YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
BEŞİNCİ KİTAP
DEĞİŞİM
VE
GELİŞME
BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞMENİN YASALARI
1991-1995
REŞAD NURİ EROL
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
ALTINCI KİTAP
YARIM KALAN KİTAP!
(5 kitap daha var! RNE)
DEĞİŞİM
VE
GELİŞME
BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞMENİN YASALARI
"ONLAR,
NEFİSLERİNDE OLANI DEĞİŞTİRMEDİKÇE,
ALLAH BİR KAVMİN DURUMUNU DEĞİŞTİRMEZ."
(Ra'd Sûresi, âyet 11)
"ŞAYET ALLAH
İNSANLARIN BİR KISMI İLE DİĞERLERİNİ
SAVUP HİZAYA GETİRMESEYDİ,
ELBETTE YERYÜZÜNDE DÜZEN BOZULURDU.
LÂKİN ALLAH
BÜTÜN İNSANLIĞA
LÜTUF VE KEREMİ İLE MUAMELE EDER."
(Bakara Sûresi, âyet 251)
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
AKEVLER HAREKETİNİN DÖNÜM NOKTALARI TAKVİMİ
1967 --- AKEVLER resmi olarak kuruldu…
1969 --- 1969 SEÇİMLERİ VE “BAĞIMSIZLAR HAREKETİ”…
(KONYA: Necmeddin Erbakan; İSTANBUL: (İzmir’den) Ö.Faruk Yeğin; AYDIN: Süleyman Karagülle)
1970 --- MNP kuruldu…
AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu / Dergâhı kuruldu…
1972 --- MSP kuruldu…
(Süleyman Karagülle Kurucu İzmir İl Başkanı; Reşat Nuri Erol Gençlik Kolları Başkanı…)
1973 --- MSP genel seçim başarısı ve CHP ile hükümet ortağı olması…
(Süleyman Karagülle İzmir İl Başkanı ve Milletvekili Adayı, M.Gündüz Sevilgen Manisa Milletvekili!..)
TEK YOL dergisi yayımlandı… (Süleyman Karagülle, M.Gündüz Sevilgen, Reşat Nuri Erol…)
1975 --- AKYOL Neşriyat ve Matbaacılık kuruldu…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol, Mehmet Çakır…)
AKYAY KAYNAK Yayınevi kuruldu…
(Fehmi Koru ve BİZ dâhil 10 arkadaş…)
1976 --- AKEVLER, Necmeddin Erbakan'a ‘İLK’ Model/Sistem takdimi…
(Süleyman Karagülle, M. Adil Aktuğ, Reşat Nuri Erol…)
1977 --- ABAM kuruldu
(Süleyman Karagülle ve Prof. Dr. Arif Ersoy başkanlığında ilmî heyet…)
AKEVLER Dergisi / Haftalık Bülteni yayınlanmaya başlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol ve diğer Çalışma Arkadaşları…)
KİTAPLAR / ilk önemli kitaplar kendi yayınevlerimizde yayımlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol (AKYOL), Fehmi Koru (KAYNAK) ve …)
1983 --- RP (Refah Partisi) kuruldu…
1985 --- ÖZDEMİR ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI harekâtı başladı…
1986 --- ABAM üyeleri, Necmeddin Erbakan'a sistemlerini takdim ettiler…
(Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Reşat Nuri Erol, Ali Erişen, Ali Sayı ve …)
10 ABAM üyesi, İstanbul İSAV'da; 'Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli'
tebliğlerini sundular… (Tebliğler İSAV tarafından “KİTAP” olarak yayımlandı…)
1987 --- “ADİL DÜZEN” ÇALIŞMALARI olgunlaşmaya başladı…
1981-1988 --- (Reşat Nuri Erol’un Arabistan yılları…)
1990 --- İstanbul'da SOBAM ve RP bünyesinde ilk 'ADİL DÜZEN Çalışmaları'
1991 --- SÜLEYMAN KARAGÜLLE Orta Asya/ Kırgızistan'a “HİCRET” etti…
Yeni “KİTAPLAR” yayımlanmaya başlandı…
(“FAİZSİZ BANKA”, “SOSYAL DENGE” kitapları ve diğerleri; İz ve İşaret yayıncılık…)
Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir seçimlerde Çorum ve İstanbul’da aday oldular…
1994 --- AKEVLER - ABAM mensubu Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir, Mahalli Seçimlerde Çorum ve İzmir'den aday oldular; Arif Ersoy Çorum Belediye Başkanı seçildi…
1995 --- ABAM ve AKEVLER Ekibi,
YENİ BİR HAZIRLIK, TEBLİĞ VE DÂVET HAMLESİ başlattı:
* İlmî
* Dinî
* Siyasî
* İktisadî
ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bir önceki sayfada, “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın bazı dönüm noktaları var…
BU KİTAPLAR, Bu 10 KİTAP, Üstadımız Süleyman Karagülle’nin “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabı tarafımdan “Yayına Hazırlandığı” yıllarda yazılmaya başlandı…
Yani; artık kırk yılı aşan “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın tam orta yerinde;
1990’lı YILLARIN BAŞINDA YAZILMAYA BAŞLANDI…
1991 (20 Ekim) Türkiye Genel Seçimleri öncesinde, Refah Partisi İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevindeydim ve o dönemde ana sloganımız, ana söylemimiz “ADİL DÜZEN” idi; “ADİL DÜZEN” diyorduk ama her anlatan “İSLÂM” olarak bildiklerini anlatıyordu…
Bu tarihten bir-iki yıl öncesini ve sonrası ile o yıllarda yoğun olarak yaşadıklarımızı burada yazacak değilim… Ama yazmayı planladığım ve sadece bir kısmını yazabildiğim veya yazabileceğim bu bölümler/kitapçıklar veya KİTAPLARDA, o dönemle ilgili, daha doğrusu o dönemde yaşadıklarımızla ve durumumuzla ilgili “çok şeyler” bulacağınızı söyleyebilirim…
Aniden “İstanbul Milletvekili Adayı” olma kararımdan vazgeçtim, o zamanki RP İl Başkanı R. Tayyip Erdoğan ile yaptığım özel görüşmede kararımı bildirdim ve “ADİL DÜZEN” merkezli çalışmalara; Üstadımızın o zamanki isimlendirmesiyle, “YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…” çalışmalarımıza yöneldim…
“İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” yani Prof. İlhan Arsel’in “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına / Şeriat Devletinden Lâik Cumhuriyete” 850 sayfalık kitabına “REDDİYE” olan (iki ciltlik, büyük boy, 1200 sayfalık) KİTABIMIZI yayına hazırlamaya başladım; tam iki yıl çalışmalarımın ana merkezi sadece buydu…
Evet; sadece “BU KİTAP” ve “DİĞER KİTAPLAR” yani bu “10 KİTAP”…
İşte bu yoğun çalışma esnasında bir de “10 KİTAP KONUSU VE METİNLERİ” de oluşmaya başladı… Yoğunlaştıkça, çalışma arkadaşlarımızla görüştükçe, o dönemde bazı şeyleri yaşadıkça ve özellikle de o yıllarda Kırgızistan’da “MUHACİR” olan Üstad Süleyman KARAGÜLLE ile görüşüp yazıştıkça; değişik konular kendiliğinden gelişiyordu… Bunları kısa veya uzun bir şekilde değerlendirmek veya kitaplaştırmak düşüncesi oluşuyordu…
Bu gelişme ve düşüncelerle yazılabildiği kadarıyla yazılanlar yazıldı ve bilgisayarımın en ücra köşeleri ile birkaç yakın ÇALIŞMA ARKADAŞIMIZIN bilgisayarında, gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemeye başladı… Bugünlerde, 2003-2004 yıllarından itibaren Millî Gazete’de “günlük” olarak yazdığım köşe yazılarını kitaplaştırmaya başlayınca; Ali Bülent Dilek kardeşimiz, 1990’lı yıllarda yazılanları da artık gün yüzüne çıkaralım deyiverdi…
Yıllara göre tasnif edebildiğim Millî Gazete’deki köşe yazıları da “10 KİTAP” oluyor… Şimdilik Not supported field expression! sitemizin sadece “KİTAPLAR” bölümünde yayında olacak…
Üstad Süleyman Karagülle bu kitaplar için bence çok önemli bir “TAKDİM” yazısı yazınca, 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda (60’lı yıllar da var) yazdıklarımızı da hatırladım…
Hatırlamakla kalmadım…
Onları da yavaş yavaş ve olabildiğince “KİTAP” hâline getirmeye başladım…
Üstad Süleyman Karagülle’nin de o zaman (1994) yazdığı bir “TAKDİM” yazısında ifade ettiği üzere; o dönemde yaşadıklarımızın etkisiyle olacak, gerçekten de çok farklı, çok değişik ve bazı yönleriyle ilk defa denebilecek bir üslup ve tarz denemeleri yapmışım…
O üslubun ve tarzın kendiliğinden oluşan samimiliğine hiç dokunmadım…
Olabildiğince ve içimden geldiği gibi aktarmaya gayret ettim…
YAZDIKLARIMIZDA FARKLI ŞEYLER bulacaksınız…
KİTAPLARIMIZDA bilmediklerinizi bulacaksınız…
Yazacak ve anlatacak daha çok şey var ama…
Şimdilik “MARUZATIM” bu kadar!
İyi okumalar dilerim…
Selam… Sevgi… Saygı… Ve dua, dua, DUA ile…
İstanbul, Kasım 2012
Reşat Nuri EROL
T A K D İ M
İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.
YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.
İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.
YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.
HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.
İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.
Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:
a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.
b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.
c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.
d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.
Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...
Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.
Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.
Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.
*
1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...
NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...
Açıkça ifade ediyorum;
Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.
İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.
*
REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.
ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.
Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.
OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.
*
REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.
Bu durum sakın sizi yanıltmasın.
YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.
Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.
BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...
MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...
REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…
BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...
KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...
Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...
İstanbul, Kasım 2012
Süleyman KARAGÜLLE
***
"HİÇ
BİLENLERLE
BİLMEYENLER
BİR OLUR MU?"
Reşat Nuri EROL
1993-1994
Daha gençliğimin ilk yıllarında ve daha sonra, İslâm dünyasının yaşadığım değişik yerlerinde ve yörelerinde, nadirattan da olsa bazı genç Müslümanların malları ve canları ile Allah ve İslâm uğrunda ölmeye hazır olduklarını gördüm...
İlk gençlik yıllarımdan itibaren aslında ben de onlardan biriydim; tâ ki Üstadım Süleyman Karagülle ile buluşuncaya ve bazı gerçekleri yani doğru bildiğim bazı yanlışları yavaş yavaş kavramaya başlayıncaya kadar...
Evet…
Yanlış okumadınız…
Elbette…
Malıyla va canıyla cihad eden bir Müslüman olmak…
Ama…
Nasıl…
Nerede…
Hangi zamanda…
Ve en önemlisi; hangi şartlarda…
Özellikle ömrümün ve gençlik yıllarımın çoğunu aralarında geçirdiğim çağdaş Türkiye'deki Müslüman gençlik, Türk milletinin kavmî ve Orta Asya'dan başlayıp Selçuklu ve Osmanlılar ile sürüp gelen tarihî birikim özellikleri ile olsa gerek;
Kılıcın kalemden üstün olduğu anlayışının ağırlığı altında yetişiyorlardı...
Hani…
'Asker millet.. Ordu millet...' tanımlaması…
Milletimiz, hallkımızın hakkındaki en meşhur ifadelerden biridir ya...
İşte öyle!
Elbette asker ve ordu millet olmak güzel bir özellik…
Ve milletler camiası arasında varlığını sürdürebilmek için mutlaka lâzım...
Zira…
Özellikle, adeta 'kuvvet'e tapan Batı Medeniyeti ve mensubu olan insanlar…
Ancak 'güç' ve 'kaba kuvvet'ten anlarlar...
Geçmiş çağlarda Haçlı Seferleri ile akın akın üzerimize geldiklerinde…
Onları ancak kuvvet ve askerî güç ile durdurabilmişiz...
Şimdi o çağlar geçti ve bizler yeni bir dünyada yaşıyoruz...
Çağımız 'kuvvet medeniyeti'nin gücü çok yönlü;
Kültür ve medeniyetten sanayi ve teknolojiye…
İlmî araştırma ve incelemelerden sistem ve düzen çalışmalarına kadar…
Çok geniş bir güç yelpazesine dayanıyor.
Dolayısıyla…
Ona karşı mücadele edebilmek için…
Nefislerimizde ve toplum bünyemizde böylesine geniş bir yelpazede değişim ve gelişmeyi gerçekleştirmemiz, çağdaş silâhlarla silâhlanmamız…
Bütün bu hazırlıkları yaptıktan sonra da…
Ölümü yani şehitliği dünyadan/hayattan daha çok seven bir îman ve inançla mücadeleye atılmamız gerekiyor...
Ancak bütün bu şartları yerine getirdiğimiz zaman gerçekten başarılı olabiliriz...
Yoksa…
Son zamanlarda olduğu üzere…
Adamlar bütün kadim dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal anlayışlarını…
'Yeni Dünya Düzeni' diye diye bize ve bütün dünyaya dayatıverirler.
Evet…
Mallarını ve canlarını vermeye hazır olan bu gençler…
Acaba hangi İslâm uğruna fedakârlıkta bulunduklarını biliyorlar mıydı?..
Acaba kalemin kılıçtan önce gelmesi gerektiğini…
Her hareket ve amelin…
Araştırılarak, aklederek, bilerek ve düşünerek yapılması gerektiğini…
Kendi kendilerine ve birbirlerine, ya da birilerine…
Özellikle bilenlere soruyorlar mıydı?..
Hâlbuki…
Mensubu oldukları din/düzen olan İslâm'ın kitabı Kur'ân'daki ilk emir…
"OKU" diye başlıyordu;
"SENİ YARATAN RABBİNİN ADI İLE OKU".
(Alâk, 1)
En büyük cihad, amel ve eylemleri bilerek ve anlayarak yapmak…
Daha doğrusu içtihad yapabilmek ve yapmaktır...
İçtihad yapabilmek için de okumak…
Yine okumak, çok okumak, durmadan okumak, her gün okumak…
Araştırmak ve anlamak gerek.
İçtihad olmadan…
Kur'ân'ın çağdaş yorumu yapılmadan…
Yapılacak çalışmalar ve cihad ne derece başarılı olabilir?..
Fikredip düşünmeden…
Düşünüp planlamadan…
Nereye vuracağını bilmeden…
Nereye varacağı iyice anlaşılmadan, iyice kavramadan…
Çekilen kılıç ve gerçekleştirilen bahadırlık;
Karanlığa saldırmak mesabesindedir.
Elbette…
Her karanlığı aydınlatmak mümkündür….
Ayrıca…
Her karanlığın ardından aydınlık…
Her gecenin ardından gündüz…
Her kışın ardından bahar gelir.
Ancak…
O aydınlığa ulaşabilmek için akıl ve ilim ışığından yararlanmak…
Daha doğrusu yararlanmasını bilmek gerekir.
Artık…
Karşımızda savaşan bir ordu, hattâ askerî bir güç bile değil.
Karşımızda bütün maddî ve manevî değerleri ile bir dünya düzeni, 'Yeni Dünya Düzeni', topyekün bir kültür ve medeniyet var...
Her birimiz karanlığa karşı bir mum yakarsak…
Birlikten kuvvet doğar gerçeğinden hareketle bunları birleştirirsek…
Karanlık Batı/batış Medeniyeti'nin yerine…
Doğu/doğuş Medeniyeti yani
Yeni İslam Medeniyeti nûrunun ilk ışıklarını yakmış oluruz...
Bu ışığın ilk çırası ve tek çaresi içtihaddır...
Değişim ve gelişmeye…
Hak ve adalete dayalı…
Yeni bir dünya düzenine giden ana yolun başlıca aracı içtihaddır...
Bizleri icmâya ulaştıracak çağdaş içtihatlarla ve bunları birleştirecek anonim çalışmalarla karanlıkları aydınlatabiliriz...
İslâm teslimiyet dinidir ve mensuplarından gerçek teslimiyeti ister...
İslâm‘ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i okuyarak, anlayarak ve amel ederek…
Yani…
Onun prensiplerini hayata uygulayarak gerçekleştirilen dört dörtlük bir teslimiyet...
Ona sadece inanmak ve körü körüne bazı fedakârlıklarda bulunmak yetmez...
Her şeyin bilerek ve anlaşılarak yapılması gerek...
Yüce Allah bu ayırımı ne de güzel yapmış:
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
(Zümer,9)
***
BİREYSEL VE TOPLUMSAL
DEĞİŞMENİN YASALARI
Daha önce de ifade ettiğim üzere…
Bizler yeni bir şey söylemiyoruz…
Aslında…
Bizden önceki insanlar söylemişler, yazmışlar…
Özellikle Allah'ın Kitabı Kur'ân'da her şey öz ve özet olarak söylenmiş...
Ancak…
Bütün bu söylemlerin, çağımız insanının anlayacağı ve onun problemlerini çözecek yorumlar kazandırılması gerekiyor...
İşte…
Bizler de bunu yapmaya ve gerçekleştirmeye çalışıyoruz...
Nitekim…
Daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi…
Çağdaş Müslüman araştırmacılarımız da…
Bu konuyu enine-boyuna ve derinlemesine inceleyip araştırmış…
CEVDET SAİD de bunlardan biri...
Anlatmaya çalıştıklarımın çok önemli püf noktalarından biri olduğu için de;
Konunun anlaşılmasının gerektirdiği ölçüde…
Yazarın çalışmasından geniş alıntılar yaparak…
Bu önemli meseleye açıklık kazandırmaya çalışacağım.
Yazarın
"Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları" kitabında…
Bu gerçekler en çarpıcı şekilde ortaya konmuş…
Kendi tarzımda ve üslubumda aktarıyorum:
***
"İslam dünyasında henüz îmanın şartları araştırılmamıştır...
Bu, artık Müslümanlar îmanın ve İslâm'ın rükünlerini saklı tutmuyorlar anlamına gelmemeli. Îmanın şartlarıyla, onun psikolojik şartlarını kastediyoruz...
Yani…
Değiştirilmesi gereken psikolojik yapıyı...
Çünkü…
İman ancak böyle bir değişimin ardından meyvelerini verebilir…
İnançla eylem ancak bu şekilde uyum içinde olur...
Zira daha önce geçirilen değişim buna engel olmuştur.
Öteden beri mal ve canın feda edilmesine, bunları faydalı kılan şeyin ne olduğuna bakılmaksızın en yüksek paye verilmiştir...
Oysa…
Sorun yalnızca bir fedakârlık meselesi değildir.
Bu yetmez…
Çünkü…
Mal ve canın feda edilmesi, gerekli teknik şartlar yerine getirildiğinde ancak meyvelerini verir...
Soruna bunun aksi biçimde bakmak demek, Müslüman gencin mal ve canını bu uğurda olur olmaz biçimde harcamasına zemin hazırlamak demektir...
Böyle bir zemin oluştuğunda ise, araştırmalar yapmak üzere kendini belli bir sıkıntıya sokması bu genç için pek kolay olmayacaktır.
Bu kayıtsızlığın diğer bir nedeni de şu:
MAL VE CANIN FEDA EDİLMESİ tansiyonun yükseldiği, hamasetin coştuğu bir anda olup bitiverir...
İLİM PEŞİNDE KOŞMAKSA böyle bir anda olup bitiverecek bir şey değildir. Ancak sürekli bir çabayla hedefine varabilir. Bu ise sürekliliği mümkün kılacak bitmeyen bir yakıta yani kesintisiz bir bilince ihtiyaç gösterir.
Evet…
Gençlerin çoğu hamaset dönemlerinden birinde çalışmaya başlıyor, araştırmalara koyuluyor. Ne var ki bir kaç celseden sonra hamaset kesintiye uğruyor, usanç geliyor ve sonra başladığı işi yarıda bırakıveriyor, tıpkı yakıtı tükenen kandilin sönüvermesi gibi...
Yürürlükte olan değişsin diye bekler dururuz…
Oysa…
Hiç düşünmeyiz ki…
Değişim beklentimizden önce nefislerde gerçekleşmediği sürece bu bekleyiş asla bitmeyecektir...
Hepimiz nefislerimizde taşıdığımızdan hoşnutuzdur...
Oysa…
Kavrayamıyoruz ki…
Bu taşıdıklarımızdan çoğu zeval bulmasını istediğimiz olgulara kalım hakkı vermektedir...
Olguların üstümüzdeki baskısını duyarız da, nefislerimizde taşıdığımız şeylerin bu olguların devam ve sürekliliğine ne kadar katkıda bulunduğunu kavrayamayız...
Kur'ân'ın insanoğluna öğretmek istediği şey işte budur ve değişim probleminin çözümünü nefste aramak gerektiğini açıkça vurgular...
İnsanı hariçten kuşatan zulüm yoktur Kur'ân'a göre, insanın nefsine ettiği zulüm vardır...
Tarihin özü, toplumun yasası işte budur...
Bunu Kur'ân beyan etmiştir...
Bu beyana kayıtsız kalındığında hayat karanlıklara gömülür; ortaya uğursuz, sapık ve totaliter felsefeler çıkar... (s.14)
***
NE YAPMAMIZ GEREKİYOR?
"Müslümanlar -her sözün ve bahsin başında- cevaplandırılması mutlaka lazımmış gibi usanmadan, ısrarla şu soruyu soruyor:
NE YAPMAMIZ GEREK?..
Müslüman bu soruyu sorduğunda seçimi de yapmış olmaktadır…
Çünkü bu soru aklın problemler karşısında takınabileceği iki tavırdan ikincisini yani karmaşık olanını seçmesi gerektiğini de içermektedir. Demek ki akıl henüz seçimini açıklıkla yapamamıştır. Demek ki problemlerin bağımlı olduğu yasaların varlığına, bu yasaların keşfedilebilir olduğuna ve insanın kendi çabalarıyla onu halledebileceğine inanmamaktadır.
Olumsuz tavır takınanlardan bir bir söz etmeyeceğiz…
Onların varlıklarından haberdarız ve zaten onlar problemin ağırlık noktasını teşkil etmektedirler...
Onlar ümmetin genelidirler...
Hepsi Mehdi beklemekte yahut kıyamet alametlerinin dökümünü yapmaktadır...
Zihinlerinde kök salmış olan düşünce şudur:
Bu problemleri Allah'tan başkası halledemez, bilginlerin çabası boşuna...
Sözümüz bunlara değil elbet…
Bu durumdan kendilerini sıyırıp daha hâlâ adımlarını pekiştirmeyenlere...
Onlar bu konuda olumsuz tavır takınmazlar gerçi ama tavırlarındaki olumlu nitelik onları farklı noktalara götürmektedir...
Problemlere özgü yasaların olduğunu görmeyenler yahut onları yanlış yorumlayanların sonuca ulaşması mümkün değildir...
Onların yasayı bilmemeleri yasayı ortadan kaldırmayacaktır...
Bu durum yalnızca onların yasaya egemen olmalarını ve onu kontrol altına almalarını engelleyecektir...
Dahası yasayı bilenlerin elinde oyuncak olmaları da mümkündür...
Anlaşılması nisbeten kolay olan birinci alandan, anlaşılması başlıbaşına bir problem teşkil eden alana geçiyoruz...
Bu alan toplumsal alandır…
Bünyesinde hastalık belirtileri görülmekte olan toplum alanı...
Problem ise söz konusu belirtilerdir ki, bunlar toplumdaki çözülme, çatışma ve çelişmenin, toplumsal etkinlikleri ortaklaşa yerine getiremiyor olmanın göstergesidir...
Bizce toplumsal organizmanın -yahut bir ümmet olarak var olabilmenin- tâbi olduğu yasaların varlığı tartışmasızdır...
Toplumun sağlığı yolunda bu yasaların keşif ve kontrolü mümkündür...
Daha önce de söylemiştik; asıl mesele, ayrıca ispata gerek bırakmayacak biçimde toplumun inançlarıyla uygun biçimde yaşayamamasıdır...
Bu toplumsal hastalığın belirtisi her bireyde açıkça gözlemlenebilir...
İnsanların çoğunu, toplumun gücünü yitirdiğinden, işlevini sürdüremediğinden yakınırken görüyoruz...
Yanı sıra her bireyi insan türünde baş gösteren hastalık ve sıkıntıların birer göstergesi olarak değerlendirmek de mümkün...
İnsanlar bedensel hastalıklarını teşhis için doktorlara koşuyorlar...
Ne var ki toplumun rahatsızlıklarını tedavi için başvurabilecekleri mukabil doktorlar bulamıyorlar...
Diyelim ki buldular; eğer bu toplum doktorlarının tedavi imkanları tıp doktorlarının ulaştığı aşamada değilse bunun da bir faydası olmayacaktır...
Burada temel nokta şudur:
Toplum doktorlarının hastalıklar karşısındaki çaresizliği, bu hastalıkların onulmaz nitelikte olmasından değil, onların toplum sağlığının bağlı olduğu yasaları bilmemesi yüzündendir...
Öyleleri vardır ki;
Yasalarını bilmediği tüm meseleler karşısındaki tavrı gibi, hastalıkları da bilinçsizce kaza ve kadere bağlarlar...
Oysa…
Bir kez problemleri kaza ve kadere bağladınız mı, sebeplerini bilip bilmemeniz arasında bir fark kalmayacaktır...
Toplumun sağlamlığını ve ilişkiler ağının sağlamlığını sınamak yine topluma ait yasaları bilen kimse için mümkündür...
Ayrıca…
Bu kimseler toplumsal rahatsızlıkları teşhis etmek üzere toplumun ortaya koyduğu değerleri analiz edip mevcut gelişmeleri yorumlayabilirler...
Toplumsal yasaların uzmanı olan kimse için kökleşmiş görüşleri kavramak ve gereğince onları değiştirecek uygulamalara girişmek imkân dâhilindedir...
Yanı sıra böyle kimseler toplumun, içinde fikri gıdalarla beslendiği ve bu gıdaların, toplumun kuvvet ve sağlamlığını atıl bırakan mikropların üremesine meydan vermediği bir korunma sistemi geliştirebilirler...”(s.18)
***
Toplumsal zıtlaşmalar, zor şartlarda yardımlaşmadan yüz çevirme, bireylerin birbirini türlü biçimlerde itham etmeye başlamaları, eski kuşağın hataları devralınan kimseler olarak anılmaya başlanması, toplumsal görevin yerine getirilişinde oluşan çelişkilerden hiç rahatsızlık duyulmaması, ilmi istemek konusunda geneli içine alan bir tembellik, tarihin verdiği dersten yüz çevirmek...
Tüm bu toplumsal hastalıklar, insan organizmasına isabet eden hastalıkların tehlikesinden daha az değildir...
Sözünü ettiğimiz toplumsal hastalıklar insanların akıllarına isabet eder ve onları atıl bırakıp aptallaştırır...
Bu tehlikelerin kaynaklandığı yeri se kimi öteden beri var olan, kimisi de yeni bulaşmış fikri hastalıklarla kokuşmuş bir ortamdır...
Kur'an-ı Kerim 'hastalık' (maraz) sözcüğünü çeşitli yerlerde anmaktadır...
Fakat bununla kastedilen bireyin bedeninde oluşan rahatsızlık değildir...
Kur'an'da adı geçen hastalık, toplumun nefsinde oluşan hastalıktır...
Kur'an'ın kalp hastalığıyla kastettiği şey insana, fikirlerle münasebetinin ardında oluşan 'fikri' hastalıktır...
Bu hastalık kişiyi ümmet içinde toplumsal görevini yapamaz duruma getirir...
Nasıl kalp yetersizliği bedeni güç sarfı isteyen herhangi bir işe koyulmaktan alıkoyuyorsa, toplumun fikri odaklarına çöreklenen zafiyet de toplumu hem bünye, hem bilgi planında güçlü olmayı gerektiren herhangi bir probleme yönelmekten alıkoyar...
Müslümanlara düşkünlük ve yumuşaklıkta üstüne olmayan Peygamber (s.a.v) başından sonuna dek zihinlere şunu yerleştirmeye çalıştı: Belli yasalara uymak bakımından hayat, toplum ve madde arasında bir benzeşme vardır. Yani cismin doğal konumunu nasıl koruduğunu açıklayan, canlının sağlık üzere olmasını sağlayan ve toplumu çözülmekten koruyan yasalar karşılıklı olarak benzeşirler. Bu yüzdendir ki, Allah Resulü (s.a.v) yaptığı maddi bir örneklemeyi toplumsal plana uyarlamakta, sonra canlı organizmalara ilişkin bir örneklemesini toplumsal ilişkilere hamletmektedir.
İlk benzetmesinde Allah Resulü (s.a.v) "Mü'minler, bir kısmı bir kısmına destek olan yapılar gibidir." buyurmaktadır. Kendileri bu örneği verirlerken parmaklarını birbirine kenetlemişlerdir.
İkinci tür benzetmesinde ise şöyle buyurmaktadır: "Mü'minleri birbirine karşı merhamet etmede, sevgi göstermede, temayül etmede, bir organı şikâyetçi olduğunda diğer organlarının sabah akşam bu şikayete karşılık verdiği bir beden gibi görürsün."
(Bu hadislerin her ikisi de Buhari hadisidir.)
Bir yapının mühendisi o yapıyı tehdit eden tehlikeleri nasıl görebiliyor, bunların sebep ve giderilme yollarını nasıl bilebiliyorsa…
Aynı şekilde toplumsal yapının mühendisi de topluma şöyle bir baktı mı özündeki sağlamlıktan geriye ne kaldığını, bünyede oluşan çatlakları ve sürekli ihmal sonucu baş gösteren çöküş tehlikesinin toplumu kaçınılmaz sona, yani ecele nasıl yaklaştırdığını fark ediverir:
"Her ümmetin bir eceli vardır.
Ecelleri geldi mi…
Ne bir saat ertelenirler
Ne de bir saat öne alınırlar."
(Yunus,49)
Böyle bir karşılaştırma konuya yaklaşım bakımından gerekliydi...
Zaten bu, Kur'an ve hadislerin de yöntemidir...
Kur'an ve hadis insanlara, yasalarını bildikleri şeyin bir benzerini, bilmedikleriyle karşılaştırmak suretiyle belirli örnekler zikretmiştir:
"İşte bu örnekleri biz insanlar için veririz.
Ve fakat onları bilenler aklederler ancak."
(Ankebut, 43)
Resul (s.a.v) maddi yasayla toplumsal yasayı kendisinde birleştiren başka bir örnek vermektedir: Gemi ve yolcuları...
Geminin bağlı bulunduğu yasalar fiziki yasalardır...
Yolcularınki ise toplum yasaları...
Allah Resulü(s.a.v)nün zikrettiği bu örnek, toplumun, sulara gömülüp batmaması için bağlanmak zorunda olduğu yasayı dile getirmektedir...
Gemi için sözü edilen batışın sonuçlarını kavramak kolay da, toplum için nasıl bir batışın söz konusu edildiğini kavramak oldukça zor...
Şüphesiz bu bir ilimdir...
Ama hangi ilim ve ne kadarıyla ilim?..
Bu kavrayış aynı zamanda zandır da...
Ama içinde bulunduğumuz zanlardan hangisi?..
Artık mucizeler dönemi bitti...
İnsanlığa hizmette bilim ön sırayı aldı...
Eğer biz Müslümanlar imana hizmet etmek için bilimden nasıl yararlanacağımızı bilebilseydik, bundan sağlayacağımız yararların, tutup "İslâm ilim dinidir" gibi oyalayıcı sloganlarla yetinmekten çok daha fazla olduğunu anlardık...
Fakat…
Biz hâlâ bilime güvenmiyoruz, hattâ itham ediyoruz onu...
Bilimle uğraşmayı becerebilseydik görürdük ki;
Bilim daha yetkin bir yöntemle hedefe varmamızı sağlamakta ve varılan sonuçlar İslâm'ın bayrağını yükseltmek için çocukça çırpınmalardan daha çok yarar sağlamaktadır...
Böyle düşünmeyenlerin tek yapabileceği şey, artık bağlıları kendisinden uzaklaşmaya başlayan İslâm'a bakıp bakıp ağlamak oluyor...
Tıpkı rahatsızlığı şiddetlenen hasta için cahil dostun ağlaması gibi...
Oysa bu dost, hasta için ağlayacağına, hastalığın giderilme yollarını araştırsaydı hasta için daha avantajlı olurdu...
Hakikatte Allah devasını yaratmadığı hiç bir hastalık yaratmamıştır...
Burada bedeni hastalıklar bağlamında söylenen şeyler, aslında ruh ve toplum hastalıkları için de söylenmiş olmaktadır...
Ama…
Önce bilimin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir...
Bunu bilelim ki, tutup "bilime güvenilmez" demek yerine bilimi bilim olmayandan ayıralım...
Fakat…
Bilimi bilim olmayandan ayırmaya giden yol oldukça sarptır...
"Bilime güven olmaz." demekse oldukça kestirme bir yoldur, bizi zora koşmaz...
Gelgelelim bu avantajın sonuçları çok zorludur...
Zorlu sonuçlar karşısında, zor olanın sonuçları daha sağlamdır oysa...
Problemlerin doğal süreç ve yasalara boyun eğdiğine ve bu yasaların keşfedilebileceğine inanan kimse yöntemine pozitiflik ilkesinin damgasını vurmuş olacak ve probleme yaklaşımı ciddiyet kazanacaktır...
Buna karşılık bu süreç ve yasaları bilmeyen ve şaşkın bir surette inkâr eden kimse, bu konudaki uğraşısını yarıda bırakacak, hafife alıp işinden el çekecektir...
Bu ona kolay gelir...
Çünkü o, problemin çözümünü mümkün kılan tavrı terk ettiğinin farkında değildir...
Problemlerin çözümüne yeltenmez bile...
Onları hep kronik ve çözümü askıda şeyler olarak görür...
Oysa…
Probleme belli yasalar çerçevesinde bakma alışkanlığı insanın güven ve tatmin duygusunu artıracaktır...
Bir problemle karşılaşan ve fakat çözümüne inanan insan…
Değişim olgusuna inanan insandır...
"Değişim" hoşnut olunmayan bir durumdan, daha iyi bir duruma geçiş demektir...
Bu geçiş insanın potansiyeliyle, araç ve amaçlar arasındaki ilişkileri belirleyen bir yasaya bağlıdır. (Potansiyel - Araç - Amaç)...
Bu prensipler arasında bir denge vardır...
Bu kuralı İslam toplumu üzerinde uygulamamızın kayda değer ifadesi şudur:
Bu toplumda insanın amacı İslâmî bir hayatın ikamesini sağlamak; aracı ise, elinin ve fikrinin erişebildiği her şeydir…
Söz konusu prensipler arasındaki ilişki, soruna uzak yahut yakın plandaki çeşitli batış açılarına konu olmuştur...
Bu bakış açılarının ortaya konması kaçınılmazdır...
Yanı sıra…
Bireyin günlük çabalarından tutun, evrende tümüyle tevhide dayalı salih bir toplum kurma girişimlerine kadar, değişim yasasının kapsamına giren bütün insan etkinliklerine ışık tutmak gerekmektedir...”(s.24)
***
Cevdet Said, Üstad Malik bin Nebi ve İkbal'den alıntılar yaparak yoluna devam ediyor...
Malik bin Nebi 'siyaset' ve 'politika' terimlerinde söz ederken şöyle diyor:
"Bu iki terim arasındaki fark büyüktür. Birisi, tarih boyunca kazanılmış insan tecrübelerinden yakıt olan belirli bir yönlendirmeyken, diğeri rastlantı ve kaba duyguya dayalıdır. Liderlerin bu türden güttüğü kötü siyaset (politika); oluru olmazla karıştırmaktan, doğrudan araçlarla kolayca varacak hedefleri bırakıp bağlandığımız herhangi bir hayali araçla bile varılamayacak hedeflere yönelmekten başka bir şey değildir."
(“Vichet'ül-Âlem'il-İslâmî / İslâm Âleminin Bakışaçısı” adlı kitabından. s.108.)
'Siyaset' ve 'politika'yı; 'politika' ve 'ilim'i; 'âlim' ve 'eylem adamı'nı bir de bir Batılı'dan, Weber'den, Cemil Meriç'in üslubu ile izleyelim.
Kimdir Weber?
"Tanımıyoruz Weber'i.
Tanımıyoruz çünkü Marx gibi kilisesi ve rahipleri yok...
Klişelere hapsedilemeyen coşkun bir zekâ coşkun serâzâd, dürüst...
Çağdaşı bir yazar, "her nesil başka türlü okuyacaktır Weber'i, der; ona başka sualler soracak, onu başka türlü yorumlayacaktır...
Alman sosyologların en büyüğü... Hukukçu, iktisatçı, tarihçi, filozof..."
(Raymond Aron).
Doğru, her nesil ve her millet..
Ama bu hüküm bütün büyük adamlar için geçerli değil mi?..
Hayatta da, toplumda da gerginlikler, sürtüşmeler var Weber'e göre...
İnsan, uçlar, imkanlar ve tezatlar arasında mekik dokur...
Aklilik ile akıldışılık, yaşanmış ile kavram, sonsuz gerçekle ilmin sonluluğu, izah ile anlama, îman ile bilgi arasında mütemadi gidiş-gelişler...
Weber, bu farklılaşmaları, bu yön değiştirmeleri, bu yüzleşmeleri, bu gerginlik ve anlaşmazlıkları tek isimde toplar: antagonizma...
Antagonizma, çatışma kaynağı ama çatışmanın kendisi değil...
Hayat, sürekli bir savaş...
Savaş bir nevi ayıklama (selection)...
Ayıklama da, tahakküm iradesi veya şiddet gibi, savaş şekillerinden biridir..
Kavga daha iyi bir intibak sağlamaz...
Şu veya bu içtimai münasebetin ortadan kaldırılmış olması, intibak kabiliyetinden mahrum olduğuna delalet etmez...
Başarısızlık, mutlaka olumsuz bir mana taşımaz...
Zafer de sulh da, başarısızlık gibi savaş alametleri...
Kavga, şansın boyuna yer değiştirmesidir; itaatin de, isyanın da, aşkın da, nefretin de, okşayışın da, terk edişin de temeli...
Sonu yoktur kavganın...
Tanrı ile şeytan arasındaki mücadele gibi kıyasıya...
Mefhumlar düşman birbirine...
"Sokaktaki insan", bu çelişmelerin farkına varmamak için elinden geleni yapar...
Gündelik hayatın bayağılığı içinde uyuşmaktır başlıca emeli...
Fikir adamı, bu antagonizmaların şuuruna varmak zorunda...
Ferdin her hareketi, hattâ son tahlilde hayatın bütünü bir kararlar zincirinden ibaret...
Ruh, bu kararlar sayesinde kendi kaderini inşa eder, yani hayatına mânâ kazandırır...
Eski kavgalar sürüp gidiyor...
Politikalar da, dinler de, insanların yaşamasına yardım eden birer uzlaşma...
Siyaset adamı, iki ahlaktan birini seçmek zorunda: inanç ahlâkı, mes'uliyet ahlâkı...
Ya inançlarına boyun eğecek, hareketlerinin neticesine aldırmayacaktır…
Yahut kendini yaptıklarından sorumlu tutacak, iyi niyet, temiz kalplilik gibi bahanelere başvurmayacaktır...
Tasarlanan bir hareketle elde edilen netice arasında fark var...
Bir neslin serbestçe istediği, bir sonraki nesil için önüne geçilmez bir kaderdir... İnsanların umdukları başkadır, buldukları başka...
Tarih, tarihini yapan fakat yaptığı tarihi bilmeyen bir insanlığın trajedisi...
Çok defa hayırla şer iç içe...
Siyasi aksiyon devamlı bir çaba; amaç: aydınlıkta hareket etmek ve alınan kararlar neticesinde hayal kırıklığına uğramamak...
Devlet meşru şiddet inhisarını elinde tutar...
Politikaya girmek, amacı iktidar olan çatışmalara katılmaktır:
Devlete ve topluma hükmetme iktidarı...
Politikaya girer girmez aksiyon kanunlarına boyun eğmeyi de kabul etmiş oluruz...
Bu kanunlar, samimi tercihlerimize, "Evamir-i Aşere'ye" de aykırı olabilir...
Şeytanla bir anlaşma imzalamaktır politikaya girmek...
Kendini netice almanın mantığına teslim etmektir...
Weber'e göre, iki tip siyasi parti var, birbirine zıt iki tip: ileri gelenlerle, kitle partileri...
İleri gelenler yani hukukçu veya avukatlar, devlet veya parti memurları...
Bunlar devrimizin profesyonel politikacılarıdır...
Politikaya girmek isteyen hocanın karşısına çıkacak güçlük:
Partilerin disiplin ve programları...
Dünyanın hiçbir ülkesinde, tarihin hiçbir devrinde bir sosyolog veya iktisatçı herhangi bir partinin programını benimseyemez...
Ancak, sembolik bir yoruma başvurarak katılabilir bir partiye...
Siyasi bakımdan faal olmak isteyen içtimai ilimler hocası, bu yüzden devamlı bir tedirginlik içindedir...
Ülkelere, parti üyelerinden istenen disipline, zamana göre artan veya eksilen bir samimiyetsizlik...
Meclis çalışmalarına katılanlar, kâmil bir hürriyet lüksünü tadamazlar...
İlmin emri kayıtsız şartsız hakikattir...
Politikacılık, her zaman hakikatin söylenmesine izin vermez...
Weber, demokrasilerdeki politikacıların vasıflarından şikâyetçidir...
Serveti olmayanlar, politikaya atılırken mesleğin iyi veya kötü ihtimalleri ile mâli tehlikeleri de göze almak zorundadır...
Parlamentonun işleyişi şeklîleşmiştir...
Mücadelenin neticesi önceden bellidir...
Bu itibarla parlamento, kabiliyetleri ortaya çıkaran bir yer değildir artık...
İlerlemek için insan parlamentoda değil, partide kendini kabul ettirmek zorundadır...
Doğrudan demokrasiler çok defa iktidarın şahıs dışılığı, yöneticilerin şöyle böyleliği, ruhsuz kalabalıkların pasifliği yüzünden, boyuna çöküş tehlikesi ile karşı karşıyadırlar...
Vahim durumlarda, milletin hayatı tehlikeye düşünce veya rejimin yeniden düzenlenmeğe ihtiyacı olunca, milletler hem kanuna itaat etmek hem de bir insanın peşinden gitmek ihtiyacındadırlar...
Canlı rejimler, buhran anlarında kendilerini kurtaracak kahramanları yaratırlar...
Sükûnet zamanlarında demokrasinin şefleri saygı değer idarecilerdir...
Bazen iyi teşkilatçıdırlar, çok defa uzlaştırıcı...
"İnsan, nasıl hem hareket adamı, hem hoca olabilir?" sorusu, Weber'in felsefî düşüncesinin merkezinde yer alır...
Hiçbir zaman bir siyaset adamı olmamıştır Weber...
Ama daima olmayı düşünmüştür... Gerçekte onun bütün siyasi faaliyeti bir hocanın, zaman zaman bir gazetecinin, arada bir -sözlerine kulak asılmayan- bir hükümdar müşavirinin faaliyetinden ibaret kalmıştır...
Parti lideri veya insan çobanı olmak isteyen Weber, daha çok bir hoca ve bir bilgindi...
Aydınlık düşünceye âşıktı...
"Tarih veya sosyoloji hangi şartlar içinde objektif olabilir? Politika ile ilmin münasebeti nedir?" gibi sorular üzerinde uzun uzadıya kafa yormuştur...
Bir tarih ve sosyoloji eserini yöneten, onun değerini yapan tarihçi veya sosyologun ortaya attığı suallerdir...
Araştırma konusuna karşı büyük alaka duyan ilim adamı, ne tarafsız kalabilir ne de objektif...
Ama dinin bir hurafeler yığını olduğuna inanan, dini hayatın ne olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaktır...
İnsanları gerçekten anlamak için insanların önem verdikleri şeylerin manasını anlamak lazım...
Weber'in gayesi şunu anlamak:
Nasıl olmuş da insanlar farklı toplumlarda farklı inançlara dayanarak yaşanmışlar; asırlara göre faaliyetleri değişmiş, ümitlerini bazen öbür dünyaya bağlamışlar; kâh iktisadi büyümeyi, kâh ruhlarının selametini düşünmüşler...
Her toplumun bir kültürü, yani bir inançlar ve değerler bütünü vardır...
Farklı yaşayış şekillerini anlamak için, ele alınan toplumun kendine has olan inanç ve bilgi sistemini tanımak lazımdır...
Eylem adamının tarihte büyük yeri olduğuna inanır, Weber...
İnsanlar önceden çizilmiş bir kaderin oyuncağı olsalardı, siyaset adi bir faaliyet olurdu...
Gelecek belirsizdir... İstikbali insan inşa eder...
Bu itibarla, insanlığın asil faaliyetlerinden biridir siyaset..."
(Umrandan Uygarlığa, s.190-199)
***
Biz neyin talibiyiz?..
Siyaset mi, politika mı yapacağız?..
Nedir siyaset ve politika?..
İkisi arasındaki farklı uçurumları kavrayabiliyor muyuz?..
Yetmiş yıldır Batı taklitçiliği ve uyduluğu ile uygulanan politikalarla bugün vardığımız yer apaçık ortadadır...
Kendimizin olan, bizim olan, yerli olan çare ve çözümleri, kurtuluşa götüren toplum projelerini üretmek zorundayız...
Ne düşmanı körü körüne taklit, ne olağanüstü güçler, ne kendine güvensizlik ne de buna benzer sebepler bizi kurtaramayacaktır...
Bizi bizden başkası kurtaramaz...
***
Hareketi açmazlara sokan ve seyrini durduran söz konusu yanlış görüşlerin aslında zorlu bir niteliği yoktur; aksine fikre tahammül edemeyecek denli zayıftırlar ve bir atfı nazar onu aşmaya yetecektir...
Ama…
Ne hikmetse…
Bu ucuz gaflet tarihin akışını durdurmaya yetmemektedir...
Nitekim İkbal vurguluyor:
"Dostum gafletle geçirdiğin bir an
Menzilden bin mil uzaklığa patlar."
Hareketin, değişimin, gelişmenin ve bunlarla ilgili eylemlerin yasaları var...
Bu yasalara özen göstermenin göz ardı edildiği zamanlarda bu tür deneyimlerin ardından oluşan davranış biçimleri çekinme, şaşkınlık, güvensizlik, kin ve acizlik gibi niteliklere bürünmektedir...
Oysa…
Mevcuttan amaçlanana programlı biçimde geçişin yasaları anlaşıldığında, insan bu tür zaaflardan korunacaktır...
Yapamayacağı şeyi kendinde görmeyecek ve acizliğini gizlemeye çalışmayacaktır...
Yapacağı şey, tam bir ciddiyetle eksiklerini gidermeye çalışmak olacaktır...
İşte bugün, ben, değişim problemi konusunu "Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah bir kavmin durumunu değiştirmez." (Ra'd,11) âyetini eksen alarak araştırmış bulunmaktayım.
Şuna inanarak yazıyorum ki;
Müslümanların bu önermeleri anlaması, onlara, ellerinin altındaki araçları tam bir sabır, ciddiyet ve süreklilikle kullanabilme imkanı sağlayacak ve hiç kimse onları bu hedeften döndüremeyecektir...
Çünkü…
Ne yapacaklarını ve emeklerini hangi yönde sarf edeceklerini bileceklerdir...
Emeklerinin karşılığında edindikleri her yeni kazanç tatmin duygularını arttıracak ve sonuçta, daha önce içinde bulundukları şaşkınlıktan kurtulacaklardır...
Oysa…
Şimdi bir seraptan diğerine koşturan genç kuşak, kafası karmakarışık bir şekilde yürütmeye çalıştığı hareket içinde bocalamakta ve bir türlü sabırlı araştırmaların kendisine gerçek hareketin kapılarını açacağını düşünmeyip ümitsizliğe düşmekte, ardından atıl bir durumda kalakalmaktadır...
Bu konuda Üstad Malik bin Nebi şunları söylüyor:
"Bir kısım Müslümanlar bu trajediyi kalplerinde hissediyorlar sürekli...
Gelgelelim kendilerinde araştırmalar yapmak üzere yeterli istek ve donanım yok...
İçinde bulunulan acıklı durumu dile getirirken şöyle diyorlar:
'Biz ancak nüfus kâğıdı Müslümanıyız.'
Evet, bir gerçeği dile getiriyorlar...
Ne var ki…
Değerlendirilmesi öncelikle gereken temel şeyleri içimizden çıkıp değerlendirselerdi daha faydalı bir iş yapmış olurlardı..."
(“Milad'u Müctema' / Toplumun Doğuşu” S.134)
Ben inanıyorum ki;
Müslümanlar, problemlerin bağlı olduğu yasaları kavradıkları an, içinde bulundukları derbederlik ortadan kalkacak, yerine, bu kavrayıştan çıkardıkları kararlı bir tavır gelecektir." (s.27)
Bütün bu ifadeler bir Âyet-i Kerime'den doğmakta ve durgun suya atılan taşın oluşturduğu halkalar misali genişleyip gitmektedir...
Görüldüğü gibi konu müstakil bir kitap boyutunda uzayıp gitmektedir...
Bizim konumuz sadece değişim olmadığı ancak değişim çok önemli hattâ işe başlamanın bence 'püf noktası' olduğu için, meselenin dikkatle, doyurucu ve yeterli biçimde açıklanması gerekmektedir...
Mesele gerektiği ölçüde berrak bir açıklıkla ortaya konabildiği ve anlaşıldığı ölçüde, Müslümanların toplum meselelerine bakış açısına ve içinde yaşadıkları problemler karşısındaki tavrına etki edecektir...
Görüldüğü üzere…
Değişim yasası genel bir yasadır ve sadece Müslümanlara özgü değildir...
Bütün insanlığın yasasıdır ve genele uygulanır...
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bu genel konuyu, yasaların ardından geleceğini gören kimsenin üslubuyla apaçık belirtir:
"Andolsun siz, kendinizden öncekilerin yasalarına (sünnetlerine) tabi olacaksınız..." şeklinde ifade eder ve bu karşılaştırmayı da bütün insanları bir keler deliğinde toplamaya kadar sürdürür...
Bütün mesele artık yitirmiş bulunduğumuz böyle bir bakış açısını, Kitap ve Sünnet'ten kaynaklanan ve bizi biz yapan değerlerimizi yeniden yakalayıp kazanmaktır...
İslam'ın temel kaynaklarının bakış açısına, kavrayış ve değerlendirme biçimine yeniden kavuşmak zorundayız...
Kur'an ve tarih, bizden önceki kavimlerin yaşadıkları deneyleri ve onların tabi oldukları değişim yasalarını anlatır durur...
Herhalde bunlar hikâye olsun diye anlatılmamakta, bilakis ibret alınsın diye defalarca tekrar edilmektedir... Öncelikle kavranması gereken, Müslümanların da herhangi bir kavim gibi bu yasalara tabi olduğu ve problemi çözmek için aynı zamanda Kur'ani olan bu bakış açısını yakalamamız gerektiğidir...
Nitekim 'Değişmenin Yasaları' yazarı da;
Bu bakış açısını edindiğimiz zaman, problemi kehanet ve esrar alanından çıkarıp apaçık görüş alanına kaydırmış oluruz, diyor...
Bu alan probleme "insani bir problem" olarak bakabildiğimiz alandır...
Burada problem din ve inanç problemi olarak da ele alınmamaktadır...
Başka bir deyişle, İslâm değil Müslüman toplumu söz konusudur...
Ancak bu konunun da ayrıca açıklanması ve anlaşılması gerekmektedir...
Ben, 'mesele din problemi değil toplum problemidir' derken, dileğim Müslümanı dini ve inançlarıyla çelişkiye düşürmek değildir...
Aksine din konusunda en az onun kadar hırslıyım; hattâ ondan da fazla...
Benim asıl hedefim ve yapmak istediğim, insanı ve dolayısıyla Müslümanı atıl bırakan yasalarla gayret dolu bir müçtehid hâline getiren yasalar arasındaki ayırımı belirtmektir...
Şimdi bu gerçeği teslim edecek ve onun insanlığın geneline gaflet, cehalet, kibir, gurur, iyilik, tevazu, masumiyet ve ahmaklıktan ne bulaşmışsa, kendisinin de pay aldığı Müslüman insana indirgeyeceğiz...
Kâinat var edildiğinden beri evrenin yasaları değişmemiştir ve değişme ihtiyacı da yoktur...
Ama ihtiyaç içinde olan biri varsa o da insandır; giderek artan bir ilgi ve araştırma ihtiyacı içinde nefsini 'zan' ve 'vehimler'le şişirip, kendi gibi düşünmeyen ruhları ve bedenleri ezmeye hazır bir vaziyette kutsal(!) mertebelere yükselen insan...
Gelelim Müslüman insana;
Onun İslâm'a nazaran kavrayış alanı ve görüş mesafesi, gerçeğe uzaklık bakımından güneş ve aya olan görüş mesafesi gibidir...
Problemleri çözmede tuttuğu yolun gerçeğe uzaklığını işte bu benzetme tazammun eder...
İnsanlığın maddi ilerleme ve gerileme problemlerini ele alırken Kur'ani yöntem meseleye genel bir problem olarak yaklaşır; dini ve akidevi bir problem olarak değil, tüm insanlığı ilgilendiren ancak dinle de ilgisi olan bir problem olarak yönelir ona...
Bu iki kavram üstüne dikkati çekmek gerekmektedir...
İlkönce 'genel problem' derken şunu kastediyoruz:
Bir kere, bir yasanın yasa olabilmesi için genel olması şarttır...
Müslümanlara ait problemler 'özel' olabilir, ama yasa 'genel'dir...
Sözgelimi vehmin ya da doğru görüşü engelleyen herhangi bir şeyin aldatıcılığı insanoğlu için genel bir yasadır...
Mesela, vehmin türleri çeşitli olsa ve Müslümanların kendilerine özgü vehimleri olsa da, vehme ilişkin yasa tektir...
Demek ki Müslümanların problemleriyle uğraşırken bu kurala da uymamız gerekmektedir...
İkinci olarak;
"Aslında problem inanç problemi değil, insan problemidir" demiştik...
Bunun da açıklanmaya ihtiyacı var...
Zira Kur'ani yol doğru olsa da Müslümanların onu kavrayışları öyle değildir...
Kur'ani yöntem tüm yönleriyle Müslümanların zihninde gerçek anlamda ve apaçık bir biçimde yer tutmamaktadır... Hattâ bazen bu kavrayış İslâmi gerçeğin aksi bile olabilmektedir...
İşte bu yüzden İslâm'a nisbetle Müslümanların 'nefislerinde olan'ı az ya da çok değiştirmesi gerekmektedir...
Özellikle İsl’am'ın ve Kur'an'ın Müslümanlar nezdinde kutsallığını gideren birçok yanlış görüş ve hurafelerden oluşmuş uzun süren bir pasifizmin ardından bu son derece gereklidir...
Sanki Kur'ân'ın emriymiş gibi bağlandıkları vehimlerine bakarak, Müslümanların durumuna 'özel' bir açıdan da bakılabilir... Bu vehimlerin açıklanıp üstlerindeki perdelerin kaldırılması, düzeltilmeleri açısından beraberinde belli zorlukları da getirecektir...
Çünkü bu vehimler Müslümanların kendi marifeti olan ve sırtlarına kendilerinin külfetlerdir yalnızca...
Durum böyle olunca, Allah da bunu onlara yazmıştır...
Boyunlarında asılı olan, hareket ve dengelerini köstekleyen değirmen taşları gibidir bu vehimler...
Doğruyu görmelerini engelleyen gözlere inmiş perdeler gibidirler...
Hattâ kalpleri üzerinde doğruyu algılamalarına engel olan kilitler gibi...
Bu vehimler şiddetli zorlukları göğüsleme imkânını da bertaraf etmektedir...
Maalesef bu vehimler Müslümanların nefislerinde Allah'ın âyetlerinin gücü ve kutsallığının yerini almıştır...
Tüm bu zafiyet karşısında Müslümanın Kur'ân'la ilgisi 'ehl-i kitap'ta bile örneği görülmeyecek denli tuhaftır...
Bu yüzden Müslümanların vehimlerinden kurtulmaları daha bir zordur ve nefislerindeki dini/akidevi yanlışları doğruya dönüştürecek olan değişim konusunda uzman kadrolara ihtiyaç göstermektedir...”(s.33)
***
BİREYSEL ve
TOPLUMSAL
SORUMLULUKLARIMIZ…
Reşat Nuri EROL
19.06.2011
Biraz da Molla Kasım’lığı kendimize yapalım, biraz da kendimizi sorgulayalım; acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak nerde hata yaptık, neleri eksik bıraktık; hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında konu üzerinde durup düşünelim...
İyi düşünüp sağlam ve sağlıklı “tesbit ve teşhislere” ulaşamazsak, buna bağlı olarak sağlam ve sağlıklı “tedavi ve çözümler” üretemeyiz; sonunda -bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız üzere- çağdaş dünyamızın her alanında var olan “Sosyal Tufan” içinde debeleniyorken, aniden helâk olup gideriz…
Elbette içimizdeki beyinsizler yani akletmeyen, fikretmeyen, düşünmeyenlerle birlikte…
Kurunun yanında yaş olanlarla birlikte…
Size dokunmayan ve bin yıl yaşamayacak yılanlarla birlikte…
*
Bir yazımın sonunda (Seçim sonuçları/ [son değerlendirme], 14.06.2011) bu konuyu belki bir gün “müstakil bir yazı” olarak yazabileceğimi hatırlatmıştım; geciktirmeden yazmam için birkaç talep geldi…
O yazımın sonunda, Erbakan Hocamız’ın bu konuda aslında her şeyi öz olarak anlatan ve özetleyen bir değerlendirmesi vardı.
Hocamız ne diyordu:
“Bakınız… İster gecenizi gündüzünüze katıp bu hak dava için (fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak) çalışın, ister yan gelip yatın; bu Hak davanın başarısını ne bir gün öne alabilirsiniz ne de bir gün geciktirebilirsiniz... Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.”
Madem söz Hocamız’dan açıldı, O’nun çok önemsediğim bir uyarısını bu hayırlı vesileyle bir kere daha hatırlayalım:
“Bâtılda zirvede olmaktansa; Hakta, hakikatte zerre olmayı tercih ederim.”
Necmettin Erbakan
*
Akledenler ve Hocamız’ın tabiriyle “hidayeti kararmayanlar” için bu kadarı bile yeter!
Siyasi ve sosyal olarak 1970’lerden beri bu işlerin içindeyim…
Bu konu üzerinde ilmî ve Kur’anî olarak özellikle 1980’lerin başında Cevdet Said’in Arapça özgün adı “Hattâ Yugayyirû Mâ bi Enfüsihim” olan (Türkçesi “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları”) kitabını okuduktan sonra durmaya başladım…
Bilahare bu kitaba paralel birkaç kitap üzerinde de çalıştım; hattâ birkaç kitabın mütercimi veya müellifi oldum…
Zamanla ve özellikle son yıllarda bu gayretler önce haftalık, sonra günlük çalışmalara dönüştü; hâlen de çalışma arkadaşlarımızla birlikte istikrarlı ve verimli bir şekilde yıllardır devam ediyor…
Söz konusu kitabın tanıtımı ile ilgili bir değerlendirme kısaca şöyle: İnsana kendi dışından tesbit edilen ve adına “gelişme ve kalkınma” denen hedeflere varabilmek için öncelikle insanın ve toplumun tanınması gerekir.
Cevdet Said, bu kitabında, farklı kalkış noktalarından hareket ederek ve başka amaçlar güderek insanın ve toplumun değişme sorunlarını araştırmaktadır.
Vardığı sonuç çarpıcıdır.
*
Bu iki öznenin “gelişme ve kalkınma” denen sonu belirsiz tarihsel maceranın aracı değil, aksine kendi tarihini kendisi yapabilecek gücün ve imkânın kendisi olduğunu vurgulamaktadır…
Önce kitabın ana dayanağı olan âyeti hatırlayalım:
“Gerçek şu ki insanlar/bir kavim kendi iç dünyalarını/nefslerinde olanı değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Sonra bu âyete paralel bir âyet daha:
“Bu böyledir, çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez.” (Enfâl, 8/53)
Hepimiz nefislerimizde taşıdığımızdan hoşnutuzdur.
Oysa kavrayamıyoruz ki bu taşıdıklarımızdan çoğu zevâl bulmasını istediğimiz olgulara kalım hakkı vermekte...
Olguların üstümüzdeki baskılarını duyarız da, nefslerimizde taşıdığımız şeylerin bu olguların devam ve sürekliliğine ne kadar katkıda bulunduğunu kavrayamayız...
Kur’an’ın insan soyuna öğretmek istediği şey işte budur ve değişim probleminin çözümünü nefste aramak gerektiğini açıkça vurgular...
Bu günlük yerimiz bu kadar; değerlendirmemizi şu âyetle noktalayalım:
“…FeMaZa Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/
…Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..”
(Yunus, 10/32)
Ve mukadder soruyu soralım:
“Millî Görüş ve Adil (Ekonomik) Düzen” gömleği çıkarıldıktan sonra geriye ne kalır?!.”
(Devamı var…)
***
Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız-2
Reşat Nuri EROL
21.06.2011
Önceki yazıyı hitama erdirdiğimiz âyeti tekrar hatırlayarak başlayalım: “…FeMâZâ Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/ …Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..” (Yunus 10/32) Yani: “Millî Görüş ve Adil (Ekonomik) Düzen” gömlekleri çıkarıldıktan sonra geriye ne kalır?!.” Ve devam edelim: Erbakan Hocamızın anlattıklarını anlamadıktan ve yaptıklarını (hadi yapmaya çalıştıklarını diyelim) yapmadıktan (veya hiç olmazsa yapmaya çalıştıklarını siyaseten yapmaya çalışmadıktan) sonra geriye ne kalır?!.
-Bu soruyu “fert/kişi/birey” ve “cemaat/kurum/topluluk” olarak soralım…
-Gerekli istişarelerden sonra cevabı üzerinde derin derin düşünelim…
-Bilahare bugün bizce cevabımız her neyse gereğini yapalım…
İnsan/birey tek başına değil, toplum içinde “toplumsal bir varlık olarak yaşamak” üzere yaratılmış; toplumlar ise tek başına ve her biri ayrı şahsiyet, ayrı parçalar olan insanların/kişilerin/bireylerin bir araya gelip bir bütün oluşturmasından meydana gelmiştir.
***
Toplumların rehber edindikleri inanç, davranış, tutum, gelenek, örf, ahlâkî ilkeler ve idealleri içeren değer ve normlar aynı zamanda toplumun tüm bireylerinde bütüncül bilinci veya bilinçli bir bilgiyi oluşturur; buna “toplumsal bilinç” denilmektedir.
Toplumda oluşan bu kollektif bilinç bir taraftan kişilerin/bireylerin gelişimini azami düzeyde sağlarken, diğer taraftan da toplumun her türlü birikimlerine zenginlik katmakta, edinilen toplumsal bilinç, bireye toplumda varolan değer ve normların korunması noktasında “BİREYSEL SORUMLULUKLARI” yanında “TOPLUMSAL SORUMLULUKLAR” da yüklemektedir.
Toplumlarda var olan değerler, idealler, gayeler, hedefler onları insan yığınlarından farklı kılan ve topluma bu gücü veren unsurlardır.
Bu ideallerin ve hedeflerin gerçekleşebilmesi için ise her şahsın/kişinin/bireyin üstlenmesi gereken “toplumsal görevler ve sorumluluklar” vardır.
Dünya hayatının Kur’an’ın ifadesiyle “oyun ve eğlence” olsun diye yaratılmadığı, insanın/kişinin/bireyin de amaçsız, idealsiz, gayesiz, hedefsiz var edilmediğini göremeyen “kişi/birey” veya “toplumlar” ne dünyevî ve uhrevî sorumluluğu, ne de “bireysel ve toplumsal sorumluluğu” hissedebilirler.
Toplumsal sorumlulukla toplumun amaç ve ideal sahibi olması arasında ciddî bir ilişki söz konusudur.
***
Kur’an bireysel sorumluluklarımızı hatırlatmakta: “Her insanın/kişinin/bireyin amelini boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Bu kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ 17/13-14) Bireysel sorumluluklarımızı idrak etmek için bu ayet bile yeter!..
Kur’an’ın, “Her ümmet/topluluk için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler.” (A’râf 7/34; Yûnus 10/49) şeklindeki âyetlerle “toplum”un kendisine has kolektif bir kader ve ecelinin varlığından söz etmesi, “birey”den farklı bir toplum gerçeğinin olduğunu ortaya koymakta...
Ayrıca Kur’ân, “O gün sen her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün.
Her ümmet kendi kitabına çağrılır...” (Câsiye 45/28) âyetiyle de, “bireysel amel defteri” ile birlikte “her ümmetin/topluluğun kendilerine ait toplumsal bir amel defteri”nin varlığından ve özellikle kişilerin nelere kulluk ettiklerinden başlanmak üzere, topluma yansıyan olumlu veya olumsuz davranışlarının karşılığını, toplumun gidişâtı noktasında sergilediği veya sergilemesi gerekirken sergilemediği, irade ve tutumun bedelini de bu amel defterine göre alacağından, bir başka deyişle toplumsal hesap görmeden bahsetmektedir.
Buna ilaveten “Elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût 29/13) âyetiyle de bireyin biri “kişisel” diğeri de “toplumsal” olan iki türlü sorumluluk yükünün altına girdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
***
Bireysel ve toplumsal sorumluluklarımız-3
Reşat Nuri EROL
22.06.2011
Toplumsal sorumluluklarımızı ihmal etmeye ve yapılması gerekenleri geciktirmeye devam edip duruyoruz ama nereye kadar?!.
Adalet, adil paylaşım, yeni anayasa, hukuk reformu ve diğerleri geciktikçe “zalim düzen” hükümranlığını ve zulmünü sürdürmeye devam ediyor…
Bu konudaki ilk yazımda hatırlattığım üzere; hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında “SOSYAL TUFAN” içinde debeleniyorken, aniden helâk olup gideriz…
Nasıl ve neden?..
Nasılını ve nedenini Kur’an’a soralım.
Kur’an’ın İlâhî imtihan ve sorumluluk örnekleri olarak zikrettiği birçok olayı genellik arz eden ifade kalıplarıyla sunması “toplumsal sorumluluğa” vurgu yapmaktadır.
Özellikle Hz. Salih (a.s.)’ın kavminde mucize deveyi yani kamu malını kesen bir kişi olmasına rağmen, cezanın bütün toplumu kuşatması bu gerçeği ifade eder:
“Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın devesi (kamu malı)… Ona kötülük dokundurmayın, sonra sizi yakın bir azap yakalar. Fakat Semud kavmi o deveyi (kamu malını) ayaklarını keserek öldürdüler… Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı…” (Hûd, 11/64-68)
Bu âyetler, toplumsal zararları toplumun engelleme sorumluluğunun var olduğunu, bu sorumluluğu yerine getirmeyen toplumların suçun bedeline suçluyla birlikte katlanmak zorunda kalacaklarını ortaya koyması bakımından önemlidir.
Nitekim “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zalimlere/suçu işleyenlere erişmekle kalmaz (bütün topluma sirayet eder ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl, 8/25) şeklindeki âyet de bu doğrultudadır.
Kur’an’ın ayrıca, “Derken şehrin öbür ucundan koşarak gelen bir adamın “Ey kavmim! bu elçilere uyunuz!..” (Yâsin, 36/20-27) diyerek umutsuz ve sonuçsuz da olsa toplumun gidişâtına müdahale etmeyi “bireysel ve toplumsal sorumluluğu yerine getirme” örneklerinden sadece biridir.
Bu kadar âyet bile yeterlidir ve anlaşılacağı üzere toplumsal sorumluluk bireysel sorumluluktan daha önemli ve sonuçları itibariyle daha ağırdır.
Birincisinin sonucu başkalarının da sıkıntı ve ceza çekmesini beraberinde getirirken, diğerinin sonucu kişinin sadece kendisiyle sınırlıdır.
Bu yüzden toplumsal bir varlık olan insanın ahlâkî açıdan kendisine yeterli bir hayat tarzı sürdürüp başkalarıyla ilgilenmeme gibi bir lüksü yoktur.
Bireyin topluma hâkim olan “ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî değerleri” korumak ve bunlara yönelik tehdit girişimlerini engellemek gibi bir yükümlülüğü vardır.
Bu yükümlülük aynı zamanda ve her şeyden önce bu hususlarda kişinin kendisini de korumasının bir gereğidir. Topluma veya bir topluluğa zarar verme bağlamında Numan ibn Beşir (r.a.)’dan rivayet edilen, iki katlı bir gemide yolculuk yapanların alt kattakilerin su ihtiyaçlarını karşılama isteğine, üst kattakilerin müdahale etmemeleri hâlinde tümünün helâk olacağına dair hadiste, gemi topluma benzetilerek, insanlardan duruma müdahil olup geminin batmasını engelleyerek toplumsal sorumluluğun gereğinin yapılması istenmektedir.
Bütün bunlardan anlaşılan toplumsal sorumluluğun aynı zamanda toplumun varlığı ve güvenliğini birebir ilgilendiren bir yükümlülük olduğudur.
Bu sorumluluk alanı daha ziyade dünya hayatında varlık, adalet ve güvenlik alanlarında işlediğinden dinî, ahlâkî ve uhrevî boyutu olmakla birlikte; özellikle hukukî ve cezaî yani dünyevî boyutu bu açıdan öne çıkmaktadır.
SONUÇ olarak gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde “birey” ile “toplum”un birbirinden bağımsız olarak ele alınmadığı, toplumun bireyden dolayı anlam kazandığı ve onun “bireysel ve toplumsal sorumluluklarının var olduğu” anlaşılmaktadır.
İnsan/kişi/birey hem doğruyu bulma hem de içerisinde yaşadığı toplumu ıslah etme potansiyeline sahip olarak yaratılmıştır.
Bu durumda kişinin toplumu ıslah çabası onun toplumsal sorumluluğudur (Bakara, 2/160; Âl-i İmrân, 3/110, 114; Nisâ, 4/114, vb.) ve onu yapıp yapmadığından sorgulanacaktır.
Yani, “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker/ iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” emrini kurumsallaştırmamız gerekmektedir.
***
Nasılsanız öyle yönetilirsiniz
Reşat Nuri EROL
23.06.2011
“Kema tekûnu yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” (Hadis)
Üç gündür ne diyor ve ne yapıyorduk?
Seçim sonrası değerlendirmelerimizi yaptıktan sonra; bir de seçmen, fert ve toplum olarak kendimizi sorguluyorduk, kendi kendimizi sigaya çeken Molla Kasım oluyor ve diyorduk ki:
Acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak nerde hata yaptık, neleri eksik bıraktık, hayatımızın “ilmî ve dinî” alanlarından başlayarak “iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün “sosyal” alanlarında kendimizi ne kadar düzelttik ki “daha iyi bir yönetime” lâyık olalım ve iyi yöneticiler tarafından yönetilelim?..
Acaba fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak vazifelerimizi yerine getirdik mi?..
*
Erbakan Hocamız ne diyordu?
“…Bütün mesele, sizin bu davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapabileceğiniz tek şey bu davada tuzunuzun bulunmasıdır.”
Peki, imtihanı verebildik mi?
Çorbadaki tuzumuz ne kadar?
Ya da;
“Bâtılda zirvede olmaktansa; Hakta, hakikatte zerre olmayı tercih ederim.” (Necmettin Erbakan) sözünü iyi anlayıp…
“Hak”ta yani “Millî Görüş ve Adil Düzen”de zerre olmayı tercih ettikten sonra, bâtılda “zirve” olmaktansa Hakta “zerre” olmayı becerebildik mi?!.
Bir zamanlar beraber yürüyorken Hak yollarında; zaman zaman ve dönem dönem yolda kalanlara, yoldan çıkanlara, sağa sola savrulanlara, hidayeti kararanlara bakıyorum da… Bu konuda daha ne diyeyim, ne yazayım; anlayanlara bu kadarı da yetmez mi?..
İbret alınası son bir örnekle bu bahsi kapatalım.
Biz Medine dönemindeki Hazreti Peygamber veya O’nun halifelerinden adaletiyle maruf Halife Hazreti Ömer zamanında yani “Adil Düzen” döneminde değil de, sonraki “zalim düzen” dönemlerinden birinde yaşadığımıza göre; zalim düzenden bir örnek verelim.
*
Mesela, zulmüyle şöhret yapmış Haccac-ı Zalim’in devrine bakalım. Bu meşhur zalime bir gün halktan gelen teklif şöyle oldu:
“-Sen Hazreti Ömer’in halkına karşı takındığı adaletli tavrını biliyorsun. Ne olur, biraz da ona benze, onun gibi adaletli davran bize…”
Halkın bu isteğine Haccac-ı Zalim’in tarihî cevabını bilenler biliyor ama bilen ve bilmeyenlere bir kere daha hatırlatıyorum; Haccac’ın bugün bile ibret alınası cevabını:
“-Doğru söylüyorsunuz! Ömer’in halka adaleti öyle idi. Fakat şu gerçeği de unutmayın, Ömer’in zamanında Ebu Zer gibi de halk vardı. Siz Ebu Zer gibi yoksulu, yetimi, komşusunu düşünen halk olun, ben de Ömer gibi halkı düşünen yönetici olayım. Siz Ebu Zer gibi halk olmuyorsunuz ama benden Ömer gibi yöneticilik istiyorsunuz. Allah iyi insanlara kötü yöneticiyi musallat etmez, kötü insanlara da iyi yönetici nasip etmez. Halk neye lâyık halde ise yönetici de ona münasip şekilde gelir. Bunu böyle bilin, kendinizi iyi yönetime lâyık hâle getirin ki, istediğiniz iyi yönetime kavuşasınız”!
Bu cevaba bakıp da günümüzü değerlendirelim…
Sürüp giden ve -güya bizden birileri yönetime geldiği halde- bir türlü değişmeyen ve devam eden “ZULÜMLERİ” bir de böyle değerlendirelim desem, ne dersiniz?
Şu andaki tecelliler neyi gösteriyor dersiniz?
Zulümler bizdeki “bireysel ve toplumsal eksikliklerden” olmasın?
Öyle anlaşılıyor ki, biz fert/kişi/birey ve cemaat/kurum/topluluk olarak düzelmedikçe, hayatımızın “ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî” yani topyekün bütün alanlarındaki “SOSYAL TUFAN” var olmaya devam edecek…
Biz düzelmedikçe yönetim de düzelmeyecek, Rabb’imiz daima lâyık olduğumuz yönetimi nasip edecek; biz değişmedikçe durumumuz değişmeyecek.
*
SONUÇ…
Kur’an yani ALLAH diyor ki:
“…FeMâZâ Ba’de’l-Hakki İll’d-dalâli…/
…Hak’tan sonra dalâletten başka ne kalır?..” (Yunus 10/32)
“Gerçek şu ki insanlar/bir kavim kendi iç dünyalarını/nefslerinde olanı değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
“Bu böyledir, çünkü Allah bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez.” (Enfâl, 8/53)
Evet…
“Kema tekûnu yüvellâ aleyküm./ Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” (Hadis)
***
İNSANLIK,
NERDEN NEREYE…
Reşat Nuri EROL
16.04.2011
Önce kısa bir özet:
Kurulan devlet, ikiye ayrılış, sonra yıkılış ve Babil’e esir olarak sürgün...
Tekrar dönüş ve Romalıların istila ve zulüm dönemi…
Hazreti Ömer Kudüs’ü alınca İsrail oğullarına da oralara girme imkanı sağlanmış...
İsrail oğullarının yeniden canlanmaları ancak İstanbul’un Fethi sonrasında Amerika’nın keşfi ve gelişmesinden sonra olmuş...
Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ticaret gelişince, İsrail oğulları bundan yararlanmış ve zengin olmuşlardır.
İşçiliği ve üretimi bilmeyen Avrupalılara Müslümanlardan öğrendikleri sanayii götürmüşler ve bundan yararlanarak dünyaya ekonomik olarak hâkim olmuşlardır.
Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıyor, kendi imkânlarını geliştiriyorlardı.
Yirminci yüzyıla geldiklerinde, bunlar, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yaptıkları “Yahudi Kongresi” toplantısında şuna karar verdiler:
Müslümanlar o kadar zayıfladılar ki, artık bunların Hıristiyanlara karşı durması mümkün değil. Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı ortadan kaldıralım, çatışmayı başka bir şey üzerine bina edelim; “kapitalizm ve komünizm/sosyalizm rejimleri” üzerinde kuralım.
Marx’a hazırlattıkları tezleri bazu Avrupalıları ve Almanları da kullanarak “Rusya’da/Sovyetlerde komünizmin/sosyalizmin merkezini” kurdular ve “ABD’yi de kapitalizmin merkezi” yaptılar.
İslâm dünyasını da işgal ederek/ettirerek dine karşı şiddetli bir saldırıya geçtiler.
İslâm âlemi dinsizleştirilecek, sömürgeleştirilecek ve asimile edilecek; Arapça eğitim dili olmaktan çıkarılacak...
Ancak, bir asır geçmeden “kapitalizm-komünizm/sosyalizm rejim bloklaşmaları” sona erdi; “komünizm” yıkılıp gitti, “kapitalizm” can çekişiyor…
İslâm ülkeleri/devletleri bağımsızlıklar kazanmaya başladı, “dinsizlik akımı” da adım adım ortadan kalktı, kalkıyor...
Şimdiki soru/n şudur:
İsrail oğulları çağımızdaki Batı uygarlığını bu hâle getirdiler.
Bunu “dinsizliğe ve ahlâksızlığa dayanan faizli ekonomi” ile sağladılar.
Büyük güç elde ettiler. Elleri üzerimizde dolaştı. Şimdi ise elleri tutulmuştur.
Sovyetler yani “komünizm” yıkıldı, “kapitalizm” de çöküyor..
ABD’de yani “kapitalizmin merkezinde” Müslüman evladı Barack Hüseyin Obama başkan oldu…
AB ülkeleri Papa yani “din” etrafında kenetleniyor...
İslâm ülkeleri çok yönlü kaynıyor, çok yönlü bağımsızlıklarına kavuşuyor...
Peki, bu durumda, bundan sonra İsrail oğullarının durumu ne olacak?..
Tekrar tarihe dönelim, minik bir özet daha yapalım:
İsrail oğulları, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Hz. Yakup’un oğullarıdır. Hz. İbrahim’in diğer oğlu İsmail Mekke’de yerleşmiş, Hz. Muhammed aleyhisselâm da onun torunu olmuştur. Allah insanlığı bir uygarlıkta toplamayı murad etmiş ve bu görevi Hz. İbrahim’in çocuklarına vermiştir. Hz. Yakup’un çocukları Hz. Yusuf’un başkanlığında yeni bir ulus ortaya çıkarmış, bu ulus insanlığı bugünkü hâle getirmiştir. Kur’an Araplara (yani Hz. İbrahim - Hz. Muhammed koluna) nâzil olmuş, onlar da uygarlaşmada etkili olmuşlardır. Hz. Muhammed aleyhisselâm Mekke ve Medine’de yaşamış, Arap Yarımadası’ndaki ilk devleti (Medine Sözleşmesi/Anayasası ve Medine Devleti) kurmuş, bu devlette Yahudiler de yer almışlardır...
Mezopotamya (Babil) ve Mısır medeniyet merkezleri…
Fenikeliler ve Grekler…
İbraniler ve Araplar…
İnsanlar önce toplayıcılık, sonra avcılık ve daha sonra da çobanlık dönemini yaşadılar... Develerin yaşayabildiği geniş ovalara yayılan Arapların geçimleri çobanlıktı... Mekke şehri Hz. İbrahim’in oğlu İsmail tarafından Milattan 2000 yıl önce kurulmuştu... Medine’nin kuruluşu Miladi yıllara rastlamakta... Medine tarıma elverişli bir yerdi, halkı iki medeniyetin muhacirlerince oluştu… Medine yavaş yavaş gelişmiş ve Mekke’ye yetişecek hâle gelmişti... Kur’an, Mekke ve Medine’de nâzil olurken İsrail oğullarından bahsetmekte, “Beni İsrail’e/İsrail oğullarına” hitap hem Mekke hem Medine sûrelerinde geçmekte; “Yakub’un âli” geçmekte, “İsrail’in oğulları” geçmekte, bir yerde de “zürriyet” olarak geçmekte… “İsrail” Hazreti Yakub’un adı mıdır, yoksa başka birisi midir; bu ayırım neye göre yapılmaktadır?.. Bunun ayrıca araştırılması gerekmekte...
Mesele önemli ve derin; bugün kısa ama geniş bir giriş yaptım, devam edeceğim…
***
İnsanlık, nerden nereye-2
Reşat Nuri EROL
18.04.2011
Bu konu ile ilgili önceki yazımızda ne dedik?
İnsanlık, nerden nereye…
Önemine binaen, hayırlı bir vesileyle araya bir “KİT/BİT/İDO’nun satışı” yazısı daha girdi: İstanbul Belediyesi faizli borç batağında…
Önceki konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz;
İnsanlık, nerden nereye…
***
İnsan için ilk yaradılıştan itibaren görevlendirme var, görev/ler var. Yani biz bu dünyaya bir görev görmek için geldik. Kâinatta abes olan, işe yaramayan hiçbir şey yok. Neyin ne için yaratıldığını bilemediğimizde birçok boş ve işe yaramayan şey var zannederiz, hattâ zararlı ve kötü zannederiz. Mesela, bizi en çok rahatsız eden varlıklar olarak virüsler var. Oysa virüs işe yaramasa bile bedenleri son olarak ortadan kaldıran canlımsı varlıktır. Ölmüş bedenleri bakteriler çürütürler. Bakterileri ise virüsler parçalarlar. Böylece canlı tekrar cansız hâle gelir ve yeni canlılara malzeme olur. Doğadaki düzen için vardır her şey.
Evet, Allah bize “hastalık/problem/sorunlar” vermiştir ama “deva/çare/çözümler” de vermiştir, her derde deva/şifa da vermiştir. En büyük şerefli görev insana verilmiştir. Bu görevleri bize öğretmek için nebiler, resuller, nakibler ve kitaplar göndermiştir.
Kuvvete (zulme) dayanan yönetimler görevlileri yabancılardan seçerler.
Hakka (adalete) dayanan yönetimlerde görevliler kendi içlerinden atanırlar.
Bizim için “ADALET” mülkün/hükmetmenin/yönetmenin temeli ve ana esası olduğuna göre; “Adil (Ekonomik) Düzen” uygulamasını nasıl yapacağız?
Topluluklar aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il ve kavm/ulus/devlet olarak iç içe teşkilatlanmışlardır. Aynı dili konuşan topluluklara “kavm/ulus” denmektedir. Her ulus bağımsız olup kendi başkanlarını kendileri seçer ve genel hizmetlilerini ve kamu görevlilerini kendilerinden seçerler. Yabancılar kamu görevi, hattâ genel hizmet bile alamazlar.
***
İllerin yani “şa’blerin” durumu da böyledir.
Bucaklar yani “kabileler” de böyle yönetilirler.
Ocaklar yani “aşiretler” de kendi kendilerini yönetirler.
Beşeriyet/insanlık da başkanlarını kendileri seçeceklerdir.
Bunların dışında ve bunların arasında “mizan/denge” unsuru olarak “karye, belde, medine ve mısr”da ise yine o topluluk içinde olanlar görevli olacaklardır. Ne var ki bir bucak halkı semtlere göre ayrı halk olmadığı için kendi semti dışında olanlar görev yapacaklardır. Yalnız bunlar da sonunda kendi seçtikleri kimsenin emrinde görevli olacaklardır.
İnsanlık, ülke, il, bucak, ocak başkanlarını halkın temsilcileri “sıralama usulü” ile seçerler.
Ayrıca kıta görevlilerini dayanışma ortaklıkları “biat/bağlanma yoluyla” oluştururlar.
Bölge için de ülke halkı biat yoluyla oranın hizmetlilerini ve görevlilerini oluştururlar.
İlçe görevlilerini il halkı, semt görevlilerini bucak halkı aynı şekilde ve aynı sistemle oluşturur.
Kırk yıllık araştırmalarımızın sonucunda ortaya çıkan “nizam/sistem/düzen” bu şekilde kurulup uygulanırsa, tamamen ve bir bütün olarak uygulanmış olur. Biz istihsanla iki durumu daha ekliyoruz ve bunu da “dengenin korunması” ilkesine dayandırıyoruz.
Birincisi; halk bağlanırken (biat ederken) kendi bucağından olanlardan ama kendi semtinden olmayanlardan, kendi ilinden olanlardan ama kendi ilçesinden olmayanlardan, kendi ülkesinden olanlardan ama kendi bölgelerinden ve kendi kıta merkezlerinden olmayanlardan birine bağlanacaktır.
İkinci olarak; bağlanılan kimseler merkezin ehliyetli kimselerinden olmalıdır. Bunu da “emaneti ehline veriniz” kaidesine istinaden yapıyoruz. Biz buna ilaveten başkanın atadığına bağlanmazlarsa başkan başkasını atar, halk birleşip başkasını seçmez diyoruz. Bu da yine zaruret dolayısıyla yapılan bir istidlaldir, tefrikanın olmaması için gerekmektedir.
***
İnsanlık ve Türkiye, nerden nereye-3
Reşat Nuri EROL
19.04.2011
SEÇİM!!!
12 Haziran Seçimi!!!
12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var…
Acaba biz doğru dürüst seçim yapmayı, sayı saymayı biliyor muyuz?!.
Hele hele, yüzde 10 barajının olduğu bir “seçim” ne kadar “demokratik”tir?!.
Kritik bir soru daha:
İnsanlık, dünya, Avrupa, Batı ve biz seçim yapıyor muyuz?!.
Tekrar ana sorumuzu/sorunumuzu soruyor/hatırlatıyoruz:
İnsanlık, nerden nereye?!.
Her neyse…
Şimdilik böyle “derin” konuları boş verin, biz asıl konumuza dönelim…
***
Sayma paketlemedir. Gelişigüzel paketleme yapabilirsiniz. Önce 3’lü paketler, sonra 7’li paketler, sonra onları 11’li paketler yapabilirsiniz. Bizim zaman ölçülerimiz böyledir; 60 saniye, 60 dakika, 24 saat, 4 hafta, 12 ay, 7 sene gibi. Bugün ise “ikili ve onlu sistemler” kullanılmaktadır. Kur’an 3 ve 7 tabanlı 2’li ve 10’lu sistemleri kullanmaktadır. Kâinat da bunlara göre var edilmiştir. 12 sayısı 3’ün 2’li sistemi içinde yer almaktadır. 4*3=12 eder. Yıl içinde 12 ay vardır. Gezegenlerin dizilişi de 3’ün 2’li sistemiyle oluşturulmaktadır.
(4+3+3+2*3+4*3+8*3+16*3+32*3+3*10+64*3+128*3) şeklinde dizilmiştir.
Buna “Body Dizisi” denmektedir.
Eskiden beri ordular “onlu sistem”e göre oluşturuluyor; “onbaşı, yüzbaşı, binbaşı” kavramları buradan gelir. 10’lu kuruluş 3’e ayrılmıştır. Sonra 5’li sistem kullanılmaya başlandı. Buna göre bir askeri birlik 3’ün 4’lüsü olmalıdır.
Demek ki bir devletin 3 milyonluk ordusu vardır. 50 milyonluk bir devletin 10 milyon savaşçısı vardır. 3 milyonun üçte biri asker olacak demektir. Barış zamanında bu sayı beşte bire indirilecektir, yani insanlar (ihtiyatlar) gerektiğinde askere kısa zamanda gidecektir. Bu da 600 000 eder. Bu miktar bugünkü ordularımızın miktarı demektir.
Sivil teşkilatlanmayı da buna paralel yapabiliriz. 3*5=15 eder. Demek ki 15’de bir zaman askerlikte geçecektir. Bu da yaklaşık senede bir ay eder.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmalarımız buna tamamen uygundur.
İnsanlık 12 kıtaya ayrılacak, her kıta 10 ülkeye ayrılacak, her ülke 12 bölgeye ayrılacak, her bölge 10 ile ayrılacak, her il 12 ilçeye ayrılacak, her ilçe 10 bucağa ayrılacak, her bucak 12 semte ayrılacak, her semt 10 ocağa ayrılacak, her ocak da 12 aileden oluşacak.
Her aile 3 ile 10 kişi arasında olacaktır.
“ADİL DÜZEN ANAYASASI”na onlu sistemi uyguladık.
Son çalışmamızla sistemde küçük değişmeler/ilaveler de yaptık.
Kıta, bölge, ilçe ve semtler için 10 yerine 12’yi getirmiş olmaktayız.
Yeryüzünü 12 kıtaya ayırmamız gerekmektedir.
1) Güney Amerika, 2) Kuzey Amerika, 3) Afrika, 4) Avustralya, 5) Antartika, 6) Büyük Okyanusya, 7) Avrupa, 8) Sibirya, 9) Çin, 10) Hint, 11) Ortadoğu, 12) Hindiçin.
Ayrıca ülkemizi de 12 bölgeye ayırmamız gerekmektedir.
1) Samsun, 2) Tekirdağ, 3) Bursa, 4) İzmir, 5) Adana, 6) Van, 7) Diyarbakır, 8) Erzurum, 9) Kayseri, 10) Konya, 11) Afyon, 12) Ankara.
***
SEÇİM!!!
12 Haziran Seçimi!!!
12 Haziran’da güya “demokratik seçim” var/mış!!!
Seçim yapıyormuşuz ve yüzde 10 barajı da varmış!!!
İktidarda, sekiz-buçuk yıldır elinde “Anayasa Çoğunluğu” olan “bir parti” varmış ama; ne bu “seçim barajı”nı kaldırmış, ne de “yeni bir anayasa” yapabilmiş!!!
Ama bundan sonra yapacak/mış; hem de “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve çalışanları olmadan!!!
Şimdiye kadar yap/a/madıkları, bundan sonra yap/a/mayacaklarının teminatıdır…
Saymayı, sistemleri, adaletli seçimleri ve hepsinden daha önemlisi “ilmî çalışmaları” bilmeyenler “seçim” ve “anayasa” yapamazlar...
***
İnsanlık ve ticaret, nereden nereye-4
Reşat Nuri EROL
20.04.2011
SEÇİM/miş; barajlı(%10), engelli, yasaklı.. vs’li SEÇİM!!!
Siz Türkiye’de “seçim yapıldığını” zannediyorsanız, bu yazıyı okumayın; “sözde seçim” yazıları ile oy/alanın…
İnsanlıkta gelişmenin ve ilerlemenin olması için yarışmanın, çatışmanın ve rekabetin olması gerekir. Canlılar âlemi böyledir. Türler arasında çatışma olduğu için gelişme ve ilerleme olmaktadır. Çatışma, yarışma ve rekabet demek aynı zamanda ayıklanma demektir. Kurtlar kuzuları yiyerek yaşarlar. Kuzu kaçar, kurt koşar. Kuzu zayıfsa kurt onu yakalar, yer ve kurt hayatını devam ettirir. Güçlenir ve başka kuzuları yakalayıp yer. Kuzu sağlamsa, kurt zayıfsa, bu sefer kuzu kaçar, kurtulur ve kurt aç kalır, daha zayıf hâle gelir, başka kuzuları yakalayamaz, bu sefer kurt ölür. Kuzular onları yiyen kurt kalmadığı için çoğalırlar. Canlılar âlemindeki bu çatışma, yarışma ve rekabet türler arasında da vardır.
İnsanlarda ise bu çatışma, yarışma ve rekabet topluluklar arasındadır. Topluluklar yarışırlar. Sağlıklı topluluklar ayakta kalır, diğerleri ezilip giderler.
İki çeşit topluluk vardır; “yapıcı topluluklar” ve “yıkıcı/yok edici topululuklar”.
Yarışmanın olabilmesi için onların var olması gerekir, ama sonunda hakimiyet yapıcı topluluklara ait olmaktadır. Mikroplar yenerlerse hasta ölmekle kalmaz, hastayı öldürmek isteyen mikroplar da hastayla ölürler. Allah sağlıklı toplulukları galip getirecek silahları ve gücü vermiş, bu güç bahşetmede taraf tutmamıştır. Tebliğ herkese yapılmaktadır. Daveti kabul edenler galip geleceklerdir. Tebliği kabul edenler “sağlıklı topluluklar” gibi, kabul etmeyenler ise “mikroplar” gibidir. Allah, “Ben sizinle beraberim” diyor ve şunu demek istiyor: Sonunda siz galip geleceksiniz, zafer sizin olacaktır; sizi yok edip ortadan kaldırmak isteyenler yok olacaklar... “Zekât/vergi” temizlik demektir. Kazancınızda haram vardır. Çünkü siz bütün insanların ortak şeylerini kullanarak üretiyorsunuz, onların en azından “kira payları” vardır; onları ayırıp halka yani kamuya “vergi/zekât” vermelisiniz.
Haramlardan kurtulmak için:
1.
-Vergileri eksiltmeden vereceksiniz...
2.
-Faiz almayacaksınız, faiz vermeyeceksiniz...
3.
-Karşılıksız para, karşılığı olmayan para çıkarmayacaksınız...
4.
-Tekel oluşturmayacaksınız, serbest pazar ekonomi sisteminin var olmasına dikkat edeceksiniz...
Çok açık bir şekilde, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiği zaman, İsrail oğulları yani Yahudiler de dâhil olmak üzere, insanlığı sömürenlerin ve sömürtenlerin durumlarının ne olacağına açıklık getiriliyor.
Özellikle onların doğal düzenin aslına dönmeleri gerekmektedir.
İki temel kurum var; toplantılar/namazlar ve kamu bütçesi yani zekât/vergi. Toplantılar yapılacak, vergiler ödenecek, bir de başkanın meşru emirleri yerine getirilecektir...
Malların mübadelesi sistemi yalnız insanlar arasında vardır.
Mübadelede aracısı yani “tüccar” olma da yine sadece insanlarda vardır.
Ticaret insanlara mahsus bir meslektir.
Ticaret yapmak için:
1. Nerede ne var ve neler kimlere lazımdır; bunlar bilinecek ve olandan alınıp muhtaç olana götürülecek.
2. Malları alıp satacak kadar sermayen veya kredin olacak.
3. Değişik halkların dillerini bilip onlarla ilişkiler kurabileceksin.
4. Ticaret çok kârlıdır ama çok rizikoludur. Bu sebeple ancak başka imkânları olmayanlar ticaret yaparlar. Tarımı, sanayii, inşaatı bilenler ticarete heves etmezler.
İsrail oğulları hep ticaretle meşgul olmuşlardır.
Çünkü onlar ülkelerden ülkelere sürüldükleri için her yerde kendi halkları vardır. Ticaretten başka da işleri yoktur. İşte bugün dünyaya ekonomi bakımından hâkim olmaları bu ayrıcalıklarından doğmaktadır. Ticareti iyi biliyorlar, buna hakları da vardır ama bu arada “faizli işler” yapıyorlar, o zaman da “ekonomik krizler” doğuyor…
İyi bilinmelidir ki, “insan” demek “borçlu” ve “alacaklı” olan kimse demektir. Uygarlık “kredileşme” üzerine oturur. Dolayısıyla “kredileşme müessesesi” olmayanların uygarlaşmaları, hattâ yaşamaları mümkün değildir.
Bu kredi “faizli” olursa “karz-ı kabiha”dır, “faizsiz” olursa “karz-ı hasen”dir.
İşte, Allah’ın Yahudiler dahil bütün insanlardan istediği şey; faizsiz iş yapacaklar, karz-ı hasen içinde hareket edecekler...
Döndük, dolaştık “faiz meselesi”ne geldik;
Faiz meselesinin devamı gelecek yazıda…
***
İnsanlık ve faiz, nereden nereye-5
Reşat Nuri EROL
21.04.2011
İnsanoğlunun serüvenini incelerken, döndük dolaştık ve “faiz meselesi”ne geldik…
Önce faizin zararları nelerdir, onun üzerinde duralım:
1- FAİZ parayı piyasadan çeker, döngüyü yavaşlatır, sonunda krize dönüşür.
2- FAİZ durup dururken malları ambarda pahalılaştırır, eski mallar satılmaz, dolayısıyla yenileri de imal edilemez. Böylece kriz ortaya çıkar.
3- FAİZLİ çalışma ancak enflasyonla olur. Enflasyon ise işsizliği doğurur. İşsizlik açlığı, açlık borcu, borç yoksulluğu, yoksulluk rüşveti, rüşvet baskıyı, baskı da isyanı ortaya çıkarır.
4- FAİZCİ insanlar çalışarak değil de çalışmadan yaşamaya, bundan dolayı da “sefalet” ile “sefahat” yan yana yaşamaya başlar.
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de “faiz” yerine “SELEM VE KREDİLEŞME” getirilmiştir:
1. FAİZ yerine devlet “vergi/zekat” alacaktır. Devlet, bir önceki yıl aldığı vergi kadar krediyi faizsiz verecektir. Bundan dolayı kazanan vergisini isteyerek daha çok ödeyecektir.
2. FAİZ yerine “selem” getirilmiştir; çünkü “faiz” veresiye satıp malı pahalılaştırır, “selem” siparişle alma olup malları ucuzlatır.
3. FAİZ yerine “kredileşme” ikame edilmiştir. Sen ne kadar parayı kullandırıyorsan o kadar da kullanma hakkın doğuyor.
4. FAİZ paraya para kazandırmadır, oysa “kâr” paraya mal kazandırmadır, yani malda kâr etmedir. Faizden kazanma hırsızlık demektir. Maldan kazanma ise herkesin “kâr” etmesidir.
İşte, bütün insanlardan ve özellikle İsrail oğullarından istenen, “faizsiz müessese”ye yani “selem ve kredileşme”ye katılma ve katkıda bulunmadır.
Demek ki, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiğinde, Yahudiler, faizsiz çalışmak şartı ile aynen çalışmaya devam edeceklerdir.
“İnsan ve ekonomi” deyince, günümüzde “İsrail oğulları” yani “Yahudiler” akla geliyor. İnsanlık yeniden yapılanıyor, yeni dünya düzeni kuruluyor ve bu yeni düzen şimdiye kadar olduğu gibi “zulüm, sömürü ve savaş” üzerine değil, “adalet, denge ve barış” üzerine bina edilecektir. Diğer bütün insanlarla birlikte, İsrail oğulları da ekonomide yine rol oynamak istiyorlarsa, artık sermayelerini kötülükler içinde kullanmayacaklardır.
Bunun için bazı şartlar var, bunlar gerçekleşmelidir:
1. Şimdiye kadar tekel oluşturmuş, dünyayı sömürmektedirler. Tekellerini devam ettirmek için de her türlü krizleri oluşturmakta, savaşlar çıkarmaktadırlar. Bundan sonra bunları yapmayacaklar...
2. Sermaye yani para güçlerine dayanarak devletleri de emirlerine almakta ve onlara halklarına zulüm yaptırmaktadırlar. Artık o paralarını siyasi güç olarak kullanmayacaklar, çünkü bundan sonra siyaset para ile yapılmayacak...
3. Bugün o sömürü paralarıyla ilim müesseselerine yani üniversitelere sahiptirler ve ilme düşünceleri körelten ateizm yaptırmaktadırlar. Artık ilim müesseselerine para güçleri ile değil, sadece beyinleri ile katılacaklar...
4. Dinsizliği, din düşmanlığını, ateizmi moda hâline getirmişler ve bütün dünyaya yaymışlardır. Artık bundan tevbe edecekler ve kefaretini de ödeyecekler...
İşte, İsrail oğullarının yeni dünya düzenindeki yerleri “zulüm ve kötülük” değil, “adalet ve iyilik” üzerine olacaktır. Böyle olur ve böyle yaparlarsa, III. bin yıl medeniyeti içinde insanlığa hizmet etmelerine imkan verilecektir.
Hülasa;
Beşyüz yıldır “kötülükler ve günahlar” işlemektesiniz:
1. Önce faizi meşrulaştırdınız ve böylece insanlığı sömürerek gayrimeşru servetler edindiniz; bugün de benzer şekilde sömürmektesiniz...
2. Savaş fitneleri ile önce derebeylikleri yıktınız... Sonra krallıkları yıktınız... Sonra imparatorlukları yıktınız... Şimdi de millî devletleri yıkmaya çalışıyorsunuz... Bütün bunları yaparken yüz milyonlarca insanın ölümüne sebep oldunuz...
3. Dini istismar ederek dinsizliği ve ahlaksızlığı dünyaya yaymaya çalıştınız...
4. Ele geçirdiğiniz sermaye/para/banka ve medya gücüyle dünyayı kana ve fitneye bulaştırdınız.
Sizin işte böylesine kökleşmiş kötülükleriniz ve günahlarınız vardır.
Eğer tevbe eder, yukarıda anlattığımız hususlara riayet edecek olursanız, onlar tekfir edilecek, kefaret sayılacak ve yaptıklarınız iyilikle takas edilecektir.
“ADİL (EKONOMİK) DÜNYA DÜZENİ” geldiğinde geleceğe bakılarak davranılacak, geçmiş sadece ibret alınmak için bilinecektir...
***
İnsanlık ve İsrail oğulları, nereden nereye-6
Reşat Nuri EROL
23.04.2011
İnsanlığın yeryüzü serüvenini anlatmakta olduğumuz bu yazı silsilesinde, bundan önceki son iki yazıda “İsrail oğulları”ndan yani “Yahudiler”den de söz ettik.
Sözkonusu yazıların başlıklarından da anlaşılacağı üzere, “insanlık ve ticaret, insanlık ve faiz” yani “ekonomi, ticaret, banka, kredi, faiz…” vs veya “fitne, fesat, kriz, zulüm, terör, savaş…” vs deyince hep onlar akla geliyor...
Kur’an, her konuda olduğu gibi “kavim/ulus” konusunda da “tek örnek” verir ve en başından yani Bakara Sûresi’nden itibaren, bir tek kavimden söz eder, “İsrail oğulları”nı insanlığa örnek kavim olarak anlatır. Bugün, insanlığın bu örnek kavmi üzerinde duralım…
***
Allah İsrail oğullarına büyük nimetler vermiştir. Bugün dünyanın bütün büyük sermayeleri onların elindedir, küresel kapitalizmi onlar yönetiyorlar. Beş yüz yıldır yüksele yüksele buraya kadar gelmişlerdir...
İsrail oğulları içinde bir grup, Büyük İsrail’i (BOP) kurabileceklerini ve Ortadoğu başta olmak üzere, dünyayı yönetebileceklerini zannediyorlar ama yanılıyorlar…
İsrail oğullarının nüfusu insanlığı/dünyayı yönetmeye yetmez...
Ayrıca, artık insanlık/insanlar kendi kendilerini yöneteceklerdir, bundan sonra “yerinden yönetim sistemi” hükümran olacağı için onlara ihtiyaç olmayacaktır…
Geleceğin dünyasında insanlığı “gönüllüler” yani “mü’minler” yönetecektir...
Bir baba çocuklarını büyütür, evlendirir ve artık onları kendi hallerine bırakır... Allah insanlığı dört bin senedir büyüttü, yetiştirdi ve kendi kendini yönetecek hâle getirdi… İnsanlar/insanlık artık kendi kendini yerinden yönetimle yönetecek döneme erişmiştir…
***
Bugünkü İsrail oğullarının iki merkezi vardır.
Biri Amerika’dadır, New York Manhattan’da bir sokağa yerleşmişlerdir. Dünyanın bütün kâğıt paralarına onlar hükmetmektedir. Amerikan Merkez Bankası (FED) ABD devletinin yani halkın değil, onların özel bankasıdır ve dünyadaki bütün Merkez Bankaları o bankanın şubeleri gibi çalışmaktadır. Bu küresel tekel sömürü sermayesi varlığını bir müddet daha sürdürecek, Batı’nın “kuvvet uygarlığı” içinde görevlerini yapacaklardır...
Bugünkü İsrail oğullarının ikinci merkezi İsrail’dedir...
Bugünkü Amerikan Yahudileri ne yapıyorlar?
İsrail’e silah ve dolar transfer ediyor, onları savaştırıyor ve geri bırakıyor...
Oysa, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiğinde, yani “yeni dünya düzeni” kurulduğunda, Amerika dışındaki İsrail oğullarını savaştan uzak tutarak uygarlaşmalarını sağlayacaktır. Savaşmak, sömürmek, zulmetmek isteyenler ABD’ye gideceklerdir...
Gelecekte İsrail oğulları ikiye ayrılacaklardır.
Bir kısmı “ADİL (EKONOMİK) DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYETİ”nin yanında yer alacak ve yeryüzüne “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” geldiği zaman, onlar da insanlığa bu sistem/düzen içinde hizmete devam edecekler; ikinci grup içinde yer alanlar ise kendi tekel sömürü saltanatları yıkılmasın diye “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e karşı çıkacaklar ve direneceklerdir...
***
Velhasıl, insanlık iki bloğa ayrılacak;
-Bir tarafta “kuvvet ve zulüm uygarlığı”nı sürdürmek isteyenler…
-Diğer tarafta “hak ve adalet medeniyeti”ni kurmak ve yaşatmak isteyenler...
İsrail oğulları yani Yahudiler de ikiye ayrılacak;
-Kimileri “kuvvet ve zulüm uygarlığı” içinde kalacaklar…
-Kimileri de “hak ve adalet medeniyeti”nde yerlerini alacaklar…
Mesele, “hakka ve kuvvete dayalı medeniyetler meselesi”ne gelip dayandı.
Yarın, “İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye” yazısı ile konuyu -şimdilik- bitirelim.
***
İnsanlık ve medeniyet, nereden nereye-7
Reşat Nuri EROL
24.04.2011
İnsanlık bin yılda bir sosyal evrim yani değişim yapar. Bu evrim doğuda “hukuk ve yönetimde” yapılır; peygamberler veya onların vârisi ilim adamları bunu yaparlar.
Hakka ve adalete dayalı bir medeniyet, 500 yılını doldurdukça zirveye çıkar ve çökmeye başlar. Bu esnada batıda kuvvete ve zulme dayalı yeni bir uygarlık doğar. Bu uygarlık doğu medeniyetlerinin kuvvete dönüşmüş şeklidir. Filozoflar ve işadamları yeni uygarlığı oluştururlar, “teknikte/teknolojide ve ekonomide” ilerleme başlar. Bininci senede doğu medeniyeti tamamen çöker, batı uygarlığı zirvede olur; 1500 sene sonra o da çöker.
Bugün yani içinde bulunduğumuz dönemde, peygamberlerin veya onların vârisi ilim adamlarının “doğu medeniyeti” dibe vurmuş durumda, yeniden oluşuyor ve yeniden yenisi doğuyor... Bugün hükümran olan “batı uygarlığı” ise gücünün zirvesindedir, en tepededir, artık çökmeye başlamıştır, çökmektedir...
İşte, insanlığın ve tarihin akışı budur, bunu hiç kimse değiştiremez.
***
Doğu medeniyeti İstanbul’un Fethi döneminde zirvede iken, batı uygarlığı Amerika’nın keşfi ve Rönesans’la yeni yeni oluşmaya başlamış… Aradan geçen asırların ardından bugünkü seviyesine ulaşmış, “teknolojide ve ekonomide” harikalar var etmiş…
Ama “hukukta ve yönetimde” ise dibe vurmuş...
Afganistan, Irak ve benzeri ülkeleri “adalet ve demokrasi” yani “hukuk ve yönetim” götüreceğim diye işgal ediyor ama beceremiyor; sadece sömürüyor, katlediyor, zulmediyor, o ülkelerin insanlarına her türlü vahşeti ve yoklukları yaşatıyor…
***
Hakka ve adalete dayalı yeni medeniyetin temelleri atılıyor.
Nedir bunlar; onların kavramlarıyla açıklarsak nedir bunlar?
1. Demokrasi dünyaya hakim olacaktır. Batılıların “ekseriyet demokrasisi” değil; İslâmiyet’in “sözleşme demokrasisi, içtihat ve icma demokrasisi” hakim olacaktır.
2. Laiklik gelecektir. Batılıların “dinleri dışlayan tanrısız bir dünya laikliği” değil, tam tersine “uzlaşmalı, bütün din ve inançların katıldığı ileri bir dünyayı oluşturma, dinde zorlamayı kaldırma laikliği” gelecektir. Bu düzende yasama, yürütme, yönetme ve yargılama kuruluşları bağımsız, kendi içlerinde demokratik oluşum ile görevlerini yaparlar.
3. Liberallik yani liberal bir ekonomi gelecektir. Sömürücü tekeller kalkacak, ekonomiye “sömürü sermayesi” değil, “üretici emek” hâkim olacaktır. Sözde değil özde ve gerçek liberal ekonomi düzeni “faizsiz kredi sistemi” ile düzenlenecektir. Bu sistemde/düzende sömürü (sömürenler ve sömürülenler) olmayacaktır.
4. Sosyallik yani sosyal düzen oluşacaktır. Herkes yeryüzünün ortağıdır. Çalışmasa veya çalışamasa dahi herkesin yaşama (yaşayacak kadar yiyecek ve barınma) hakkı vardır. Onlar “yeryüzündeki kira payları” ile çalışmadan yaşayacaklardır. Aidatlı-primli sigorta sistemi kalkacak, herkes zekâttan/vergiden kendisine düşen payını alacaktır.
Nihayet merkezden atanmış “hâkimler” değil, yargıyı “hakemler” oluşturacak ve “hakem kararları” herkesi bağlayacaktır.
Bugünkü sözde demokrasi yani “ekseriyet demokrasisi” gidecek ve alternatif olarak onun yerini “yerinden yönetimli hicret demokrasisi” alacaktır.
İşte, insanlık “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e yani “ADİL DÜNYA MEDENİYETİ”ne doğru giderken, bu yeni insanlık medeniyetini yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i başlatma görevini de Allah Türkiye’ye vermiştir.
Tüm tarihî oluşumlar hep buna göre gerçekleşmiştir.
Nasıl, Hazreti Yusuf’tan itibaren, Hazreti Musa ve kavmi Mısır’da yetiştirildiyse; geçtiğimiz iki-üç asır boyunca da Türkiye yetiştirildi, geliştirildi ve çağımızda görevini yapacak hâle getirildi.
Şimdi Mısır’dan yani zalim düzenden çıkma, denizi geçme ve yeni medeniyeti kurma zamanıdır.
İnsanlık/dünya ve Türkiye’deki gelişmeler bundan ibarettir.
Anlayanlara...
***
Geçmişten geleceğe: İnsan, ilim, tarih, din…
Reşat Nuri EROL
27.04.2011
İnsan, ilim, tarih yani “geçmiş” ile “bugün” ve “gelecek” yani “yeni düzen” (ADİL [EKONOMİK] DÜZEN) ve “yeni medeniyet” (ADİL [EKONOMİK] DÜZEN MEDENİYETİ)…
Durumu ve genel tesbitimizi hülasa eden yukarıdaki tek cümle, bundan önce yazdığım yedi yazı ile bundan sonra yazacağım bir-iki yazının özü/özeti sayılabilir. Zaten sözkonusu yedi yazının ilkine de kısa bir “tarih özeti” ile girizgâh yapmıştım. Devamında yazacaklarımda da “tarih” diyeceğim ama önce her şeyin başı olan “ilim” ile başlıyorum…
İlim, geçmişte cereyan eden olayların bıraktıkları izleri izleyerek “geçmişte neler olduğunu bulmak” ve onlara dayanarak da “gelecekte neler olacağını keşfetmektir” diye tanımlanabilir. Yani ilim bir tür gayb biliciliğidir, kehanettir, kâşifliktir desek yeridir.
Mesela, yarın saat 20.02’de güneş İstanbul’da yeni batmış olacaktır. Bunu biliyoruz.
Nasıl biliyoruz?
Çünkü şimdiye kadar yaz-kış güneşi izledik, farklı vakitlerde doğduğunu ve battığını tesbit ettik. Yıllarca yaptığımız gözlemlerde bunları öğrendik. Bu “gayb” değil midir?
Hayır, gayb değildir. Çünkü güneşin hareketi “hesabî”dir, “gaybî” değildir.
Oysa, ‘yarın şu kadar kg yağmur yağacak’ diyecek kimse yoktur; ‘yarın sağanak yağmur yağacak’ diyebilirsin ama kilogramını veremezsin. İlim işte bunları bilmektir.
***
Tarih ilmi de geçmişte cereyan eden olayları inceler, ‘geçmişte şu oldu, şu oldu’ der; ‘bu bilgilere istinaden bundan sonra da şu olacaktır’ denir. Ama tarihe istinaden ‘gelecekte şöyle olacaktır’ demek çok daha zordur. Çünkü sosyal konularda “hesabî” olanların yanında “gaybî” olan pek çok olay vardır. Bununla beraber “ihtimaliyat hesapları” da kesine yakın bilgiler verir. Örnek olarak, bin iki yüz defa zar atsam, “yek” gelme ihtimali altıda bir olduğu için iki yüze yakın bir sayı elde ederiz.
Tarih kitapları çok şaşırtıcı uydurmalarla doludur. Örnek olarak iki tarih kaynağını ele alalım. Eskiden kalma bir “Heredot Tarihi” var, bir de “Tevrat” vardır. Heredot tarihini Tevrat’ı taklit ederek yazmıştır. İyonya siteleri o zaman Yahudilerle meskûn idi. Yunanlılar tüm faaliyetleri Tevrat’tan yani Yahudilerden öğrenmişlerdir. Bununla beraber Tevrat’ta anlatılanlar bire bir “tarih” oluyor, Heredot’un anlattıkları ise bire bir “efsane” oluyor.
O halde, gerek geçmişi doğru öğrenmek gerekse geleceği doğru bilmek için Tevrat’ı ve Kur’an’ı iyi okumak gerekir. Tevrat’ta tahrifat ve değişmeler vardır. Kur’an ise mücmeldir. Onlar birbirini teyid ediyorsa, işte onda şüphe etmememiz gerekir. İlim budur.
***
Bugünlerde “bir kitap” okuyoruz...
İleride bu kitap ve bu okuma ile ilgili daha ayrıntılı bilgi veririm, inşaallah...
Kitabın iddiası şu: Dünyadaki olaylar dinlerden gelmektedir... Kötülük ve iyilik, savaş ve barış zaten vardır; dinleri ve dinlerin yetiştirdiklerini onlar kullanmaktadır...
Şöyle açıklayalım:
-Müslümanlar İslâmiyet’e dayanarak Avrupa’nın ortalarına kadar gittiler...
-Hıristiyanlar da dinlerine dayanarak dünyayı istila ettiler...
Bu dinler gelmeseydi bu istilalar olmayacak mıydı?
Olacaktı…
Ama “din” yerine başka bahaneler bulunacaktı…
Okumakta olduğumuz kitap öyle diyor…
Yukarıdaki yani okumakta olduğumuz kitaptaki bu tesbit ve teşhise katılmamak mümkün değildir.
Bugünkü uygarlık tarihteki istilalar sonucunda doğmuştur.
İnsanlarda savaşma ve istila etme psikolojisi vardır.
Savaş olmak zorundadır.
Savaş bir bahane ile olur.
Nasıl insan yemek yemeden duramazsa, savaşmadan da duramaz.
Dinler burada “amaç” değil “araç”tır.
Dinler/inançlar bunu bildikleri için; savaşı yönlendirerek savaş potansiyelini insanlık yararına kullanırlar.
Batıl inanç sahipleri de bu potansiyeli değerlendirir ve kullanırlar; nitekim bugün de kullanıyorlar…
(Devamı olacak…)
***
Geçmişten geleceğe: Biz ne yapmak istiyoruz?
Reşat Nuri EROL
28.04.2011
Önce insan dedik, insanlık dedik, insanlığın yeryüzü serüvenini değişik detayları ile anlattık, özellikle tarım döneminden sanayi dönemine geçiş süreci üzerinde durduk…
Sonra (bir önceki yazımızda) yine insan dedik, ilim dedik, tarih ilmi dedik, tarih kitapları dedik ve konuyu “din”in amaç değil araç olduğu meselesine gelip dayandırdıktan sonra, insandaki savaş psikolojisine ve savaşma potansiyeline getirdik…
***
Çinliler ile Müslümanlar arasında 751 yılında Talas’da (Kırgızistan) bir savaş oldu...
-Çinliler değil de Müslümanlar galip geldi ve insanlığın geleceği farklı şekillendi...
Aynı şekilde 1071 yılında Malazgirt’te Bizanslılar ile Türkler arasında savaş oldu...
-Müslüman Türkler galip geldi ve Anadolu ile insanlık tarihi farklı gelişti...
-Ama ne Talas ne de Malazgirt sonrasında kanlı soykırımlar olmadı… Savaş zayiatları dışında, esir edilen imparator bile Alpaslan tarafından serbest bırakıldı...
Oysa, dine inanmayan kapitalist ve komünistler/sosyalistler yani dinsizler, iki cihan savaşında insanlığa soykırımlar yaşattılar, kırk milyondan fazla insanı katlettiler...
[1071 demişken, bugünlerde 2023 vizyonu gündemde ya; acaba onların bir de 2071 vizyonu var mı, ya da 2023’e de 1071-2071-3071 yani “yeni bir medeniyet” vizyonundan bakabiliyorlar mı diye düşünmeden edemedim… Ben düşünüyorum, siz de düşünün…]
Dinler yeni insan yaratmaz, yeni topluluklar da meydana getirmezler; dinler insanları ve var olan toplulukları eğitirler, yetiştirirler, yönlendirirler, onların savaş dürtülerini “zulme” değil “adalete” çevirirler, kötülerle mücadeleye hasrederler...
İnanmayanlar kötülük cephesini oluşturur, inananlar iyilik cephesini oluşturur...
Dünya hayatı nedir?
Dünya hayatı veya dünyadaki mücadele; iyiler ile kötüler, zalimler ile adiller, savaş taraftarları ile barış taraftarları arasındaki mücadeledir, bu mücadeleden ibarettir…
Dünya hayatını böyle anlayıp anlamlandırdıktan sonra, bizi ilgilendiren ve bizim asıl amacımız olan kritik soruyu soralım ve cevabını da vermeye çalışalım…
***
Biz ne yapmak istiyoruz?
İnsanların mücadele etme ve yarışma gücünü uygarlaşmaya yani medenileşmeye ve çağımız dünyasının en önemli ihtiyacı olan “yeni medeniyet” inşa edilmesi yönüne yöneltmek istiyoruz. “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN’in gelmesi için çile çekin, çaba gösterin, gece-gündüz çalışın, malınızla-canınızla bu amaç için cihad edin” diyoruz...
İnsanlar mutlaka sömürüye, zulme, adaletsizliğe ve baskıya karşı direneceklerdir; zaten direnmektedirler...
Biz ise bu direnmeyi “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” için yapın diyoruz; hem de savaşarak değil, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in örnek müesseselerini oluşturarak bunu yapın diyoruz...
Mücadele ve mücahedeyi önce “mallarınızla” yapın diyoruz; nitekim Kur’an da böyle yapmamızı emrediyor: Mallarınızı harcayın, nefislerinizi tehlikeye sokmayın diyor...
Biz bunları söylemezsek insanlar mafyalara, çetelere, sömürgecilere, insanlık düşmanlarına, PKK gibi anarşi gruplarına katılacak ve kendilerini de, kavimlerini de, ülkelerini de, iyi-kötü var olan devlet ve düzenlerini de mahvedeceklerdir.
İşte; 1960’larda, inanmış halkımız ve biz, artık bir çıkış yolu arıyorduk...
Kırk yıllık ateizm uygulamasına karşı çıkmaya kararlı idik ama bunu nasıl yapacaktık?
Biz o yıllarda bunun legal yoldan olmasını istedik.
Millî Görüş Hareketi’nin kurucu lideri ve önderi Necmeddin Erbakan da aynı görüşte idi.
Bugünkü Türkiye “O”nun ve “O”nun benzeri bir-iki liderin sağduyusu sayesinde kanlı isyan ve ihtilallere sahne olmadı.
Demokrasiye geçtik ve çağdaşlarımıza nisbetle daha ileri seviyede bir devlet olduk.
Bundan sonra da Kur’an ve müsbet ilimler Türkiye’yi aydınlatmaya devam edecek, Türkiye en uygar/medeni ülke olacak, zamanla muasır medeniyetin de fevkine çıkacaktır...
***
İnsanlık, ilim, İstanbul ve ÇILGIN PROJE!
Reşat Nuri EROL
29.04.2011
Sadece dünya değil, kâinat insan/insanlık için yaratılmış; yaratan Allah…
Yaradılış sonrasında yeryüzünde kendisine insanı halife kılan Allah…
İlk yaratılıştan itibaren günümüze kadar insanın/insanlığın yeryüzünde yaşarken neyi nasıl yapması gerektiğini peygamber ve kitaplarla bildiren Allah…
Bundan sonra artık peygamberler olmadan yaşayacağımız dönemlerde ve nice asırlarda nasıl yaşayacağımızı, doğru yolu nasıl bulup muhafaza edeceğimizi, yeni düzen ve medeniyetleri nasıl inşa edeceğimizi öğreten Allah…
“Âlimler (yani ilim) nebilerin (peygamberlerin) vârisleridir” diye bildiren yine Allah…
O halde “ilim” her şeyin başı, rehberi, önderi, yol göstericisi olmak konumunda ve mecburiyetinde; kendinin, dinin, siyasetin/yönetimin ve ekonominin rehberi…
Başka çare, çözüm ve alternatif yok, yok, yok…
İnsanın ve insanlığın kalan ömründeki rehberi ilim ve kitap/Kur’an, yani yine Allah…
İnsan/insanlık bu gerçeği bildiği, anladığı, kavradığı, idrak ettiği ve gereğini yaptığı sürece “sorun” yok; nitekim geçmişte yaşanan binlerce yıllarda da olmamış… Ama bu gerçeği unutup sırat-ı müstakimden ayrılarak yanlış, sapık, bâtıl küfür yollarına saptığında neler olduğunu tarih yazıyor; birkaç asırdan beri de insanlık bizzat kendisi yaşıyor…
Peki, yukarıda kısaca hatırlattığım bu hakikatler, bu gerçekler apaçık ortadayken; önce biz, yani Türkiye ve İslâm âlemi, sonra bütün beşeriyet, bütün insanlık ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî meselelerini ne kadar ilim ve kitap/Kur’an merkezli çözüyor, çözebiliyor?!.
NE KADAR?!.
***
İlmî, dinî, iktisadî, siyasî ve sosyal genel durum ortada değil mi?..
Ülkemize ve dünyaya kısa bir nazar atfetmek, her şeyi anlamak için yeterli değil mi?..
Krizler ve kargaşalar, işsizlikler ve açlıklar, yokluklar ve yolsuzluklar, savaşlar ve milyonlara varan katliamlar, her türlü iktisadi ve sosyal patlamalar…
Ya da bizim her vesileyle hep hatırlattığımız üzere;
Hayatın ilmî, dinî, iktisadî, siyasî alanlarında, yani hayatımızın bütününde “SOSYAL TUFANLAR” yoktur diyebilen var mı?..
Anlaşıldı, ‘sosyal tufan yoktur’ diyebilen yok…
O halde “tesbit ve teşhis” konusunda anlaşabildiğimize göre…
Bir sonraki merhaleye yani “tedavi, çare ve çözümler” merhalesine geçebiliriz…
Soruyoruz…
Peki, hayatın her alanındaki bu “sosyal tufanlara çare ve çözüm” olmak üzere, muhterem ve merhum Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya/insanlığa duyurduğu “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” projeleri dışında, insanlığın kurtuluşu mesabesinde ürettiği “çılgın bir proje” bilen, gören, duyan var mı?!.
VAR MI?!..
***
Bakınız, bundan önceki dokuz yazımda önemli şeyler yazmaya/anlatmaya çalıştım…
Belki, bundan sonra yazacağım birkaç yazı da bu minval üzere olacak…
Dün, İstanbul için güya “çılgın bir RANT projesi” açıklandı…
Hatırlatırım;
Dokuz yazımdan önce, “KİT’leri satıp yok ettiler, sıra BİT(İDO)’lerde” başlıklı dört yazı yazdım: Birkaç milyar değerindeki İDO’yu bile muhafaza edemeyen, belediye borçlarının bir yıllık faizine satan, sıradaki İGDAŞ gibi diğer BİT’leri satma hazırlığında olan “kapitalist faizci zihniyet” sahipleri; nasıl “Kanal İstanbul” yapacak, yapsa bile nasıl muhafaza edecek, nasıl birilerine peşkeş çekmeyecek?!.
Yine klasik ve mukadder sorularımı sorarak bitireyim:
Biz kırk yıldan beri sadece İSTANBUL, sadece Türkiye, sadece İslâm âlemi için değil; bütün İNSANLIK için “nice çılgın projeler” açıklıyoruz, anlatıyoruz, duyuruyoruz, yazıyoruz…
Peki, bütün İstanbul’u ve insanlığı sosyal tufanlardan kurtaracak “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” dışında “çılgın projeniz” var mı?!.
Var mı?!.
VAR MI?!..
***
Bizim ÇILGIN PROJE/lerimiz!
Reşat Nuri EROL
30.04.2011
Bu yazıyı yazdığım bugün 29 Nisan 2011…
Bugün kısaca hatırlatacağım meseleyi 09 Nisan 2011 günü projelendirip yazmışız…
Başından itibaren sadece başlığına kadar sayfada yazılanlar aynen şöyle:
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ-606 (606. seminer)/ ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DERSLERİ-436 (436. ders) 09 Nisan 2011 / “Dünyanın Ekonomi Merkezi” ve “III. Bin Yıl Medeniyeti Baş Şehri” İSTANBUL…
Anlayanlar ve ilgilenenler için sadece konunun başlığı ve başlıktan önce yazdıklarım bile çok şey ifade ediyor ve açıklıyor…
Ben bu başlık altındaki seminer/ders notlarımızın çok azından söz edeceğim; orijinal metnin tamamına “Not supported field expression!” sitemizin “Seminerler” penceresinden ulaşabilirsiniz… Önce genel bir bilgi:
Bilenler biliyor, bilmeyenler için hatırlatıyorum; Akevler 1967’den beri 44-45 yıldır çalışıyor… Türkiye’deki ilk toplu konut projesi ve sitesi, Akevler tarafından 1967 yılından itibaren projelendirilip inşasına başlandı ve “Akevler İzmir Sitesi” olarak kuruldu…
Akevler Kredi Ve Yardımlaşma Kooperatifi’nin “gaye” maddesi özetle şöyledir:
“Gayemiz; çalışmada (iş hayatında) ve yaşamada (ev ve aile hayatında) birbirleriyle anlaşabilecek insanları bir araya getirmek ve aralarında dinî, ilmî, iktisadî, idarî/siyasî ve sosyal dayanışmayı gerçekleştirmektir…”
Türkiye ve bütün dünyaya örnek olan TOKİ’yi kurma fikrini Akevler’den aldığını, Merhum Başbakan ve Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, bizzat Fehmi Koru’ya söylemiştir…
TOKİ, KİPTAŞ ve diğer bütün toplu konut yapan şirket ve holdingler, Akevler’in Türkiye’deki ilk toplu konut projesini “örnek” alıp “maddî” olarak siteler yapıyorlar ama bu sitelere bir türlü “manevî/sosyal” boyut ve “gaye” maddemizde ifade ettiğim diğer “dinî, ilmî, iktisadî, idarî/siyasî ve sosyal dayanışma” özelliklerini ve hikmetlerini katamıyorlar…
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu dönemin ilk yıllarında, baş başa yaptığımız bir görüşmede şöyle demişti:
-Biz KİPTAŞ olarak yüzlerce konut ürettik, siz Akevler olarak şimdiye kadar kaç konut ürettiniz?!..
Çok kısa bir cevap verdim ve kısa bir de soru sordum:
-İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve KİPTAŞ’ın imkânlarını bana ver, sizin ürettiğinizin on misli konut üreteyim… Ayrıca, sizin ürettiğiniz konutlarda bizim Akevler Sitesi’ndeki gibi manevî ve sosyal boyut yok, onu da katayım…
(Bk. Yukarıdaki Akevler “gaye” maddesi.)
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı R. T. Erdoğan o gün bir şey diyemedi…
Bugünkü, dokuz yıldır Başbakan olan R. T. Erdoğan da; Akevler’i başından beri bildiği; Millî Görüş Hareketi Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dan yüzlerce defa dinlediği; Refah Partisi İl Başkan Yardımcısı olarak birlikte çalıştığımız yıllardan itibaren, son yıllarda da Millî Gazete’deki bu köşede bendeniz de kendisine binlerce defa “ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ” olarak “tebliğ” ettiğim halde; “Bizim ÇILGIN PROJE/lerimiz”le ilgilenmemeye ısrar ve inatla devam ediyor…!!!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda İstanbul’un dört devasa sorunu vardı: SU, ÇÖP, İMAR VE TRAFİK sorunları…
Su ve çöp sorunu “kısmen çözüldü” ama “imar ve trafik sorunları” her gün daha da büyüyerek var olmaya devam ediyor…
Biz, “İstanbul’un bu sorunları” başta olmak üzere, onlarca başka sorununu da çözecek nice “ÇILGIN PROJE/lerimizi” kendisine anlattık…
Sonuç alamayınca, 610 haftadan beri yaptığımız seminerlerde yazdığımız seminer notlarımızı internet sitemizde binlerce (hattâ on binlerce) sayfa olarak yayımladık…
Deryaları kanalla birleştirme sevdalısı ve çılgın projecisi Başkan/Başbakan bilmezse, elbette Hak ve halk biliyor…
Başkan ve Başbakan olarak “İstanbul’un trafik sorununu” bile çözemeyen çılgın projeci, uluslararası gemilerin trafik sorununu çözecekmiş!!!
Dokuz yıldır elinde “anayasa çoğunluğu” olan ve “bir anayasa” bile yapamayan AKP iktidarı, şimdi “yeni anayasa” yapacakmış!!!
Hadi canım sen de, hadi canım siz (AKP) de!!!
“Anayasa meselesi”ni niye hatırlattım?
Bizim bir de “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çılgın projemiz var…
Başbakan ve AKP’liler ilgilenmiyor ama halkımızın bilgisine ve ilgisine sunulur…
***
Çılgın Proje “Adil İstanbul”, “Adil Anayasa”dır
Reşat Nuri EROL
01.05.2011
Çılgın Proje “Kanal İstanbul” değil, “ADİL İSTANBUL”dur; “ADİL TÜRKİYE”dir, “ADİL DÜNYA”dır. Yani Türkiye’de, bütün dünyaya “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ” olarak örnek olacak “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” tesis etmektir. İstanbul, Türkiye ve dünyanın yani bütün insanlığın en acil ve bir an bile geciktirilmemesi gereken “asıl projesi” budur.
Çılgın proje “Kanal İstanbul” değil, “ADİL ANAYASA”dır; “ADİL TÜRKİYE ANAYASASI”dır, “ADİL DÜNYA/İNSANLIK ANAYASASI”dır. Yani Türkiye’de, bütün dünyaya “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI Projesi” olarak örnek olacak “bir anayasa” hazırlayıp yürürlüğe koymaktır. İstanbul, Türkiye ve dünyanın yani bütün insanlığın en acil ve bir an bile geciktirilmemesi gereken “asıl projesi” budur.
Dünya (yani bütün insanlık), kıtalar (mesela Afrika, Asya), bölgeler (mesela Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar yani Türkiye’nin tüm çevresi), birlikler (mesela Avrupa Birliği), ülkeler (Türkiye dâhil, istisnasız dünyadaki bütün ülkeler), iller (doğu-batı, kuzey-güneydeki bütün illerimiz), ülkemizdeki bütün ilçeler ve bucaklar “Kanal İstanbul” değil;
“ADİL İSTANBUL”, “ADİL TÜRKİYE”, “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ” ve “ADİL ANAYASA”, “ADİL TÜRKİYE ANAYASASI”, “ADİL DÜNYA/İNSANLIK ANAYASASI” bekliyor…
Yani bütün dünyada zulümleri ve savaşları, zalim yönetimleri ve yöneticileri, zalim düzenleri ve sistemleri, zalim sömürüleri ve yoksullukları sona erdirecek bir hak, eşitlik, barış ve adalete dayalı “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI Projesi” bekliyor…
***
“Medine Sözleşmesi/Anayasası” size bir şey hatırlatmıyor mu?
Hazreti Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar “örnek” alınacak “Medine Devleti”ni kurarken, her şeyden önce ve en başta ne yaptı:
ANAYASA…
O’ndan sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar, “adalet” merkezli bu anayasa prensiplerine bağlı oldukları oranda başarılı oldular ve hükümranlıkları devam etti; “zulüm” merkezli yönetime yöneldiklerinde de başarısız olup tarihteki yerlerini aldılar... Malum, “adalet” mülkün yani hükmetmenin temelidir...
Yine malumdur ki, “zulüm” ile âbad olunmaz, olunamaz, olunamıyor...
Dünkü yazımın sonunda da meselenin ehemmiyetini kısmen hatırlatmıştım; bir kere daha hatırlatıyorum: Dokuz yıldır, isminde “adalet” kelimesi, elinde “anayasa çoğunluğu” olan ve “bir anayasa” bile yapamayan AKP iktidarı, şimdi “yeni anayasa” yapacakmış!!!
Hadi canım sen de, hadi canım siz (AKP) de!!!
“Anayasa meselesi”ni niye hatırlattım?
Bizim bir de “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çılgın projemiz var…
Başbakan ve AKP’liler ilgilenmiyor ama halkımızın bilgisine ve ilgisine sunulur…
Evet, aynen böyle demiş, artık meseleyi Hakka ve halkımıza havale etmiştim…
Anayasa Çalışmalarımıza 1970’li yılların başlarında İzmir’de başlamış, haftalık “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” seminerlerimizi bizzat bendeniz organize etmiştim; bu çalışmalarımız 12 yıl ve 610 haftadan beri hâlen İstanbul’da devam ediyor…
***
Bu vesileyle minik bir sitem ve hatırlatma/tebliğ/irşad daha:
Tam da bu yazıyı yazıyorken, bir vesileyle televizyonu açtım, kanalları gezerken, I. Oturum Müzakereleri’nde “Yeni Anayasanın Felsefesi ve Temel Prensipleri”ni müzakere eden “Abant Platformu” katılımcılarının konuşmalarına rastladım ve bir müddet izledi. Konuşmalardaki eksikliklere ve “anayasa” meselesinde asıl derde deva olacak çare ve çözümlerin dile getiril/e/memesine üzüldüm...
Biz, İzmir’de 1965’ten itibaren birkaç yıl Fethullah Gülen ile birlikte çalıştığımız, son bir-iki yıl içinde İstanbul’daki en üst düzey “cemaat” yöneticilerine üç ayrı zaman ve mekanda çalışmalarımızın ulaştığı seviyeyi “tebliğ” ettiğimiz, ayrıca Fethullah Gülen Hocaefendiye de bazı çalışmalarımızı bizzat gönderdiğim halde; ısrar ve inatla bizi ve çalışmalarımızı görmemezlikten geliyorlar!!!
Herkesle ve her kesimle “diyalog ve işbirliği” ama “Müslümanlar” ve özellikle “Adil Düzen Çalışanları ve Çalışmaları” hariç; nasıl “diyalog ve işbirliği” oluyorsa?!.
***
Bin yıllık medeniyet projesi
Reşat Nuri EROL
03.05.2011
Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin veya yönettiklerini zannedenlerin “gelecek” ile ilgili “proje” ve vizyonu ne kadar geniştir, ne kadar uzak görüşlüdür ve kaç yıllıktır?
10 yıl, 100 yıl, 1000 yıl…
Kaç yıllık?!.
Ya da sorumu şöyle sorayım: Siz, Türkiye’de (hattâ bütün dünyada) bu konularda Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “1000 Yıllık Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Hani bir yazar (Turgut Özakpınar) “Şu Çılgın Türkler” diye bir kitap yazmıştı ya; “çılgınlık” o kitapta olumlu anlamda ele alınıyor, “çılgınlık” Cumhuriyet’i kuran kadronun adeta imkânsızı başarması anlamında dile getiriliyordu. O kadro bu çılgın hedefi gerçekleştirdi ve o kadronun lideri Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurduktan çok değil sadece birkaç yıl sonra hangi “çılgın” hedefi gösterdi: Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Evet… Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Yine mukadder ve mutlaka sorulası, üzerinde de gereğince durulası bir soru daha: Siz, seksen kusur yıldan beri, Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “Türkiye’yi muasır medeniyetin fevkine ulaştıracak Yeni Bir Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Yani…
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.
***
Merhum Erbakan Hocamız ile yıllarca bu “projeler” üzerinde çalıştık…
Hattâ Hocamız ömrünün son yıllarında bile telefon eder, “Reşat, çalışmamız lazım, Süleyman (Karagülle) beyle birlikte gelin de çalışalım…” der; bir araya gelir ve o hasta hâliyle bile bir celsede en az 5-6 saat çalışırdık…
“O”nun olduğu toplantılarda en çok “Mücahit Erbakan” diye haykırdık ya; gerçekten malı ve canıyla (canı ve sağlığı pahasına) son nefesine kadar çalışan bir mücahit…
Seksenli yıllardan itibaren, takriben 25 yıl öncesinde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Dünya Medeniyeti Projesi Çalışanları” olarak Erbakan Hocamızın önderliğinde Altınoluk (Balıkesir) veya Ankara’da bir araya gelir, saatlerce, günlerce, haftalarca çalışırdık… Proje oluşturulduktan sonra, bilahare konferanslarla anlatma ve dünyaya duyurma dönemi başladı… Erbakan Hoca, bütün beşeriyeti içinde bulunduğu buhran ve bunalımlardan, yani “sosyal tufanlardan” ve “zalim dünya düzeninden” kurtaracak olan çılgın projesini Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya anlatmaya başladı…
Yıllardan beri Türkiye’de ve dünyada bu projeyi duymayan ve bilmeyen var mı?..
YOK!
“D-8, D-20, D-60, D-160 Projesi” de bu konuda atılmış ilk reel adım değil mi?..
DEĞİL Mİ?..
***
… Ve bütün bu gelişmelerin içinde yaşayan, hattâ ilk gençlik yıllarından itibaren bu hareketin içinde büyüyen biri/leri, şimdi utanıp sıkılmadan kendisini/kendilerini “projeci” diye lanse etmeye ve yutturmaya kalkışıyor/lar…
Hem de “Millî Görüş” gömleğini çıkardıktan ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ceketini ise başından beri hiç giymedikten sonra… Hele bu “Adil (Ekonomik) Düzen Meselesi” daha da önemli, hattâ her şeyden de önemli... Çünkü, aradan bir yıldan biraz fazla zaman geçti; o “sözde projeci” kişi, bizzat “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Medeniyet Projesi”nin fikir babası Süleyman Karagülle’ye, uzun telefon görüşmesinde ne dese beğenirsiniz: Ben “Adil Düzen”e başından beri karşıydım ve inanmıyordum!!!
Kendisi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı ya; bizim yerli, millî ve İslâmî/insanî/barışçı projemizi ne yapsın?!.
Kendileri “muhafazakâr” ya; O’na ve onun peşinden gidenlere, ABD’li neo-konların yani yeni-muhafazakârların BOP ya da BİP (Büyük İsrail Projesi) projeleri yeter!!!
***
Bin Ladin ve “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”
Reşat Nuri EROL
05.05.2011
İyiler ve kötüler…
Adiller ve zalimler…
Barış taraftarları ve savaş taraftarları…
Dünyada şimdiye kadar var olan mücadele bunlar arasındaydı, sürmekte olan mücadele bunlar arasında…
Bundan sonra kıyamete kadar sürecek mücadele de bunlar arasında olacaktır…
“İyiler ve Kötüler” Mehmed Şevket Eygi’nin bugünkü (3 Mayıs) yazısının başlığı ve şu cümleyle başlıyor: “Bugünkü agresif ABD Evangelistlerinin dokuz yüz sene önceki Haçlılardan pek farkı yok.”
Bin yıl önce Haçlılar İslâm ülkelerine hangi gerekçelerle ve hangi projelerle gelmeye başladılar; bin yıl sonra bugün hangi gerekçelerle ve hangi projelerle geliyorlar; hangi gerekçelerle Pakistan, Afganistan, Irak, Filistin, Libya, Sudan’da (ve diğer İslâm ülkelerine) hangi sudan sebeplerle katliam, işgal, terör, tecavüz, sömürü, soygun yapıyorlar?!.
Kur’an’ın dediği gibi, onlar “Biz ıslah edicileriz” diyorlar; Afganistan, İran (İran-Irak savaşında), Irak’ta birer milyon insanı, Filistin ve Bosna (güya medeni Avrupa ortasında) dahil Müslümanların yaşadığı ülkelerde yüzbinleri savaş terörüyle katlediyorlar; hayatta kalan milyonlara da çok yönlü “sosyal tufanlar” içinde zulmediyorlar…
Bütün bu katliamlarının, vahşetlerinin, çok yönlü sömürü, tecavüz ve zulümlerinin günahını da 11 Eylül öncesindeki nice yıllarda ve 11 Eylül sonrasındaki on yılda da, kendi yetiştirdikleri ve Afganistan’daki Sovyet savaşlarından beri kendi işbirlikçileri olan günah keçisi Bin Ladin’e atıveriyorlar!!! Soğuk Savaş bitti, Afganistan ve Irak işgalleri bitti, diğerleri de bitmek üzere; dolayısıyla Bin Ladin’in son kullanma tarihi de bitti…
Şimdi “BOP” veya “BİP” diyerek, “demokrasi ve özgürlük” diyerek, değişik ülkelerde “renkli halk devrimleri” yaptırarak, Müslüman ülkelerde son kullanma tarihleri gelip geçmiş olan kendi ürettikleri “diktatörleri” devirmenin ve yeni “zalim sömürü düzenleri” kurmanın zamanıdır…
Bin yıllık zalim Haçlıların yani “kötülerin/ zalimlerin/ savaşçıların” plan ve projesi (BOP/BİP) bu ama elbette Allah’ın ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan “iyilerin/ adillerin/ barışçıların” de bir plan ve projesi var ve O/onlar plan ve proje yapanların en hayırlılarıdır.
O proje “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”, “III. Bin Yıl Medeniyet Projesi”dir.
Yani…
“ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.”
Bu vesileyle, -önceki yazımda da hatırlattığım üzere,- bizim “Bin Yılık Medeniyet Projemiz” olan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e başından beri karşı olup inanmayan; ama ABD’li Haçlı Evangelist neo-konların yani “yeni-muhafazakârların” projelerine (BOP/BİP) inanıp eş başkanlık yapan bizim “yerli-muhafazakâr/lar”ın başının ve bendelerinin inandığı ve “muhafazakârlık ettiği” ettiği “proje” neymiş, ona bakalım.
Proje başlangıçta dardı, zamanla daha çok sömürmek için genişletildi. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı (GOKAP) da kapsayan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), ABD’nin Fas, Moritanya, Libya, Sudan yani bütün Kuzey Afrika ile Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye ile bütün Arap dünyasını içine alan “İslâm Coğrafyası sömürü stratejisi ve projesi”dir.
Uzun vadede gerçekleştirilmeye göre planlanıp projelendirilmiştir.
ABD’nin, “yeni-muhafazakârlar” (neo-konlar) denilen ekibinin ve onların dünyadaki işbirlikçilerinin 1997’de geliştirdiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) bir alt unsurudur. Aslında BOP, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Orta Doğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” plan ve projesinin devamından ibarettir.
1997 yılına dikkat!
1997 yılında Türkiye’de (Erbakan ve 28 Şubat) ve ondan yüz yıl öncesinde 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde (I. Siyonist Yahudiler Kongresi) ne oldu?
Bin yıl öncesinde, basit bahanelerle Haçlı Seferlerini başlattılar…
Birkaç on yıl önce de “Bin Ladin”, “İslâm tehdidi”, “İslâmcı terör”, “medeniyetler krizi”, “medeniyetler çatışması”, “diktatörler ve rejim değişikliği”, “küresel güvenlik”, “enerji güvenliği”, “demokrasi ve özgürlük ihracı” ve daha nice kavramların bugün yaşadığımız savaşlar ve “yeni sömürü projeleri”nin ön hazırlıkları olduğunu artık çok iyi biliyoruz...
***
Medeniyet Projesini gerçekleştirme sırası bizde
Reşat Nuri EROL
06.05.2011
İnsanlık Avcılık ve Çobanlık Dönemi’nden Tarım Dönemi’ne ancak “NUH TUFANI”nı yaşayarak evrilip geçebildi…
Bilahare çağımızda Tarım Dönemi’nden Sanayi Dönemi’ne evrilen dünya şimdi ne yapıyor, “SOSYAL TUFAN” yaşıyor mu; yaşıyorsa bu tufandan nasıl kurtulacak?..
Tufandan kurtulmak için ne yapacak?..
Çağımızın “Nuh’un Gemisi”ni nasıl ve kim/ler yapacak?..
Nuh Tufanı’ndan sonra Mezopotamya Medeniyeti’ni Hazreti Nuh kurduğuna göre, çağımızda bu görevi kim/ler yapacak?..
Yani…
Çağımızdaki “III. Bin Yıl Medeniyeti” kim/ler tarafından kurulacak ve nasıl şekillenecek? “Yeni Dünya Düzeni” bir müddet sonra “Yeni Dünya Medeniyeti” olarak tezahür edebilecek mi; edecekse nasıl edecek, kim/ler tarafından inşa edilecek?..
Meseleye daha net bir açıklık getirelim ve sorumuzu ve açıkça soralım:
-ABD Başkanı George Bush tarafından ilk defa Ağustos 1990’da açıklanan “Yeni Dünya Düzeni” neydi; millî devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar parçalamak, sonra da dünyayı kanla, savaşla, zulümle, sömürüyle yönetmek miydi?!.
Yoksa ABD gibi “terörist devlet” benzeri bir şey, yani bugüne kadar bilmediğimiz daha başka bir şey miydi?!.
Aradan yirmi yıl geçti, ABD halkına ve bütün beşeriyete soruyorum:
- Beklediğiniz, özlediğiniz, hayal ettiğiniz “Yeni Dünya Düzeni” bu muydu?!.
Ve bu “faizci, emperyalist, sömürücü ve milyonlarca insanı katledici, geride kalanları çok yönlü perişan edici zalim dünya düzeni” geleceğin beklenen “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni yani “Hak ve Adalete Dayalı Dünya Medeniyeti”ni kurabilir mi?
Sorular çoğaltılabilir…
Ama akledip fikredenler için bu kadarı yeterli değil mi?
***
İlk örneğimiz veya tarihî silsilede diğer örneklerimiz neydi?
Mekke ve Mekke’de “Daru’l-Erkam”lar yani “Eğitim Evleri” ve oralarda yetişenler…
Medine ve “Medine Sözleşmesi/Anayasası” ve medeniyetin ilk çekirdeği “Medine Devleti” ki; kıyamete kadar örnek alınası bir model…
Ardından Emeviler (arada Endülüs Medeniyeti de var, İber Yarımadası’nda), Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar…
Ve bugünkü Avrupa/Batı Uygarlığı…
Selçukluların ve Osmanlıların torunlarına soruyor ve diyorum ki:
- O zaman da Roma/Bizans ve Persler vardı; şimdi Vahşi Batı var…
- O zaman Mekke, Medine ve bir avuç Müslüman vardı; şimdi BİZ varız…
- Ne dersiniz; “Mekke Dönemi” mi, yoksa “Medine Dönemi” mi yaşıyoruz?..
- Çağımızın “Mekke Dönemi” gelip geçti, artık “Medine Dönemi”ne ulaştıysak… Hani nerde çağdaş “Medine Sözleşmesi/Anayasası”, hani nerde çağdaş “Medine Devleti” model şehir ve yönetim uygulaması, hani nerde çağdaş Firavunlara, Nemrutlara, zalimlere “Adalete ve Adil Dünya Düzeni”ne davet eden “mektuplar” yazan başkanlar?..
NERDE?..
***
- “Millî Görüş Hareketi ile Lideri Necmeddin Erbakan ve O’nun ‘ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ’ daveti vardı ya”; diyenleriniz var mı?..
Varsa; bu idrak ve şuurda olanlar gerçekten varsa…
İşte özellikle onlara derim ki:
- Necmeddin Erbakan geldi, malıyla ve canıyla cihad eden bir “MÜCAHİD” olarak görevini yaptı ve gitti…
- Şimdi O’nu örnek alarak ve O’nun izinde giderek yola devam etme sırası sende/bende/BİZDE…
- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “çalışma” sırası sende/bende/BİZDE…
- “Medeniyet Projesi”ni gerçekleştirmek sırası SENDE/BENDE/BİZDE…
***
Medeniyet inşasına bir “medine”den başlanır
Reşat Nuri EROL
07.05.2011
Tam da “yeni bir medeniyet” inşasına bir “medine”den yani bir “şehir”den, ya da -bizim hep iddia edip projelendirdiğimiz üzere- bir “bucak”tan başlanır diyecekken, araya başka şeyler girdi. Oysa ne de güzel, iyi ve hayırlı şeylerden söz ediyorduk...
“İnsanlık, ilim, İstanbul ve Çılgın Proje!” diyerek başlamış, “Bizim Çılgın Proje/lerimz”i yazmış, “Çılgın Proje ‘Adil İstanbul, Adil Anayasa’dır” demiş ve “Bin yılık medeniyet projesi” diye noktayı koymuştum ki; araya “Bin Ladin” giriverdi!..
Öyle olunca, “iki mesele”yi harmanlayıp “Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” demek zorunda kaldım.
Dün de yazdım, bugün bir kere daha tekrar hatırlatıyorum; aslında bütün olanlara ve her şeye rağmen demem o ki: “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “ÇALIŞMA” sırası sende/bende/BİZDE...
Bu “yeni medeniyet projesi”nin başı ve başlangıcı bir bucak, küçük bir medine, yani bizim daima örnek alınası biricik modelimiz Medine, Medine Sözleşmesi/Anayasası, Medine Devleti...
Ve çağımızda bir an önce projelendirilip kurulası, yaşanıp bütün dünyaya örnek olarak uygulanası “ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”…
Günlerdir o örnek “medine/şehir ve medeniyet projesi” üzerinde duracak, onu yazacaktım. Araya başka şey/ler girdi, mecburen onlar üzerinde durdum, onları yazdım...
Neydi onlar?
***
Geçen gün “Yeni Amerikan Yalanları” ile uyandık, hem de içine “Geronimo” katarak yapılan “merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” cinsinden bir yalan.
Oysa yalanların yani hakikatin, gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu var: 11 Eylül Saldırısı’nın “Derin Amerikan Yalanı, Derin Amerika Kurgusu” olduğu, ardından “Kitle İmha Silahları/Yalanları” ve “Saddam-El Kaide” bağlantısının uydurma bir bağlantı olduğu, tek tek ortaya çıktı, kanıtlandı.
Er ya da geç; eceliyle ölen “Bin Ladin Palavrası”ndan da kaçış yok!
Tekrar bizim “Çılgın Proje”mize dönelim…
Bizim bu konularda kırk yıldan beri yani bugüne kadar dediklerimiz ve bundan sonra diyeceklerimiz bitmedi, bitmez.
Ne zamana kadar bitmez?
Çağdaş “medine/medeniyet modeli” yani “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” bina edilip bizzat yaşanıncaya kadar bitmez.
“Çılgın Proje”nin hiçbir faydası olmadıysa; hiç olmazsa bizim kırk yıllık ve ömürlük, daha doğrusu bin yıllık “medine ve medeniyet projemizi” yazmamıza ve sizlere hatırlatmamıza vesile oldu.
Başkaları da yazdı ve önemli şeyler hatırlattılar.
Önce Ahmet Hakan, “Gazete iktidar taraflısıysa, köşe yazarları projeyi göklere çıkardılar, muhaliflerse yerin dibine batırdılar” dedi.
İkisinin ortası yok!
Hani biz vasat bir ümmet olarak vardık ve her şeyin ortasını bulurduk.
O vasat ümmete ne oldu, o ümmet nerelerde?
Murat Bardakçı dedi ki: “Ben biliyorum ki Mimarlar Odası, Mühendisler Odası dava açacaklar. Mimarlar Odası, İstanbul için neye karşı çıkarsa o proje İstanbul’un hayrınadır.”
İstanbul gibi bir şehrin, koca bir ülkenin mimar ve mühendislerinin adı böyle kötüye çıktıysa; vay o şehrin ve ülkenin haline…
Ahmet Altan bile bu konuda hiç de beklenmeyen şeyler yazdı: “Bu ihtiraslı cesaret, bize Türkiye’nin nerelere geldiğini de gösteriyor. İsmiyle “müsemma” böyle “çılgın projeyi” hayata geçirebilecek bir düzeye varmış bir ülke Türkiye. Kimse, “Biz böyle bir projeyi gerçekleştiremeyiz” demedi. Herkeste Türkiye’nin bunu yapabileceğine güven tam. Projenin yapılıp yapılamayacağı değil, yararlarıyla zararları tartışılıyor.”
***
Evet, aynen öyle…
“Çılgın Proje”nin veya benzeri daha nice projelerin yararları ve zararları nelerdir?
Önce bu projeleri ortaya koymak..
Sonra o projeleri enine boyuna tartışmak..
En sonunda ittifak edilip kamuoyunca kabul edilip benimsenmiş projeleri uygulamak…
Bu “medine ve medeniyet projeleri” üzerinde duracağımıza, nelerle uğraşıyoruz!!!
***
Yeni Dünya Düzeni Projesi
Reşat Nuri EROL
19.05.2011
Yirminci yüzyılda ne olmuştur?
Tekniğin ilerlemesi ile dünya küçülmüş ve adeta bir köye dönüşmüştür.
Yirminci yüzyılda dört büyük değişim gerçekleşmiştir. Nedir o değişimler?
1. Eskiden aylarca, hattâ yıllarca ulaşılması mümkün olmayan yerlere çağımızda bir günde ulaşılabiliyor. Türkiye’de bir köye gitmekten daha kolay bir şekilde Vaşington’a (Washington) veya Pekin’e gitmek mümkün olmuştur.
2. Haberleşme ise artık sorun olmaktan çıkmıştır. Eskiden aylarca, belki de yıllarca sonra bir yere ulaşması mümkün olan mektupların yerine cep telefonları sayesinde bir dakikadan daha kısa zamanda veya saniyesinde sesimizle varma imkânını buluyoruz.
3. Bunun gibi akşam olduğu zaman ocak başına geçip sabahlamaktan başka imkâna sahip değilken, şimdi elektrik sayesinde her yer aydınlatılabiliyor, gecemiz gündüz olmuştur.
4. Dördüncü olarak da adeta yeni insan beyni icad edilmiş, bilgisayarlar ve hesap makineleri bulunmuştur.
Bu dört büyük buluş sayesinde tüm dünya birbirinden haberdar olmuştur.
Daha önce her bölgeye ve her devlete bir peygamber gönderildiği, farklı kitaplar indirildiği halde, Kur’an son kitap ve Hazreti Muhammed aleyhisselâm da son peygamber olmuştur.
Bu teklik ancak III. bin yılda başarıya ulaşmıştır.
O halde şimdi çağımızdaki her türlü araçları kullanarak Kur’an’ı tüm dünyaya ulaştırdığımız zaman murad edilen gerçekleşecektir.
Gerçekleşecek de neler olacaktır?
a) Kur’an çağımızın sorunlarını çözecek şekilde yeniden yorumlanacaktır. Bugünkü müsbet ilimlerle yorumlanan Kur’an yeni “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i ortaya koyacaktır. Yerinden yönetim sistemi gelecek, hakemler sistemi gelecek, faizsiz para sistemi gelecektir. Bu “Yeni Dünya Düzeni Projesi” herkese aş herkese iş bulacak sistemleri ortaya koyacaktır.
b) Bir “Bin Dil Üniversite Kenti” kurulacak, her on daire bir dile ve on aileye tahsis edilecek, dünyadaki ülkelerden gelecek insanlar bu sitede hem çalışacak hem de Arapça ve diğer bütün ilimleri öğrenecek, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir.
c) Bir “internet sitemiz” oluşacak ve bu sitede bin dilde yayın yapacağız. Orada her insan kolayca kendi dilinde Kur’an’ı ve hükümlerini bulacaktır.
d) Bütün insanlığın yani insanların haberleşebilmeleri için bir cep telefonu ve dolayısıyla internet şebekesini “insanlık vakfı” olarak kuracağız. Görüşmeler ve yazışmalar ücretsiz olacak. Vakıf kuruluşlar cep telefonlarını ve bilgisayarlarını halka bedava denecek kadar ucuza satacaklardır.
Arapça öğrenip ilmi sonuçları kendi diline çevirenlerin din ve inanışlarına karışmayacağız, onları mü’min veya müslim etmeye çalışmayacağız.
Bizim onlardan istediğimiz sadece insanların Kur’an’ı internetten takip etmeleri için halka yardım etmeleridir.
Bu çağdaş imkânlardan teknik bir şekilde yararlanacağız.
İşte böylece Kur’an’ın yeryüzünde bin yerde yani dünyanın her bölgesinde bir temsilcisi bulunmuş olacaktır.
Bunun dışında İstanbul’da ve Mekke’de her devlete bir “bucak” veya “ilçe” kurma imkânını sağlayacağız, karşılığında biz de onların ülkelerinde bucak veya ilçeler kuracağız.
Karşılıklı “gerçek diyalog ve işbirliği” böyle doğacaktır.
Zorlama yoktur ama bu “yeni dünya düzeni”nde Kur’an tüm insanlığa ulaşmış olacaktır.
Teorik olarak geliştirdiğimiz “herkese aş ve herkese iş düzeni”ni tüm insanlara uygulamalı olarak göstererek anlatmış olacağız.
Şimdi düşünelim...
Bu düzende tüm insanlar bilgisayara sahip, herkes hiçbir masraf yapmadan dünya ile irtibatta...
İsterse Kur’an sitesini açıyor ve kendi diliyle takip edebiliyor...
Bankaya vardığı zaman “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre alışveriş yapabiliyor, selem senedini kullanıyor...
İşte Yeni Dünya Düzeni Projesi ya da Adil Dünya Düzeni Medeniyet Projesi…
***
Karanlık/zalim çağdan aydınlık/adil çağa-1
Reşat Nuri EROL
21.05.2011
Zalâm, zulumât, zulüm, zulmetmek ve zalim düzen, zalim ve karanlık çağ…
“Zulüm” karanlık demektir, “zulmetmek” haksızlık etmek manâsına da gelir.
Kur’an bugünkü durumu “ZULUMÂT” olarak tanımlamakta, çağımıza “KARANLIK” demektedir.
“Zulmet, zulumât, karanlık” ne demektir, “karanlık çağ” ne demektir?
Çevreyi görememe demektir, ileriyi görememe demektir, karanlıkta yaşama demektir.
***
1. Çağımızdaki birinci karanlık fiyatların ve ücretlerin belirsizliğidir, paranın karşılıksız olmasıdır.
Evet, fiyatlar ve ücretler enflasyon nedeniyle belirsizdir. Bu fiyatlarla ve ücretlerle sağlam ve sağlıklı bir anlaşma yapamazsınız. Çünkü yarın para değerinin ne olacağını bilemezsiniz. Bu karanlık çağda, bu zalim düzende önünüzü göremezsiniz. Faizli karşılıksız para üzerinden kurulan hayatımızdaki tüm ekonomik düzen karanlıktır.
“ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN, ADİL DÜZEN ANAYASASI” insanlığı fiyat ve ücret anarşisinden kurtaracaktır.
Acaba “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bunu nasıl yapacaktır?
Batı dünyası bugün “para”yı “faiz” karşılığı çıkarmaktadır, dolayısıyla paranın reel ekonomi ile irtibatı yoktur. Fiyat ve ücretler gelişigüzel oluşmaktadır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Merkez Bankaları keyfi olarak para çıkarmaktadır.
Oysa “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de para ancak üretimdeki emek karşılığı çıkarılmaktadır. Paranın karşılığı ambarlarda mal olarak mevcuttur. Böylece karanlıklardan çıkılmaktadır. Herkes kendisi üreticidir. Ürettiği malın fiyatını üretmeden önce bilecektir. Çünkü daha önce anlaşmış olacaktır, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”deki “selem sistemi” budur. Üreticiye mal teslim edilecek. Sistemdeki “selem kredisi” ve “çalışana kredi” ücretin belirsizliğini çözecektir. Diğer taraftan stoklara göre fiyatların hesaplanması da fiyatlardaki keyfi fiyat oynamalarına son verecektir.
*
2. Çağımızın ikinci karanlık noktası; yüzbinlerce sayfaya varan kanunları kimse bilememektedir.
Halkımız bir tarafa, hakimler ve avukatlar da bilememektedir. Kararlar raslantı olarak verilmekte, bu durum yani “bu adaletsizlik” de tüm hukuk ve sosyal hayatımızı karanlıklar içine sokmaktadır. Nitekim ittifakla alınan yargı kararları çok azdır. Üç hakimin bile anlayamadığı bir hukuk mevzuatını ve buna istinaden verilen hükümleri, nasıl olup da vatandaş bilecek ve kanunlara uygun hareket edecek?!.
İşte, bu da ekonomideki karanlıklardan daha karanlık bir husustur, adaletsizliktir.
Bunlardan çıkma yolları aranmalıdır.
*
3. Çağımızın üçüncü karanlık noktası da “bilgi eksikliği karanlığı”dır.
Vatandaşların resmî olarak danıştıkları, danışabildikleri bir yer yoktur.
Dolayısıyla tarih öncesi, hukuk öncesi döneme göre, yani insiyaki (içgüdüsel) olarak gelişigüzel kurallara uyarak, daha doğrusu kuralsız olarak ve karanlıklar içinde yaşanmaktadır.
Bu durum da çağımız karanlıklarının başında gelmektedir.
Eğitim sistemi “hukuk ve fıkıh” öğreteceğine, bale ve danslar ile bir türlü öğretemediği yabancı dilleri güya öğretmekte!
*
4. Çağımızdaki dördüncü karanlık nokta; insanlar “şeriata/hukuka” göre değil de, “menfaate/çıkara/çatışmaya” göre hareket etmektedirler.
Bu karanlık zalim düzende “şeriat/hukuk/dayanışma” olmayınca, biz kendi hareketlerimizi belirleyemediğimiz gibi, karşımızdakilerin hareket ve davranışlarını da hiç bilememekteyiz.
***
O halde içinde bulunduğumuz karanlık çağı aydınlatmak üzere “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” bu sorunları çözecek ve aydınlık/adil yolu göstermiş olacaktır.
Bugün, bu çağda, bu karanlık çağda yaşayan bütün insanlar hep zulüm ve karanlık içindedirler. İnsanlara hep haksızlık yapılmaktadır. Vahşi ve de kan/emek emici vampir kapitalizme dayalı -kölelikten de beter- bugünkü “işçilik düzeni”nin bizzat kendisi “çağdaş kölelik ve zulüm düzeni”dir. Bugün karşılıksız para basılmaktadır. Sadece zenginlere ve varlıklı olanlara kredi verilmekte, onlar da işçileri karın tokluğuna veya açlık sınırının da altında çalıştırmaktadır. Çağımız dünyasında/düzeninde insanların tümü köle yapılmıştır.
Bu dünya, çağımızdaki bu dünya “karanlıklar ve her türlü sosyal hastalıklar dünyası”dır, “SOSYAL TUFAN ÇAĞI”dır.
Karanlık ve zalimliklerin alternatifi aydınlık ve adil çözümler gelecek yazıda…
***
Karanlık/zalim çağdan aydınlık/adil çağa-2
Reşat Nuri EROL
23.05.2011
İşçi, çiftçi ve her türlü emekçi bir yere sattığı bir şeyi sonra dört misli pahalıya alıyor. Bu da başka bir zulümdür, başka bir haksızlıktır, çağımızdaki başka bir karanlıktır.
İşte, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bu haksızlığı da ortadan kaldıracaktır.
Mahkemeler 30-40 sene süren davalara usulden karar vermekte, yargıçlar da uzaktan hükümler biçmektedirler. Bu da insanlar için diğer bir zulüm, diğer bir karanlık olmaktadır.
Başka… Bugünkü keyfî yönetim, sözde demokrasi yani ekseriyetin sömürüsü hep haksızlıktır. Demek ki hem “karanlık/zulüm” hem de “haksızlık/adaletsizlik” içine gömülmüş bulunuyoruz.
Kur’an bize bu olumsuzluklardan nasıl kurtulacağımızı göstermektedir.
Demek ki karanlıklar, çağdaş kölelikler, zamane zalimlikleri içinde debelenip duruyoruz… Çağımızdaki karanlıklar, zamanımızdaki zulümler özetle böyledir ve bu böyle gitmez, gitmemelidir... Tesbit ve teşhis böyle… Peki, tedavi ve çözüm nedir?..
Çözüm elbette “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ile olacak, kırk yıllık ilmî çalışmalarımızla ortaya koyduğumuz “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” ile olacaktır.
***
“Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” nedir, nasıl aydınlık olmaktadır?
Her şeyden önce insanlık uygun bir şekilde teşkilatlanmaktadır.
İnsanlık yüze yakın ülkeye, ülkeler yüz kadar illere, iller yüzer bucaklara, bucaklar da yüze yakın ocaklara ayrılmaktadır.
“Ocak” birlikte yaşama ortaklığıdır.
“Bucak” birlikte çalışma ortaklığıdır.
“İl” iç güvenliği sağlama ortaklığıdır.
“Ülke” dış güvenliği sağlama ortaklığıdır.
“İnsanlık” ise uygarlaşma ortaklığıdır.
On kadar “bucak” birleşip bir “semt” oluştururlar. Her semtte ortak bir “ambar” vardır, üretilenler buraya konur, üreticilerin kendilerine “belge” verilir. Halk bu belgeyi alıp satar.
Bucaklar birleşip bir “ilçe” kurarlar. İlçelerde de kontrol merkezleri olur. Kontrol edilip vasıfları tesbit edilen mallar “ilçe ambarları”na konur ve halka bu malların “belge”leri verilir. İlçelerde “perakende mağazaları” vardır, bakkallara mallar buradan satılır.
Bölgelerde mallar tasnif edilir, ambalajlanır, etiketlenir ve dünyadaki “toptan mağazaları”na gönderilir. Kıta merkezlerinde “elektronik marketler” bulunur. Bunlar merkezden yönetileceklerdir.
***
İnsan iki şeyin peşine koşar; biri refah, diğeri hürriyet.
İnsan, bir taraftan geliri çok olsun, imkânı çok olsun, istediği gibi yaşasın, istediği gibi bol bol harcayıp keyfince hareket etsin ister…
Diğer taraftan hürriyetini ister, yani hareketleri kısıtlanmasın, herkes onun dediğini yapsın, herkes ona uysun, kimse onun hürriyetine engel olmasın ister.
Hürriyet ile refah birbiri ile çelişir.
Herkes hür olarak yaşarsa birlik olmaz.
Birlik olmayınca da refah olmaz; sefalet olur, açlık olur.
Hürriyetler feda edilir de herkes şeriatın/hukukun kuralları içinde ve yöneticilerin emrine girerse, bu sefer de hürriyet kalmaz, herkes köle olur.
***
İşte, “ADİL/AYDINLIK DÜZEN” bunun “denge”sini yukarıda anlatılan bu kurallarda vermiştir.
Taşra bucak ve ocaklar var, merkez bucak ve ocaklar vardır.
Merkezlerde hürriyet yok refah var, taşralarda da refah yok hürriyet var.
Halk istediği zaman taşra bucak ve ocaklarına gider, hürriyetini yaşar; istediği zaman da merkez bucaklara gelir ve refahını elde eder.
Şöyle diyelim; insan gündüz çalışırken hürriyetinden fedakârlık eder ve bol kazanç temin eder, akşamdan itibaren geceleyin de ailesi ile hürriyetini yaşar.
Her kademe kendi işini, dolayısıyla yetkisini bilmekte, halk da kendi istekleri ile istediği yerde ve şartlarda yaşamaktadır.
Öyle insanlar vardır ki; hür olsun da soğan ekmek yesin!
Onlar taşra bucak ve ocaklarında yaşayacaklardır.
Öyle insanlar vardır ki; başkalarıyla uzlaşıp birlikte yaşamak onlara zevk verir.
Onlar da merkez bucaklara gider ve hem kendilerine hem de tüm halka refah sağlarlar.
Çare ve çözüm belli;
Karanlıktan ve zulümden aydınlığa ve adalete yani “ADİL DÜZEN”e, “ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ”ne çıkmak için daha ne bekliyorsunuz?!.
***
TEHLİKELER VE
YAPILMASI
GEREKENLER
Reşat Nuri EROL
21.08.2011
Temeli sağlamlaştırmadan binanın üzerine kat çıkarsanız o bina çöker.
İktidar partisi, temelini sağlamlaştırmadan ülkenin yapısını yani binasını yükseltiyor. Temeli sağlamlaştırmadan, asıl yapılması gerekenleri yapmadan, bugün ‘büyüyoruz, gelişiyoruz, kalkınıyoruz, bölgesel güç oluyoruz, dünya ülkeleri arasında şu sıraya yükseliyoruz’ söylemleriyle anlatılanları yapmak demek, ülkenin çökmesi ve devletin yıkılması demektir.
Büyük tehlike budur!
Biz mevcut iktidar veya herhangi bir başka iktidarın başarısını kıskanmıyoruz; bilakis, gerçekten bir başarıları varsa, seviniyoruz.
Keşke sözünü ettikleri gibi başarılı olsalar, olabilseler...
Ama bu düzen, bu sistem, bu gidişat, bu anlayış ve bu uygulamalarla başarılı olmaları mümkün değildir.
Dikkatli ve samimi okuyucularımız çok iyi bilirler, bunun sebeplerini ve gerekçelerini bu köşede çok yazdık, her ortamda açıkça söyleyip anlattık; bundan sonra da yazmaya ve anlatmaya devam edeceğiz...
Biz iktidarın bundan sonra başarısızlığa uğramasından korkuyoruz.
Bu ülke, bu devlet, bu hükümet, bu halk sadece onların değil bizim de ülkemiz, devletimiz, hükümetimiz, halkımız…
Bu “uyarılarımızı” bunun için yapıyor, “çare ve çözüm önerilerimizi” bunun için sunuyoruz; bunu kırk yıldan beri yaptık: Bundan sonra da yapmaya devam edeceğiz…
Tehlikeleri yazan çok, kendince “tesbit yapıp teşhis koyan” çok ama bizim dışımızda “sistem ve düzen” olarak “tedavi reçetesi sunan, çare ve çözüm” getiren maalesef yok…
***
Tehlikeleri bertaraf ve köklü çözümler için yapılması gerekenler nelerdir?
Terör musibeti başta olmak üzere, her türlü tehlikeleri bertaraf etmek için her şeyden önce mülki taksimat “ADİL DÜZEN”e göre düzenlemelidir.
Türkiye ülke olarak 12 bölgeye ayrılmalıdır.
Her bölge 10’a yakın illere ayrılmalıdır.
Bir ilin nüfusu 300 binden az ve 1 milyondan fazla olmamalıdır.
İller 10’a yakın ilçeye ayrılmalıdır.
Bir ilçenin nüfusu 30 binden az ve 100 binden fazla olmamalıdır.
İlçeler 10’a yakın bucaklara ayrılmalıdır.
Bir bucağın nüfusu 3 binden az ve 10 binden fazla olmamalıdır.
Her bucak 10’a yakın semtlere ayrılmalıdır.
Bir semtin nüfusu 300 kişiden az, 1000 kişiden çok olmamalıdır.
Her semt 10 ocağa ayrılmalı ve her ocağın nüfusu 30 ile 100 kişi arasında olmalıdır.
Her ocak yaklaşık on aileden oluşmalıdır.
Mesela, 15-20 milyonluk İstanbul ile 150 binlik Hakkari veya benzeri küçük iller, aynı statüde il olur mu?!
Olmaz, olamaz; nitekim olmuyor.
İl, bucak ve ocak bağımsız olmalı, kendi iç işlerinde serbest olmalıdır.
Bölge, ilçe ve semt ise bağımlı olmalı ve merkezden yönetilmelidir.
Bölge merkezlerinde başka bölge halklarından oluşmuş ordular bulunmalıdır.
12 bölgede 12 ordu oluşturulmalıdır.
Devlet başkanı asker kökenli olmalı, ordular doğrudan devlet başkanına bağlanmalı, sivil yönetim askerlere karışmamalı, askerler de sivil yönetime kesinlikle müdahale etmemelidir.
Asker kökenli devlet başkanı da sivil yönetime karışmamalı, sadece sivil-asker arasında denge unsuru olmalıdır.
Ordunun bütçesi bağımsız olmalıdır.
***
Mevcut yargılama sisteminde usul değişikliği yapılmalıdır.
Hâkimler soruşturma yapmamalı, kararlar da vermemelidir.
Soruşturmalar yeminli polis tarafından yapılmalı, onların şehadetine mahkeme uymalıdır.
Hükümler de tarafların seçtiği “hakemler” ve onların seçtiği “başhakem” tarafından yürütülmelidir.
Hâkimlere yargılamayı yürütme görevi verilmelidir; geçici olarak onaylama yetkisi de verilebilir.
Defalarca yazdık, bir kere daha hatırlatıyoruz; ülkemizdeki yargı sistemi tamamen çökmüş durumdadır; binalar ve dünya çapındaki büyüklük övünmeleri ile yapılan “Adliye Sarayları” ile adalet sağlanmaz:
Adaleti sadece ve sadece “sistem değişikliği” yani “hakemlik sistemi” ve “ADİL DÜZEN” ile gerçekleştirebilirsiniz.
Sadece bu üç alandaki değişim bile, ülkemizdeki “terör musibeti” başta olmak üzere, pek çok tehlikelerin giderilmesi ve var olan sistemin olumlu yönde düzeltilip düzenlenmesi yönünde çok şeyi değiştirecektir.
Bundan sonraki yazımızda, medyadan ekonomiye kadar değişik alanlarda yapılması gereken beş düzenleme üzerinde duracağız…
***
Tehlikeler ve yapılması gerekenler-2
Reşat Nuri EROL
22.08.2011
“Temeli sağlamlaştırmadan, yani asıl yapılması gerekenleri yapmadan binanın üzerine kat çıkarsanız, o bina yani devlet çöker ve yıkılır.” dedik...
“Asıl ‘büyük tehlike’ budur!” dedik. “Bu düzen, bu sistem, bu gidişat, bu anlayış ve bu uygulamalarla başarılı olmaları mümkün değildir.” dedik…
“Tehlikeleri yazan çok, kendince ‘tesbit yapıp teşhis koyan’ çok ama bizim dışımızda ‘sistem ve düzen’ olarak ‘tedavi reçetesi sunan, çare ve çözüm’ getiren -yani alternatif sunan- maalesef yok” dedik…
Tehlikeleri bertaraf ve köklü çözümler için yapılması gerekenleri sıraladık:
1- Terör musibeti başta olmak üzere, her türlü tehlikeleri bertaraf etmek için her şeyden önce mülki taksimat “Adil Düzen”e göre düzenlemelidir…
2- İl, bucak ve ocak bağımsız olmalı, kendi iç işlerinde serbest olmalıdır. Bölge, ilçe ve semt ise bağımlı olmalı ve merkezden yönetilmelidir. Bölge merkezlerinde başka bölge halklarından oluşmuş ordular bulunmalıdır. 12 bölgede 12 ordu oluşturulmalıdır...
3- Mevcut yargılama sisteminde usul değişikliği yapılmalıdır. Hakimler soruşturma yapmamalı, kararlar da vermemelidir. Soruşturmalar yeminli polis tarafından yapılmalı, onların şehadetine mahkeme uymalıdır. Hükümler de tarafların seçtiği ‘hakemler’ ve onların seçtiği ‘başhakem’ tarafından yürütülmelidir...
*
“Terör musibeti” başta olmak üzere, tehlikelerin giderilmesi, sistemin olumlu yönde düzeltilip düzenlenmesi yönündeki çözüm önerilerimizi sunmaya devam ediyoruz…
4- Millî olmaya medya sorunun çözümü için “Basın-Yayın Kooperatifleri” kurulmalıdır. Devlet bu kooperatiflere “faizsiz kredi” vermelidir. Okuyucular yazarları seçmeli, onlar basın ve yayın görevini yapmalıdır. Basın yayın tesisleri “vakıf” olmalıdır. Dağıtım karşılıksız olmalıdır. Yazarların kadrosunu siyasi partiler oluşturmalı, devlet bütçesinden bunlara maaş verilmelidir. Basın değil yazar özgür hâle getirilmelidir.
5- Karşılıksız para yerine “karşılıklı (karşılığı olan) para” çıkarılmalıdır. Ortak ambarlara konan mallar karşılığı “mal senetleri” verilmelidir. Üretici mal senetlerini para ile satmalı, para senet karşılığı olmalıdır. Bucaklar “buğday parası” çıkarmalı, iller “demir parası” çıkarmalı, ülke “toprak parası” çıkarmalı, bir de İstanbul’da kuyumcular kooperatifi “insanlık parası” çıkarmalıdır. Karşılıksız (karşılığı olmayan) faiz parası çıkmamalıdır.
6- Ülkeye yabancı işçilerin gelip çalışmalarına izin verilmeli, böylece boşalmış olan köylerimizde çalıştırılan ucuz işçiler sayesinde köylerimiz, tarımımız, hayvancılığımız yeniden canlandırılmalıdır. Bunlardan Türk asıllı olanlar veya Müslüman olanlar askerlik de yaparlarsa Türkiye’de yerleştirilecekler, Türk vatandaşı yapılacaklardır. Toprak reformu yapılacaktır; bu da “işletme mülkiyeti” ile “yararlanma mülkiyeti” farklı yapılmakla olacaktır. Toprak sahipleri topraklarını işleyemezlerse kiraya verecekler, kiracılar onları işletecek ve toprak sahiplerine kira vereceklerdir. Köylülerin boş zamanlarını değerlendirmeleri için yan sanayi geliştirilecek, bunu KİT’ler yapacaktır.
7- Artan emekle “yatırım” yapılacak, yatırım yalnız bunlarla yapılacak, bunun için de “yatırım kredileri” sadece artan emeğe verilecektir. Yatırımda ücretler sabit olacaktır. Daha fazla ücret bulanlar “üretimde” çalışacak, daha fazla ücret bulamayanlar “inşaatta” çalışacaklardır. Böylece artık emek belirlenecek ve değerlendirilecektir.
8- “Genel Hizmet Kooperatifleri” kurulacak, bunlar “tescil, depolama, ulaştırma, eğitim, koruma” gibi “Genel Hizmetleri” yapacaklardır. Bunların payı üreticilerin payı kadar olacaktır. Bu kooperatifler verdikleri hizmetlerle küçük girişimcilerle büyük girişimcileri eşit yarışma şartlarına ulaştıracaktır. (Bu önemli konuyu daha önce çok yazdık.)
*
SONUÇ olarak, bugünkü iktidar partisi veya daha sonra iktidara gelecek olan partilerimiz, bu sekiz müesseseyi kurarlarsa, devletimizin temellerini sağlamlaştırmış olurlar, binanın üstüne yeni katlar çıkabilirler.
Aksi halde temelsiz yapı çöker; nitekim çökmektedir...
Biz bu köşede, özellikle son yıllarda ülkemizde gerçekleşen çöküntüleri çok yazdık…
Okumadıysanız; bizim yazdıklarımıza ek olarak Mustafa Özcan’ın “Çözülme ve çöküntü” yazısını (Millî Gazete, 20.08.2011) okumanızı tavsiye ederiz…
***
İNSANLIĞIN HİKÂYESİ,
BİZİM HİKÂYEMİZ…
Reşat Nuri EROL
08.09.2011
İlginç olduğu kadar gerçek olan hikâyeler bunlar. Aslında bu hikâyeler bizim hikâyemiz, insanlığın hikâyesi. Daha önce de bu hikâyelerden söz ettim. Önemine binaen bir kere daha üzerinde durmaya değer. Bakalım bu hikâyeler bizi nerelere götürecek...
Geçtiğimiz Nisan ayının ortalarında, “İnsanlık nerden nereye?” genel başlığı altında “yedi yazı” yazmış ve insanlığın hikâyesini anlatmışız:
İnsanlık ve Türkiye nerden nereye… İnsanlık ve ticaret/ekonomi nerden nereye… İnsanlık ve faiz nerden nereye… İnsanlık ve İsrail oğulları nerden nereye… İnsanlık ve medeniyet nerden nereye…
Bu yazıların sonunda “Geçmişten geleceğe: İnsan, ilim, tarih ve din…” diye bir yazı da yazmışım...
Mayıs ayının başında meseleyi biraz özelleştirip “Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” (05.05.2011) üzerinde durmuş;
“Bin Ladin’den önce, Bin Ladin’den sonra” (08.05.2011) deyip meseleyi “Bin Ladin ve Türkiye’deki seçim!” (09.05.2011) başlığı altında Türkiye’ye kadar getirmişiz…
(Burada özel bir parantez açıp Bin Ladin ile ilgili görüşümüzü açıklayalım: Biz başından itibaren CIA ve onun patronlarıyla işbirliği içinde olan Bin Ladin’in yanlışlıkla yakalandığına ve öldürülmediğine inanıyoruz...)
Yine Mayıs ayının sonunda “Libya’nın diktatörü ve Türkiye’nin itibarı” başlıklı yazımızla (28.05.2011), meseleyi o zaman gündeme giren ve hâlen de gündemde kalmaya devam eden Libya ve Kaddafi meselesine kadar getirmişiz…
Geçen ay “Tehlikeler ve yapılması gerekenler” (iki yazı) dedik…
“Sadece SOMALİ mi?” dedik…
“Sıra Türkiye ve İran’a gelmeden uyanalım” dedik…
***
Bin Ladin sadece bir maşa ve bir sembol…
Kaddafi gibi Libya ve diğer ülkelerdeki diktatörler de birer sembol…
Sömürü sermayesi Irak’taki Saddam örneğinde olduğu gibi bu sembolleri, bu maşaları tepe tepe kullanıyor, işi bitince de paçavra gibi bir kenara atıveriyor…
İnsanlığın serüveni yani hikâyesi bu semboller üzerinden böyle devam edip gidiyor…
İsrail ve Suriye ile önemli sorunlar yaşıyoruz… Libya’da her gün diktatör Kaddafi merkezli önemli gelişmeler oluyor… Bütün bu gelişmeler bizi, Türkiye’yi ve bütün beşeriyeti, bütün insanlığı yakından ilgilendiriyor… Çünkü bütün bu gelişmeler bizim gerçek hikâyemiz, insanlığın gerçek hikâyesi… Öyleyse bu hikâye üzerinde birkaç gün duralım…
***
Kur’an her konuda olduğu gibi kavimler konusunda da tek örnek verir ve kitabın henüz başındaki Bakara Sûresi’nde tek kavimden söz eder: İsrail oğulları…
İsrail oğulları kavimler meselesinin anlatılıp anlaşılması için seçilmiş kavimdir. Dünyadaki kötülükleri de onlar yapar, iyilikleri de onlar yapar. Hazreti Ömer Kudüs’ü teslim aldıktan sonra, orası onların da şehri olmuştur, o tarihten beri hiçbir zaman Kudüs’ten sürülmediler. Ayrıca Osmanlılar onlara İstanbul’da ve İzmir ile Selanik gibi diğer Osmanlı şehirlerinde de merkez kurmalarına izin verdi, onları İspanya’dan getirdi ve yerleştirdi...
1900’lü yıllara kadar Hıristiyanlık-İslâmiyet çatışmasından yararlanarak varlıklarını geliştirdiler, dünyanın en zengini ve etkini oldular. Ömürleri dolmaya başlayınca hatalı kararlar aldılar. Dinler arası denge yerine rejimler arası dengeyi kurmaya başladılar. Dinleri ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Kendilerine göre İsrail oğulları dışındakilerin dinleri yoktur.
1900 ile 2000 arasında ortak düşmanla karşılaşan dört büyük din ister istemez birbirine yaklaştı ve dinler arası çatışma sona erdi.
Bugün dört büyük din mensupları ortak çıkar aramakta ve kendilerinin başına çöken sosyalizmi ve kapitalizmi def etmek için çaba göstermektedir.
Çin dâhil dünyanın hiçbir ülkesinde artık dindarlar eskisi kadar ezilemiyor.
Avrupa’da Papa eski gücünü kazanmak üzeredir.
Komünizmin yıkılışı sonrası eski Sovyet (SSCB) ülkelerinde din Batı dünyasından daha çok saygı görmektedir.
İnsanlığın serüvenini, beşeriyetin hikâyesini anlatmaya devam edeceğiz…
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-2
Reşat Nuri EROL
09.09.2011
Tekel sömürü sermayesi dünyadaki eski gücünü yitirmiş bulunmaktadır. Siyasi gücü kalmamıştır. Artık ne Rusya’ya ne ABD’ye eskisi gibi emredememektedir, sözünü geçirememektedir. Askeri ihtilaller yapamamaktadır. Doları hâlâ dünyayı karıştırabilmektedir. Çok yakında dolar da iflas edecek ve tekel sermaye yeni bir dolar da çıkaramayacaktır.
Sermaye şimdi yeni bir oyun içindedir. Şimdiye kadar ezdiği İslâm ülkelerini demokratikleştirmek, Çin’i güçlendirmek, böylece Batı’ya haddini bildirmek istemektedir.
İşte, İslâm ülkelerindeki hareketler budur, Arap ülkelerindeki sözde “bahar” ayaklanmaları budur, komşumuz Suriye’deki gelişmeler budur, Libya’daki gelişmeler budur...
Sömürü sermayesi elindeki en büyük silah olan doları kullanarak halkı diktatörlere karşı harekete geçiriyor ama diktatörleri indiremiyor.
Irak’ta Saddam’ın gitmesi kazara olmuştur, yanlışlıkla yakalanmış ve idam edilmiştir.
Aslında kendi adamları olan Usame bin Ladin de benzer bir hataya kurban gitmiştir.
Sermaye 30-40 yıl iktidarda kalan Kaddafi, Saddam, Mübarek gibi diktatörlere diyor ki; beni dinle, yerinde kal, yoksa seni indiririm. Nitekim özellikle son yıllarda Kaddafi’nin sermaye ile nasıl ilişkiler içine girdiği ve ne gibi pazarlıklar yaptığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor... Sermaye aynı şeyi Beşşar Esed’e diyecek... AKP kurulurken her hafta Batı merkezlerini ziyaret ettiklerinde yöneticilere dediklerini yarın Erdoğan’a diyecek...
Şimdilik bunları demiyor mu; yoksa diyor da bizim mi haberimiz olmuyor?!.
***
Sömürü sermayesi, önce İslâm ülkelerini, sonra diğer Hıristiyan olmayan ülkeleri emrine alıp da Hıristiyan ülkeleri akıllandırabilir miyim çalışması yapmaktadır.
O halde Suriye’deki olay budur, diğer Arap ülkelerindeki olaylar da budur.
Suriye’de iktidarı halka saldırtıyor… Sonra biri beş yaparak dünyayı ayağa kaldırıyor... Türkiye’yi müdahaleye kışkırtıyor... Başarırsa Türkiye Suriye’ye saldıracak... İran Suriye’ye arka çıkacak... O da bize saldıracak… Böylece Ortadoğu kaynayacak...
Rusya emrine girerse o hâkim olacak...
Avrupa Birliği emrine girerse o hâkim olacak...
Her ikisi emrine girerse o zaman Yalta’da olduğu gibi bölüştürecek...
ABD ve Çin devre dışı bırakılacak... ABD’de zenci ve Müslüman ayaklandırması ile oluşacak yeni devleti yeniden emrine alacak... Çin’de de Budist ve Müslim ayaklanması ile sosyalizme son verecek, yeni denge kuracak...
Mahir Kaynak’ın tahminlerinin aksine, bize göre; bir tarafta Rusya ve AB birleştirilecek, diğer tarafta Çin ve ABD birleştirilecek ve denge böyle kurulacak...
***
Bu durumda bizim yapacağımız nedir, uygulayacağımız siyaset nedir?
Türkiye Suriye’nin iç işlerine karışmamalıdır. Türkiye yöneticileri gelen göçleri Türk vatandaşı yapıp nüfusumuzu artırmalıdır. Böylece Suriye gittikçe zayıflar ve küçülür, Türkiye gittikçe güçlenir ve büyür. Suriye devleti yıkıldığı zaman Suriye’de biz devlet kurarız…
Kıbrıs meselesini de bu arada gerçek anlamda çözeriz...
Biz her konuda iki devletle istişarede olmalıyız. Bunlardan biri İran, diğeri Rusya’dır. Onlarsız hiçbir siyaset takip etmemeliyiz.
Birleşmiş Milletler’de de aynı şekilde hareket etmeliyiz. AB’nin ve ABD’nin bu andaki tutumları belli değildir. Sermaye bunları ne kadar oynatıyor, bilemeyiz.
Bizim dışarıdaki devletlere yapacağımız en büyük iyilik “Adil Düzen”i getirmektir.
***
Gelecek yazının başlangıcında biraz bu konu üzerinde duracağız…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?
İnsanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-3
Reşat Nuri EROL
10.09.2011
Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i getirmektir, dedik; bundan önceki yazımızın sonunda...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?” dedik…
İnsanlığın yani bizim dünya hayatı ile ilgili serüvenimizi anlatmaya devam ederken, aslında yüzyıllarca süren her türlü “saltanat” sistemlerinin ardından gelen “sosyalizm, komünizm, kapitalizm” ve daha nice “izm”lerin battığını veya batmakta olduğunu, yerlerine mutlaka yeni bir “sistem/düzen” getirmek gerektiğini iyi anlayıp idrak etmemiz gerekiyor…
Bize göre insanlığı yani bizi kurtaracak tek bir sistem/düzen var:
ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN…
*
Bugünkü yazımızda başlangıç olarak bir ülkede veya bizim ülkemizde -insanlığa örnek olacak- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in nasıl tesis edilebileceğini bir kere daha hatırlatalım:
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de ülkeyi yüze yakın ile ayırıyorsunuz...
Her ile tam bağımsızlık veriyorsunuz... Her il kendi ilinde istediği gibi yaşıyor...
Göç etmelere imkân sağlıyorsunuz...
Biz buna “hicret demokrasisi” diyoruz…
Yazımızın başında dedik ki:
Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL DÜZEN”i getirmektir. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle kendi ülkemizde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i tesis etmemi gerekmektedir...
***
Fırsat bu fırsat...
Fırsattan söz edince “bu fırsat da ne ola ki” dediğinizi duyar gibiyim…
Hani şu sıralar gündemimizde hep “Yeni Anayasa” meselesi var ya; yeni anayasamızı yaparken “sistemi/düzeni” buradan değiştirmeye başlayalım...
Türkiye birbirine yakın yüz civarında ile ayrılır...
Her il iç işlerinde tamamen serbest ve bağımsızdır...
İç güvenliğini kendisi sağlar...
Orta eğitimini kendi dili ile yapar...
Sadece 12 bölge merkezi illerde merkezi ordular yerleştirilir...
Devlet ülkenin savunmasını yapar ve iller arası ilişkileri düzenler...
(Bu konuyu bu köşede defalarca yazdığım için bugünlük bu kadarla iktifa ediyorum; daha fazlasını merak edenler eski yazılarıma bakabilirler…)
*
İşte dünyaya, insanlığa ve dolayısıyla bize de barış, refah, huzur ve saadet getirecek “sistem/düzen” budur; o sistem/düzen de “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”dir...
Minik bir hatırlatmayla bu faslı kapatalım: Yahudi Wilson’un (veya herhangi bir Yahudi asıllı ismin) saçma ve manasız prensipleri veya bilmem ne bâtıl Batı (AB) kriterleri benimsenir de; biz Allah’ın tebliğini insanlara ulaştırınca kulaklarını tıkarlar... AK Partili kör, sağır ve dilsizler; özellikle size söylüyorum... Diğer ilgililer de elbette duysunlar…
***
Bugünkü bu fasıldan sonra, biz yeniden hikâyemize dönelim…
Tekel sömürü sermayesi dünyayı tek devlet olarak yönetmeyi planlamış ve 500 senelik uygulamalarıyla insanlık buraya kadar gelmiştir.
Onlara göre, kendilerinden başka kimsenin bir gayesi ve düşüncesi olmamalıdır…
Herkes hayvan gibi sabah gidip çalışmalı, akşamleyin ücretini almalı, para derdi olmamalı, karnını doyurması onun için yeterli olmalıdır!..
Kendilerinden başka diğer insanlar bu hâle yani adeta birer robot köle hâline gelince, artık onlar dünyayı rahatlıkla yöneteceklerdir...
Bunun için insanları önce içki, kumar, futbol, eğlence, zina ve benzeri daha nice musibetlere alıştırıp onları uyuşturmak, zevk ve sefa dışında bir şeyi onlara düşündürmemek gerekir...
Tüm sanat kollarını bunun için seferber etmişlerdir...
Sömürü sermayesi, insanları ahlâksızlaştırmak için ne gerekiyorsa tüm varlığını ve gücünü ona amade olarak kullanmaktadır...
İnsanları ahlâksız hâle getirmek için de önce dinsizleştirmek gerekmektedir... İnançsız hâle getirilen insan ahlâksız olup zevk ve sefaya dalar...
Bunun için de tüm eğitim ve öğretim müesseselerini harekete geçirip dinin bâtıl inançlar olduğunu telkin etmektedir...
Sermayenin gücüyle tüm üniversiteler ve ilmî faaliyetler de bu tarafa ve tamamen bu amaca yönlendirilmiş bulunmaktadır...
Bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-4
Reşat Nuri EROL
11.09.2011
İnsanlığın serüvenini anlamaya ve anlatmaya, bizim gerçek hikâyemizi çök yönlü olarak değerlendirmeye devam ediyoruz…
Bunu yaparken iki ana amacımız var:
Birincisi, tarihin tekerrür etmemesi için ibret alınası tespitler yapıyoruz…
İkincisi ve daha önemlisi, insanlığın hikâyesini anlatırken kendi geleceğimizi, insanlığın geleceğini inşa etmemiz yani yeni bir sistem, yeni bir düzen, yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerektiğini anlatıyoruz…
Tekel sömürü sermayesinin 500 senelik uygulamalarını anlatıyorduk... İnsanları hayvanlaştırma, mankurtlaştırma, robotlaştırma, köleleştirme çabalarını anlatıyorduk… İçki, kumar, futbol, eğlence, zina ve benzeri musibetlere müptela kılma uygulamalarını anlatıyorduk… İnsanları ahlâksızlaştırma yolunda dinsizleştirme düzenlerini anlatıyorduk…
Diğer taraftan insanları dillerinden ve ırklarından koparmak için de İngilizce zorunlu dil hâline getirilmekte, ilkokula kadar İngilizce öğretilmekte; ondan sonra da ulusal dillere düşmanlık yapılmaktadır...
Türkçe yerine Kürtçe siyaseti ile bir taraftan Türk halkı bölünüp parçalamak istenmekte, diğer taraftan Türk dilini devlet dili olmaktan çıkarıp İngilizce konuşma, yazma, akademik kariyer yapma zorunda bırakılmaktadır!..
Türklerle Kürtler dilde anlaşamayınca İngilizce ortak dil olacaktır!!!
Zina serbestliğinin, fuhşun, ahlâksızlığın en büyük etkisi, toplumumuzun ana direği olan aile müessesesine yaptığı darbe olacaktır... İnsanlar evlenemeyecek, çocuk yetiştirmeyecek, böylece insanların tek başına karnını doyurma dışında bir hayalleri olamayacaktır... Nitekim boşananların sayısı evlenenlerin sayısını geçmeye başladı bile…
Aile yok, din yok, devlet yok, düzen yoksa hiçbir şey yoktur...
*
Bizim devletimiz ve diğer devletler olamayınca savaş da olmayacaktır. Halkı disipline etmek işi de kolaylaşacaktır.
İdam cezasını kaldırırsınız. Hapishaneleri lüks otele çevirirsiniz. Tetikçilik yapanları paralı hapishanelere gönderirsiniz. Tetikçi olmayanları tetikçilere öldürtürsünüz. Herkes senden korkar. Devlet olmadan da dünyayı idare edebilirsiniz. Bir tek sorun kalıyor, o da insanların para biriktirme hırsı. Onu da sigortalı yaparsınız. Her türlü sosyal hakları sağlarsınız. Serbest olarak kullanılacak paraları asgariye indirirsiniz. Böylece mülkiyet kavramını tarihe gömersiniz. İşte sermayenin dünyayı götürmek istediği yer budur.
Sömürü sermayesi süper güçleri de perişan etmiştir. Sovyetler (SSCB) dağılmış, ABD’nin başına da bir zenci Müslümanın oğlu gelmiş/getirilmiştir. ABD’nin sembol ikiz kulelerini yıkarak ABD hâkimiyetine son vermektedir. Tüm küçük devletleri yıkmaktadır...
*
Dinsizleştirme planının içinde Kaddafi gibi dinsiz diktatörler vardı. Önceleri onları destekledi, İslâmiyet’i unutturmak istedi ama bu projesinde başarılı olamadı. Diktatörler sadakatle dinsiz olmadılar, olsalar bile halkı dinsizleştirmediler. Sermaye bu sefer taktik değiştirmiştir veya değiştirmektedir.
Şeriatsız bir din anlayışını benimseyip sahip çıkmak üzeredir.
İnsanlar dindar olacaklar ama sadece ibadette ve ahlâkta; dünya işlerine ise asla karışmayacaklar!
Yeni plan budur; insanları yine hayvan gibi yaşatmak ama inançlarına saygı göstermek! Ahlâksızlığı dinler sayesinde ahlâklılık hâline getirmek. Bir insana yemek yedirirsen sevap olur da cinsi arzularını tatmin edersen neden sevap olmasın! O halde zina günah değil sevaptır mantığı ile yeni bir din tesis edebilirisiniz, zinayı kanunen suç olmaktan çıkarabilirsiniz; bunu halkı Müslüman ülkelerde yaparsınız! Bunun gibi; içki içmek yemek yemek gibi değil midir? Uyuşturucu kullanmak da vecde gelmektir!
Hâsılı, İslâm’ın yasakladığı her türlü ahlâksızlığı ahlâklılık ve sevap hâline getirebilirsiniz!
İslâmiyet’e göre yöneticilere itaat etmek farzdır ve sevaptır.
Şimdi ise yöneticilere karşı gelmek, direnmek, isyan etmek, güya hürriyetini savunmak fazilet olmuştur!!! Çocuklar anne babalarına karşı gelirlerse kişilikleri oluşur!!!
Şerefli kadın kocasını dinlemeyendir!!!
Bunlara benzer daha neler de neler, neler de neler…
Alın size yeni bir din; şeriatsız yeni bir İslâm!!!
Bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-5
Reşat Nuri EROL
12.09.2011
İnsanlığın serüvenini anlatırken amacımız neydi?
Birincisi, tarihin tekerrür etmemesi…
İkincisi, yeni bir sistem, yeni bir düzen, yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerektiğini anlatıyoruz…
Daha doğrusu, “Bu durumdan nasıl kurtulacağız, kendimizi nasıl koruyacağız?” asıl bu sorunun cevabını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz…
Osmanlı tecrübesi maksatlı olarak birileri tarafından zaman zaman gündeme getiriliyor ya; haydi, biz de onlara inat veya onlara nazire olurcasına o örnek üzerinden bir şeyler, daha doğrusu asıl meramımızı ve asıl meselemizi anlatmaya çalışalım...
Anadolu’da beylikler dönemi yaşanıyor, beylikler arasında çatışmalar yaşanıyor…
Aralarında hepsinden küçük gibi görünen bir aşiret, bir beylik diğerlerinden farklı hareket ediyor, komşu beylerle çatışmalara girmiyor, sadece kendi işine bakıyor, belirlediği strateji çerçevesinde kendi uygulamalarına bakıyor…
Ne dersiniz; biz de küçük Osmanlı aşireti gibi mi başlasak, öyle başlayıp da belirlediğimiz stratejiyi mi uygulasak, sistemimizi uygulayarak kendi işimize mi baksak…
Öyle yaptığımızı varsayalım…
***
Bu çağda küçük “Osmanlı Beyliği” veya “Osmanlı Aşireti” olarak yola çıktığımızı varsaydığımıza göre; biz öncelikle “yüz hanelik bir semtte kooperatifimizi” kuracağız...
Semtimizi, aşiretimizi, ocağımızı ve zamanla oluşacak olan bucağımızı işte bu kooperatifimiz sayesinde sermayenin sömürüsünden ve saldırılarından koruyacağız...
1) Bunun için bir “Semt Senedi” çıkaracağız, semt içinde tüm alışverişimizi bu “Semt Senedi” ile yapacağız. Böylece sermayenin hiçbir karşılığı olmayan doları ve onun uydusu TL’yi bizim semtte etkisiz hâle getireceğiz, sömürüden kurtulacağız...
2) Hukuk sisteminin çöktüğü, doğru dürüst bir anayasası bile olmayan ve on yıldan beri anayasa çoğunluğu ile iktidar olunmasına rağmen “yeni bir anayasa” bile yapılamayan bir ülkede yaşıyoruz ya… Bu zulmü hiç olmazsa kendi içimizde, kendi aramızdaki sorunlarımızda sona erdirmek ve “adaleti tesis etmek” için kendi aramızda çıkan ihtilafları “hakemler sistemi” yoluyla çözeceğiz... Böylece biz kendi hukuk düzenimizi kendimiz kuracağız ve kendimiz yaşatacağız... Bir müddet sonra da herkese örnek olacağız…
3) Osmanlı tecrübesinden ve Osmanlı örneğinden yola çıktık ya; bu örneğin çağdaş versiyonuymuşçasına hareket ediyoruz ya; komşularımızla sıfır sorun politikaları uygulamak bir yana, varlığımızla örnek oluyor ve onların da bizimkine benzer komşu semtlerin, aşiretlerin/ocakların ve bucakların kurulmasına örnek ve yardımcı olacağız...
4) “Semt Senetleri” ile çalışıp yaşayan değişik semtlerin senetlerini bucakta kuracağımız “Bucak Kooperatifi Senetleri” ile alıp satacağız... Böylece önce kendimizi sömürü sermayesinin sömürüsünden kurtaracağız, sonra bizim gibi olanlarla işbirliği içine girerek hep beraber el ele vermiş olarak kendimizi birlikte koruyacağız...
***
İşte…
İnsanlık -bugüne kadar önerdiğimiz ve bundan sonra da gerçekleşinceye kadar hep önermeye devam edeceğimiz- bu yapılanmaya, bu sisteme, bu düzene sahip çıktığı ve uygulamasına geçtiği zaman, sermayenin sömürüsü belasından kurtulmuş olacaktır…
Kurtulmak istiyorlarsa kurtulacaklardır…
İman etmekte olduğunu iddia edip de kurtulmak istemeyenlere, Maide Sûresi 54. âyette Allah diyor ki:
“Ey iman edenler! Sizden kim dinden/düzenden dönerse, Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Onlar Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.”
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-6
Reşat Nuri EROL
13.09.2011
Beş günden beri insanlığın serüvenini yani bizim hikâyemizi anlatıyorken, 11 Eylül (ABD ve bütün dünyayı, bütün insanlığı ilgilendiriyor) ve 12 Eylül (Türkiye ve bölgemize çok etkisi oldu) tarihleri gelip çattı... Pek çok yazar konuyu ele almış… Hepsine göz attım…
Yazarlardan birinin değerlendirmesi dikkatimi çekti; özellikle de “dünya kapitalist sistemi” vurgusu ve “11 Eylül’den 12 Eylül’e para kazanma biçimi…” yazı başlığı…
Yazının ilk bölümü şöyle: “Dün 11 Eylül’de New York’taki ‘İkiz Kuleler’e yapılan saldırının onuncu yıldönümüydü, bugün de 12 Eylül askeri darbesinin 31’inci yıldönümü. ABD’deki saldırının da Amerika tasdikli 12 Eylül askeri darbesinin de özünü ve ruhunu ‘dünya kapitalist sistemi’ belirliyor. 11 Eylül ABD’de, 12 Eylül de Türkiye’de para kazanma biçimini, zenginlik kaynaklarını, paranın dolaştığı elleri ve yerleri değiştirdi. Ekonomik açıdan yapılan tahlil siyasi gelişmelere berraklık getirmekle kalmıyor, olayların ‘faillerini’ de netleştiriyor. Buna ‘paranın izini takip etmek’ de diyebilirsiniz.” Yazının son bölümü şu cümleyle başlıyor: “Tarihin büyük yolculuğu sırasındaki geçici dalgalanmalar büyük acılara neden oluyor...” (Mehmet Altan, Star, 12.09.2011)
Genel olarak bütün yazılarımda ve özel olarak yazdığım bu son beş yazımda, beş asırlık insanlık serüvenini anlatırken, merkezde hep “küresel kapitalist sömürü sermayesi” var. Nitekim yukarıdaki bölümde ele aldığım ve alıntıladığım 11 Eylül ve 12 Eylül tarihleri merkezli değerlendirme, insanlığın kaderinde önemli rol oynayan sermayenin etkinliğini bariz olarak açıklıyor. Sermayenin insanlığa yapıp ettiklerine bakmaya devam edelim…
Sömürü sermayesi İslâm ülkelerini ya ateist diktatörlerle yahut fanatik diktatörlerle yönetiyor. Her ikisinde de istenen İslâm düşmanlığını halkın için yerleştirmek, dünyaya da İslâmiyet’in imajını olabildiğince kötü göstermektir...
Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Vahhabilik ve Afganistan’daki Taliban yönetim tarzları aslında İslâm’da var olmayan fanatik dindarlığa dayanıyorken; Libya, Tunus, Mısır gibi Kuzey Afrika ülkeleri ile Suriye ve Irak ise dinsiz diktatörlük ile yönetilir oldular...
İran ve Türkiye eski devlet tecrübesine sahip oldukları için bu badireyi diğer ülkelere nisbetle daha hafif hasarlarla atlatabildiler. Bölgemizin her iki önemli ülkesi de başlangıçta dinsiz dikta ile yönetilmeye başlanmış, devlet yeniden güçleninceye kadar onların yani sermayenin istedikleri yapılmıştır. Ama gittikçe gelişen Türkiye ve İran zamanla Batı sömürge sisteminin yani sömürü sermayesinin etki alanı dışına çıkmıştır veya çıkmaktadır…
Kaddafi bu dinsiz diktatörler grubu içinde yer almış, en az seviyede dinsizlik yapmıştır, en az zulmetmiştir...
Libya devletinin küçük olması ve ekonomik bakımdan bir sıkıntı oluşturmaması sebebiyle Kaddafi’nin şımarık hareketlerine tahammül edilmiştir...
Aslında bizim bu köşede zaman zaman anlattığımız ve yazdığımız devlet kriterlerimize göre Libya devleti diye bir devlet veya Kaddafi diye bir lider yoktur.
Tekel sermaye İslâm âlemini parçalamak için böyle suni devletler ve suni liderler oluşturmuştur. Ne var ki suni de olsa devlet devlettir, yıllarca iyi kötü aşiret ve kabilelerden oluşan bir “düzen” devam ettikçe bir şeyler oluşur.
Libya’da olan oydu…
Tekel sermaye şimdi ABD devletine ve AB devletlerine ihtarda bulunmak üzere anarşik olaylar çıkarmaktadır. Bunu yalnız Arap ülkelerinde değil, en beklenmedik ülkelerde umulmadık olaylar olmuştur. Nitekim Türkiye’de de bu olaylar vardır ve devam etmektedir...
Tekel sermaye dünyaya diyor ki:
Bende sonsuz karşılıksız para (dolar) vardır...
İstediğim zaman “ekonomik kriz” çıkarırım...
İstediğim zaman “terörü” harekete geçiririm...
Beni dinlemek zorundasınız...
Benim istediğim kimseleri iktidar edeceksiniz, o iktidarlar benim istediklerimi yapacaklardır… Dediklerimi yapın yoksa canınıza okurum...
Sonuna yaklaştık ama bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…
***
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-7
Reşat Nuri EROL
14.09.2011
Haber çok taze, bir günlük, başlığı şöyle:
Bin Ladin’i verdik ama almadılar!
Bunu söyleyen Afganistan’daki devrik Taliban rejiminin eski Dışişleri Bakanı.
Taliban lideri Molla Ömer’in yardımcısı, devrik Taliban yönetiminin son Dışişleri Bakanı Vekil Ahmed Mütevekil, El Cezire’ye verdiği demeçte, ABD’ye, 11 Eylül 2001 saldırılarının planlayıcısı olarak kabul edilen Bin Ladin konusunda, 1990’larda Amerikan tesislerinin hedef alındığı saldırılarla ilgili olarak yargılanması için önerilerde bulunduklarını söyledi. Mütevekil, 2001 saldırılarından önce bile Bin Ladin meselesini çözmek için çeşitli öneriler sunduklarını, bunlar arasında, üç ülkeli mahkeme kurulması ya da bağımsız uluslararası kuruluş olarak İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İTT) gözetiminde bir şeyler yapılması olduğunu ifade etti. ABD bu önerileri kabul etmiyor, Irak’ı işgal ediyor, birkaç milyon insanı katlediyor, dul ve yetim bırakıyor, koca bir ülkeyi ve bölgeyi perişan ediyor…
Sadece bu örnek bile oynanan oyunu açıklamak için yeterlidir. Oyun devam ediyor, kendilerini bir şey sanan Saddam ve Kaddafi üzerinden ibreti âlem olmak üzere diğer diktatör ve yöneticilere ders verilmektedir. Önce Baas yönetimleri devrildi. Sonra onlara hazırlattığı mahzenlerde onları yaşattı. Usame Bin Ladin’i de öyle yaptı. Ne var ki bir kaza oldu. Saddam tesadüfen başka güçler tarafından yakalandı. Muhakemede uzun zaman onu korudu ama başaramadı. Yoksa sermayenin istediği Saddam’ı da aynen Abdullah Öcalan gibi saray gibi hapishanede yaşatmaktı. Usame Bin Ladin’i acemi Obama yakalattı. Tekrar hatırlatıyorum: Usame Bin Ladin’i öldürdüklerini sanmıyoruz...
Kaddafi’nin durumu da Saddam gibidir. Bir görevli tesadüfen yakalamazsa onu yaşatacaklardır. Bunu ne diye yapıyorlar, bu işbirlikçi diktatörleri neden yaşatıyorlar? Eğer öldürseler veya öldürtseler o zaman yeni dünyada yeni diktatörler bulamazlar da ondan.
Türkiye’de ve İran’da sömürü sermayesi duruma tam hâkim değildir. Zaten bu ülkelerin genel siyasetleri de Batı’ya uygundur. Çünkü ne İran’da ne Türkiye’de İslâm’ın halk düzenini getirme çabaları yoktur. Mevcut düzen içinde İslâm’ı yaşamaya çalışıyorlar. Bu İslâmiyet değildir, sadece adı İslâmiyet’tir. Sömürü sermayesi siyasetini değiştirmiştir.
1897’de İsviçre Basel Yahudi Kongresi’nde alınan kapalı kararla 1997’de İslâm dini ortadan kalkacak, yeryüzü lâiklik içinde sermaye tarafından yönetilecekti. 28 Şubat aslında bunun denemesi idi. Başaramayınca siyasetini değiştirdi, sermaye şimdi kendini mevcut duruma uyarlıyor. İslâmiyet’i de yavaş yavaş kendilerine uyarlayacak hâle getirip İslâm ile dünya hâkimiyetini sürdürmek istiyor;
“Büyük Ortadoğu Projesi” budur...
*
Erbakan’ın önderlik yaptığı “ADİL DÜZEN PROJESİ” engellenmek istenmiştir…
Şimdi dinsiz diktatörler tasfiye edilmekte…
Diktatörlerin yerine dindar işbirlikçiler getirilmekte...
Nitekim İran’da ve Türkiye’de “dindar işbirlikçiler” iktidar edilmekte...
Türkiye Başbakanı işte bu amaç için Mısır, Tunus, Libya seferine çıkmakta…
“İşbirlikçi” kelimesini hakaret olarak kullanmıyoruz; “din”de İslâm kalmak, “düzen”de Batılı olmak, sermaye sömürüsüne teslim olmak, onun istediklerini yapmak demektir...
Örnek olarak, İran ülkesinde “altın karşılığı para” çıkaracağına atom santralini yapmakta!
Kendisinin petrolü var, atom santraline ihtiyacı yok ama onu yapmakta!
Böylece İran halkı uyutuluyor. Güya Batı’ya kafa tutuluyor ama İran düzeni batılılaştırılıyor...
*
AK Parti de güya “yeni anayasa” peşinde; bütün partilerin ittifak ettiği yeni bir anayasa yapacak.
Bu ancak şu şekilde mümkün olur:
Bütün partiler “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı kabul eder, onun üzerinde tartışarak anlaşırlar veya anlaşamadıkları maddelerde hakemlere giderler.
Yahut bütün partiler ABD dolarlarının buyruğuna boyun eğerler ve onun istediği anayasayı çıkartırlar.
Başka türlü mutabakat nasıl sağlanacak?
İkincisini yapacakları için işbirlikçidirler.
Duamız elbette yanılmamızdır ama göreceksiniz, herkesle mutabık kalınan bir anayasa çıkacak, sadece bizimle mutabık olmayacaklardır.
Yani bunların anayasasında hakkın ve halkın yeri olmayacaktır.
Çünkü bunlar lâiktirler.
Biz işte bunlara “işbirlikçi” diyoruz.
Çünkü kâinatı var eden Allah’ı bırakmış, karşılıksız yeşil kâğıdın yani faizli doların peşinden koşmaktadırlar...
***
İlginç ve gerçek bir hikâye: Abdülhakim Bilhac
Reşat Nuri EROL
16.09.2011
İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz yazmakla bitmez; ilk insan Hazreti Adem’in dünya serüveni ile başlar, kıyamete kadar sürer gider… Önemli olan insanlık tarihindeki bazı yanlışların tekerrür etmemesi için bu insanlık hikâyelerinden ibret/ders almaktır ama ibret alınmadığı sürece aynı hikâyeler tekerrür eder gider… Aynen aşağıdaki gerçek hikâye gibi…
Bu ibret alınası ilginç ve gerçek hikâyeyi on gün önce Hüsnü Mahalli yazdı; aynen aktarıyorum:
Libya ile ilgili çok hikâye duyuyorsunuz ve duyacaksınız. Ama en ilgincini şimdi anlatacağım. Abdülhakim Bilhac, Libyalı bir vatandaş.
Dini bütün olan bu insan komünist Sovyetler’e karşı savaşmak üzere 1988’de Afganistan’a gider ve Kaide’ye katılarak orada 5 yıl kalır. Bin Laden ile ideolojik anlaşmazlığa düşen ve Batı ile fazla düşmanlığa gerek olmadığını söyleyen Abdullah Azam (Bin Laden tarafından Batı’nın ajanı olmakla suçlandığı ve öldürüldüğü söylenir) ile kişisel dostluk kuran Bilhac 1993’te ülkesi Libya’ya döner ve CIA ile İngiliz İstihbarat örgütü MI6’dan aldığı yardım ve destekle yandaşlarını örgütlemeye başlar. Örgütünün adı da “İslâmcı Silahlı Mücadele Cemaati”... Adamlarını gizlice Kaddafi’ye bağlı devrim komitelerine sokan ve silahlı eğitim almalarını sağlayan Bilhac kısa bir süre içinde Bingazi bölgesinde güçlenir. Ancak Kaddafi durumu anlar ve 1995’te örgüte büyük darbe indirir. Bilhac ve adamları kaçar. Bilhac’ın birçok yandaşı Londra ve Paris’te karargâh kurar. Bilhac ise aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede dolaştıktan sonra Malezya’da yerleşir ve Kaddafi yönetimine karşı mücadelesine oradan devam eder. Ama CIA ve MI6’nın bilgisi ve desteğiyle. Ancak 2003’te Irak işgal edilince Kaddafi sıranın kendisine geleceğini düşünerek hemen ABD ve Batı ile flört etmeye başlar. Bu flörtü oğlu Seyfelislam ve istihbarat şefi ki sonra dışişleri bakanı oldu, Musa Kusa üzerinden devam ettirir. Kusa Batılılara bildiği her şeyi anlatır, onlar da Kaddafi’ye yardım etme sözü verir. Kısa sürede Batı ile Kaddafi arasındaki tüm sorunlar çözülür ve Kaddafi bir zamanlar maddi ve manevi destek verdiği ve aralarında IRA, ETA, Kızıl Tugaylar ve benzeri tüm örgütlerle ilgili her şeyi Batlılara anlatır. Seyfelislam ise ülkesinde reform sözü verir.
Bunun üzerine CIA ve MI6 Libya muhaliflerini tek tek yakalayarak Kaddafi’ye teslim etmeye başlar. 2004 sonunda Malezya’da yakalanan Bilhac, CIA tarafından işkence gördükten sonra Libya’ya teslim edilir.
Musa Kusa’nın adamları işkenceye devam eder ve Bilhac’ı zindana atar. Bu arada Kaddafi Batılı başkentleri dolaşarak yeni dostluklar kurar ve muhaliflerinden kurtulma çabasına girer. Oğlu Seyfelislam ise Batılı başkentlerin de desteğini alarak reform adımlarını hızlandırır ve samimiyetini kanıtlamak üzere Mart 2010’da tutuklu muhalifleri serbest bırakmaya başlar. Bırakılanların başında da Bihac ve onun gibi radikal İslâmcı 700 kişi vardı.
Serbest kalan Bilhac hemen dolaylı da olsa eski dost-düşman CIA ile ilişkiye geçer ve yeniden yardım ve desteğini sağlar.
Nasıl olsa bu kez Musa Kusa’nın istihbarat elemanları kendisini rahatsız etmeyecekti. Çünkü Musa da el altından CIA ve MI6 ile işbirliği yapmaya başlamıştı.
Nitekim ayaklanma başladığında Libya’dan kaçan ve Londra’ya sığınan ilk önemli kişi Musa Kusa idi. İkinci kişi ise bir zamanlar Kaddafi’nin savunma bakanı olan Halife Hafter idi. Hafter şimdi muhalefet kuvvetlerinin komutanı!
Bilhac ise ayaklanma başladığından itibaren çok önemli görevler üstlendi ve başkent Trablus’taki askeri direnişi örgütleyerek Kaddafi’nin karargâhı El-Aziziye’ye giren ilk kişiydi!
Bilhac şimdi binlerce silahlı yandaşı ile birlikte kendisini serbest bırakan ve onunla yan yana poz veren Seyfelislam ve babası Muammer Kaddafi’nin peşinde, hem de CIA ve MI6 ajanlarının yardımı ile; ülkesine demokrasi ve özgürlük getirmek için!
Bakalım yüzde yüz gerçek olan bu hikâyenin ikinci bölümünü ne zaman yazarız.
Unutmayalım ki Batı’nın yarattığı Kaddafi 42, Mübarek ve Bin Ali 30 yıl iktidarda kaldıktan sonra sırları ortaya çıktı. Bilhac ise siyaset yolunda 23 yıl önce (1988) yürümeye başlamıştı…
Yedi gündür yedi yazı ile anlattığımız insanlığın hikâyesi yani bizim hikâyemiz, işte böylesine ilginç ve gerçek hikâyeler üzerine bina ediliyor; iyi anlayıp gereğini yapalım...
***
Allah nurunu tamamlayacaktır…
Reşat Nuri EROL
17.09.2011
Batı topyekün çökerken, Anadolu zaten Erbakan’ın önderliğinde gerçekleşen “Millî Görüş Hareketi” ve “Adil Düzen Medeniyet Projesi” ile uyandı…
Gömlek çıkaranlara ve projeyi inkâr edenlere rağmen bu hareket nihai hedefine ulaşacak, proje de tamama erecek, yani Allah nurunu tamamlayacaktır…
Şimdi uyanma ve harekete geçme sırası topyekün İslâm âleminde, Asya’da ve Afrika’da; nihayetinde de bütün beşeriyette, bütün insanlıkta…
Günlerdir insanlığın hikâyesini yani bizim hikâyemizi anlatıyordum ya; meseleye bir de bu pencereden, bu perspektiften bakarsak istikbale yönelik gerçekler daha iyi anlaşılır.
İnsanlığı güzel günler, güzel yıllar, güzel yüzyıllar, daha doğrusu güzel bir bin yıllık medeniyet döngüsü bekliyor; bizim kırk yıldan beri anlatmakta olduğumuz, insanlığın refah, saadet ve selametini gerçekleştirecek olan “Hak ve Adalet merkezli III. Bin Yıl Medeniyeti” geliyor…
Yani…
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ geliyor…
*
Bu geleni, bu tamamlanmakta olan nuru, “insanlığın hikâyesi”ni anlattığımız yazı silsilemizin henüz ikincisinde ve üçüncüsünde şöyle özetledik:
Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL DÜZEN”i getirmektir, dedik; bundan önceki yazımızın sonunda... “ADİL DÜZEN ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?” dedik…
İnsanlığın yani bizim dünya hayatı ile ilgili serüvenimizi anlatmaya devam ederken…
Aslında yüzyıllarca süren her türlü “saltanat” sistemlerinin ardından gelen “sosyalizm, komünizm, kapitalizm” ve daha nice “izm”lerin (yani topyekün Batı düzeni ve dünyasının) battığını veya batmakta olduğunu…
Yerlerine mutlaka yeni bir “sistem/düzen” getirmek gerektiğini…
İyi anlayıp idrak etmemiz gerekiyor…
Bize göre insanlığı yani bizi kurtaracak tek bir sistem/düzen var:
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
*
Allah’ın nurunu tamamlayacağını görenler çok.
Prof. Dr. İbrahim Öztürk bunlardan biri; “Gelişen dünyanın merkezinde Türkiye ve İsrail” yazısında diyor ki: “İsrail'in davranışlarını bir yandan 'seçilmiş kavim', diğer yandan ise 'ulusal yok olma' korkusu şekillendiriyor. İkinci korku, birinci saplantının sebep olduğu acı bir son. İsrail'in zihni, gönlü ve aklı ağır hasta…/ 1990'ların başında dünyada siyasi ve ideolojik alanda büyük bir kırılma yaşandı. Soğuk Savaş bitti, sosyalizm ve merkezî planlama bir alternatif siyasi ve iktisadi proje olarak yarışı kaybetti. Ancak kapitalizm kazanmış olmadı. Zafer sarhoşluğu ile atılan 'tarihin sonu' çığlıkları altında şimdi tüm reçetelerin bittiği bir noktadayız işte. Şimdi dünyada sonuçları çok daha derin olacak bir değişim sürecine girdik. Önce iktisadi kökler sarsılır, ardından medeniyet zaafları devreye girer. Batı'da 'birey' çok hırpalanmıştı. Şimdi iktisadi kökleri de tarumar oluyor. Ardından bin yıllık medeniyet kaymaları gelecek... / İster Afrika, isterse Asya ayağından olsun, Türkiye yeni kurulmakta olan bu devasa dünyanın tam da kavşak noktasında yükseliyor. Aklı başı yerinde olup da bunu görmeyen bir kişi yok...”
*
“Yüzyıllık yapılar ister istemez değişecek.” diyerek “Yeni bölge ideali” başlıklı yazısına başlayan Ali Bulaç da çok önemli hatırlatmalarda bulunuyor: “Türkiye'yi yeni tercihlere sürükleyen zorlayıcı sebepler var: Batı dünyası ekonomik ve entelektüel düzeyde performans kaybı yaşıyor. Dünya yeni politik kültürü ve toplumsal örgütlenme modelini Batı'nın kültürel kaynaklarına göre kuramaz. Batı eskisi kadar üretici değil, tüketim ve refaha dayalı sistem zihinsel ve bedensel rehavete yol açmış. Türkiye, kültür yanında ekonomik olarak da geleceğini Batı'ya endeksleyemez, böyle yapacak olsa yoksullaşır. Son yıllardaki ekonomik performansını Batı'yla süren geleneksel ilişkisine değil, Ortadoğu'yla kurduğu ilişkilere borçlu. Türkiye Ortadoğu, Asya ve Afrika'ya yöneldikçe zenginleşecek. / Batı, dünyanın geri kalan kısmıyla refahı paylaşmadığı gibi, adil uluslararası bir düzen de tesis edemiyor. Türkiye'nin kıyamete kadar AB üyesi olamayacağı açık... Türkiye… Ekonomik refahını bölgede aradığı gibi politik ve stratejik geleceğini de bölgede ve bölge ülkeleriyle kuracağı yeni ilişkide aramak zorunda…”
Evet…
Birileri istemese, inanmasa, inkâr etse de;
Allah nurunu tamamlayacaktır…
***
“BUNALIMDAKİ DÜNYA”
Reşat Nuri EROL
29.09.2011
Yazımın başlığında kullandığım tırnak içindeki ifade, Yaman Törüner’in bugünkü (Milliyet, 27.9.2011) yazısının başlığı…
Yazının hemen başında dedikleri de şöyle:
“Dünyamızda hem ekonomik, hem sosyal hem de doğal afetlerle gelen bunalımlar yaşanıyor. Anlaşılan, her şey yenilenecek. Kendini yenilemeyen, yeniliğe direnen ülkeler ya küçülecek ya da yok olacaklar. Demokratik sistem ve kurumları yaşatan, aynı zamanda da son sözü söyleyecek güçlü otoriteleri barındıran ülkeler ve bölgesel birlikler ayakta kalacak…”
Bizim bu köşede zaman zaman yazdıklarımızı hatırlatmış, “ekonomik, sosyal ve doğal afetler” demiş; bir tek bizim bu konuda dediğimiz “SOSYAL TUFAN”ı dememiş.
Sonra Afrika’daki açlıktan, Japonya’daki deprem ve tsunamiden, Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerdeki dünya krizinin yıkıcı etkilerinden, ekonomik krizin Çin’deki etkisinden, Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılırken bölge ülkelerinde ekonomik değil sosyal bunalımların varlığından söz etmiş… Rusya demiş, ABD demiş ve “ABD’nin para basarak bu krizden çıkacağı anlaşılıyor” demiş… (Bu vesileyle daha önce yazdığımız ve yazmaya devam edeceğimiz “ABD, dolar ve sömürü sermayesi” yazılarımızı hatırlayınız…)
*
“Avrupa Birliği ne yapamıyor?” ara başlığından sonra dedikleri önemli: “Dünya, ekonomik ve sosyal krizler ile doğal felaketlerin yaralarını sarmaya çalışırken, Avrupa Birliği olduğu yerde debeleniyor. Yüzyılın başından beri bunalımlarla boğuşan ve çözüm üretmeye çalışan dünyamızda, bir tek son sözü söyleyecek otoritesi bulunmayan Avrupa Birliği(AB)’nin işi zor görünüyor…” Ülke olarak 50 yıldır ve özellikle de son 10 yıldır biz işte bu Avrupa Birliği’nin peşinde dolanıyor veya kapısında bekliyoruz!!!
*
Yaman Törüner dahil pek çok yazar “tesbit ve teşhis” konusunda mahir, doğruları yazıyor ama “tedavi, çare, çözüm” meselesine gelince;
Ne Türkiye’de ne de dünyada, bizim dışımızda “ADİL (EKOMOMİK) DÜZEN” gibi bir “çözüm ve medeniyet projesi” sunan veya sunabilen yok!..
Acaba neden?!.
***
“ANAYASA” meselesi de “ADALET” meselesi de hep gündemde…
“Anayasa ve adalet” olmadan doğru dürüst devlet, hükümet, yönetim olur mu?..
“Adalet mülkün/yönetimin esası” ise;
“Adalet” yoksa orada “zulüm” var demektir…
Yani…
Türkiye’de ve dünyada “ADİL DÜZEN” olmayınca;
“Zalim Düzen” hükmediyor…
“Dünyadaki bunalım” veya “Sosyal Tufan”ın tek sebebi “zalim düzen” dir…
Dünyaya “ADİL DÜZEN” gelmedikçe bu bunalım, tsunami ve tufanlar bitmez…
***
Meseleyi anlamak istiyorsak bu “anayasa-adalet-zulüm” penceresinden bakalım…
Aslında bütün insanlar aynı kromozomlara ve genlere sahiptir. Bu genler anne rahminde başlar, mezara kadar devem eder. Bu genlerin temel özelliğine göre insan hem “iyilik/adalet” yapabilmekte hem “kötülük/zulüm” yapabilmektedir. İnsan bunu bazen bilerek yapar, bazen bilmeden yapar. Bir kimseyi “iyilik yapmaz” kabul etmek yanlıştır, bir kimseyi “kötülük yapmaz” kabul etmek de yanlıştır. Bundan dolayı İslâmiyet’te “sabıkalı” yoktur, “dokunulmazlık” da yoktur. Her an herkes denetimdedir. İyilik yaparsa mükâfatını alır, kötülük yaparsa cezasını çeker. İstisnasız bütün insanlar için bu böyledir.
Bundan dolayıdır ki “memurlar hata yapmaz, siviller hata yapar” ilkesi yanlıştır.
“AK Partililer kötülük yapmaz, CHP’liler yapar” görüşü de yanlıştır.
“Polis hata yapar ama hâkim hata yapmaz” ilkesi de yanlıştır.
İnsan olan, beşer olan herkes hata yapar; insan beşerdir şaşar...
Milletvekilleri de hata yaparlar, yöneticiler de suç işlerler ama “hâkimler” de hata yapar ve suç işlerler, “savcılar” ise daha çok suç işlemeye meyillidir diyebiliriz...
“Bunalımdaki dünya” konusunda “teşhisler” böyle, “tedaviler” gelecek yazıda…
***
Artık yeter!
Reşat Nuri EROL
30.09.2011
Ne diyorduk?
“ANAYASA” meselesi de “ADALET” meselesi de önemli diyorduk…
“Millî ve adil bir ANAYASA ve bu anayasaya bağlı olarak ADALET yani ADİL DÜZEN” olmadan doğru dürüst “devlet, hükümet, yönetim, istikrar” olur mu?..
“Adalet mülkün/yönetimin esası” ise;
“adalet” yoksa orada “zulüm” var demektir…
Yani…
Türkiye’de ve dünyada “ADİL DÜZEN” olmayınca, “zalim düzen” hükmediyor… “Dünyadaki bunalım” veya “SOSYAL TUFAN”ın tek sebebi “zalim düzen”dir…
Dünyaya “ADİL DÜZEN” gelmedikçe bu bunalım, tsunami ve tufanlar bitmez…
Durum böyleyken, tesbit ve teşhisler böyleyken, ülkemiz ve dünyamız “SOSYAL TUFAN” seviyesinde her türlü zulümler deryasında yüzüyorken;
Bizim dışımızda “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gibi bir “çözüm ve medeniyet projesi” sunan veya sunabilen yok!..
***
ESAM, 21-22 Ekim tarihlerinde “Millî Anayasa Şûrası” düzenliyor…
Haberi bugünkü (29.09.2011) Millî Gazete’de birinci sayfadan ve manşetten veriliyor: Yeni Anayasa MİLLÎ OLMALI…
Kanaat ve görüşümüze göre “Millî” kavramı, Erbakan Hocamızın anlatımıyla en geniş şekliyle anlaşılmalı ve gereği yapılmalıdır…
Aslında ESAM Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy, mezkûr haberde bu millîlik meselesine açıklık getiriyor ve diyor ki: Millî olması demek, milletimizin dünya görüşü ve değer ölçülerini yansıtan Anayasa olması demektir... Yeterince açık değil mi?..
Şûradaki gündem “Nasıl Bir Anayasa? Bürokratik Anayasa’dan, Demokratik ve Adil Bir Anayasa’ya Geçiş” olacak… Darbe ürünü 12 Eylül Anayasası artık gitmeli… Lâiklik tanımlanmalı ve ona göre yeniden yapılanmalı…
ESAM Başkanı, “Milletimizin büyük çoğunluğu “Hak ve Adalet Merkezli” “Millî, Demokratik ve Adil” yeni bir anayasayı arzulamaktadır” diyor… 1876’daki ilk uygulamadan beri aradan 135 yıl geçmiş, hâlâ millî ve adil bir anayasamız yok!..
Şimdi “Hak ve adalet merkezli, herkesin hak ve özgürlüklerini koruyan hukukun üstünlüğünü sağlayacak demokratik ve adil yeni bir anayasa” isteniyor…
“Dinsizliği özendiren lâiklik değil, dindarlığı teşvik eden bir lâiklik anlayışına göre anayasada düzenlemenin yapılmasını ve ateizme yol açan modası geçmiş lâiklik anlayışının son bulması” isteniyor…
*
Sayın Başbakan’ın üç kuzey Afrika ülkesini ziyaret ettiğinde gündeme getirdiği “Lâiklik meselesi”nin ne kadar önemli olduğunu, bu vesileyle bu köşede yazdığım son birkaç yazıda (6 yazı) açıklıkla belirttim; ayrıca “demokrasi, liberallik, sosyallik” kavramlarını da ilave etmeyi unutmadım ve hepsinin bize göre olması gereken tanımlamalarını yaptım…
Kavramların tanımı açıklıkla yapılmayınca, bulanık sularda balık avlamak kolay oluyor ve Cumhuriyet kurulduğundan beri kabak hep halkın yani Müslümanların başında patlıyor, zulmetmek isteyenler heva ve heveslerince istedikleri zulümleri yapıyor…
Artık yeter!
***
Yıllardan beri Erbakan Hocamızın önderliğinde anlatılan “Millî Görüş” ve “Adil (Ekonomik) Düzen” ile yine yıllardan beri bendenizin bu köşedeki yazılarımda “Adil Düzen merkezli çare ve çözümler” artık görülmeli…
Üç maymunları oynayan ve göz göre göre “kör-sağır-dilsiz” davrananlar bu davranışlarına ve uygulamalarına artık son vermeli…
Halkımız ve bütün beşeriyet adına haykırıyoruz:
ARTIK YETER!
Çünkü bu “çare ve çözümleri” sadece biz, sadece halkımız değil;
Mazlum İslâm âlemi başta olmak üzere…
Zalim düzenlerin pençesinde inlemekte olan bütün insanlık bekliyor…
Halkımızı ve insanlığı daha fazla bekletmeye hakkınız yok;
ARTIK YETER!
***
Önemli hatırlatmalar…
01.10.2011
Çok konulu bir konferansta “Ben Bir Fikir Satıcısıyım” başlıklı oturum…
Konuşmacı, iki bin kadar katılımcıya, fikirleri satmanın kendi tanımladığı 6 kuralını anlatıyor…
İlk kural dinleyicinin yani muhatabın dikkatini çekmek; bana göre bir de çok önemli ihtiyaçlarını karşılamak gerek…
Yoğun enformasyonun, mobil iletişimin, dikkati çalacak birçok unsurun arasında, fikirleri aktarmanın zorluğundan da bahsediyor...
Çok haklı…
Benim için en dikkat çekici olan şu söyledikleri:
“Bazen projelerinizi mükemmel olduğundan emin olduğunuz için satamayabilirsiniz. Harika projelerin kendi kendini satacağından çok fazla emin olmak, o projenin sahipsiz kalmasına neden olabilir!”
Söyledikleri yeterince açık ve net…
Ben tam da işte buradan yola çıkarak konuyu bambaşka bir yere taşıyacağım;
Hazır olun!..
Evet, proje mükemmel, tek kelimeyle harika…
En önemlisi sosyalizmi, komünizmi, kapitalizmi ve daha nice “izm”leri ile var olan sistemler/düzenler bütün zalimlikleri ile halkı her yönden ezip sömürüyorsa, insanlar alternatif projenize hazır olmalı değil mi?..
Ama durum hiç de öyle değil…
Maalesef fikrinize, düşüncenize, ürününüze, projenize dinli-dinsiz, tarikatlı-tarikatsız, cemaatli-cemaatsiz, fikirli-fikirsiz vs neredeyse herkes karşı…
Hadi sözü asıl söylenmesi gerekene getirelim;
Fikir, düşünce, ürün, projemiz neydi?
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
III. BİN YIL MEDENİYET PROJESİ…
***
Kur’an’a, her türlü ilgili ilimlere, özellikle tarihe sorduğunuzda; insanların atalarının anlayışına, sistemine, dinine, düzenine sımsıkı bağlı/bağımlı olduğunu, kendi dünyevi-uhrevi menfaatlerine uygun olsa bile, kolay kolay atalarının din/düzen anlayış ve uygulamasından vazgeçmedikleri cevabını alıyorsunuz…
Durum aynen öyle oldu, hâlâ da öyle…
Kitaba, ilme, tarihe ve daha nice gerçeklere göre tesbit bu olunca, bu karşı olma az veya çok anlaşılıyor…
Evet, neredeyse herkes karşı iken; bir kişi karşı değil:
NECMETTİN ERBAKAN…
*
Neredeyse herkesin karşı olduğu projeyi “O” dinliyor, anlıyor, anlatıyor, geliştiriyor, konferanslar veriyor, kitaplar yazıyor, bütün dünyaya duyuruyor ve en önemlisi Başbakan olarak kokusunu koklatıyor, gölgesini gösteriyor; son olarak da aslını uygulamak üzere yola çıkıyor ve son hamlesini, son şahlanışını yapıyor…
Bu vesileyle…
1970’lerdeki (MSP) I. hamle ve şahlanışı hatırlayınız…
1990’lardaki (Refah Partisi) II. hamle ve şahlanışı hatırlayınız…
Ve…
2000’lerde başlattığı, son yıllarda hızlanan III. hamle ve şahlanışı hatırlayınız…
Hatırlatılması gereken daha başka “şeyler” de var ama bu kadarı da yeterlidir!
*
Yazımın başında sözünü ettiğim bu fikir, düşünce, ürün, proje yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” çarşıdan alınacak bir mal/meta değildir.
Ayrıca; araştırmadan, anlamadan, bilmeden bir şey uygulanamaz.
***
O halde malımızı, ürünümüzü, projemizi tanıyıp nasıl uygulayacağımızı bir kere daha hatırlayalım…
1) “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” birinci Kur’an uygarlığı ile bugünkü Batı uygarlığının sentezinden oluşacak bir “düzen”dir.
Bunun için İslâmiyet öğrenilecek, Batı öğrenilecek, bunlar sentez edilecek, ondan sonra da halka ulaştırılacak...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” böyle gelir...
2) İslâmiyet’i öğrenmek için klasik Arapça bilinmeli ve usul-ü fıkıh olarak çağımızda uygulanacak hâle getirilmelidir.
Batı’yı bilmek demek, yüksek matematiği bilmek ve tüm sorunları hesabi olarak çözmek demektir. Sentez yapma ise bir merkez oluşturup sentez çalışmaları yapmakla sağlanır. Uygulayarak göstermedikçe kimse size inanmaz…
3) “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” tüm insanlığın ortak ürünü/projesi olacak...
Bütün halk kitleleri harekete geçecek...
İnsanlığın ulaştığı müsbet ilimleri tedris eden üniversiteler devreye girecek ve onları tartışmaya başlayacak...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” önce insanların beyinlerinde yerleşecek, ondan sonra insanlar fevc fevc gelecek...
4) Bütün bu ana hedeflere ulaşmak için önce küçükten işe başlamalıyız.
Nitekim kırk yıl önce öyle yaptık, küçükten başladık.
Şimdi yapmamız gereken; ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî her alanda “O”nun 40 yıl önce başlatıp bu günlere kadar getirdiği yerden devam etmektir…
***
NELER YAPTIK?
NELER YAPMALIYIZ?
Reşat Nuri EROL
06.10.2011
Osmanlı yıkılmış…
Cumhuriyet kurulmuş…
Tek parti rejimi tesis edilmiş…
1950’lerden önce Türkiye’de tek parti vardır, o parti de dine karşıdır…
1950’lere geldiğimizde dindar olmayan ama dine karşı da olmayan partilerin kurulmasına izin verildi, Müslümanlar o partileri desteklediler...
1960’lardan itibaren dindar partilerin kurulması gerekiyordu, nitekim kuruldu; biz o dönemden itibaren işte bunun mücadelesini verdik...
Süleyman Demirel; ‘Bölüyorsunuz, parçalıyorsunuz, dini düşmanlara teslim ediyorsunuz, biz sizin dininize karışıyor muyuz?!.’ diyor, vaziyeti böyle idare ediyordu...
*
Biz; ‘Bunlar yani Süleyman Demirel’in bu söyledikleri yetmez… Beş vakit namaz kılan, içki içmeyenlerin de siyaset yapma hakları vardır, parti kurmalıyız...’ dedik.
O zaman yalnız parti kurmadık; kooperatifler, dernekler, vakıflar da kurduk, Kur’an Kursları, İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri (Yüksek İslâm Enstitüleri) de kurduk... Zamanla ekonomik kuruluşlar da kurduk… Bu şekilde bugünlere kadar geldik...
Bugün dönüp geriye baktığımızda, bazı konularda kendimizi başarılı kabul etmiyoruz.
Oysa…
Aslında biz başardık, istediklerimizin hepsi oldu; belki başlangıçta düşünüp hayal ettiklerimizden bile fazlası oldu ama yine de bir şeyler başından beri eksikti, yine eksik kaldı.
Ana eksiğimiz şudur: Müslümanlar için gerekli olan tüm müesseseleri kurduk, anayasa ekseriyetiyle iktidar bile olduk, ne var ki bütün bunları “Batı düzeni” içinde kurduk/yaptık.
Evet, dindarların da düzende artık yerleri oldu ama onların düzeninde oldu, ne olduysa Batı düzeninde oldu, kendi düzenimizde kuruluşlar yapamadık.
*
Bunun böyle olmasının iki önemli sebebi vardır:
Birincisi; o zaman kendi düzenimizin ne olduğunu bilmiyorduk, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i bilmiyorduk…
Nitekim bugün de hâlâ tam olarak bilmiyoruz...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre nasıl müesseseler kuracaktık?..
Birinci önemli sebep buydu.
*
İkinci sebep ise; toplum yani halkımız henüz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre müesseseler kurmaya hazır değildi, bundan dolayı kuramazdık...
Kursaydık da yaşatamazdık veya geliştiremezdik...
Onun için bütün müesseselerimizi cari düzende yani Batı düzeninde kurduk ve bugünlere kadar geldik...
İkinci önemli sebep de budur.
*
Bugün “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre müesseseler kurma zamanına gelmiş bulunuyoruz.
Nitekim Millî Görüş Hareketi Lideri Necmeddin Erbakan bu zamanın geldiğini ilân etmişti; bu ilmî, dinî, meslekî, siyasî ve sosyal müesseseler kurulmalıydı…
Şimdi halk olarak “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre müesseseler kurmalıyız.
1) İlmî araştırma merkezleri kurmalıyız.
Bunlar Avrupa üniversitelerinin kopyası olmamalı, bunlar “Adil Düzen”e göre kurulup ona göre eğitim ve öğretim yapmalı, beşikten mezara kadar tedris devam etmelidir...
2) Ekonomik kuruluşlar oluşturmalıyız.
Özellikle kooperatifler kurmalıyız. Kooperatifler içinde “dayanışma ortaklıkları” kurmalıyız. Bu kooperatif ve dayanışma ortaklıklarındaki sözleşmeler “Adil (Ekonomik) Düzen”e göre düzenlenmelidir...
3) Ahlâkî kuruluşlar oluşturmalıyız.
Bunlar da çoklu olacaklar ve “Adil Düzen”e göre örgütlenecekler. Bunlar dernekler ve vakıflar hâlinde oluşabilir...
4) Siyasi ve sosyal kuruluşlar kurmalıyız.
Bunların sözleşme, tüzük ve programları “Adil Düzen”e göre olacaktır. Artık merkezden atamalar kalkacak, grup kararları kalkacak. Çoklu sistem olmadan “Adil (Ekonomik) Düzen” olmaz. Halk sistemleri seçecektir...
*
Yazımızın başına dönersek; bir taraftan çok/çokluk, öbür taraftan tek parti sistemiyle demokrasi ve seçim olmaz.
Olsa da “ADİL DÜZEN” olmaz, dikta rejimi olur.
Nitekim olmuyor.
Bu ilmî, dinî, meslekî, siyasî ve sosyal kuruluş ve dayanışma ortaklıklarının yapılanmaları “çoklu sistem” içinde olmalıdır.
Halk olarak Türkiye çapında örgütlenmeliyiz.
Eski kuruluşları kendi hallerinde bırakmalıyız.
Bunlardan isteyenler elbette “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” yapısına göre yeniden yapılanabilirler.
İşte…
Bugün yapılması gereken budur.
***
Batı çıkmazda…
İnsanlık çıkmazda…
Reşat Nuri EROL
07.10.2011
Bugün size bir hikâye anlatacağım ama sakın ola ‘bu hikâye bizim hikâyemiz değil, bu hikâye başkalarının hikâyesi’ diyerek üstünkörü dinlemeyin, öylesine okumayın…
Çünkü anlattığım aslında
Sizin hikâyeniz…
Bizim hikâyemiz…
İnsanlığın hikâyesi…
Hep söylüyor, hep yazıyor, ısrarla hatırlatıyor ve diyoruz ki;
Dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal bakımdan insanlık çıkmazdadır…
Biz buna kısaca “SOSYAL TUFAN” diyoruz…
*
Hayrettin Karaman Hoca, bugünkü (6.10.2011) “Batı ve İslâmî maksatlar” başlıklı yazısını, şu iddianın cevabına tahsis etmiş:
“Aynı sebeple, İslâmcılık, İslâmî ilkelerin bazen gayrimüslimler eliyle de hayata geçirilebildiğini görmez. Mesela İmam Şatibi’nin saydığı “şeriatın beş maksadı”nın (dinin, canın, malın, aklın ve neslin korunması) bugün Batılı demokratik ülkelerde pekâlâ sağlandığını es geçer.”
Hayrettin Hoca, “Batı İslâm’ın istediği mana ve mahiyette “din, hayat, akıl, mal ve nesil” şeklinde sıralanan “dinin maksatlarını” gerçekleştirmiş değildir.” diyor. Detaylarını yazıyor, oradan okursunuz…
Önemli olan şudur…
Batı’da ve bütün dünyada “din, hayat, akıl, mal ve nesil” kısmen veya tamamen korunamadığına göre;
Batı çıkmazdadır, insanlık çıkmazdadır…
***
Batı dünyasındaki ve bütün insanlıktaki bu çıkmazın pek çok sebepleri vardır.
Batı “ekseriyet demokrasisi” ile “lâiklik anlayışı” çelişki hâlindedir.
Batı “ekseriyet demokrasisi” ile “ordu/asker” çelişki içindedir.
“Ekseriyet demokrasisi” ile “yargı bağımsızlığı” çelişkidedir.
“Ekseriyet demokrasisi” ile “üniversiteler” çelişkidedir.
Buna benzer daha onlarca, yüzlerce çelişki vardır.
Herkes hayatının dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarında geçmişte yaşadığı veya hâlen yaşamakta olduğu çelişkileri hatırlarsa, durumun ne kadar vahim olduğunu kavrayacak, bunların “SOSYAL TUFAN” seviyesinde olduğunu anlayacaktır.
Oysa…
Hayat çelişkiyi taşımaz, taşıyamaz...
İşte bundan dolayı Batı ve bütün insanlık çıkmazdadır...
***
Ekonomik bakımdan da insanlık çıkmazdadır.
Faizli ekonomide tam istihdamdan sonra gelen faiz gelirlerine harcanacak yer bulunamaz. Yeni para basılamaz. Halk borçlanır, sermaye alacaklı hâle gelir. Bu alacağın sermayeye bir yararı yoktur, çünkü borçlular da borcunu ödeyemez halde olduklarından alacakların mânâsı kalmaz. Sistem tamamen tıkanır, işsizlik başlar, enflasyon olur...
Tarımda tarlalar ekilmez olur, borçlanma ve aşırı ithalatla bir müddet vaziyet idare edilir, ama sonra öyle bir dönem gelir ki, işte o zaman asıl açlık başlar...
İnsanlık, Batı, Türkiye işte bu çıkmazın eşiğindedir.
***
İnsanlık “Yeni Anayasa” ile bu çıkmazları aşmak istiyor…
Ne var ki “Yeni Anayasa”da nelerin yazılması gerektiği hususunda insanlık hiçbir şey bilmiyor. Denemelerle kendisine çözüm aramakta...
Ancak yeni anayasaların önce bir yerlerde denenmesi gerekmekte...
Kendi ülkelerinde deneyemiyorlar, çünkü riski büyük...
Bunu Türkiye’de denemek istiyorlar...
Tekel sömürü sermayesi bu amaçla bir anayasa hazırladı, şimdi Türkiye’de bunu denemek istiyor; yani Türkiye’yi deneme tahtası olarak kullanmak istiyor...
“Yeni Anayasa!.. Yeni Anayasa!..” dedikleri hikâye, Batı’nın denemek istediği, çoktan hazırlanmış anayasadır...
Foyası ortaya çıkmasın diye önce şartlar hazırlanıyor, sonra da AK Parti onun şampiyonluğuna soyunuyor...
Durum şimdilik bundan ibaret görünüyor…
Konu önemli, hikâye bizim hikâyemiz; bundan dolayı yazmaya devam edeceğim…
***
İslâm, İslâm ekonomisi, siyaset, sistem…
Reşat Nuri EROL
08.10.2011
Aslında bu konuyu “şimdilik” sadece bir yazı daha yazıp kapatmayı planlamıştım ama “İslâm, İslâm ekonomisi, siyaset, sistem, düzen... vs” kavramlarının geçtiği yazıyı görünce yine tahrik oldum!
Hele bir de “hayal” veya “ütopya” demeleri yok mu?!.
Neymiş;
“Sistem tutkusunun Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi” imiş!!!
İşte o zaman daha çok tahrik oluyor ve böyle diyenlerin dediklerini adeta;
“Allah yok, Kur’an yok, namaz yok, zekât yok, İslâm/barış yok, şeriat/hukuk yok, Medine Sözleşmesi (anayasası) yok, Asrı Saadet yok, peygamberler sistemi ve onların örnek mücadeleleri yok, hak yok, adalet yok, yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” yok… vs” gibi anlıyorum!..
Bunlar yoksa geriye ne kalıyor;
Ateizm, bâtıl, savaş, katliam, sömürü, zulüm ve “vahşi, kan emici vampir faizci zalim düzen” vs vs!..
Dünyada sadece bunlar mı var?!.
Yani… Onların anlayışına göre…
Dünyada “iyi, güzel, doğru, helal, hak, adalet” diye bir şey yok…
Sadece “kötü, çirkin, yanlış, haram, bâtıl, zulüm” var…
Hiç böyle bir dünya ve böyle bir “dünya düzeni” olur mu?!.
Bence, böyle düşünmek ve hele hele buna inanmak;
“Allah, Kur’an, hak, hukuk, din/düzen yok” demekle eşdeğerdir.
***
Sadece “yazı” değil, yazının yazılmasına vesile olan yazıdaki “soru” da benim için son derece tahrik edici!
Bu konu ve kavramların “benim/bizim ve ana meselem/iz” olduğunu dikkatli okuyucularım çok iyi bilir…
İşte bundan dolayı tahrik oluyorum…
Soru şöyle:
“İslâmcılıktaki ikinci ve daha da büyük problem, sistem tutkusunun Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi, iman, ahlak ve kültür gibi kritik meseleleri atlamasıdır. Mesela, son 20-30 yılda “İslam ekonomisi”nin nasıl olacağına dair binlerce sayfa teori üretilmiştir. Ama “serbest ekonomi içinde Müslüman bireyin para kazanma ve kullanma ahlâkı” üzerine çok az kafa yorulmuştur.”
O soruya karşılık benim şöyle bir sorum olacak:
Bu tür soruları soranlar, “faizci zalim sömürü düzeninde” iman, ahlâk, kültür ve özellikle de “serbest ekonomi içinde Müslüman bireyin para kazanma ve kullanma ahlâkı”nın nasıl çözülebildiğini anlatabiliyorlar mı?!. Çözebiliyor ve anlatabiliyorlarsa; buyursunlar çözsünler ve anlatsınlar da biz de öğrenelim…
Bir de “hayal ve ütopya meselesi” var...
Malum olduğu üzere her şey önce “hayal” veya “ütopya” ile başlar ve herhangi bir hayal/ütopya gerçekleştikten sonra insanlar yeni hayallerin peşine takılır...
Bütün insanlık tarihi ve insanlığın gelişimi, sürekli olarak yeni sistem, düzen ve medeniyetlerin inşası bunun üzerine bina edilmiş değil midir?..
Hayret edilecek şey şudur:
Bu düşünce ve soru sahipleri, sanki bizim yaşadığımız dünyada değil de, bambaşka bir dünyada yaşıyor ve insanlık tarihini, özellikle ulu’l-azm (azimet sahibi) ve medeniyet kurucusu peygamberlerin mücadelelerini bilmiyor gibiler…
***
Sorunun muhatabı yine Hayrettin Karaman Hoca ve o “İslamcılık, siyaset ve ahlak” başlıklı yazısında (Y.Şafak, 7.10.2011) gerekli cevapları vermiş; okumanızı tavsiye ederim…
Hayrettin Hoca’nın soruya verdiği cevaptaki birkaç cümlesi aynen şöyle:
“İslamcılığın Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi” iddiası/tespiti tamamen zihinsel bir kurgudur. Bu cümledeki “İslamcılık”, “Müslüman zihni”, “hapsetme”, “ütopya” kavramları muğlak, tutarsız ve genel geçerlikten uzaktır…/ Bütün İslamcılarda ortak olan hedef, İslam’ı iman, ibadet, ahlak ve düzen olarak (din ve medeniyet olarak) çağın idrakine sunmak, bütün dünyaya ideal ve örnek olarak takdim ve teklif etmektir…/ Şartlar gerçekleştiğinde siyasi sistemin de islâmîleşmesi neden ütopya oluyor; bunu da anlayamadım!../ İslâmî devlet aslında yok mudur, hiç olmamış mıdır? En azından Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler devri devleti İslâmî değil midir?..”
Bitmedi, devam edeceğim…
***
Yeni Anayasa Hikâyesi
Reşat Nuri EROL
09.10.2011
Başbakan, Meclis Başkanı, ilgili bakanlar ve ilgili komisyonlar(!), güya yetkili(!) siyasiler diyorlar ki;
“Yeni Anayasa ile ilgili kimin ne görüşü varsa getirsin! Millî Mutabakat Anayasası hazırlayalım!..”
Geçmişte veya son günlerde diyorlar da diyorlar…
Görev alanlar bu söylemlerin, bu deyişlerin, bu davetlerin, bu çağrıların göstermelik olduğunu bildikleri için hareketsiz bekliyorlar...
İlgililer, yöneticiler, siyasiler, bakanlar sadece “bakıyor” ve bekliyorlar!..
Emir öyle!
Sonunda, beş asırdan beri iyice palazlanmış olan tekel sömürü sermayesinin malum birilerine hazırlattığı “anayasa taslağı” gelecek…
Tekel sömürü sermayesinin emrindeki “millî olmayan medya” kuruluşları “Şok.. Şok.. Şok… Flaş.. Flaş.. Flaş… İşte bu!.. İşte mutabakat anayasası bu!..
İşte Araplara nice baharlar yaşatacak ve dünyaya örnek olacak anayasa bu!..” vuvuzelaları öttürecek…
Halk hiçbir şey anlamadan ve güya “asıl” olmasına rağmen hiçbir katkısı olmadan, güya halkın “vekili” olanlar bilip anlamadan parmak kaldıracak ve Meclis’ten geçecek...
İşte…
“Yeni Anayasa Hikâyesi” budur, bundan ibarettir.
***
Bizim duyduğumuz ve bildiğimiz çok şey var ama…
Her şey de açıkça yazılmıyor, açıkça yazılamıyor ki!..
Ayrıca, yazmaya ne gerek var; herkes biliyor ve yaşıyor!..
Yukarıda yazdıklarımıza “delil” olarak “Yeni Anayasa” ile ilgili bu köşede yazdığımız “nice yazı, nice teklif, nice açık mektup, nice …” yeterli değil mi?!.
Yazdığımız yazıların, tekliflerin, “açık” veya “özel” mektupların sayısını biz bile unuttuk; buna rağmen hiçbir yerden ses-seda yok, ilgi-alaka yok, “tık” yok…
Sanki “kör-sağır-dilsiz” insanlar diyarında yaşıyor gibiyiz…
*
Biz henüz 1970’li yıllarda her hafta “Millî Görüş Açısından Anayasa Çalışmaları” yapıyor, notlar hazırlıyor, seminerlerimize katılanlarla paylaşıyorduk…
1980’li yıllarda bu çalışmalar öylesine gelişmeye başladı ki, Erbakan Hoca’mızın önderliğinde “ADİL (Ekonomik) DÜZEN Projesi” doğdu ve 1990’lı yıllarda Refah Partisi bu proje sayesinde halkın teveccühünü kazanarak birinci parti oldu…
Yine bu çalışmalar iki ciltlik “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabımızın ve daha nice kitaplarımızın yazılmasına vesile oldu…
Devamında “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışması ile birlikte bu çalışmaya “gerekçe” olan binlerce sayfalık “İNSANLIK TARİHİ” kitaplarımız da yazıldı…
Yazılmasına yazıldı da “kör-sağır-dilsiz” olanlara hiçbir faydası yok!..
***
Her neyse… Biz yine “hikâye” anlatmaya devam edelim…
Biz her şeyimizi Allah’a havale etmişiz ya, Allah bizi koruyor ya…
Küresel tekel sömürü sermayesi, ülkemizdeki bu denemesinden de bir şey elde edemeyecektir. Çünkü Türkiye gerçek anlamda “hukuk devleti” değildir. Yasalar göstermeliktir, sırf dünyaya “biz böyle demokratız, şöyle lâikiz, böyle liberaliz, şöyle sosyaliz…” diye söylemek için vardır. Yönetim ise keyfidir. Kanunlar istediği kadar değişsin; halk ve görevliler, asker ve sivil bürokratlar bildiğini okur…
Örnek mi istiyorsunuz?
Ceza kanunu geldi.
Kaç milletvekili okuyup da oy verdi?
Dışarıda hazırlanan yasa gece yarısı kanunlaştı, iş bitti!
Ama bir şey değişti mi?
Hayır!
Özellikle Kemal Derviş döneminde bir gecede Meclis’ten geçen onlarca kanunu hatırlayın… O kanunlar çıktı da bu ülkede ne değişti, Türkiye “kanun devleti, hukuk devleti” olabildi mi?!.
Sözde “Yeni Anayasa Hikâyesi”nin akıbeti de öyle olacaktır…
Anayasa yapmasını bilmeyenler nasıl anayasa yapabilecekler ki?!.
Bugüne kadar yapmadıkları veya yapamadıkları bundan sonra da yapamayacaklarının apaçık delilidir…
Vesselâm…
***
Acı gerçekler
Reşat Nuri EROL
10.10.2011
Bize ulaşan “özel” bilgilerden biliyorum;
Başbakanımız başta olmak üzere, bazı siyasilerimiz, yöneticilerimiz, bürokratlarımız ve her kesimden karşıtlarımız, bazen “hikâye” gibi anlattığımız bu “gerçekleri” okudukça canları sıkılıyor, kimileri de hakları olmadığı halde haddinden fazla kızıyormuş…
Ne güzel;
Demek ki yazdıklarımız etkili oluyormuş!..
Ama ne gezer…
Keşke etkilenseler ve gereğini yapsalar…
Keşke etkilenseler de “tesbit ve teşhis” ötesinde “çare ve çözümler” de içeren bu önerilerimize kulak verseler…
Keşke; ‘Yahu, biz laf olsun torba dolsun gibisinden değil, gerçekten “Yeni Anayasa ile ilgili -veya diğer bütün konularda- kimin ne görüşü varsa getirsin bakalım!..” diyoruz ya; bir kerecik insafa geldik, gelin hele bi anlatın bakalım, ne diyorsunuz, ne istiyorsunuz?’ diyebilseler ve dediklerini yapabilseler…
Hadi bakalım, bir kerecik mert olup itiraf edin;
Durum aynen böyle değil midir?
“Efendim, hayır, öyle değil” diyebiliyorsanız ve gerçekten herkesi dinliyorsanız…
O ZAMAN HERKESİ DİNLEYİN; BU ARADA BİZİ DE DİNLEYİN…
Biz Hakk’ın ve halkın sözcüleriyiz, Kur’an’dan ve ilimden anladıklarımızı size anlatıyoruz...
Güya herkese kulağınızı açıyorsunuz da;
Kur’an’a ve ilme neden kulaklarınızı tıkıyorsunuz?!.
Israr ve inatla “kör-sağır-dilsiz” olmak neden ve neyin alâmeti?!.
“Efendim, sizden başkaları da var…” diyormuşsunuz...
O zaman onları çağırın, bizi de çağırın, -işte, bir kere daha açıkça yazıyoruz- onların ve elbette kendinizin de özellikle bu konu/lar/da ne kadar “cahil” olduğunuzu görürsünüz...
*
Geçmiş kırk yıllık tecrübelerimize ve yaşadıklarımıza istinaden yazıyoruz:
Bizim olduğumuz yere gelemezler ki...
Şimdiye kadar gelemediler, bundan sonra da gelemezler…
Batı yani “sömürü sermayesi” madem ki denemek istiyor, varsın denesin!..
Meclis’ten geçirin kapalı kapılar ardında hazırlanmış olan o anayasayı;
Siz “deneme tahtası” olun, onlar da heveslerini alsın...
Ama şunu bilin, anayasa ve yasalar “devlet” var oldukça geçerlidir...
Devlet yıkılmaya doğru gidince “anayasalar” da “yasalar” da biter;
Bunun farkında mısınız?!.
O zaman ordun varsa yaşarsın, ordun yoksa soykırıma uğrar ve yok olur gidersin...
*
Bu son dediğime taze örnek mi istiyorsunuz:
İşte, Avrupa’nın orta yerindeki memleketlerim Bosna ve Kosova veya Filistin, Afganistan, Irak, Somali ve diğerleri!..
Yeterince açık, anlaşılır ve net oldu mu?
*
İşte bu aldatmaca oyunlarını bozmak için halk olarak hayatımızın dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarında kendimiz teşkilatlanmalı, ülkemize ve bütün dünyaya “gerçek anayasa”nın ne olduğunu uygulamalı olarak göstererek anlatmalıyız...
Bunu yapamaz ve başaramazsak; bu gidişle Türkiye yani Türkiye’deki “zalim düzen” yakında yıkılacaktır...
O zaman eğer halkımız hazırsa, ordumuz hazırsa, biz yeniden ikinci cumhuriyetimizi kuracağız ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelecektir...
Bu vesileyle insanlık da bu çare ve çözümü öğrenecek, Allah’tan başka melce olmadığını göreceklerdir...
*
Halkımıza ve Adil Düzen Çalışanlarına düşen görev; “ADİL DÜZEN ANAYASASI”nı uygulama örneği ile hazırlamaktır...
Ondan ötesinde ümidimizi kesip beklememiz ve Allah’a sonsuz bir tevekkülle tevekkül etmemiz gerekmektedir...
Biz bir kişi kalsak bile yolumuza devam etmek zorundayız...
Allah böyle emrediyor, peygamberler de öyle yaptılar…
Bizim çabamız, çalışmalarımız, gayretlerimiz, devamımız “saatin ertelenmesine” sebep olmaktadır...
Bilmeyenler, buradaki “saatin” ne olduğunu soracaklardır…
Elhamdülillah, ülkemizde “saatin” ne olduğunu bilenler vardır…
Bilmeyenler bilenlerden öğrenebilirler…
*
Bu vesileyle hatırladım, size de hatırlatma gereği görüyorum:
Şu meşhur ve de dünya çapında yaygınlaşan “diyalog meselesi” var ya…
Sahi, “dindarlar arası diyalog” neden yok?!.
Bu diyalogsuzluğun makul bir gereğini ve gerekçesini bilen var mı?!.
Bakmayın bugünkü yazımızın başından itibaren bazı gerçekleri yazdığımıza; insanlar incinmesin diye bilip de yazamadığımız öylesine “acı gerçekler” var ki...
Aslında bu gazetenin ve bu köşenin müdavim okuyucularındansanız, o zaman siz de bu “acı gerçekleri” çok iyi biliyorsunuz…
***
HAK GELMEDEN
BÂTIL GİTMEZ
DEPREM!
Reşat Nuri EROL
25.10.2011
Kapitalistler ve özellikle bu sistemi ayakta tutan Yahudiler bir taraftan sosyalizmi kötülemekte; kendilerine ‘Çaresi nedir?’ dendiği zaman da ‘kapitalizm’ demektedirler!..
Kapitalizm de tenkit edilince;
‘Evet, o da kötüdür ama ondan iyisi yoktur!’ demektedirler!..
Diğer taraftan sosyalistler ve komünistler de kapitalizmi kötülemekte; kendilerine ‘Çaresi ne?’ diye sorduğunuzda ‘sosyalizmdir’ derler!..
Sosyalizmin kötü taraflarını gösterince;
‘Evet, doğru, öyledir ama ondan iyisi yoktur!’ derler!..
Her iki taraf da böylece kâinatın kötülükler üzerine kurulduğuna insanları inandırarak ve Erbakan’ın timsah örneğindeki her iki kötülük, katliam yani barış değil savaş, sömürü ve zulüm çenesini de ellerinde tutarak insanlığı sömürmeye devam etmektedirler.
*
Bu durumun anlamı nedir?
Onlara yani kapitalist ve sosyalistlere (komünistlere) göre Allah kâinatı yaratmış ama kötülükler içinde yaratmış, doğru dürüst bir şey yok, doğru dürüst düzen yok!..
Onun için insanlık bu iki kötü, katil, savaşçı, sömürücü ve “zalim düzen” içinde kıvranarak yaşamaya mahkumdur diyorlar!..
Onlar böyle düşündükleri ve böyle dedikleri için de ne sosyalizm ne de kapitalizm bir işe yaramıyor. Oysa sosyalizmin de iyi tarafları var, kapitalizmin de iyi tarafları var. Karşı tarafları kötüleyeceklerine kendi iyi taraflarını gösterseler, o zaman işbölümü içinde kapitalizm de yaşar, sosyalizm de yaşar.
Sömürü sermayesi siyasi partilere de böyle yaptırıyor. Partiler birbirlerini kötülemekle meşguldürler. Oysa iktidar olsun muhalefet olsun parti olarak iyilik yapar, insanlığa iyilikleri ve doğruları anlatırlarsa, kendileri de yararlanırlar, karşı tarafı da yararlandırırlar…
*
Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan teşhiste onların yaptıklarının kötü taraflarını ortaya koydu ama aynı zamanda tedavide “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i de ortaya koydu.
Bu sayede bugün dünya değişmiştir, Türkiye değişmiştir.
Türkiye’nin değiştiğini ve geliştiğini herkes kabul ediyor.
Neden değişti, kim değiştirdi?
İşte bundan bahsedilmiyor.
Oysa Türkiye ve dünyadaki bu değişme ve gelişmeye Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın önderliğindeki Millî Görüş Hareketi sebep oldu...
*
Bu arada önemli bir noktaya da dikkat etmeliyiz.
Hakkı getirmeden körü körüne bâtıl düşmanlığı, kapitalizm ve kömünizm/sosyalizm düşmanlığı yapmamız manâsızdır.
Şimdilik kapitalizm ve dolar sayesinde insanlık yaşamakta.
Dolar düşmanlığı yapacağımıza, -bu köşede hep anlattığım- dolardan daha iyi para sistemini getirmemiz gerekir.
*
Biz Adil Ekonomik Düzen Çalışanları olarak işte bunu yapıyoruz…
Bundan sonra da hep bunu yapmalıyız...
Mal karşılığı senet, senet karşılığı para sistemini getirerek bugünkü şirk düzenine son vermek istiyoruz.
Karşılıksız paraya tapmak, onun için çalışmak şirktir.
Karşılığı olan para için çalışmak ise ibadettir.
Mesele bu kadar açıktır.
FAİZ PARASI ŞİRKTİR.
EMEK PARASI İBADETTİR.
***
Dün Ankara’daydık; ESAM İstanbul Şubesi olarak, ESAM’ın “MİLLÎ ANAYASA ŞURÂSI” ikinci gün programına katıldık…
Ankara’ya gitmişken, Ankara’dan nasıl yönetildiğimize bakalım:
Hazine Müsteşarlığı’nın verilerine göre, merkezi Ankara yönetiminin brüt borç stoku Ağustos ayında 509,3 milyar lira, Temmuz ayında 501,4 milyar lira, Haziranda 495,9 milyar lira, Mayıs ayında 492,2 milyar lira, Nisan ayında 487 milyar lira, Mart ayında 486 milyar lira, Şubat ayında 483 milyar lira, Ocak ayında da 478,3 milyar lira düzeyindeydi!!!
Eylül sonu itibariyle 514,5 milyar liraya ulaşan merkezi yönetim brüt borç stokunun 362,1 milyar lirasını Türk Lirası cinsi, 152,4 milyar lira tutarındaki kısmını da döviz cinsi borçlar oluşturdu. Merkezi yönetim brüt borç stokunun 366,7 milyar lirası iç borç, 147,8 milyar lirası da dış borç stokundan oluştu!!!
Yani borç bataklığında yavaş yavaş batmaya devam ediyoruz…
(Önder Sipahioğlu kardeşim, bu rakamları hatırlattığın için teşekkürler…)
***
PKK, deprem, devlet, düzen…
Reşat Nuri EROL
26.10.2011
Devlet olarak, düzen olarak, sistem olarak, bu ülkede yaşayan insanlar olarak, “terör ve deprem” ile sarsılıp kendimize gelmemiz mümkün mü?!.
Daldığımız her türlü derin gaflet uykularından uyanmak mümkün mü?!.
Bu bela, bu bataklık, bu musibet, bu kriz/ler, bu afet, bu terör, bu katliam, bu savaş, bu deprem ve “SOSYAL TUFAN”dan kurtulmak için artık “yeni bir devlet, il, ilçe, bucak düzeni”ne yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e geçmek mümkün mü?!.
Farkındayım, uzun bir şikayet dökümü oldu ama dertlerimiz de öylesine büyük ve uzun ki, hepsini sıralamaya kalksam, sadece dertlerimizin dökümü bir sayfa olur!..
Ama bu kadarcığı bile YETSİN ARTIK!..
***
Bir yazar (M. Nedim Hazar, Zaman), bugünkü yazısının başlığında “Devlet!” deyip ülkemizde var olan “devlet düzeni”ni anlatmış:
“Evet, doğru... Büyüktün, çok büyük hem de. Gerektiğinden kat be kat büyük. Hatta hantal belki. Ama serttin, soğuktun, merhametsizdin. Sana kim “Baba” ismini taktı bilmiyorum.../ Korkardım ve inceden kıl olur, sevmez, hatta nefret ederdim. Bürokrasi demektin zira, üretimsizlik, hantallık, yavanlık demektin benim için.../ Çok acı çektirdin, çok zulmettin, çok can yaktın... Sen bir deyiş üretmiştin, ‘Her şeyi devletten beklemeyin’ diye, ben hiçbir şeyi senden beklememeye evriltmiştim onu…/ İşkence yapar, hak hukuk arayışımızı on yıllara yayardın.../ Eskiden böyle olsan, belki bu kadar çürük yapılmayacaktı o binalar, en ufak bir titremede yerle yeksan olmayacaktı beton mezarlar.../ Farkındayım, elbette birdenbire badem gözlü yapmıyorum seni, tamamen değiştin de, diyemem. Bunun biraz da bize yani millete bağlı olduğunun da farkındayım doğrusu. Ama... Hani nasıl derler ‘ben de sana karşı boş değilim’ artık... Yani sanırım, yani galiba...”
Bu şikâyetnameyi yazan yazarın Hocaefendisi (Fethullah Gülen) ile benim kırk yıllık Hocam (Süleyman Karagülle), 1965 yılında İzmir’de birlikte çalışmaya başlamışlar ve üç yıl kadar her hafta seminerler yapmışlar…
Sonra uygulama olarak birlikte yola çıkma kararı almışlar ama anlatması uzun bir hikâye veya roman olacak şeyler olmuş; ayrılmışlar!..
Ayrılış o ayrılış…
Bütün dünya ile diyalogda olanlar, en yakınlarındakilerle diyalogdan uzaklar!..
***
Biz bu arada o zamandan beri yani kırk yılda bu şikâyetnameye yani bu “zalim devlet düzeni”ne alternatif ve de derman olacak kırk bin sayfa “çare ve çözüm” yazdık…
Bu çare ve çözümü yani “ADİL (EKONOMİK) DEVLET DÜZENİNİ” değil Erciş’te, değil Van’da, değil Doğu Anadolu’da, değil Türkiye’de; bütün dünyada duymayan kalmadı…
Geçenlerde (15.10.2011) yazdığım “Amerikan ‘ADİL EKONOMİK DÜZEN’ Baharı” başlıklı yazımda belirttiğim üzere, Amerikalılar bile “ADİL EKONOMİK DÜZEN” diyormuş…
Amerika’daki bahar ayaklanmalar değerlendirmelerinde Adalet (ben “Adil Düzen” diyorum) ve Adil Ekonomik Düzen söylemi, itirazların içinde ayrı bir yer tutuyor imiş…
Peki, ey DÜNYA DİYALOGCULARI, siz kırk yıldan beri nerelerdesiniz?!.
Hele hele kırk yıllık Millî Görüş gömleklerini çıkarıp batmakta olan AB ve ABD yani “Batı zalim düzeni”nin her türlü kurumlarının peşinde kuyruk olan ve onlarla açık-gizli işbirliği yapanlar; peki, siz de aynı çıkmaz yollarda yürümeye devam edecek misiniz?!.
***
Erciş böyle, Van böyle, Doğu Anadolu böyle, Türkiye böyle, dünya böyle!..
21. yüzyılda insanlık böyle zalim bir “devlet ve dünya düzeni” ile yönetiliyor!..
Bizim 1200 sh.lik “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabımız depoda bekliyor!..
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın ilim adamı, siyasetçi ve devlet adamı olarak, neredeyse ülkemizin her ilçesinde, her ilinde, her bölgesinde anlattığı ve bütün dünyaya duyurduğu “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”, onu anlayıp uygulayacak müntesiplerini bekliyor!..
Terör ve deprem bir yana…
İçinde yaşamakta olduğumuz “SOSYAL TUFAN” bizi ve bütün beşeriyeti tamamen uyandırıp “ADİL DEVLET DÜZENİ”ni görünceye kadar, bekliyoruz...
***
DEPREM(1): Teşhis var ama ‘tam tedavi’ yok!
Reşat Nuri EROL
27.10.2011
Ülkemizdeki her depremde sadece binalar yıkılmıyor, sadece insanlarımız ölmüyor; ülkemizdeki her depremde, var olan “faizli zalim devlet düzeni” biraz daha yıkılıyor, mukadder ölümüne biraz daha yaklaşıyor…
“Faiz, zalim, devlet, düzen” kelimelerinin geçtiği tırnak içindeki ifadeyi, “DEPREM!” ana başlığı altında birkaç yazı ile ayrıca açıklayacağım…
Önce, kısmen de olsa “teşhis” konusunda bizim gibi düşünen ama “TAM TEDAVİ” yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” konusunda bocalayan birkaç yazardan örnekler.
*
Prof. Dr. Osman Can, Star’daki (26 Ekim 2011) köşesinde, yazı başlığından da anlaşılacağı üzere, “VAN DEPREMİ ve Türkiye’nin normal’i” üzerinde duruyor ve diyor ki: “Depremin yarattığı insani yıkımlar o ülkedeki siyasal sistemler hakkında veriler sunuyor.../ Bir yandan karar ve yasa gücünün doğayla ilişkisi hakkında, diğer yandan bu ilişkinin sonuçları ve muhtemel nedenleri hakkında fikir veriyor.../ Örtülü cinayet ruhsatı / 1980 darbesinden sonra bir yerel yönetim birimi “fay hattının bulunduğu yerden 100 km kuzeye taşınmasına” dair karar almıştı.../ Normallik ve Andımız / Gerek Marmara, gerekse Van depreminde yaşanan yıkımlar, aynı zamanda demokratik meşruiyete sahip olmayan cari siyasal rejimin meşruiyet açığını kapatma ihtiyacına “olumlu” cevap veren toplumsal aktörlerin farklı dinamiklerle girdiği ilişkinin bir yansıması ve sonucudur...”
(Yazının tamamını dikkatlice okumanızı tavsiye ederim.)
*
Prof. Dr. A. Turan Alkan, “Deprem şikesi” başlıklı yazısında meselenin tam da bamteline dokunuyor: “Deprem öldürmüyor; akılsızlık, ihmâl, inşaat sektöründe yüksek kâr hırsı, bilgisizlik, vurdumduymazlık (yani “zalim düzen” RNE) öldürüyor...” Sonra bir çözüm önerisi getiriyor: “Eski-yeni demeden, istisnâsız her bina için bir inşaat hüviyet kartı ve sicili düzenlesek” diyor... Sonra binaya bir plaket çaksak ve plaketin altına şöyle yazsak diyor: “Bu binayı bu insanlar, filan tarihler aralığında teknik bilgi ve tecrübeleriyle inşa edip tamamladılar. Bu plakette adı geçen kişi ve kurumlar, binanın sağlığından ortaklaşa sorumludur ve garanti ettikleri tarihler içinde meydana gelen her türlü deprem, sel ve yangından doğacak zarardan ve tazmininden, görevleri çerçevesinde sorumlu tutulurlar.” “Marmara depreminde yüzlerce, binlerce bina yıkıldı; 20 bine yakın insan öldü; aklınızda Veli Göçer’den başka teknik sorumluluk yüzünden ceza görmüş kim var?” diyor… “Devlet bu gibi büyük felâketler ertesinde hesap defterini açmak, sorumluları hesaba çağırmak yerine, “Bir kazâdır oldu; şimdi milli birlik ve beraberlik zamanıdır; elbirliği ile yaraları saracağız; zarar gören vatandaşı mağdur etmeyeceğiz” yaklaşımını tekrarlayarak gerçek sorumluları gizliyor, görünmez hale getirip hedef şaşırtıyor. Sorarım; dağ başındaki samanlıktan bahçedeki kümese kadar her bina için bu uygulamayı ciddiyetle takib etsek ne olur? Ben söyleyeyim: Ortalık birbirine girer; siyasetçilere, mahalli yönetimlere karşı ağır politik baskı oluşur; vatandaş feryad eder, teknik adamlar sızlanır, odalar harekete geçer, uygulama rayından çıkarılır ve unutulur. Şu kadarcık çareyi, politikacılar benden iyi bilirler elbet. Niçin uygulamazlar?”
*
Hüseyin Gülerce, “Van ve Erciş’i vuran deprem, müminler açısından İlahî bir ikazdır. O’ndan habersiz hiçbir şey olmuyor. Kıtaları kaydıran da O, fay hatlarında enerji biriktiren de O. Tabiata kanunları koyan da O. Kanunları bir kenara koyup, mucizeleri yapan da O. Bu bizim inancımız. O zaman, koskoca bir depremin zamanlamasına kafa yormamız gerekmez mi? İlahi ikaz, Allahualem, bizim kardeşliğimizle ilgili. Çünkü bu topraklarda ısrarla ve haince bir Türk-Kürt çatışması ile kardeşliğimiz, birliğimiz, dirliğimiz hedef alındı. Gönüllerimizi bir arada tutan sadece inancımız, ortak değerlerimiz kaldı. O değerlerden kopartılan yeni nesiller eliyle sağlam zeminlerden, çürük zeminlere çekiliyoruz...” diyor.
*
Mehmet Kamış, (Zaman, 26.10.2011) “Van depremi bizi sarstı, salladı, ümit ediyoruz ki kendimize getirsin. Artık zaman; şebekenin arkasındakilerle önündekileri birbirine karıştırmadan bu meseleyi çözme zamanıdır.” diyor.
*
Evet, ‘teşhisler’ kısmen doğru ama ‘tedaviler’ yok derecesinde eksik...
(Devamı var)
***
DEPREM(2): Sorunlar ve SOSYAL TUFAN
Reşat Nuri EROL
28.10.2011
‘BU İHMALLER CİNAYET’
-“Enkaza baktığınızda, malzemenin ne kadar kalitesiz olduğunu, o betonun adeta kuma dönüştüğünü, zemin kattaki beton blokların zayıflığından ya da kaldırılmasından bütün bir binanın ve içindekilerin acı fatura ödediğini görüyorsunuz. Belediyeler (devlet/hükümet/siyaset) de müteahhitler (siviller ve kurumları) de denetim elemanları (bürokrasi) da bu ihmallerin cinayetle eşanlamlı olduğunu artık görmek durumundadır...” Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan
‘17 TIRIMIZ YAĞMALANDI’
-“17 TIR’ımız, yağmacılar tarafından talan edilmiştir. Van’daki çadır kentimiz de bu yağmacılar tarafından talan edilmiş, vatandaşların direnci sayesinde oradaki 50 çadırımız muhafaza edilebilmiştir. Van’daki Kızılay Şube Başkanlığımız, bunlar tarafından basılmıştır...” Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar
‘ÇÖKEN EVLERİN ALTINA DİNAMİTİ YAPI DENETİM FİRMALARI KOYDU’ / Haberin özü ve özeti şöyle:
-Özel şirketlerin yapı denetimlerinin altından skandal çıktı. Şirketlerin yüzde 90’ı denetimleri kağıt üstünde yaparken, hazırlanan raporlarda hayatta olmayan ölmüş mühendislerin imzası bulunuyor... Yapı Denetim Kuruluşları Birliği İstanbul Şube Başkanı Tekin Saraçoğlu’ndan korkunç iddia: “Çürük malzemeler denetim olmayan illere gönderildi. Van’da devletin denetim uygulamasının dün başlaması, çürük malzemenin bu bölgeye de gidebileceğine işaret ediyor…”
***
Anlayanlara; bu üç haber ve beyanat ‘YORUMSUZ’ çok şey anlatıyor.
Nasıl bir ‘SOSYAL TUFANI’ yaşamakta olduğumuzu gösteriyor.
Bu acı itiraf ve olumsuzluklara yorum yazmak içimden gelmiyor.
Sadece bizzat yaşadığım bir-iki örneği kısaca anlatacağım.
17 Ağustos 1999 Depremi hemen sonrasında İzmit, Adapazarı, Gölcük, Yalova taraflarına her gidişimde çok şeyler yaşadım, çok şeyler gördüm…
Hele Düzce Depremi sonrasında, Üstadım Süleyman Karagülle ile o ilçede (şimdi il oldu), Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi olarak kendi imkânlarımızla kurduğumuz “Depreme Dayanıklı Ahşap Ev” örneği mücadelemiz…
Bu mücadelede “belediye-bürokrasi-siyasiler-siviller” ile ilişkilerimizde yaşadığımız “deprem” değil de “tufan” seviyesindeki seviyesizlikler, ilgisizlikler, engellemeler ve daha bilmem neler de neler…
Gördüklerimizin ve bizzat yaşadıklarımızın hepsini yazmaya kalksak onlarca “hikâye” olur veya “DEPREM!” ana isimli birkaç roman olur ama yazsak ne fayda!..
***
Sadece Türkiye’de değil, komünizm yani demir perde yıkıldıktan sonra Bulgaristan üzerinden Balkan ülkelerine yardım TIR’ları götürdüğümde, henüz yollarda, özellikle Arnavutluk’ta öyle yağmalar yaşadık ki!..
Demek ki olması gereken “devlet-düzen-sistem-insan” olmayınca, her yerde aynı sorunlar yaşanıyor…
Aradan yıllar geçti…
Değişen bir şey yok…
Van Depremi’nde de aynı sorunlar ve SOSYAL TUFAN” var olmaya devam ediyor!..
***
2005 yılında yapılan Deprem Sempozyumu’nda uzmanların Van ile ilgili tespitleri şöyle: “Olası bir depremde ilk olarak hasar görebilecek yapı tipleri betonarme binalardır. Bu binalar içerdiği nüfus bakımından kayıpların fazla olmasına olanak sağlayacaktır. Yapı kalitesi son derece düşük bulunmuştur.”
Tesbit ve teşhis bu…
Sonuç ortada…
Van’da 7,2’lik depremde beton binalar yıkılırken, 4-5 yüzyıllık camiler ayakta…
Eski Van şehrinin Orta Kapı mahallesinde yer alan 444 yıllık Hüsrev Paşa Camii’nde tek bir çatlak oluşmamış, 1567 yılında Van Beylerbeyi Koca Hüsrev Paşa tarafından yaptırılan camide herhangi bir yıkım olmamış...
Japonya’da depremde binaları yıkılan halk nerelere sığındı: Okullara...
Bizde ise okullar, yurtlar, öğretmen evleri, devlet lojmanları yani “devletin, düzenin, sistemin, bu sistemin yetiştirdiği insanların yani müteahhitlerin ve diğer sorumluların” yaptığı neredeyse her şey yıkıldı, hepsi yerle bir oldu!!!
“DEPREM” değil, “SOSYAL TUFAN” seviyesindeki “tesbit ve teşhisler” böyle…
“SOSYAL TUFAN”a mukabil “tedavi, çare ve çözümlerimiz” gelecek yazılarda…
***
DEPREM(3): Birinci sorun bilgisizliktir
Reşat Nuri EROL
29.10.2011
“Türkiye’deki binaların yarısının yeniden inşa edilmesi gerekiyor.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan.
Van Depremi’nde 63 öğretmenimiz öldü ama Milli Eğitim Bakanımıza göre okullarımız iyi sınav verdi!..
HAZIRLANAN ‘DEPREM ÖN TESPİT RAPORU’ ACI GERÇEĞİ GÖZLER ÖNÜNE SERDİ / Türkiye İnşaat Mühendisleri Odası’nın hazırladığı rapora göre, Van’da yıkılan binaların tamamında kalitesiz ve yanlış malzeme kullanıldı. Çöken binaların ikisi hariç hiçbirinde hazır beton ve burgulu demir kullanılmamış...
Mehmet Altan, “Sırf İstanbul’da iki milyon kaçak konut var...” diyor (Star, 28 Ekim 2011) ve yazısını şöyle bitiriyor: “İki milyonu İstanbul’daki dokuz milyon kaçak binayı ve gecekonduyu yıkıp yeniden yapabilecek miyiz? Van’daki asıl katil olan ‘hırsız müteahhit-siyasetçi-bürokrat’ üçlemesini deşifre ederek yargılayabilecek miyiz? Binaları yıkıp, masum insanları öldüren ‘hırsız sistemi’ ortadan kaldırabilecek miyiz? Büyük acılara neden olan deprem bizleri sarsalayarak kendimize getirip, yapısal ve temel sorunları çözmemize yardımcı olur ise bu yaşanan trajedinin bize bir lütfu olacak...”
***
İki gündür, iki yazıdır yazdıklarımı aslında “lafı eveleyip geveleme” sayıyorum ama bütün diğer köşe yazarları gibi benim de az da olsa bunu yapmam gerekiyor!
Sebebi malum!
Nitekim bugünkü yazımda da “başbakan-bakan-mühendis-yazar” gevelemeleri alıntıladım. Umarım var olan vahim durumu yeterince kavramamıza ve “sistem, düzen değişikliğine, yeniden yapılanma gereğine” yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e bir saniye bile geciktirmeden geçmemiz gerektiğine yeterli delil ve uyarı vesilesi olmuştur.
Bu gevelemelerden sonra, hazırsanız, sadede gelelim, “çare ve çözümleri” yazalım.
***
Bugün teknolojideki gelişmeler sayesinde depreme dayanıklı binalar inşa edilmekte... Ülkemizde ise -gevelemelerden de anlaşıldığı üzere- bu teknolojiden yararlanılmamakta...
Bunun sebeplerini dört madde ile sayabiliriz.
1- BİRİNCİ SORUN BİLGİSİZLİKTİR.
Teknolojiden yararlanmak için teknolojiyi bilmek gerekir. Bunun için de ilmî çalışmaya ihtiyaç vardır. Batı’nın kitaplarını okuyacağız ama orada yazılanlara inanmayacağız, kendimizin denemeler yapması gerekir. Denedikten ve onların söylediklerini doğruladıktan sonra onlardan yararlanmalıyız. “Ondan” demiyorum, “onlardan” diyorum; çünkü yalnız bir yeri değil, dünyadaki tüm uygulamaları öğrenmemiz ve anlamamız gerekir. Fransa, İngiltere, Almanya, ABD, Rusya, Japonya gibi ileri gitmiş ülkelerin ne yapmakta olduklarını öğrenmemiz gerekir. Yalnız oralara profesörleri göndermemiz gerekir, oralardan profesörleri getirmemiz gerekir. Oraya öğrencileri göndermememiz gerekir. Çünkü orada mühendis ve profesör olan Türkçeyi bile bilmez, bizim elemanımız olmaz, onların elemanı olur. Biz ne yapıyoruz? Yalnız İngilizce öğretiyoruz ve orada lisans öğrencileri okutuyoruz!..
Türkiye’nin yeri, konumu ve imkanları başkadır, Türkiye’ye göre çözümler üretmeliyiz. Nasıl tarladan yiyecekler toplarsınız ama onu kana karıştırmazsınız, önce mutfakta pişirir sonra midenizde sindirdikten sonra kana karıştırırsanız; aynı şekilde bilgileri de kendi beynimizde sindirdikten sonra o teknolojiyi kullanmalıyız.
Kandilli 6.6 şiddetinde zelzeleyi tesbit ediyor. ABD 7.2 diyor. Biraz sonra vazgeçiyor. Ama onu beyan edenler orada oturuyorlar. Depremin şiddetini bile tesbitten aciz bir rasathaneyi hemen kapatmak gerekir. Yalnız Kandilli Rasathanesi’ni değil, başörtüsü sorunu gibi büyük bir sorunu çöz/e/memekle meşgul üniversitelerimizi de kapatmak gerekir. Ya on yıldır bu sorunları çözemeyen sözde iktidarı ne yapmalı?!.
***
Bugünlük yerim bu kadar.
Gelecek yazıda “ÜLKEMİZDEKİ EKONOMİ, HUKUK VE SİVİL SAVUNMA SORUNLARI VE ÇÖZÜMLERİ” üzerinde duralım, inşaallah…
***
DEPREM(4): İkinci önemli sorun ekonomidir
Reşat Nuri EROL
30.10.2011
Dün “BİRİNCİ SORUN BİLGİSİZLİKTİR” dedik…
Devam ediyoruz…
2- İKİNCİ SORUN EKONOMİK SORUNDUR.
Ülkemizde emeğin ancak yarısından yararlanabiliyoruz.
Bizim hesaplarımıza göre ülkemizdeki işsizlik oranı yüzde 50’dir. Yarı emeğimiz boşa gidiyor. Boşa giden bu emeği değerlendirip muasır medeniyetin üstünde depreme dayanıklı binalar yapacağımıza, deprem olunca ah vah ediyor, binalarımızın yıkıldığını yazıp söylüyor ve bu duruma acıdığımızın, çok üzüldüğümüzün figanı ile avunuyoruz!
Daha doğrusu, dün de yazdığım üzere;
Lafı eveleyip geveliyor, bir türlü sadede ve “sistem, düzen, yeniden yapılanma” yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e gelemiyoruz…
***
Ülkemizdeki emeğin yarısı neden boşa gidiyor?
Bunun tek sebebi vardır;
Batı’nın sömürü aracı faizli zalim düzen...
Diyeceksiniz ki…
Bu “faizli zalim düzen” Batı’da gayet güzel gidiyor da bizde niye gitmiyor?
Gitmiyor, çünkü faiz sömürü aracıdır.
Onlar sömürüyor, onlar için iyidir; biz sömürülüyoruz, bizim için kötüdür.
“Faiz dünya gerçeğidir!” diyen zihniyet aslında işte bunu ilan ediyor;
“Sömürülme dünya gerçeğidir, sömürülmeye devam edeceğiz!” diyor...
O da kendince haklıdır!
Sömürü devam etmezse yeni 28 Şubat olur, o da anında oradan gider!
***
Öyleyse…
- Son “Van Depremi”nde ölenlerin sorumlusu kimdir?
- Kamu binaları dâhil yıkılan pek çok şeyin sorumlusu kimdir?
- Bu “zalim düzen” aynen var olmaya devam ederse sorumlu kimdir?
Her şeyden önce 28 Şubat zihniyetidir…
Süleyman Demirel zihniyeti ve uygulamalarıdır...
Recep Tayyip Erdoğan da maalesef o zihniyetin ortağıdır...
Ve elbette bu zihniyete ve bu zihniyet sahiplerine oy verip iktidar edenlerdir…
Bu konuda yazılacak, yazılabilecek, yazılması gereken o kadar çok şey var ki…
Ama “kör-sağır-dilsiz” olmayanlar için bu kadarı yeterlidir…
Yetmelidir…
Yetsin artık!..
***
Bugün günlerden Pazar, insanlarımız maalesef “tatil” havasında…
Hâlbuki aslında “tatil” yani “muattal” kalmak diye bir şey yok, Cuma bile tatil değildir… Pazar ve Cuma dâhil her gün çalışmalıyız…
İşçilerimizin, daha doğrusu işsizlerimizin “ama iş yok ki” dediklerini duyar gibiyim…
Çalışabilecek nüfusumuzun yarısı işsiz, âtıl, muattal, mecburen tatilde!..
Sürekli tatilde!..
Neden tatilde?..
Tatilde, çünkü ülkemizde “faizli zalim vahşi kapitalizm düzeni” var…
***
Hâlbuki…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”deki “Faizsiz Çalışma Kredisi” müessesesini kullanarak ülkemizin âtıl bulunan emeğini harekete geçirerek, projelerini hazırlamış olduğumuz “Yüz Dairelik Apartmanlar” yapıp halkımızı oralara taşımamız gerekir.
Bu sayede bir taraftan “DEPREM”, diğer taraftan “İŞSİZLİK” ancak böyle, yani “FAİZSİZ ADİL EKONOMİK DÜZEN”de etkisiz hâle gelir...
“ADİL EKONOMİK DÜZEN” uygulaması sayesinde ülkemiz dünyaya örnek bir ülke hâline getirilir…
Sonra, o uyduruk malum şeyler değil de, işte bu düzen yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” dünyaya ihraç edilir…
***
DEPREM(5): Hukuk ve sivil savunma sorunu
31.10.2011
Önceki yazılarda…
“BİRİNCİ SORUN BİLGİSİZLİKTİR” dedik…
“İKİNCİ ÖNEMLİ SORUN EKONOMİDİR” dedik…
Bugün…
“HUKUK VE SİVİL SAVUNMA SORUNLARI” ile devam ediyoruz…
***
3- ÜÇÜNCÜ SORUNUMUZ HUKUK SORUNUDUR.
Yalova’da binalar yıkılıyor, sorumlu Veli Göçer oluyor!
Oysa Veli Göçer kaçak inşaat mı yapmış, projesi olmayan inşaat mı yapmış, Belediye’de tasdik ettirmemiş mi, inşaat yaparken sorumlu mühendis bulundurmamış mı, odalardan onaylı kalfa çalıştırmamış mı?
Hayır!
Bunların hepsini yapmış…
Müteahhit daha ne yapacaktı?
Projesi Bakanlığın yönetmeliğine uymamış mı?
Bunların hangisi olmamışsa sorumlu odur.
Demek ki sorumlu ararken:
a) Veli Göçer veya Van’lı müteahhit proje yaptırmış, teknik eleman da çalıştırmışsa, onun sorumluluğu biter.
b) İnşaat projeye uygun yapılmışsa, o zaman uygulamada teknik elemanların sorumluluğu biter.
c) Proje Belediye’den ve Oda’dan kontrol edilmişse, proje yapanların sorumluluğu biter.
d) Proje yönetmeliklere uygunsa odanın ve belediye görevlisinin sorumluluğu biter.
e) Bundan sonraki sorumluluk Bakanlığa aittir. Bu işi yapamıyorsa, o Bakanlık lağvedilir.
Demek ki hukuk düzenimiz çalışmıyor!
Suçlu bulunamıyor!
Yetkililer belirsiz!
Yetkililer sorumsuz!
Bizim asıl sorunumuz işte budur.
Sorumsuz devlet memurlarına halkımızı zalimce ezdiriyoruz…
Halkımız da kendisini onlardan korumak için hile yollarını arıyor…
Tutulan muhasebe defterleri sadece vergi kaçırma kayıtlarından ibarettir…
İnşaattaki teknik elemanlar da sadece hileli inşaat yapmak için istihdam edilir...
***
4- DÖRDÜNCÜ SORUN SİVİL SAVUNMANIN OLMAMASIDIR.
Deprem veya âfet olunca ne yapılacak?
Kızılay çadır gönderecek...
Saçma!
Herkesin evinde her şeyden önce nüfusa göre uyku tulumu olmalıdır. Herkesin evinde soğuğa tedbirli çadır olmalıdır. Herkesin bu durumda tuvaletini yapacağı özel kabı bulunmalıdır. Herkesin su kabı olmalıdır. Bunlar paket hâlinde çok ucuz üretilip piyasaya arz edilmeli, hepsi bir sandık içinde olmalıdır. Zelzele ve âfette kolay bulunabilsin diye bahçede özel yerde saklanmalıdır. Demek ki “ilk yardım” kişinin kendi tedbirleri olmalıdır.
Sonra yüz hanelik semtlerin 24 saat yetecek stok suyu ve yiyeceği olmalıdır...
Sonra her ilçenin, daha doğrusu her ilin bir haftalık stok ve imkânları olmalıdır...
Devlet ancak bir haftadan sonrakinin sorumlusu olmalıdır...
Yani yönetim ona göre hazır olmalıdır...
Bunların olması için önce Batı’yı körü körüne taklit etmekten ve peşinde kuyruk olmaktan vazgeçmemiz, sonra kendi sorunlarımızı kendimizin çözmesi gerekir. Gerçek ve köklü çözüm ancak böyle mümkün olur.
***
Biz buna “MİLLÎ GÖRÜŞ” diyoruz…
Biz buna “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” diyoruz…
Bu gömlekler çıkarılırsa bu iş olmaz, olamaz; nitekim olmuyor…
Uyanmak için “kriz/ler” ve “deprem/ler” değil de “TUFAN” mı bekliyoruz?!.
***
DEPREM (6): Sistemi, düzeni sağlamlaştırmak
Reşat Nuri EROL
01.11.2011
Kur’an yani Allah diyor ki:
“... Kimisinin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimisini korkunç bir patlama, bir çığlık bastırıverdi. Kimisini yerin dibine geçirdik. Kimisini de suda boğduk. Ama gerçek olan şu ki, bütün bunları Allah onlara zulüm olsun diye yapmadı; bilakis onlar, kendi öz canlarına zulmediyorlardı.” (Ankebût, 29/40)
Onlar kendi öz canlarına nasıl zulmediyor ve bu sonuçları nasıl hazırlıyorlardı?
*
Ali Ünal hadis-i şeriflerden şu “zalim düzen” sonuçlarını çıkarmış:
1) Şehirlerin büyük olması;
2) Yüksek binalar yapılması ve özellikle çölden ve taşradan gelen insanların yüksek binalar yapmada birbirleriyle yarışması;
3) Zinanın, çalgıcılığın çoğalması ve farklı isimler altında çok alkol alınması, hattâ bunların meşru addedilmesi;
4) Önü alınamaz hastalıkların ortaya çıkması;
5) Bilginin ve bilgisizce şahitliğin artması, fakat ilmin azalması;
6) Devlet veya kamu malının ganimet bilinmesi ve servetin belli ellerde yığılması;
7) Oburluğun ve neticede yağlanıp semirmenin artması;
8) Ölçü ve tartıda hilenin, aldatmanın, emanete riayetsizliğin artması ve güvenin kaybolması;
9) İnsan öldürme, kargaşa ve karışıklık, patlama ve savaşların çok olması;
10) Yere batma ve zelzelelerin çok fazla görülmesi. (Zaman, 31 Ekim 2011)
*
Hakan Kandal (Adil Düzen Çalışanı) arkadaşımız, bu haftaki çalışmasında İSTANBUL DEPREMİ merkezli bir değerlendirme yapmış; mutlaka dikkate alınmalı:
“Van Depremi aslında Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediği her şeyin daha da kötüye gittiğinin resmidir. 1999 Depremi’nde afişe edilen müteahhidin yerine bu sefer başka bir günah keçisi bulunmuştur. Yarın İstanbul depreminde kimler günah keçisi olacaktır? Her şeyin daha iyiye gittiğini iddia edenlerin iflas ettiği noktadır deprem. Van Depremi’yle medyada ve sosyal medyada deprem sonrası bölgeye gönderilen yardımlar ve deprem hakkında yazılanlar Türk halkının röntgeninin çekilmesine imkân verdi. Türk halkı zor durumda kalan insanlara karşı 1999 depreminin de verdiği hassasiyetle daha bir empatikken, siyasi iradenin ve belediyelerin deprem olgusuna karşı aslında hiçbir şey yapmadıklarının bilincinde olmalarına rağmen, bir o kadar da duyarsız ve vurdumduymaz. 1999 Depremi ülkeye bu anlamda hiçbir şey kazandırmamış. İstanbul depremi cumhuriyetin yıkılmasına bile varabilecek sonuçlara yol açabilir. Van Depremi’nin yol açtığı tartışmalardan sonra bu kanı bir komplo teorisi değil. Irkçı siyasi parti BDP, AB destekli fonlarıyla İstanbul Depremi sonrası ülkenin bölünmesi için daha iyi motive olmuş bir taşeron olur. Krizden zıbaran Yunanistan 1. Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi, Türkiye’ye İstanbul Depremi sonrası saldırabilir. Bunlar komplo teorisi değil. İstanbul Depremi yakında gerçekleşirse vay Türkiye’nin haline…” (Not supported field expression!
*
Murat Yülek ise “Binalardan önce sistemi sağlamlaştıralım” başlığı altında, “Adil (Ekonomik) Düzen” ile paralel tesbit ve öneriler yapmış:
“Depremi özeleştiri için bir fırsat kabul edelim. Önceki depremlerde olduğu gibi Van’daki depremde de binalarla birlikte özel sektör ve kamu sektörümüzün de bir kez daha yıkıldığını gördük. Önce binaları değil sistemimizi/medeniyetimizi sağlamlaştıralım. Bu köşede daha önce “Cumhuriyet döneminde neden güzel kentler geliştiremedik?” diye sorulmuştu. ‘Güzel’ kelimesi yerine ‘sağlam’ kelimesini de koyabilirsiniz. Amacım cumhuriyeti ya da şu ya da bu hükümeti sorgulamak değil; sistemin/medeniyetin kalitesinin öneminin altını çizmek.../ Çöküntülerin kamu binalarında yoğunlaşması münferit bir hadise değil... Başka hangi sorun mu var? Fonksiyonelliğinden başlayın, mimarilerine kadar çok sayıda sorunu sayabiliriz. Okullarımız dünyanın en çirkin okulları arasında sayılabilir. Hastanelerimiz ve sağlık ocaklarımız da öyle. Toplu konutlarımızın da pek estetik görünüme sahip olduğunu söyleyemeyiz. Kaldırımlar ve şehir içi yollarımızın kalitesini de tartışmaya gerek yok. Daha sağlam kamu binaları ya da daha iyi yollar yapacak mühendislik ve inşaatçılık kapasitesine, daha güzel binalar tasarlayacak mimarlara sahibiz. Mesele bunların gerçekleşmesini sağlayacak sistemin (düzenin) geliştirilmesinde.../ Türkiye’nin inşaat şirketleri, Amerika’daki bankacılar (faizciler) gibi, daha çok ve daha ucuza inşaat yapıp daha yüksek fiyata satmak isteyecek. Kamu otoritesinin görevi de bunu engelleyecek sistemi kurmak ve uygulanmasını sağlamak. Medeniyet böyle bir şey. Deprem arada sırada oluyor ve durumun vahametini bize anlatıyor. Oysa sistemin eksiklikleri, esasında her gün milyonlarca insanımızın hayatına değiyor;…/ Sistemi (düzeni) sağlamlaştırmamız gerekiyor. O zaman daha sağlam binalarımız, daha güçlü bir eğitim sistemimiz, daha iyi hastanelerimiz, daha yaşanabilir kentlerimiz ve çok sayıda olimpiyat madalyamız olacak. Kısacası, unsurlarına değil sistemin bütününe odaklanmamız gerekiyor.”
Yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e odaklanmak…
***
TÜRKİYE
NELER YAPMALI?
17.11.2011
Bir tarafta AB, ABD, IMF, BM, Dünya Bankası, NATO ve diğer kurumlarıyla “vahşi kapitalizm” denilen zalimler… Diğer tarafta SSCB ve Varşova Paktı ile temsil edilen “katil komünizm” veya “sosyalizm” denilen diğer zalimler… 20’inci yüzyıl -Erbakan Hocamızın tesbit ve teşbihiyle- timsahın iki çenesi mesabesindeki bu zalimlerin “ZALİM DÜZEN” zulmüyle geçti… Birinci ile İkici Dünya Savaşları boyunca, bunların öncesinde ve sonrasında yaşanan süreçlerde onlarca milyon insan öldürüldü… 20’inci yüzyıl sona ermeden “katil komünizm” yani Sovyetler Birliği sistemi yıkılıp gitti… Ama 21’inci yüzyılın 11’inci yılında can çekişmekte olan “vahşi kapitalizm” hâlâ ayakta kalabilme çabasında…
Timsahın bir çenesi “katil komünizm” parçalandı ve çöküp gitti…
Timsahın diğer çenesi de gidecek ama “Hak” gelmeden “bâtıl” gitmiyor…
“ADİL (Ekonomik) DÜZEN” gelmeden “ZALİM (kapitalist) DÜZEN” gitmiyor…
“HAK GELDİ BÂTIL ZÂİL OLDU”nun anlam ve hikmeti budur; “Adil (Ekonomik) Düzen” gelmeden “Zalim Kapitalist Düzen” zâil olmaz, ortadan kalkmaz...
“Faizci, tekelci, sömürücü vahşi kapitalim” sistemine karşı olanlar çareyi “din, aile, mülkiyet, ticaret vs düşmanı komünizm” yani “sosyalizm”de aramışlar, insanlığın bir yüzyılı bu arayışla geçmiş… Komünizm/sosyalizm de sorunları çözmemiş, çözememiş; daha da içinden çıkılmaz çetrefil bir hâle getirmiş… Kapitalizm krizlerle ve sömürüyle ayakta…
İslâmcı dünya görüşünü yani bir zamanlar ülkemizdeki “Millî Görüş”ü bizimle birlikte savunanlar, bizimle aynı yollarda yürüyenler; ya “yeni bir ekonomi teorisi” oluşturmak ya da oluşturulan “Adil (Ekonomik) Düzen” teorisini benimsemek yerine…
“Faizci vahşi kapitalist” düşünce ve uygulamaları savunmuş, -‘faiz dünya gerçeğidir’ anlayışını benimseyerek, Millî Görüş gömleği yerine bu gömleği giyerek,- iktidar olur olmaz bunu uygulamaya başlamış, ‘çare ve çözümü’ bu sistemde bulmuşlardır!.. Yani; geçmişte kendileri için erişilmez sayılan “faizci kapitalist sistem” düzeyine ve düzenine kavuşur kavuşmaz, bunu yegane çözüm saymışlardır!.. SONUÇ olarak “faizci-tekelci-zalim-sömürücü vs ekonomik ve siyasi sistem” muhafazakarı ve uygulayıcısı kesilmişler; eski inançlarıyla değiştiremedikleri “zalim düzene” teslim olmuşlardır!..
Oysa…
- Bizim inancımızdan, kitabımızdan, kültürümüzden, medeniyetimizden ve diğer değerlerimizden kaynaklanan ve çağımız dünyasında var olan “katil komünizm” veya “vahşi kapitalizm” sistemlerine alternatif olacak bilimsel bir model üretmek mümkündür...
- “Adil (Ekonomik) Düzen” çalışanları, İslâm sistemini çağın gereklerine göre yeniden yorumlamış, tekelsiz ve sömürüsüz (faizsiz ticarete dayalı) ekonomi sistemini ortaya koymuşlar ve Millî Görüş Lideri Erbakan Hoca’nın önderliğinde dünyaya duyurmuşlardır... Sistem sadedir; mübadeleyi tekelsiz sermaye yapar, kredileşmeyi ise devlet faizsiz sistemle sağlar, verdiği hizmetler karşılığında vergisini alır...
- Çağımız dünyasında fiilen ABD, AB, Rusya, Çin ve Hint olmak üzere beş süper güç vardır; Güney Amerika ve Afrika ile İslâm ülkeleri de potansiyel güçlerdir...
- Türkiye bu süper güçlere katılmadan İslâm âlemini, Afrika’yı ve Güney Amerika’yı arkasına alarak dengeyi korumalı; sadece bir veya daha fazla süper gücün dünya hâkimiyeti ve tekel oluşturması önlenmelidir...
- Türkiye kendi sınırları içine hapsolmuş ve sadece kendi çıkarlarını gözeten bir ideolojiye sahip olamaz. Çok kimlikli ve çok kültürlü ama geleceğe yönelik beklentileri uyum içinde olan uluslara önderlik etmelidir. Birlikte olacağımız ülkeler kendilerini güven içinde hissetmeli ve bizi bir sömürgeci olarak görmemelidir. Kültür ve medeniyetimiz buna uygundur ama eskisi (Osmanlı) tekrarlanamaz; çağdaş yeni bir düzen üretmek zorundayız…
- Türkiye, “Hakkı Üstün Tutan Peygamberler Uygarlığı Sistemi” ile “müsbet ilimlerle insanlığı sanayide uygarlaştıran filozoflar uygarlığı sisteminin” SENTEZİ olan ‘yeni bir düzeni’ kendi ülkesinde uygulamalı ve insanlığa ‘örnek’ ve ‘önder’ olmalıdır…
***
Dünya değişti, daha da değişecek…
Farkında mısınız?
Dünya değişti, değişmeye devam ediyor; daha da değişecek...
İyi-kötü, adil-zalim algısı da değişiyor, daha da değişmeye devam edecek…
Oysa “siz/biz” hep kötüydünüz, hep çağdışıydınız, hep gericiydiniz!..
Neden kötüydünüz, neden gericiydiniz, neden yok sayılıyordunuz?..
Çünkü siz hep muhaliftiniz, hep küresel sistemin dayattığı “kapitalist-komünist” düzene karşı çıkıyordunuz, daima bu “zalim düzenlere” karşı söyleyecek sözünüz vardı, üstelik alternatif olarak sunduğunuz projeniz de vardı...
Çünkü siz İslâm’ı sadece mistisizme çevirmiyordunuz, mistisizmi de düzgün yaşamanın İslâm düzeninden geçtiğini söylüyordunuz...
Çünkü siz boş işlerle değil, insanlarla değil, sistemlerle uğraşıyordunuz...
Çünkü siz Kur’an’ı sadece yüzünden anlamayarak okumuyordunuz; her bir harfin değerini bilerek okuyor ve anlamlandırıyordunuz, üstüne üstlük bir de anlatıyordunuz...
Çünkü siz …
***
Evet…
İşte bu “ÇÜNKÜ”lerden dolayı siz “Millî Görüş Hareketi” mensupları, siz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” çalışanları; siz var ya siz…
Siz kötüsünüz, siz gericisiniz, siz yobazsınız, siz hayalcisiniz, siz ütopyacısınız...
Siz “YENİ BİR DÜNYA” deyip var olan dünya düzeninin tekerine çomak sokuyorsunuz…
***
Ama…
Dünya değişti…
Dünya daha da değişecek…
***
Artık senaryoyu bizim yazmamız gerekiyor...
İyi ile kötüyü biz tanımlamalıyız ve kötülere yapılacak ne varsa biz yapmalıyız…
Zulmün ve “zalim düzen”in karşısında adaleti ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i biz tesis etmeliyiz...
Bu kadar görev, fırsat ve imkân varken; artık üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirip yapmanın vakti gelmiştir...
Batı neden batıyor, Batı zulüm düzenleri neden yıkılıp çöküyor?..
Sovyetler Birliği’nden (SSCB) sonra…
Avrupa Birliği (AB) neden dağılma sürecine girdi?..
Üzerine güneş batmayan Büyük Britanya (İngiltere) dağıldıktan sonra, şimdi de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yaşamakta olduğu ve daha da yaşayacağı krizlerle neden dağılma sürecine girdi?..
Geçen yüzyılda yaşanan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ardından kurulan “dünya düzenleri” neden uzun ömürlü olamıyor?..
Bazı ülkelerdeki sözde renkli devrimler, son olarak bazı sözde baharlar bir anda neden kışa dönüşüveriyor?..
***
Çünkü…
Dünya değişti…
Dünya daha da değişecek…
***
Bugünkü faizci, tekelci, sömürücü, zalim düzen paradan para kazanma ve parayı piyasadan çekme düzenidir.
Halkın satın alma gücünü küçültme ve fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapma düzenidir. Bu faizci zalim düzen halkın satın alma gücünü sürekli olarak zayıflattığından malların satılmasını durdurur. Bu durum işsizliği ve açlığı doğurur...
Maldan yani üretimden kazanma ise millî stokları artırır, yatırımı sağlar.
Böylece tam istihdam sağlanır, tam istihdam refahı ve gerçek kalkınmayı getirir. Dengeli tam istihdam ise artan emeğe inşaatta iş bulmakla sağlanır. Ülkedeki artan emek gücü yatırıma yönlendirilir. Kamu yatırımı yatırımın beşte biri seviyesinde tutulur. Halka satın alma gücü sağlanırsa inşaat halka döner, ama yalnız devlet yatırımı ekonomide tıkanmaya sebep olur...
Devlet yatırımları ve yardımları geri dönmeyeceği için enflasyona sebebiyet verir.
Yatırımlar da halka satılmazsa enflasyon yapar. Yatırımlar hisse senetleri olarak halka dönmelidir. Kur’an bunun çözümünü getirmiş, işletme mülkiyeti ile yararlanma mülkiyetini ayırmıştır. İşletmeler uygun büyüklükte planlama ile düzenlenir. İnşaata katılanlar hisse sahibi olur ve kira paylarından yararlanır. İşletme ehliyetli kimseler tarafından yapılır...
Devlet bu kriterlere uyan işletmeleri oluşturur ama kendisi işletmez, onları özelleştirme yoluyla ‘halka’ devreder.
Devlet ‘işletmeci’ değil ‘kurucu’ olur. İşletmenin miras yoluyla küçülmesini engellemek için bunlar bir anonim şirket olarak yapılandırılır ve kurumlar vergisinden muaf tutulur. Miras yoluyla işletmedeki hisseler devredilir ve bölünme engellenir.
Devlet plan yapar.
Müteahhitler faizsiz kredi alarak inşaat yaparlar. Anonim şirket değil, yararlanma mülkiyeti ile özel mülkiyet. İşleten üründen kira payı verir. Devlet halka faizsiz sipariş kredisini verir, halk bununla cari ihtiyaçlarını karşılar. Lüks mallara kredi verilmemiş olur. Artan emeğe devlet çalışma kredisini verir. Herkese iş temin edilmiş olur…
***
Bu haftaki seminer notlarından
20.11.2011
ANAYASA!
“Şeriata dayanmayan, dört delile dayanmayan hiçbir sistem çözüm değildir, sistem değildir. Bu söz, bilhassa bugünkü anayasa çalışmalarında söylenecek yegâne sözdür.../ İlim adamları gerekçelerle bunları anlatmalı ve yazmalıdırlar...”
***
BATI MODELİ BİZE UYGUN DEĞİLDİR
“Cumhuriyet Batı modeli içinde kurulmuştur. Oysa Batı modeli iki bakımdan bize uygun değildir.
1) Birincisi, Batı modeli bize yabancıdır. Hakka değil kuvvete dayalı bir uygarlıktır. Oysa bizim uygarlığımız hakka dayalıdır.
2) Batı modeli düzen olarak artık yaşlanmaya başlamıştır. O düzen yenilikler yapamaz. O düzen yeni uygarlık doğuramaz. Yeni uygarlığı ancak iki uygarlığı sentez eden bir kavim doğurabilir. Bunu da bugün yapacak olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye bunu yapmazsa Cumhuriyet yıkılır, yeni cumhuriyet gelir, onlar yapar.”
***
TÜRKİYE’NİN SORUNLARINA ÇÖZÜM
“Örnek olarak AK Parti’ye teklifte bulunduk.
1) Asker-sivil ilişkisi ancak ordu komutanlarının doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması ve askerlerin sivillerin, sivillerin de askerlerin işlerine karışmaması ilkesiyle;
2) Terör ancak iç güvenliğin il yönetimlerine bırakılması ile;
3) Yargı bağımsızlığını hakemler usulü ile;
4) Basının millileşmesini Basın Kooperatifleri ile;
5) Dokunulmazlığı Yüksek Hakemler Kurulu ile;
6) Dış borçları kredileşme yoluyla;
7) İşsizliği “Çalışana/Emeğe Kredi” ile;
8) Köylerin boşalmasını “Tarım Senetleri” ile;
9) İmardaki yolsuzlukları devletin arsa ve projesi ile ve inşaat iştiraki ile;
10) Enflasyonu maldan kâr ile çözülebilir diyoruz.
Kulak vermiyorlarsa bundan meyus olup ümitsiz olmamalıyız.
Bir gün bu sorunlar çözülecektir.
Bugün birçok kimseler “ADİL DÜZEN”den meyus olmuşlardır.
AK Parti’nin gelmesi ve başarılı olması ile “ADİL DÜZEN”in gereksiz olduğu ortaya çıkmaktadır görüşünde olanlar vardır.
On sene önce “ADİL DÜZEN”in öldüğünü zanneden kardeşlerimiz vardır.
Bu kardeşlerimize sadece şu soruyu sorun:
Sizce rüşvet haram değil midir, vergi kaçırmak ve yalan beyanda bulunmak haram değil midir? Bunları yapmadan bugün yaşanır mı? O halde bunlarsız bir düzene ihtiyaç yok mudur?
“ADİL DÜZEN” on sene evvel öldü ise; demek ki Allah dünyayı zulümle idare edecektir!!!
Evet…
Kur’an diyor ki;
Ne kadar “Adil Düzen” öldü diyorlarsa da sen meyus olma, ümidini kesme, “ADİL DÜZEN” dipdiridir.”
***
“Yapacağımız (YAPMAMIZ GEREKEN) işler nelerdir?
1) “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmalıyız... On daireden oluşan her katta ayrı bir dil konuşan onar aile yerleştirmeliyiz... Bunlar sorunlarını soracaklar... Kur’an’dan istidlâl edilerek sorunlar çözülecektir.
2) Bütün mevzuat fıkhın hükümlerine göre yazılacaktır, mevcut maddeler fıkha göre yazılacaktır. a) Anayasada; b) Borçlar Kanunu; c) Medeni Kanun; d) Ticaret Kanunu; e) Kooperatifler Kanunu; f) İş Kanunu; g) Sosyal Güvenlik Kanunu; h) Hukuk Usulü Muhakeme Kanunu; j) Ceza Usulü Muhakeme Kanunu; i) İdare-i Muhakemeler Kanunu.
3) Bu kanunlar tüm dünya dillerine çevrilecek. “Adil (Ekonomik) Düzen” insanlığa tebliğ edilecek.
4) Üniversitemizden mezun olan kimseler işletmeleri işletecek şekilde yetiştirilecektir. Onlar aynı zamanda on sene içinde kendilerine gerekli olan sermayeyi de burada biriktirmiş olacaklar, gidecekleri memleketlerinde “Adil Düzen İşletmesi”ni kuracaklardır./ İşte böylece tüm insanlığa tebliğ yapmış olacağız. Yani bu âyetin başında söylenen “Kul/söyle” emri yerine getirilecektir. Bunun için ne yapmalıyız? Önce biz çalışmaya başlamalıyız… Ondan sonra da bununla ilgili kooperatif kurmalıyız... Bu kooperatif vakıf kurmalıdır... Kooperatif gelirlerini bu vakfa verecektir… Türkiye’de pek çok vakıf vardır. Bu vakıflar bu faaliyete yönlendirilmelidir.”
***
[Bu haftaki (637. Hafta) “Kur’an ve İlim Seminerleri” çalışmamızın “tefsir” kısmı on sayfadır; bu köşede sadece “bir sayfa” olarak derlediğim bölümü sunuyorum. Tamamına Not supported field expression! “Seminerler” kısmında ulaşabilirsiniz. Selam, sevgi, saygı ve dua ile…]
***
Senaryoyu biz yazalım, oyunu biz oynayalım…
21.11.2011
Dünya denen bir sahnede oyunumuzu oynuyoruz!
Bu oyunu, bu senaryoyu kim yazdı?
Bu oyunda biz neyiz; oyuncu mu, seyirci mi, yöneten mi, yönetilen mi?!.
Bir başka soru da şöyle:
Senaryo yazanlar mı yoksa sahnede oynayan aktörler mi belirleyici?
Cevap da dikkat çekici:
Genelde oyuncular ön planda gözükür ve kimse bu oyunu yazan biri var mı diye sormaz. Bu senaryolar sadece bazı olaylarla sınırlı değildir...
*
Mesela Suriye, mesela Libya, mesela Mısır ve diğerleri…
Mesela renkli devrimler, mesela Arap Baharı, mesela Amerikan sonbaharı, mesela iflas eden Avrupa ülkeleri İzlanda, Yunanistan (sıradaki İtalya, İspanya, Portekiz, Fransa, …) ve diğerleri…
Mesela işgal edilen Irak ile Afganistan ve sıralarını bekleyen diğerleri…
Mesela çöken SSCB, çökmekte olan AB ve sıralarını bekleyen diğerleri…
Mesela çöken komünizm (veya -bazı itirazlara rağmen- sosyalizm), çökmekte olan kapitalizm ve sıralarını bekleyen diğerleri…
Mesela çökmekte olan bir medeniyet ve yeni yeni oluşmakta olan Yeni Bir Dünya, kurulmakta olan 1000 yıllık yeni bir medeniyetin ilk 100 yılının yaşanan ilk 10 yılı…
***
Türkiye denen ülke dünya sahnesinin ve oynanan oyunun neresinde?..
Türkiye bu sahnede senaryo yazan mı, yoksa yazılan senaryoyu oynayan mı?..
Türkiye yolların kavşak noktasında olduğunun, kıtaları birleştiren ana merkezde konuşlandığının, kültür ve medeniyet köprülerinin beşiği bulunduğunun, yeni 1000 yıllık medeniyeti inşa etmek üzere yetiştirilip görevlendirildiğinin farkında mıdır?!.
Türkiye; dünya sahnesinde bugün var olan ve son birkaç asırdan beri oynanan “Kuvvete Dayalı Zalim Düzen” oyunun yerine…
Senaryosunu yazmak ve oyunun baş aktörü olmak üzere “HAKKA DAYALI ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” oyununu oynamakla görevli olduğunun farkında, ferasetinde, bilgisinde, bilincinde, idrakinde, şuurunda vs. midir?!.
*
Tamam…
Yeni Bir Dünya…
Yeni bir dünya düzeni…
Yeni bir ‘İnsanlık Anayasası’…
Yeni bir ‘Bin Yıllık Hak Medeniyeti”…
Yani…
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ve “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”…
Ama nasıl?!.
Dediğinizi duyuyorum; duyar gibi oluyorum ve cevabını veriyorum…
*
Suni devletler yazılan senaryoları oynarlar...
Gerçek devletler kendi senaryolarını yazar ve başrolde oynarlar…
“Mesela Suriye” demiştik, yazımızın başında…
Aslında ‘Suriyeliler’ diye bir halk yoktur, ‘Suriye’ diye bir devlet de yoktur...
Geçen yüzyılın başında ‘İngilizler’ denen birileri tarafından yazılan senaryo, cetvelle çizilen sözde sınırlar, adına ‘Suriye’ denen suni ülke ve bugüne uzanan ‘sonuçları’ vardır…
Türkiye şimdi bu yazılan yeni senaryonun ve oynanan yeni oyunun neresinde?!.
***
“ADİL DEVLET VE DÜNYA DÜZENİ” yapılanmasına göre yapılması gerekenleri kısaca hatırlatalım:
İnsanlık yüze yakın ülkelere…
Ülkeler yüze yakın illere…
İller yüze yakın bucaklara…
Bucaklar yüze yakın ocaklara ayrılırlar...
Doğal yapıları buna müsaittir...
*
Ocaklar birlikte yaşarlar…
Bucaklar birlikte çalışırlar…
İller birlikte iç güvenliği sağlarlar...
Ülkeler dış savunmayı yaparlar...
İnsanlık uygarlaşmada birleşir...
*
Bugünkü suni devletçikler bu bölünmelerin acemice olması veya maksatlı yazılan senaryoların uygulanması sonucunda doğmuştur…
Suriye gibi sorunların ana sebebi de budur...
***
Sonunda hep halk galip gelir
Reşat Nuri EROL
22.11.2011
Irak ve Afganistan’ın işgalini bu ülkelerin halkı mı istiyordu?..
Yoksa…
Bazı ülkelerdeki renkli devrimleri bu ülkelerin halkı mı gerçekleştirdi?..
Yoksa…
Tunus, Mısır, Libya ile başlayıp Suriye gibi diğer bazı Arap ülkelerinde farklı şekillere bürünen ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç, bu ülkelerdeki halkın “demokrasi ve özgürlük talebi ve buna karşı koyan diktatörler arasındaki mücadele” sayılıyor. Yani belirleyici olanın “halk” olduğu kabul ediliyor. Peki, bu ülkelerdeki halklar, yüz yıl öncesinden itibaren Osmanlı Devleti’nden kendi istekleriyle mi ayrıldılar?..
Yoksa…
*
Bizim bu konudaki hükmümüz şöyle:
Suni müdahaleleri halk zamanla kendi iç yapısında değiştirerek “yeni sonuç” ortaya çıkarır...
Araplar -Mısır örneğinde görüldüğü üzere- yeniden direnmeye geçti…
Suriye’de neler olacağını hep beraber göreceğiz…
Bu suni ve dışarıda planlanıp uygulanan senaryolar açısından bakıldığında şu sonuca varılıyor: Bireysel tercihler üst üste yığılıp toplumsal talebi gerçekleştiriyor, biriken talepler halkı harekete geçiriyor ve bu ülkelerin, bunların toplamı da dünyanın geleceğini belirliyor... Yani kişiler ya da halk istiyor, toplumsal talep doğuyor, dünya da buna göre şekilleniyor...
*
Biz bu konuda da farklı düşünüyoruz:
Hâkim güç bir şey yapar, “halk” ona uyar gibi görünür ama içten içe direnir; fırsat kollar, sonra “yeniliklerle” yeniden ortaya çıkar, “Sosyal Evrim” böyle olur.
Bugün gelişmeler böyle oluyorken, geçmişteki durum daha başkaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hangi Avrupa ülkesinin liberal, hangisinin komünist olacağına ABD ve SSCB karar vermiş, Türkiye de kendisine takdir edilen yerini almıştı...
Bize göre ise;
İkinci Dünya Savaşı sonrasında tekel sermaye dünyayı ikiye böldü, soğuk savaş dönemini başlattı, dünyayı timsahın iki çenesi mesabesindeki “kapitalist” ve “komünist” bloklara böldü, yutmak için hazırlıklar yaptı ama yutamadı...
***
Dünyadaki “siyaset çarkı” yukarıda özetlendiği gibi dönüyorken, “ekonomi çarkı” da benzer bir durumdadır. İflas eden ülkeler, batan şirketler ve bankalar, bunları kurtarmak için yapılanlar, ülkelerini güya yöneten partilerin, liderlerin ve yöneticilerin durumları…
Yani…
Siyasi alanda olduğu gibi ekonomik alanda da güya liberal düşüncenin öngördüğü süreç yaşanmakta, ekonomi de kendi tabii akışı içinde akıp gitmektedir...
Oysa…
Epey zamandan beri tekel sömürü sermayesi ‘karşılıksız doları’ uluslararası ‘para’ olarak kabul ettirmiş; yakın zamanda siyasi hakimiyetini kaybetmeye başladığı halde ‘dolar’ halen insanlığın tek parasıdır; ekonomi imparatoru -özel- ABD Merkez Bankası’dır.
Madem ABD’den ve onun Merkez Bankası’ndan söz ettik, konuya biraz daha açıklık getirelim: ABD dünyadaki ekonomik sorunun ne olduğunu biliyor ve bunu çözmek için bir proje mi uyguluyor, yoksa her sabah borsadaki ve kurlardaki hareketlere bakıp günlük davranışlar mı sergiliyor?
ABD Başkanı Obama önüne konan seçeneklerden birini seçip uyguluyor mu, hangisinin iyi olduğunu anlayacak kapasitesi var mı?
Yani halkın seçtiği kişi her şeyi bilir mi, yoksa bu kararı veren güç başka ve o sadece uygulayıcı mı?
Dünyadaki “para sistemi” böyle mi devam edecek, yoksa “yeni bir para sistemi/düzeni” mi olacak?
Duruma bakılırsa, dünyadaki ekonomi planlamasını tekel sömürü sermayesi yapıyor, hükümranlığını sürdürüyor ama krizleri ve sorunları da bir türlü çözemiyor...
***
Özetlersek:
Kendini yegâne hükümran gibi gören sermaye veya kendilerini güçlü gören ülkeler geleceği planlayıp bunun gerçekleşmesine çalışır; yani olayları ve gelişmeleri güçlü olanlar planlayabilir, bu arada kendilerince ikili oynayarak denge de kurabilirler...
SONUÇ olarak olaylar ve gelişmeler tekel sömürü sermayesinin planından ibarettir, tek süper güç vardır; tekel sermaye! Sahnede görünen diğer güçler onun sadece maşasıdır.
Ne var ki bir de ‘halkın direnişi, halkın gücü’ vardır ve sonunda hep o galip gelir.
***
İmanda ilim, amelde içtihat
Reşat Nuri EROL
28.11.2011
Okumadan anlaşılıp yazılamıyor, karşılıklı konuşmadan da anlaşılıp anlatılamıyor, yaşanmadan tecrübe kazanılamıyor, ilmî çalışma yapılmadan da ilim elde edilemiyor…
Hepsinden daha önemlisi şu:
Bir devlet, bir düzen, bir sistem, bir medeniyet yetersizleşip ihtiyaçları karşılayamaz, sorunları çözemez, hattâ devletin, düzenin, sistemin bizzat kendisi sorunların ana kaynağı hâline gelmeden yenisi ve alternatifi düşünülemiyor…
Düşünülmeyince veya düşünülemeyince de gereği yapılmıyor; yapılamıyor...
Bu alanda yapılan çalışmalar ise ya gereksiz görülüyor veya tam bir akıl tutulmasıyla karşılanıyor…
*
“Kör-sağır-dilsiz” davrananlar ise adeta bir felaketin habercisi trafik levhaları gibiler!
Ne diyelim; sünnetullah böyle, sosyal kanunlar böyle, dünya hayatı işte böyle bir şey!
Demek ki “SOSYAL TUFAN” mutlaka yaşanacak, helâk olması gerekenler helâk olacak, o çağın Nuhun Gemisi her ne ise sadece ona binenler felaha erip kurtulacak...
Bize göre bu çağın Nuhun Gemisi “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”dir.
Bu gemiyi mutlaka inşa etmek zorundayız.
Bu gemiyi inşa eden topluluk kurtulacak, diğerleri sosyal tufanda yok olup gideceklerdir; aynen tarihte tekerrür ettiği gibi.
Ne dersiniz…
İnsanlık tarihi ibret almayan kavimlerin tekerrür tarihinden ibaret değil mi?
***
İster Türkiye’ye, ister dünyadaki süper güç, gelişmiş, az gelişmiş veya geri kalmış herhangi bir ülkeye bakın, fark etmez.
Sömürenler sömürüyor, sömürülenler sömürülüyor ama sonuç olarak bir köy kadar küçülen çağımız dünyasında hepsi aynı köyde yaşıyor, hepsi aynı batmakta olan gemide seyahat ediyor, hepsi aynı çağdaş sorunları yaşıyor...
Ülke ekonomileri bütçe açıkları ve dış borçlarla ayakta tutuluyor...
Ani iflaslar, ani krizler, ani çöküşler her gün ve her an kapıda...
Dünya düzeni ise zaten tam bir “Sosyal Tufanlar” deryası...
Bu dünya düzeni, bu zalim düzen ve bu zalim düzendeki rejimler, devletler, ülkeler, yönetimler, hükümetler ve halklar bu halleriyle daha ne kadar ayakta kalabilirler ki?!.
Nitekim kalamıyorlar…
Dünyanın doğusunda da batısında da düzenler, devletler, hükümetler yıkılıyor…
Yerlerine gelenler de dertlere deva olamıyor…
Dünya kısır bir döngüde, insanlık fasit bir dairede dönüp duruyor…
Ama bu gidişat daha ne kadar devam edebilir ki?!.
İşte…
Dünyadaki gelişmelerin ve varılan noktanın kısaca özeti böyle.
Ama bunun daha fazla böyle devam etmesi mümkün mü?!.
Biz neyi hatırlatıyor ve ne diyoruz:
Bu böyle gitmez!
***
Yeni bir sosyal yapı, yeni bir sistem, yeni bir düzen bir ihtiyaçtan doğar.
Eskisi ömrünü tamamlar, çekip gider.
Yeni yapı, yeni sistem, yeni düzen, hattâ yeni medeniyet gelir.
Feodalite, hanedanlıklar, imparatorluklar ve diğer yapılar sermaye tarafından tasfiye edilmiştir.
Sermaye görevini tamamladı, şimdi sıra sermayenin kendisinin tasfiyesine gelmiştir.
Bunu yeni demokratik feodalizm veya “hicret demokrasisi sistemi” yapacaktır.
Bu da “yerinden yönetim” sistemidir...
Ülkeler illere ayrılacak bağımsız olacaklar…
İller bucaklara ayrılacak ve bağımsız olacaklar...
Gerçek “yerinden yönetim sistemi” budur.
*
Yazımızın en başında, “ilmî çalışma yapılmadan ilim elde edilemiyor” dedik.
İslâmiyet’te ispatlanamayan şeyler ilim olmaz ve imanın konusu da olmaz.
Dünya ilim yapmayan cahillerle dolu!
Bu durumda hayat yalnız var olan ilme yani ilimsizliğe dayanamaz.
İlmini tam olarak yapıp kesin ispatını yapamadıklarınızı da içtihatla tahminde bulunursunuz.
Onun kesin doğruluğunu iddia edemezsiniz ama onunla amel etmekle mükellefsiniz.
İmanda ilim, amelde içtihat.
***
BİTMEDİ…
YAZMAYA DEVAM EDİLECEK…