RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 3
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6)
وَإِنْ تَعْجَبْ (Va EiN TaGCaB) “Taacub ettin ise”
“Ucbe” yabancı, sessiz, ağzı kapalı demektir. Sonraları iki mânâ taşımaktadır. Tuhafına gitmek, yadırgamak anlamına gelir. Bir de yabancılarda görülen üstünlük nedeniyle hoşuna gitmek, hayran olmak demektir. Acibe, ya’cebu, aceben, acaib görünmek, acaib olmak demektir. “MiN” ile kullanıldığında müteaddi olur. Onun davranışından dolayı acayiplenmek, tuhaf karşılamak demek olur. Sen acayip görüyorsun anlamındadır.
Kur’an’ı tebliğ edenlere acaib gelir.
Biz Kur’an’dan istidlâl ederek diyoruz ki:
Allah insanlığı var etti. Bir çocuğun büyümesi gibi peygamberleri gönderdi, onları eğitti, yetiştirdi. İnsanlık geçmişi/tarihi dadılarla idare edildi. Başta peygamberler, sonra siyasiler, sonra filozoflar, en sonunda da sermaye insanlığı eğitti ve bugünkü seviyeye çıkardı.
Bugün ise insanlık rüşde ermiştir. Artık yeryüzüne “Adil Düzen” gelecektir. Bunu getirecek olan ise Allah’tır. Biz orada sadece takımımızı belirleriz; ya Allah’ın kaderini oynayan takıma geçeriz, ya da kaderini durdurmak isteyenlerin yanında yer alırız.
Ama hayır, kaderin olmadığını, kaderi güçlülerin yarattığını, bugün de güçlü olanların sermaye ve silahı olanlar olduğunu, dolayısıyla “Adil Düzen”in gelmeyeceğini, senin Adil Düzenci olmanın onlara acayip görünmene sebep olduğunu bildirmektedir.
Oysa bizim söylediğimiz ilâhi kaderin ifadesidir.
Bu kaderin böyle olduğunu nerden biliyoruz?
Tarihî gelişmeler insanlığın bu kaderini çizmiştir.
Kur’an da bu tarihî gelişmeyi teyit etmektedir.
Süleyman Akdemir’in Sosyal Denge kitaplarında insanlığın bu tarihî kaderi uzun uzun anlatılmaktadır. Orada insanlık tarihi 60 bin yıl öncesinden başlamaktadır. İlimde, dinde, ekonomide ve yönetimde bu devreler anlatılmaktadır. O zaman Kur’an’a dayanarak hesaplanan bu 60 bin yıl, bugün DNA’lar üzerinde yapılan çalışmalarla ilmen kanıtlanmıştır. Zafer Üskül, Ergun Özbudun ve diğerleri ısrarla tezi reddettiler, Süleyman Akdemir profesör olamadı. Sonra bu kitaplardan yaptıkları çalıntılarla bu iki profesör meşhur oldular, R. Tayyip Erdoğan da bunları kendisine baş tacı yaptı!
İslâm âleminin neden geri kaldığını anlamamızda bu olay size ibret olmalıdır. Bir şey bizdense o yanlıştır. Doğru söylese de dokuz köyden kovulmalıdır. Nitekim Süleyman Akdemir üniversiteden kovuldu. Milletvekili olacakken, yapılmadı. AK Parti kurulurken devre dışı bırakıldı. Son olarak, İstanbul’da ESAM’ın başına geçirme kararı alınmışken, Oğuzhan Asiltürk’ün etisiyle yapılmadı. Evet, hepsini sayacak olursak, doğru söyleyen çalışma arkadaşımız dokuz köyden kovuldu...
Ama yine de Kur’an’ın dedikleri galip gelecek, tarih bunları söyleyenleri ta’ziz edecek, karşı olanları da tel’in edecektir.
فَعَجَبٌ (Fa GaCaBun) “Acaib olan”
Acayip olan onların dedikleridir. Onlara göre: Allah kâinatı yaratmış, 60 bin yıldır gönderdiği kitap ve peygamberlerle insanlığı bugünkü seviyeye yükseltmiş; şimdi ise birden Batı’nın zulmünde ve sömürüsünde bırakacak, yeryüzü uygarlaşmaya gidemeyecek!..
O halde geleceğin dünyasında neler olacaktır?
- Ekonomide faizsiz kredileşme gelecek ve yeryüzü halk ekonomisine kavuşacaktır. Sermaye büyüğü ve küçüğü ile olacak ama tekel olmayacaktır. Ekonomi ilme, dine ve yönetime karışmayacak, tam ‘kuvvetler dengesi’ olacaktır. Faizsiz kredileşme olacak, krediler kamu denetiminde olacaktır.
- Yönetimde hakemlerden oluşan yargının üstünlüğü kabul edilecek, siyasi güç yargının kararlarını yerine getiren bir organ olacaktır. Yönetimde adalet sağlanacak, yönetim haklıyı kuvvetli kılan bir kurul olacaktır. Haklılık hakemlerden oluşan yargı tarafından belirlenecektir. Kimse zorla askere alınmayacak, siyasi haklar askerlik yapanların olacaktır. Ekseriyet demokrasisinin yerini ‘hicret demokrasisi’ alacaktır.
- Dinler devlet organlarında yer alacak, sosyal hizmetleri onlar yapacaklardır. Buna karşılık kamu bütçesinden pay alacaklardır. Dinde zorlama kalkacaktır. Dinler ilme, ekonomiye, siyasete hükmetmeyecek, bunlar da dine hükmetmeyecekler. Dinlerarası zorlama ve baskı olmayacaktır. Din değiştirmek serbest olacaktır. Dinler müsbet ilim ve dinlerarası dayanışma ile kendilerini yenileyeceklerdir.
- İlmî dayanışma ortaklıkları oluşacak, yasaları bunlar yapacaktır. Tedrisat serbest olacak, imtihanlar ortak ve resmi olacaktır. İmtihanla iktisap edilen dereceler dışında bir derecelenme olmayacaktır.
Bu sözler acayip değil; acayip olan bu sözleri acayip görmeleridir.
Bunları biz söylemiyoruz, Kâinatın Yaratıcısı yaptıkları ile söylüyor, Kâinatın Yaratıcısı gönderdiği kitapla söylüyor.
قَوْلُهُمْ (QaVLuHuM) “Acaib olan onların kavilleridir.”
Acayip olan onların sözleridir.
Burada onlar kimleri göstermektedir?
Ekseruhum, yani insanların ekserisine işaret etmektedir. İman etmeyen nâsın ekserisidir Sana inzâl olunan Kur’an’ın söyledikleri haktır ama insanların çoğu iman etmemektedir.
Ne diyorlar?
Siz taviz vermiyorsunuz.
Dünya taviz üzerinde oturmaz, oturamaz.
Kur’an bize taviz vermeyeceksiniz demiyor.
Eğer bir uzlaşma sonunda onların da bizim de yararımız varsa taviz veririz. Ama bir yerde onların da bizim de zararımız varsa, orada taviz vermek intihardır.
Batılılar neyde ısrar ediyorlar?
Faizde ısrar ediyorlar ve dünyayı felakete götürüyorlar.
Biz onlara burada taviz vermeyiz.
Nerede ısrar ediyorlar?
Zinada ısrar ediyorlar. Bu ısrar da aile müessesesini bozuyor, insanlığı çökertiyor.
Bunda da taviz vermeyiz.
Başka hangi konuda ısrar ediyorlar?
Dinsizlikte, lâikliği dinleri dışlama olarak anlamakta ısrar ediyorlar.
Biz bunda da taviz vermeyiz.
Avrupa müsbet ilmi tahrif ediyor ve dinleri için delil olanları dine karşı imiş gibi gösteriyorlar. Biz bunda da taviz vermeyiz, ilmî gerçekleri inkâr edemeyiz.
Biz onlara Kur’an’a inanın demiyoruz, Kur’an’ın dediklerini anlayın diyoruz. Anlatılanlar müsbet ilme uygunsa uyun diyoruz. Batı, teknikteki ilmî uygulamalarda başarılar elde etti, sosyal ilimlerde başarısız oldu. Hattâ başarısız oldu değil, başarmayı denemedi bile.
Biz şimdi ‘gelin, yerinden yönetimi getirelim’ diyoruz. Türkiye’de on bin bağımsız bucak olsun, her bucak kendi hukuk düzenini kendisi kursun. Merkezî kanunlarla onların iç yaşayışlarını sınırlamayalım. On bin bucak kendi kanunlarını kendisi yapsın, kendi yöneticilerini kendisi seçsin. Devlet ve insanlık ilim dünyasını desteklesin, değişik bucak projeleri üretsin. On bin bucağa, dünyadaki bir milyon bucağa tip anayasalar versin. Bucaklar kendi istekleri ile bunlardan istediklerini kabul etsinler, değiştirsinler, geliştirsinler, uygulasınlar. Bu demokrasi gereğidir. Her topluluk kendi kanunlarını kendisi yapmalıdır.
Bizim için bunların büyük yararları vardır. Bir milyon bucak ayrı ayrı deneme yeri olacaktır. Sonuçta ilim adamları bunları değerlendirir ve örnek yasaları geliştirirler.
Burada acayip olan ne var? Demokrasiye mi aykırıdır, doğaya mı aykırıdır?
Sömürüye aykırıdır.
Amerika’daki 200 tekelci dünyayı sömürecek diye insanlık bunca zulmü neden çeksin? Gümrüklerin ne yararı var, vizelerin ne yararı var? Biri bize izah edebilir mi? 200 kişi dünyayı sömürecek diye bunca memurlar, bunca ordular, bunca rüşvetler, bunca dökülen yaşlar ve kanlar nasıl mübah görülür?!.
Acayip olan onların bu görüşleridir.
أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا (EaEiÜAv KunNAv TuRAvBan)
“Biz türab olduktan sonra.”
Kâinat içinde parçacıklar vardır. Parçacıkların hızları vardır. Parçacıklar hızlarını birbirlerine aktarırlar. Bu hızları aktarma çeşitli yollarla olur. Yaşadığımız yeryüzünde iki varlık vardır. Parçacık ve ışık hızındaki parçacıklar. Parçacıklar ışık hızından düşük hızlara sahiptirler. Madde parçacıkları hidrojen atomu ve diğer 117 elementten oluşur. 102’den sonra gelen 16 element dayanıklı değildir. İnsan vücudunda ise en hafif elementler yer alır.
Hâsılı, insan maddeden yaratılmıştır. İnsanın madde dışında bir de ruhu vardır. İnsan topraktan yaratılmıştır, toprak olacaktır. Ama insanın ruhu topraktan değildir. İnsan öldüğü zaman bedeni dağılmakta ama yok olmamaktadır. Beden yok olmadığına göre ruh da yok olmamaktadır. Bir araba yaşandığı zaman hurdaya atılır ama şoförü öldürülmez. Şoföre başka araba aranır. Çürüyünce toprak olunmaktadır.
“Tîn” çamur demektir.
“Turab” toprak demektir. Yoğrulmamış toprak anlamındadır.
Kur’an insanın sulb ile teraib arasında huruc eden mâ ile yaratıldığını söylemektedir. Sulb, katı demektir. Teraib ise yumuşak, yere dökülmüş demektir. Salb etmek asmak demektir. İnsan bir taraftan asılmış, diğer taraftan yerden yani çevreden emdikleri ile büyümektedir.
“Turab olmak” demek, dağılmak, yere düşmek demektir, ölen insanın toprak olması demektir. ‘Sizi topraktan halk ettik, tekrar toprağa çevireceğiz’ ifadesi ile de bu teyit edilmektedir. Topraktan maksat tüm kâinatın var edildiği maddeler demektir. Yapımız yüze yakın sayılı elemanlardan oluşmaktadır. Topraktan yaratılmış bulunuyoruz. Tekrar topraktan dünyaya geleceğiz.
أَئِنَّا (Ea EinNaNAv) “Biz mi?”
Biz toprak olduğumuzda biz mi yeniden dirileceğiz?
Biz toprak olacağız. Sonra biz o topraklı hâlimizle yeniden dirileceğiz.
Burada inkâr edilen toprak olduktan sonra dirilmedir. İkincisi ise bizim dirilmemizdir. İki şeyin inkârı vardır. Biri toprak olanların dirilmesi, diğeri bizim dirilmemiz.
“E Ente E darabte Ahmede?”
Biz mi? Biz toprak olduktan sonra mı başka hilkatte olacağız?
Eğer ‘toprak olduktan sonra’yı başa alırsanız, Türkçede cümle beliğ olmaz. Arap dil mantığı Türkçenin tam tersi olduğu için söz beliğ olmamaktadır. ‘Biz toprak olunca mı?’ Cümle burada biter, haberi mahzuf olur. Çünkü zaten ‘biz toprak olunca mı’ sualinin cevabı ‘dirileceğiz’ olacaktır. İkinci cümle dirilmenin şeklini belirliyor. O da, yeni hilkatle mi dirileceğiz, yeni hilkat içinde mi olacağız?
Burada “E” inkâr “E”si değil, taaccüb “E”sidir. Tembel bir talebe için ‘O mu birinci oldu?’ dediğimizde, onun birinci olmasını sormuş olmazsınız, inkâr etmiş olmazsınız, acayibinize gitmiş olur. ‘Nasıl oldu da bu işi başardı?’ demiş olursunuz.
‘Biz toprak olunca, sahiden biz mi yeni yaratılışta olacağız?’ demiş oluruz.
لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ (La FIy PaLQin CaDIyDin)
“Yeni hilkatte mi olacağız?”
Önce bu hilkatimizi göz önüne alalım. Doğarız, gelişiriz ve ölürüz. Yaşarken de birtakım sıkıntılar ve acılar duyarız. Bu sıkıntı ve acılar bizim gelişmemiz ve korunmamız içindir. Acı duymazsak onu ihmal ederiz. Acıkmasak yemeyiz.
Dünyadaki tüm sıkıntılar normal hayatımız içindir. Bazı konularda ne yarar olduğunu bilemeyiz. Sevdiğimiz bir insan ölünce büyük bir üzüntü duyarız. Acı aylarca sürer. Hattâ yıllarca sonra bile ölümü hatırlarız ve olay bizi sıkar.
Bu acıyı duymamızın nedeni nedir?
Ölünün üzerine ağlama insanlara mahsus bir şeydir. Bunun da muhakkak bizim için bir yararı vardır. Tam açıklayamasak da hiçbir duygu boş yere değildir. Hiçbir olay boş yere değildir. Âhirette ise yaşamamız için çalışmamız gerekmeyecektir. Orada acı duyma olmadığı gibi sıkıntı da duymayacağız. Orada ölüm olmadığı gibi hastalık da yoktur.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Çevrenin şartları mı değişecek, yoksa biz mi farklı yaratılışta olacağız?
Farklı yaratılışta olacağız. Yani doğanın kanunları değişmeyecektir. Canlı yine meyve yiyerek yaşayacaktır. Yine de güneş enerjisi benzeri bir enerji olacaktır. Yeni yaratılış yeni kromozomlarla yani genlerle mümkündür. Bizim kromozomlarımız değiştiğinde biz tamamen değişmiş olacağız. Öyle olmasa, o zaman dünyaya gelmemizin bir anlamı kalmaz. Dolayısıyla insan genetiği korunacaktır.
Peki, acaba insan nasıl yeni hilkate geçecektir?
İnsanda bulunan sinir hücreleri yanında glial hücreler vardır. Bunlar hafıza hücreleridir. Sinir hücreleri çocukta oluştuktan sonra değişmediği, ölünceye kadar aynı kaldığı halde, glial hücreleri ihtiyaca göre artmaktadır. Âhirette bu hücrelerde oluşan bilgiler sayesinde ölümsüz hâle geleceğiz. Yani bilgisayarda değişiklik olmayacak, sadece programda yapılan değişiklikle yeni hilkate geçeceğiz. Bunu bu dünyada başarabilmemiz için o glial hücreleri oluşturacak programı bulmamız gerekir. Eğer bizim ecelimiz glial hücrelerde olsa bunu başarabiliriz. Programımız sinir hücrelerinde ise değiştirmemiz mümkün olmaz. Şimdiye kadar yapılan gözlemler ecelimizin sinir hücrelerinde olduğu anlaşılmaktadır.
Âhirette ne olacaktır?
Bu program kapatılacak, yerine eceli sonsuza giden bir program yapılacaktır.
Bir örnek evrelim. Bilgisayara ‘on defa çarpma işlemi yap ve bir saniye göster’ derseniz, o saymaya devam eder. Saniyeleri sayar, sonu da gelmez ama ‘100000 saniye dön ve dur’ derseniz, o kadar saniye sonra durur.
Bu dünyada hücrelerimize konan saatlere ‘şu kadar dön ve dur’ denmiştir. Oysa âhirette bu şart kaldırılacaktır. Ömrümüzün saatine ise ‘kan durursa dur’ denmiştir. Bu madde de kaldırılacaktır. Böylece arızalar olduğu zaman acı duymayacak ve ölmeyeceğiz. Arızayı gidereceğiz. Yaşlanacağız ama hemen yeni bedene girebileceğiz. Beynimizdeki programı oraya aktarabileceğiz.
“Halkan cediden”den maksadın ne olduğunu anlamak için Kur’an baştan sonuna kadar bu amaçla okunmalı, araştırılmalı, yorumlanmalı ve sonunda âhiret hayatı aydınlatılmalıdır. Âhirette dünyada yediklerimizi ve meyveleri yiyeceğiz. Su, süt, bal ve şarap ırmaklarından içeceğiz, kuş eti yiyeceğiz. Neye iştahımız olursa onu bulacağız. Bu dünyada olmayanları da bulacağımızı yine Kur’an bildirmiştir.
Bu ifadenin, “meyveleri birbirinden eklde üstün kıldık” âyetinden sonra gelmesi, yeni hilkat yeni meyvelerin, daha üstün meyvelerin oluşmasına imkan verecektir demektir. Yani şimdi yediğimiz besinlerde huld vitamini yoktur. Oradaki meyvelerde huld vitamini olacaktır demektir. Yani cennetin meyveleri içinde de genetik değişmeler olacaktır. Hormonlu meyveler yerine iksirli meyveler olacaktır demektir.
Yeryüzünün dengesini kurmak için melekler çalıştılar.
Âhiret için de belki şimdiden çalışmaktadırlar.
“Halkan cediden/ yeni yaratılış” hakkında bilgiler edinmekteyiz.
Entropinin büyümesi de önemli sorundur. Dünya fanidir, entropi büyümektedir. Âhiret ise bâkidir, entropi büyümeyecektir. Oysa bizim hayatımız entropinin düşmesine bağlıdır. Orada değişme tam verimli, periyodik olabilir. Yahut kıyamet olur ve yeniden cennet başlar. Bu değişimler biz ölmeden olur. Biz tayyi mekân yapacağımız için biz cennetten başka cennete göç ederiz. Bizim cennetimiz değişince tekrar geliriz. Bugün dört ve beş boyutlu uzayların varlığı kesin olarak kabul edildiğine göre, sorunlar çok basit ve kolay çözülmüş olacaktır. Biz seyahatimizi istediğimiz yere yapacağız. Yer yerindedir, bir yere gitmiyor.
أُوْلَئِكَ (EuLAvEiKa) “İşte onlar.”
Burada işaret edilen uzakta olanlar ‘bunlar’ değil de ‘onlar’. Bunlar sûrenin başındaki inanmayan nâsın ekseridir. İnanmayanları anlatmaktadır. İnzâl edilen hak olduğu halde onlar küfrediyorlar. Burada işaret edilen son zikredilen âhireti inkâr olsaydı “ülâike” değil de “hâülâi” olurdu. Burada işaret edilen sûrenin başında zikredilen “velâkin ekserisi iman etmezler”deki ekserisidir. Ekser müfret olmakla beraber mânâsı ile cemdir. “Ülâiküm” denmemesi, “ünzile ileyke”deki hikmete mebnidir. İçimizden hepsine ayrı ayrı anlatmaktadır.
İnsanlar iki sebeple inanmazlar.
Bir kısmı, söylenenin doğru olduğuna yakın getirmedikleri için inanmazlar. Elbette bunlar mazurdur.
Bir kısmı ise inanmamak için anlamak istemezler ve bu sebeple inanmazlar.
İşte sûrenin başında anlatılan inanmayanlar bu grup inanmayanlardır. Bizi söyletmek istemeyişlerinin sebebi budur. Gazeteleri vardır, dergileri vardır, radyoları vardır, televizyonları vardır, üniversiteleri vardır, mabetleri vardır. Bizim söylediklerimiz bunları doğrudan ilgilendirmektedir. Ama duymamak için bütün bunlar kapalıdır. Bizlere inanmış olan kimseler de ağızlarını açmazlar, açsalar bile sonra açmamak üzere kapatırlar.
İşte, inanmayanlar çoğunluktadır, ama delilleri yetmediği için değil, inanmak istemedikleri için inanmıyorlar.
الَّذِينَ كَفَرُوا (elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimselerdir.”
Gelen hak olduğu halde nâsın ekserisi iman etmiyor. ‘Toprak olduktan sonra mı yeni yaratılışla geleceğiz?’ diyorlar. İşte bunlar küfretmiş olan kimselerdir.
“Küfretmek” demek, bile bile hakikati/gerçeği kapatmaktır. Bilmeyi istememektir. Bilememek mazerettir. Ama bilmemeyi istemek mazeret değildir. İnanmayanlar yeter delil bulamamış olsalar mazur olurlar. Buldukları halde kabul etmemek ise küfürdür.
İnsanlar derece derecedir.
Ümmiler vardır. Bunlar velilerine tâbi olurlar. Kendilerinin sorumlulukları yoktur. Onların cezasını onları aydınlatması gereken veliler çekerler. Bunların kâfirlikleri velilerini dinlemeleridir.
Sailler vardır. Bunlar kendileri bilgiyi doğrulamak veya yalanlamak durumunda değildirler. Bunlar soracakları kimseleri kendileri seçerler. Fıtrî veli yerine, kendilerinin biat ettiği velisi ile istişare ederler. Bunların kâfirlikleri ise bile bile en iyi bileni kendilerine veli seçmemeleridir. Bunlar anne babalara uyarlarsa sorumlu olurlar. İçtihat edecek en iyi bilene soracaklardır.
Âmiller vardır. Bunlar aldıkları fetvalar ile amel edeceklerdir.
Ehli zikr ise kitabı seçecektir. Onlar bir müçtehidin kitabı ile amel edeceklerdir. Bu müçtehit hayatta olmalıdır.
Fakih ise değişik kitaplara dayanarak içtihat yapabilir. Ölmüş müçtehitlerin içtihatlarından yararlanabilir.
Rasih ise kendisi içtihat yapmalıdır, kendisi ilimde otoritedir.
Yani herhangi bir söz geldiğinde bu şekilde derecelendirmeler yapılır. Bundan sonra kanaat getirmezse, o zaman mazurdur. Ama araştırma yapan herkes hakkı bulur. Yani gelen hakkı bulur. Akılla bulur. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu çok kolay anlar.
İşte, öğrendikten ve gerçekleri anladıktan, ispattan sonra kabul etmeyen bir kimse kâfirdir. Yahut öğrenmek istemezse, ispatlara kulak vermezse, o da kâfirdir.
Burada önemli ayıraç ortaya konmuştur. Kur’an’a inanmayanlar âhirete de inanmazlar. Başka bir ifade ile âhirete inanmayanlar Kur’an’a da inanmazlar.
Şimdi Türkiye’de Allah’a inanmayan insan pek azdır. Kur’an’ı da reddetmezler. Ama pek çok insan ‘âhirete inandım’ dedikleri halde inanmamaktadır.
Şimdi soralım: Bir insan Allah’a inanmayabilir, Kur’an’a inanmayabilir, âhirete inanmayabilir. Bana kanıtlar kâfi gelmedi, ben bunlara inandım demeyebilir. Bunu anlamak mümkündür. Karşımızdaki insanı insan kabul etmek mümkündür.
Ama ben Allah’a inanıyorum, âhirete inanıyorum, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanıyorum; ama faizli işleri kaygı duymadan yaparım, zinayı meşrulaştırırım, hakem kararlarını kabul etmem diyebilir mi?
Evet, kâfirse diyebilir.
Herkes kendisini yoklasın, ben kâfir miyim değil miyim diye düşünsün. Kur’an’ın söylediklerine kendi sözlerini tercih ediyorsa, her soruyu dört delile dayanarak çözmüyorsa, çözenleri küçümsüyorsa, hiç şüphe etmesin ki kâfirdir. Hakka iman etmeyen kâfirdir.
بِرَبِّهِمْ (Bi RabBiHiM) “Onlar Rablerine küfretmişlerdir.”
Küfretmek ne demektir?
Eğer Allah’ın verdiği nimetleri değerlendirmezsen o da küfürdür, nankörlüktür.
Allah göz vermişse, onunla görünecekleri göreceksin. Allah eğer kulak vermişse, onunla söylenenleri işiteceksin. Ayakların varsa, emredilen yere gideceksin. Elin sakat değilse, yapılması gerekenleri yapacaksın. Böylece hem kendin kazanırsın, bu dünyada ücretini alırsın, âhirette de cennet gidersin, hem de verilen nimetin şükrünü eda etmiş olursun.
Küfretmek ne demektir?
Allah’ın bu verdiği nimetleri doğru dürüst değerlendirmezsen, sen hem bu dünyada ve âhirette hüsrana uğrarsın, hem de sana verilen nimetlere karşılık nankörlük etmiş olursun.
Allah göz vermiş, o büyük nimetini vermiş. Ondan sonra harama bakıyorsun. Nimetini böyle karşılıyorsun. Ne kadar günahkâr olduğunuzu düşünelim. İşte nâsın çoğu bu nankörlük içindedirler. Küfranı nimet aynı zamanda küfranı imandır.
“Ekseru’n-nâsi” isim cümlesidir. Bu da isim cümlesidir. O halde birbirine atıf caizdir.
Nâsın ekserisi iman etmiyor ve işte onlar Rablerine küfreden kimselerdir.
Yetiştiren ve eğiten kimselere nankörlük edilmemelidir. Usta-çırak ilişkilerinde bu usule riayet ediyoruz. Bir usta çırağa ustalık yetkisi verdi mi, o usta onun denetiminde iş yapar. Yaptığı işleri ona kabul ettirir. Aldığı ücretten onu da paylaştırır.
Bunu nasıl yapıyoruz?
Bir kimse öğleden önce düz lise ve fakültede okur. Burada genel kültür alır. Günün yarısında da bir meslekte çalışır ve yetişir. Bu okuldan çok usta-çırak ilişkisi içinde yapılır. Onu yetiştiren ustanın çırağı olur. Mesleğini onun sorumluluğunda yürütür. 40 yaşına gelinceye kadar bu çıraklığı devam eder. 40 yaşına gelince artık kendi ustasına ücret vermez. Çırak da yetiştirmez. 63 yaşına kadar kendi çalışır kendi üretir. 63 yaşından sonra artık kendisi çalışıp üretmez, 40 yaşına gelmemiş çalışanların sorumluluğunu alır ve bunun karşılığında onlardan pay alır.
Bu husus “Adil Düzene Göre Anayasamızda” açıkça yazılmamıştır uygun yere konmalıdır. Madde: “İlmi medreselerde okuyanlar aynı zamanda iş yaparlar. 40 yaşına kadar her meslek sahibi ancak birinin kontrolünde mesleğini sürdürebilir. Kazancının beşte birini 63 yaşını geçmiş kontrolörlerden birine yaptırmak zorundadır. 40 ile 63 yaşında olanlar mesleklerini bağımsız olarak sürdürürler. Sadece yargı denetimi vardır.”
Buradaki “Birabbihim” kelimesi bize böyle bir bağlılığın olması gerektiğini ifade etmiş olur. Mürebbiye nankörlük edilmemesi gerektiğini öğrenmiş oluyoruz.
وَأُوْلَئِكَ (Va EuLAEiKa) “Ve işte onlar.”
Onlar Rablerine küfretmiş kimselerdir ve işte onların boyunlarında eglâl da vardır.
Burada “ve” harfi onların farklı olmasından değil, onların farklı olan özelliklerini anlatmaktadır. Burada dört özellik anlatılmaktadır. Nâsın ekserisi inanmıyor, nankörlük yapıyor, inat ediyorlar ve onlar nâr ashabıdır. Direniyorlar. Sıfatların ayrı olması nedeniyle onlar tekrar edilmiştir. Bununla beraber sonunda hepsi inanmamaktadır. Ama inanmama başka başka şekildedir. Kâfirdirler, inatkârdırlar ve nâr ashabıdırlar.
الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ (eLEaĞLAvLu FıY EGNaQıHiM)
“Onların boyunlarında eglâl vardır.”
Bundan önceki sıfatta “ellezîne” ile gelmiştir. Bundan sonra gelen ise sadece cümleler olarak gelmiştir. “Ellezîne”de hem kâfir olanlar bellidir, hem de küfrettikleri bellidir. Bize maruftur. Sonra bunlar cemaat hâlindedirler. Organize olmuşlardır.
Belli olan küfürleri nelerdir?
Rabden gelen hakkı kabul etmemektir. Hak olduğu açıkça belli iken, ispatlanmış iken kabul etmemeleridir. Hak olmanın iki anlamı vardır. Biri bilgi olarak doğru olmasıdır, diğeri ise getirdiği hükümlerin sağlıklı olmasıdır.
Çok açık ve net olarak ifade ediyoruz.
Allah evlilik dışı ilişkileri yasaklamıştır. Erkeklere de evlenme dürtüsünü vermiştir. Bütün erkekler evlenmek istemektedir. Ailenin geçimini erkekler yüklendiği gibi, erkeklerin kadınlara boşanma tazminatını baştan vermeyi teşri etmiştir. Böylece çok evlilikle bütün kadınlar koca bulmuş olmaktadır. Her erkeği de çalışmaya zorlamaktadır. Kazanamayan erkekleri eşsiz bırakarak nesil seleksiyonu olmaktadır. Oysa eğer her kadına koca bulmazsak onların cinsi ilişkilerine izin vermemiz gerekir. Bir kadın birkaç erkeği tatmin edeceği için artık erkekler evlenmiyor. Sonunda aile müessesesi yıkılıyor. Nitekim Batı’da yıkılmıştır.
İşte bu açıklama gayet net ve açıktır.
Ama yeryüzünde tek evlilik moda olduğundan bize cephe alıyorlar. İnanmış namaz kılan kimseler bile karşı çıkıyorlar.
İşte ekseriyet böyledir. Bunların da aklı vardır, ama gerçekleri tasdik etmezler.
“Ğulle” kuyudan suyun çekilmesi için kullanılan iptir, çekilen iptir. Susuz olma mânâsına gelir. Ganimetten bir şey çekip kaçırmak da galledir. Savaş dışı esir almak da galledir. Elin kolun boyna bağlanması da galledir. Bir insanın boynunu bir yere bağlayıp bir şeyi düşünemez hâle getirmek de bir galledir.
“Boyunlarında aglâl vardır” demenin iki mânâsı vardır. Boyunlarında ipin takıldığı halka vardır. Sadece ip bağlanarak develer veya insan çekilmez, çünkü boğulurlar. Başa halka geçirilir, o halkanın üzerine ip takarlar. O iple çekerler. İşte ipi bağlamak için boyuna takılan şeye “ğulle” denmektedir, çoğulu “ağlâl” gelir.
“Kamh” buğdaydır. “Ikmah etmek” demek, su içmek demektir. Eğer hayvanlar çok buğday almışlarsa, sonra da su içerlese karınları şişer ve ölürler. Su içmekten imtina eden develere “ıkmah etti” denmektedir.
Bize göre buğdayı gören hayvan buğdayın peşine koşar. Buğdaya yetişemez. Sürüklenir. Boyunlarında bağlandıkları ip vardır. Buğdayın peşine çekilmektedir demektir.
Yani düşünerek ve anlayarak değil de, başlarına takılan yularla inek gibi çekilmektedirler. Onlar boyunlarında tasmaları olanlardır. Onunla çekilmektedirler.
Onlar yetiştiricilere nankörlük ettiler, hakkı kabul etmemede direndiler. Hakkın gereği olanları yapmaktan kaçındılar. Kâfir oldular. Başlarına yular takıldı. Şimdi başkaları onları o yularlarından çekmektedir.
Şimdi Türkiye’deki yazarları düşünün. Her biri bir yayın organının köşe başına gelmiştir. Ellerinde büyük silahları var, istediklerini anlatma gücüne sahiptirler. Okuyucuları vardır. Her gün onları okuyorlar ve sözlerinin etkisinde kalıyorlar. Bunlara milletvekilinin, hattâ bakanın aldığı maaştan fazla para verilmektedir. Ne var ki şimdi ağlâl ile bağlıdırlar. Çünkü bunlar patronlarının istediklerinden başka bir şey yapamazlar. Boyunlarında tasmalar var, onların istedikleri yerlere çekilmektedirler. Patronlar da tekel oluşturmuşlardır. Yani bütün basın ve yayın mensubu olanlar tek elden iplerle çekilmektedir.
Benim bu söylediklerime yalan ve yanlıştır diyebilecek var mıdır?
İşte bunlar nankörlük yapmakla kalmamakta, aynı zamanda dinsizliğe doğru çekilmektedirler. Beş yüz yıldır tekel sermaye insanları dinsizleştirmek için faaliyettedir. Böylece inanmamış insanları emrine alacak, tüm insanlığı istediği istikamete götürecektir. Onlar inanmıyorlar, nankörlük ediyorlar ve dalâlete sürükleniyor, yularla çekiliyorlar.
وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (Va EuLAvEıKa EaÖXAvBu elNAvRı)
“Onlar nâr ashabıdır.”
Yine “onlar” kelimesi tekrar edilmiştir. İsmi işaretle gösterilmiştir. İzhar edilmemiştir. İzmar da edilmemiştir. İzhar edilse, o zaman ekseri olanlar başkaları olurdu. İzmar edilse, uzak ve yakın olanlar belirlenmemiş olur. O zaman ismi işaret kullanılır. Türkçede onlar hem zamir hem de ismi işaret olduğu için bu incelik verilemez.
İşte onlar, iman etmeyenlerin ekserisi, yani küfredip de iman etmeyenlerin çoğu nâr ashabıdır, nâr arkadaşlarıdır.
Kur’an’da “ashab” ve “ehl” kelimeleri kullanılmaktadır.
Aralarında ne fark vardır?
“Ehl” daha çok kendi yapıları gereği oranın ferdi olmuşlardır. Ehl-i beyt kullanılmaktadır. Ashab-ı beyt kullanılmamaktadır.
“Ashab” daha çok arkadaş olma, beraber olma, içinde bulunma demektir. Ashab-ı karye demek, karyede/köyde bulunanlar demektir. Ehl-i karye demek, karyenin sahipleri demektir. Ehl-i kitab denmektedir. Ashapta geçicilik vardır. Ehlde devamlılık vardır. Yani ashapta daha çok orada olma vardır, ehlde oraya mâlik olma vardır.
Burada “ashab-ı nâr” denmektedir. Nârın yerlileri olarak tanımlanmıştır.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) (HuM FIyHAv PAvLiDUvNa)
“Onlar orada haliddirler.”
“Halid” kelimesi iki şekilde yorumlanabilir. Onlar orada ebedidirler anlamı çıkar. Bu takdirde ebed kelimesine gerek kalmaz. Oysa halidine ebedâ denmektedir.
“Haliddirler”in mânâsı nedir? Yani süreklidirler. Bazen çıkıp bazen girmeyecekler, hep sürekli orada kalacaklar demektir.
İnsanlardan azı bu dünyada imtihanı kazanmış ve cenneti hak etmiştir. Oysa çoğu âhirete inanıp ona göre amel etmediği için inanmamıştır, küfür içindedir. Onlar cennete giremeyecekler demektir.
Bu şekilde anladığımız zaman cennette çok az kimse olacak, biz ise orada zor olacağız. Rabbimiz bize merhamet eder de gaflete dalmaz, O’nun emirlerini küçümsemez, mü’min olmayı namaz kılıp hacca gitmekten ibaret sayamazsak, O’nun vâsi rahmeti sayesinde cennette olacağız, inşaallah. Yoksa bizim nankörlüğümüz, günlük modalara uyup sürüklenmemiz, şüphe çekmelerimiz bizi cehennemin ortasına götürecek durumdadır.
Hangimiz çevremizin etkisinde kalarak şeriattan uzaklaşmadığımızı söyleyebiliriz?
***
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ (Va YaSTaGCiLUvNaKa)
“Senden isti’cal ediyorlar.”
Acele olmasını istiyorlar.
“Icl” inek danasıdır. Dana bir yerde durmaz, sağa sola debelenir. Buna acele etmek de denmektedir. Acele etmek demek, yol almadan debelenmek demektir. Yerinde tepinmektir. Bir şeyi çabuk yapıp sona erdirmek acele değildir. Acele etmek, yol almadan çabalamaktır. Elinde olmayan bir şeyi çabuk olsun diye çaba göstermektir.
“İsti’cal etmek” de, birisinin elinde olmayan bir şeyi hemen yapmasını istemektir.
Buradaki muhatap kimdir?
Kur’an’ı onlara ulaştıran kimsedir.
Biz diyoruz ki:
İnsanlık tarihi gelişme içindedir. Her an evrimdedir. Din bir eğitim müessesesidir. Dindarlar kişilerin ahlâkını topluluğa uyacak şekilde oluşturmaya çalışırlar. İnsanların ahlâk tarafını din, bilgi tarafını ilim olgunlaştırır. Bu ikisi her insan için gereklidir.
Meslekî eğitim ise çalışanları ilgilendirir.
Askerî eğitim de savunanları ilgilendirir.
Ama ahlâk ve bilgi eğitimi ve öğretimi, beşikten mezara kadar gider.
Gelecekte değişik dinler bir arada uzlaşmış bir şekilde yaşayacaklardır. Lâiklik budur.
İlim de ortak imtihanlarla belirlenecek ve ehliyeti ifade edecektir. Öğrenim ise tamamen serbest olacaktır.
Faizsiz kredileşme ile ekonomi düzenlenecektir.
Sosyal yapı aile müessesesine dayanacaktır.
Siyasi dayanışmaya katılanlar siyasi haklara sahip olacaklar.
Bunları benimseyen parti ve topluluklar yaşayacak, kabul etmeyenler sosyal tufan içinde boğulup gideceklerdir.
Biz bunları söylerken, bunları yapmayanların veya yapması gerekenlerin tedbir almaları için söylüyoruz. Onların bu sosyal tufan içinde boğulmaması için söylüyoruz. Çağımızdaki sosyal Nuhun gemisine çağırıyoruz.
Gelin, biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı yaptık. Geliştirmeye çalışıyoruz.
Gelin, siz de bize katılın. Aksi halde sosyal tufan olunca boğulup gideceksiniz.
Onlar bize; hani boğulmadık, hanı yıkılmadık deyip duruyorlar...
Boğulsaydınız, zaten şu anda konuşamazdınız;
Konuşasınız diye yaşıyorsunuz…
Ama böyle nereye kadar?..
السَّيِّئَةِ (elSayYiATi) “Seyyieyi”
Kötülüğün bir an önce gelmesini istiyorlar, acele olmasını istiyorlar. Zaman kazanıp kendilerini düzelteceklerine, bir an önce kötülüğün gelmesini istiyorlar.
Bugün Türk milletine Allah’ın en büyük nimeti AK Parti’dir. Böylece zaman kazanıyoruz. Ülkemiz uçuruma gidiyor, o bir çare bulamıyor, ama Türk halkına kolaylık yapıyor, çare bulmasını istiyor. AK Parti sayesinde seyyie erteleniyor.
Türkiye uçuruma gidiyor...
Dünya uçuruma gidiyor...
Ama bunun müsebbibi AK Parti değildir. Bu tarihî gelişmedir. Geçmiştekiler o kadar başardılar ve bize bugünkü Türkiye’yi hazırladılar. Allah hamd edip onlara dua etmemiz gerekir. Onlar Türkiye’yi Sevr’den Lozan’a getirdiler. Tarım döneminden sanayi dönemine getirdiler. Tek partiden çok partiye getirdiler. Din karşıtı yönetimden dine saygılı lâik yönetime getirdiler. Ülke nüfusunu on milyondan yetmiş milyona çıkardılar.
Bunlar Allah’ın bize in’amıdır, nimetidir. Bize bunları atalarımız miras olarak bıraktı.
Evet, bugün ağır sorunlarımız vardır.
Çevremiz kirlenmektedir.
İnsanımız dejenere olmaktadır.
Ülkemiz mafya ülkesi hâline gelmektedir.
Dünya bize karşı bombalar imal edip saldırıya hazırlanmaktadır.
Bu gidişle Cumhuriyetimiz yıkılacaktır...
AK Parti bunlara tedbir almamaktadır, alamamaktadır. AK Parti’yi biz iktidar ettik. Ondan daha iyisini bulamadık. Şimdi belediyelerin yeniden seçiminde de tüm beceriksizliklerine ve vurdumduymazlıklarına rağmen yine onlara oy vereceğiz. Ama diğer taraftan da AK Parti’nin bir an önce gitmesini isteyenler saldırılarına devam etmektedirler. Oysa AK Parti’nin oyalama siyasetinden yararlanıp bizim haseneyi getirmeniz gerekir. Hasene geldiğinde seyyie kendiliğinden gidecektir.
قَبْلَ الْحَسَنَةِ (QaBLa eLXaSaNaTı) “Haseneden önce.”
Hasene gelmeden seyyienin gelmesini istiyorlar
Adil Düzen Partisi gelmeden AK Parti’nin gitmesini istiyorlar.
Yani 28 Şubatı istiyorlar…
Türkiye borçlarını ödeyip ekonomik bakımdan bağımsız ülke hâline gelmeden önce ordunun savaşmasını istiyorlar.
Irak’a gireceğiz!
Filistin’e gideceğiz!
Dünyayı biz düzelteceğiz!
Oysa biz bugün ülkemizi zor savunacak durumdayız. Bu hâlimizle başkalarını nasıl düzeltebiliriz. Önce iyilik gelecek, hasene gelecek; ondan sonra seyyie gidecek.
Evet, AK Parti gidecek, ama Adil Düzen Partisi kurulup ülkede teşkilatlandıktan sonra gidecektir. Ordu dindar olacaktır. Ama bağımsız Türkiye olduğu zaman, borçsuz ülke olduğu zaman. Herkese iş ve aş bulduğu zaman. Kendi basınını oluşturduğu zaman.
Kur’an, çok açık ve net olarak insanların haseneden önce seyyieyi isti’cal etmemelerini istiyor. Çünkü hasene gelmeden mevcut iktidar veya mevcut düzen çökerse, artık geri dönüşü olmayan bir duruma döneriz.
Ergenekon’un yargılanması yanlıştır. Onlar suç işlediler ama zulüm düzeninde suç işlemeden devlet yönetilemez. Ergenekoncuların muhakemeleri çok yanlıştır. “Adil Düzen”i getirirsiniz. Eski suçları da affedersiniz. Ondan sonra suç işleyen olursa gözünün yaşına bakmadan, dünya ne der demeden asarsınız, idam edersiniz.
Bugün Ergenekoncuları muhakeme etmek demek, tüm devlet görevlilerini korku içine sokma, görev yapamaz hâle getirme ve sonunda hepsinin birleşip isyan etmesine götürür. Orgeneralleri hapse atmak intihardır. Ordu komutanı yapmışsın. Yüz binlerce insan için öl emri verme yetkisini vermişsin, yani orgeneral yapmışsın; ondan sonra da onu sivil mahkemede muhakeme ediyorsun. Olmaz beyler olmaz. Onu ancak yine ordu muhakeme edebilir, sivil mahkeme muhakeme edemez.
Devleti yönetmek çocuk oyuncağı değildir. “Adil Düzen” gelmeden bu tür davalar sadece yıkıcı olur. Askerlikte adalet aranmaz, hukuk aranmaz. Askerlik demek, ne pahasına olursa olsun düşmanı yenmektir. İstiklâl Savaşı’nda karşı çıkan eşkıyalar oldu. Ne yaptık? Onları astık, kurşuna dizdik. Biz yapmasaydık Yunanlılar asacaktı. Ama o zaman bugün Türkiye’de onların çocukları yaşamayacaktı. O asılanlara o zaman kim karşı çıktı?
وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ
(Va QaD PaLayT MiN QaBLiHiM MaÇuLAvTu)
“Kendilerinden önce mesulat geçmiştir.”
Benzerleri daha önce geçmiştir. Doğa kanunundur. Daha iyisi gelmeden kötü gitmez. Böyle olmasaydı uygarlık olmazdı. Uygarlık demek, eskisinden daha iyisinin olması demektir. Bunun için önce kötülükler olur. İnsanlar sıkılmaya başlarlar. Kendilerine çare ararlar. Örgütlenirler. Ondan sonra kötülük gider, yerine iyilik gelir. Dünyada gelişme olur.
Sosyalizm gelip insanların ellerinden mallarını mülklerini aldı. Ama ne oldu? Biraz sonra o da gitti. Daha ileri adım atılmadı.
Ama bütün bunlar ileri adım için hazırlık oluyor.
Aynı şekilde 28 Şubatçılar geldiler, 5 sene Türkiye’yi inim inim inlettiler. Şimdi AK Parti döneminde Türk milleti haseneyi arıyor…
وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ
(Va EinNa RabBaKa La ÜUv MaĞFiRaTin)
“Ve Rabbin mağfiretlidir.”
Bu âyet iyi bir müjde ile gelmektedir.
İnşaallah AK Parti düzelecek, cesaretli olacak, kendi başına “Adil Düzen”in gelmesi için çaba gösterecek. Böylece kendileri de Türk milleti de kurtulmuş olacaktır.
Bizi mağfiret edecek “Adil Düzen”i getireceğimize, AK Parti’yi getirdik, işin kolayına kaçtık. AK Parti’yi de mağfiret edecektir. AK Parti altı seneden beri günlük oyalanmadan başka bir şey yapmadı.
AK Parti neler yapmalıdır?
- Siyasi partilere anayasa hazırlamak üzere her yüzde 5 oy oranı için bir ilim adamı seçtirecek. Askerlerin daha evvel kurdukları anayasa ilmî heyetini kuracaktır. Partiler birbirlerine oylarını kullandıracaklardır.
- AK Parti kendi ilmî kontenjanının yarısını Akevler Adil Düzen âlimlerine verecektir. Yani dört beş âlimi onlardan atayacak. Prof. Dr. Arif Ersoy, Y. Doç. Dr. Süleyman Akdemir, Prof. Dr. Ali Erişen ve Prof. Dr. Hira Karagülle bunlar olabilirler.
- Demokratik yoldan oluşan ilim heyetinde anayasa hazırlanmalıdır. Bu anayasa Ebu Hanife’nin çalışma usulü ile hazırlanmalı, ittifak edilen hususlar metinde yer almalıdır. İhtilaf edilen hususlarda onda yediden fazla ittifak varsa o metne geçebilir. Kalanlar dipnot şeklinde herkesin görüşü olarak yer almalıdır.
- Bu anayasa Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmeli, orada oluşan kurmay heyeti de askeri bakımdan incelemeli, onlar da görüşlerini ortaya koymalıdırlar.
- Seçime her parti kendi anayasasını halka arz edip onunla seçime gidilmelidir. Halk anayasalara oy vermelidir. Elde edilen sonuca göre yeniden ilim heyeti oluşturulmalıdır. Bu sefer ilim adamları sıralama usulü ile ortak başkan seçmelidir. Bu başkan istişare ederek anayasaya son şeklini vermelidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde usulüne göre görüşülüp yasallaşmalıdır.
İşte Allah o zaman bu partinin günahlarını mağfiret edecektir.
Biz ne istiyoruz?
“Adil Düzen Anayasası” gelsin diyoruz. İlim adamları ile tartışalım. Biz tebliğimizi yapalım diyoruz. Onlar sadece dinleyip anlasınlar, bize yeter.
لِلنَّاسِ (Li elNAvSı) “Bütün insanlar için.”
Genel olarak dinler Allah’ı yalnız kendilerine rab olarak kabul eder, başka dinde olanlara karşı Allah’ı düşman olarak görürler. Herkes sanki Allah sadece onun Rabbi imiş kabul eder. Oysa Allah bütün insanların Rabbidir ve onların hepsini mağfiret eder durumdadır, tüm insanları affedicidir. Allah tüm insanları “Adil Düzen” kurmaya davet ediyor. Türkiye kendi anayasasını yapıp uygulamaya başladığında tüm dünya bu deneyimden yararlanacak, Allah onları mağfiret edip III. bin yıla daha az sancılı girmiş olacağız.
“Adil Düzen” insanlıktan ne istemektedir?
- Yerinden yönetimli, dayanışmalı ve hakemlerden oluşmuş, yargının üstünlüğünü tanıyan, ortak vekille karar alan, hicret demokrasisini istemektedir.
- Müsbet ilmin hakemliğinde, bütün dinlere kamu yönetiminde dengeli olarak yer veren lâiklik istemektedir. Dinsizlik tasallutundan kurtarılmış bir lâiklik istemektedir.
- Kamu payından çalışmayanlara veya çalışamayanlara yeryüzünün kirasından pay verilmesini istemektedir. Aidatsız sigorta istemektedir.
- Faizsiz kredileşmeye dayanan tekelleşmemiş halk ekonomisini istemektedir. Zengin olacak ama tekel olmayacak.
Böyle düzene geçtiklerinde Allah geçmişte işledikleri zulümleri mağfiret edecektir.
“Adil Düzen” intikam dini/düzeni değildir.
عَلَى ظُلْمِهِمْ (GaLAy JuLMıHıM) “Zulümlerine rağmen.”
İnsanlık zulüm yapmaktadır.
Halk zulüm yapmaktadır.
Yöneticiler zulüm yapmaktadır.
Halk/üreticiler ürettikleri mallarda sahtekârlık yapmakta, ölçülerde, tartılarda, kalitelerde hile yapmaktadır. Halk verdiği sözlerde/sözleşmelerde durmamaktadır. Halk vergi kaçırmakta, halk rüşvet vererek kamu hakkını gasbetmektedir.
Devlet de halka zulmetmektedir. Önce kaldıramayacağı vergi yükü yüklemektedir. Halkı denetimiyle inim inim inletmektedir. Mahkemeler onlarca yıl sürmektedir. Halktan aldığı faizleri zenginlere aktarmaktadır. Zulüm düzeninin tüm gerekleri yerine gelmektedir.
وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6)
(Va EinNa RabBaKa La ŞaDIyDu eLGIQABı)
“Rabbın ikabı şiddetli olandır.”
Tevbe ederseniz mağfiret olunacaksınız.
Tevbe etmezseniz akıbetiniz kötü olacaktır.
Allah dünyayı sizin keyfiniz için zulüm içinde bırakmaz.
RA’D SÛRESİ TEFSİRİ - 4
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ(1) اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ(2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ(3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ(4) وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَئِذَا كُنَّا تُرَابًا أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(5) وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ(6)
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِي(9)
وَيَقُولُ (Va YaQUvLu) “Kavlediyorlar.”
Sana indirilen kitap haktır. Ancak insanların ekserisi iman etmiyor Aceb ediyorsan, onların kavilleri acibdir. Ve haseneden önce seyyieyi istical ediyorlar ve şöyle diyorlar. Acayip olan onların toprak olduktan sonra mı dirileceğiz sözleridir. Ve âyet indirilmeliydi diyorlar. Cümlesine atıf değildir. Öyle olsaydı “ve kavluhum” şeklinde olurdu. Fiil cümlesi fiil cümlesine atfedilmişse “yesta’ciluneke”ye atfedilmiş olur. Eğer burada “aleyhi” değil de “aleyke” olsaydı o zaman istical olurdu. Senden istical ediyorlar diyor. Ama sonra onun üzerine diyenler başkalarıdır demektir. Bu cümle yukarıdaki ekserisine atfetmektedir.
Kur’an’daki atıfların nerelere olduğu tesbiti en önemli sorundur. Burada olduğu gibi ifadeler öyle kullanılır ki nereye atfedildiği karine ile sabit olur. İnsanların ekserisi iman etmezler, kâfirler ise ona âyet inzâl olunmalıydı derler şeklinde atıf yapılmıştır.
الَّذِينَ كَفَرُوا (elLaÜIyNa KaFaRUv) “Küfretmiş olan kimseler.”
“İman etmek” bir şeyi güven altına almak demek olduğu gibi, “bi” ile gelince de onunla kendini güven altına almak anlamında olur. Yukarıda “ekserisi iman etmez” diyerek gelen hak ile kendilerini güven altına alsınlar demektir, yahut da hakkı güven altına almazlar demektir. Dayanışma ortaklıkları kuruyorsunuz. Hakemlerin verdiği kararlara uymayanlara karşı birlikte savaşacağınıza söz veriyorsunuz. Bu imandır.
Bu hem kendimizi emniyete almak anlamındadır, hem de hakkı emniyet altına almak demektir. Sözleşmelerle tesbit ettiğimiz kuralları güvenceye almak demektir. Dolayısıyla hakkı güvenceye almak demek, kendimizi güvenceye almak anlamındadır. İşte iman budur. Yani iman demek güvenlik sistemini kurmak demektir. Kurucu olarak if’al babından emniyete alansın, ama sen de o güvenceden yararlandığın için de kendini onunla yani güvence sistemi ile emniyete alansın demektir.
Bu nasıl sağlanır?
Allah’ın nimetlerine şükretmekle olur. Madem ki Allah bize bu gücü ve kuvveti verdi, biz de onu kullanmakla yükümlüyüz. İman etmek demek genel güvenliğe katılmak demektir.
Bu genel güvenliğe katılmak nasıl olur?
Bedenen katılırsınız veya cizye verirsiniz.
Bunların hiçbirisini yapmazsanız küfranı nimet edersiniz, nankörlük yaparsınız. Bu “küfretmiş olan kimseler” cizye vermeyen kimselerdir. Yani askere gelmedikleri gibi cizye de vermezler. Ama bunlar hakem kararlarına uyarlar. Dolayısıyla aramızda çıkan ihtilafları hakemler yoluyla hallederiz. Hakem kararlarına uydukları müddetçe biz bunların mallarına ve canlarına dokunmayız. Ama cizye vermedikleri için biz onları korumayız. Kendilerine tahsis edilen topraklardaki olaylara karışmayız.
Burada kâfirleri zikretmiştir. İzmar etmemiş, “ve yekûlûne ellezine keferu” demiştir. Halbuki bir âyet önce “ve yesta’cilûneke” denmiştir. Çünkü her inanmayan kâfir değildir. İnanmaz ama kâfir de olmaz. Biz bunlara müslim diyoruz. İnanmayanlar hakka karşı çıkmazlar ama ona göre de amel etmezler. Burada önemli bir hususa işaret etmemiz gerekir.
İnsan bildiğine iman eder ve onu savunur. Yanlış olduğunu bildiğini reddeder ve ona karşı cihat yapar, mücadele eder. Mü’min budur.
Kesin olarak doğru olduğunu bildikleri halde onu kabul etmeyip reddedenler kâfirdirler. Kesin olarak yanlışlığını bildikleri halde onu savunanlar da kâfirdirler.
Asıl sorun şudur. Kesin olarak doğru veya yanlış olduğunu bilmediğimiz karşısında ne yapacağız? Görüşlerimizi beyan edecek ve ondan sonra kendi içtihadımızla amel edeceğiz, başkalarını kendi içtihadımıza davet etmeyeceğiz. Herkes kendi içtihadı ile amel edecek.
İşte kâfir olanlar onlardır ki bildiklerinin aksini iddia ederler.
En kötü tarafları, onlar kendi bildiklerini hak ve başkalarının görüşlerini bâtıl sayar, herkesi kendi görüşlerine zorlarlar. İşte bunlar kâfirdirler.
Lâiklik bu zorlamayı yapmamaktır. Herkesin kendi görüşünde olmasını sağlamak ve doğruyu bulmaktır. Sadece icmalarla sabit olanların herkes tarafından benimsenmesi gerektiğini kabul etmektir.
İşte mü’minler hakka yani icma ile sabit olanlara uymayanları zorlayan kimseler demektir. Cihad budur. Yani hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uymaya zorlamaktır. İman etmeyen ama kâfir olmayanlar da kendileri hakem kararlarına uyarlar. Kendileri icmalara karşı çıkmazlar. Ama icmalarla sabit olanlara ve hakem kararlarına uymayanlara karşı da tavır takınmazlar. İşte bu anlayışımızı bu âyet teyit etmektedir.
Kâfir olanları iman etmeyenlere atfedince, küfredenlerle iman edenleri birbirinden ayırmış olur. Aralarında ilişki vardır ama iman etmeyenlerin hepsi kâfir değildirler demektir.
Yenibosna’da kooperatif merkezimizde yapılan çalışmalarda Arapça dersler yapılmakta ve okunmaktadır. Matuf, matufun ileyhin aynısı değildir kuralını biliyorlar. Bunu İmam Hatip Lisesi mezunları da biliyor. Ama bizim bu kurala verdiğimiz bu mânâyı acaba kaç hocaefendi kabul edecektir?
Evet, her iman etmeyen kâfir değildir. İman etmeyen inanmaz ama inkâr da etmez. Kâfir ise inanmaz ama aynı zamanda elinde hiçbir delili olmaksızın inkâr eder.
لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ (LaV LAv EuNZiLa GaLaYHi) “Ona inzâl olunmalıydı.”
“Kâfir olanlar ‘ona âyet inzâl olunmalıydı’ diyorlar.”
Burada da çok önemli bir münazara kuralı ortaya konuyor.
Bir kimse bir cümle söylediği zaman karşı tarafın ona karşı takınacağı tavır şudur.
- Kendisine göre o cümle doğrudur. Ona düşen onu kabul edip muhatabını tasdik etmesidir. Sözün doğrudur diyecektir.
- Kendisine göre doğruluğu sabit değilse karşı taraftan delil istemesi gerekir. Ancak bu delil her zaman âyet seviyesinde olmaz. Zannî deliller olabilir. Çünkü biz amellerimizi kesin delile dayanarak yapmayız. İçtihadımızla bize en doğru olan hangisi ise o delilleri getiririz. Bu deliller de ona uygun gelirse onunla işbirliği yaparlar.
- Delil yeterli olmazsa ve bir hüküm oluşturmazsa, ona karşı çıkmaz ama ona uymaz da. Herkes kendi içtihadına göre amel eder.
- Eğer karşı delil varsa, kesin delil varsa, karşı tarafın delilini cerh eder ve onu yanlışlıktan vazgeçirir.
Şimdi kâfirler ne yapıyor?
Siz bir şey söylerseniz delil getirmeniz gerekir, kesin ispat etmeniz gerekir.
Ama onlar bir şey söylerlerse onlara delil gerekmez, o söylerse yeterlidir!
Bunun tipik örneği başörtüsüdür. “Kur’an’da başörtüsü yoktur!” deyip kendilerine göre delilleri tevil ediyorlar. Bizden Kur’an’dan açık âyet istiyorlar. Hattâ âyetlerimizi bile inkâr ediyorlar. Öyle de, sizin Kur’an’dan başın açılması gerektiğine dair âyetiniz mi var? Kur’an’da, okula giden kızların başlarını açmaları gerektiğine dair bir âyet mi var? Aman efendim, âyete ne gerek var! Çünkü onlar tanrı, onlar bir şey söylediler mi âyete gerek yok! Biz bir şey söylediğimiz zaman ise onların gözüne sokacak âyet getirmemiz gerekir.
Önce kimse Kur’an’a inanmak zorunda değildir. Ama kimse de Kur’an’a inanmaktan başkasını alıkoyamaz. Lâiklik demek, Kur’an’a inanmayanlarla inananlar arasında Kur’an hakem değildir demektir. Ne biz Kur’an böyle söylüyor diye bir şeyin olmasını isteyeceğiz, ne de onlar Kur’an böyle söylüyor diye söylediklerimizden vazgeçmemizi isteyeceklerdir. Biz aramızda tartışırken başka şeyleri hakem yapacağız.
Kur’an’a inananlar kendi aralarında Kur’an’ı hakem yapacaklardır.
Kur’an’a inananlar da Kur’an’ın mânâsını anlarken anlayışlarını birbirlerine dayatamazlar. İcma olan kısımlarda birbirlerine emrederler.
Şimdi biz bir şey iddia ettiğimiz zaman kesin delillerle onu ispat etmek zorundayız. Onlar ise ‘anayasa mahkemesi böyle karar verdi’ diyorlar. İşte, mahkeme bizim tarafa yönelik karar verirse o bağlayıcı değil, ama onlara yönelik verirse bağlayıcı! Oysa mahkeme kararları sadece o davanın taraflarını ve olayla ilgili meseleyi bağlar. Ama onlara göre bizim aleyhimize olan delilsiz anayasa mahkemesinin gerekçesiz sözleri de bağlayıcı!
İşte bunlar kâfirdirler.
Âyet getirmemiz gerekiyorsa, sizin de getirmeniz gerekiyor.
İyi bilin ki sizin bizden hiçbir üstünlüğünüz ve ayrıcalığınız yoktur.
آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ (EAvYeTün MiN RaBbiHIy)
“Rabbinden bir âyet inmeliydi.”
Onların iktidar olmaları için bir âyet gerekmez. Bizim iktidar olmamız için doğrudan bize bir âyet gelmelidir. Rabbimizden bir âyet gelmelidir. Sen bir şey söylediğin zaman çok açık bir şekilde onun ispatı gerekir. Sizin zannî istidlâl onlar için makbul değildir. Ama onlar için böyle bir şey yoktur. Bir yerde eğer sömürü sermayesi uygulama yapmışsa tamamdır.
Dikkat eder misiniz; Meclis’te görüşmeler yapılırken, kanun yaparken, müsbet ilim böyle diyor, falan âlim böyle diyor, yahut bunun illeti budur, bunun hikmeti budur diye biriyle tartışmazlar. Fransa’da böyledir, Danimarka’da böyledir, İtalya’da böyledir. Tartıştıkları şey konusunda acaba Amerika’daki sömürü sermayesi ne diyor? Aman biz yeni bir şey yapmayalım, sonra çarpılırız. Amerikan tekel sermeyesi de bunlara doğrudan fetva vermez, çünkü sonra sahip çıkması gerekir. Meclis neyi tartışıyor? Acaba sömürü sermayesi bu işe ne der? Eğer Batı’da bir ülkede, hattâ dünyada bir ülkede bir uygulaması varsa, demek ki sermaye izin veriyor, biz de onu kanunlaştırabiliriz.
Bizim sözümüzün geçerli olması için bizim Rabbimiz bize doğa üstü kuvvet vermeli, sermayeyi sihirli kılıçla yenmeliyiz. İşte ona Rabbinden bir âyet nâzil olmalıydı demek, onlara göre öyle İlâhi bir güce sahip olmalıyız ki, salladık mı tüm başlar uçup gidecektir.
Çok açık ve net olarak şunu söylüyorlar: Siz kırk senedir Adil Düzen için çalışıyorsunuz. Bunu da Kur’an’dan istidlâl ettiğinizi söylüyorsunuz. Peki kırk senede ne yaptınız, ne oldunuz? Sizin Rabbiniz sizi nereye getirdi, neyiniz var, hangi iktidarınız var? Dinde cemaatiniz mi çoğaldı? Paranız mı arttı? İktidarlara mı geldiniz? Rabbiniz size bir belediyecik bile nasip etmedi. Susun artık, ne konuşuyorsunuz!
Burada müfret olarak kullandıklarını söylerken onlar olayları kişiye indirirler. Onlara göre Millî Görüşün tek kaynağı vardır, N. Erbakan. Risale-i Nurların tek kaynağı var, F. Gülen. Akevler’in tek kaynağı var, o da S. Karagülle. Onun için başarısızlığı ifade ederken “onlara” demezler, “ona” derler. Oysa bunların hiçbirisi onların eseri değildir. Onlar görevlidir. Başarı ise onların değil, Allah’ındır. O’na inananlarındır, yani Allah’a inananlarındır. Bu sebepledir ki burada “Min Rabbihi” kelimesi kullanılmıştır.
Onlara göre bir kimsenin bir şeyi söylemesi, insanlara anlatması için resmi görevinin olması, diplomasının olması gerekir. Onlara göre bir görevi yüklenmesi için ya babadan miras olarak intikal edecek, ya daha önce görevli olan kimse o görevi size tevcih edecek, ya da seni ekseriyet sistemi ile de olsa seçecek, ya da senin para veya silah gibi gücün olacak. Durup dururken bir adamın çıkıp akıl vermesi ne anlama gelir?
İSAV (İslâmî İlimler Araştırma Vakfı) Başkanı Prof. Dr. Ali Özek’le samimi bir diyaloğumuz vardı. İSAV’da konferanslar vermiştik ve vakıf bizim çalışmalarımızı yayınlamıştı. Erbakan’a onu (Ali Özek’i) ilim heyetimize almamız gerektiğini söyledik. Davet edildi. O da kabul etti. Birlikte Almanya’ya gittik. Birden değişiverdi ve dedi ki: “Senin İslâmî bakımdan bir ehliyetin yok, medrese icazetin yok, okullardan diploman yok, konuşamazsın! Bu hususta konuşma yetkin yok!”
Böylece bizimle çalışmayı terk ederek o gün güçlü sandığı kimselere gitti.
Oysa Kur’an’dan sonra artık ‘sen peygambersin’ diye Allah’tan atanmış kimse yoktur. Herkes beşikten mezara kadar öğrenmekle yükümlüdür. Herkes takati derecesinde ne yapabiliyorsa onunla yükümlüdür.
“Sen” deyince Hazreti Muhammed’i anlarsanız, o zaman kimsenin tebliğe yetkisi olmaz. Ancak Şiilerin imamiye mezhebi kalabilir. O da on ikinci imam gitmiş ve gelmemiş olduğu için İslâmiyet 1300 seneden sonra yoktur demektir.
İnanmamış insanların, samimi olmayan insanların yaptıkları bizi üzmüyor da; samimiyetlerinde, imanlarında, takvalarında en küçük şüphe etmediğimiz kimselerin bu davranışlarını nasıl karşılayacağımızı bilemiyoruz. Onlar görüşmek istemiyorlar. Biz de onları bırakıyoruz. Ama onlardan ayrı kaldığımız için sıkıntıda olduğumuzu ve üzüldüğümüzü itiraf etmeliyim.
YUNUS EMRE şöyle diyor:
Bir garip öldü diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin.
Her halde Yunus Emre de böyle garip bırakılmıştır.
FUZULİ bir gazelinde şöyle diyor:
1- Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı
2- Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
3- Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde
Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı
4- Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
5- Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
Açıklama: 1- Senin sokağının başında beladan başka elde ettiğim (bir şey) yok -aşkının yolunda yok olmaktan (ölmekten) başka da bir amacım yok. 2- Ey ah! Gam (hüzün) meclisinin ney'iyim, ateşe yanmış kuru vücudumda arzudan başka ne bulursan yele ver (savur) dağıt. 3- Kimsesizliğim o dereceye vardı ki, çevremde -bela girdabından başka dönen kimse yok. 4- Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar,-ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar. 5- Fuzûlî! Aşk meclisinde nasıl ah etmeyeyim? -bende sesten başka ne kâr bulunur.
Bunları niçin anlattım?
Adil Düzen Çalışanlarının başına hep bunlar gelecektir.
Böyle olduğunu bilsinler ve sabredip ecirlerini alsınlar diye anlattım.
إِنَّمَا أَنْتَ مُنذِرٌ (EinNaMAv EaNTa MuNZiRun)
“Sen sadece münzirsin.”
Sen ey Kur’an’ı okuyup anlamaya ve anlatmaya çalışan kişi. Evet, senin gücün yok, diploman yok, paran yok, cemaatin yok, makamın yok, hâsılı onlara söylediklerini inandıracak bir gücün yok. Çünkü sen münzirsin. Sadece hiçbir güce dayanmayan hakkı ifade ediyorsun. Söylediklerin haktır. Başka bir gücün yok, doğru söylemenin ötesinde hiçbir artın yok. Yok, çünkü onlar olsa hakka değil senin gücüne inanırlar. O zaman senin söylediklerin ile diğerlerinin söyledikleri arasında fark olmaz. İnsanları hakka götürmez, sana götürürsün, kendine taptırmış olursun. Nitekim sonra güçlenince peygamberlere tapmışlardır.
Sen sadece inzar edeceksin. Gariban olacaksın, yalnız olacaksın, güçsüz olacaksın; ama söylediğin hak olacak, verdiğin haberler doğru çıkacaktır.
Kur’an ilk nâzil olduğu zaman böyle idi. Mü’minlerin Kur’an’dan başka bir güçleri yoku. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa da böyle değil miydi, hangi güçleri vardı, suhuflarından ve kitaplarından başka neleri vardı?
Sen sadece münzirsin, başka bir görevin yok. Onları yola getirme görevi senin değil. Onlar gerçekleri görüp kendileri inanacak. Sana değil hakka inanacak. Söyleyen kim olursa olsun doğru söze inanacak, doğru söyleyene değil.
İşte bu sebepledir ki hakkı söyleyene herhangi bir imtiyaz vermedi, âyet kılmadı. Kişiye mucize vermedi, Kur’an’a mucize verdi.
Biz de insanlara Kur’an’ı mânâsıyla, usulü fıkıh kurallarıyla, geçmişteki fıkıhçıların ve kelamcıların kurallarıyla yorumluyor ve size aktarıyoruz. İmamı Azam Ebu Hanife ne yapmışsa, İmamı Malik ne yapmışsa, İmamı Şafii ne yapmışsa, İmamı Ahmet b. Hambel ne yapmışsa onu yapıyoruz. Buhari, Müslim, Davud, Nesei, Tirmizi ve İbni Mace ne yapmışsa onu yapıyoruz. Gazali ne yapmışsa, Razi ne yapmışsa onu yapıyoruz. Süleyman Tunahan ve Bediüzzaman ne yapmışsa onu yapıyoruz. Onların hepsi bizim gibi garibandı. Sonunda insanlar onlara inandı. Onlara inanmadı, onların söyledikleri hakka inandılar. Sizler de ben garibana inanmayacaksınız, birkaç Akevler Adil Düzen Çalışanı garibana inanmayacaksınız, ama hak olarak söylediklerimizi baş tacı yapacaksınız. Evet, Erbakan şimdi evde siyasi haklardan mahrum olarak oturuyor ama onun siyaseti Türkiye’yi yönetiyor.
Bu cümle atfedilmemiştir. Eğer “kalu”dan sonra gelen cümleden sonra gelen cümle atfedilirse, o cümlede söylenen cümle olur. “Sen sadece münzirsin” sözü kâfirlerin değil de Allah’ın sözü olduğu için atfedilmiştir. Ona Rabbinin kelimeleri ile “sen sadece münzirsin” demiş olması da bu sözlerin kâfirlerin sözleri olmadığını kanıtlar.
وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ(7) (Va LiKulLi QaVMın HAvDin)
“Her kavmin bir hâdisi vardır.”
Buradaki “Vav” iştirak içindir. Birinci cümledeki münzire bu cümledeki hadiyi atfetmiştir. “Li Külli Kavmin Hadin”in zarfıdır. Bunun mübtedası mahzuf olan “gayruke”dir. Sen sadece münzirsin, had ise senden gayrıdır. Her kavmin bir hâdisi vardır.
“Kavm” aynı fiili konuşan topluluktur. Nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. 30 milyondan az olurlarsa yeterli güce sahip olamazlar, ülkelerini savunacak orduya sahip olamazlar; 100 milyondan fazla olurlarsa bu sefer de aralarında birlik sağlayamazlar. Topluluk gevşer. Yaşlılık alâmetleri gösterir. Daha fazla nüfusa sahip olanlar bölünerek iki devlet oluşturmalıdırlar.
Burada “her kavmin bir hâdisi vardır” demekle, başkanın bir tek kişiden ibaret olacağını bildirmektedir. Nekre getirerek başkanın değişik olacağını anlatıyor. “Likülli kavmin hadihim” olurdu.
“Kavm” kelimesi aynı zamanda müşterek isimdir. Nâs, şa’b ve kabilenin, hattâ aşiretin bir başkanı vardır.
1961’de İzmir’e gitmiştim. İzmir öncesinde DP’lisin diye beni devlet görevinden uzaklaştırmışlardı. Halbuki ben DP’li değildim, oyumu bile Millet Partisi’ne vermiştim. Bu arada Başbakan Menderes’i de astılar. Düşündüm, bize yapılan bu zulümler neden? Menderes’in İslâmiyet’le bir ilgisi yoktu, ama Türkiye’yi kalkındırmıştı, onun için astılar. Benim ise namaz kılmam dışında hiçbir suçum yoktu. O halde ne diye kovdular?
İşte buradan çok açık anlaşılıyordu ki bizim suçumuz varlığımız idi.
İzmir’e gittiğimde orada Halil Rifat Paşa Cemaati’ni (Halil Rifat Paşa semtinde oturanları) buldum. Remzi Güres’in başkanlığında Dursun Aksoy, Mehmet Gemalmaz ve Ahmet Remzi Hatip.
Bir gün Remzi Güres ile bir İslâmî sahil sitesi tesis etmeyi konuşuyorduk. ‘Bana göre bu cumhurbaşkanlığından önemli bir iştir.’ dedi. Ben de buna inandım, aynı görüşteyim ve bugün yani şimdi de hâlâ o görüşteyim.
Onun başka bir sözünü daha burada nakletmek isterim: ‘Haktan sonra sadece dalâlet vardır.’ âyetini okuyor, CHP ile AP arasında fark olmadığını söylüyordu. Ben buna da inandım, hâlâ da inanıyorum. “Adil Düzen”i benimsemeyen herkes bizim için birdir.
Çalışmada usul ayrılığımız olduğu için biz Akevler’i kurduk. Ahmet Tahir Satoğlu, İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu ilk kurucular olduk. Onlar da kendi aralarında ortak oldular.
Daha önce İzmir’de Nur medresesi vardı, Mustafa Birlik büyük bir samimiyetle toplantıları devam ettiriyordu. Biz onların toplantılarına katıldık. Sonra Fethullah Gülen geldi. Yine usulde anlaşamadık. Onlar ‘vakıf kurun’ diye dayatıyorlardı, biz ise vakfın tuzak olduğuna inanıyorduk. Vakfı kurduracaklar, sonra kapatacaklar, mallar devlete kalacaktı. Kooperatif de kapanabilirdi ama mallar ortaklarına yani üyelerine kalırdı. İşte bu usul ayrılığımız bizi birlikte çalışmadan birbirimizden ayırdı.
Biz Akevler Kooperatifi’ni kurduk...
Onlar Akyazılı Vakfı’nı kurdular…
Süleyman Tunahan cemaati ile ilgilendik, bize yakınlık gösterdiler ama mensuplarına bizim ilgimizi değerlendirtmediler...
Necmettin Erbakan’la siyasi faaliyete girdik, bağımsızlar hareketinde ve partilerde görevler yaptık, “Adil Düzen”i beraber oluşturduk...
Bu arada İlâhiyatçılarla yaptığımız ortak çalışmalarımız ilmî olmadı/olamadı, iktidarın baskısı ile bizden uzak kaldılar…
AK Parti’nin bir kısım kadrosu Akevler’den harekete geçmiş olmasına rağmen, bizden hep uzak durdular...
İşte bu gelişmelerin mânâsı bunu çok açık göstermektedir. Biz ilmini ortaya koyacağız, biz örnek uygulamalar yapacağız. Ama asıl uygulayan hâdiler olacak. Onlar güçleri olan kimseler olacaktır. Bediüzzaman’ın söyledikleri ancak F. Gülenciler’in elinde gelişti. Bizim siyasi söylemimizi Millî Görüşçüler uyguladılar. Millî görüşçülerin söylediklerini AK Partililer uyguladılar...
Demek ki bu âyet bize çok açık olarak göstermektedir, Akevler’in gücü yoktur, olmayacaktır da. Ama birer hâdi çıkacak ve o hâdiler uygulayacaklardır.
Her kavmin bir hâdisi vardır. Ve sen o değilsin.
Bu âyet Mekke’de nâzil olmuştur. Bu âyette ‘sen hâdi değilsin’ demiyor, ‘sen başka kavimlere hâdi değilsin’ diyor. Ama kendi kavmine hâdi olabilirsin demektir. Nitekim Hazreti Muhammed Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve orada devlet kurmuş, güç elde etmiş, Allah’tan ona âyet nâzil olmuştu. Bedir Savaşı’ndan sonra artık tüm Arabistan Müslümanlarla ilgi kurmuştur. Sonunda Mekke fethedilince de sorun bitmiştir.
Akevler başka hâdileri desteklemiştir. Yani İslâmî faaliyet gösteren herkesin yanında olmalıdır. Örnek olarak Anadolu holdinglerini desteklemek istedik, ama kendileriyle yaptığımız görüşmeleri ya reddettiler yahut değerlendirmediler. Biz kendimiz için değil, onlar için görüşmeler istiyorduk. Bizim sistemi N. Erbakan ve F. Gülen alıp uyguladı. Bizden ayrı kaldılar ama hep bizim sözlerimizi değerlendirdiler. Bugün her ikisi de dünya çapında en etkin kuruluş hâline gelmiştir. Akevler ilmî çalışmalara devam etmektedir. Belki onlar da bir iş yapacaklar. Ama asıl “Adil Düzen” her kavmin hâdileri tarafından uygulanacaktır.
Evet, Akevler Çalışanlarının cemaatleri olmayacak, paraları olmayacak, makamları olmayacak, akademik kariyerleri olsa bile akademik örgütleri olmayacak. Ama Akevler’in ortaya koyduğu gerçekler benimsenecek ve “Adil Düzen” dünyaya hakim olacaktır. Adil Düzen Çalışanları bu gerçeği bilsinler, dünyada nimetler beklemesinler, ama âhirette alacağımız O’nun rızasını isteyeceksiniz...
***
اللَّهُ يَعْلَمُ (elLAvHu YaGLaMu) “Allah alimdir, Allah bilir.”
Bir şeyi bilmek iki şekildedir. Saati geldiğinde güneşin batacağını bilmek bir ilimdir, bunu bilir. Bu geleceği bilmedir. Yahut geçen akşam saat 7’de güneş batmıştır. Bunu da insan beyniyle bilir. Şimdi akşam saat 7 iken güneşe baktığınız zaman onun batmakta olduğunu görmektesiniz. Güneş batıyor. İşte bu bilgiyi idrak olarak bilirsiniz. Beyninizdeki kuralla değil, bizzat onu müşahede ederek bilirsiniz. “Allahu âlimün” şeklinde bilir olsaydı, o zaman zihnî bilmedir, kuralla bilmedir. “Ya’lemu” deyince, bizzat gurub ederken müşahede ile bilme olur. Görerek, duyarak bilmedir. Allah burada fiil ile isim cümlesi yapmakla Allah’ın müşahede ile bilmekte olduğunu ifade ediyor.
Filozoflar, Allah küllü bilir cüzü bilmez demişlerdir. Yani Allah kanunları koyar, cisimleri var eder, onlara nasıl hareket edeceklerini öğretir. Sonra onlar bu hareketleri yaparlar. Allah hesaplayarak o zerrelerin nerelerde olduğunu bilir diyorlar, ama Allah müdahale edecek şekilde cüzü bilmez diyorlar.
Biz de diyoruz ki; Allah geçmişte yaratmış, şimdi istirahat etmiyor, şimdi de yaratıyor. Her zerrenin hareketini değiştirebilir, ne yaptığını ayrı ayrı takip eder. Allah kanunları değiştirmiyor, biz şaşırmayalım diye. Yoksa O’nun gücünün yetmemesinden dolayı Allah’ın kanunları sabit değildir.
“Allah bilir” diyerek kadının ne hamlettiğini, nasıl tuttuğunu ve neyi artırdığını bilmektedir. Miktar ise O’nun indindedir.
مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنثَى (MAv TaXMiLu KulLu EuNÇAy)
“Her unsa neyi tahmil ederse onu bilir.”
Daha önce her semerattan çift yarattığını söylemiş, arada insanı anlatmış ve tekrar ikili yaratma konusuna dönmüştür. Canlının yaratılışını tasvir etmektedir.
Burada “Mâ” demektedir, “Men” dememektedir. “Meni” ma’dır men değildir. Ziyade olan da insanın bedenidir. Men değildir. O halde insanın bedeni anlatılıyorsa bu men değil ma olarak anlatılır.
“Ünsanın hamlettiğinden” bahsedilmektedir. Bakteride de eşleşme vardır. Erkek ve dişi belli değildir. Ancak iki bakteri arasında bir boru oluşur. O borudan diğerine aktarma yapılır. Ve boşalan yok olur. Yok olmasa bile iki tarafa akış olmaz. Dolayısıyla biri hamleder. Yüklenen ünsadır.
“Küllün” kelimesini kullanmaktadır. Nekrenin üzerine küllün gelirse bütün türlerden ayrı birerleri içerir. Harfi tarifte istiğrak vardır. Burada tamim vardır. “Mâ” “haml”i tamim eder.
“Ünsa” kelimesi “ins” kelimesine akrabadır. “Nisa” kelimesi ile de akrabalığı vardır. Nisa, savaşta ve avlanmada yerleşik olan, savaşa ve avlanmaya katılmayan kimselerdir. Rical karşılığı kullanılır. “Ensa” ise yaka demektir. Çiftlerden biri olarak alınır. Zeker çeliğe denir. Ünsa yumuşak demire denir. Kadınların uyumlu olması nedeniyle onlara “ünsa” denmektedir.
“Haml” yük demektir. Döllendikten sonra haml olunan erkek veya dişi olur. Bir döllenmede erkeklik ve dişilik haml esnasında ortaya çıkar. “Mâ tahmilu” deyince, erkek mi yüklenmiştir, dişi mi, bunu bilmektedir.
Genel olarak dişi yumurtası azdır. Erkek sperm ise çoktur. İnsanda erkek doğum oranı kadınınkinden biraz fazladır. Erkekler yarışırlar. Başarılı olanlar döllemiş olur. Milyonlarca sperm yarışa çıkar. Birçok engebeli yollardan sonra yumurtanın çevresinde yumurtaya dalma yarışında olurlar. Sperm kuyruğunu dışarı bırakarak yumurtaya girer. Yumurtanın çevresinde sert bir kabuk oluşur, başka sperm giremez. Yani bütün canlılarda dişiler için tek evlilik vardır. Erkek spermler de bir tanesinden fazlasını dölleyemezler. Ama bir çiçekte bulunan çiçek tozları pek çok çiçeği dölleyebilir. Dişideki yumurta her dişi için aynıdır. Oysa erkekteki sperm ya Y kromozomludur, erkektir, ya da X kromozomludur, dişidir. İşte yarışı kazanan sperm Y’li ise çocuk erkek olur, X’li ise dişi olur. Haml o zaman başlar. Cinsiyet o zaman başlar.
Ondan sonra ne olur?
İnsanın sırtına aldığı yüke “vizr” denir.
Merkebin sırtına yüklenen yüke “haml” denir.
Bir şeyi bastırmak için üstüne konan ağırlığa “sıkl” denir.
Mıknatıs gibi kendisinde olan kuvvete “vıkr” denir.
Dişi taşımak üzere yük yüklenmiştir.
وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ (Va MAv TaĞIyWu elEaRXavMu)
“Rahimler neyi ğayd ederse.”
“Sınvan” bir yerde toplanan ağaçlardır. Hurmalıklar sulak yerde toplanırlar. Bunlara sınvan denir. İkisine veya dördüne denir. Bunları toplayan sulak yere de “gayde” denir.
“Gayde” suyunu içmiş toprak demektir. Su toprak tarafından emilirse su gayd etti denir. Kur’an’da Nuh Tufanı’ndan sonraki suyun durumu anlatılmıştır. Burada hamlden bahsetmektedir. Bir de gaydan bahsetmektedir, yani rahmin tuttuğu denmektedir.
Erkekten dişiye hormonlar ve milyonlarca sperm gelir. Bunlardan bir tanesinin bir kısmı yumurtaya girer, diğer bütün spermler ve hormonlar kadın rahmi tarafından emilir ve tüm vücuda gönderilir. Dişinin her hücresine erkekten gelen aminoasitler, enzimler ve vitaminler yer alırlar. DNA’lar da yer alırlar. Anne vücudu bunlarla hamledilen çocuğa göre ayarlanır. Nasıl bir tarlayı ektiğimiz zaman ona uygun su, gübre ve ilaç verirsek, Allah da erkekte bunları halk etmiştir. Bu sebepledir ki bir dişi birden fazla erkekle birleşirse çocuğun çevresi bozulur, çocuk ya sakat doğar ya hiç doğmaz. İşte bu yasaklanmıştır.
Biz zinayı böyle tarif ediyoruz. Bir kadının bir doğurma deresinde iki erkekle birleşmesi şeklinde tarif ediyoruz. Bu o kadar önemlidir ki değişik erkekten gelen değişik yapıdaki hormon DNA, RNA, aminoasitler oradaki kromozomlara etki ederek öldürücü virüslerin ortaya çıkmasına sebep olur. Cinsel hastalıklar ve AİDS böylece ortaya çıkar.
Zinanın yasaklanmasının ikinci sebebi ise yakın akrabalar arasındaki evliliklerdir, cinsel ilişkidir. Bu sebeple zina gizli yapılan veya akrabalar arasında yapılan cinsi ilişkilerdir. Fuhuş ise bir kadının aynı iddet içinde birden fazla erkekle buluşmasıdır. Kur’an’daki cezaları farklıdır. Eşler cinsi ilişkilerde bulundukça bu çevre o kadar o özelliği korur ve sağlıklı olur.
وَمَا تَزْدَادُ (Va MAv TaZDAvDu) “Ne ziyade ederse.”
Anne rahmi erkekten aldığı suyu bedeninde sindirerek doğuracağı çocuğa çevre hazırladığı gibi, onu kendi kanı ile besleyerek onun çoğalmasını sağlar. Anneden gelen maddelerle çocuk anne karnında büyür. Kalbi ve ciğerleri oluşur ama iki kalple çalışmada uyum zorluğu olduğu için ve ciğerlerine hava alacağı yer olmadığı için solunum olmaz. Bununla beraber çocuğun DNA’larında üretilen maddeler annenin vücuduna girerek anne DNA’ları ile çocuk DNA’ları birlikte çalışırlar. Hattâ o kadar ki kadın bu çocuk DNA’ları nedeniyle kocasına benzemeye başlar.
Bir arabanın benzini değişince, kalitesi değişince araba tekler. Annenin karnındaki çocuğun DNA’larına başka erkeğin DNA’ları karışınca neler olacağını düşünebiliriz.
İşte böylece kadının neden birden fazla erkekle ilişki kuramayacağını bu âyet çok açık ifade etmektedir. Demek ki Allah dölleme, bedeni hazırlama ve çocuğu büyütmeyi planlamıştır. Ona göre var etmiştir.
Bu âyetten önce daha çok doğayla ilgili konulara temas etmiş ve onları tasnif etmiştir. Burada da sosyal olayları esas almıştır. O da insan vücudunun yaratılışı ve aile müessesesinin zaruretidir. Marx bunları bilmiyordu. Onun için aileyi suni ve insanların icat ettiği bir şey saydı. Oysa aile tüm hayatın biyolojik, ekonomik ve sosyolojik temelidir.
İşte peygamberler böyle hatalar yapmamışlardır. Binlerce sene önce söylenenler ilimce yalanlanmamaktadır, aksine tasdik edilmektedir. Oysa Marx bir asır geçmeden çökmüştür.
Kanunları yaparlar, güya müsbet ilme dayanarak yaparlar. Birkaç sene geçer, tekrar yaparlar. Böylece o kanun olmaz, karar olur. Halbuki fıkıh binlerde sene sonra getirdikleri ile sapasağlam ayaktadır. Usul değişmiyor, kaynaklar değişmiyor.
Bizim yaptığımız nedir?
Dört ana delil olan kitap, sünnet, icma ve kıyası kullanıyoruz ve fukahanın ortaya koyduğu usul ilmi ile yorumluyoruz. Günümüzün meselelerini çözüyoruz. Ebu Hanife, Şafii, Malik veya Hambeli bugün sağ olsaydılar ne yapardıysalar biz de şimdi onu yapıyoruz. Matematik değişmez, doğadaki kaynaklar değişmez ama onu bugün başka türlü değerlendiririz. Eskiler başka türlü değerlendirdi. Deve devedir. Rüzgar rüzgardır. Matematik aynı matematiktir. Matematik gelişmiştir, değişmemiştir. O matematiği kullanıyoruz. O doğayı kullanıyoruz, onlarla gelişiyoruz. Fıkıhta da aynı şeyi yapıyoruz, dört delili kullanıyoruz. Fıkıh usulünü geliştirerek kullanıyoruz ve biz günümüzün meselelerini çözüyoruz. İşte dostlarımız bu sebeple bizden hicret ediyorlar.
Burada bizim hatamız nedir?
Hatamız onlardan daha başarılı sonuçlar almamız, onlar yerinde saydıkları için geri kalmalarıdır. Cemaatlerini geride bırakıp zalimlerin sömürüsünde tutmak için bizden i’raz ediyorlar. Ey Adil Düzen Çalışanları, siz de bizim gibi izole edileceksiniz. Ama dünya ve âhiret saadeti sizin olacaktır.
وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ(8)
(Va KulLu ŞeyEin GıNDaHUu Bı MıKDAvRın)
“O’nun indinde her şey mikdar iledir.”
“Şey” meşiet edilen demektir. Yani öyle olması istenmiştir. O da olmuştur. Allah zaman ve mekân dışındadır. Geçmişi ve geleceği yoktur. Bunu kelamcılar açık şekilde beyan etmişlerdir. Bugün bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.
Kâinat bundan 13.7 miyar yıl önce yaratılmıştır. Ondan önce mekân yoktur, zaman yoktur. Kendi var ettiği zaman kendisi üzerine nasıl gelecektir. Allah bize bizim anlayacağımız şekilde görünür. Dolayısıyla Allah’ı zatı ile değil, bize görünen biçimi ile anlamalıyız. Ama O’nun öyle olmadığını da bilmeliyiz. Allah bir şeyi var ederken onu mikdarı ile var eder. Kâinatta ölçülü olmayan hiçbir şey yoktur.
“Indehu” O’nun indinde demektir. O’nun iradesinde, meşietinde demektir. Mikdar şeyin zarfı, müstakarrıdır. Mikdar ismi âlettir. Kaderini tayin eden araç demektir. Tava bir şeydir. Sapı da bir şeydir. Her atomu da bir şeydir. O halde şey olmayan nedir? Ne varsa hepsi mahluk olduğu için bir şeydir. Ancak bizim için şey kendisine ad verdiklerimizdir. Tavanın sapı şeydir, dibi şeydir, çevresi şeydir. Ama ad olarak ifade etmediğimiz tavanın dibi bir şey değildir. Müsbet ilimler şeylerin ölçülmesi ile ortaya çıkar.
Sıcaklığı ölçüyorsanız ondan yararlanırsınız. Ölçemiyorsanız sizin için o bilinmeyendir. Bir kişinin sağlığını ölçmeye başladığımızda ilmi tıp ortaya çıkmaktadır.
Bugün birçok şeyleri ölçemiyoruz. Kur’an bize bunların hepsinin ölçülmesi vardır diyor. Ancak onun yanındadır diyor. “Bilir” kelimesine “ve” harfi ile atfetmiştir. Bilmekten farklıdır. Mikdarı ile yanında olmak demektir. Onun varlığı da ona aittir demektir. Bilir ve halk eder demektir. Yani ne olacağı O’nun malumudur. Her şeyi planlamıştır. O plana göre olmaktadır. Ama o planın gerçekleşmesi de bilgisi dahilindedir. Biz önce plan yaparız, sonra o planı uygularız. Allah için plan yapma ile uygulama arasında öncelik yoktur. Bununla beraber plan yapar demiyor, onun indinde mikdarı vardır diyor.
İsim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Dolayısıyla bu “ve” hâl vavıdır. Plana göre her şey cereyan eder. O cereyanını da ilmen takip eder. Uygulamamıza dönelim. Bir planlar yapılır. Bütçeler yapılır. Görevliler o plana uyarak bütçenin emirlerine göre uygulama yaparlar. Uygulama da hemen kayda geçer ve kayıtlara işlenir.
Eskiden bu kayıtlar kâğıtta yapılıyordu. Herkesin görmesi mümkün değildi. Hattâ planlar görülmezdi. Bugün ise bilgisayarlar ortaya çıkmıştır. Artık bu sorunlar son derece kolay çözülmüştür.
Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçe yapar, yapılacak işleri ve işlere ayrılacak miktarları tesbit eder. Bunlar adım adım ilgili görevlilere kadar ulaşır. Bunları biz internetten kolaylıkla takip edebiliriz.
Sonra farz edelim ki köprü faslında bunların hepsi meşiettir. Yani yapılması kararlarıdır. En sonunda biri gider ve ton demir satın alır, köprüye getirilir. İşte bu kaza kısmıdır, yani uygulamadır. İşte bu da muhasebeye geçer. Demir muhasebeye geçer. Köprüye beton dökülür. Muhasebeye geçer. Her şey mikdarı iledir. Demek her şey planlama iledir. Sonra o icra edildiğinde onlar kayıtlara geçer demektir.
Allah kâinatı yarattı, yeryüzünü düzenledi. Canlıları var etti. Canlıları bize rızık yaptı. Canlılarda temel kural koydu. Eşleşecekler. Anne rahminde veya yumurtada oluşacaklar. Sosyal yapıları böylece oluşacak. Bu dünya yolculuğunda onlar sorumlu olacaklardır.
Bugünün ilimleri bütün bunları çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’an bize bunları anlatarak bu kitabın İlâhi söz olduğunu ispat etmektedir.
İlk sekiz sûre İslâmiyet’in ne olduğunu anlatır. Bunlar Kur’an’ın üçte biridir. Bu sûreler de bizi Allah’a ve Kur’an’a inandırmak için deliller getirmektedir.
***
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ
(GAvLiMu eLĞaYBi Ve eLŞaHaDaTı)
“Gaybın ve şehadetin âlimidir.”
“ELMR”yı aldı. Tüm kâinatın yaratılışının işaretlerden, köşe taşlarından ibaret olduğunu söyledi. Rabbinin bedelini Allah olarak aldı. Rabbinden sana indirileni dedikten sonra O Rabbi Allah olarak açıklamaya başladı. “Min Rabbike”de “Rab” “ünzile”nin mef’ulüdür. Ama aynı zamanda meçhul olmazsa faildir. Dolayısıyla makamı ref’dir. O sebeple merfu gelmiştir. Bu Kitap Rabbinden indirilmiştir. O Rab Allah’tır şeklinde alırsak, O Rab hazfedilmiş, Allah mahzuf olan failin haberi olur. Bununla beraber cümle istinaf cümlesi olur.
İndiren Rab kimdir?
Sualine cevap olur. Rabbin Allah’tan başkası değildir anlamında tahsis edilmiştir. Haberden sonra haberdir. Haberler birbirine atfedilirler veyahut edilmezler. Bu da iki şeyin ayrı veya aynı olmasından ileri gelir. Yani haliktır. Ama aynı zamanda şehadet ve gaybın âlimidir. Bundan önceki âyette geçen ya’lemu/bilir, olayların cereyanını bilir. Her şey O’nun indinde mikdar iledir. Bu âyet açıklıyor. O gaybı da şehadeti de bilmektedir diyerek mikdar ile olmasını tavzih etmektedir. Yani cümle bir taraftan en yakını ifade ile ilişkilidir, diğer taraftan uzaktaki Allah’ın irabını taşımaktadır. Yani Kuran sıralanmış kelimelerden ibaret ise de, irabı dolayısıyla değişik cümle ve kelimeler yan bağlantılarla birbirine bağlanmışlardır. Dil hatti olmaktan çıkmış sathi ve hacmi olmuştur.
İsmi faille getirilmiştir. Muzariyle değil, ismi faille getirilmiştir. Burada teceddüd yoktur. Sadece istikrar vardır. Sıfatı müşebbehe olarak da getirilmemiştir. O zaman rijit bilgi olurdu. Yani bilmiş ama taze bilgilerle bilmemiş olurdu. İktisabi olmayan ilimle bilmiş olması bakımından O âlimdir. Ama iktisabi olmaması O’nun güncel bilgileri bilmemesi demek değildir. Onun için O alimdir. Hem âlimdir, hem de ya’lemudur. Bununla Allah’ın her an bizimle ilgilenmiş olduğunu ifade eder. Ölü kuvvet değil, hay olan kayyumdur.
“Şehadet” görünen anlamında olduğu gibi yaşanan anlamındadır. O yaşanan olayları bildiği gibi geçmişte yaşanmış olayları da bilir, gelecekte yaşanacak olayları da bilir demektir. Görünen maddeyi bildiği gibi görünmeyen radyo dalgalarını da bilir. İşitilmeyen ses dalgalarını da içerir.
Önce gaybı aldı, sonra şehadeti aldı. Şehadet az bir şeydir. Oysa geçmiş ve gelecek uzundur. İşitilen ses ile işitilmeyen ses arasında çok büyük oran vardır. İşitilmeyenler binlerce katıdır. Aynı şekilde görülenler görülmeyenlerden çok çok küçüktür. Bu sebepledir ki önce gaybı bilir dedi.
Gaybın ve şehadetin âlimdir. Gayb ve şehadet marifedir. İkisi de marife gelmiştir. Yani yalnız Allah âlimi gayb ve şehadettir. Buradaki lamlar istiğrak içindir, cins için değildir. Bütün gaybın ve şehadetin âlimi O’dur. Parça parça ise değişik kimseler bilirler. Cins için alınırsa başkaları hiç bilmemiş olurlar.
Zahir-batın, gayb-şehadet, sır-aleniyet ve hafi-cehr sekiz çifttir.
Zahir-batın, reel-imajiner, gayb-şuhud duygularımızın algılandığı ses ve ışık dalgalarıdır. Hafi-cehr dört boyutlu ve üç boyutlu uzaylardır. Sır ve aleniyet ise söze dönüşmüş düşüncelerle söze dönüşmeyen düşüncelerdir.
Gayb ve şehadet bunların hepsinin temsilen ifadesidir.
Bir okulda gruplar oluşturuyoruz. Diyelim ki beşer kişilik beş grup yaptık. Herkes grupları biliyor, kimlerin hangi grupta olduğunu biliyor. Grupta olanlar Ahmet, Hasan, Cemal, Yavuz olsa, bunların ayrı ayrı adlarıdır. “Ahmet’ler gelsin” dediğimizde artık Ahmet’lerin kimler olduğunu herkes bilecektir. O halde diğerlerinin adı Ahmet olmadığı halde çoğaltılırken diğerlerinin ismi de Ahmet oluyor. Ahmet kelimesi ile yalnız biri kastediliyorsa has isimdir. Ama bu kelime ile Ahmet’in arkadaşlarından biri kastediliyorsa bu takdirde müşterek kelimedir. Gayb ve şehadet de böyle müşterek kelimedir. Diğer batın ve zahiri, hafi ve cehri, sır ve aleniyeti de içeren ortak bir kelime olur.
الْكَبِيرُ (elKeBiYRu) “Kebirdir.”
“El-Kebir” sıfattır. Allah’ın sıfatı olabilir yahut “âlimu’l-gayb”ın sıfatı olabilir. Âlim sıfattır. El-Kebir sıfatı müşebbehedir. Büyüklüğü ifade eden kelimelerden “azim” vardır, “kebir” vardır, “âli” vardır, “şedid” vardır, “kesir” vardır.
Kesir sayıda çokluktur. Şedid ise vasıfta büyüklüktür. Kebir yaşta büyüklüktür. Azim hacimde büyüklüktür. Vâsi sahada büyüklüktür. Tavil uzunluktur.
“Kebirlik” demek yaşlı olmak demektir, yaşlı olmanın anlamı vardır. Tecrübeli ve bilgili olmadır. Allah bütün her şeyi bilmektedir. Hem sıfatı müşebbehe kullanılmış hem de marife haber gelmiştir. Başka böyle kimse yoktur demektir.
الْمُتَعَالِي(9) (elMuTaGALıY) “Mütealdır.”
“Âli” bir şeyin üst tarafıdır. “Sema” ise üst tarafının üstüdür. “Sefil” alt tarafıdır. “Erd” altın altıdır. Fiil olarak üzerine çıkma demektir. “Alâ” harficeri de bu mânâdadır. “Taalâ” demek, üstün olmak için yarıştılar demektir. Herkes diğerinin üstüne çıkmaya çalışır. “Teala” dediğinizde, üste çıktı, onları geri bıraktı, onlar yarıştan çekildiler demektir. “Müteal” onunla boy ölçüşecek kimse yok demektir. İsmi fail sigası ile gelmiş bulunmaktadır. Taala amma yüşrikûn, taala amma yasıfûn denmektedir.
Subhanehu ve taalâ amma yüşrikûn ve amma yasıfûn getirilmektedir. Sübhandır, mütealdır. Şirkten ve vasıftan. Vasıf özelliktir, eksikliktir. Kendisinde mevcut olan özelliktir. Şirk ise başkasını onun gibi görmektir, kendi eşi olmayanı ona eş yapmadır. Sübhan olmak yüzmek demek Müteal olmak yüksekte olmak demektir. Her ikisi de “anma” ile geldiği zaman yakın mânâlar ifade eder.
Şirk ile vasıf kelimelerini birbirinden ayırdık. Biri kendi zatı ile ilgilidir. Biri de çevre ile ilgilidir. Acaba sübhan ile müteal arasında ne fark vardır? Sübhan kelimesini mânâlandırırken onda eksikliğin olmadığını ortaya koymaktır. Tesbih etmek demek, insanın halife olarak yüklendiği görevi yapması demektir.
Şöyle bir yaklaşım sergileyebiliriz:
- O şirkten sübhandır.
- O şirkten mütealdır.
- O vasfettiklerinden sübhandır
- O işrak ettiklerinden mütealdır.
Bunların ayrı ayrı mânâları olmalıdır.
Kamuda da bunların yeri olmalıdır.
Şirk nedir?
Şirk takunya üzerinde bağlanan kayıştır. Ortaklık demek, bir kimsenin başkasına bağlanması ve onun ayrı bir iş yapmaması demektir. İşte bundan hem mütealdır, hem sübhandır. Sübhandır demek, ortağı olmasa da o işi yapmaya muktedir demektir.
“Mütealdır” demek, kimseye sormak, ondan izin almak zorunda değildir demektir. İşleri kendisi eksiksiz yapabilir. İstediğini yapmada serbesttir. Kimse onun iradesine mâni olmaz demektir. Devletin sübhan olması demek, kendisine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesi demektir. Görevleri yerine getirmekte eksiklik veya acziyet duymaması demektir.
Devlet mütealdır demek, devlet otoritesini durduracak başka gücün olmaması demektir. İktidarın tecezzi etmemesi demektir. Başkanların da devletin üstünde olmadıklarını ifade etmesidir.
Vasfetmek demek, savfa yakındır, kıyafetini tarif etmek demektir. Yani özelliğini anlatmak demektir. Sıfat kıyafet demektir.
O vasfettikerinden sübhandır demek, O’nun görüntüsü onların söyledikleri gibi değildir, yani O insan biçiminde değildir.
O vasfettiklerinden mütealdır demek, O onların söyledikleri kıyafeti taşımamaktadır demektir.
Kamu yönetiminde devletle görevliyi aynı görmek işrak değil isfadır. Bundan sübhan olmak demek, devlet görevlisine ihtiyacı olmamak demektir. Yani bürokrasiden uzak olması demektir. Her fert kamuyu halifeten temsil eder demektir. Tavsiften âlidir demek, bürokrasiye ihtiyacı olmamak demektir.
Sonuç olarak vasıf insanın kendisindeki özelliklerdir.
Sübhan olmak, bazı özelliklere muhtaç olmadığını ifade eder.
Müteal olmak demek, bazı özellikler onda yoktur demektir.
“Sübhan” muhtaç olmamayı, “müteal” onların kendisinde olmadığını ifade eder. Sıfat özelliktir. Şirk ise kendi dışında olan oluşlardır.