişinde perde varsa “katarakt” diyoruz, görmeyiz. Göz  merkezi uyumsuzsa, tam göremeyiz. Gözün içindeki görme tabakasında ışığı alan taneciklerde arıza varsa, göremeyiz. Gözden beyne giden damarlarda bir aksama varsa, göremeyiz. Beynimizde görmeyi sağlayan yer vardır. Ruhumuzla oradan irtibat kurabiliriz, bu merkezde bir hasar varsa, göremeyiz. Nihayet ruhumuzun gözle olan irtibatı kesikse, göremeyiz. Uyku halimiz budur.

İşte bu halimize “âmâ” denir.

Görülüyor ki görme değişik halkalardan oluşmuş zincirleme olayların sonucudur. Birinde hasar olunca onu görmek mümkün değildir.

Görme ve körlüğün bu zahiri mânâsı olduğu gibi, insan ilim sahibi değilse, uzakları göremez. Geçmişi ve geleceği göremez. Oysa insanın beyninde kâinatın ve çevrenin haritası vardır. Bu ilimle elde edilir. Geçmişin ve geleceğin haritası vardır. Bu da ilimle elde edilir. Görme melekesi o haritaya, o bilgi depolarına bakarak nerede yaşadığını ve nereden gelip nereye gittiğini bilir. “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyetinin başka bir ifadesi de şudur; “Kör görenle aynı seviyede olabilir mi?”  

أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ

(EM HaL TasTaVIy elJuLuMAvTu Va elNUvRu)

“Yoksa zulumat mı nura eşittir?”

EM” munkatıa olur. Yani “ev/veya” mânâsında kullanılır. “Ev”de biri olursa diğeri olmayabilir. “Ama”da diğeri de olabilir. “Em” eğer “ev” gibi kullanılırsa “E darabte Zeyden Em Amren?” derseniz, birini dövdüğünüz biliniyor ama hangisini dövmediğiniz bilinmiyor, onu öğrenmek için “em” getirirsiniz. Başına hemze koymazsanız, “Darabte Amren Em Ahsente Zeyden?” derseniz, ihsan etmediğiniz biliniyor ama kime ihsan etmediğiniz soruluyor demektir.

Burada “HeL” “KaD”  mânâsında olduğu için mânâsı değişmez. Sadece tahkik eder. Yoksa karanlık nura istiva etti. İkisi de olmadı. Olsaydı bile bir işe yaramazdı. Çünkü karanlıkta gözü olanlar da görmez. Gözü olmayanlar aydınlıkta da görmez. Burada dil olarak buna delâlet etmezse de söyleyişten bu mânâ çıkar. Yahut “Em” bize bu mânâyı verir.

Yukarıda anlattığımız gibi göz ancak mumdan çıkan ışık cisme çarpar, ondan yansırsa göze gelirse görür, gelmezse karanlıkta göz bir şey görmez.

Gaipte olanları göz göremez. Geçmişi göz göremez. Bunlar ancak ilimle bilinir. İlmi de onları var edenin öğretisi ile öğrenirsiniz.

Bir fabrikaya bekçi alındınız. İşiniz fabrikadaki olayları gözetleyip yabancıların müdahalesini önlemektir. Fabrika sahibi ne yapar? Size bir adam verir ve fabrikanın içini dolaştırır, ne yapmanız gerektiğini anlatır. Ondan sonra size iş verir.

Kâinat Allah’ın fabrikasıdır. Biz O’nun fabrikasında işe alınmış kimseleriz. O’nun işçisi olmuşuz. Peygamberler ve kitaplar bize ne yapacağımızı öğreten rehberlerdir. Elimize Kur’an verilmiştir. Ona bakarak bu kâinat fabrikasında çalışacak ve ücret sahibi olacağız. Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler bize o kitabı anlatacaklar.

İşte sûrenin başında “Hakk’ın geldiği” ifadesi burada “nûr” olarak ifade edilmektedir. Kur’an müsbet ilimlerle anlaşılır hâl alınca nûr olur. Size çok açık bir şekilde ne yapacağınızı, nereden geldiğinizi, nereye gitmekte olduğunuzu bildirir.

Sorun şudur. Kur’an Allah’ın sözü müdür? Bunu ispat edecek de müsbet ilimdir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu müsbet ilimle ispat edersiniz. Ondan sonra da orada yazılanların hak olduğuna inanır ve ona göre amel edersiniz.

Kur’an’ın Allah sözü olduğunu çağımızın ilimleri ile ispatlayan bir YAZI/KİTAP, bütün bu geniş KİTAP/KÜLLİYAT çalışmalarımızın başına konacaktır.

Yani Kur’an’ın yorumlarını okumaya başlamadan önce, insanlar onun Allah’ın sözleri olduğunu ilmî delillerle öğrenecekler.

Ondan sonra bunları okuyacak, dinleyecek ve ortalık aydınlanacaktır.

Evet, bu dünyaya geldik, gidiyoruz. Bu dünyaya eğitilmek için geldik, cennet hayatına uyum sağlamak için geldik. Yalnız biz değil, cennette bize hizmet edecek meleklerin de eğitilmesi gerekir. Birlikte cennete girecek şekilde eğitiliyoruz.

أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ

(EaM CaGaLUy LilLaHi ŞuRaKaE)  

“Yoksa onlar Allah’a şerikler mi ca’lettiler?”

Şerikleri ittihaz etmek başka, şerikleri ca’letmek başkadır. Şerikleri ca’letmek demek, ortaklar koymak demektir; yani yeni oraklar atamak demektir. Allah’ın ortağı olmayanları O’na ortak yapmak demektir.

Geçmişteki Mısır hükümdarlarını/firavunlarını düşünün, İngiliz kralını veya kraliçesini düşünün. Bunları tanrılaştıran/putlaştıran çevreleridir. Onun çevresinde toplanıyor ve onu büyütüyorlar. Onu tanrılaştırıp kendileri ona tapıyorlar. Sonra dönüp halkı da bu yolla kandırarak taptırıyorlar.

Böylece Allah’a şerik ca’leden, o putçuluğu organize edendir.

DP Mustafa Kemal’i bunun için tanrılaştırdı. Oynanan oyun neydi? Kemalizm’i yıkmak için önce o tanrılaşacaktı. Ona tapılmaya başlandı mı; onun cumhuriyeti, onun istiklâli güme gidecekti. Ondan sonrası kolay yapılabilirdi.

Diktatörlerin de din düşmanlığı yapması kendilerine taptırmadır.

Bütün bunları organize eden küresel sömürü sermayesidir.

خَلَقُوا كَخَلْقِهِ (PaLaQUv Ka PaLQıHı)  

“Onun halk ettiğini halk mı ettiler?”

Allah’ın halk ettiği gibi halk mı yaptılar?

Mustafa Kemal Anadolu’nun hangi dağlarını yarattı, hangi nehirleri akıttı, hangi ağaçları büyüttü? Onun var ettiği insanlar var mıdır? Kendisi yaratılmış ve ölmüş değil midir? Türk halkını, Türk milletini o mu var etti? Yoksa bu millet tarihî gelişmesi içinde mi oluştu?

Bir ev yapma hilkatse, onu kullanma sun’dur.

İnsanlar “halik” değildir, ama “sani’/yapıcı” olabilirler. Bir kişi milleti var edemez, halkı meydana getiremez, toprakları var edemez, ülkeyi yaratamaz. Ama ülkeyi imar edebilir. Mevcut olanları bir araya getirerek oluşlara sebep olabilir.

Biyologlar, ‘Allah gibi biz de canlıyı var ettik’ demişler. Papazlarla biyologlar karşı karşıya gelmişler, Hazreti Musa ile Firavun’un sihirbazları gibi yarış tertip edilmiş. Papazlar, ‘Haydi, canlıyı var edin de görelim bakalım. Önce ne yapacağınızı bir anlatın, sonra da yapacağınızı yaparsınız.’ demişler. Biyologlar anlatmaya başlamışlar: ‘Şu kadar kilo toprak alırız...’ Papaz hemen devreye girmiş ve ‘dur’ demiş, ‘bizim toprağı (yani Allah’ın toprağını) kullanma, kendi toprağınla bu işi yap’ demiş. Yarış bitmiş!

Yapmalara ‘yaratma’ kelimesi kullanılmaktadır. Oysa yaratan yalnız Allah’tır. Doğal kanunlara tâbi varlıkları O var eder. Bugün termodinamiğin birinci kanunu vardır. Yoktan bir şey var olmaz. Var olan da yok olmaz. Sadece durumunu değiştirir. İşte yoktan bir şeyi var etmek haliklıktır. Hangi insan yoktan bir atomu da olsa var edebilmiştir?

فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ (Fa TaŞaBaHa GaLaYHiM)  

“Halk onlara teşabüh etti.”

Yani sizin şerik olarak atadığınız kimse, Allah’ın halk ettiği gibi bir şey mi var etti de siz şaşırdınız. Acaba hangisi Tanrı, çünkü O’nun yaptığını yapıyor. Eğer insan tanrı olarak anılacak olsaydı; telefonu icad eden, bilgisayarı yapan, uçağı icad eden tanrı gibi düşünülebilirdi. Oysa bugün biliyoruz ki insanın icad ettiği bir şey yoktur. Uzaya gidiyorsa kendi gücü ile değil, yine doğa kanunları ile gidiyor. Onlara halk etme teşabüh mü ediyor?

قُلْ (QuL)  “Kavlet”

1)     Önce sorunu ortaya koyarsınız.

Cevap alınıyor.

2)     Sonra çözümü anlatırsınız.

Cevap alınıyor.

3)     Sonra yaptıkları anlatılıyor.

Cevap alınıyor.

4)     Sonra yaptıklarının yanlışlığı anlatılıyor.

Cevap alınıyor.

5)     Son söz söyleniyor.

Burada çok önemli bir hukuk sorunu çözülüyor. Biri sizinle görüşmek istediği zaman söz onun hakkıdır. O gelir ve sizinle konuşur. İlk konuşmayı o yapar. Sonra karşılıklı sıra ile konuşursunuz. Son sözü o söyler ve gider. Çünkü o sizinle görüşmeye gelmiştir. Sonra eğer siz ona cevap vermek isterseniz siz gider, görüşürsünüz. O zaman ilk ve son söz sizin olur. Açış ve kapatma konuşmalarını yapma onun için davet edenler tarafından yapılmaktadır.

Bu sebepledir ki bu âyette tam beş defa “KuL/söyle” denmiştir.

Her insan Allah’ın halifesidir. Sizinle görüşmek istediği zaman reddetme yetkimiz yoktur. Ancak görüşme saatleriniz sınırlı olacaktır. Sonra görüşme talepleriniz sıraya bağlanacaktır. Öncelik sıraları vardır. İlk görüşme hakkı erhama aittir.

“Tesaelûne Bihî” denmiştir. Bu aile demektir. Kıyasla karye, belde, şa’b ve kıta halkı ile görüşmede tercihler vardır. Hakemlerce dava açılarak görüşme sağlanır.

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ

(EalLAvHu PaLiQu KulLi ŞeYEin)  

“Allah her şeyin halikı olandır.”

Orada başta cevap olarak verilen “Semavat ve arzın Rabbi kimdir?” denmiş, sonra onlara “Allah’tır” diye cevap verilmişti. Ama O Allah’ın sadece ismi zikredilmiş, O’nun kim olduğu belirtilmemişti. Konuşmanın sonunda O Allah yanıtlıyor.

“O Allah her şeyin halikı olan Allah’tır” denmiştir.

Eğer burada zamir gönderilseydi, kendisine şirk isnad edilen Allah’a raci olurdu. Oysa şimdi bu Allah, “Allah’tır de”deki Allah kastedildiği için izhar edilmiş, izmar edilmemiştir.

Her şeyin halikı olunca tek olur. Çünkü O’nun halikiyeti dışında bir şey kalmaz. “Külle”ye izafe edilince tenkir edilmiştir. Tarif edilseydi marufun tamamı anlaşılırdı. Yani “Külle”ye izafe edilen bir varlıkta harfi tarif yalnız ahd için gelir. “Ekeltü külle’s-semek” dersen, balığın tamamını yedim anlamı çıkar, bütün balıkları yedim anlaşılır.

وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ(16)

(VaHuVa eLVAvXıDu eLQAhHAvRu)

“O vahiddir, kahhardır.”

Her şeyin halikı olmak, halik olarak tek olmak demektir. Ama başka cihetlerle çok ilâh düşünülebilir. Her şeyin tenkiri bunu çağrıştırır.

O yanlış anlaşılmayı belirlemek için “O vahidir, kahhardır” denmiştir.

El-Kahhar” demek, sözünü dinlemeyenleri yok edici demektir.

El-Vahid” de halikiyette tek olan demektir.

Burada izmar edilmiştir. Çünkü yakın Allah’ın sıfatı tekrar edilmiştir. Bununla beraber işrak edilen Allah’a tekabül ettirilmiştir. Yani işrak ettiğiniz Allah değil, kahhar olan tek Allah’tır. Burada reddedilmiştir.

Son ve sonuç olarak işraki/şirki tekrar hatırlayalım:

a) Ölüleri tanrılaştırma,

b) Batılıları tanrılaştırma,

c) Karşılıksız para basılması,

d) Yönetici-yönetilen sınıfları oluşturma.

Bu son cümleyi tekrar açıklayalım. Hukuk düzeninde işler içtihat yoluyla yürütülür. Herkes mevzuata uyar, kişiye uymaz. Hesabını da kendi seçtiği mahkemelere verir. Kişilere, diğer kişilere emretme yetkisi verirseniz, bu şirktir. Herkes kendi yetkileri içinde kendisi karar vererek amel eder, hesabını da hakemler huzurunda topluluğa verir, kişiye vermez.

Askerlik bunun istisnasıdır. Ama orada yani orduda da kişi komutanını kendisi seçer.

Yani; hukuk düzeninde hakimini, askeri düzende komutanını kişi kendisi seçer.

İşte “demokrasi” budur. Yoksa ekseriyet kararları demokrasi değildir.

 

***

RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ اللَّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِأَنفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلْ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ(16) أَنزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً فَسَالَتْ أَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَدًا رَابِيًا وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَاءَ حِلْيَةٍ أَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ فَأَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَاءً وَأَمَّا مَا يَنفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْأَرْضِ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ(17)

 

أَنزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً  

(EaNZaLa MiNa elSaMAvEi MAvEan)  

“Semadan mâ inzâl etti.”

Bundan önceki âyette geçen “Allah her şeyin halikıdır. Kahhar olan vahid O’dur.” Cümle-i mu’terizedir. İkinci haber olsaydı “el-vahidü’l-kahhar” gelirdi. “Hüve” “Allah”a atfedilmiş, izmar edilmiştir. Her şeyin halikıdır. Şimdi fiil cümlesi gelmiştir. Halik olan Allah’ın hâlidir. Yukarıda halik nekre gelmiştir. İsmi fail olarak gelmiştir. “Külli şey’in” ile tamim edilmiştir. Her şeyin halikı O’dur. Ve tek haliktır. Vahiddir. Halikiyette eğer O’na karışacak olursa onu kahreder, kimse bunu başaramaz.

O aynı zamanda suyu gökten indirir.

Sema” burada marifedir. Tekildir. O halde suyun indiği bir sema vardır. Su/yağmur iğer semalardan inmez, yalnız o semadan iner. O sema hangi semadır?

Bulutların olduğu semadır. Yeryüzünden on kilometre bir mesafeye kadar su buharı yükselir. Ondan yukarı çıkmaz. Uçakla seyahat edecek olursanız, bozuk havalarda bile on kilometrenin üzerinde bulut yoktur. Onun için uçaklar iniş ve çıkış dışında oradan uçarlar. Yedi tabaka semanın birincisi buradadır. İşte buradan su iner. Bu su nereden gelir? Denizden gelir ve yükselir. Bulut olur. Hareket ederek dağlara çarpar ve su/yağmur olur.

Burada “MiN” iptidaiyedir. Orada bir şey eksilmez. Öyle olsaydı “Ani’s-Semai” olurdu.

Mâ’” ismi cinstir. Su kitlesini ifade eder. Yani yağmur damlalarını içerir. Arapçada yağmur için “matar” kelimesi kullanılır. “Matar” “Tayr”dan gelir. Matar, menser vezn üzeredir. Yağmur ya sis çekilince iner, buna “çise” denir, yeterli olmaz; ya da sel gibi iner, buna “matar” denir. Toprağı alıp götürür. Yahut normal yağmur olarak yağar. İşte bu su olur. Yani bizim ırmaklarımız bu yağmurla akar, tarlalarımız bu sularla oluşur. “Mâ’” aynı zamanda tatlı su demektir, saf su demektir. Buna temizleyen su da denir, maen tahura denir.

Su indirir” denmesinin sebebi, içilen sudur, yani canlıların kullandığı sudur. Sel olup denizlere sürüklenen kısmına mâ’ denmemiş olur.

“Mâ’”ın aslı “MVH”dir. Çoğulu “MiYaH” veya “EMVaH” gelir. Ne var ki Kur’an’da geçmemektedir.  

NeZeLe” kelimesi konaklama demektir. Burada suyu kondurdu mânâsınadır. Dağlarda yağan kar su deposu hâlinde saklanır. Yaz boyunca ırmakları besler. Ayrıca toprak tarafından emilen su oralarda konaklanır. Su ırmaklar olarak akar. Bitkiler de birer su deposudur. İşte “ENZeLe” demek buralarda konakladı demek olur.  

فَسَالَتْ أَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا  

(Fa SAvLaT EaVDiYaTün Bi QaDaRiHAv)

“Vadiler kendi kaderleri ile seyl etti.”

Seyl” akışkan demektir. Suların sellerle getirdiği kum, çakıl ve toprak “seyl” dir. Bunlar deniz kenarlarında yığılarak ovaları oluşturur. Ova da bu kelimeye çok yakın “sehl” kelimesidir. Sehl, düzlük olduğu için aynı zamanda kolaylık anlamına gelir.

SâLe-YeSiLu” fiili sulama yani su ile doyurma anlamına gelir. Yağan yağmurlar vadileri sular, su ile doyurur. “Seyl” ise taşan sulardır, vadileri sulayan sudur.

İki dağ arasındaki yamaçlara “vadi” denir. Bir tarafı denize doğru alçaktır, diğer tarafı yüksektir. Yağan yağmurlar önce vadilerin iki yakasındaki toprakları doyurur. Sağanak hâlinde yağarsa oralarını silip süpürür ve vadinin en alçak yerinde toplar. Orada düzlük oluşur. Bu taşan kısma sel denir.

Burada selden değil, vadileri sulayan sulardan bahsetmektedir. Az olursa yetmez, çok olursa da sel olur, bundan dolayı kararınca olması gerekir.

Kader” kelimesi “kıdr” kökünden gelir. “Kıdr” yemek pişirdiğimiz kazanın adıdır. “Kader” oraya konacak malzemenin ölçülü miktarlarıdır. “Kadr” ise yemek pişirdiğimizde beklenmesi gereken zamanla ilgilidir.

Vadilere yağmur yağar; uygun miktarda yağar. Yağan yağmur hem toprağı doyurur, hem de sel olmasına sebep olmaz. Vadiler kendi kaderleri kadarıyla seyl olur. Yağmur yağar, vadilerin üzerinde birikmiş toz toprak sele dönüşür, seli oluşturur.

Burada selin oluşmasını anlatmaktadır. Bugün yeryüzü canlılarla doludur. Canlılar ise ancak toprakla varlıklarını sürdürmektedirler. Bu toprak milyarlar denecek uzun zamanda oluşmuştur, vadilerin selleşmesiyle oluşmuştur. Önceleri yeryüzü sıcaktı, sıvı hâlinde idi. Soğuyunca kabuk bağladı. Soğuyan cisim küçülür. Küçülünce basınç artar, basınç kabukları kırar ve yeryüzünde engebeler meydana gelir. İşte ilk olarak dağlar böyle oluştu. Toprak yoktu. Sonra yağan yağmurlar karalarda seller oluşturdu. Vadiler selleşerek denizlere aktı. Denizlerdeki canlılar bunlardan yararlanarak yaşadılar.

Birinci zaman ilk dağların oluştuğu zamandır.

İkinci zaman ise tortuların yani sel artıklarının düzlükleri oluşturduğu zamandır. Böylece dağlar hafifler, ovalar ağırlaşır. İkinci çatlamalar oldu. Himalaya ve Alp silsilesi bu zamanda ortaya çıktı. Bu dönemde oluşmuş topraklarla örtülü vadiler oluştu. Bu vadilerde üçüncü zamanın hayatı başladı. Bu hayat bugünkü hayata yakındır. Dördüncü zamanda ise insan ortaya çıktı. Yeryüzünü suni kanallarla sulamalar şeklindedir.

فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ (FaXTaMaLa elSaYLu)  “Seyl yüklendi.”

Normalde su kendisinden ağır olan cisimleri çökertir. Ancak cisimler hava baloncukları içerdiklerinden sudan hafif hâle gelerek suda yüzmeye başlarlar. Rabvet, şişmek ve genişlemek demektir: Köpük budur. Hava kabarcıkları ile oluşan boşluk nedeniyle sudan daha ağır olan cisimler suya karışırlar. Böylece sel kopan taşları ve kumları yüklenir, sürükler. Bunları taşlar ve kayalar çarpa çarpa toprak hâline getirir.

Demek ki ırmaklar aynı zamanda birer değirmendir, kayaları öğütüp toprak yaparlar.

زَبَدًا رَابِيًا (ZaBaDan RaBiYan)  “Köpüklenmiş akmak.”

Zübde” aslında sütün kaymağına denmektedir. Bir kabın içinde bırakırsanız, yavaş yavaş süt ekşir ve kaymak toplar. Sütten peynir yapılır.

Rabiyen” demek, şişen demektir. Seyl böylece kaya parçalarının oluşmasından ortaya çıkan toprak parçacıklarını alıp denizlere kadar götürür. Biz buna bulanıklık diyoruz. Eğer toprak parçacıkları böyle kendilerine hava parçacıklarını yapıştırmasa denize kadar gidemezdi. Bu hava parçacıkları onları taşıyan şişirilmiş balonlardır, açılmış paraşütlerdir. Böylece denize kadar ulaşmakta, orada canlılar tarafından kullanılarak bitkilerin yetişebileceği topraklara dönüşmektedir. Sonra mağma hareketi ile yükselerek topraklı vadiler oluşmakta ve bu vadilerde bitkiler ve diğer canlılar yaşama imkanını bulmaktadır.

Bunlarla Allah bize ne anlatmayı murad etmektedir?

Kâinatta böyle basit küçük ayrıntılar vardır. Önemsiz gibi dururlar. Ama onlardan her biri zincirin bir halkasıdır. Koptuğu zaman zincir de kopar ve yeryüzünde hayat olmaz.

Bunlar canlılar oluşmadan evvelki oluşumlardır. Canlılar yaratıldıktan sonra ise onlar bu işleri çok daha kolay yapacaklardır.

Mühim olan başka bir hususiyet de, bütün bu özellikler hidrojen atomunda mevcuttur. O bu işleri yapacak molekülleri oluşturmuştur. Ondan sonra bunları yapmaktadır. Her cisim yer çekimine tabidir. Yere düşer. Bunu yukarıya çırama yolu ona kaldırma kuvvetini yüklemedir. Bu da ona daha hafif cisimler eklerseniz kalkar. Balon böyle yükselir. Uçakta da bundan farklı bir şey yoktur. Eğik kanat hareket ederken arkası boşalır böylece yükselir. Pervanelerde de böyle bir şey vardır. Biyolojideki enzimler de buna benzer taktik kullanırlar.

Dolayısıyla “Zebeden Rabiyen” ifadesi bize birçok doğa olaylarını açıklamış olur.

Kur’an başka bir örnek daha vermektedir.

وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ

(Va MinMAv YUvQıDUvNa GaLaYHi FIy elNAVRı)

“Nârda üzerine ıkad ettiklerinde de.”

Doğada saf element olarak çok az madde vardır. İki veya daha fazla cisimlerin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Elektron veren elementler vardır. Bunlar madenlerdir. Elektron alan elementlerdir, bunlar da ametallerdir. Dört değerli element vardır. Bunlar hem alır hem verirler. Yeryüzünde soy gazlar atom olarak bulunurlar. Miktarları çok azdır. Uzayda H2 bulunur. Ama yeryüzünde yokturlar. Onun dışında N2 gazı havada bulunmaktadır. Diğerleri ise birleşik şekilde bulunurlar. Maden olarak elde etmek için belli sıcaklığa getirip kömürle redüklemek gerekmektedir. Böylece cüruf yukarı çıkar, ağır olan madenler ise çöker.

Biz madenlerin bu özelliklerinden yararlanarak demir ve bakır gibi metalleri elde ediyoruz. Bizim uygarlığımız neye dayanmaktadır? Demir, bakır, alüminyum metal uygarlığımızın maddeleridir. Kimyasal olayların temeli değişik yoğunluklarda bulunmaları ve birbirinden ayrılmalarıdır. Kimyasal olarak birleşmeleridir.

VaKaDa” kelimesi yakmak anlamındadır. Yakmak demek, oksijenle birleştirmek demektir. Kömürü ocağa koyarız, filizi de ocağa koyarız. Kömür oksijenle birleşerek ısı ortaya çıkar. Bu sefer sıcak kömür filizle birleşerek ondan oksijeni alır. Karışımdan cüruf üste maden alta çöker, böylece ikisi birbirinden ayrılmış olur. Yani madenin filizinden oksijen sökülmüş olur. Bu işin başarılması için madenlerin ağır olup dibe çökmesi, diğerlerinin de hafif olup üste çıkması gerekmektedir.

Doğadaki varlıklardan biz ve canlılar yararlanmaktadır. Ne var ki canlılar küçük âlemde kimyasal bağlar ile bu işleri başarmaktadırlar. Kromozomlardaki genler işler yapmaktadır. Biz ise atom seviyesinde etkili olamıyoruz. Makroda iş görüyoruz. Allah kâinatı var ederken mikroda çalışacak canlıların istifade etmesi için de doğaya özellik veriyor. Makroda da iş yapacak özellik vermiştir. Hayat bu sayede oluşmaktadır.

Diğer canlıların yararlandığı doğa kanunları da vardır. Bunlardan burada bir örnek verilmektedir. Bitkiler de madenleri doğadaki asit ve bazlardan ayırarak kendi istedikleri yerlerde yerleştirmektedirler. Ancak onlar bizim metodu kullanmamaktadır, yani ateş yakıp ısıtıp kömürle indirgeme yapmamaktadırlar. Oysa biz onların usulleri ile üretim yapamıyoruz. Allah bize başka imkanlar vermiştir.

Doğada insan yaratılmadan evvel genetik bazda evrim vardır. Yani canlılar moleküller arası ilişkilerde yeni teknoloji geliştiriyorlardı. İnsan gelmeden önce bu evrimler melekler tarafından yapılıyordu.

İnsan yaratıldıktan sonra biyolojik evrim durdu. Yerine insanın teknolojik evrimi başladı. Şimdi biz bazı alanlarda hayvanların yapamadıklarını yapıyoruz.

a) Başta ateşten yararlanıyoruz. Dolayısıyla yakıtları kullanarak güç elde ediyoruz. Yüksek sıcaklıkta iş yapıyoruz. Canlılar ise o sıcaklığa dayanamayıp ölüyorlar.

b) Özel elbiseler giyerek uzaya açılabiliyoruz. Oysa onların böyle elbiseleri olmadığı için ancak biz götürürsek gidebiliyorlar.

c) Biz kendi dilimizi evrimleştiriyoruz. Yeni kelime ve cümleler buluyoruz. Oysa hayvanlar dillerini geliştiremiyorlar.

d) Nihayet biz bilgisayarı icat ettik. Onların kullandıkları bilgisayardan farklıdır. Biz bilgisayar programı da yapıyoruz. Diğer canlılar ise hazır programda çalışırlar.

ابْتِغَاءَ حِلْيَةٍ (iBTıĞAEa XıLYaTin)  

“Hilye ibtiğa etmek üzere”

Li hazfedilmiştir.

Mastar ikame edilmiştir.

Hilye” süs demektir, ziynet demektir. Doğada güzellik vardır. Her şey güzeldir. Ama mutlaka fonksiyonu da vardır. Sadece süs eşyası yoktur. Halbuki insanlar arasında ziynet özel bir durum almıştır. Bunların başında altın ve gümüş gelmektedir. İnsanlar altın ve gümüşe sahip olmak isterler. İhtiyaçları olduğu için değil, ona sahip olma isteği para müessesesini doğurmuştur. Biz bugün TL taşıyoruz. Neden? Çünkü kime götürsek onu kabul etmektedir.

Altının ve gümüşün bu özekliklerinden dolayı o para hâline gelmiştir. Allah onlara öyle özellikler vermiştir ki o sayede para görevi görmektedirler. Para değer ölçüsüdür. Para mübadele aracıdır. Para kredileşme aracıdır. Para tasarruf aracıdır.

Para da insanlara has olaydır. Yani diğer canlılar parayı kullanmazlar. Onlar için süslenme aracı olarak maddeleri kullanma özellikleri yoktur.

Hilye”nin diğer bir yararı insanların boş zamanlarını değerlendirmeleridir. Bir kimse kendisine yetecek kadar ürettikten sonra ne yapacaktır? Ya boş oturacak, ya da başka bir iş yapacaktır. İşte o başka iş hilyedir. Yani toplulukta kıymeti olan ama biyolojik hiçbir ihtiyacı karşılamayan maddeleri üretecektir. Böylece boş oturmayacak, başkalarına yararlı işleri yapacaktır. Örnek alarak, demirci ustası eğer hilye meraklısı olmazsa ‘karnımı doyurdum’ der ve mesela keser üretmez, halk kesersiz kalır. Ama demirci ustası evine kıymetli halı alıp lüks mefruşat ile gidebilmesi için demirciliğe devam eder. Böylece insanların ihtiyaçlarını giderir. İşsizler de bu ustaya halı dokurlar. O halde ekonominin çalışabilmesi için insanın ziynet düşkünü olması gerekir.

Burada önce hilyeyi sonra metaı zikretmiştir. Çünkü burada insana has özellikler anlatılmaktadır. Uygun olan hilyeyi öne almaktadır.

Hilye” bir başka görüş açısından finans ekonomisini göstermektedir. Meta ise reel ekonomiyi göstermektedir. Finans ekonomisi reel ekonomiden daha çok önemlidir. Çünkü işbölümü ve bölüşme onunla sağlanmaktadır. Dolayısıyla finans ekonomisi sayesinde on misli, yüz misli verim artmaktadır. Bu sebeple Hazreti Peygamber rızkın onda dokuzu ticarettedir demiştir. Marx bunu kavrayamamış, reel ekonomiyi yeterli görmüştür. Oysa insanlar finans ekonomisi sayesinde girişimci olmakta ve tüm insanlar beyinlerini sosyal evrim için çalıştırmaktadır. Bu sayede insanlar süratle uygarlaşmaktadır. Boşa kaybedilen zaman olmaktadır ama o sayede yeni buluşlarla çok ileri gidilmektedir. Bugünkü uygarlığı biz insan zekasına borçluyuz. Ne kadar çok zeka çalışırsa o kadar ilerleme olmuş olur.

أَوْ مَتَاعٍ (EV MaTAGın)  “Veya meta”

Burada “Ve” kullanılması daha doğru olurdu gibi görünür. Çünkü biz meta ve hilyeyi birlikte isteriz. Elbisemizi diktirdiğimizde hem giyinir hem de süsleniriz. İkisi birlikte olur. Bu olay doğa olayıdır. Tüm canlılar zaten bunu yapmaktadır. Hilyenin ayrı metaın ayrı olduğu hususlara işaret etmesi ve insanın özelliğini göstermesi…

Meta” genel yararlanma demektir. Fayda anlamındadır. Yani ihtiyaçları gideren şeydir. İnsanların ihtiyaçları olan meta yiyecek, giyecek, barınacak yer ve seyahat olmak üzere dört çeşittir. Bunlar maddi ihtiyaçlardır.

İnsanların bir de topluluk içinde ihtiyaçları vardır. Sevilmek insanın ihtiyacıdır. Müzakere etme, bilgi alışverişinde bulunma ihtiyacı vardır. Yardımlaşma ihtiyacı vardır. Nihayet güvenlik ihtiyacı vardır. Bunları sağlayan imkanlar metadır.

زَبَدٌ مِثْلُهُ (ZaBaDun MiÇLuHUv)  “Misli zebeddir.”

Yani filizleri ısıttığımızda ve kömürle indükleyip maden hâlinde çıktığında filizin bir kısmı köpüktür, cüruftur.

“Zebed” nekredir. “Misli” ise zebedin sıfatıdır. Buradaki “Hu” zamiri seyle gitmektedir yani seylin misline benzer bir zebed. “Misl” “şibh”inden farklıdır. İşinde benzerlik vardır. Bu görünüşteki bezerliktir. Oysa misl de fonksiyondaki benzerliktir. Görünürde benzerlik yoktur ama aynı işi veya benzer işi yapmaktadır. İnsandaki ağız koyundaki ağzın hem şibhi hem mislidir. Oysa ağaçtaki kökler insandaki ağzın mislidir ama şibhi değildir. Benzerden ziyade aynı işi yapan bir fonksiyonu ifade etmektedir.

Seyl de köpük taşır, bu sayede denizlere kadar taşınması gerçekleşir. Ama seylde dibe çöken taş, kum veya ağaç gibi kısımlar vardır. Biri denizlerdeki çöküntüleri oluşturur. O çöküntüler sonra yer hareketlerine sebep olmuştur. Ayrıca denizlerin ağızları da dibe çöken tortularla doldurularak ovalar oluşmuştur. Dördüncü zaman oluşumlar daha çok bu oluşumlardır. Dere ağızları dolmuş ve ovalar oluşmuştur. Denizi ileriye itmiştir. Karada hayat buralarda başlamış, uygarlıklar da burada başlamıştır. Yani bu basit olay evrimin geçiş yeri olmuştur. Canlılar denizlerde yaşarken suların çekilip suların gelmesine karşı çift yaşamlı canlılar ortaya çıktılar. Mesela kurbağalar böyledir. Kökleri denizde ama çiçekleri ve tohumları havada olan bitkiler ortaya çıktılar. Sonra bunlardan karaya uyum sağlayanlar bugünkü kara hayatını oluşturdular.

Allah ilk hücreyi yarattığı zaman bunlarla ilgili tüm genleri de ilk hücreye koymuştu. Bunlar aktif değildi. Şartlar ortaya çıkınca bu genler de faaliyete geçerek yeni türleri oluşturdular. İşte bu geçiş şartlarını sağlayan bu denizlerin kenarında biriken nehirlerin getirdikleri sel artıkları olmuştur. Uygarlıklar da buralarda başlamıştır. Çünkü sulanan topraklar çok verimli olmuş, insanlar buralarda bir araya gelmişler, aralarında işbölümü yaparak bugünkü seviyeye ulaşmışlardır.

كَذَلِكَ (Ka ZAvLıKa)  “Bunun gibi”  

ZaLiKe” uzağa işaret etmektedir. İfadelerde lafza işaret ediliyorsa yakın ile, mânâsına işaret ediliyorsa uzak ile ifade etmiş olur. Burada lafza değil de mânâya işaret edildiği için “KeZaLiKe” kullanılmıştır. Bir anlatım tek mânâ kabul edildiği için müfret getirilmiştir. Kur’an herkese ayrı ayrı nâzil olmakta olduğu için de “KüM” değil de “Ke” getirilmiştir.

Ayrı ayrı hitap etmektedir. Çünkü herkesi kendi anlayışı içinde sorumlu tutmaktadır.

Kur’an’ın resmi yorumcusu yoktur. İnsan Kur’an’la irtibat kurar, o anda ona ne mânâ ilham ediliyorsa onunla ilzam olunur. Bu sebepledir ki çok az yerde “ZaLiKüm”ü getirir, çoğu yerde “ZaLiKe” der. Her ifade bize şunu telkin eder. Kur’an’ın başka yorumcusu yoktur. Sen oku ve ne anlarsan ona göre amel et. Böyle anladığımızda Kur’an bir topluluk değil, bir kişisel düzeni getirmiştir. Doğrudur. Kişiler önce içtihat edeceklerdir. Sonra kendi içtihatlarına göre diğer insanlarla ilişki kuracak ve uzlaştıkları sınırlar içinde birliği oluşturacaklardır. Topluluğa ait emirler böyle oluşacaktır.

يَضْرِبُ اللَّهُ (YaWRiBu elLAHu)  “Allah darbeder.”

Meseli darbetmek (Bir olayı başka bir olayla karşılaştırmak)

Asa ile darbetmek (Kuyu açmak)

Zilleti darbetmek (Zillet içine düşürmek)

Meskeneti darbetmek (Meskenet içine düşürmek)

Arzda darbetmek (Yolculuğa çıkmak)

Kişiye darbetmek (Yolculuğa çıkmak)

Yola darbetmek (Yolculuğa çıkmak)

Boynun üstüne darbetmek (Kişiye darbetmek)

Bennanı darbetmek (Parmak izini almamak)

Vücuha darbetmek (Yüze vurmak)

Hakkı ve bâtılı darbetmek (Hak ile bâtılı çatıştırmak)

Azanına darbetmek (Kulağına koymak)

Yemin ile darbetmek (El ele vurmak)

Dığsı darbetmek (Demeti vurmak)

Humurlarını cuyublarına darbetmek (Başörtüsünü yakalara vurmak)

Darbetmek” demek vurmak demektir. Mesel darbetmek demek, iki şeyi karşılaştırmak demektir. Burada Hak ve bâtılı Allah darb ediyor.

Darbetmek dövmek, vurmak mânâsında ise de, eğitim maksadıyla düzeltmek mânâsına vurmaktır. Hakkı ve bâtılı, hakla bâtılı çatıştırır demektir. Başka yerde hak ile bâtılı yok eder anlamında kullanmaktadır. “Hak geldi bâtıl gitti” diyor.

الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ (XaqQa Va eLBavOıLa)  “Hak ve bâtıl”

Kur’an’da hak ve bâtıl değişik yerlerde karşılaştırılmaktadır.

Hak ve bâtıl nedir?

Doğru olan, yararlı olan, adil olan ve iyi olan haktır.

Yanlış olan, zararlı olan, zulüm olan ve kötü olan bâtıldır.

En zor tarif edilecek iyilik ve kötülüktür. Varlık yokluktan iyidir. Çokluk azlıktan iyidir. Düzgünlük bozgunluktan iyidir. Denge dengesizlikten iyidir.

Allah bâtılı mahveder, hakkı kelimeleri ile ihka eder.  42/24

Küfretmiş olan kimseler bâtıla tâbi oldular. İman etmiş olan kimseler Rablerinden gelen hakka tâbi oldular.  47/3

Hak geldi bâtıl zâil oldu.  17/81

Hak olan Allah’tır, O’nun dışında dua ettikleri bâtıldır.  22/62 - 31/30

De ki: Hak geldi; bâtıl başlayamaz, geri de gelemez.  34/49

Bâtıl üzerinden hakkı kazfederiz, o dimağlarda zahik olur.  21/18

Hakkı bâtıl ile telbis etmeyin, bile bile hakkı ketmetmeyin. Neden hakka bâtılı lebsediyor ve bildiğiniz halde ketmediyorsunuz?  3/71    2/42

Hakkı ilhak etsin ve bâtılı ibtal etsin diye.  8/8

Allah hakkı ve bâtılı darbediyor.  13/17

Kâfir olanlar hakkı onunla idhad etsinler diye bâtılı kullanarak mücadele ediyorlar.  18/56 - 40/5

Hak vaki oldu ve amel ettikleri bâtıl oldu.  7/118

Allah’ın emri gelince hak kaza olundu, burada mübtiller hüsrana uğradılar.  40/78

Canlılarda nasıl sağlık ve hastalık çatışması varsa, topluluklarda da hak-bâtıl çatışması vardır. Sonunda hak galip gelecektir. Kitaplara ve peygamberlere inananlar, hakkın sonunda galip geleceğine inanırlar. Hayatlarını hep ona göre ayarlarlar. İnanmayanlar ise bâtılın galip geldiğini, artık hakkın ortaya çıkmayacağını sanırlar. Hemen bâtıl da olsa güçlünün yanında yer alırlar. Kur’an yukarıdaki âyetlerde hakkın sonunda galip geleceğini çok açık ifadelerle beyan etmektedir.

Biz Kur’an okumakla, en ümitsiz günlerimizde hakkın zafer kazanacağına inanmaya devam ediyoruz. AK Parti’nin bâtıl düzen içindeki başarısı bizi yanıltmıyor. Hakkın galip geleceğine karşı kuşkuya düşmüyoruz. Allah’a inanan, Kur’an’a inanan hiç kimse bâtılın muvaffak olacağına inanmaz.

Hak nedir?

  1. Bir gün gelecek, insanlar bürokrasiden kurtulacak, yargının dışında onu denetleyecek kimse bulunmayacaktır. Yargı hakemlerden oluşacaktır.
  2. Bir gün gelecek, merkezi idare kalkacak, herkes kendi işine kendisi karar verecek. Yerel işler yerel yöneticilere verilecek. Merkezler taşralara emredemeyecek.
  3. Bir gün gelecek, bürokrasi kalkacak, onun yerine serbest meslek erbabı gelecektir.
  4. Bir gün gelecek, isteyen istediğini öğrenecek. merkezi denetim, devlet denetimi kalkacak, insanlar cehalete mahkum edilmeyecektir. Ortak imtihanlarla birlik sağlanacak, yasaklarla değil.
  5. Bir gün gelecek, bütün tarikatlar yüksek zikirlerini her yerde rahatlıkla yapacak. Camilerde, okullarda, stadyumlarda “Allah” sesleri yükselecektir.
  6. Bir gün gelecek, insanlar giyinme haklarını kullanacaktır. Kimse başkasına zarar vermediği hususlarda yasaklar içinde olmayacaktır.
  7. Bir gün gelecek, bir yerden vize almadan Mekke’ye istediği zaman gidebilecektir.
  8. Bir gün gelecek, insanlar aidat ödemeden sigortalanmış olacaklardır.
  9. Bir gün gelecek, askere gönüllüler gidecek, diğerleri bedel vererek kurtulacaklardır.
  10. Bir gün gelecek, mahkemeler hakemlerden oluşacak, davalar bir hafta içinde bitecektir.

Evet, bunlar olacak. Çünkü bunlar haktır. Hak her zaman galip gelmiştir, bundan sonra da galip gelecektir.

فَ  (Fa)  “Ve”

Fa” harfi değişik mânâsına gelir.

  1. Ve harfi mânâsında atıf harfidir. Ancak burada tertib ve takip vardır. Buna Fa-i takibiye denir.
  2. Fa harfi ile ifade edilen hükmün hangi genel kuralın bir cüzü olduğu ifade edilmiş olur. Buna Fa-i tamimiye deriz.
  3. Yahut şartın cevabında gelir. Şartın hükmünü kurallaştırmış olur.
  4. Bir de Fa-i tafsiliyedir. Daha önceki ifadeyi açıklar. Bu öyledir.

Bundan evvel “zebed”den bahsedilmiştir. Bunların ne olduğunu açıklamaktadır.

أَمَّا الزَّبَدُ (EamMa alZaBaDu)  “Zebed ise”  

Zebed” sütün üstünde toplanan yağdır. Kaynayan sudan çıkan köpüktür. Seldeki köpüktür. Karma olan, hattâ terkip hâlinde bulunan ve hiçbir iş yapmayan filiz ısıtıldığında cürufunu atar ve saf maden ortaya çıkar. Bir toplulukta başlangıçta iyilerle kötüler kaynaşmış şekilde bulunurken bir sükunet vardır. Taştaki katılaşma o toplukta da görülür. Zamanla kaynaşan pislikle temizlik artık rijit hâl alır, katılaşır. Sonra ne yaparız? Biz onu kaynatırız, ondan altın elde ederiz, demir elde ederiz.

Topluluklar da iman nûru ile kaynayınca o topluluktan gerçek düzen ortaya çıkar, hak düzen ortaya çıkar. Yirminci yüzyıl işte böyle bir fırınlama yeri olmuştur.

Türkiye Meşrutiyet’le işe başlamış, Cumhuriyet inkılâpları ile dinsizleştirilmek istenmiştir. Sonra 1960’ta ihtilâl olmuş, 28 Şubat’a (1997) varıncaya kadar hep boğuşma ile geçmiştir. Ama sonuç ne olmuştur? Köpük mahiyetinde olan dinsizler eriyip gitmiştir.

Şimdi o cürufu anlatıyor.

فَيَذْهَبُ جُفَاءً (Fa YaZHaBu CuFAEan)  “Cufa’ olarak gider.”

Cüruf demektedir. Madenler çıkarıldıktan sonra kalan ve sel artığına benzeyen kısımdır. İçi boş anlamındadır.

“Cevf” karın demektir. “Cufa’” ise içi boş parçalar demektir.

İşte madenlerde dökümde maden dibe çöker, cüruf ise çıkıp gider. Köpük cufa’ olarak gider. Burada fail köpüktür. Yani sonunda köpük cürufa dönüşür.

Cufa’ burada hâldir. Zebedin hâlidir. Cüruf olarak ayrılıp gider.

İşte toplulukta bulunan hakka inananlarla inanmayanlar arasından inanmayanlar cüruf olarak çıkıp gider. İnsanlık tarihte uygarlık dönemleri geçirmiştir. Bin senede bir kendilerini tazelemiştir. Bu uygarlığın değişme seneleri de miladi bin yıl başlarıdır. Hazreti İsa’nın doğumu bunun için mucizedir. Yirminci yüzyıl böyle cürufun ayrılacağı yüzyıl olmuştur.

Dünyada bozulmuş bâtıl inançların ortadan kalkması için sosyalizm, faşizm, nazizm, Maoizm gibi doktrinler gelmiş ve insanlığı kaynatmıştır. Bugün ise bunlar teker teker silinip gitmişler, bir cüruf olarak kaybolup gitmişlerdir. Daha tam temizlik olmamıştır. Dinler ise madenler olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Her tarafta mabetler yapılmakta, din adamları iş başında. Papa İslâmiyet’le yakın ilişki kurmuştur. Ruslar İslâm âlemine yakınlaşmıştır. Dünyada dinlerarası diyalog başlamıştır. Maden izabesinde cüruf nasıl sökülüp atılırsa, bugün de dinsizlik cürufu gitmiştir. Yirminci yüzyılın sonunda Allah’a inanan bir insanlık ortaya çıkmıştır. Şimdi o insanlar Allah’tan kurtuluş bekliyorlar. Camilerde, kiliselerde, doğunun mabetlerinde Allah’a dua edilmektedir; bizleri müstakim sırata hidayet et... Allah elbette bunların duasını kabul edecektir. Öyle diyor: Ben duanıza icabet ederim.

Ben de size haber veriyorum: Allah duanıza icabet etti ve sizin gönlünüze ilham etti, dinlerarası diyalog diye bir faaliyet başladı. Akevler Adil Düzen Çalışması Allah’ın size ve tüm insanlara rahmetidir. Bizim birkaç kişi olduğumuza bakmayın. Biz birkaç kişi değilizdir. Türkiye’nin, belki de dünyanın her yerinde herkes Kur’an’la meşguldür. İnsanlar Kur’an’ı anlamaya çalışıyorlar. Gerçi eksiklikleri vardır. Bin sene önceki tefsirleri okumaktadırlar. Ama olsun. Yakında göreceksiniz, herkes Kur’an’ı Adil Düzen öngörüsü ile ele alacaktır.

وَأَمَّا مَا يَنفَعُ النَّاسَ

(Va EamMAv MAv YaNFAGu elNASa)  

“Nâsa menfaat veren yere çöker.”

Burada madenler dibe çöker demiyor. Çünkü Kur’an bir benzetme yapmaktadır.

Fırınlarda madenler elde ediliyor, topluluklarda cürufsuz bir düzen elde ediliyor.

Evet, rüşvet kalkacak. Evet, faizi kalkacak. Ahlâksız olmadan da, vergi kaçırmadan da, yalan söylemeden de yaşanacak yer olacak yeryüzü.

Burada insanlara menfaat veren nedir? Madenlerdir. Demirdir, bakırdır, kalaydır, kurşundur. Bunlar insanlığa menfaat verir, bunlar dibe çökerler. Ama “Mâ” ile getirilmiş olduğu için genel olarak bütün menfaatleri getirir ve içerir.

“ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” böyle bir madendir. Kur’an nûru ile arıtılarak bugünkü cüruf yasaları içinden saf maden olarak elde edilip sizlere sunulmuştur.

Evet, tekel sömürü sermayenin oluşturduğu cüruf kanunlar artık sel tarafından götürülmüştür, götürülecektir. Bir gün mindere elbet “Adil Düzen” çıkacaktır.

Onlar şimdiden kulaklarını tıkamıştır, bizleri duymak istemiyorlar.

Evet, hak geldi bâtıl zâil oldu.

Yıllarca önce söyledik. O gün bize güldünüz ama şimdi Millî Görüş Ekolü yüzde elliden fazla oy alınca ödleriniz patlamaya başladı. Dahası var. Bugün bizim oyumuz yüzde doksanları çoktan geçmiştir. İsterseniz istediğiniz yeri seçin. Size göre en dinsiz yeri seçin. Sandık kuralım, seçimi ister gizli yapın, ister açık yapın ve sorun; “Allah’a inanıyor musun?” Bin kişide bir kişi bulamazsınız. On bin kişide bir kişi bulamazsınız, ben Allah’a inanmıyorum diyen. İşte Kur’an kursları yasaklamakla o insanların haklarını çiğniyorsunuz.

“Nâsa menfaat veren” denmektedir. İnsana menfaat veren denmiyor. Nâsa menfaat veren. Bütün insanlara menfaat veren şeklinde ifade ediliyor.

Çıkan madenlerin tüm insanların malı olduğu, alınacak beşte bir vergi dışında alınıp satılabileceğini ifade etmektedir. Biz bu hususu fıkha dayanarak yazdık. Burada delilini görmüş oluyoruz. “Li’n-Nâs” bunun için söylenmiştir. Diğer taraftan “Adil Düzen”in de nâs için menfaati sözkonusudur. Ulusların çıkarları değil, insanların çıkarları sözkonusudur. Çıkar paralelliğidir. İşte bu sebepledir ki “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” adını verdik. Sadece bu âyet “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nı yapmaya yeterlidir. Tüm insanlığın çıkarını gözeten anayasa insanlık anayasasıdır. İnsanların anayasası, insanlığın topluca hakları yanında her kişinin, her devletin, her ilin, her aşiretin anayasasıdır aynı zamanda. Yani bugün mevcut olan cüruf hükümlerle karışık yasalardan cüruf ayıklanacak, gerçek hükümler kalacak, diğerleri köpük olup uçup gidecektir.

Tekel sömürü sermayesi, dünyayı devletsiz yönetmek için önce devletleri yıkmayı planlamıştır. İdam cezasını kaldırıyor, böylece tetikçiyi kolay buluyor. Sonra tek para sahibi sermaye tetikçileri buluyor, istediklerini ortadan kaldırıyor ve sonra tetikçisini hapishane denen otellerde besliyor. Sermayenin bu sömürüsü sürsün diye idam cezaları kaldırılmıştır. Bunlar cüruf maddelerdir. Gerçek madde ise kısas hükümleridir. İşte onlar kalacak, cüruf olan uydurma hükümler kalkacaktır.

فَيَمْكُثُ فِي الْأَرْضِ (Fa YaMKuSu FıY EaLEaRWı)  “Arzda yerleşir.”

Madenler için dibe çöker. Burada yer alt taraftır. Toplulukta ise arz ülkedir, ildir, bucaktır. Merkezi yönetim ortadan kalkacak. Her bucağın kamu hukuku olacaktır. O insanlara menfaatli olan hukuk olacaktır. Özel hukuk ise dayanışma ortaklıklarına göre oluşacak, herkes kendi ortaklıklarının hukukuna göre ilzam olunacak, ispat külfeti kime ait değilse onun hükümleri geçerli olacaktır.

Meks etmek” demek yerleşmek demektir. Arzda yerleşirler. Dipte yerleşirler denmektedir. Madenler dibe çökerler. Uygun kanunlar ise yerleşirler.

Faizli sistemle faizsiz sistem serbest olacaktır. Ekonomide yarışacaklar. Faizsiz sistem yerleşecektir. Faizli sistem ise cüruf olup uçacaktır. Faizsiz sistemle yarışamayacaklarını bildikleri için kanunlarla faizsiz sistemi yasaklıyorlar.

Burada hemen şu sorular akla gelebilir.

Faiz yerine ne olacak? Bankalar kapanacak mı? Bankalar taş mı yiyecekler?

Bugün bankalar işletmelerin bono senetlerini kırıyor, aldıkları faizle yaşıyorlar. Mevduat sahiplerine göre kredi veriyorlar.

Oysa Adil Düzen işletmelerinde bankalar mevduat sahiplerine faiz vermiyorlar. Onlar mevduatları hacminde faizsiz krediler veriyorlar. Alışverişi peşin yapıyorlar. Bu suretle topladıkları kredileri işletmelere cirodan pay alma şeklinde alıyorlar. Banka işletmelere kredileşme ilkeleri ile kredi açar. Bono senetlerinin günü gelmişse, hesabında para olmasa da öder. Banka giderleri işletmelerin cirosundan yüzde mesela 2.5 alarak öderler.

Sosyal olaylar daima sosyal kanunlara göre cereyan eder. Nasıl madenler paslanırsa, topluluklar da zamanla paslanır ve bozulurlar. Gün geçtikçe mevcut kurallar topluluğa uymaz olur. Topluluk o kuralları ya bozar, ya değiştirir, ya da terk eder. Böylece kurallar arasında uygunluk ortadan kalkar, sistem bozulur. Birbiriyle çelişen kurallar uygulanmaya başlanır. Mesela laiklikle ekseriyet demokrasisi böyledir. Bir yerde ekseriyet demokrasisi varsa laiklik olmaz. Laiklik varsa ekseriyet demokrasisi olmaz. Ama bugün tüm dünya hem lâikliği hem de ekseriyet demokrasisini benimsemiştir. Böylece toplum zamanla küflenir, taşlaşır.

İşte bu topluluğa ilâhi nur Allah’ın kitabı gelir. Topuluğu kaynatır. Yeni ihtiyaçlara cevap verecek şekilde madenler alta çöker, yerde kalır, diğerleri ise cüruf olup gider. Yeni uygarlık başlar. Bir eşyanın standardı yapılır. Zamanla topluluk tarafından benimsenir. Ona rakip olan mallar piyasadan çekilir. Ama uygarlık sebebiyle o mal işe yaramaz hâl almaya başlar. Bu sefer devreye girer, yeniden insanlara en faydalı ne ise o üretilir.

كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ

(Ka ÜAvLıKa YaWRiBu elLAHu)  

“Allah böyle darbediyor.”

Bundan önceki âyette Allah hakkı ve bâtılı dövüyor denmişti. Hak ve batılı dövmek demek, ikisini birbirine vurmak anlamına gelir veya ikisini dövmek anlamına gelir.

Hak ve bâtıl çarpıştırılmaktadır. Hak galip gelmektedir. Hak iktidar olduğu zaman artık bâtılın ortaya çıkmayacağı zannedilir. Bâtıl galip geldiği zaman da hakkın gelmeyeceği sanılır. Oysa nasıl gece ile gündüz varsa, yaz ile kış varsa, onun gibi toplulukların da geceleri ve gündüzleri vardır. Ne var ki hak birbirine eklenmektedir.

Hazreti Nuh bir ağaç dikti. Hazreti İbrahim onun gövdesini ve dallarını oluşturdu. Hazreti Musa yapraklarını, Hazreti İsa çiçeklerini oluşturdu. Hazreti Muhammed meyvesini olgunlaştırdı ve bize bıraktı.

Şimdi yeniden fidan dikiyoruz. Onun tohumunu yeniden yeşerteceğiz. Birinci Kur’an uygarlığından daha gür, daha yüce yeni Kur’an uygarlığını kuracağız. Evet, tohum onların ama ona biz yeni tarla açtık. Eskiden yağmurla sulanmıştır. Şimdi ise ilimle sulanacak. Asrımızın tekniği ile destek alacak. O genleri taşıyan tohum yeniden orman olacak.

Sahabelerin karşılaştıkları zorluk yeni bir İslâm tohumunu üretmekti. Onların şerefi o sebeple bizden çok çok fazladır. Ama onların yanında peygamber vardı. Cebrail gelip yol gösteriyordu. Bizim Cebrail’imiz âlimlerdir. Bu bakımdan biz de peygambersiz ilk medeniyeti kuruyoruz. Bizim ecrimiz de ona göre olacaktır, inşaallah…

الْأَمْثَالَ(17) (eLEaMÇALa)  “Meselleri darbediyor.”

Emsal” “mesel”in cemidir, çoğuludur. Mesel, bir şeyi benzeri ile anlatmaktır.

Tüme varmak veya tümden gelmek her zaman iki şeyi karşılaştırmakla olur. Ayırıcı bir özellikle tümden gelinir veya tüme gidilir. Ayırıcı özellik fasl yalnız kendilerinde bulunan özelliktir. Meselde ise birçok özellikler karşılaştırılır. Ortak almadan ziyade, aynı yerde yer alması ile yapılır.

Bir ağaç alınır ve bir insanla karşılaştırılır. Kökler ayaklardır. Biri ile yürünür, diğerleri ile tutunulur. Kolları da ayaklardır. Elle tutulur ve gerekli şeyler ağıza götürülür. Kökler de yerden suyu ve tuzları alırlar. Yani ağaçların ağzı parmaklarının üzerindedir. Ağacın ciğerleri yapraklardır. İnsanda deri var, ağacın da kabukları vardır.

İşte böyle, birinde benzerliği diğerinde ise yaptığı işi karşılaştırmak. Buna temsil denir. Yunanlılar tümdengelimi, Fıkıhçılar tümevarımı incelediler. Biz ise temsili ele alıyoruz ve yeni mantık oluşturuyoruz.

El-Emsal” harfi tarifle gelmiştir ve çoğuldur. İki şeyi karşılaştıracağımızda geviş getiren çift parmaklı hayvanlardaki ortak özellikleri anlatma analogdur. Birçok hayvanları birbiriyle karşılaştırıyorsunuz. Yani iki şeyi değil de, çok şeylerin ortak temsilini yapma olmuş olur. Allah böylece emsalleri darbediyor.

Biz fıkhımızı yaparken ne yapacağız?

  1. Geçmiş uygarlıkları inceleyip benzer çözümler üretmeliyiz.
  2. Doğayı inceleyip doğa kanunlarına göre benzerleri bulup yapmalıyız.
  3. Hayvanları örnek olarak almalıyız.
  4. Allah’ın âhirette yapacakları da bize örnektir.

Mantıkta tümdengelim okunur. Usulde tümevarım okunur. Bizim ise temsili anlamamız ve anlatmamız gerekir.

Temsilde her varlığın veya müessesenin:

  1. Maddesi vardır. Maddesinin mânâ ile ilişki kuracak vasfı vardır, bir de mânâsı vardır. Mânâsının da madde ile ilişki kuracak özelliği vardır. Böylece varlık tersim edilmiş olur.
  2. Maddenin iki kutbu vardır; maddenin mânâsı ve maddenin maddesi. Bunlar arasında ilişkiler vardır.
  3. Mânânın da böyle maddesi ve mânâsı ve onlar arasındaki ilişkiler. Bunlar kutup ve bağlardır.
  4. Maddenin mânâ dışındaki dört kutupla ilişkisi dörttür.
  5. Mânânın da diğer dört kutupla ilişkisi dörttür.
  6. Ana iki kutup dışında dört kutbun birbirine ilişkileri ve çevre ilişkisi dörttür.

Demek ki bir şey kendisiyle 25 (yirmi beş) öğeden oluşur.

İşte karşılaştırma bunun üzerinde yapılacaktır.

Mesel kalıbını oluşturmuş bulunuyoruz. Bu kalıbı Fıkıhçılar tarafından keşfedilen dörtlü sistemle bulmuş bulunuyoruz.

Kur’an’da Mürselât Sûresi vardır. Dişi kurallı çoğul en az üçü gösterir. Kalıp sistem kalıbıdır. Yani terkibi gösterir. Terkip de Kur’an’ın ifadesi ile çifttir. O halde muhkemat dediğimiz zaman dört kadar olmalıdır. İşte fıkıh bu dörtlülere dayanmaktadır. Biz de herhangi işlemi aldığımız zaman 24’ünü bulup anlatırız. Bu ilimler yeniden kurulacak. Bu ilimde emsal içinde yerleştirme önemlidir. O zaman aynı kelimeler değişik mânâyı taşıyacaktır.

 

                                        

 

 

 TEMSİL CEDVELİ

BÂTIN

Bâtının Şehadeti

Bâtının Alenisi

Bâtının Sırrı

Bâtının Gaybı

Bâtının Zahiri

ŞEHADET

Şehadetin Gaybı

Gaybın Şehadeti

GAYB

ŞEY

Şehadetin Zahiri

Zahirin Gaybı

Gaybın Sırrı

Sırrın Şehadeti

Zâhirin Bâtını

ALENİ

Aleninin Sırrı

Sırrın Alenisi

SIR

ZÂHİR

Zahirin Alenisi

Zahirin Şehadeti

Zahirin Gaybı

Zahirin Sırrı

 

TEMSİL SEKİZLİSİ (Semaniyete Ezvac)

 

 

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org (0532) 246 68 92

 

 


RAD SURESİ TEFSİRİ(13.sure)
1-RAD 1-4 AYET
2497 Okunma
2-RAD 5-9 AYET
2122 Okunma
3-RAD 10-14 AYET
2541 Okunma
4-RAD 15-17 AYET
3380 Okunma
5-RAD 18-21 AYET
2308 Okunma
6-RAD 22-25 AYET
2730 Okunma
7-RAD 26-30
2031 Okunma
8-RAD 31-34
1998 Okunma
9-RAD 35-40
2009 Okunma
10-RAD 41-43
3046 Okunma

© 2024 - Akevler