YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
BEŞİNCİ KİTAP
GELECEĞİN
DÜNYASI
1977’den-1997’ye…
REŞAD NURİ EROL
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
BEŞİNCİ KİTAP
YARIM KALAN KİTAP!
(5 kitap daha var! RNE)
1. KİTAPTAN BİR BÖLÜM…
BİZLER BU MESELENİN MERHALELERİNİ ÇOK İYİ BİLİYORUZ:
1- ÇOK YAKIN GELECEK…
2- YAKIN GELECEK…
3- BİR NESİL SÜRELİ GELECEK…
4- ÜÇ-BEŞ NESİL SÜRELİ GELECEK…
5- UZAK SÜRELİ GELECEKLER;
....a) YARIM YÜZYILLIK GELECEK…
....b) BİR YÜZYILLIK GELECEK…
....c) BİRKAÇ YÜZYILLIK GELECEK…
....d) BİN YILLIK GELECEK...
Ve…
BÜTÜN BU GELECEK MERHALELERİNİN GEREKTİRDİĞİ
PLANLAMA VE DÜZENLEMELERİ YAPMAK...
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
AKEVLER HAREKETİNİN DÖNÜM NOKTALARI TAKVİMİ
1967 --- AKEVLER resmi olarak kuruldu…
1969 --- 1969 SEÇİMLERİ VE “BAĞIMSIZLAR HAREKETİ”…
(KONYA: Necmeddin Erbakan; İSTANBUL: (İzmir’den) Ö.Faruk Yeğin; AYDIN: Süleyman Karagülle)
1970 --- MNP kuruldu…
AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu / Dergâhı kuruldu…
1972 --- MSP kuruldu…
(Süleyman Karagülle Kurucu İzmir İl Başkanı; Reşat Nuri Erol Gençlik Kolları Başkanı…)
1973 --- MSP genel seçim başarısı ve CHP ile hükümet ortağı olması…
(Süleyman Karagülle İzmir İl Başkanı ve Milletvekili Adayı, M.Gündüz Sevilgen Manisa Milletvekili!..)
TEK YOL dergisi yayımlandı… (Süleyman Karagülle, M.Gündüz Sevilgen, Reşat Nuri Erol…)
1975 --- AKYOL Neşriyat ve Matbaacılık kuruldu…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol, Mehmet Çakır…)
AKYAY KAYNAK Yayınevi kuruldu…
(Fehmi Koru ve BİZ dâhil 10 arkadaş…)
1976 --- AKEVLER, Necmeddin Erbakan'a ‘İLK’ Model/Sistem takdimi…
(Süleyman Karagülle, M. Adil Aktuğ, Reşat Nuri Erol…)
1977 --- ABAM kuruldu
(Süleyman Karagülle ve Prof. Dr. Arif Ersoy başkanlığında ilmî heyet…)
AKEVLER Dergisi / Haftalık Bülteni yayınlanmaya başlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol ve diğer Çalışma Arkadaşları…)
KİTAPLAR / ilk önemli kitaplar kendi yayınevlerimizde yayımlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol (AKYOL), Fehmi Koru (KAYNAK) ve …)
1983 --- RP (Refah Partisi) kuruldu…
1985 --- ÖZDEMİR ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI harekâtı başladı…
1986 --- ABAM üyeleri, Necmeddin Erbakan'a sistemlerini takdim ettiler…
(Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Reşat Nuri Erol, Ali Erişen, Ali Sayı ve …)
10 ABAM üyesi, İstanbul İSAV'da; 'Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli'
tebliğlerini sundular… (Tebliğler İSAV tarafından “KİTAP” olarak yayımlandı…)
1987 --- “ADİL DÜZEN” ÇALIŞMALARI olgunlaşmaya başladı…
1981-1988 --- (Reşat Nuri Erol’un Arabistan yılları…)
1990 --- İstanbul'da SOBAM ve RP bünyesinde ilk 'ADİL DÜZEN Çalışmaları'
1991 --- SÜLEYMAN KARAGÜLLE Orta Asya/ Kırgızistan'a “HİCRET” etti…
Yeni “KİTAPLAR” yayımlanmaya başlandı…
(“FAİZSİZ BANKA”, “SOSYAL DENGE” kitapları ve diğerleri; İz ve İşaret yayıncılık…)
Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir seçimlerde Çorum ve İstanbul’da aday oldular…
1994 --- AKEVLER - ABAM mensubu Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir, Mahalli Seçimlerde Çorum ve İzmir'den aday oldular; Arif Ersoy Çorum Belediye Başkanı seçildi…
1995 --- ABAM ve AKEVLER Ekibi,
YENİ BİR HAZIRLIK, TEBLİĞ VE DÂVET HAMLESİ başlattı:
* İlmî * Dinî * Siyasî * İktisadî
ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bir önceki sayfada, “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın bazı dönüm noktaları var…
BU KİTAPLAR, Bu 10 KİTAP, Üstadımız Süleyman Karagülle’nin “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabı tarafımdan “Yayına Hazırlandığı” yıllarda yazılmaya başlandı…
Yani; artık kırk yılı aşan “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın tam orta yerinde;
1990’lı YILLARIN BAŞINDA YAZILMAYA BAŞLANDI…
1991 (20 Ekim) Türkiye Genel Seçimleri öncesinde, Refah Partisi İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevindeydim ve o dönemde ana sloganımız, ana söylemimiz “ADİL DÜZEN” idi; “ADİL DÜZEN” diyorduk ama her anlatan “İSLÂM” olarak bildiklerini anlatıyordu…
Bu tarihten bir-iki yıl öncesini ve sonrası ile o yıllarda yoğun olarak yaşadıklarımızı burada yazacak değilim… Ama yazmayı planladığım ve sadece bir kısmını yazabildiğim veya yazabileceğim bu bölümler/kitapçıklar veya KİTAPLARDA, o dönemle ilgili, daha doğrusu o dönemde yaşadıklarımızla ve durumumuzla ilgili “ÇOK ŞEYLER” bulacağınızı söyleyebilirim…
Aniden “İstanbul Milletvekili Adayı” olma kararımdan vazgeçtim, o zamanki RP İl Başkanı R. Tayyip Erdoğan ile yaptığım özel görüşmede kararımı bildirdim ve “ADİL DÜZEN” merkezli çalışmalara; Üstadımızın o zamanki isimlendirmesiyle, “YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…” çalışmalarımıza yöneldim…
“İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” yani Prof. İlhan Arsel’in “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına / Şeriat Devletinden Lâik Cumhuriyete” 850 sayfalık kitabına “REDDİYE” olan (iki ciltlik, büyük boy, 1200 sayfalık) KİTABIMIZI yayına hazırlamaya başladım; tam iki yıl çalışmalarımın ana merkezi sadece buydu…
Evet; sadece “BU KİTAP” ve “DİĞER KİTAPLAR” yani bu “10 KİTAP”…
İşte bu yoğun çalışma esnasında bir de “10 KİTAP KONUSU VE METİNLERİ” de oluşmaya başladı… Yoğunlaştıkça, çalışma arkadaşlarımızla görüştükçe, o dönemde bazı şeyleri yaşadıkça ve özellikle de o yıllarda Kırgızistan’da “MUHACİR” olan Üstad Süleyman KARAGÜLLE ile görüşüp yazıştıkça; değişik konular kendiliğinden gelişiyordu… Bunları kısa veya uzun bir şekilde değerlendirmek veya kitaplaştırmak düşüncesi oluşuyordu…
Bu gelişme ve düşüncelerle yazılabildiği kadarıyla yazılanlar yazıldı ve bilgisayarımın en ücra köşeleri ile birkaç yakın ÇALIŞMA ARKADAŞIMIZIN bilgisayarında, gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemeye başladı… Bugünlerde, 2003-2004 yıllarından itibaren Millî Gazete’de “günlük” olarak yazdığım köşe yazılarını kitaplaştırmaya başlayınca; Ali Bülent Dilek kardeşimiz, 1990’lı yıllarda yazılanları da artık gün yüzüne çıkaralım deyiverdi…
Yıllara göre tasnif edebildiğim Millî Gazete’deki köşe yazıları da “10 KİTAP” oluyor… Şimdilik Not supported field expression! sitemizin sadece “KİTAPLAR” bölümünde yayında olacak…
Üstad Süleyman Karagülle bu kitaplar için bence çok önemli bir “TAKDİM” yazısı yazınca, 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda (60’lı yıllar da var) yazdıklarımızı da hatırladım…
Hatırlamakla kalmadım…
Onları da yavaş yavaş ve olabildiğince “KİTAP” hâline getirmeye başladım…
Üstad Süleyman Karagülle’nin de o zaman (1994) yazdığı bir “TAKDİM” yazısında ifade ettiği üzere; o dönemde yaşadıklarımızın etkisiyle olacak, gerçekten de çok farklı, çok değişik ve bazı yönleriyle ilk defa denebilecek bir üslup ve tarz denemeleri yapmışım…
O üslubun ve tarzın kendiliğinden oluşan samimiliğine hiç dokunmadım…
Olabildiğince ve içimden geldiği gibi aktarmaya gayret ettim…
YAZDIKLARIMIZDA FARKLI ŞEYLER bulacaksınız…
KİTAPLARIMIZDA bilmediklerinizi bulacaksınız…
Yazacak ve anlatacak daha çok şey var ama…
Şimdilik “MARUZATIM” bu kadar!
İyi okumalar dilerim…
Selam… Sevgi… Saygı… Ve dua, dua, DUA ile…
İstanbul, Kasım 2012
Reşat Nuri EROL
T A K D İ M
İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.
YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.
İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.
YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.
HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.
İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.
Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:
a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.
b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.
c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.
d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.
Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...
Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.
Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.
Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.
*
1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...
NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...
Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...
Açıkça ifade ediyorum;
Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.
İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.
*
REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.
ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.
Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.
OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.
*
REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.
Bu durum sakın sizi yanıltmasın.
YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.
Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.
BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...
MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...
REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…
BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...
KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...
Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...
İstanbul, Kasım 2012
Süleyman KARAGÜLLE
***
GELECEĞİN
DÜNYASI
“GEÇMİŞ SADECE BİR ÖNSÖZDÜR.”
OLİVER STONE
Ö N S Ö Z
Bin yıllık uzun bir gelecek düşünüldüğünde;
İçinde bulunduğumuz yüzyılda yıllar çabuk geçiyor...
Hele, insanlığın son iki yüzyılı göz önüne alındığında;
Sürat asrında olduğumuzdan mıdır nedir, sanki yıllar daha çabuk geçiyor gibi!..
Geçmiş, bugün, gelecek, değişim ve sürat…
Elbette ilk insandan beri yeryüzünde sürekli olarak akıp giden yıllarla birlikte, dünya ve hayat şartları da değişmiştir…
Ancak…
Son yılların ve yüzyılın en özgün niteliği, değişimin de değişmesi ve hızlanmasıdır.
Denilebilir ki, yaşlı dünyamız son yüzyılda, bu yüzyıla gelinceye kadar geçirdiği hayattan daha fazla bir değişim yaşadı.
19. yüzyılın başlarına kadar kaplumbağa hızı ile değişen dünya, yaşamakta olduğumuz bu yüzyılın ilk çeyreğinden sonra değişim alanında tavşan hızı ile hızlanmaya, son elli yılda ise füze süratinde değişmeye başladı.
Dünyadaki değişmelerin hızı da, niteliği de değişti.
Artık eski çağlar ile mukayese edildiğinde, çok farklı bir dünyada yaşıyoruz.
Bu baş döndürücü hızdaki değişim devam ettiği sürece;
Geleceğin dünyası, geleceğin sistemi, geleceğin düzeni daha da farklı olacaktır.
Ama…
Ne olacaktır?..
Nasıl olacaktır?..
Nasıl olmalıdır?..
Hızlı değişim, beraberinde yeni durumlar ve buna bağlı olarak yeni kavramlar da getiriyor...
Çağımızda gündemi oluşturan bu kavramların başında globalleşme ve bloklaşma geliyor...
Globalleşme ve bloklaşma, günümüz dünyasında ekonomik, politik ve sosyal tercihlerin önde gelen belirleyicisi konumuna geçti...
Bu kitabımızda bu ve buna benzer konuları ele alacağız...
Peki…
Yeni durum böyleyse…
Bu durumda, globalleşme ve bloklaşma açısından bakıldığında…
Geleceğin dünyası nasıl olacaktır?..
Nasıl olmalıdır?..
Bu değişimler ve değişimin de değişmesi veya değişiyor olması karşısında, insanımızın, bütün insanlığın ve geleceğin dünyasının durumu nedir?..
Ne olacaktır?..
Nasıl olacaktır?..
Nasıl olmalıdır?..
Sorular.. sorular.. sorular...
Cevap verilmesi zor sorular...
Aynı zamanda, cevap aranması ve;
Cevap verilmeye çalışılması gereken sorunlar...
***
GEÇMİŞTEN GELECEĞE DOĞRU
BİR YAPRAK
Bu kitabımızdaki konu, ilk defa 1977 yılında, Üstat Süleyman KARAGÜLLE tarafından İzmir'deki bir konferans vesilesiyle ele alındı...
Daha sonraki yıllarda da, zaman zaman doğrudan veya dolaylı olarak, konu sürekli olarak gündemimizi işgal etti...
Konferans vesilesiyle yazılan notlar, 'AKEVLER' bülteninde yayımlandı ve tozlu raflara terk edildi...
Kitabın sonunda açıklayacağımız bir vesileyle, yirmi yıl sonra aynı konu hatırlandığında, yola bu notlardan çıkıldı...
Sonra, arkası gelmeye başladı...
Yavaş yavaş bir kitap oluşmaya başladı...
Konu,
1977 AKEVLER bülteninde,
Bendeniz tarafından şöyle “TAKDİM” edilmiş:
GEÇMİŞ - HÂL ve İSTİKBÂL
Her devresi ayrı bir ihtişam manzumesi, bin yıllık şanlı bir geçmiş...
Eşsiz bir medeniyetin banisi, asırların kazandırdığı tecrübelerle haşır neşir olmuş olan bir millet...
Ve bu millete Cenabı-ı Allah'ın lütfettiği cihangir ruh, kabiliyet, basiret, feraset, sabır, azim, tevekkül... gibi nice vasıflar yanında;
Her zaman medeniyet beşiği olmaya namzet, hatta mecbur Dünya'nın adeta merkezinde uzanan zengin, bâkir, yedi iklimin hükümran olduğu topraklar:
ANADOLU...
Mücadele ve mücahedeyi sürdürecek vasıflara sahip olan MİLLET;
Milletin stratejik ve coğrafî olarak sahip bulunduğu eşsiz TOPRAK;
İnsanoğlunu iki cihanda ebedî saadet ve selâmete ulaştıracak aksiyon, hareket, davranış stratejisi ve biricik hayat nizamının KİTAB ve KILAVUZU;
KUR'ÂN-I KERÎM ve Hz. MUHAMMED (s.a.v).
Millet olarak bize yüklendiğini -hiçbir katı iddiaya saplanmadan ve bunun böyle olduğunu burada ispat etmeye yönelme ihtiyacı hissetmeksizin- sadece hissettiğimiz, büyük yükün altında ezilip yok olmadan; tekrar doğrulup ayağa kalkmak ve millet olarak kaderimizin bize çizdiği yolda yeniden yürümek zorundayız.
Topluluklar, cemiyetler, milletler, velhâsıl tüm insanlık, düşünceleri ve düzenleri 'dünkü geçmiş bir dünya'ya ait olmakla beraber, 'yeni bir dünya'da yaşıyorlar. Bu durum ise, insanların neden ümitvâr olduklarını ve bunun yanında neden felâket girdaplarında çırpındıklarını izah eder.
Bu izah çerçevesinde, millet olarak bize düşen görevi yerine getirmek ve geleceğin dünyasında 'yeni dünya'nın sabırsızlıkla beklediği “düzen”i, Millî Görüş açısından önce kendi ülkemizde ortaya koymak zorundayız.
Bu düşünce, görüş ve inanç manzumesi ışığında; ihtiyarlayıp çökmüş olan medeniyetimizi yeniden kurup canlandırmalıyız.
Yıkılan bir medeniyetin harabeleri arasında ilelebet yaşanmaz ki!..
Mutlak surette, irfana dayalı olarak 'İkinci İslâm Medeniyeti'ni yeniden hükümran kılmalıyız.
Bu sayıda yayınladığımız konferans hülâsası 'Geleceğin Dünyası'nı bu açıdan da ele alıp değerlendirmeliyiz.
R.N.E.
GELECEĞİN DÜNYASI
Gelecek, insanın geleceği, insanlığın geleceği...
Sözkonusu olan bizim yani bütün insanlığın geleceği...
İnsanlar ele alacağımız bu konuları hep merak edegelmişlerdir.
İnsanlık tarihi boyunca;
Peygamberler gelmiş ve gelecekten haber vermişlerdir...
Filozoflar gelmiş ve onlar da gelecekten haber vermişlerdir...
Peygamberlerin dedikleri ve haber verdikleri hep doğru çıkmıştır...
Filozoflar ise fikirlerinde ve verdikleri haberlerinde genellikle yanılmışlardır.
PEYGAMBERLER VE GELECEĞİMİZ
Bu konuda örnekler verebiliriz:
HAZRETİ MUSA (a.s.) Mekke'de Araplar arasından bir peygamberin çıkacağını ve bu peygamberin savaşarak dünyaya dinini yayacağını, bu peygambere büyük bir kitap verileceğini haber vermiş ve Tevrat'ta da yazılı olan bu haber sonradan gerçek olmuştur.
HAZRETİ İSA (a.s.) da aynı şekilde kendisinden sonra bir peygamberin geleceğini, bu peygamberin kendisinin söyleyemediği birçok hakikatleri söyleyeceğini, dünyanın merkezinin (Mekke’nin veya İstanbul’un veya Roma'nın) fethedileceğini bildirmiş ve bunların hepsi gerçekleşmiştir.
HAZRETİ MUHAMMED (s.a.v.) ise kendisinin son peygamber olduğunu ve kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini, yeni bir ilâhî kitabın inmeyeceğini, İstanbul'un fethedileceğini, Romalıların Perslere karşı galip geleceğini ve bunlara benzer birçok şeyi haber vermiş; bunların hepsi de vakti gelince gerçekleşmiştir.
'PEYGAMBERLER SİSTEMİ' diyebileceğimiz ve büyük peygamberlerin getirip uygulamış oldukları 'HAKKA DAYALI DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne dayanan sistem ve medeniyetler, hep bu peygamberlerin haber verdikleri ve öngördükleri şekilde gerçekleşmiştir.
FİLOZOFLAR VE GELECEĞİMİZ
Filozoflarla ilgili olarak da iki örnek verelim:
AUGUST COMT insanların başlangıçta çok tanrılara taptıklarını, sonra gittikçe gelişerek tek Tanrı’ya tapmaya başladıklarını…
Şimdi yani çağımızda ise artık akla tapacaklarını iddia etmiştir.
Gerçi tanrısız bir din olan ateizm (tanrısızlık) bir ara moda hâline gelmiştir ama bugün bu kehanetin tam tersine bir gidiş başlamış, insanlar yeniden tek Tanrı'ya doğru yönelmiş ve O'nun varlığında birleşmeye çalışmaktadırlar...
Dolayısıyla August Comt'un kehaneti tutmamıştır.
MARX ise ileri sürdüğü kehanetinde savaşların ve çekişmelerin kaynağının din, aile, milliyet ve mülkiyet fikirlerinin olduğunu iddia etmiş; eğer bu dört müessese ortadan kalkarsa dünyanın cennet olacağını, savaşların kalmayacağını ve devlete de gerek olmayacağını bildirmiş; kurduğu 'tarihi materyalizm felsefesi' ile dünyanın komünist olacağını ileri sürmüştür.
Rusya'da ihtilâl olunca Marksizm sistem olarak benimsenmiş ve uygulanmak istenmiş, ancak başlangıçta aile ve milliyete dokunulmamış, fakat mülkiyette sadece devlet mülkiyeti ve sosyalizm şeklinde değiştirilmiş ama temelde yine benimsenmiştir.
Sadece din düşmanlığı kayıtsız şartsız uygulanmak istenmiştir.
Fakat İkinci Dünya Savaşı yıllarında Stalin Allah'ın emrine itaat etmiş ve dini serbest bırakmak mecburiyetinde kalmıştı.
Böylece Allah Stalin'e şöyle bir görünmekle bile ateizm ve komünizmi yenmişti.
Şimdi ise artık Rusya'da hiç kimse aile ve milliyet düşmanlığından söz etmiyor.
Mülkiyet ise artık liberalizm denecek bir seviyede benimsenmiştir.
Dinin ise resmen serbest bırakılacağı bildiriliyor...
PEYGAMBERLERİ DİNLEMELİYİZ
Verdiğimiz bu misâllerden de açıkça anlaşılmaktadır ki;
Geleceğimiz hakkında düşünürken…
Filozoflara değil de PEYGAMBERLERE kulak vermek durumundayız...
Çünkü…
PEYGAMBERLERİN her dediği ve haber verdiği konu doğru çıkmış;
FİLOZOFLARIN ileri sürdükleri fikirler ise tesadüf kanunlarının ötesine geçememiştir.
Ancak…
Bugün bu konuda bir problemimiz ve zor diyebileceğimiz bir durumumuz vardır...
Artık peygamberler gelmeyeceğine göre, onlara gelen vahiy de gelmeyecektir...
Bu durumda sadece Kur'an'da bize bildirilenlerle yetinmek ve bu kaynaktan yararlanmak durumundayız...
Bunu gerçekleştirirken de;
Geleceğimizi “aklımızı kullanarak” tesbit etmeye çalışacağız demektir...
Ancak…
Sadece aklımızı kullanarak bu meseleyi çözmeye çalıştığımızda, biz de filozof olur ve eski filozoflar gibi hata etmiş oluruz.
O halde ne yapmalıyız?
Tamam…
Elbette aklımızla geleceğimizi tayin etmeye çalışmalıyız...
Geleceğimiz için bunun dışında başka bir çaremiz ve çıkar yolumuz yoktur.
Ancak…
Bunu yaparken yani aklımızı kullanarak geleceğimizi tayin etmeye çalışırken, dikkat etmemiz gereken bir husus vardır.
Biz aklımızı peygamberlerin görüşleri ve yolları ile kontrol etmeliyiz. Yani öyle bir düşünme yolu ve metodu takip etmeliyiz ki, vardığımız sonuçlar peygamberlerin bildirdiklerine uygun olsun, onlarla birebir örtüşsün. Onların söylediklerine ve bildirdiklerine ters düşmeyelim. Biz buna kısaca 'PEYGAMBERLER SİSTEMİ' diyoruz.
Biz bu çalışmamızda işte bu sistemin anahtarlarını vermiş olacağız…
VARLIKLARIN ÖZELLİKLERİ
Bütün varlıklarda iki hasse (özellik) görülür:
Bunlardan biri varlığın kendi yapısından ileri gelir.
Onu değiştirmek mümkün değildir.
Diğeri ise bulunduğu şartlara varlığın intibakı şeklinde ortaya çıkar.
Duruma ve şartlara göre değişir.
Su her zaman sudur ama konduğu kaba göre şekil alır.
Sıcaklığın derecesine göre buz, su veya buhar hâlinde bulunur.
Bunlardan birine 'irsî özellik', diğerine ise 'kesbî özellik' denir.
Avrupalılar bunlara 'genetik özellikler' veya 'fenotik özellikler' diyorlar.
İyi, güzel ve verimli tarlada yetişen buğday ile susuz ve çorak tarlada yetişen buğday birbirinden farklıdır ama her ikisi de yine buğdaydır.
Hâlbuki aynı tarlada yetişen arpa ile buğday ise hiç bir zaman bir değildir.
Bunlardan biri irsî özelliklerden doğan bir şeydir…
Diğeri ise şartların sağladığı imkânlardır.
İNSANIN ÖZELLİKLERİ
İnsanın da böyle iki çeşit özelliği vardır:
Biri, kendi yapısından ileri gelmektedir ve babadan oğula ilk yaratıldığı günden beri sürüp gelmektedir. İrsîdir ve tekâmüle elverişli değildir.
Buna karşılık şartların da değişmesi ile insanın değişen özellikleri vardır ki bunlar da kesbîdir. Zamanla ve mekânla değişikliğe uğrar. Bu özellikler kesbîdir.
Geleceğimizi tesbit etmeye çalışırken yapacağımız ilk iş, bizdeki değişmez irsî hasletlerimizi yani özelliklerimizi tesbit etmektir.
Hemen arkasından kolaylıkla diyebiliriz ki, insandaki değişmez hasletler ileride de aynen öyle kalacaktır, bunlar değişmeyecektir.
Buna dayanarak geleceğimizin yarısını aydınlatmış oluruz.
İkinci olarak yapacağımız iş, şartlara göre değişecek hasletlerimizi tesbit etmektir.
Bunun için de diyeceğiz ki; bunlar gaib haberleridir. Bizim şimdi bunları bilmemiz mümkün değildir. Çünkü geleceğin şartlarını bilmiyoruz ki, hakkında bir şey söyleyelim.
Ancak yakın gelecek için bazı tahminlerde bulunulabilir.
Hava tahminlerine benzeyen bu tahminler de yarayışlıdır.
O halde geleceğimizi tesbit etmek demek, hâlimizi tesbit etmek demektir. Yani irsî hususiyetlerimizle kesbî hususiyetlerimizle kesbî hususiyetlerimizi tesbit etmek demektir.
Bu konuda müsbet ilimlerden biyoloji ve psikolojiden yararlanırız.
Ayrıca peygamberlerin getirdikleri ve haber verdikleri ile de karşılaştırırız.
Bunlar arasında paralellik bulursak, o zaman görüşlerimizde isabet etmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
İnsanın irsî özelliklerini, insanın kendisini tanıması suretiyle bilebiliriz.
Yani irsî özellikler insanın kendisini tarif eder.
İnsanı öğrendiğimiz zaman onun değişmez özelliklerini de öğrenmiş olacağız.
İNSAN VE HAYVANLAR ÂLEMİ
İnsan bir hayvandır.
Öyle ise önce hayvanları tanıyalım.
Sonra insanın hayvandan olan farkını belirtmekle insanı tanımış oluruz.
Hayvan hislere sahiptir.
Yani dışarıdan aldığı tesirler karşısında hoşlanır veya acı duyar.
Bu mekanizma öyle kurulmuştur ki hayvanın menfaatine olan şeylerden hayvan hoşlanır ve zevk alır; hayvanın zararına olan şeylerden ise korkar, hoşlanmaz ve kaçar.
Hisler hayvanın hareket mekanizmasına tesir eder, hoşlandığı şeyleri yapar ve hoşlanmadığı şeyleri de yapmaz.
O halde…
Hayvan, tesir sonunda hoşlanır veya hoşlanmaz ve bunların sonucunda o şeyi yapar veya yapmaz.
Burada önemli bir hususiyeti belirtelim.
Hayvanlar kendilerine zararlı olan şeylerden hoşlanmazlar, faydalı olan şeylerden de nefret etmezler.
Hayvanları ikiye ayırabiliriz:
1) Topluca yaşayan hayvanların bütün ihtiyaçları toplulukça temin edilir ve onlar dar bir topluluk için çalışırlar. Bunlar topluluğun faydasına olan şeylerden hoşlanır ve topluluğun zararına olan şeylerden hoşlanmazlar. Bunların ihtiyaçları topluca karşılandığı için bunlar kendi fayda ve zararlarına göre hislenmezler. Arılar, arı kovanında bal için kavga etmezler. Çünkü bir arı arkadaşının açlığından kendi açlığı kadar ıstırap duyar ve arkadaşı doyduğu zaman sanki kendisi doymuş gibi zevk alır. Arıların yapıları böyle kotlanmıştır.
2) Bazı hayvanlar da tek tek yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Bunlar ise kendi yarar ve zararlarına göre bir şeyden hoşlanır ve nefret ederler. Böylece hayatlarını sürdürürler.
Burada görülüyor ki, hayvanlar bir bilgisayar makinası gibi kotlanmıştır ve tek taraflı hareket yaparak yaşarlar. Yapacağı işlerde bir tercih etme sözkonusu değildir. Davranışlarında herhangi bir çelişki de yoktur. Dolayısıyla hayvanlarda bir iradenin varlığı da sözkonusu değildir. Toplu yaşayan hayvanlarda ise topluluk içinde kaybolmuştur. Bir yığın veya küme olması sözkonusudur.
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra insana gelelim.
Artık bu bilgilerden sonra insanı anlayabilir ve anlatabiliriz.
İNSANDA VAR OLAN
ÖZELLİK VE MELEKELER;
DÖRT MELEKE:
HİS
İnsanda var olan hisler sebebiyle, insanlar hayvanlar gibi hep insanın faydasına olan şeylerden hoşlanmaz. Meselâ, sigara, içki, fuhuş gibi şeyler insan için zararlı olduğu halde insan yine de bunlardan hoşlanmaktadır. Buna karşılık çalışmak insan için faydalı olduğu halde hoşlanmamakta ve tembellik göstermektedir. Bunlar insanın önemli özelliklerindendir. İnsanı tanımak için insanın bu özelliğini ve diğer özelliklerini iyi bilmek gerekmektedir.
O halde insanın hisleri hayvanların hisleri hilâfına iki çeşittir:
'Kötü hisler' ve 'iyi hisler'.
Hayvanlarda ise kötü hisler yoktur.
FİKİR
Bunun sonucunda insan için hisler yetersiz hâle geliyor. Yani insan kendisine yararlı her şeyi hislerle tesbit edemiyor. Yine her zararlı şeyi hisleriyle fark edip ona karşı tedbir alamıyor ve kendisini savunamıyor.
İşte…
İnsandaki bu eksikliği gidermek için yeni bir melekeye ihtiyaç duyulmuştur.
Bu meleke, “fikir ve düşünme melekesi”dir, “bilme”dir.
Duyguların yanıldığı yerlerde akıl insana faydalı olanı bildirebilir.
Böylece hayvanlarda var olmayan yeni bir meleke insanlarda oluşmuştur.
Bu melekeye 'FİKİR' denmektedir.
Hayvanlarda ise fikir yoktur.
İnsandaki bu özellik irsîdir ve insanın yaradılışı ile ilgilidir.
İnsan beyni ile hayvan beyni bundan dolayı farklıdır.
Hayvanlarda beynin sağ tarafı ile sol tarafı simetriktir ve aynı görevi görür. İki taraf da birbirinin yedeği gibidirler. Sağ kulak ve sol kulak gibidirler.
Hâlbuki insandaki beyin ise ikiye ayrılmış; bir taraf düşünmenin, diğer taraf duymanın merkezi hâline getirilmiştir. Bundan dolayı da insan beyni iki mislinden fazla büyümüştür.
İRADE
Şimdi…
Şöyle bir durum ortaya çıkmakta…
Kötü hisler insanı kendisine ve zararlı şeylere doğru çekmektedir.
Doğru fikirler ise insanın kendisini faydalı şeylere doğru çekiyor.
İyi hislerle doğru fikirler insanın sağından geliyor ve bunları melek organize ediyor.
Kötü hislerle yanlış düşünceler ise insanın solundan geliyor ve şeytan organize ediyor.
Böylece insanın iç âleminde iki ayrı şey sürekli olarak çatışma hâlinde bulunuyor. İnsan da bu iki şey arasından birini tercih edebiliyor; ya “his” tarafı ya da “fikir” tarafı galip geliyor, kalıcı oluyor ve böylece insan da buna göre davranıyor. Meselâ, insan bir taraftan sigara içmek istiyor ama diğer taraftan sigaranın kendisine zararlı olduğunu biliyor.
Burada doğru fikirler ile kötü hisler çekişmektedir.
İnsanoğlu da bunlardan birini tercih ediyor ve tutuyor.
Ne yapıyor?
Ya doğru fikre uyuyor ve sigarayı terk ediyor…
Veya kötü hislere mağlup olup sigara içmeğe devam ediyor.
İnsandaki bu özelliğe 'İRADE' denmektedir.
Yani kendi kendisine tercih yapabilme ve bir tarafa yönelme.
Hayvanlarda çekişen fikir ve hisler olmadığı için hayvanlar için bu meleke yani irade melekesi de yoktur veya tek taraflı çalışmaktadır.
ÜNSİYET
Şimdi de insanın son özelliğine ve melekesine geliyoruz.
Hayvanlar ya şahsiyetlerini kaybedip topluluğun bir ferdi hâline geliyor veya şahsiyetlerini koruyup topluluğu kuramıyorlar.
Hâlbuki…
İnsanoğlu öyle yaratılmıştır ki; hem topluluk içinde yaşayacak ve topluluğu bulunacak, hem de aynı zamanda kendi kişiliğini ve şahsiyetini koruyacak.
İşte…
Bu da ancak insana verilmiş 'irade melekesi' sayesinde gerçekleşmektedir.
İradesini kullanırken yani his ve fikirlerin tesirinde tercih yaparken öyle tercih yapabilir ki, bu tercih hem kendisinin hem de topluluğun yararına olsun.
Burada hisle karara varmak mümkün değildir. Çünkü his ferdî yararlara göre ayarlıdır ve topluluğun yararını düşünmez. Akıl ise bunu tesbit eder ve topluluk yararının ilerisi için kendi yararı olacağını bilir. İnsanda iki zıt meleke olduğu için iki zıt yanı fert ve cemiyet arasında oturmuştur ve böylece kurulmuş bulunan bir denge oluşmuştur.
İnsanda mevcut olan bu melekeye 'ÜNSİYET' veya 'SOSYAL YÖNSEME' denmektedir.
Hayvanlarda böyle bir meleke yoktur veya tek taraflıdır.
HAFIZA VE İRADE-İ CÜZ'İYE
İnsanı hayvandan tamamen ayırabilmek için insanın bir özelliğinden daha bahsedeceğiz ki, bu da 'hafıza'dır, yani geçmişi hatırlayabilmedir.
Bu özellik kısmen hayvanlarda da vardır.
Ancak hayvanların gelecekleri hakkında düşünceleri yoktur.
Hâlbuki…
İnsan “düşünme melekesi” sayesinde bir sene sonra aç kalabileceğini şimdiden bilebiliyor veya içinde yaşadığı topluluğu bugün yıkarsa yarın kendisinin de helâk olacağını bilebiliyor. İnsan bugün sözünde durmazsa geçici olarak kâr edebilir ama gelecekte hiç kimse ona inanmayacağı için uzun vadede zarar etmiş olur.
Bunu bilen insan ona göre hislerini gemleyebilir.
Demek ki insanı hayvandan ayıran şey; iyi hislerin yanında kötü hislerin de bulunması ve kendisinde doğru veya yanlış fikirlerin olması, kendisine yarayan şeylerin yanında kendi isteğiyle kendisine zararlı şeyleri de yapabilmesidir.
Ayrıca…
Geçici fayda ile geleceğin faydasını ayırabilmesi, dolayısıyla geleceğin büyük faydalarını aklını kullanarak hâlin küçük zararlarına tercih edebilme imkânıdır. Yani topluluğun büyük yararlarını kendi küçük zararlarına tercih edebilmesidir.
Hayvanlarda sadece iyi hisler ve faydalı irade bulunduğu halde;
İnsanda…
DOĞRU VE YANLIŞ FİKİRLER,
İYİ VE KÖTÜ HİSLER,
FAYDALI VE ZARARLI KARARLAR,
HAKLI VE HAKSIZ İLİŞKİLER sözkonusudur.
Kişi bunlardan birini tercih edebilmektedir.
Buna da 'İRADE-İ CÜZ'İYE' denmektedir.
Hayvanlarda irade özelliği yoktur.
İrade-i cüz'iye sahibi insan isterse kendi iradesi ile kötülük yapabilmekte ama sonra bunun cezasını çekmektedir. Dolayısıyla suç ve ceza insana has bir müessese olmaktadır.
İnsanoğlu işte bu melekeleri ile yaratılmıştır.
Bu melekeleri ile insan diğer varlıklardan ayrılmaktadır.
Bu melekeleri inkâr eden herhangi bir geleceğin tahmini yanlıştır.
Marx işte burada hata etmiştir.
İnsandaki mülkiyet hissi geleceği emniyete alma hissinden ileri gelmektedir, haklı ve haksız olma düşüncesinden ileri gelmektedir.
Bu da insanın yaradılışı ile ilgilidir.
Onu bundan kurtarmak veya ondan bunu almak mümkün değildir.
Ferdin kendi çıkarlarını düşünmesi kendi yaradılışından ileri gelmektedir.
Dolayısıyla dinsiz, ailesiz, mülkiyetsiz ve milliyetsiz bir dünyada da çekişme olacaktır.
Böyle bir dünyanın varlığı ise mümkün değildir.
O halde filozofların yanılması bilgisizliklerinden ileri gelmektedir.
Eğer onlar insanı tanısaydılar böyle yanılgılara düşmeyeceklerdi.
Ama…
Onlar insanı gerektiği gibi tanıyamadılar ve bu sebeple yanıldılar.
TOPLULUĞUN DÖRT İRFAN MÜESSESESİ
İnsanın ferdî melekelerini böylece tesbit ettikten sonra…
Şimdi topluluk içinde bu müesseselerin akisleri ve etkileri de ele alınmalıdır...
İnsandaki bu dört meleke topluluğun dört müessesesini meydana getirir.
Arapçada buna 'İRFAN', Batıda ise 'KÜLTÜR' denmektedir.
Fikirlerin ifade aracı 'DİL'dir.
O halde dilsiz bir insan topluluğu düşünülemez.
Başka hiç bir canlının dili yoktur.
Hislerin ifade aracı 'SANAT'tır.
O halde sanatsız bir insan topluluğu düşünülemez.
Hayvanlarda hisler varolduğu için onlarda da sanat vardır.
İradenin gerçekleşme imkânı 'TEKNİK' ile mümkün olmaktadır.
Tekniksiz bir topluluk düşünülemez.
Teknik, üretme ve tüketme biçimidir.
Ünsiyet ise 'HUKUK' ile gerçekleşir.
Yani kişiler arasında çizilmiş olan sınırlarla birlikte yaşama mümkün olmaktadır.
Bu suretle hem kişilik korunuyor hem de topluluk yaşıyor.
Hukuksuz bir insan topluluğu düşünülemez.
Mülkiyet bu hukuk anlayışından gelir.
Mülkiyetsiz hukuk düşünülemez.
Marx bundan dolayı geleceği haber verememiştir.
İnsan vücudunda hücreler vardır. Bu hücreler insanın diğer hücrelerinden farklıdır. Deri dediğimiz ayırıcı, vücudun hücrelerini diğer hücrelerden ayırır.
İnsan toplulukları için de buna benzer bir deri vardır.
Önce devlet sınırları böyle bir deri hizmetini görmektedir.
Ama bu sınırların varlığı yeterli değildir. Zira devlet sınırlarını çizmeye zorlayan bazı şeyler olması gerekir. Bu da 'savaş'tır. Savaş ise iki topluluk arasında olur.
İki topluluk arasında savaş olabilmesi için iki topluluğun bulunması gerekmektedir.
Böylece insanları birbirinden ayıran bazı şeyler bulunmalıdır.
İşte bu ayırıcı şey irfan veya kültürdür; dil, sanat, teknik ve hukuktur.
Kâinatta güneşlerin oluşması gibi topluluklarda da 'milletler' oluşur ve bu milletler birbirlerinden kültürleri ile ayrılırlar. Fertler hangi kültüre mensup olurlarsa o kültürün sahibi olan topluluğun ferdi olurlar.
O halde…
Gelecekte, tek millet düşüncesi yahut milliyetsiz dünya düşüncesi geçerli değildir.
İNSANLARIN;
AYRI DİLLERİ OLACAK,
AYRI SANATLARI OLACAK,
AYRI TEKNİKLERİ OLACAK,
AYRI HUKUKLARI OLACAKTIR.
Marx'ın milliyetsiz dünyası işte bundan dolayı hayaldir;
Hem de çelişkilerle dolu bir hayal.
TOPLULUĞUN DİĞER DÖRT MÜESSESESİ
Bu dört irfan ve millî müessesenin yanında, dört müessese daha doğmaktadır.
Şimdi de bu dört müesseseyi inceleyip açıklayalım.
Fikirler topluluk içinde 'İLİM' hâline gelir yani ilim topluluğun ortak fikridir.
İlim bir deniz gibidir.
Fikirler bu engin denizden çıkar ve insanların bu yöndeki susuzluğunu giderir, insanlar da onları süzdükten sonra dereler veya nehirler halinde ilim denizine aktarırlar.
Böylece fikir dünyası sürekli yenilenerek ve zenginleşerek varlığını sürdürür gider.
Denizsiz yağmurlar olamayacağı gibi, yağmursuz da denizler olamaz.
Hisler topluluk içinde 'İMAN' hâlini alır.
İman da bir deniz gibidir.
Din denizinden gelen inançlar insanların hislerini oluşturur.
Hisler iman ırmakları hâlinde din denizine akar ve suyunun kurumamasını sağlarlar.
Dinsiz hisler var olamaz.
Dinsiz insanlık var olamaz.
Çünkü insanlar hisleri veya duyguları olmadan var olamazlar.
Marx'ın dinsiz cemiyeti işte bundan dolayı geçersizdir.
Esasen kendilerini ilâhlaştırmaları için bu din düşmanlığı yapılmaktadır.
Bu insanların inkârlarının başka bir anlamı yoktur.
Hisler veya insanın iradesi, topluluk içinde 'EKONOMİ' hâlini alır.
Kişiler ürettiklerini ekonomi denizine satarlar.
Ekonomi denizinden aldıkları malları tüketerek yaşarlar.
Ekonomi düzeni olmadan teknik de olamaz.
Ekonomi düzeni serbest ticaretle sağlanır.
Ticaretin yasaklandığı bir dünya veya topluluk, ekonomi denizinden mahrum edilmiş olur; bu mahrumiyet ise katlanılır gibi değildir.
Marx bu konuda da yanılmış ve olmayacak şeylerin yapılmasını istemiştir.
Nihayet insanlar arasındaki ilişkiler 'TEŞKİLÂTLANMA' ile sağlanır.
Fertler birleşerek toplulukları oluştururlar.
Topluluklar da fertleri 'siyasi' olarak korurlar.
İnsanlar arasındaki ilişkiler siyasî teşkilâtlanma ile organize edilir ve müesseseleşir.
İnsanlar, savaş hâli de dâhil olmak üzere belli bir sistem içinde birbirleri ile münasebet temin ederler. Bu münasebetler belli sosyal kanunlar içinde oluşur. Bu sistem devletler üstü bir sistemdir.
Marx'ın bütün dünyayı tek devlet hâlinde düşünmesi tabiata, tabiî ve ilâhî kanunlara aykırıdır. Çünkü münasebet ayrı varlıklar arasındadır.
Şimdi insan dediğimiz bu varlığı dünya üzerinde ayrı ayrı devletler hâlinde organize olmuş olarak düşüneceğiz. İnsanlar topluluklar hâlinde yaşarlar ve topluluklara da 'devlet' diyoruz.
Tarihin hiçbir döneminde tek dünya devleti olmamıştır.
Her devletin kendi toprakları olacaktır ki, biz buna 'yurt' diyoruz.
Sonra her devletin kendi topluluğu olacaktır, buna da 'millet' diyoruz.
Milletlerin kendilerine özgü kültürleri vardır; bunlar da dil, sanat, teknik ve hukuk olarak ortaya çıkarlar.
İLİM,
DİN,
İKTİSAT VE
İDARE MÜESSESELERİ
Ayrıca bütün dünya devletlerinin müşterek olarak sahip oldukları ilim, din, iktisat ve idare müesseseleri vardır.
Bunlar beynelmileldir.
Dünyada nasıl tek deniz varsa, bunlar da esasta tektir.
Ancak devletler bunların değişik semtlerinden veya bölgelerinden yararlanırlar.
Bir malı iktisat açısından ele alalım.
Bu malın üretilmesi ve tüketilmesi konusu var; bir de malın kendisi var.
Malın kendisi beynelmileldir.
Serbest ticaret kuralları içinde ülkeden ülkeye satılır ve alınır.
Buna karşılık bir malın üretilmesi ve tüketilmesi ise millîdir. Bu üretilme ve tüketilme biçimleridir millî olan. Aynı malı değişik ülkeler değişik biçimlerde üretirler.
Bu malların tüketilmeleri de farklıdır. Bir malı değişik ülkeler değişik maksat ve biçimde kullanırlar. Sıcak bir ülkede şemsiye güneşten korunmak için, yağmurlu ülkelerde ise yağmurdan korunmak için kullanılır.
Mal ekonominin mevzuudur ve beynelmileldir.
Malın üretilip tüketilmesi ise tekniğin konusudur ve millîdir.
İlim ve dil de böyledir.
Kişiler ilmi millî olarak üretirler ve beynelmilel dil ile ifade ederler.
Beynelmilel dili ise her millet kendi diline çevirir ve ondan yararlanır.
İlmin üretilip tüketilmesi millîdir, ancak kendisi uluslararasıdır.
Diğer taraftan dinler de böyledir.
Her topluluk kendi inançlarını yaşar ve uluslararası bir inançla din haline gelir.
Dinlerden bütün insanlar yararlanırlar.
Yani dinlerin doğuşu ve kabul edilişi millîdir ama dinin kendisi uluslararasıdır.
Nihayet, bir topluluğu sevk ve idare eden anayasalar vardır ve bu anayasalar çerçevesinde de yasalar vardır.
Yasalar bu anayasalara dayanılarak üretilir.
İşte bu anayasalar beynelmileldir.
Hâlbuki yasalar yani hukuk ise millîdir.
Bu durumda geleceğimizi tayin ederken, dünyanın tek ilmi, tek dini, tek ekonomisi, tek anayasası olacaktır.
Buna mukabil gelecekte ayrı ayrı devletler olacak, her devletin de kendine has bir kültürü bulunacaktır.
Bunlar dil, sanat, teknik ve hukuk olacaktır.
Aynı kültüre sahip olan insanlar millet olarak görülecek ve topluluklar arasındaki savaş sürüp gidecektir.
SONUÇ
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra…
Şimdi…
İnsanlarda nelerin irsî ve nelerin kesbî olacağını tesbit edebiliriz.
Buna bağlı olarak da geleceğimizi daha kolayca kavramaya çalışabiliriz.
Şimdi sıra bu ayrıntının anlaşılmasına gelmiştir.
MADEM Kİ İLİM BEYNELMİLELDİR;
O halde fikirlerin hududu ve sınırı olmayacaktır.
Bütün dünya insanları bu ilim deryasından ortak olarak yararlanacaklardır.
İlim, bütün insanlığın ortak malıdır.
Tam bir fikir özgürlüğü 'GELECEĞİN DÜNYASI' olacaktır.
İslâmiyet, fikir özgürlüğü için yapılan savaşı meşru kılmıştır.
Bu savaş kıyamete kadar devam edecektir.
Çünkü her devirde fikir hürriyetinin düşmanları bulunacaktır.
MADEM Kİ DİN BEYNELMİLELDİR;
Öyleyse, vicdan hürriyeti olacak, herkes istediğine inanacak ve inançlarını serbestçe yayacaktır.
İslâmiyet dinlere yapılan baskıyı kaldırmıştır.
İslâmiyet vicdan hürriyeti için savaşı meşru kılmıştır.
Kıyamete kadar vicdanlara yapılan baskılar var olacağı ve süreceği için, vicdan hürriyetini savunanlar ile karşısında olanların arasındaki savaş da bitmeyecektir.
MADEM Kİ MAL BEYNELMİLELDİR;
O halde, geleceğin dünyasında gümrük duvarları ortadan kalkacak ve herkes mallarını dünya piyasalarında serbestçe alıp satacaktır.
İslâmiyet’e göre, gümrük duvarlarını koyan devletlerle savaşmak meşrudur.
Mallar bütün ülkelere serbestçe girip çıkacaktır.
Bunun gerçekleştirilmesi için 'uluslararası bir para'ya ihtiyaç vardır.
İslâmiyet yani İslâm Düzeni, bu uluslararası parayı tayin etmiştir ve bu para da 'altın'dır.
Nihayet;
İNSANLIK TEK ANAYASA DÜZENİNİ BENİMSEYECEKTİR.
Devletler ayrı olacak, kanunları ayrı olacak, ancak anayasaları veya anayasa sistemleri birbirlerine benzeyecektir.
Bu durum bütün çağlarda böyle olmuştur.
İnsanlık tarihi boyunca daima çağın düzeni bütün devletlere örnek ve hâkim olur.
Eski Çağ; site devletleri devridir.
Orta Çağ; imparatorluklar devridir.
Sonra derebeylik çağı, arkasından krallık çağı ve daha sonra çoğulcu idareler gelmiştir. Bundan sonra da yeni bir dünya düzeni gelecek ve bu düzen hükümran olacaktır.
Bu yeni düzen, bütün insanlığın sistemi olacaktır.
Bu yeni dünya düzeni ve sistemi nasıl olacaktır?
YENİ DÜNYA DÜZENİNİN ÖZELLİKLERİ
Yeni dünya düzeni, 'çoğulcu demokrasi' yerine 'biatlı demokrasi sistemi' olacaktır.
Halk, kendisine bir başkan seçer ve o başkana bağlanır.
Bu bağlanma şekline 'biat' diyoruz.
Böylece ilmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekküller oluşur.
Bu düzende kişi seçmez; bağlanır yani biat eder.
Beğenmediği zaman da bağlandığı kimseleri değiştirir.
Böylece “gerçek demokrasi sistemi” gerçekleşmiş olur.
Kararlar 'ekseriyetle' değil, 'nisbî sistem' ile alınır.
Halk mahalle, bucak, il ve devletler hâlinde teşkilâtlanmıştır.
Bu birimlerin başkanları, ilmî, dinî, meslekî ve siyasî liderleri, ittifakla seçerler.
Bu Yeni Dünya Düzeninde:
- Faiz yasaktır; ticaret serbesttir.
- Mal ve sermaye hareketleri, özel teşebbüslerce yürütülür.
- Kredi ve emek hareketleri ise, devletçe düzenlenir.
- Devlette kararlar, kesin kaidelere göre alınır.
- Resmî hizmetler, vakıflar şeklinde yürütülür.
- Vakıflar, tarifeli tasarruflardan ibarettir.
Vermiş olduğumuz bu anahtar ve ana hatlar sayesinde, artık 'GELECEĞİN DÜNYASI' ile ilgili olarak neler söyleyeceğimizi veya yaklaşık olarak bu dünyanın nasıl olacağını bilebilirsiniz.
“HAYAT,
YETERSİZ ÖNCÜLLERDEN
YETERLİ SONUÇLAR ÇIKARMA SANATIDIR.”
SAMUEL BUTLER
GELECEĞİ KESTİRMEK
İlk insanlar aşiretler hâlinde yaşıyor ve meyve toplayarak geçiniyorlardı.
Toplayıcılık döneminden avcılık dönemine geçince, aşiretler hâlinde yaşamak yetersiz kaldı. Av peşindeki uzun göçler, çileli bir hayatı toplu olarak yenme zorunluluğunu doğurdu ve insanlar avcılık döneminde kabileler hâlinde yaşamaya başladılar.
Daha sonra gelen çobanlık dönemi kabile mülkiyetini doğurdu ve her kabile kendi vadisinde veya yaylasında hayvanlarını gütmeye başladı.
Ancak bu kabileler vadilerini kendi başlarına yabancı kabilelerden koruyamadılar.
Dolayısıyla, kabileler birleşerek 'ortak savunma siteleri'ni oluşturdular.
Böylece ilk 'site devletleri' oluşmaya başladı.
'Çiftçilik dönemi' başladığında ise, yerleşik köyler ve kentler doğdu.
Savaş birlikleri, insanlığın bu döneminde oluşmaya başladı.
Böylece insanlık toplu yaşama biçimi açısından önemli bir merhaleye gelmiş oldu.
Aynı dili konuşan insanlar birleşmek ihtiyacını duydular ve bunun tabiî sonucu olarak 'ulusal devletler' ortaya çıktı.
Ulusal devletlerin ortaya çıkmış olması, insanlığın birlikte ve toplu olarak yaşama açısından sön derece önemli bir merhaleye geldiğinin göstergesiydi.
İlk site devletleri Mezopotamya'da, ilk ulusal devletler ise Mısır'da kurulmuştur.
Çağımıza kadar gelen çiftçilik döneminde insanlar, sadece kendi ürettiklerini tüketmekte idiler. Hayatları dar bir çerçevede geçiyordu.
Pazar mübadelesi döneminde ise insanlar, ürettiklerini satarak ve bunun karşılığında pazardan aldıklarını tüketmeye başladılar.
Bu durum ve uygulama, yeniden site devletlerine dönüş gibiydi.
Ancak, siteler ayrı ayrı devlet şeklinde olmakla beraber, 'ortak savunma' yapıyorlardı ve 'ulusal devlet' hâlâ varolmaya devam ediyordu.
Fakat bu dönemde kentler, kendi başlarına birer devlet olmuşlardı.
Bundan sonra tüccar mübadelesi dönemi gelmiş ve uluslararası ticaret doğmuştur.
Roma, Bizans ve Pers gibi büyük imparatorluklar, insanlık tarihinin bu döneminde oluşmuştur. Site devletleri, bir ulus yerine birçok ulusları hâkimiyetleri altına almışlar, böylece uluslararası ulaşım ve birlik doğmaya başlamıştır.
İnsanlığın bu dönemine gelinceye kadar 'insan hakları' diye bir mefhum yoktu.
Sadece 'kavmî (ulusal) hukuk' vardı.
Her peygamber sadece kendi topluluğunu yani kavmini uyarıyor, ancak gönderildikleri toplumun hukukunu düzenliyor ve yabancıları yani diğer kavimleri düşman veya köle olarak görüyorlardı.
İslâmiyet;
Bütün dünyaya ve insanlara hitap eden uluslararası bir din olarak ortaya çıkmış, 'insan hakları' mefhumunu getirerek 'uluslararası bir hukuk düzeni' teşri etmiş, böylece bir devlet içinde değişik dinlere mensup kimselerin yaşamasını gerçekleştirmiştir.
İslâmiyet sayesinde din, artık sadece bir devletin malı olmaktan çıkmış ve beşeriyet için ortak bir rahmet hâline gelmiştir.
İslâmiyet gelinceye kadar savaşlar, kavmî yani ulusal savaşlar şeklinde cereyan ediyordu. İnsanlığın İslâmiyet öncesine kadar uzanan merhalesinde, savaşlar bir topluluğun diğer toplulukları hâkimiyeti altına alması için yapılıyordu.
İslâmiyet, savaşı ideolojik bir hâle getirmiş ve iyiler ile kötüler arasında bir mücadele olarak ortaya koymuştur.
Zulüm ile adalet birbirleriyle çarpışmıştır.
Bu ideolojik savaş anlayışı, daha sonraları Avrupa'ya sıçramış ve demokrasi mücadelesi şekline girmiştir.
İnsanlığın bu yeni merhalesine gelindiğinde bir anda neler olmuştur?
İslâmiyet'in insan haklarına dayanan ideolojik savaş anlayışı birdenbire bütün dünyaya yayılmaya başlamış, çok kısa bir zamanda bütün Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika, İran ve Turan fethedilmiş; din olarak da Hindistan, Endonezya ve Çin'e kadar gitmiştir.
İslâmiyet, diğer taraftan Avrupa kıtasına iki koldan girmeye başlamıştır:
Bir kol, Cebeli Tarık Boğazı'ndan geçerek İspanya yani Endülüs yoluyla batıdan Avrupa'yı fethe başlamış; diğer kol ise, Anadolu'da ilerleyerek İstanbul Boğazı'ndan geçmiş ve bir müddet sonra Viyana'ya kadar ulaşmıştır.
Avrupa kıtası dışındaki diğer ülkeler, İslâmiyet'e karşı çıkmamışlar ve direnmemişlerdir. Dolayısıyla, ulusal varlıklarını korumuşlarsa da, zamanla dinlerini değiştirerek İslâmlaşmışlardır. Bu merhalede siyasî direnmeler olmuş, ancak kültür ve medeniyette İslâm Medeniyeti karşısında direnmemişlerdir.
Buna karşılık, Avrupalılar İslâm Medeniyeti karşısında Hıristiyanlık ile direnmek istemişlerdir. Bu direnmelerinin başarısızlıkla neticeleneceğini anladıklarında da, İslâm Medeniyeti karşısında Avrupa Medeniyeti diye yeni bir medeniyet oluşturmaya başlamışlar, kendi varlıklarının devamını böyle bir oluşum ile korumayı öngörmüşlerdir.
Bu medeniyetin esas aldığı ilkeler şunlardır:
1. Avrupa ırkının üstünlüğü,
2. Eski Yunan ve Roma Medeniyeti'nin devamı oluşu,
3. Bütün insanlığın medeniyet artıklarından, bu arada İslâmiyet'ten de yararlanarak; ancak bunu "Greko-Romen Kültürü içinde eritmek,
4. İslâmiyet ve Hıristiyanlığın etkilerini kaldırarak, dinsizlik esasları içinde sömürü düzenini kurmak.
Öte yandan, bu dönemde İslâm Medeniyeti gerilemeye başlamış ve kendisini yenileyecek büyük mütefekkirler çıkaramamıştır.
Bir taraftan Avrupa'nın batısındaki Endülüs'te bütün Müslümanlar imha edilmiş, yapılan katliamlarda yaşlı kadın ve çocuklar bile acımasızca yok edilmişlerdir.
Avrupa'nın doğusunda ise, Osmanlı Devleti'ni çökertip yıkmak için bütün Avrupa ülkeleri birlik olmuş ve sonunda bu büyük imparatorluk yıkılmıştır.
Müslümanlar ise, Avrupa Medeniyeti karşısında gerekli olan hamleyi yapamayınca, çözüm ve çareyi Avrupalılaşmakta ve Batılılaşmakta arar olmuşlar, kurtuluşun böyle gerçekleştirilebileceğini zannetmişlerdir. Ancak, bu uygulamaya onların sonunda imha edileceklerinin bir delili olarak da bakılabilir.
Batılılar, son hamleyi Anadolu üzerinde yapmayı plânlamışlardır.
Bu konuda iki görüş öne sürülmüştür:
1. Bu görüşlerden birincisine göre; Osmanlı İmparatorluğu yıkılarak ulusal devletler kurulacak ve daha sonra bu devletçikler teker teker yok edilecektir. Bu arada Anadolu'da da küçük bir Türk Devleti kurulacak ve daha sonra toplu olarak bu devlet üzerine de saldırı düzenlenerek, Endülüs'te olduğu gibi Müslümanların ve Türk ırkının kökü Anadolu'dan kazınacaktır.
2. İkinci görüşe göre ise; Osmanlı Devleti yıkılır yıkılmaz, Anadolu halkı yerli Rum ve Ermeni toplulukları aracılığı ile imha ettirilerek yine Müslümanların ve Türk ırkının kökünün Anadolu'dan tamamen kazınması cihetine gidilecektir. Nitekim fırsat bulunduğunda bunun denemeleri ve uygulamaları yapılmıştır.
Oynanan çeşitli iç ve dış oyunlar sonunda, Osmanlı paşalarının birinci görüş etrafında toplanmalarının ve birleşmelerinin sağlanması, düşünülen plânın yürürlüğe konuluşunun ilk alâmetlerindendir.
Birinci Dünya Savaşı ile ikinci plânın uygulanması ağırlık kazandı.
Anadolu'da yaşayan Müslüman halkın Rum ve Ermeniler aracılığı ile imha edilmesi plânı uygulamaya konuldu.
Anadolu Rumları ve Ermenileri, Avrupa devletlerinden aldıkları destek ve cesaretle Müslüman halkı camilere doldurup toplu halde imha etmeye başladılar.
Bu arada İstanbul İngilizler, İzmir ve civarı Yunanlılar, Antalya ve civarı İtalyanlar, Maraş ve civarı Fransızlar, Kuzey Karadeniz Ruslar tarafından işgal edildi...
Ancak…
Bu plân da, yapılan bütün katliamlara rağmen başarıya ulaşamadı.
Müslüman Anadolu halkı, imanından kaynaklanan son bir çırpınış ve hamle ile dünyada eşine rastlanmayan bir İstiklâl Savaşı gerçekleştirdi, yedi düvele karşı zafer kazandı ve yeni bir devlet kurdu.
Plânlarını istedikleri gibi sonuçlandıramayan Avrupalılar, bu sefer daha uzun vadeli yeni bir plân yaptılar.
Bu yeni plâna göre, Müslüman Türk halkının 2000 yılının başlarında yine Anadolu'da tamamen imha edilmesi düşünülmektedir.
Bu yeni plân hâlen uygulanagelmektedir.
Bugüne kadar yapılanları da dikkate alarak, şimdi 1990 başlayıp 2000 yıllarında sonuçlandırılması amaçlanan bu plânı ele alabiliriz.
Batılılar, Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu Müslümanlarını kolayca imha edeceklerini düşündükleri halde, acaba bunu neden başaramadılar?
Bu başarısızlığın ana sebepleri nelerdir?
Müslüman Türkleri bu en zor şartlarda bile güçlü kılan nedir?
Bunu araştırmaya başladılar...
Kendilerine göre;
Bu sebepleri dört temel noktada topladılar:
1. TÜRKLER MÜSLÜMANDIRLAR VE İSLÂM İDEOLOJİSİ ETRAFINDA BİRLEŞİYORLAR.
Bundan dolayı Türkleri parçalayıp birbirlerine düşürmek ve daha sonra imha etmek mümkün olmuyor.
Devletleri yıkıldı, ama İslâmiyet hâlâ aralarındaki birliği korumaya devam ediyor.
O halde, Türkleri İslâmiyet'ten uzaklaştırmak gerekir.
2. TÜRKLER İYİ SİLÂH KULLANIYORLAR.
Orduları dağılsa bile, her Türk kendi başına iyi bir savaşçı olduğu için hemen birleşip yeni bir ordu kurabiliyor ve en zor şartlarda bile düşmana karşı savaşabiliyorlar.
Nitekim İstiklâl Savaşı yıllarında Anadolu'nun dört bir tarafında bu mücadeleyi gerçekleştirdiler ve bütün düşmanlarına karşı zaferler kazandılar.
O halde, Türk halkını silâhtan tecrit etmek gerekir.
3. TÜRK ESNAFI KREDİSİZ OLARAK KENDİ SERMAYESİ İLE ÇALIŞIR.
Devlet yıkılsa bile, Türk esnafı ekonomik olarak devlete bağımlı olmadığı için varlığını sürdürebiliyor, Anadolu esnafı bir hareketi destekledi mi, derhal bir bütçe oluşuyor ve yeni devlet kurulmuş oluyor.
Öyleyse, Anadolu esnafını çökertmek ve yok etmek gerekir.
Bunun gerçekleştirilmesi amacıyla da, Anadolu esnafı faizli kredilerle çalışmaya alıştırılmalı ve kredileri kesilince de teslim olmaya mecbur edilmelidir.
Son yıllarda bunun denemeleri ve uygulamaları yapılmıştır.
4. TÜRLER KOMUTANLARINA VE BAŞKANLARINA BAĞLIDIRLAR.
Türkler, en zor ve olumsuz şartlarda bile, onlara güveniyor ve bağlanıyorlar.
Özellikle tehlike anlarında, derhal onların etrafında ve emrinde birleşiyorlar.
Komutanlar da kendilerine bir başkomutan buluyor, ayrıca esnafın, imamların ve halkın genel desteğiyle hemen yeni bir devleti kurabiliyorlar.
Öyleyse, halk ile komutanların arasını açmak ve komutanları da birbirlerine düşürecek uzun vadeli plânlar yapmak gerekmektedir.
Batılılar, bugün bu plân üzerinde çalışıyor ve yürüyorlar.
TÜRK HALKINI DİNSİZLEŞTİRMEK;
TÜRK HALKINI SİLÂHTAN TECRİT ETMEK;
FAİZLİ KREDİLERLE ANADOLU ESNAFINI ÇÖKERTMEK;
TÜRK HALKI İLE TÜRK ASKERLERİN ARASINI AÇIP ÇATIŞTIRMAK...
Bütün bunlar, yukarıda sözünü ettiğimiz uzun vadeli plân çerçevesinde uygulamaya konulmuş olan hususlardır.
Son yıllarda genel olarak yaşadıklarımızı, başımızdan geçen olayları, değişik anarşik hareketleri, dış destekli katliamları, bir de bu açıdan düşünerek düşünmek gerekmektedir.
Bütün bunları gerçekleştirmek için izlenen yol ve kullanılan metoTlar, Cumhuriyet döneminden sonraki uygulamalarda açıkça görülebilmektedir.
1920'lerden sonra lâikliği empoze ettiler, dinsiz lâikliği dayattılar.
1930'lardan sonra da bunun neticelerini almaya başladılar.
Böylece hukuken de lâikleşmiş olduk.
Müslüman Türk halkı ile komutanlar arasına belli seviyede soğukluk ve mesafe sokmak için gösterilen gayretlerin de belirli ölçüde amacına ulaştığı inkâr edilemez bir gerçektir.
1930'lu yıllarda, Müslümanları devletin resmî görevlerinden uzaklaştırdılar.
Sakal ve başörtüsünün atılmasını, aynı zamanda içki içilmesini ve düzenlenen balolarda dans edilmesini memurluk hizmeti için olmasa olmaz şartı hâline getirdiler.
Bu uygulamalar sayesinde, devlet yönetiminden inanmış olan insanları uzaklaştırdılar.
Yapılan bu operasyonlarla, halkla devletin arası biraz daha açıldı.
Halk isyanları başladı.
Birçok masum hareket, isyan bahanesiyle Müslümanların yok edilmesi amacıyla araç olarak kullanıldı, halk silâhtan tecrit edildi.
Bu uygulamalarla, bir taşla üç kuş vurmuş oldular:
1. Halkı dinsizleştirdiler,
2. Ordu ile halkın arasını açtılar,
3. Halkı silâhtan tecrit etmiş oldular.
Nihayet…
Son darbe olarak rüşveti devletin ve halkın başına belâ ettiler.
1940'larda Köy Enstitülerini kurdular.
Adım adım plânladıkları hedeflerine yaklaşırlarken, halka inebilmek ve halkı içerden bölebilmek amacıyla Köy Enstitüleri'ni kurarak, tamamen dinsiz, ateist ve komünist bir toplum ve ordu yetiştirmeyi hedeflediler.
Artık imam ile öğretmen arasındaki savaş halkın seviyesine kadar inmiş, kin ve nefret tohumları halkın en can alıcı noktalarına kadar ekilmeye başlanmıştır.
Zamanla…
Farklı kurumlaşmalarla da bu çalışmaların meyvelerini devşirir olmuşlardır.
1950 başlarında ülkeye demokrasiyi getirdiler.
Yeni politik oyunlarla, dıştan getirilen kredi ve borçlar sayesinde, devlet yavaş yavaş eski kapitülasyonlara benzer bir esarete doğru sürüklenmeye başladı.
Bazı kimseler, krediler kullanarak haksız kazançlar temin ettiler.
Sosyal ve ekonomik dengeler sarsılmaya başladı.
Kredisiz çalışan esnaf ortadan kaldırıldı.
Halktan bazıları refaha ve bazıları da sefahate daldı.
Bu arada gayrimeşru kazanç yolları da açılmış oldu.
Enflasyon sayesinde hükümetler ve devlet görevlileri zor durumlara düşürüldü.
Halk kıyama ve isyana hazırlandı.
Ne esnaf ve ne de memur sınıfı kaldı.
Toplumun orta direği önce çatırdamaya, ardından yıkılmaya başladı.
1960 yılında, devleti kurtarmak bahanesiyle orduyu müdahaleye zorladılar.
Yapılan ihtilâl ve idam edilen sevilen siyasiler sebebiyle, halk ile ordunun arası biraz daha açıldı.
Askerî yönetimler ve sıkıyönetim uygulamaları insanları biraz daha birbirlerine hasım hâle getirmeye başladı.
Sokaklara dökülen öğrenciler, silâhlanma ve ardından anarşi yarışına girdiler.
Sözde demokrasi ve hürriyet serbestliği teraneleri arasında, anarşi daha da körüklendi ve iyice azdırıldı.
1970'lerde anarşi, sokak çatışmalarına dönüştü.
Halk artık silâhlı kamplara bölündü.
Kurtarılmış bölgeler ilân edildi.
Siyasî ayrılıklar ve farklılıklar düşmanlık şekline dönüştü.
Birbirini yiyen partiler, orduya karşı da cephe almaya başladılar.
Ordu her seferinde siyasetten çekiliyordu, ama aynı zamanda on yılda bir müdahale yapma zorunda bırakılıyordu.
Böylece…
Bir taraftan ordu yıpranıyor…
Diğer taraftan da ordu ile halkın arası açılıyordu...
Bu askerî darbeler, ayrıca ekonomik ve sosyal krizlere de sebebiyet veriyordu.
1980'lere gelindiğinde, sokak kavgaları devlet kuvvetleri seviyesine kadar çıktı.
Polis ve öğretmen kesimleri birbirlerine düştüler.
Bu meslek mensupları arasına çeşitli fraksiyonlar adeta at oynatmaya ve alabildiğine cirit atmaya başladılar.
Mezhep kavgaları körüklenmeye başlandı.
Ordu, operasyonlar yaparak zorla anarşiyi bastırmaya çalıştı.
Ancak, hiçbir zaman anarşinin kökü tam olarak kazınamadı.
Anarşi, ilerisi için daha güçlü olmak gayesiyle her zaman hazırlanmaktadır veya hazır tutulmaktadır.
Bu arada enflasyon alabildiğine arttı.
Rüşvet ise aleni olarak alınır ve verilir hâle getirildi.
1990'lara gelindiğinde, Anadolu halkları arasında savaş başlattılar.
Anarşinin şeklini ve boyutlarını değiştirdiler.
Bu sefer halkları çatıştırarak yok etmeye başladılar.
Her yıl iki taraftan binlerce insan ölmeye başladı.
Bu arada, ordu ile halkın arasını açacak uygulamalar devam ettirildi.
Basit bahanelerle Müslüman subaylar ordudan atıldı.
Üniversitelerde başörtüsü problemi körüklendi.
İç çatışmalar, ekonomik krizler ve rüşvet gibi çok yönlü zararı olan uygulamalarla, Anadolu halkının güç kaynağı olan değerleri çökertilmeye çalışıldı.
Amaç açıktır ve bellidir.
500 yıl önce Endülüs'te olduğu gibi, önce Müslümanları parçalayıp güçsüz hâle getirmek, daha sonra da en uygun bir vakitte son darbeyi vurmak.
Bosna'da başlatılan katliamları Anadolu'ya kadar sürdürmek ve kadın, çocuk, ihtiyar ayırımı yapmaksızın bu bölgelerdeki bütün Müslümanları topyekün imha etmek.
Kıbrıs'ta başlayıp Karabağ ve Bosna'da devam eden, son olarak Çeçenistan'da sürdürülen katliamlar, bu genel ve uzun vadeli plânların uygulamalarından başka bir şey değildir.
Bu genel uygulamalar çerçevesinde, Türkiye ile komşu olan bütün ülkeleri, topyekün bir saldırı ve katliama hazırlıyorlar.
Yunanlıları; Kıbrıs ve Ege meselesi ile...
Bulgarları; Türk soydaşlarımıza yapılan zulümlerle...
Suriyelileri; Hatay, Apo ve su meselesi ile…
Iraklıları; Güneydoğu ve Kürtler sorunu ile...
İranlıları; İslâm devrimi ve Sünnî-fiiî meselesi ile...
Ermenileri; Karabağ ve Kürt meseleleri ile...
Bir taraftan komşu ülkeleri kışkırtıp saldırı için desteklerken, diğer taraftan kendileri de son saldırı için hazırlanmakta, bu arada Rusya’ya da bir pay ayırmaya hazırlanmaktadırlar...
İşte…
Biz Türkleri ve Müslüman Anadolu halkını beklemekte olan muhtemel akıbet budur.
Batının genel plânları bunlardır.
Bu plânlardaki küçük değişiklikler, genel sonucu etkilemeyecektir.
Bu durumda, son derece uyanık olmalı ve derhal gereken tedbirleri almalıyız.
Bunun için her zaman ve her vesile ile andığımız tedbirleri burada da anlatmış olacağız.
Bu tedbirler, alınmadığı sürece her zaman aciliyetlerini ve önceliklerini korumuş olacaklardır.
Biz, burada da bunları bu vesile ile bir defa daha yazmış olacağız.
Yukarıda yazdığımız tesbitlere katılan bir “Millî Koalisyon Hükümeti” kurulmalı ve aşağıda belirteceğimiz dört problem, üç-dört yıl içinde mutlaka çözüme kavuşturulmalıdır:
1. RÜŞVETİ ORTADAN KALDIRMALIYIZ.
Ancak, bunu asla cezai yollarla yapmamalıyız.
Rüşvetin sebeplerini ortadan kaldırmalıyız.
Öyle bir sistem ve düzen getirmeliyiz ki, artık rüşvet iş göremez hâle gelmelidir.
“Rüşvet alan da veren de melundur!” diye yazmakla, rüşvet ortadan kalkmaz.
Rüşvetin kökünü kazıyacak düzeni getirmek gerekir.
2. ANARŞİYİ ORTADAN KALDIRMALIYIZ.
Halkı anarşiye karşı silâhlandırmalı ve güçlendirmeliyiz.
Anarşiye karşı halk ile işbirliği yaparak caydırıcı güç oluşturmalıyız.
Bunun için idarenin ve halkın yeniden yapılandırılması gerekmektedir.
Bunun nasıl olması gerektiğini, düzen ile ilgili diğer kitaplarımızda ve çalışmalarımızda detaylı olarak açıkladık.
3. ENFLASYONU DURDURMALIYIZ.
Bunu gerçekleştirecek operasyon, para darlığı ile değil, enflasyona sebep olmadan piyasayı para ile doldurmakla mümkün olur.
Bunun uygulaması da, 'faizli sistem' ile değil, ancak 'faizsiz sistem' içinde gerçekleştirilebilecektir.
Bunun nasıl olması gerektiğini de, ekonomi ile ilgili kitaplarımızda bütün boyutları ile anlattık.
4. ADALETİ TESİS ETMELİYİZ.
Yıllarca süren mahkemeler yerine, son derece pratik olan 'hakemlik sistemi' uygulamasını getirmeliyiz.
10 ilâ 20 yıl süren davalar ve bu sebeple geciken adaletin önüne, ancak hakemlik sitemi uygulaması gibi pratik çözümle davaları günübirlik veya bir haftalık davalarla sonuçlandırarak geçebiliriz.
BİZ DİYORUZ Kİ;
Aslında bütün bu sorunları çözmek için altı aylık gerçekçi ve ciddi bir operasyon, daha sonra da bir yıllık bir bekleme süresi yeterlidir.
Bunun için iyi niyet, ciddiyet, fırsat, imkân ve uygulama gerekmektedir.
Yıllar önceydi
Bir bilge kişiyle karşılaştım
Kafamda sorular.. sorular.. sorular...
Sanırım henüz hiç kimsenin yanıt bulamadığı
Nice sorulara yanıtlar buldum...
Dün
O bilge kişiye
Genç dostlarımla yeni sorular sorduk...
Sanırız yeni sorunları olan günümüz dünyası ile ilgili
Yine yepyeni yanıtlar bulduk...
Bugün
Bu yanıtları
Sizinle paylaşmak istiyoruz
Sanırım siz de bizim gibi bilgi susuzluğunuzu giderecek
Sorularınıza yepyeni yanıtlar bulacaksınız...
GLOBALLEŞME VE BLOKLAŞMA
AÇISINDAN
GELECEĞİN DÜNYASI
Dünya değişiyor, değişimin kendisi değişiyor...
Dünyadaki değişimlerin hızı ve niteliği de değişiyor...
Değişen bu dünyada, önümüze “yeni kavramlar” geliyor...
'GLOBALLEŞME' ve 'BLOKLAŞMA'
Bu yeni kavramların başında geliyor.
Kitabımızın konusu olan
'GELECEĞİN DÜNYASI'
bir de bu açıdan önem arz ediyor.
Acaba;
GLOBALLEŞME ve BLOKLAŞMA
AÇISINDAN
“GELECEĞİN DÜNYASI”
NASIL OLACAKTIR?..
Bu soru ve buna bağlı diğer sorular;
Kazım Erten ve Özer Ataç arkadaşlarımız aracılığıyla;
Son yıllarda Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te yaşamakta olan
Üstadımız Süleyman Karagülle'ye ulaştırıldı...
Bir müddet sonra, bizim son derece orijinal bulduğumuz;
Sizin de öyle bulacağınızı bildiğimiz cevaplar geldi.
Kazım Erten, bu cevapları bir dergide değerlendirdi...
Ben de; konu ile çok yakın ilgisi sebebiyle
'GELECEĞİN DÜNYASI' kitabımızda değerlendirmeyi uygun gördüm.
Bunu yaparken metnin bütününe sadık kaldım.
Sadece genel düzenleme ve vurgular bendenize ait olacaktır.
Öyle umuyorum ki;
Bu vurgular konunun daha iyi ve daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Evet…
Dünya değişiyor, değişimin kendisi de değişiyor...
Dünyadaki değişimlerin hızı ve niteliği de değişiyor...
Değişen bu dünyada, önümüze yeni kavramlar geliyor...
Biz de bu kavramlar çerçevesinde sistemi sorguluyoruz...
Sorguluyor ve soruyoruz:
Acaba;
GLOBALLEŞME ve BLOKLAŞMA
AÇISINDAN
GELECEĞİN DÜNYASI
NASIL OLACAKTIR?..
R. N. E.
SORU
GELECEĞİN DÜNYASINI
GLOBALLEŞME ve BLOKLAŞMA
Açısından bizim için değerlendirir misiniz?
CEVAP
Hayvanlar, aralarında işbölümü olmadan sürüler hâlinde yaşadıkları gibi, arılar âleminde olduğu üzere aralarında işbölümü yaparak topluluk hâlinde de yaşarlar.
Hayvan topluluklarında hiyerarşik organizasyon yoktur.
İnsanlar ise, AİLE, KÖY, BELDE, BÖLGE ve TOPLULUK olmak üzere, BLOKLAŞARAK iç içe ‘COĞRAFİ TOPLULUKLAR’ oluştururlar veya fertler GLOBALLEŞEREK AŞİRET, KABİLE, ŞA'B/İL, KAVİM ve İNSANLIK olmak üzere 'SOSYAL TOPLULUKLAR' oluştururlar.
İnsanlık geliştikçe, BLOKLAŞMA VE GLOBALLEŞME de o kadar yüksek seviyelere ulaşır.
Coğrafi ve sosyal oluşumlarla GLOBALLEŞME VE BLOKLAŞMA, insan topluluklarında da beraber gelişerek dengeyi korur.
Ne GLOBALLEŞME ne de BLOKLAŞMA sadece makro düzeyde ele alınmalıdır.
İnsanlık içinde, kıtalar olarak bloklaşma söz konusu olduğu gibi; bir ülke içinde bölgeler hâlinde bloklaşma, iller içinde ilçeler olarak bloklaşma ve nihayet aşiretler içinde aileler hâlinde bloklaşmaların olması sözkonusudur.
Geleceğin dünyasında, hem BLOKLAŞMA hem de GLOBALLEŞME daha ileri düzeylerde gerçekleşecektir.
Bununla birlikte, Merkezi Yönetim ve Yerinden Yönetim anlayışlarında büyük değişiklikler olacaktır.
Merkezi Yönetimler, 'hâkim olma' yerine, 'hâdim olma' durumunu gerçekleştireceklerdir. Yani, merkezler taşraya emretmeyecek, aksine taşraya hizmet edeceklerdir. Buna karşılık, fertler ve taşra daha serbest olacaktır.
İnsanlarda hürriyet ve uzviyet birlikte gelişecektir.
Hayvanlar âleminde birbirine zıt olan bu iki mefhum insanda paralelleşiyor ve birlikte gelişme fırsatını buluyor. 'Merkez'in 'Taşra'nın hizmetçisi olması demek, merkez taşraya daha fazla hürriyet sağlıyor demektir.
SORU
'Yeni Dünya Düzeni' arayışları çerçevesinde
'yeni dengeler' hangi esaslar-temeller üzerinde kurulacaktır?
CEVAP
İnsanlık TOPLAYICILIK (meyve toplayıcılığı), AVCILIK, ÇOBANLIK, ÇİFTÇİLİK, PAZARCILIK (feodalizm), TÜCCARLIK (sikke kapitalizmi) dönemlerini atlayarak, İŞÇİLİK (sanayi kapitalizmi) dönemine gelmiştir.
Günümüzde, kapitalizm ve sosyalizm hâlinde BANKA KAPİTALİZMİ hâkimdir.
Geleceğin dünyasında ekonomik düzen 'ORTAKLIK SİSTEMİ' olacak, FAİZin yerini SELEM FARKI alacaktır.
Faiz; malı önce verip parayı sonra alarak fiyatı artırmadır.
Selem; parayı önceden alıp malı sonradan teslim ederek fiyatı düşürmedir.
İnsanlık, toprağa yerleşmeden önce göçebe hâlinde yaşıyordu.
Kabileler arasındaki ilişkiler, gaz moleküllerinin birbirleri ile olan ilişkileri gibiydi.
Ne konumları ne de uzaklıkları belirliydi.
Yerleşik yaşama düzenine geçildiğinde insanlar statikleştiler, katı cisim gibi oldular.
Komşuların ne ekonomileri ne de mesafeleri değişir oldu.
Hazreti Nuh Peygamber'den beridir sürüp gelen bu medeniyet, yaklaşık olarak on bin yıllık bir ömre sahiptir.
Hakk’a dayalı hâdim devletler MEZOPOTAMYA'da doğmuş;
MISIR'da, kuvvete dayalı hâkim devlet oluşmuştur.
Arka arkaya ve birbiri ardı sıra;
İBRANİ - GREKOROMEN,
HIRİSTİYANLIK - BİZANS,
İSLÂMİYET ve AVRUPA MEDENİYETLERİ gelmiştir.
Bu medeniyetlerin ortalama ömürleri 1000 yıldır ve aralarında da 500'er yıl fark vardır.
Hak Medeniyeti çökerken Kuvvet Medeniyeti gelişir;
Kuvvet Medeniyeti çökerken Hak Medeniyeti gelişir...
Çağımızda yani daha doğrusu günümüzde, “Kuvvet Medeniyeti” olan “Avrupa Medeniyeti” zirvededir...
Şimdi de “Hak Medeniyeti” yeniden doğmaktadır ve buna bağlı olarak da “Kuvvet Medeniyeti” çökmeye başlamıştır...
“Hak Medeniyeti” hukuk medeniyetidir.
Savaş durumu ve askeri yönetim uygulamaları dışında, insanlar arasında denge hakemlerin vereceği kararlarla sağlanacaktır.
Kişiler arasında veya topluluklar arasında veya kişi ile topluluklar arasında çıkacak olan her türlü anlaşmazlıklar, taraflar arasında seçilecek olan birer hakemler ile; bu arada hakemlerin de seçeceği baş hakem aracılığı ile halledilecektir.
Hukuk düzenine uyan insanlar, sonunda ölüm de olsa, hiç itiraz etmeden hakem kararlarına itaat edeceklerdir.
Hakem kararlarına uymayanlar; 'askerî infaz'a veya 'savaş hukuku'na havale edileceklerdir.
Hakem kararlarına uymayanlara karşı şavaş meşru olacak ve hukuk düzeninin tüm kuvvetleri haklının yanında, hakemlerin emrinde olacaktır.
Bugünkü düzende olduğu üzere, merkezden atanmış hâkimler olmayacağı gibi, merkezden yapılmış olan kanunlar da olmayacaktır.
Hukuk ilmi ve her türlü mevzuat hakemlere yardımcı olacaktır ama asla onları bağlamayacaktır.
Onlar kendi vicdanları ile adalete en uygun bir şekilde karar vereceklerdir.
Sonuç olarak, 'kanun düzeni' yerine 'içtihat düzeni' yani 'hukuk düzeni' oluşacaktır.
GELECEĞİN DÜNYASINDA, 'denge'nin gövdesini hakemlerin kararları oluşturacaktır. Bu gövde dört temel üzerinde oturacaktır.
Şimdi bu dört temeli kısaca arz edelim:
1. LÂİKLİK esası, birinci temel olacaktır.
Bu ne demektir?
Bu şu demektir:
- İlmî kuruluşlar, teşri-yasama gücünü;
- Meslekî kuruluşlar, icra-yürütme gücünü;
- Dinî kuruluşlar, murakabe-denetleme gücünü;
- Siyasî kuruluşlar, kaza-yargı gücünü kullanacaklardır.
Bunlardan her biri, 'başkanın hakemliğinde' toplulukta kendi hizmetlerini yapacak, bu hizmetlerini yaparken de birbirlerinin yetkilerine ve alanlarına tecavüz etmeyeceklerdir.
Yani…
DİN İLME,
İLİM SİYASETE,
SİYASET İŞ HAYATINA KARIŞMAYACAKTIR.
Bununla beraber, bütün bu kuruluşlar belli bir denge-ahenk-uyum içerisinde birbirleri ile karşılıklı dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştireceklerdir.
Başkanın ve hakemlerin hakemliğinde, her kuruluş kendi alanında faaliyet gösterecektir.
2. DEMOKRATLIK esası, ikinci temel olacaktır.
Bu nasıl gerçekleştirilecektir?
Bu da, dört çeşit çoklu sosyal grupların oluşturulması ile gerçekleştirilecektir.
İlim, din, iktisat ve siyasetten her birinde on'a yakın toplulukların tamamen serbest olarak oluşturdukları sosyal gruplar olacaktır.
Halk, her dört alanda da bu sosyal gruplardan herhangi birisine katılma durumunda olacaktır.
- YASAMA GÜCÜNÜ İLMÎ GRUPLAR;
- YÜRÜTME GÜCÜNÜ MESLEKÎ GRUPLAR;
- DENETLEME GÜCÜNÜ DİNÎ GRUPLAR VE;
- YARGI GÜCÜNÜ SİYASİ PARTİLER KULLANACAKTIR.
Kamu davalarını savcılar değil, sosyal grupların görevlendireceği hakemler açabilecek ve karara bağlayacaklardır.
Hakemler, hem avukat ve savcı hem de mahkeme üyelikleri görevlerini yapacaklardır.
Halk, siyasi gruplarını yani partilerini istediği zaman değiştirebilmek suretiyle iradesini her zaman kullanma gücünde olacaktır.
Demokratlık ilkesinin ikinci önemli yanı, halkın, seçmiş olduğu sosyal grubun toplu sözleşmelerine göre ilzam olunmasıdır.
Demokratlık ilkesinin bir başka tezahürü 'yerinden yönetim'dir.
Uluslararası kararlar, devletlerin içişlerinde geçersiz olduğu gibi, ülke kararları iller içinde, il kararları bucaklar içinde ve bucak kararları da aşiretler içinde geçersizdir.
Birleşmiş Milletler kararları sadece uluslararası ilişkilerle, Birleşmiş Milletler'in kendi icraatlarında, ülke kanunları da iller arası ilişkilerle ülkenin merkezi yönetiminde geçerlidir.
İl kararları, bucaklar arası ilişkilerle il merkez bucağında geçerlidir.
Her bucak kendi kamu hukukunu kendisi oluşturur.
Hakemlik ile Yerinden Yönetim prensipleri bilinmeden, 'PEYGAMBERLER SİSTEMİ' kavranamaz ve gelecek dünyanın nasıl olacağı bilinemez.
Bunlarsız demokrasi, buz üzerinde renksiz su ile yazılmış yazıya benzer; yazıyı yazan bile kendi yazdığını okuyamaz.
3. SOSYALLİK esası, üçüncü temel olacaktır.
Dünya bütün insanlarındır. Geçmiştekiler onu oluşturdular. Oluşturulan her şey, gelecekteki insanlara miras olarak kalacaktır.
Bir kimsenin ne sebeple olursa olsun, tembelliğinden bile olsa, ölüme terk edilmesi geçmiştekilerin ve gelecektekilerin haklarını gasbetmektir.
Dolayısıyla herkesin, çalışsın çalışmasın, kendisi çalışmaya zorlanmadan yaşamaya hakkı vardır ve tüm insanlığın üretiminden pay alır.
Bu ilke, bir topluluk içindeki fertler için söz konusu olduğu gibi, uluslararası kuruluşlar aracılığıyla devletlerarası; devlet aracılığı ile iller arası; iller aracılığıyla bucaklar arası ve bucak aracılığı ile aşiretler/ocaklar arasında da geçerlidir.
Ortak tabiat kaynaklarından ve ecdat mirasından yararlanıldığı için bu, her kişinin tabii hakkıdır.
Ayrıca, bugün tembel olan kişinin gelecek nesli çalışkan olabilir, onların hakkı olarak da, bu sosyal hakkını almak durumundadır.
Dikkat edilirse, 'sosyal yardım'dan değil, 'sosyal hak'tan söz ediyoruz.
Çalışan kimsenin elbette daha fazla hakkı vardır ama çalışmayanın da tabii ve sosyal olarak yaşama hakkı vardır.
4. LİBERALLİK esası, dördüncü temel olacaktır.
İnsanların yaşamaya hakları olduğu gibi, çalışmaya da hakları vardır.
Bu hak, kendilerinin vicdani görevleridir.
Ancak insanlar çalışırken kendi işlerini kendileri serbestçe seçip yapacaklardır.
Hiç kimse insanları zorla çalıştıramayacağı gibi;
Kimse insanların hangi işte çalışacaklarına da karar veremez.
Ancak, bu çalışmanın kollektif çalışma içinde yerini alabilmesi için serbest sözleşme hakları olduğu kadar, sözünde durma görevi de vardır.
Kişinin serbest müteşebbis olabilmesi için iş hayatında 'tekel'in oluşmaması gerekir.
Ekonomik hayatta emek ve sermaye akışının olması gerekir.
Dolayısıyla…
Sosyal hak olarak nasıl kamu bütçesinden herkesin pay alma hakkı varsa;
Liberal hak olarak da herkesin da herkesin kamu kredisinden yararlanma hakkı vardır ve bu haktan tüm vatandaşlar aynı şartlar içinde aynı şekilde yararlandırılırlar.
Takdir, sosyal gruplar tarafından yapılır.
Liberalliğin bir başka tarafı da, ruhsat ve izin müesseselerinin olmamasıdır.
Herkes her imkânı istediği gibi kullanır, bunun için hiç kimseden izin almaz.
Ancak, gerek kamu gerekse özel haklara tecavüz edilmişse, hakemler yoluyla bu haksızlık düzeltilir, verilen zararlar tazmin ettirilir.
Bu hüküm, ceza hukukunda da böyledir.
Kişinin silâh taşımasına karışılmaz ama silâhını kötüye kullanırsa, kullandıktan sonra cezalandırılır. Hukuk düzeninin temel kuralı budur.
Askeri düzen veya polis düzeni başkadır ve istisnai hallerde uygulanır.
Bu istisnai durum, hukuk düzenini koruyan araçtır.
Bizim yukarıda anlattığımız dört temel esas, dört temel ayak, hukuk düzeni içinde dengededir.
İşte…
GELECEĞİN DÜNYASINDA DENGE;
a) LÂİKLİK, DEMOKRATLIK, SOSYALLİK VE LİBERALLİK AYAKLARI ÜZERİNDE OTURAN HUKUK DÜZENİ İLE OLUŞACAK;
B) BUNLARI, HAKEMLER TESBİT EDECEK;
C) DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI DA BU DÜZENİ KORUYACAKLARDIR.
DAYANIŞMANIN ANLAMI ŞUDUR:
Dayanışma öyle bir akittir ki;
Dayanışma içine giren fertlerden birine bir yükümlülük veya zarar gelirse, hepsine gelmiş kabul edilerek zarar ortaklaşa karşılanır.
Meşru kuvvet böylece oluşur.
Biz, geleceğin dünyasının bu ilkelere dayanacağını söylerken, bu söylediklerimizi kafamızdan uydurmuyoruz.
Anayasa'da;
"Türkiye Devleti Demokratik, Lâik, Sosyal bir Hukuk Devletidir" deniyor.
Demek ki, insanlık fikren bu seviyeye gelmiştir.
Bu Anayasa maddesinde liberal kelimesi yoksa da, Anayasa'nın içinde liberallik savunulmuştur.
Anayasa, bizim ortaya koyduğumuz 'DENGE DÜZENİ'ni, ifade eksikliği ile aynen kabul ediyor.
Ne var ki, Batı dünyasının ekseriyete dayanan kanun sisteminde bunlar sadece temenniden ibaret kalıp fiilen gerçekleştirilemiyor, bir mekanizma oluşturulamıyor.
Biz burada, 'PEYGAMBERLER SİSTEMİ' içinde anayasanın da emrettiği dört temele dayanan 'HUKUK DÜZENİ'nin fiilî mekanizmasını insanlığın yararlanması için ortaya koyuyoruz.
Bu düzeni kabul edenler kurtulacak, kabul etmeyenler Nuh Tufanı'na benzer bir tufanda (“Sosyal Tufan”da) boğulup gideceklerdir.
Bu ne zaman olacaktır?
Bunun ne zaman olacağını biz bilemeyiz; Allah bilir.
SORU
Bazı sosyal bilimciler, stratejist ve tarihçiler, gelecekte büyük dinler ekseninde oluşacak olan yeni bloklaşmaların yaşanacağını belirtiyorlar.
Acaba gelecekte bütün dinler arasında sıcak bir diyalog ortamı gerçekleştirip, dinler aracılığıyla bütün dünyada barışın sağlanabilmesi mümkün müdür?
CEVAP
Canlılar içinde otlar kendi gıdalarını kendileri üretirler.
Ot yiyen hayvanlar, otları yiyerek yaşamlarını sürdürürler.
Otları da, et yiyen hayvanlar yerler.
Et yiyenler, açlıktan vs. diğer sebeplerden ölünce, onların leşlerini bakteriler parçalarlar.
Canlılar arasında işte böylesine kurulu bir denge vardır.
İnsan ise gücüyle bütün canlılara hâkimdir.
Bir canlı dengeyi bozacak şekilde çoğalırsa, insanoğlu o canlıya karşı savaş açar ve tekrar dengeye getirir, böylece denge sürekliliğini korumuş olur.
Ancak…
Bu dengeyi bizzat insanoğlunun kendisi bozarsa, onu dengeye ne getirecektir?
İşte önemli olan bu sorunun cevabıdır.
Bu sorunun cevabını bulmamız ve bilmemiz gerekir.
İnsanoğlunu da 'savaş' dengeye getirecektir.
Savaş, insanlık için bir denge unsurudur.
Seleksiyon kanunlarına göre savaş, daha gelişmiş nesillerin oluşmasına yardım etmektedir.
Bu sebepledir ki, insanlar arasındaki savaş, hiçbir zaman ortadan kalkmayacak ve her zaman varlığını sürdürmeye devam edecektir.
İnsanlık tarihinde basit sebeplerden dolayı savaşlar olmuştur.
Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki savaşlar veya Sosyalizm ile Kapitalizm arasındaki savaşlar, ne din ne de rejim savaşlarıdır.
Bu savaşlar tamamen insanlığın tabii kanunlarının bir tezahürü ve sonucudurlar.
SORULAN SORUYU ŞÖYLE DEĞİŞTİREBİLİRİZ;
"Eski çağda hanedanlar, orta çağda dinler, yeni çağda kavimler ve yakın çağda rejimler arası savaşlar olmuştur. Yani, insanlar savaşmak için bunları âlet edip kullanmışlardır. Şimdi yeni bir çağa geliyoruz. Acaba insanlık gelecekte neyi şiar edinip gruplaşacak ve savaşacaktır?"
Yukarıda savaşların görünür sebepleri olarak ortaya atılanların hiçbirisi diğerinin tekrarı değildir.
Dolayısıyla, gelecekteki savaşlar ne hanedanlar, ne dinler, ne kavimler, ne de rejimler savaşı olacaktır.
İnsanlık gerekçe olarak yeni bir şey bulacaktır.
Bu yeni şey ne olacaktır?
Yeni savaş, ne savaşı olacaktır?
Bunu tahmin etmek zordur.
Çünkü bu tamamen bir moda oluş kanunları içerisinde oluşacaktır.
Sosyal kanunlara göre diyebileceğimiz, gelecekte de savaşlar olacak ve gelecekte de insanlar çatışmak için sözde birtakım sebepler bulacaklardır.
Ama bu sebepler, daha önce ifade ettiğimiz üzere hanedan, din, kavim veya rejim gibi faktörlerin dışında yeni bir şey olacaktır.
Bosna'da, Çeçenistan'da, Azerbaycan'da, Irak'ta sürmekte olan savaşlar, tamamen eski bloklaşmalar sonucu oluşmuş olan güçlerin sürdürmekte oldukları, artık dünya için anlamını yitirmiş olan savaşlardır.
Çıkar çatışmalarıdır.
Ama kimin çıkarı?
Artık tarihe karışmış olan kavmî devletlerin çıkarı ve yine artık tarih olmakta olan rejimlerin son çırpınışları.
Biz burada hanedanlık, din, kavmiyet ve rejimlerin ortadan kalkacağını söylemiyoruz.
Bunlar geleceğin dünyasında da olacak ve gelişerek kendi fonksiyonlarını sürdüreceklerdir.
Ama…
Artık bunlar savaşlar için sebep olmayacaktır.
Gelecekteki savaşları da belki bunlar yapacaktır ama savaşların gerekçeleri başka olacaktır.
“GELECEĞİN DÜNYASINDA” devletlerin sınırları içinde birden çok dinler yaşayacak, bir din de bütün dünyada organize olabilecektir.
Dinler, eşit şartlar içinde devlet yönetimi içinde dörtte birlik alanda yerlerini alacaklardır.
Sanat, dinlerin denetiminde olacağı gibi, sosyal haklar da dinler tarafından korunacak ve realize edilecektir.
Ferdin ilmî, meslekî ve askerî eğitimleri dışında kalan her türlü eğitimini dinler yüklenecektir.
Halk sağlığı ve çevre kirliliğinin bekçisi dinler olacak, halkı doğru bilgilendirme yani şehadet müessesesini de dinler denetleyeceklerdir.
Dinlerde, cezalandırma yerine uyarı görevi olacak, yanlış yapana 'yanlış yaptın' denip yaptığı hatırlatılacaktır.
Dinler, bütün bu görev ve sorumluluklarını hukuk düzeni içinde yüklenecekler ve insanlar arasında ayırım yapılmaksızın barış içinde geleceğin dünyasında hizmet edeceklerdir.
Bugün Bosna-Hersek'te, Çeçenistan'da ve Azerbaycan'daki savaşlar, ne dinîdir ne de kavmîdir; bin yıl öncesinde oluşmuş olan haçlı organizasyonunun çağımızdaki kapitalist ve sosyalist güçler tarafından istismarıdır.
Orta Asya'da ve Kırgızistan'da gelin de görün bakalım; bir tek Kırgız ve Rusu veya Hıristiyan ve Müslümanı, dinî veya kavmî sebeplerden dolayı kavga ediyor bulabilir misiniz?
Bu durum, Çeçenistan'da ve Azerbaycan'da da böyledir.
Bu ülkelerdeki savaşlar, emperyalist güçlerin âdi çekiştirme ve bu ülkeleri sömürme oyunlarından ibarettir. Bunun dışında başka bir şey değildir.
Dinler, günümüzde son derece zayıflamış durumdadırlar. Felsefelerini kaybetmiş ve cemaatlerini de dağıtmış bulunmaktadırlar. Mabetler artık bomboş. Dinlerin mensupları ya azalmış ya da mabetlerine itibar etmez olmuşlar.
Dinlerin yeniden toparlanabilmeleri için kendi inanç sistemlerini ilmen desteklemeleri gerekmektedir.
Dinlerin ayrıca insanlığa getirdikleri hükümlerle saadet ve mutluluk sağlamaları gerekmektedir.
Ancak, bu işi tek başlarına ayrı ayrı başarabilme gücüne sahip değildirler.
Bediüzzaman'ın işaret ettiği ve Kur'ân'da da görüleceği üzere, Müslümanlar ve Hıristiyanlar diyalog kurup inançlara yeniden dinamizm getireceklerdir.
Hıristiyanlar müsbet ilmi ortaya koyacaklar;
Müslümanlar da Tevrat'ı ve İncil'i ilmî delillerle takviye eden ve tüm ilâhî hükümlerin kolay anlaşılmasını sağlayacak olan İslâmî ilimleri ortaya koyacaklardır.
Bunların bu müsbet yollarını doğu dinleri de izleyecek ve gelecekte dinler 'savaş'ın değil 'barış'ın mihrakları olacaklardır.
Ama her şeye ve bu olumlu gelişmelere rağmen insanlar yine de savaşmaya devam edeceklerdir.
Savaşlar olacak, ama belki de geçmişte olduğu gibi artık dünya savaşları olmayacaktır.
Hele dinler bu savaşlarda kesinlikle taraf olmayacaklardır.
Geleceğin dünyasında hükümran olacak olan hak medeniyetinde, 'savaş' değil de 'barış' belirleyici unsur olacaktır.
Gerçi şimdi Batılı kapitalistler dünyayı bölüp savaştırmak için akla gelmedik birçok yollar arıyor ve deniyorlar, bu arada dinler üzerinde de denemelerini yapıyorlar.
Özellikle Ortodoks Slavlar ile Müslüman Türkleri savaştırıp bu arada kendi çıkarlarını sağlamayı ve korumayı tasarlamaktadırlar.
Meselâ, Gorbaçov'u devre dışı bırakarak, sürekli içki içmekten dolayı salim düşünebilme kabiliyetini kaybetmiş olan Yeltsin'i destekleyerek, kendi meclisini bombalattırarak, sebepsiz yere Çeçenistan'ı yerle bir ettirerek, eski Sovyet ülkelerinde Din ve Irk yüzünden savaştırma plânlarını uygulamaktadırlar...
Bu oyuna âlet olan Ruslar ve Müslümanlar vardır...
Ama bu türden planların ve hilelerin modası artık geçmiştir.
Öyle zannediyorum ki, bunlar mevzii hareketlerin ve olayların ötesine geçemeyecektir ve büyük savaşlara da sebebiyet vermeyecektir.
Dinler arasında sıcak temasların ve savaşların olacağını söyleyenler, sömürgeciliğin senaristleridirler ve Batı dünyasının emperyalist emellerine hizmet etmektedirler.
Biz, Müslüman ve Hıristiyan önderlerin, bu oyunları görebilecek kadar bilinçli ve uyanık olduklarını düşünüyoruz.
Globalleşme ve Bloklaşmadan özetle kastedilenler, acaba geleceğin dünyasındaki gelişmeler tek topluluk hâline gelip insanlık Birleşmiş Milletler tarzında mı yönetilecek?
Yoksa…
Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya gibi kıtalar birleşerek gelişecek ve bloklar arası dengeler hâlinde oluşumlar mı gerçekleşecektir?
Tartışma ve değerlendirmeler bu yönde ve bu merkezdedir.
Bize yöneltilen sorularla ilgili olarak görüşlerimizi yukarıda kısaca açıklamaya çalıştık.
Arkadaşlarımız da akademik ilmî çalışmalarında bu konuları detaylı olarak araştırarak ortaya koyuyor ve belirliyorlar.
Bir arkadaşımız bu konuyu “doçentlik tezi” olarak inceledi ve bu tezi “cehalet” veya “hıyanet” sebebiyle tam üç defa sözde jüriler tarafından reddedildi. Bu durum, bu reddiyeler, ülkemizdeki ilmî seviyenin anlaşılması ve bilinmesi açısından son derece ibret vericidir.
Bizler;
Sosyal yapının yerinden yapılanmaya, ekonomik yapının da merkezî bir yönetime kavuşturularak, aralarında denge sağlanacağı 'Peygamberler Sistemi'ne dayanan görüşlerimizi, işte bu şekilde ortaya koyuyoruz...
Gücümüz oranında da uygulamaya çalışıyoruz, uygulamalar yapıyoruz...
Önerdiğimiz düzenin bir bütün olarak benimsenmesi ve uygulanması konusu ise, halkımızın ve insanlığın bileceği bir iştir.
Bizler;
Anlamak ve anlatmak - yaşamak ve yaşatmak isteyenlere, her zaman anlatmaya ve uygulama konusunda yardımcı olmaya hazırız...
Yeter ki, iyi niyetli ve ciddi talepler olsun...
İnsanlar anlamak ve uygulamak istemiyorlarsa, bizim şimdilik beklemekten ve kendi çalışmalarımıza devam etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur.
SORU
İslâmiyet'in, 21. Yüzyıl'ın arifesinde bulunduğumuz bu dönemde insanlığa, bütün dünyaya evrensel prensipler öngörecek bir sosyal yapı önerisi, bir ekonomik sistem, bir bilimsel anlayışı var mıdır?
CEVAP
İnsanlar, gaz hâlinde yaşanan 'Göçebelik Dönemi'nden katı haldeki 'Yerleşik Düzen'e geçerken, sosyal yapıları tamamen değişmişti.
Dolayısıyla eski hukuki yapı, artık insanlığın ihtiyaçlarına cevap veremiyordu.
Allah, yeni hukuki yapıyı insanlığa teklif etti.
Fakat insanlık bu teklifi kabul etmedi.
Nuh Tufanı oldu ve tufan sonrası 'Yerleşik Düzen'in hukuki statüsü oluştu.
Bugün insanlık katı yerleşik düzenden, sıvı kent düzenine geçmektedir.
İnsanlar arası konum her an değişmekte ama uzaklık değişmemektedir.
Artık, Nuh Nebi'den kalma hukuki yapı insanların ihtiyacına cevap vermiyor.
Dolayısıyla, insanlığın yeni bir hukuki yapıya ihtiyacı vardır.
İhsanlık tarihinde, filozoflar hukuki yapıyı oluşturamadılar.
Hukuki yapıdaki hemen hemen her prensip peygamberlerden kalmıştır.
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan hukuk düzeni, Tevrat ve Kur'ân'ın getirdiği 'Hukuk Düzeni'dir.
Bin yıl önceki hayat seviyesini düzenleyecek biçimiyle hukuk düzeni sürdürülmektedir.
Batı dünyası, medeniyeti bozup tahrif etmenin ötesinde, 'Hukuk Düzeni'ne bir şey katamamıştır.
Gelecekte de yeni hukuk düzenini dinler düzenleyecektir.
İslâmiyet'te, Kur'ân'a dayalı olarak yeni ihtiyaçlara cevap verecek hukuk sistemini üretmenin mekanizması vardır.
İSLÂM DÜNYASINDA BUNUN İLMİ OLUŞMUŞTUR.
MEKANİZMASI, 'İÇTİHAT' VE 'İCMA'DIR.
İLMİ DE, 'FIKIH' VE ''USÛL-Ü FIKIH'TIR.
DAYANACAĞI KAYNAK DA, 'KUR'ÂN'DIR.
Yeryüzünde Kur'ân gibi her çağın ihtiyacına cevap verebilen değişmemiş başka bir kitap yoktur.
İslâmiyet'ten başka hiçbir medeniyet ve topluluklarda, 'fıkıh' ve 'usûl-ü fıkıh' ilmi mevcut değildir.
Bu ilimler de, Matematik ilmi gibi tektir.
Yani, bu ilimleri yeniden icad etmek mümkün değildir, ancak geliştirilebilirler.
Bu itibarla;
GELECEK DÜNYANIN DÜZENİNİ yalnız ve yalnız İSLÂMİYET düzenleyebilir.
GELECEĞİN DÜNYASINI VE DÜNYA DÜZENİNİ düzenleyebilecek İslâmiyet’ten başka bir merci yoktur.
AKEVLER'deki çalışmalarımızla, bu sistemin ana hatları ortaya konmuştur.
'ADİL (EKONOMİK) DÜZEN' ismiyle, bu çalışmalar bir siyasi parti tarafından siyasi olarak insanlığa sunulmuştur.
Bunlara karşılık olarak bu çalışmalara, sadece politik red cevapları gelmiştir.
Kimse söylenenleri ilmî olarak reddetmemiş veya başka bir alternatif getirememiştir.
Bunları çok kısa olarak tekrar edelim:
İSLÂMİYET'in;
EKONOMİDE ÖNERDİĞİ YENİ DÜZEN;
TİCARETİN SERBEST FAİZİN YASAK OLDUĞU DÜZENDİR.
Ticaret, maldaki artıştır ve parayı da artan mal kadar artırmadır.
Faiz ise, mal artmadan paranın artırılmasıdır ki, sonu enflasyondur.
İslâmiyet'in ekonomide önerdiği yeni düzen; çalışanların kollektif üretime işçi olarak değil, ortak olarak katılmasıdır, kollektif üretimden senet olarak pay almasıdır.
Bugünkü mal-para mübadelesi yerine;
Mal-senet ve senet-para mübadelesi sisteminin gelmesidir.
Kamunun, bir genel hizmet ortağı olarak işletmelere katılarak payını almasıdır.
Bu pay miktarının da, şer'an belirlenmiş olup hükümetlerin veya meclislerin bunu değiştirmeye hakları olmamasıdır.
YÖNETİMDE / SİYASETTE YENİ DÜZEN İSE;
“HÂKİM DEVLET” YERİNE “HÂDİM DEVLET” OLACAKTIR.
Kamu hizmetlerini, üstün yetkili devlet görevlileri değil, ücreti kamudan alan 'serbest meslek hizmetlileri' yapacaktır.
Hizmetliyi de halk seçecektir.
Halkın hâkimi bürokratlar yerine, 'HALKIN HÂDİMİ EHLİYETLİLER' kamu hizmetlerini yükleneceklerdir.
Kararlar, 'ekseriyet sistemi' ile değil, 'KOLLEKTİF OLARAK' alınacaktır.
Adalet mekanizmasında, 'hâkimlik sistemi' yerine 'HAKEMLİK SİSTEMİ' gelecektir.
DİNDE ZORLAMA YOKTUR.
Halk istediği şekilde dini organizasyon içine girebilecektir.
Bir şey dinî olduğu için herhangi bir imtiyaza sahip olmayacaktır.
Bir şey dinî olduğu için de suç sayılmayacaktır.
Dinî davranışlardaki gayesi ne olursa olsun, hukuk karşısında herkes eşit muamele görecektir.
Dinler, birlikte aktif olarak yönetimde rol alacaklardır.
Devlette murakabe-denetleme görevi dinlere ait olduğu gibi, sanat ve sağlık kontrolleri de dinlere ait olacaktır.
Tezkiye yetkisi ve görevi de dinlere aittir.
İhmalden doğan zararlar, 'DİNÎ DAYANIŞMA ORTAKLIĞI' içinde karşılanacaktır.
İLİM, SOSYAL SINIFLAMADA YEGÂNE ARAÇTIR.
İslâm düzeninde, insanlar sadece ilimlere göre sınıflanmışlardır.
İnsanlar, ilmî ehliyetlerine göre kamu hizmetlerini görür ve kamu hizmetlerini yürütürler; ilmin dışında, temsil dışında bir ayrıcalık tanınamaz.
İlmî tedrisat tamamen serbesttir.
Tedrisat konusunda hiçbir merkezî yönlendirme yapılamaz.
İmtihanlar kollektiftir ve ehliyetler de ortaklaşa tevcih edilir.
Bugün insanlığın en büyük sıkıntısı, 'bürokratik düzen'dir.
Halk, “yönetici” ve “yönetilen” diye ikiye ayrılmış ve halkı 'yönetici bürokrat'lardan korumak için de müesseseler geliştirilmiştir.
Ne var ki, her yeni müessese bürokratik yükünü artırmaktan başkaca bir şey yapamıyor.
İSLÂMİYET, işte bunu kaldırıyor, yerine 'ilme dayalı bir kamu ehliyeti sistemi' getiriyor ve bu ehliyetlinin bir yerden atanmasına gerek kalmaksızın kamu hizmetlerini görüyor.
İSLÂM DÜZENİNDE, kamu hizmetlisini halk bizzat kendisi seçtiği için ve kamu hizmeti gören kimse kendisini seçen insan sayısıyla orantılı olarak kamu bütçesinden pay aldığı için; hizmetli halkın hâkimi değil hâdimi olacaktır.
Hizmetlinin hizmetindeki kusurdan dolayı doğacak olan zararlar:
A) BİLGİSİZLİKTEN KAYNAKLANMIŞSA, İLMÎ;
B) BECERİKSİZLİKTEN KAYNAKLANMIŞSA, MESLEKÎ;
C) İHMALDEN KAYNAKLANMIŞSA, AHLÂKÎ;
D) KASDEN YAPILMIŞSA, SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIĞI,
SÖZKONUSU OLAN ZARARI TAZMİN EDECEKTİR.
Bu uygulama, sadece kamu hizmetlerinde değil;
Herhangi bir kollektif üretimde de geçerlidir.
Biz bu sisteme 'Teminatlı Ehliyet' diyoruz.
Bu sistem AKEVLER tarafından ortaya konmuş ve REFAH PARTİSİ tarafından da dünyaya duyurulmuştur.
Artık, “var mıdır yok mudur” tartışmasının bitmiş olması, bunun yerine “nasıl olduğunun” tartışılmasının yapılması gerekir.
SORU
İslâm ülkeleri sosyal ve siyasal yapılanmalarıyla, ekonomik modelleriyle, günümüzde dünyaya kapalı bir durumdadırlar.
İslâmiyet'in, bu engellerin oluşmasında etkisi var mıdır?
CEVAP
Allah dünyayı 'tekâmüle göre' yaratmıştır.
İsteseydi bir insanı birden ve daha baştan kırk yaşında yaratabilirdi.
Ama Allah böyle yapmamış, ceninden başlayıp insanoğlunu adım adım geliştirmektedir.
Daha sonra yaşlanan insanları öldürüp onların yerlerine başkalarını getirmektedir.
Ölüm, tekâmülün zorunlu sonucudur.
Eski binayı yıkmadan, o arsa üzerinde daha gelişmiş bir plân çerçevesinde hazırlanmış olan yeni bir bina yapamazsınız. Yenisinin yapılabilmesi için eskisinin yıkılması gerekir.
Allah toplulukları da işte böyle doğurur, büyütür, geliştirir; sonra daha ileri seviyede topluluk oluşturmak için yaşlandırır, çökertir ve öldürür.
Hattâ dünya da bundan dolayı fanidir.
Hâlen var olan bu kâinat yıkılacak ki, daha ileri seviyede yeni bir kâinat oluşsun.
I. İslâm Medeniyeti doğmuş, büyümüş, gelişmiş, yaşlanmış ve çökmüştür...
Niçin?
Yeni İslâm Medeniyeti doğsun diye...
Bu yeni medeniyetler, her seferinde biraz daha gelişmiş olacaklardır.
Demek ki…
Bu durumda sorunuza verilecek cevap şudur:
Bugünkü İslâm ülkeleri ve devletleri İslâmiyet'ten uzaklaştıkları için çökmüşlerdir.
Ama İslâmiyet'ten uzaklaşmaları da, Müslüman oldukları ve birinci (veya dördüncü) İslâm Medeniyeti ömrünü doldurup çökmüş olmasından kaynaklanmıştır.
Bu vesileyle şunu belirtmemiz gerekir ki, İslâm ülkelerindeki gerileme Birinci Dünya Savaşı'nda bitmiş ve ondan sonra Müslüman Devletler bir taraftan bağımsızlıklarını kazanmaya başlamış, diğer taraftan yeni arayışlar içerisine girmişlerdir.
Gelecekteki ikinci (veya beşinci) İslâm Medeniyeti'ni kimler kuracaktır?
Müslümanlar mı?
Belli değil...
Belki...
Kim bilir?..
Belki Zenciler…
Belki de Eskimolar…
Ya da...
Bu bilinmez.
SORU
Sadece İslâm ülkeleriyle oluşturulacak ekonomik birliktelikler sizce İslâmî midir?
CEVAP
'İslâm Ülkeleri', 'Hıristiyan Ülkeleri' deyimleri artık modasını yitirmiş olmalıdır.
Artık yeryüzü İslâmiyet, Hıristiyanlık gibi ayrılmayacaktır.
Her ülkede her din mensubu yaşayabilecektir.
Bugün Avrupa'ya yoğun göçler var.
Yarın zirai üretimi gerçekleştirmek için Asya'ya göçler olacaktır.
GELECEĞİN DÜNYASINDA ekonomik topluluklar kıtalara göre oluşacaktır.
Güney Amerika, Kuzey Amerika, Avrupa, Afrika, Avustralya, Çin, Hint bölgeleri, ayrı ayrı ekonomik topluluklar oluşturacaktır.
Bunların dışında Endonezya, Japonya merkezli başka bir topluluk olacak mı, yoksa buralar Çin, Hint ve Avustralya toplulukları arasında bölüşülecek midir?..
Bilinmez…
Sibirya, Orta Asya, Doğu Avrupa, Kafkasya, Balkanlar, Afganistan, Türkiye, İran, Arabistan ülkeleri için de yeni bir topluluk oluşacak mı veya bunlar hangi ekonomik topluluklarda yer alacaklar?..
Şimdilik bunlar belirsizdir.
Bugünkü sancılar da bu belirsizlikten kaynaklanmaktadır.
Avrupa Topluluğu veya bugünkü adıyla Avrupa Birliği, başlangıçta bir Katolik Topluluğu olarak kuruldu.
Ama bugün bir Hıristiyan Topluluğu olmaktan vazgeçiyor.
Sadece dine dayalı topluluklar hayatiyet bulamaz.
Ekonomik topluluk ekonomiden başka bir şeye dayanırsa, hattâ böyle bir özellik içerirse, genel denge bozulur ve ekonomi de işlemez olur.
Avrupa böyle bir mantıkla hareket ederse fakirleşir.
Şüphesiz 'İSLÂM ÜLKESİ' başka, 'İSLÂM DÜZENİ' başkadır; 'İSLÂM DİNİ' de tamamen ayrıdır.
Biz, gelecekte 'PEYGAMBERLER SİSTEMİ / DÜZENİ'nin hâkim olacağını iddia ediyoruz.
Bu PEYGAMBERLER DÜZENİ de 'İSLÂM DÜZENİ'dir.
İSLÂM DÜZENİ'nde kavmî devletler vardır.
Her devletin kültürü ayrıdır, dili ayrıdır.
Ancak, İslâm devletlerinde ülkeye giriş-çıkış serbesttir.
Normal vergiler dışında gümrük vergileri yoktur.
Pasaport ve vize yoktur.
GELECEĞİN DÜNYASINDA bu sistemi kabul eden İslâm devletleri oluşacaktır.
Şimdiki İslâm ülkeleri sadece atalarının Müslüman oldukları ülkeler olup, bunların İslâm düzeni ile bir ilgileri yoktur.
Halklarının Müslümanlık derecesi de, herhalde Türkiye’deki Müslümanlardan daha ileri değil, aksine çoğunda geridir.
SORU
Uluslararası ekonomik ilişkilerin rekabete göre düzenlenmesinde ne gibi hukuki ve ekonomik kriterler öngörülebilir?
CEVAP
Uluslararası ekonominin sağlıklı gelişebilmesi için, ekonominin kendi kuralları içinde çalışması gerekmektedir.
Yani dinî, siyasî veya ilmî müdahaleler olmamalıdır.
Ekonomi, kendisine tanınan sahada serbest olmalıdır.
Bunu birer misâl ile izah edeyim:
Ekonomide, mal ve emek hareketinde, siyasi sınırlar konmamalıdır.
Gümrükler, vizeler, pasaportlar ve benzeri engeller kalkmalıdır.
Mal, nerede pahalı ise oraya akmalıdır.
Piyasada doyma olunca, mal akışı kendiliğinden durur.
Emek de, nerede en verimli üretim yapıyorsa, oraya akmalıdır.
Doyma olunca, emek akışı da kendiliğinden durur.
Dine dayalı ekonomik topluluklar oluşturulmamalıdır.
Sahte yani karşılığı olmayan para ile Yahudilerin dünyayı sömürmelerine son verilmelidir.
Faiz yasağı getirilmelidir.
Böylece tekelleşme son bulmalıdır.
Yahudiler, bugünkü ekonomik düzende faizi aralarında haram, diğer insanlar arasında ise onları sömürebilmeleri için helâl görmüşlerdir.
Lâiklik adı altında kendi sömürülerini sürdürmektedirler.
Yahudi dininin emperyalizmine, karşılıksız para mekanizmasına son vermek ve yeniden faizi gayri meşru addederek oluşmuş olan tekelleri ortadan kaldırmak gerekir.
Ekonominin serbest rekabete açılması için “İLMÎ, DİNÎ, MESLEKÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI” oluşturmalı ve çalışanlara teminatlı ehliyetler verilmelidir.
Ayrıca, bunlar işletmelere kredi ve genel hizmet götürmelidirler.
Karşılıksız paraya dayanan merkezî ve keyfî kredileşme sistemi son bulmalıdır.
Kredi, dayanışma mekanizması içinde herkese eşit şartlarda sağlanmalıdır.
Nihayet, know-howlar, patentler, fikri haklar gibi uydurma haklar ortadan kalkmalıdır.
Bunlar için vakıflar kurulmalıdır.
Vakıflar bunları satın almalı ve karşılıksız olarak halkın hizmetine sunmalıdır.
Yoksa…
Bütün buluşlar tekellerin imtiyazında olursa, ekonomide serbest rekabet doğmaz.
Hâsılı…
Bu konuda peygamberlere kulak verirsek yani Allah'ı dinlersek, ancak o zaman istediğimiz refaha ereriz.
Aksi durumda akıbet hüsran olacaktır.
SORU
İslâmiyet'in, faizi yasak kârı serbest kılan ekonomi anlayışı globalleşmeyi hangi ölçülerde etkiler?
CEVAP
Faiz, rizikosuz elde edilen kazançtır.
Faiz sermaye terakümüne sebep olur ve sonunda tekel oluşturur.
Tekel de, yönetimi hâkimiyeti altına alır.
Böylece faiz sonunda zoraki tekelleşmeye götürür.
Ne var ki, rakipsiz kalan tekel kendi içinde çürümeye başlar, tekrar dağılma meydana gelir ve sancılı bir yaşayışla ömür tamamlanır.
Yani…
Faizli sistem, kuvvete dayalı sistemdir.
Evrime yani tarım döneminden sanayileşmeye geçişte katkısı olmuştur.
Faiz serbest kılınarak Avrupa'da sermaye terakümü ve sanayi inkılâbı gerçekleşmiştir.
Faiz yerine ikame edilen şey kâr değildir.
Kâr, ticaretin geliridir.
Faiz, kapitalin geliridir.
Kira, taşınmazların geliridir.
Kapital, müteşebbislere verilmelidir.
Müteşebbisler üretim yapıp kâr elde etmekte, faizi ödedikten sonra kalan kısım kendilerinin olmaktadır.
Bazı müteşebbisler ise yatırım yapmakta, kira almakta, faizi çıktıktan sonra kalan kendilerinin olmaktadır.
Bu mekanizma ortaklık sisteminde de aynen çalışmaktadır.
Aralarındaki tek fark, kredinin müteşebbislere faizsiz olarak verilmesidir.
Onun yerine müteşebbisten iş istenmektedir.
Böylece müteşebbisler daha az kâr veya kirayla yetinmektedirler.
Dolayısıyla daha çok iş olmakta ve ülke kalkınmakta, aynı zamanda devletin gelirleri de artmaktadır.
FAİZSİZ ORTAKLIK SİSTEMİNDE, iş yapan herkese kredi imkânı sağlanmakta, kapital sıkıntısından dolayı hiç kimse işsiz kalmamaktadır.
Ayrıca, kredi üretim veya yatırım karşılığında verildiği ve yatırımlar hisse senetleri ile halka intikal ettiği için de enflasyona neden olmamaktadır.
Bu durum, monopole yani tekele gitmeyen dengeli ekonomiyi oluşturmaktadır.
Müteşebbisler çoğaldığı için de serbest rekabet ve kıyasıya yarış sürüp gitmektedir.
Bu düzen, merkezî gücün planlaması ile değil, küçük müteşebbislerin insiyatifleri sonucu dünyayı tek pazar hâline getirmektedir.
Gittikçe daha çok müdahale, daha çok transfer söz konusu olacaktır.
Böylece tabii bir globalleşme oluşmaktadır.
Rekabet ortadan kalkmadığı için de uzun ömürlü olmaktadır.
Demek ki, globalleşme her zaman vardır.
Faizli sistemde kısa zamanda global hâle gelinmekte, faizsiz sistemde globalleşme geç olmakta ama ömrü uzun olmaktadır.
Böylece…
GELECEĞİN DÜNYASINDA DÜZEN;
'FAİZSİZ EKONOMİ DÜZENİ' OLACAKTIR.
Artık büyük sanayi ve ağır sanayiin yerini, küçük sanayiye dayalı münferit işletmeler almaktadır. Standartlaşma ve tekniğin gelişmesi ara mamulleri de mamul hâline getirmiş ve piyasa malı hâline getirmiş, böylece ağır sanayiden montaj sanayiine geçilmiştir. Parçalar ayrı ayrı küçük atölyelerde üretilip satılmakta, sonunda parçaları toplayan, montaj yapıp makinayı imal etmektedir.
Bunun dışında, düne kadar sermaye devlet içinde sonsuz değildi. Altın veya gümüş mahduttu. Dolayısıyla kredi bulmak zordu. Faiz, dağınık bulunan altın ve gümüşü bir araya getirmiştir.
Şimdi ise devlet istediği kadar para basabiliyor yani kapital zaten kaynakta teraküm etmiş durumdadır.
Emeksiz elde edilen bu kapitale faiz hakkı tanımaya gerek yoktur ve artık fonksiyonu da yoktur.
Oysa kâr, ekonominin devamlı olarak dinamizmini oluşturacaktır.
SORU
İslâmiyet'in devletlerarası hukukta hukuki ve ekonomik olarak ülkelerin kendi çıkarlarını ve bağımsızlıklarını koruyabilecekleri özerk sistemlerle ilgili görüşleri nelerdir?
CEVAP
İnsan sadece yeryüzünde değil, bütün kâinatta Allah'ın halifesidir.
Allah insanda kendi sıfatlarını topluca tezahür ettirmiştir.
Ne var ki, insan tek başına yaşayamaz.
Günlük hayatlarını sürdürmek için insanlar aşiretler hâlinde toplu yaşayacak şekilde yaratılmışlardır.
Gerek çalışmada ve gerekse yaşamada bir hukuk düzenine ihtiyaç vardır.
Aralarında çıkan anlaşmazlıkları hemen halleden bir kabile/bucak başkanı vardır.
Sonra taraflar hakemlere giderler ve hakem kararları uygulanır.
Bu hukuk düzenini, insanlar birleşerek kabile içinde kurarlar.
Ancak…
Herkes her zaman hukuk düzenine uymayabilir. Cebrî icra, askerî icra gerekebilir. Bunu gerçekleştirecek yani iç güvenliği sağlayan bir teşkilât vardır ki, buna “şa'b” (il) denmektedir.
İç güvenlik yeterli değildir. Organize olmuş komşular da ülkemize saldırıp yağmalamak isteyebilirler. Dış savunmayı yapacak bir teşkilâta ihtiyaç vardır. Bu “kavim” içinde oluşan “devlet”tir.
Nihayet bütün insanlığın bir araya gelerek tekâmül için ortak çaba sarf etmesi gerekmektedir. İlmî buluşlardan ve buna göre doğacak sosyal müesseselerden tüm insanlığın ortaklaşa yararlanması gerekir.
Bunun dışında, insanlar çoğalmayı gerçekleştirmek için 'aile'yi, ortak çalışma yapabilmeleri için 'karye'leri, ortak kamu hizmetlerini gerçekleştirmek için 'belde'leri, ortak ihtisas hizmetlerini gerçekleştirmek için 'medine'leri ve ortak pazarları oluşturmak için de 'mısır'ları oluşturmuştur.
Bunlar arasında dengenin sağlanması için sayı bakımından onlu kademe kullanılmıştır.
Baz olarak da asgarisi üç, azamisi on seçilmiştir.
Merkezî yönetim yerine “yerinden yönetimin” getirilmesi, merkezlerin taşralara hâkim değil “hâdim” olması, çıkan ihtilâfların “hakemler” yoluyla halledilmesi, hakemlerin kararına uymayanlara karşı “dayanışma ortaklıkları” içinde birlikte karşı konması, kişilerin ve toplulukların hukukunu sözde değil, gerçekten koruyan müesseselerdir.
Batı dünyası, sistem olarak 'çıkar çatışması'na dayanır.
Çıkarları olanlar çatışırlar.
Güçlü olan yener ve güçlüye göre bir denge oluşur.
İslâmiyet ise, çıkar çatışması yerine 'çıkar paralelliği'ni getirmiştir.
Öyle bir mekanizma oluşmuştur ki, bir yerde denge bozuldu mu, her tarafın dengesi tamamen bozulacağından, herkes o dengeyi korumaya çalışmaktadır.
"HAKİKATİ BULAN,
BAŞKALARI FARKLI DÜŞÜNÜYORLAR DİYE,
ONU HAYKIRMAKTAN ÇEKİNİYORSA,
HEM BUDALA HEM DE ALÇAKTIR.
BİR ADAMIN,
‘BENDEN BAŞKA HERKES ALDANIYOR’
DEMESİ GÜÇ ŞÜPHESİZ;
AMA SAHİDEN HERKES ALDANIYORSA,
O NE YAPSIN."
DANİEL DE FOE
GELECEK
İÇİN
BİR ÖNGÖRÜ
İKİ MEDENİYET ARASINDAKİ FARK
Tarihte ilk yerleşik medeniyet MEZOPOTAMYA'da doğdu...
Bu medeniyet, HAKKA DAYANAN BİR HALK MEDENİYETİ idi...
Daha sonra medeniyetin merkezi MISIR oldu...
Bu medeniyet bir KUVVET MEDENİYETİ, bir ARİSTOKRASİ MEDENİYETİ idi...
Daha sonraları medeniyetler peş peşe DOĞU ile BATI arasında gidip geldi...
İBRANİ ve GREKO-ROMEN,
HIRİSTİYANLIK ve BİZANS,
İSLÂM ve AVRUPA MEDENİYETLERİ oluştu; Avrupa Medeniyeti, İslâm Medeniyeti'nin 'Kuvvet Medeniyeti'ne dönüşmüş olan şeklidir.
Bu iki medeniyet arasında farklı yönler vardır.
Ele aldığımız konunun anlaşılması açısından, bu farkları bilmemiz gerekmektedir.
İKİ MEDENİYET ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARK ŞUDUR:
Doğu medeniyetlerinde devletler halkın hâdimidirler.
Halk hâkim, yöneticiler mahkûmdurlar.
Burada halkın değil, devletin hakları korunmak zorundadır.
Hukuk sistemi bunun gerçekleştirilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmiştir.
Hâlbuki…
Batı medeniyetlerinde devletler, hâdim değil hâkimdirler.
Ezilen, devlet hizmetlileri değil halktır.
Devlet görevlileri ise halkı ezen sınıftır.
Burada da halkın hakları kısmen korunmuştur.
Bu haklara 'insan hakları' denmektedir.
DÜNYAYA HÂKİM OLAN MUTLU AZINLIK
Geçmişte hâkimiyet ordunun elinde bulunuyordu.
Kim siyasi organizasyonu kurar ve topluluğa hâkim olursa, bir hâkim veya hâdim zümre oluşturur, diğer sosyal gruplar da onların yönetimine girerdi.
Avrupa'da büyük sanayinin doğmasından sonra, hâkimiyet ordunun elinden çıkıp sermayenin emrine girdi.
Parası olan kendisine ordu kurdu ve hâkim oldu.
Sosyalistler buna karşı direndilerse de, sonunda kapitalizme teslim oldular.
Peygamberleri ve ilim adamlarıyla dünyaya üç-dört bin yıldır hizmet eden YAHUDİ IRKI, hâkimiyetin orduda olduğu dönemlerde hep horlanmıştır.
Hâkimiyet kapitale geçince, hükümranlık da ister istemez Yahudilerin eline geçmiştir.
Çünkü…
Hazreti İbrahim aleyhisselâm döneminden beridir çile çekmeye başlayan ve dünyanın her tarafına yayılmış olan Yahudi ırkı, dünyanın en deneyimli ve tecrübeli halkı olarak, en güçlü sosyal organizasyona sahip bir millet olmuştur.
Bu ırk, en yüksek ticari kültür ve kabiliyete sahiptir.
Dünya bugün birkaç Yahudi ailesinin bir çiftliği hâlindedir.
Örneğin, Trabzon'dan Batum'a mı gideceksiniz; sınırda Türk, Rus ve Gürcü gümrüğü ve polisi nöbet tutar.
Niçin?
Amerika'daki yüzelli ailenin izni olmadan Türkiye'den Rusya'ya, Rusya'dan Türkiye'ye mal girmesin ve çıkmasın, insan girmesin ve çıkmasın diye!
Bu uygulamadan Türkler, Gürcüler ve Ruslar zarar görüyor.
Dünyanın her tarafında aynı sistem uygulandığından dolayı, bütün insanlık zarar görüyor ama bu uygulamayı yapanlar, kanser hücreleri gibi kendi milletlerine ihanet edercesine, bizzat kendi milletlerinden para almakta, Amerika'da mutlu olan yüz civarındaki Yahudi aileye hizmet etmektedirler.
Bu mutlu azınlık, dünyaya hâkim olmadan önce, mazlum ve mağdur oldukları bir dönemde Türkiye'ye sığınmış ve BEŞYÜZ YIL boyunca, merkezleri İstanbul'da olmak üzere saadet içinde yaşamışlardı.
1897 yılında Viyana'da akdettikleri kongrelerinde, karar alarak HIRİSTİYANLAR ile birleştiler ve birlikte OSMANLI İMPARATORLUĞU'nu yıktılar.
Rus Çarlığı'nı da devirdiler ve kendilerine merkez olarak Londra'yı seçtiler.
1947 yılına kadar merkezleri Londra idi.
Ne var ki, iki dünya savaşında kendi iç dengelerini ancak Amerikan yardımı ile sağladılar ve ABD dünyanın en güçlü devleti hâline geldi.
Bu mutlu kapital azınlığı, 1947 yılından sonra merkezini ABD'ne taşıdı.
SON ELLİ YILDA
DÜNYADA BÜYÜK DEĞİŞMELER OLDU
1-
1950'den önce, Avrupa devletleri dünyayı kendi aralarında bölüşmüşler, adeta ayrı çiftlikler hâlinde sömürüyorlardı.
1950'den sonra, Avrupa devletleri dünyayı bir mera gibi ortak olarak sömürmeye başladılar.
Geri kalmış fakir dünya ülkeleri, artık Avrupa devletleri tarafından ortaklaşa sömürülür olmuştu.
Böylelikle aralarındaki savaşları da sona erdirmiş oldular.
2-
1950'den önce, dünyayı ateist diktatörler yönetiyorlardı.
Oysa ilmî gelişmeler ve yayın teknolojisinin gelişmesi, diktatörlerin ve ateizmin hükümranlığına son verdi.
Halk tekrar dine dönmeye başladı.
Dünya, birçok yönden yeniden şekillenmeye ve yeniden yapılanma başladı.
Yeniden bir halk hâkimiyeti doğdu.
Bu durum, müstemleke durumunda olan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmasına yol açtı.
3-
Güçlü ordular besleyen devletler, ekonomik açıdan çökmeye başladılar.
İnsanlık, dünyanın en büyük ordularından biri olan 'Kızıl Ordu'yu besleyen SSCB'nin çöktüğüne şahit oldu.
Buna mukabil, Japonya ve Almanya gibi ordu beslemeleri yasaklanan devletler, ekonomik açıdan geliştiler ve bu alanda dünya ülkelerinin en ön sırasında yer almaya başladılar.
Güç olarak orduya dayanan süper devletlerden biri yıkıldı; diğerinin de kendisiyle birlikte saltanatı da sallanıyor.
4-
Avrupa, daha önce ateizm ile büyük bir güç kazanmış, Müslüman devletlerin hemen hemen hepsini sırasıyla ortadan kaldırmış ve bu arada sistematik olarak İslâmiyet'i de ortadan kaldırmayı hedeflemişti.
Çünkü İslâm dini beyyineli idi, yani doğruluğu ilmen ispatlanabiliyordu. Bunun sonucunda, ilâhî kaynaklı olan Hıristiyanlık ve Yahudilik de ispatlanmış oluyordu.
Genel olarak durum böyle olunca, dini topyekün çökertmek mümkün olamıyordu.
Oysa…
Kur'ân'sız bir dünyada, dinin hiç bir rasyonelliği kalmıyordu.
Bu kaynağı kuruttuktan yani Kur'ân'ı ortadan kaldırdıktan sonra, dinin dünya üzerinde hiçbir rasyonelliği kalmıyordu ve aslî fonksiyonunu yitiriyordu.
Bundan sonrası, sadece ölünün etlerini parçalama mahiyetinde bir ameliyeydi.
Ancak dini ortadan kaldırmak mümkün olmadı.
1950'dan sonra, bir taraftan İslâm devletleri peş peşe bağımsızlıklarını kazanırken, diğer taraftan Kur'ân'a dayanan ilimler de yeniden ele alınıp dünyaya meydan okunmaya başlandı.
Meselâ, Türkiye'de “RİSÂLE-İ NÛRLAR”dan sonra, “ADİL DÜZEN” ortaya kondu.
Batı dünyası, 1950'lere girerken bu tehlikeyi hissetmiş ve önce NATO'yu oluşturmuştu.
NATO, Ruslara ve komünizme karşı oluşmamıştı.
NATO ve VARŞOVA PAKTI, iki hasım gibi gösterilmek suretiyle güçlü ordular oluşturulacak ve sonunda bu ordular İslâmî uyanışa karşı kullanılacaklardı.
Kuruluşlarındaki ana gaye budur.
ORTAK PAZAR veya AVRUPA BİRLİĞİ de, dünyayı birlikte sömürmek için oluşturulmuştur.
Demek ki…
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN İKİ GAYESİ VARDIR:
Biri;
Dünyada sömürüye karşı çıkacak ve halkı uyandıracak olan dinlerin uyanışını önlemektir ki; bu netice ancak Kur'ân'ın ortadan kaldırılması ile elde edilebilir.
Diğeri de;
Dünyanın uyanmasını önlemek amacıyla elde güçlü ordular bulundurmak ve gerektiğinde bunları kullanmak ile elde edilir.
BATI DÜNYASININ YANILGILARI
Batı dünyasının burada yanıldığı bir nokta vardır:
KUR'ÂN onlarla topla, tüfekle, atomla yani SİLAH ile savaşmıyor, SÖZ ile savaşıyor.
Her saldırı, ancak kendi silahı ile defedilir.
Siz Müslümanları silah ile yenersiniz, ama Kur'ân'ı, İslâmiyet'i ve dinleri yenemezsiniz.
Çünkü bunlar silahla öldürülemezler ve yok edilemezler.
Yapabileceğiniz iş, Kur'ân'a karşı onu susturacak bir anti-Kur'ân getirmektir.
Kur'ân, 1400 yıldan beri ve bugün de bu alanda sizlere meydan okuyor...
Batı dünyasının yanıldığı bir nokta daha vardır:
Ordularla ve silah gücü ile halkın susturulması mümkün değildir.
İnsanlar, yaratıldıklarından beri hep savaşıyorlar.
İnsanlık tarihinde savaşın olmadığı bir dönem yoktur.
Savaşa giden her iki taraf da, ölümü göze alarak savaşa gitmektedir.
Demek ki, ölüm insanları korkutmuyor.
Hele meseleye âhirete inanan insanlar açsından bakıldığında, ölüm ve şehadet bazen istenen ve arzulanan bir hâle gelebilmektedir.
İnanan insanları durdurabilecek bir güç yoktur.
Batı dünyası, gerçekten de büyük ve tarihî bir yanılgı içindedir.
Ancak bu durum, artık yaşlanan Batı dünyası ve Avrupa Medeniyeti için son derece doğal bir şeydir.
Burada ilginç ve üzücü olan, Türkiye'nin de bu zavallıların arkasından gitmekle, gereksiz olarak aynı batağa düşmesidir.
Batı düzeni, hâkim sınıfın halkı sömürmesine dayanmaktadır.
Bu sistem, günümüz dünyasında artık ömrünü doldurmuştur ve süratle yokuş aşağı gitmektedir ama birkaç asır daha elbette varlığını sürdürecektir.
Ancak Batı bundan sonra hep gerileyecektir.
Nitekim bunun bir belirtisi olarak iki dünya savaşının galip devletleri çökmüşler, her iki süper devlet de ömürlerini tamamlamışlardır.
Mağlup Almanya ve Japonya ise, her geçen gün biraz daha güçlenmektedir.
Batı çökecektir.
Bunu durdurmak mümkün değildir.
Batı dünyasının, mevcut yapısını değiştirip yeni düzene kendisini uydurma ihtimali de görünmemektedir; Batı, sadece mukadder akıbetini beklemektedir.
YENİ DÜZEN
NEREDE VE NASIL KURULACAKTIR?
YENİ DÜZEN, düzenleri olmayan topluluklarda oluşacaktır.
Bu düzen, yöneticilerin hâkim değil hâdim olduğu düzendir.
Merkezler taşraların hâkimi değildirler.
Onlara ancak hizmet edebilirler; ama onlara emredemezler.
İllerde devlet kanunları geçmez, bucaklarda da il kanunları geçmez.
Her bucak kendi kanununu kendisi yapar.
Burada hâkimler yoktur, HAKEMLER vardır.
Halk kendi seçtiği hakemlerle kendi hakkını tesbit ettirir.
Merkez halka hükmetmez, hizmet eder.
TÜRKİYE, yeni düzenden ve bu imkândan en çok yararlanabilecek ülkelerin başında gelmektedir.
Avrupa'daki yaşlı düzen, yeni düzenin gelmesine engel teşkil etmektedir.
Asya'da var olan kültür eksikliği sebebiyle, bu kıtada yeni düzenin oluşturulması şartları olumsuzluklar arz etmektedir.
Oysa Türkiye'de, bir taraftan yaşlı bir düzen yoktur, diğer taraftan kültür ve ilmî seviye açısından Batı'ya yakındır.
Ayrıca tarihî birikimi ve insan gücü de, böyle bir şeyi gerçekleştirmeye müsaittir.
Gelecek bin yıllık medeniyetin doğması açısından bakıldığında, Türkiye en uygun ülke gibi görünmektedir.
TÜRKİYE AVRUPA BİRLİĞİ'NE GİRERSE;
AVRUPA'NIN ZARARLARI NELER OLABİLİR?
1-
Türkiye Müslüman bir ülkedir.
İslâmiyet Kur'ân'a dayanmaktadır.
Kur'ân, ilmen Allah sözü olduğu ispatlanan yegâne kitaptır.
Kur'ân'ın mucize olması nedeniyle, İslâm rasyoneldir.
Kur'ân, diğer peygamberleri de tasdik edip sistem olarak aynı şeyleri savunduğu için; Hıristiyanlık ve Yahudilik de, hattâ Budizm de ilmen doğruluğu sağlanmakta ve ortak sistemleri rasyonelleşmektedir.
Türkiye Avrupa Birliği'ne girerse ne olur?
Türkiye Avrupa Birliği'ne girerse, Avrupa da dindar olmaya başlar.
Dolayısıyla, Avrupa'da hâkim olan sömürücü sistem daha çabuk çöküp gider.
Bu da Avrupa için daha ömrünü doldurmadan ölmek ve yok olmak demektir.
2-
Türkiye'de insanlar kardeştir.
Türk halkı arasında asilzadeler yoktur, üst sınıf - alt sınıf ayırımı yoktur.
Herkes Allah'ın kuludur.
Allah'a yakın olan insan, en üstün insandır.
Kimin Allah'a yakın olduğunu da yalnız Allah bilir.
Ayrıca…
Türkiye’de var olan kavimler arasında tam bir dostluk ve dayanışma vardır. Türkiye'ye her ırktan insan gelmiştir ve bütün ırklar hüsnükabul görmüşlerdir. Aralarında hiçbir ayırım gözetilmeksizin eşit görülmüşlerdir.
Batı dünyası ise, sınıflaşmaya ve kavimleşmeye dayanan bir topluluktur.
Türkler Avrupa Birliği'ne katıldığında, Avrupa'nın temel felsefesi yok olacaktır.
Yeni felsefe gelinceye kadar ise, yaşlı Avrupa zaten çökecektir.
Bu çöküşü durdurmak mümkün değildir.
3-
Batı dünyasının halkı, 'işçi' olma kaderine rıza göstermiş ve bu sayede Avrupa'da büyük tekel firmalar oluşmuştur, sükûnet ve teslimiyet içinde herkes haddini ve görevini bilmektedir.
Türkler ise, okur-yazar bile olmadan kalkıp Avrupa'ya gitmiş, dil bilmediği ve öğrenmediği bir ülkede başarılı bir işçi olmuş, bununla da yetinmeyerek serbest teşebbüse girişmiş ve sonuç olarak Anadolu'yu Almanya'ya taşımıştır.
Bugün 50 000 kadar Türk müteşebbis Almanya'da faaliyet göstermektedir.
Bu teşebbüslere Avrupalılar da katılmağa başlamışlardır.
Bu yeni durum, tekelleşmiş olan büyük firmalar için çok tehlikeli bir gelişmedir.
2 milyon Türk 50 000 teşebbüs çıkarırsa, 60 milyon Türk 1 500 000 küçük ve orta ölçekli teşebbüs ortaya koyacaktır.
Bu durum da, zaten zor durumda olan Avrupa kapitalizminin iflâsı anlamındadır ve Avrupa için çok tehlikelidir.
4-
Rüşvet her yerde vardır.
Avrupa'da da rüşvet vardır.
Ne var ki, Avrupa'daki rüşvet üst düzeyde cereyan eder, halkı pek rahatsız etmez.
İşçi olan halk niçin rüşvet versin ki?
Oysa..
Türk ekonomisi küçük müteşebbislere dayanmaktadır.
Bu müteşebbislerin işi, üst seviyedeki yöneticilerle değil, en alt seviyedeki görevlilerledir, dolayısıyla rüşvet de bu alt seviyedeki görevlilere verilmektedir.
Türkler Avrupa Birliği'ne katıldığında, rüşvet ast görevlilere kadar yaygınlaşacak ve devletler birden yıkılıp gidecektir.
Çünkü bizde ülke devlete değil halka dayanmaktadır; devletin çökmesi ülkenin çökmesi anlamına gelmiyor.
Halk kendi işlerini kendileri halledip yaşamaya ve varolmaya devam ediyor.
Biz millet olarak İstiklâl Savaşı'nı da böyle kazandık.
Oysa…
Avrupa'da bir devletin çökmesi demek, halkın da devlet ile birlikte yok olması demektir, çünkü Batı dünyasında her şey merkezden yönetilmektedir.
Merkez çökerse, ülke topyekün çökmektedir.
Görülüyor ki, Avrupa ülkeleri Türkiye'yi içlerine almakla aslında bir ur almaktadır.
Sadece rüşvetin yaygınlaşması bile, Avrupa ülkeleri için yeterli bir tehlikedir.
Ama Türkiye'nin dışarıda kalması da başka bakımdan tehlike teşkil eder.
Türkiye dışarıda kalırsa, gelecek bin yıllık medeniyet daha çabuk ve süratle oluşur; dışarıda bırakılmazsa, Avrupa en az bir asırlık bir zaman kazanmış olur.
Türkiye, tüm üçüncü dünya ülkeleri içinde birçok açıdan en çok sempati kazanmış olan bir ülkedir.
Türkiye, geçmişte verdiği mücadele ve gerçekleştirdiği İstiklâl Savaşı örneği ile kurtuluş için ümit kaynağıdır.
Bu durum, Türkiye'yi bir an önce yeni bin yıllık medeniyetin öncüsü yapar.
Avrupa ülkeleri, işte bu durumu çok iyi biliyorlar.
Bundan dolayı da, Türkiye'yi ne bırakıyor ne de içeri alıyor; kapıda bekleterek zaman kazanıyorlar.
Çünkü Batı dünyası ve Avrupa ülkeleri için tek çıkar yol Türkiye'yi yok etmektir.
Ama bunu yapabilmesi için biraz güçlenmesi gerekir.
İşte böyle oyalayıp da sonunda dışarıda veya içerde imha etme en çıkar yoldur.
Şimdi tartışılmakta olan şey Türkiye'nin Avrupa Topluluğu'na girme işi değildir; Türkiye'yi dışarı bırakarak mı imha edelim, yoksa içeri alarak mı imha edelim?
Bugün bu tartışılıyor.
Kurbanlık koyun da, ölümlerden ölüm beğeniyor!
Tarihî bilgiden mahrum yöneticilerimiz, devlet tecrübesinden yoksun zavallı kurbanın kesilmesi için rahat yer aramakla meşguller!
Bosna ve Balkanlar'da; Çeçenistan ve Kafkasya'da; Filistin, Irak ve Ortadoğu'da olanlar, acaba hiç mi rahatsızlık vermemektedir, hiç mi uyandırmamaktadır?
Yunanistan ruhsat verecek de, kapının eşiğine varacağız!
Gümrük veya Avrupa birliğine gireceğiz!
Ne imiş, sözde özel şartlar konacakmış!
Neyin özel şartları?!.
Burada bu vesile ile bir hikâye anlatmak isteriz:
Balkan Savaşı başlamadan önce, Avrupa Türkiye'ye bir Hukuk Müşaviri gönderir. Avrupalı dost, Türkiye'ye ekonomik yardım yapacak. Ne var ki, Avrupa yaptığı yardımın gayesine ulaşmasını istiyor. Avrupalı Hukuk Danışmanı, her şeyden önce Osmanlı Hukuk Düzeni'ni düzeltecek, ondan sonra yardım yapılacaktır.
Evet, danışman hukuk düzenini düzeltir.
Bugün Türkiye'de 20-30 yıl süren veya daha doğru ifade edersek sürünen davalar vardır.
İşte adalet mekanizmasındaki bu durum, o danışmanın düzelttiği adalet sistemi sayesinde böyledir.
Daha vaat edilen yardım gelmeden, gelse bile yardım 'faizli kredi'dir ve Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak için konmuş olan fondan verilmektedir.
Nitekim daha sonra 'Duyun-u Umumiye' ile Osmanlı İmparatorluğu'nu ortadan kaldırdılar. O sıralarda Cezayir'e saldırıyorlar. Maksatları, Osmanlı Ordusu'nu o tarafa sevk etmek ve Balkanlar’ı kolayca geri almaktır. Ama Osmanlı Harbiyesi Balkan tehlikesini biliyor ve ihtiyatlıdır. İşte bu Hukuk Danışmanı hükümet mensuplarını ziyaret ediyor ve onlara teminat veriyor: "Avrupa şimdi size kredi verdi ve alacağı var. Bundan dolayı size saldırmaz. Saldırsa, sonra alacağını alamaz. Siz Cezayir'i İtalyanlardan kurtarın!" der.
Balkanlar'daki mağlubiyetimiz ve mağduriyetimiz böyle sağlanmıştır.
Nitekim
bugün de aynı oyun oynanmıyor mu?
Avrupa Birliği'ne almayacakla da; şimdilik Gümrük Birliği'ne alacaklar!
Güya…
Türkiye için yararlı olan özel şartlar koyacaklar!..
Daha sonra bir şeyler yapacaklar!..
Ne mi yapacaklar?
Böylece Türk ekonomisini çökertecek; daha sonra da ilk fırsatta Türkiye'yi parçalayıp lokma lokma yutacaklar...
Tecrübesiz ve yeni yetme politikacılarımız da bunların maşaları olarak bilmeden Türk Milletine ve Türk tarihine ihanet içindedirler.
Milli Güvenlik Kurulu da, sadece susuyor ve olanları sessizce seyrediyor.
Biz, endişeli değiliz ve korkmuyoruz. Allah vardır ve O masum milletimizi herhangi bir şekilde kurtaracaktır. Tarih, bu düşüncemize ve söylediklerimize en büyük şahittir.
Osmanlıların basiretsizliği Osmanlı Devleti'ni tarihe gömdü; ama yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu ve Anadolu, son dönemlerde sürekli ihanet içinde olan Rum ve Ermenilerden temizlendi. Avrupa devletlerinin planladığının tam aksi bir durum tecelli etti. Hainler, ihanetleri ve yaptıkları ile kalakaldılar.
Bugün de, gaflet ve dalaletinizle veya ihanetinizle, belki Türkiye Cumhuriyeti Devleti de yıkılacaktır; ama Türkiye ve Türk Milleti, daha demokratik olan yeni bir cumhuriyet kuracak ve bu oyunları oynayan Batılılar da kendi bataklıklarında boğulup gideceklerdir.
Varsayalım ki, bizim bu düşüncelerimiz bir kuruntudan ibarettir.
Varsayalım ki, Batılılar bizi içlerine alırken samimidir. Şüphesiz içlerinde böyle olanları da vardır. Avrupa Birliği'ne girdiğimizde hep birlikte İslâm Âlemi'ni, Orta Doğu'yu, Asya'yı ve Afrika'yı sömürmeye başlayacağız!.. Ama ne zamana kadar sömürebileceğiz?!.
Bütün canlılarda nefsi müdafaa anlayışı ve duygusu vardır.
Gün gelecek, bize karşı hep birlikte direneceklerdir. O zaman, biz de dâhil olmak üzere, Avrupa ülkeleri ve Batı dünyası çalkantılı denizlerde veya engin okyanuslarda yok olup gideceklerdir. O gün geldiğinde, bizim bile Avrupa'ya bir yardımımız olamayacaktır.
Böyle bir dönemin gelemeyeceğini kim iddia edebilir?
Oysa..
Biz dışarıda olsak, İslâm Âlemi'ni organize etsek, Avrupa ve Batı dünyasının meftun âşığı olan Türkiye sayesinde Avrupa kendisini güven içine almış olacaktır.
Biz de millet ve ülke olarak, Doğu ile Batı arasında gerçek bir köprü oluşturarak insanlığa hizmet edeceğiz.
Böylesine şerefli ve haysiyetli hizmetler yapmak varken;
Avrupa'nın bendesi ve kölesi olmaya çalışmak niye?
Avrupa'nın kendi içinde problemleri vardır.
Ayrı ayrı olmak üzere bütün Avrupa devletlerinin hepsi de hastadırlar.
Bu hastalıklar, her şeyden önce kendi ateizm anlayışlarından ileri geliyor, materyalizm zihniyetinden geliyor, sömürgeci tarihinden geliyor...
Avrupa devletleri birleşip güçlenecekmiş!
Eğer Avrupa ülkelerini saran tehlike dış kaynaklı olsaydı, elbette bu birleşme Avrupa için yararlı ve başarılı olurdu.
Ama tehlike dışarıda değildir.
Avrupa içten hastadır.
Birleşmekle ne elde edecektir?
Bütün hastaları bir hastahanede toplamakla tedavi edemezsiniz.
AVRUPANIN HASTALIĞI NEDİR?
1- AVRUPA MEDENİYETİ 'ATEİST' BİR MEDENİYETTİR.
Avrupa inanç ve terbiyeden yoksundur.
Sovyetlerin (SSCB) başına gelen akıbet, aynen onu da beklemektedir ve er veya geç onun da başına gelecektir.
Bu kaçınılmazdır, sosyal kanundur.
Bu kanunu değiştirebilecek bir güç yoktur.
İnançsız ve ümitsiz insan ne yapar?
Boşluktaki insan, güya teselli bulmak amacıyla kendisini içki, kumar, fuhuş ve sapık saldırılarla teselli eder. Sürekli olarak kendisine ve etrafındakilere zarar verir. En sonunda da yaptıkları ile birlikte geberir gider!..
2- AVRUPA 'FAİZ' BATAĞI İÇİNDEDİR.
Faiz, yedikçe doymayan ve dışarı çıkamayan insana benzer; sonunda patlar.
Faiz, her yıl servetin yüzde on (% 10) artması demektir.
Servet nasıl artacaktır?
Başka ülkeler sömürülerek artacaktır.
Ya bir gün o sömürülen ülkeler biterse, o zaman ne olacaktır?
O zaman, faizli sistem stop eder ve onu düştüğü yerden kaldıran da olmaz.
Birleşmekle sömürü devam etmez.
Avrupalılar birleşir de, Asyalılar, Afrikalılar, Güney Amerikalılar birleşemez mi?
Avrupalılara karşı onlar birleşemez diye bir kural yoktur, Asyalılar veya Afrikalılar birleşemez diye bir kural yoktur. Dünyanın her yerindeki bütün insanlar birleşebilir.
3- AVRUPA 'FUHUŞ' HASTALIĞINDAN MUZDARİPTİR.
Batı dünyası, cinsel ilişkiyi serbest bırakmıştır. AİDS, insan fıtratına aykırı olan bu uygulamanın bir sonucu olarak dişlerini göstermiş ve artık bütün insanlığa sırıtıyor. Ne olacağı ve nereye varacağı hâlâ belli değil.
Genel olarak Batı’da ve özel olarak Avrupa’da doğum yüzdesi menfi ve eksi yönde seyrediyor, Avrupa ülkelerinin nüfusu her geçen gün daha da azalıyor…
Müslümanların nüfusu da devamlı çoğalıyor…
Yeryüzünde Hıristiyanlar bugün Müslümanların iki misli olarak kabul ediliyor.
Oysa, yaklaşık olarak bir asır sonra, Müslümanların sayısı Hıristiyanlar kadar olacaktır.
Bu durum, sadece nüfus artışı sebebiyle böyledir.
Bir müddet sonra, bir de fevc fevc Müslümanlaşma ve İslâmiyet'e yönelme başlayınca, bu artış daha da hızlanacaktır. Bu büyük geçiş birkaç on yıla sığar.
İslâmiyet, insanlığı İslâm'ın etrafında birleştirecek ve hızlı bir şekilde “bin yıllık yeni bir medeniyet” oluşacaktır.
İslâmiyet ve İslâm âlemi, Türkiye'den ibaret değildir.
Sonra, Müslüman Türklerin vatanı da Anadolu'dan ibaret değildir.
Müslümanlar, elbette gerekli gördüklerinde zulmü bırakıp göç edeceklerdir.
Ama sonra daha da güçlenmiş olarak gelip Mekke'nin Fethi gibi eski yerleri yeniden fethedeceklerdir.
4- AVRUPA 'İÇKİ' HASTALIĞINDAN MUZDARİPTİR.
Avrupa ülkelerinde ve Batı dünyasında, alkol ve her türlü uyuşturucunun kullanılması son derece tabii hâle gelmiştir. Daha şimdiden nesilleri bozmuş ve çökertmiştir. Avrupa ülkelerinde, artık hassas olan ve dikkat isteyen işlerde Müslümanları istihdam ediyorlar. Çünkü alkolik olan Avrupalılar dengelerini ve iş yapma yeteneklerini yitirmişlerdir.
Alkol ve uyuşturucuların tahribatı, giderek genetik bir hal alıyor.
Artık doğan çocuklar da mefluç doğacaktır.
Artık nesiller daha da bozulacaktır.
Kiliseden uzaklaşan Avrupa, kiliseye bir şey yapamadı ama kendisi yavaş yavaş mahvoluyor.
Avrupa Hıristiyan olmadan önce neydi ki?
Adı bile yoktu.
Şimdi kendisini üstün görüyor ama kendisini üstün hâle getiren Hıristiyanlığa düşman. Yani kendisini her türlü kötü alışkanlıklardan kurtaracak ve koruyacak olan biricik merci olan dine düşman.
5- AVRUPA 'KANUN SİSTEMİ' VE 'BÜROKRASİ'
HASTALIKLARINDAN MUZDARİPTİR.
Avrupa devletleri, kanun sistemi ve bürokrasi uygulamaları sebebiyle iyice hantallaşmış bulunuyorlar. Artık sorunlarını çözemiyor ve yeniden yapılanma sürecini yakalayamıyorlar. Sistem sarsılıyor ve her yandan çatırdıyor. Adeta yıkılacağı anı bekliyor.
Yunanistan, daha şimdiden Avrupa Birliği mevzuatını Grekçe'ye çeviremedi.
O mevzuatı kim okuyup uygulayacak?!.
Devlet genişleyince, bürokrasi ve kanun sistemi işlemez duruma düşer ve cahiliye devrine dönülür.
Kanunlar var ama uygulanmıyor...
Devlet teşkilâtı var ama çalışmıyor...
Mekanizma hantal bir hâle gelir ve artık çalışmaz.
Osmanlı İmparatorluğu'nu çökerten ve sonunda yıkan yapı işte buydu.
Son olarak Sovyetler Birliği bundan dolayı çöktü.
Avrupa da bu yüzden çökecektir.
Bu devletler, kendi içlerinde yeni bir hukuk düzeni oluşturamamışlardır.
Mevcut hukuk düzeni, toprak medeniyetinin bir hukuk düzenidir. Temeli Nuh aleyhisselâm tarafından kurulmuş; Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davut ve Hz. Muhammed aleyhimüsselâm tarafından geliştirilmiştir.
Avrupa ise dejenere ederek uyguluyor. Bu durum, Avrupa'nın kendisini yenilemesini engelleyen bir sebeptir ve bünyeyi en içten kemiren bir hastalıktır.
Artık, insanlığın yeni bir hukuk düzenine ihtiyacı vardır.
Avrupa, genel olarak işte böylesine 'muhtacı himmet bir dede / nerde kaldı başkalarına himmet ede!'
Kendi perişan halleri yetmiyormuş gibi, ayrıca Türkiye'yi de kendi gemilerinde köpekbalıklarına yem yapmak istiyorlar.
Ama başaramayacaklar.
Türkiye, Yunus Peygamber gibi kurtulacak ve yeniden milletine yani ümmetine dönecektir.
SONUÇ
YERİNE
ÇÖZÜM ÖNERİLERİMİZ
Bir şeyi sadece kritik etmek iş değildir.
Ayrıca yol göstermek ve sorunları çözmek gerekir.
Sadece Avrupalılara değil, Türklere de yol göstermek gerekir.
Bütün bu tahlillerimizden sonra şimdi biz, bunun ilkelerini koymaya çalışacağız:
BİR
İLİM VE TEKNOLOJİ ÜSTÜNLÜĞÜ
Avrupa ülkeleri, henüz ilim ve teknolojideki üstünlüğünü korumaktadır.
Bir-iki asır daha bu alandaki üstünlüğünü koruyacaktır.
Ancak, varlığını sürdürebilmesi için sadece bu üstünlüğün varlığı yeterli değildir.
Eğer sosyal ve hukuk yapısını da buna uydurursa, insanlık camiası içinde rahatça yaşar ve bütün insanlığa hizmet eder.
Bunun için şunları yapmalıdır:
İKİ
AVRUPA ALLAH'A DÖNMELİDİR
Avrupa, artık ateizmden vazgeçmeli ve Allah'a dönmelidir.
Avrupa, asırlardır kendisini yücelten Hıristiyanlığa tekrar dönmeli ve sımsıkı sarılmalıdır, Hz. İsa'nın gösterdiği yolda yürümelidir, İncil'in emrine girmelidir.
Yani, yeniden Kilise'ye itaat eder hâle gelmelidir.
Kiliseyi Siyonizm’in nüfuzundan kurtarmalıdır.
Kilisede artık din taassubu yoktur.
Müslümanlara yapılan saldırılar, Kiliseden ve Hıristiyan din adamlarından gelmiyor.
Kapitalist, emperyalist, sömürgeci olan son derece hırslı ve acımasız faizci politikacılardan geliyor.
Savaşları dinler ve din adamları yapmıyorlar.
Politikacılar dini kendi hırslarına, kötü emellerine ve savaşlara alet ediyorlar.
Din savaşçı değil barışçıdır.
'İslâm' demek 'barış' demektir.
ÜÇ
'GÜMRÜK BİRLİĞİ' YERİNE 'GÜMRÜK YOKLUĞU'
Avrupa, 'Gümrük Birliği' yerine 'Gümrük Yokluğu'na gitmelidir.
Mevzuat olarak;
"Biz Avrupa ülkelerine ne girişte ne de çıkışta gümrük uygulamayacağız. Mallar serbest olarak ülkelerimize girecek ve çıkacaktır."
"Vize ve pasaportları kaldırdık."
"Kendi ülkesinin nüfus cüzdanı ile herkes ülkelerimize girebilir ve ülkelerimizden çıkabilir. Tam bir serbest dolaşım hürriyeti vardır."
DİYECEKLER...
Böylece, gümrük yokluğunda birleşen ülkeler, hep birlikte hem çok zengin olacaklar hem de bütün insanlık âleminin saygısını kazanacaklardır.
DÖRT
'ASKERİ BİRLİK' DEĞİL 'HUKUKİ BİRLİK'
Avrupa, askeri birliğe değil hukuki birliğe gitmelidir.
'Hâkimlik Sistemi' kaldırılmalı ve 'Hakemlik Sistemi' getirilmelidir.
Gerek kişiler, gerekse topluluklar ile devletlerarası anlaşmazlıklar hakemler yoluyla halledilmelidir.
Avrupa, hakemlerin kararlarına uymayı insan hakları olarak kabul etmeli ve hakemlere uymayanlara karşı askeri yardımı meşru görmelidir.
Avrupa bu konuda anlaşmalıdır.
NATO'nun görevi, yeryüzünde hakem kararlarına uyulmasını sağlamak olmalıdır.
BEŞ
PEYGAMBERLER SİSTEMİ
Konuyu önemli bir teklif ile noktalamak istiyoruz.
Avrupa, 'Peygamberler Sistemi'ni kabul ederek “zirai/tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçen dünyanın yeni hukuk düzenini ilmî yoldan tesbit etmeli ve insanlığa sunmalıdır. Kendi içinde buna göre organize olmalı ve yeniden yapılanmalıdır.
Açıkça ifade edersek; Avrupa 'Adil Düzen'i benimsemelidir. Bütün dinlerin devlet yönetiminde fırsat eşitliği içinde katılmalarını sağlayan; HİZMETTE 'MERKEZİ', YÖNETİMTE 'YERİNDEN YÖNETİM' sistemlerini uygulamalı ve yaygınlaştırmalıdır.
Avrupa'nın kurtuluşu, bu tekliflerimizin uygulanmasına bağlıdır.
Biz, iyi işler yapanlarla her zaman beraber oluruz.
Biz, kötülerden değil, kötü işler yapanlardan kaçarız.
Biz Avrupa'dan ve Avrupalılardan kaçmıyoruz;
Biz Avrupa'nın yaptığı kötü işlerden kaçıyoruz.
Gelin, hayırda birleşip şerri defedelim.
Şer için, sömürü için, düşmanlık için birleşmeyelim.
İnsanlığı kamplara bölmeyelim.
Hayırda yarışalım.
*
BU YAZI, BU TEKLİF, BU GÖRÜŞLER;
Ümitsiz olmak istemiyoruz ama;
Kim bilir, belki yayınlanmayacak, belki okunmayacak, belki anlaşılmayacak ve büyük bir ihtimalle de uygulanmayacaktır...
Biz, bütün bunları, gelecekte 'Peygamberler Sistemi'ne göre kurulacak olan partiler ve topluluklar için insanlığa uyarı olsun diye yazıyoruz...
Biz söylemekten, yazmaktan ve tebliğ etmekten sorumluyuz...
Geri kalanı ve bundan ötesi bizlere ait değildir...
Yayınlamayanlar, okumayanlar, anlamak istemeyenler, uygulamayanlar;
Bütün bu yaptıklarından dolayı kendileri sorumludurlar...
Ey İnsanlar!
Size hak adına ihtar ediyoruz...
İyilikte birleşin ve yardımlaşın...
Kötülükte birleşmeyin ve yardımlaşmayın...
Bu bizim teklifimiz değil, hepimizi yaratan Allah'ın emridir.
Kötülükte birleşmek ve yardımlaşmak için yaptığınız hiçbir anlaşma, gelecekte 'Peygamberler Sistemi'ne göre kurulacak olan düzende geçerli olmayacaktır.
Bu anlaşmaların hepsi bâtıl sayılacaktır.
Bunların tek taraflı olarak sona erdirilmesinden bu anlaşmaları yapanlar sorumlu olacaktır ve buna geleceğin hakemleri karar verecektir.
Anlaşmaları bu çerçevede yapın.
'Peygamberler Sistemi'nde bâtıl olan, kötülükte birleşme akdinin yürürlükten kaldırılmasına karşı saldırıya geçerseniz, Anadolu hattâ tüm Avrupa size mezar olacaktır.
Allah sizden güçlüdür.
İyilik için yapacağınız anlaşmalar ise yürürlükte kalacak ve geliştirilecektir.
Son söz olarak;
Bir mütefekkirin dediği gibi biz de diyoruz ki:
"YANGININ DESTANINI YAPACAĞINA,
BİR FİDAN DA SEN DİK!"
Ya da;
"KARANLIĞA KÜFREDECEĞİNE,
BİR MUM DA SEN YAK!"
"BİZE DÜŞEN,
SADECE AÇIK TEBLİĞDİR."
(Yâsin[36];17)
BÜTÜN PEYGAMBERLERE VE
'PEYGAMBERLER SİSTEMİ'NE
İNANAN
BİR GRUP MÜ'MİN
DÜNYAYI
NASIL BİR
GELECEK
BEKLİYOR?
KİTAP MI?
DERGİ Mİ?
Daha işin başında, bu kitabın 'önsöz'ünde sözünü ettiğim gibi, bu konuyu detaylı olarak ilk defa yirmi yıl kadar önce ele aldık.
1977 yılı sonunda, "GELECEĞİN DÜNYASI" konferansı verildi…
Konferans notları 'AKEVLER' dergisinde 1977 Aralık sayısında yayımlandı…
Sonra bu yazılanlar kooperatifimizin ve her birimizin özel arşivlerindeki tozlu raflarına terk edildi...
Bu arada, yıllardır yaptığımız sistem ve düzen çalışmaları vesilesiyle, konu elbette defalarca ele alındı ama bu zaman süresince derli toplu bir çalışma veya kitap olma şansına kavuşamadı...
Onbeş-yirmi yıl öncesinde, başta ve başımızda başkan olarak Süleyman Karagülle Üstadımız olmak üzere, bazı arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz yayınevi ve matbaa teşebbüsleri kurma, bunlar aracılığı ile de hazırladığımız kitap, dergi ve gazetelerimizi yayınlama faaliyetlerimizden sonra, belli bir merhalede durmak zorunda kaldık...
Özellikle 1980 askerî müdahalesi, her açıdan elimizi-kolumuzu bağlamış, bizleri adeta hiçbir şey yapamaz hâle getirmişti...
Mecburen durduk ve beklemeye başladık...
Seksenli yılların ortasında, artık bütün dünyada bilinen önemli bir hareketlenme ve gelişme olduysa da; 'ADİL DÜZEN' adı verilen bu çalışmalar da maalesef birkaç yıl sonra donduruldu veya beklemeye terk edildi...
Doksanlı yılların başında ise daha farklı gelişmeler oldu...
Az da olsa, yılda bir-iki kitabımızı yayınlayabilecek bir-iki yayınevi bulduk...
Bu arada bir yayınevi ile her yıl 'on kitap' yayınlamak üzere anlaştık...
Anlaştık, başladık; ama yine devamını getiremedik!..
Bu işin özelliği ve tabiatı böyleydi:
Hakkı tavsiye edeceksiniz..
Sonra gelecek saldırıları bekleyeceksiniz..
Saldırılara devamlı sabır ve sebat göstereceksiniz...
Biz de öyle yaptık.
Yıllardır öylesine dolmuştuk ki!
Adetad oğum sancıları çeker gibiydik!
Kutlu bir YENİDEN DOĞUŞUN hasretiyle…
Sürekli olarak sesimizi seslendirecek, düşüncelerimizi duyuracak, yazılarımızı yayınlayacak, sistemimizi sunacak, düzenimizi derleyip toparlayacak, alternatif anlayışımızı anlayıp anlatacak, yaşadıklarımızı yaşayıp yaşatacak bir yerleri ve birilerini araştırdık;
Ama en önemlisi de bunları gerçekleştirecek imkânları arar olduk...
Yıllardır aydınlanmak için yanmıştık; artık aydınlatmak istiyorduk...
Oysa…
İnsanlar hep yeniliğe, değişime, sisteme, düzene, alternatif düşüncelere düşmandılar...
Adeta, asırlardır ziyaret edilmeyen metruk mabetlerin nadir ve çilekeş müdavimlerine dönmüştük...
Sanki, düşünce sahillerinin bizden başka ziyaretçileri yoktu veya bize öyle geliyordu.
İnzivada gibiydik.
Başta başkanımız olmak üzere, kimi arkadaşlarımız da Arabistan, Avrupa ve Orta Asya'da yollara düşmüş ve nasibimizi başka ülkelerde arar olmuşlardı...
Bu durumda, sadece kendi kendimizle ve sadece kendi aramızda, derlediklerimizle derlenir, yazdıklarımızla konuşur, hayallerimizle avunur olmuştuk...
Hep bu düşlerimizi ve düşüncelerimizi, alternatif sistem ve düzen teklifimizi, yeni hayat modelimizi, bir gün “dergi” veya “kitap” hâline getirmeyi hayal eder olduk...
Özellikle bu satırların yazarı olan bendeniz, ömrünün bu merhalesindeki her anını bu hayallerle avunarak geçirmiştir...
Her zaman hayalin gücüne ve önemine inanmışımdır...
Her şeyin, önce hayal ile başladığını çok iyi bilenlerdenim...
Albert Einstein'in de dediği gibi;
"DÜŞLEMEK, BİLMEKTEN DAHA ÖNEMLİDİR."
Düşlerimizi ve düşüncelerimizi, 'bir kitap' veya 'bir dergi' yapıp düşünce dünyasının engin deryasına atmalıydık...
Kim bilir, denize attığımız bir veya birkaç şişe, yıllar ya da asırlar sonra fırtınalı düşünce denizlerinin sahillerinde dolaşan birilerinin eline geçer de; düşlerimizi ve düşüncelerimizi, gönlümüzü ve aklımızın ta derinliklerinden kaynaklanan ömrümüzün özünü boşalttığımız bu şişeleri; belki bulurlar, belki bulamazlar!..
Bulsalar bile; belki açarlar, belki açmazlar!..
Ama ya birileri bulur da açarlarsa!
Anlayıp da uygularlarsa!..
Dünyalar bizim olur.
Biraz duygusal kelimeler yazdıysam, bağışlayın...
Yaşadıklarımızı yaşasaydınız, kim bilir siz neler yazardınız?..
Düşünce çilesi çekmenin, hakkı arayıp bulmanın ve hakkı tavsiye ettiğinizde horlanmanın, anladıklarınızı anlattığınızda anlaşılmamanın veya yanlış anlaşılmanın, hakkın ve hakikatin sesini duyuramamanın, duyurduktan sonraki saldırıların, saldırılar karşısında her şeye ve herkese rağmen sabır göstermenin, adil bir dünya düzeni kuramamanın...
Ve bunlarda da daha fazlasınını ne demek olduğunu bilseydiniz;
Kim bilir siz neler yazardınız?..
Sözün özünü asırlar öncesinde Sadi söylemiş.
Sadi, yediyüz yıl önce bizi anlatır gibi şöyle bir söz söylemiş:
"SAHİLDE DİNLENENLER,
DALGALI DENİZLERDE YAŞADIĞIMIZ ZORLUKLARIN PEK AZINI BİLİRLER."
Fırtınalı veya dalgalı düşünce denizlerindeki zorluklar bir yana, o düşünce denizlerinden derlediğimiz birkaç düşünce damlasını yazmak ve yayınlamak da ayrıca zor...
Ama her şeye rağmen, bu zorlukları yenmeliydik, düşüncelerimizi ve projelerimizi derleyip toparlamalı ve 'bir dergi' veya 'bir kitap' olarak yayınlamalıydık.
Bu kitaptaki yazılar, başta da ifade ettiğim üzere, önce “dergi yazısı olmayı” düşündü veya düşledi...
Dergi veya gazete yazısı olamayınca, “kitap olabilme imkânlarını” aradı ve araştırdı...
Fırsatını bulduğunda da, kitap oluverdi!
Bundan dolayı, buraya kadar olan yazılarımızda, buruk bir dergi tadı da bulduğunuzu zannediyorum.
Kitabımızın bu son bölümü ise, başka bir kitaptan yola çıkarak yazıldı.
Kısaca, bunun da nasıl olduğunu anlatayım:
Birkaç yıl önce, Üstadım Süleyman Karagülle Kırgızistan'dan Türkiye'ye geldiği günlerde bir kitap okuyordum...
İZ Yayıncılık tarafından yayınlanan ve Alvin Toffler ile yapılmış olan görüşmelerden derlenen, 'DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?' kitabı...
Üstad ile birlikte olduğumuz günlerde, kitaptaki bazı konuları tartıştık...
Kendisi tekrar Kırgızistan'a dönerken, eline sözkonusu kitaptan bir nüsha verdim ve bir değerlendirme yazmasını rica ettim...
Bir müddet sonra, istediğim yazı geldi...
Yazıyı okudum ve düşünmeye başladım...
Düşündükçe, arşivimdeki bu konuda yayınlanmış ve yayınlanmamış yazılarımız hatırıma geldi... O yazıları toplayıp bir dosya hâline getirdim...
Fırsat buldukça da notlar yazmaya, zamanla bunları bilgisayara yüklemeye ve belli bir düzene koymaya çalıştım...
Sonunda, kitabın buraya kadar olan bölümü oluştu...
Bu kitabın doğum hikâyesi, işte böyle başladı...
Bu arada, bir itirafta bulunayım...
En fazla kitabın bu bölümünü yazarken zorlandım...
Nitekim…
Bu satırları yazdığımda;
Henüz Alvin Toffler'in kitabından mülhem bölümü yazmış değildim...
Toffler'in kitabı ile Üstad'ın yazısındaki düşünceler arasında en iyi mukayeseleri sağlayacak şekilde yazmak istiyorum...
Kafamda böyle bir tasarı var...
Umarım başarırım...
1995 yılı sonunda ise yeni bir gelişme oldu ve Alvin Toffler, konferans vermek üzere Türkiye'ye geldi...
Bu vesileyle, kendisiyle röportajlar yapıldı, haberler yayınlandı, makaleler neşredildi...
Bunlardan bir kısmını, bu kitabın sonunda bulacaksınız...
"DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?" kitabı, yayıncıların "Niçin ve Nasıl?" başlığı ile sundukları takdim ile başlıyor.
Biz de, takdimdeki bazı önemli bölümleri size takdim ederek giriş yapmış ve başlamış olalım.
REŞAD NURİ EROL
GİRİŞ
Y E R İ N E
BİRİNCİ BÖLÜM
ÖNGÖRÜLER
Birinci sınıf bir zekânın ölçüsü;
İki zıt fikri aynı anda zihinde tutabilmesi ve hâlâ iş görme yeteneğini korumasıdır.
İnsan...
Vaziyetin ümitsizliğini görebilmeli ve yine de;
Bu vaziyeti başka şekle çevirmeye azmetmelidir.
The Crack-Up
F. Scott Fitzgerald
NİÇİN VE NASIL?
VEYA
'ŞOK' VE 'ÜÇÜNCÜ DALGA'
DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?
1970 Temmuz'unda Şok isminde bir kitap çıktı...
Dünya genelinde yedi milyon adedin üstünde sattı…
Hollywood'la veya cinsellikle ilgili olmadığı düşünülürse hayret verici bir rakam...
Kitapta ne pratik bilgiler, ne de kısa yoldan köşe dönme usulleri anlatılıyor...
Her kesimden insanda derin bir iz bırakan ciddî bir sosyal tahlil ve eleştiri çalışması bu.
"Gelecek şoku" artık konuşma diline girdi ve şimdi pek çok sözlükte yer alıyor...
1980'de Şok'un yazarı Alvin Toffler Üçüncü Dalga'yı yayınladı…
Bu kitap Şok'tan daha ilmî, daha tahkikî ve sosyal yönden daha yapıcıydı...
O da milletler arası alanda "en çok satanlar" arasına girdi...
Japonya'da satış rekorları kırdı...
Suudi Arabistan'da yasaklandı ve Pekin'de yayınlandı...
Bu kitaptaki mülâkatlar yapılacağı sırada, Bay Toffler Üçünca Dalga'yı esas alan büyük bir televizyon programının yapımı için Japon, Kanadalı ve Amerikan televizyoncularla çalışıyordu ki, bu program büyük ihtimalle Toffler'in mesajlarını dünyanın çeşitli yerlerindeki daha geniş izleyicilere ulaştıracaktı...
Elinizdeki kitap yeni malzemelerle ve merak uyandıran, bazen de çileden çıkaran düşüncelerle dolu olduğundan kendi başına değer kazanıyor...
ÖNCE 'ŞOK'
Ne var ki, DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR? cinsel roller, "düşünce işçileri" siyaseti, sanayi siyaseti, tarih felsefesi ve ilk eserlerinde en azından sathî biçimde bahsedilen diğer konuları ele alışıyla önceki kitapları aşıyor...
Şok'un ana teması -ki bu, kitap ilk yayınlandığında ilk defa karşılaşılan bir fikirdi- şuydu: Sosyal ve teknolojik değişimin hızlanması, fertlerin ve örgütlerin bu değişimle başa çıkmasını giderek zorlaştırdı. Şu veya bu şekilde uyum sağlamamız gereken yalnızca değişim değildi, aynı zamanda değişimin hızıydı da.
Toffler'a göre, değişimin yönü ve muhtevasından ayrı olarak, değişimin hızının da etkileri vardı.
Toffler, "geleceğin vakitsiz gelişi"ni yazarken değişim süreçlerini yepyeni terimlerle tahlil ediyor ve şu sonuca ulaşıyor: Demokrasi yaşamak için sadece daha yaygın ve katılımcı olmakla kalmayıp aynı zamanda geleceği daha fazla kapsamalıdır.(s. 10)
Üçüncü Dalga, Şok'u tamamladı ve Toffler'ın düşünce sistemini genişletip teorik öncüllerine derinlik kazandırarak değişimin yönlerine odaklaştı.
SONRA 'ÜÇÜNCÜ DALGA'
Üçüncü Dalga'nın ana iddiası, kapitalist ve sosyalist milletleri içine alan dünya sanayi toplumunun "genel bir bunalım" içinde olduğuydu...
Toffler, tarım devriminin 10.000 yıl önce insan toplumunda ilk büyük değişim dalgasını başlattığını ileri sürüyor...
300 yıl veya ona yakın bir zaman önce başlayan ve beraberinde sosyal ve siyasî çatışma temayülünü getiren sanayi devrimi ise gezegenimize ikinci büyük değişim dalgasını gönderdi...
Ve şimdi…
Toffler'e göre yeni bir geçişle karşı karşıyayız, zira teknoloji, ekonomi, siyaset, aile hayatı, enerji kullanımı ve hayatın diğer alanlarına duyulan çağdaş ilgi, üçüncü bir medeniyet kırılmasını -Üçüncü Dalga sosyal biçimlerine geçişi- haber veriyor...
Bu fikirler hem ihtilâfla karşılandı, hem de kabul gördü...(s. 11)
O, siyasî parti sistemimizin ve hükümet kurumlarımızın eskimiş, işe yaramaz olduğunu söylüyor...(s. 12)
VE
'DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?'
DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?, Soth End Press mensuplarının sorularıyla başlayan bir seri uzun mülâkata dayanıyor...
Bu mülâkatlar şu öncülle başlamaktadır: Hâlihazır sosyal kurumlarımız çağımızın ve vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına tehlikeli şekilde uygunsuzdur...
Önümüzdeki çalkantılı dönemlerde ayakta kalmak istiyorsak, bu kurumlar dönüştürülmeli, hem de en kısa zamanda dönüştürülmelidir...
Fakat dönüştürmenin hangi türleri gerekli ve mümkündür?
Toplumumuz eşitsizlik ve sömürü üzerinde yaşamını sürdürebilir mi?
Yoksa, bizzat hayatta kalmanın kendisi hepimizin hayatını zenginleştiren yeni bir eşitlik, katılım ve sosyal çeşitlilik seviyesini mi getirecek?..(s. 13)
Bu kitap, kendi başına sıra dışı yeni bir tarz geliştiriyor.
ÖNGÖRÜLER başlıklı ilk bölüm, Toffler'ın hâlihazır problemler; günümüz ekonomisinin bunalımları, iş ve işsizliğin geleceği, Japonya hakkındaki mit'ler ve sanayi toplumunun çöküşüyle yüz yüze gelen diğer ülkelerin stratejileri hakkındaki en son fikirlerine ayrıldı. Toffler, kapitalizm ve sosyalizmin geleceğini değerlendiriyor ve ufukta hızla beliren yarının toplumunda kadınların ve azınlıkların yeni rollerine ilişkin soruları ele alıyor.(s. 14)
ÖNCÜLLER başlıklı ikinci bölüm ise oldukça farklı ve daha şahsî. Okuyucuların Toffler'ın dünya görüşünün temel varsayımlarını değerlendirebilmeleri için biyografik bir kısımla başlıyoruz; onun bugünkü gelenek-dışı görüşlerinin oluşmasında hangi geçmiş tecrübeleri yardımcı oldu? Bunu gelecek bilimin (fütürizmin) kısa bir tarihi izliyor.
Sonra da Toffler'ın çalışma yöntemlerinin derinlemesine incelenmesi.
Araştırmalarını nasıl yapıyor?
Farklı fikirleri ve bilgileri entellektüel bir bütün yapı halinde nasıl sentezliyor?
Değişimi nasıl örnekliyor?
Çok uzun görüşmelerden sonra, ciltler dolusu kayıtlar üzerinde çalışmaya başlandı...
DÜNYAYI NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR'un, okuyucuları -ifade edilen bazı görüşlere katılsınlar, katılmasınlar- gelecek hakkındaki kendi zımnî öngörülerini yeniden gözden geçirmeye ikna edeceğine inanıyoruz.(s. 15)
South End Press
Boston, Massachusetts
AKEVLER VE GELECEĞİN DÜNYASI
Yazar Alvin Toffler'ın, bizim 'AKEVLER'de geliştirdiğimiz ve 'AKEVLER ARAŞTIRMA MERKEZİ' araştırmacıları tarafından değişik şekillerde yapılmış ve bir kısmı yayınlanmış; son olarak 'ADİL DÜZEN' ismiyle bir partinin programına dönüşmüş olan görüşlerin konularına, farklı bir şekilde değinen bu kitabını, hem sizlere tanıtmak hem de kendi görüşlerimizle karşılaştırmak istedik...
Öyle umuyoruz ki, bu konularda Batı dünyasında çalışmalar yapan en şöhretli düşünürlerden biri olan yazar ile bizim görüşlerimiz arasında iyi bir mukayese yapma imkânı bulacaksınız...
Yazar,
Tarihte 'BİRİNCİ ŞOK' insanlığın 'çiftçilik dönemi'ne;
'İKİNCİ ŞOK' ise 'sanayi dönemi'ne geçerken olmuştur diyor...
Şimdi de 'ÜÇÜNCÜ ŞOK' döneminin geldiğini ileri sürüyor ve bu oluşu da Batı dünyasındaki gelişmelere göre açıklıyor...
'AKEVLER'deki çalışmalarımızda, bu değişmenin tarihi oluşumu, farklı bir yaklaşımla bütün dönemleri ile birlikte ortaya konmuştur.
Bu çalışmalarımızın bazıları, arkadaşlarımız tarafından 'akademik tez' olarak, bazıları da değişik amaçlarla yapılmış olan araştırmalardan oluşmaktadır.
Bunların bir kısmı kitap olarak, bazıları gazete ve dergilerde makale olarak yayınlanırken; önemli bir kısmı da yıllardır yayınlanmayı beklemektedir.
Şimdi, bu vesile ile bu görüşlerimizi kısaca özetleyelim...
İlk insanlar meyve toplayarak geçinirken, bir taraftan sayıları artmış, diğer taraftan buzul dönemleri gelmiş, açlık onları yeni gıda aramaya zorlamış ve bu arayışları sonunda avcılığı bulmuşlar, böylece bu dönemden itibaren et yemeye başlamışlardır...
Bu sefer de avlanacak hayvanlar azalmış ve yeniden sıcak dönemin gelmesiyle her taraf yeşillik ve otlarla dolmuştur...
Ama insanlar yine de açlık içinde kalmışlardır...
Bunun üzerine, yeni bir üretim biçimi bulmuşlar, hayvanları ehlileştirmişler ve bu dönemden itibaren de süt içmeye başlamışlardır...
Yine bir taraftan iklim değişikliği, diğer taraftan hayvanların çoğalması ve otların azalması insanları yine çıkmaza sokmuş, insanlar bu dönemde de tarla ziraatına başlamışlar, böylece çiftçilik dönemi başlamıştır...
A. Toffler'ın birinci şok dediği olay olmuştur...
Aslında bu, 'birinci şok' değil 'dördüncü şok'tu...
Bir gün gelmiş, toprak yetmez olmuş, insanlar birbirlerine saldırmaya başlamış, yağmacılık her tarafa yayılmış ve eşkıyalıktan bizar olan insanlar iyice bunalmıştır...
Bu sıkıntılar insanları yeni arayışlara doğru itmiştir.
Bu arayışlar sonunda, işbölümü sistemini geliştirmiş ve ekonomi alanında en büyük değişim gerçekleştirilmiştir.
'Öz üretim'den 'mübadele üretimi'ne geçilmiş, bu arada 'ekonomide kollektivizm' doğmaya başlamıştır.
Bu merhalede 'pazar ekonomisi' yeterli olmamış, 'aracı mübadelesi' başlamış, 'sermaye terakümü' olmuş ve dünya 'ipek yolları' ile tek pazar hâline gelmiştir.
İnsan nüfusu artmış, kendisine yeni üretim yolları aramış ve 'imal mübadelesi'nden 'emek mübadelesi'ne geçmiştir.
Alvin Toffler, bu döneme 'ikinci şok' diyor...
Aslında bu ikinci değil 'yedinci şok' idi...
Bu dönem 'İŞÇİLİK DÖNEMİ' ve hâlen yaşamakta olduğumuz buhranlı dönemdir...
Bundan sonra gelecek olan aşama ise 'ORTAKLIK EKONOMİSİ DÖNEMİ' olacak, yeni dünya düzeni ve yeni hak medeniyeti, “ortaklık ekonomisi” esaslarına göre oluşacaktır.
Arkadaşlarımız bunun nasıl olacağını ve modelini, sistem ve düzen olarak ortaya koymuşlardır. Yeni yayınlarımız ve çalışmalarımızla bu model daha detaylı anlatılmış ve anlaşılmış olacaktır.
Alvin Toffler, kitabında bu yeni döneme işaret ediyor ama çözüm önerilerini getiremiyor ve mekanizmayı kuramıyor.
Biz ise, bu yeni dönemin mekanizmasını da ortaya koymuş bulunuyoruz.
Burada, önce Alvin Toffler'in bazı görüşlerine yer verelim, daha sonra bizim görüşlerimizi ve modelimizle ilgili mekanizmamızı yazalım.
EKONOMİK ÇALKANTI
Ekonomik bir depremin ilk titreşimlerini hissediyoruz ve bu depreme hazırlansak iyi olacak.
Söylediğimiz gibi, Batılı kapitalist dünya, 1930'ların Büyük Buhranlarından beri hep yüksek düzeyde işsizliğin sancısını çekiyor... Sovyet ekonomisi tam bir harabe... Dünya bankacılık sistemleri çöküş bıçağının sırtında sendeliyor... Ve ekonomistlerimizin görüşleri her geçen saat gerçekten biraz daha uzaklaşıyor...
Ne yazık ki, bunalımın mahiyeti çok yanlış anlaşılmakta... En temel ekonomik kavramlarımızın çoğunun günü geçmiş durumda... Ne muhafazakârların, ne liberallerin, ne "sağ"ın, ne de "sol"un elinde cevap yok; çünkü hepsi anakronistik ideolojik bağlılıklara gömülmüş haldeler.
Şu anda vuku bulan, yeryüzünü olduğu gibi bırakıp şöyle yüzeyden esip geçen bir kasırgaya benzemiyor. Bu, daha çok bir depremin başlangıç kısımlarına benziyor. Tüm ekonomilerimizin üstüne kurulduğu satıh altı yapı kayıyor, çatırdıyor şimdilerde. Büyük bir çöküşü engellemeye çalışırken, gerçekten büyük değişimlerin vuku bulduğu derindeki yapıya eğilmek yerine, yüzeydeki olgularla uğraşıyoruz.(s. 19)
-A.T.
Yazar, başta basın/mrüedya olmak üzere meseleyle ilgilenenlerin şu anda olmakta olan şeye "durgunluk" dediklerini, ama bu durgunluğun bizzat size darbe indirdiğinde artık durgunluk olmaktan çıkıp "buhran " hâline geleceğine işaret ediyor.
Bugün büyük imalat sanayilerinin can çekişmenin eşiğinde olduğunu belirttikten sonra, buna karşılık bu sırada elektroniğin, bilgisayarların, enformasyonun, genetik biliminin, uzay çalışmalarının, çevre çalışmalarının patlama yapan yükselişlerini anlatıyor.
Kısa dönem itibariyle, İkinci Dalga'dan Üçüncü Dalga ekonomisine geçiyoruz, diyor.
Konuyu biraz açarak kabaca diyor ki, binlerce yıl evvel bir ziraileşme dalgasının başladığını söyleyebiliriz. Göçebeler ve avcılar, balıkçılar ve yiyecek arayıcıları köylüleşti. Köyler kuruldu. "Medeniyet" dediğimiz şey doğdu. Basitliğin hatırı için, buna “Birinci Değişim Dalgası” diyor.
Sonra, 300 yıl kadar önce, ikinci bir değişim dalgası başladı. Makineler, kitle üretim ve tüketimi, kitle iletişim araçları ve kitle eğitimi; tümüyle fabrikaya dayanan bir hayat tarzı, yerkürenin yaklaşık üçte birinde eski tarım medeniyetinin yerini aldı, diyor.
Yazar, tanım ve terimlerini basite indirgemek suretiyle açıklamaya çalışıyor.
Günümüz dünyasındaki yeni gelişmelere, kullanmaya başladığımız yeni araçlara ve globalleşmeye işaret ettikten sonra, diyor ki:
"Tesadüfî veya birbirinden kopuk gibi görünen bu şeylere anlam kazandırmak için yeni güçlü modellere muhtacız. Üçüncü Dalga'da sunmaya çalıştığım budur; tüm bu değişimler arasındaki iç ilişkileri tesbit etmemize yardımcı olabilecek bir model. Fakat yeni ekonomik modellere de muhtacız. Çünkü ekonominin bu yeni güçlerle ilişkisini kurmadan ekonomiyi anlamaya başlayamazsınız. Ekonomiyi yeniden yapılandırıyoruz, çünkü onun sadece bir parçası olduğu medeniyet bütününü yeniden yapılandırıyoruz...
Benim eserimin merkezî iddiası şu: Bugün yaşanan bunalım bir yeniden dağıtım veya aşırı üretim ya da yetersiz üretim veyahut düşük verimlilik (her ne demekse) bunalımı değil, bir yeniden yapılanma bunalımıdır; eski İkinci Dalga'nın, sanayi devri ekonomisinin çökmesi ve farklı prensiplerle çalışan yeni bir Üçüncü Dalga ekonomisinin ortaya çıkmasıdır.
Bundandır ki, İkinci Dalga reçeteleri -ister sol ister sağ isimli olsun- bunalımı yoğunlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.(s. 23)
Bunalım kapitalist veya komünist değil; sınaîdir. Kapitalist ekonomiler de, komünist ekonomiler de ayakta duramıyor. İkinci Dalga medeniyetinin meydana getirdiği ekonomi ölümcül krizine yaklaşıyor..."(s. 24)
HAK VE KUVVET
MEDENİYETLERİ
Alvin Toffler, bütün açıklamaları hep bu ekonomik tahliller ve değişmeler üzerinde yürütüyor. Gerçi, diğer değişimlerin de olduğunu söylüyor da onların adını bile koyamıyor.
Oysa biz, diğer birçok makalelerimizde ve kitaplarımızda detaylı olarak ifade ettiğimiz üzere, bunları dört temel grupta toplamış oluyoruz ve her birini de çok açık bir şekilde tarihî gelişim ile göstermiş bulunuyoruz:
1- DİN,
2- İLİM,
3- EKONOMİ,
4- İDARE.
Peygamberler geldiler, hakkı üstün tutan dünya görüşüne dayalı olarak 'Mezopotamya Medeniyeti'ni kurdular.
Bu medeniyet havzasında 'Siteler Düzeni' oluşmuştu.
Hukuk düzeni vardı.
Filozoflar geldiler, kuvveti üstün tutan dünya görüşüne dayalı olarak 'Mısır Medeniyeti'ni oluşturdular.
Bu medeniyet döneminde 'Krallık Düzeni'ni ortaya koydular.
Teknoloji ilerledi ve insanlığın hizmetine sunuldu.
İbrani Peygamberleri geldiler ve yine hakka dayalı olarak 'Şeriat Düzeni'ni kurdular.
Yönetimi insanlardan mevzuata aktardılar ve böylece mevzuatın oluşmasını sağladılar.
Daha önce varolan hukuk düzeni bu dönemde iyice gelişti.
Arkasından filozoflar geldiler ve Mısır döneminde olduğu gibi kuvvete dayalı olarak 'Greko-Romen Medeniyeti'ni kurdular.
Bu dönemde, özellikle deniz ulaşımı teknolojisi gelişti ve insanlar bundan yararlandı.
Hz. İsa Peygamber (a.s.) geldi ve hakka dayalı olarak 'Ahlâk Düzeni'ni kurdu.
Dinde zorlamayı ortadan kaldırdı ve insanlığa bunun nasıl olacağını öğretti.
Devlet işleri ile din işlerini birbirinden ayırdı.
Arkasından filozoflar geldiler ve Hz. İsa'nın getirdiği dini istismar ederek hak olma özelliğini kaybettirdiler, böylece kuvvete dayalı dünya görüşünün o çağdaki temsilcisi olan 'Bizans Medeniyeti'ni kurdular.
Hz. Muhammed (s.a.v.), kuvvete dayalı dünya görüşünün hükümran olduğu insanlığın bu karanlık çağında geldi, 'İÇTİHAT' ve 'İCMA' müesseselerine dayalı olarak, hakka dayalı dünya görüşünün temsilcisi 'İslâm Medeniyeti'ni kurdu.
Önceki peygamberler döneminde varolan 'Hukuk Sistemi' daha da gelişti ve yaygınlaştı. 'FIKIH' ismiyle müstakil bir ilim dalı haline geldi.
Ardından Avrupa filozofları geldiler, kaynak belirtmeden İslâm Medeniyeti'nden yararlandılar ve 'Batı Medeniyeti'ni kurdular.
Yeni medeniyet ve sistem sayesinde, teknolojiyi geliştirdiler ve buna dayanarak da büyük sanayi inkılâbını gerçekleştirdiler.
Böylece süregelen değişim ve gelişmelerle günümüze kadar gelindi.
PEYGAMBERLER SİSTEMİ
Görülüyor ki, peygamberler geliyor ve yeni hukuk düzenini ve medeniyeti oluşturuyor; daha sonra gelen filozoflar ise bu medeniyetlere dayanarak teknolojide ilerleme yapıyorlar...
Ancak…
Değişim sebebiyle yeni bir dönem başlamış olduğundan, teknolojinin ortaya koymuş olduğu yeniliklere eski hukuk cevap veremiyor...
Bunun üzerine “yeni peygamberler geliyor”” ve insanlığın ihtiyacı olan “yeni hukuk düzeni” gelip gelişiyor...
Bu sefer filozoflar yeni hukuk düzenine dayanarak yeni bir teknoloji üretiyorlar...
Bu değişim ve gelişme böyle devam edip gidiyor...
Bugün, Avrupa ve Batı dünyası bunalım ve buhran içinde kıvranıp duruyor...
Çünkü…
Avrupa’nın ve topyekün Batı dünyasının yani çağdaş medeniyetin ortaya çıkarmış olduğu yeni teknolojiye cevap verebilecek yeni bir hukuk düzeni yok. Eski hukuk düzeni, yeni meseleleri çözmek için yeterli olmuyor.
Batılı filozoflar “yeni bir hukuk düzenini” de bulamıyorlar.
Alvin Toffler de, işte bunu dile getiriyor ama onun da yanılgısı şu; bu yeni durumu hâlâ ekonomik bunalım olarak görüyor ve çözümü oralarda arıyor…
Oysa bunalımın sebebi ekonomik değil hukukîdir ve çözüm de orada aranmalıdır.
Biz bu teşhisi koyduktan sonra, hemen reçetesini de yazdık.
Eskiden dünyaya peygamberler ve filozoflar yön verirdi ve bunlar monopol idiler.
Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'den sonra peygamberliği sona erdirdi ve yeni peygamberlerin yerini “ilim adamlarına” verdi. Yeni dünyayı, geleceğin dünyasını, ne peygamberler ne de filozoflar düzenleyecek; geleceğin dünyasını yine 'Peygamberler Sistemi'ne dayalı olarak peygamberlerin vârisleri olan 'ilim adamları' düzenleyeceklerdir.
İslâmiyet'in insanlığa öğretmiş olduğu “İçtihat Sistemi” ile “yeni hukuk düzeni” oluşacak ve insanlık bu şoku böylece atlatacaktır.
Biz, böyle söyledikten ve meseleye teşhisimizi koyduktan sonra, öneriler getirdik, yeni hukuk sistemlerinin mevzuatını oluşturmaya başladık ve 'AKEVLER' bünyesinde otuz yıldır bunu uygulamaya çalıştık...
Bu düzeni halka götüreceğine inandığımız siyasi partileri destekledik...
Düzenimizi onlara anlattık...
Arkadaşlarımızın doktora ve doçentlik çalışmaları ile ilim dünyasına duyurduk...
BÜYÜK PEYGAMBERLER DÖNEMİ
İnsanlar başlangıçta öğreneceklerini 'görenek yolu' ile öğreniyorlardı. Toplayıcılık döneminde, insanlığın ihtiyacını karşılaması açısından görenek yolu yeterli olmuştu.
Ama avcılık döneminde çocuklar ava gidemedikleri için 'tedris dönemi'ne geçildi.
Çiftçilik döneminde ise, sürekli komşuluk ilişkilerinin varlığı 'tartışma metodu'nu getirdi.
Tüccar mübadelesi dönemi, beşerî bir hukuku ve teknolojiyi zaruri kıldığı için 'tüme varım yolu', diğer bir ifadeyle 'deneme yolu' keşfedildi. Bu sistem analiz sistemidir. Böylece ihtisaslaşma başladı ve bütünlük ortadan kalktı.
Günümüzde ilim dördüncü aşamaya girmiş bulunuyor.
Bu yeni aşamayı şöyle tanımlayabiliriz; yeniden birliğe girme, tüme varma ile tümden gelmeyi birlikte uygulamadır.
Biz bu döneme 'Sistematik Dönem' diyoruz, 'Analoji Dönemi' diyoruz; indüksiyon, dedüksiyon ve analoji dönemleri diyoruz.
Arapçada bunlara 'Kıyas-ı Aklî, Kıyas-ı Amelî ve Kıyas-ı Küllî' adını veriyoruz.
Alvin Toffler, bunu ekonomide sezmiş ve bu ihtisaslaşmayı 'şok' sebebi olarak gösteriyor. Daha önce yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı üzere, meseleyi dile getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bir ucundan bizim görüşlerimizi desteklemiş oluyor.
Nihayet, eskiden her peygamber sadece kendi kavmine geliyor ve onların hukuk düzenini kuruyordu.
İnsanlık tarihi asırlar boyunca böyle devam edegeldi.
Sonra 'Ulu'l-Azm' dediğimiz 'Büyük Peygamberler' dönemi geldi ve her biri zamanında yeni bir değişim yaşandı.
Hz. İbrahim, ilk defa bütün insanlığa 'BEŞERÎ İLMİ' öğretti.
Hz. Musa Peygamber, bütün insanlığa 'BEŞERÎ HUKUKU' öğretti.
Hz. Davut Peygamber, bütün insanlığa 'BEŞERÎ EKONOMİYİ' öğretti.
Hz. İsa Peygamber, bütün insanlığa BEŞERÎ AHLÂKI' öğretti.
Hz. Muhammed de, son peygamber olarak bütün bunları bir bütün olarak birleştirmek suretiyle beşeriyetin 'DİN VE DEVLET DÜZENİ' olarak birlikte ama denge içinde sundu.
Peygamberlerin monoteizmini filozoflar politeizmle dejenere ederek hükümdarlarını veya ekseriyeti tanrılaştırırlardı.
Avrupa ise artık din alanında bunu yapmaya cesaret edemedi ve yeni duruma ateizmle mukabelede bulundu. Yeni döneme geçişi böyle sağladı. Ateizme dayanarak diktatörler yetiştirdi. Bu diktatörler ve uyguladıkları dikta yönetim bir müddet ülkeleri yönetti.
Ne var ki, Avrupa ve dünya bu ateist diktatörlerin hepsini çok kısa zamanda mezara ve tarih sayfalarına gömdü.
NE OLACAK ŞİMDİ?
Şimdi geldiğimiz bu merhalede ne olacaktır?
Bütün dinler serbest olarak organize olacaklardır.
Hattâ olabilirse, ateizm de kendi içinde organize olacaktır.
Bütün din mensupları, serbest olarak kendi dinlerini yayacaklardır.
Değişik dinler, aynı topluluklar içinde beraber yaşayacaklardır.
Dinlerin devlet yapısı içinde büyük rolleri olacaktır ama tek bir dinin değil bütün dinlerin buyapıda rolü olacaktır.
YENİ DÜZENDE;
YASAMAYI İLMÎ KURULUŞLAR,
İCRAYI MESLEKÎ KURULUŞLAR,
KAZAYI SİYASÎ KURULUŞLAR,
MURAKABEYİ DİNÎ KURULUŞLAR
ÜSTLENECEKTİR.
GELECEĞİN DÜNYASINDA, büyük peygamberlerin bütün insanlığa öğrettiği, Batılıların 'lâiklik' dediği, bizim 'barış' yani 'İslâm' dediğimiz din ve düzen bütün yeryüzüne hâkim olacaktır...
Kur'ân'ın Allah kitabı olduğuna inansın veya inanmasın;
Yeni barış dünyası ve buna dayanacak olan yeni dünya düzeninde;
Yani GELECEĞİN DÜNYASINDA her din yaşayacaktır...
Alvin Toffler, bu hususta hiçbir şey söylemiyor.
Görülüyor ki;
Alvin Toffler'in parça parça oradan buradan değinmiş olduğu 'Üçüncü Dalga Şoku'nu, biz tarihî evrimlerle açıklamış bulunuyoruz.
Eskiden bu iktisadî, siyasî, dinî ve ilmî şoklar ayrı ayrı zamanlarda geliyordu; değişmeler münavebe ile oluyordu...
Günümüzde ise bütün şoklar bir zamana rastladı.
Dolayısıyla sancısı da daha büyük olabilir.
İnsanlık âlemi buna hazır olmalıdır.
Ne var ki, eskiden insanlığın bugünkü kadar bilgi birikimi ve teknolojik gücü yoktu.
Bundan dolayı bugün yaşayan bizler ve GELECEĞİN DÜNYASINDAKİ insanlar, bunları çok daha hafif olarak atlatabilecektir.
Şimdi Alvin Toffler'a biraz daha fazla kulak verelim:
Eskiden rutin işler vardı ve kas kuvvetine dayanıyordu. Herkes her işi yapabiliyordu. İşverenler için işçi bulmak problem değildi.
Oysa, günümüzde bu mesele zorlaşmıştır. İşler öylesine çoğalmış ve ihtisaslaşma o kadar ileri gitmiştir ki, bir işçinin yapacağı işi artık bir başkası yapamıyor. Yeni işe aldığınız bir işçi, ne kadar mahir olursa olsun, işyerinizi öğreninceye kadar aylar geçer. Oysa işin bir saniye bile durmaya tahammülü yoktur. Bu durum o işçiyi o iş yerine bağlıyor. Çünkü yeni bir iş bulamıyor. Ama sözkonusu durum aynı zamanda iş yerini de o işçiye mahkûm ediyor. Böylece işverenlerin otoritesi bozuluyor ve her işçi ile eşit hâle geliyor. Bu da merkezî üretimi, kitlevî üretimi zor hâle getiriyor ve bugünkü ekonomik krizi doğuruyor.
Bu kaçınılmaz bir şoktur.
Bu sistem çıkmaza girmiştir.
Sistemin kendi içinde bir çözümü de yoktur.
Yeni bir sistem aranacak ve bulunacaktır, diyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en parlak döneminde, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, böyle krizler yaşanmağa başlanmış, o zamanın para politikası yetersiz olmuştu...
Padişah ulemayı toplamış ve bu yeni duruma çare aramalarını istemişti...
Onlar;
Bu durum devletlerin yaşlanması meselesidir, bunun çaresi yoktur, ister istemez belli bir zamanda devleti ölüme götürecektir...
Bizler ancak, belki ömrün biraz daha uzamasına ve ölüm öncesindeki hastalık merhalesinde fazla acı çekilmemesine yardımcı olabiliriz, demişlerdir...
- Toffler de; bugünkü insanlara aynı şeyleri söylüyor…
Onlara yeni bir hayatı ve yeni bir sistemi öneriyor...
Meselâ, yeniden çocuk yapma ve aile yapısına dönme gibi bir öneri.
Bizler;
Özellikle son onbeş-yirmi yıldır yapmış olduğumuz araştırmalarımızda ve yazdığımız yazılarda, artık 'BİRİNCİ İSLÂM MEDENİYETİ'nin öldüğünü ve 'İKİNCİ İSLÂM MEDENİYETİ'nin oluşacağını yazdık. Bunu anlatmaya çalıştık...
Esasen 'AKEVLER' çalışması ve yapılanması da bu varsayıma dayanmaktadır...
Biz doğacak olan yavruyu çoktan belirlemiş bulunuyoruz...
Akevler uygulaması ve Akevler bünyesinde geliştirmiş olduğumuz “faizsiz bankacılık modelleri” bunu anlatmaktadır...
EĞİTİM MESELESİ
A. Toffler, ikinci olarak şu açıklamayı yapıyor:
Yeni teknolojiler yeni sanayinin doğmasına sebep oluyor. Meselâ, lâmbalı radyolardan sonra kristal araçlar bulundu. Bunun için yeni fabrikalar meydana geldi. Ne var ki, bu yeni işyerlerinde eski işçileri çalıştırmak mümkün olmamıştır. Çünkü ihtisas isteyen bir iş. İnsanları işsiz bırakmamız da olmaz.
Bu durumda ne yapacağız?
Yazar, yeni eğitim gerek diyor ama bir türlü ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini söyleyemiyor.
"Yapılması gereken eğitim, yeniden eğitim ve yine daha fazla eğitim yoluyla işgücünü kaydırmak için büyük gayret gösterilmesidir. Eğitim en büyük Üçüncü Dalga sanayilerinden birisi olacak.
Tekrar belirteyim ki, eğitim dediğimde yalnızca "key punch" gibi özel mekanik iş maharetlerini kastetmiyorum. Başarıyla nasıl yapacağımızı bilmediğimiz her şeyi kastediyorum: insanların her şeyiyle yeni hayat tarzlarına geçişine yardım etmek.
Buna ister eğitim, ister yetiştirme veya ister başka bir şey diyelim, önemli değil. Önemli olan, eğer toplumu parçalamak istemiyorsak, bu geçişe destek olmanın zaruretidir.(s. 73)
Bunu nasıl yapacağımızı bilmiyorsak da, sadece özel sektör tarafından yapılabileceğine inanmıyorum, aksine binbir farklı yaklaşımı denemeli; vergi ve diğer tedbirler yoluyla özel sektör eğitimini ağırlıklı şekilde karşılamalıyız. Ayrıca eğitim sistemimizi kökten yeniden düşünmemiz gerekli."(s. 74)
BEŞİKTEN MEZARA EĞİTİM
Biz, eğitimin nasıl olması gerektiğini açıklayalım:
Bugünkü eğitim sisteminde 'Tedrisat Sistemi' vardır.
İlk yaşlarda 'Öğrencilik Sistemi' geçerlidir.
Yirmi-otuz yaşınıza kadar okursunuz.
Sonra otuz yıl kadar çalışır ve emekli olursunuz.
Bu eğitim sistemi sıkıntılar doğuruyor.
Değişim asrında yaşıyoruz. Çağımızda dünya ve hayat sür'atle değişiyor. Sizin öğrenci iken öğrendikleriniz, sür'atli değişim sebebiyle siz hayata atıldığınızda geçerliliğini kaybediyor ve siz bir iş bulamıyorsunuz. İşyerleri de kendilerine uygun işçi bulamıyor. Böylece, ihtisaslaşmanın ötesinde yaş farkından doğan eğitim ile uygulama farkından doğan bir açık vardır. Bu gittikçe önem kazanıyor ve şoku şiddetlendiriyor.
Eğitim ve pratik arasındaki açıklık, sadece farklı nesiller sebebiyle oluşmuyor.
Pratikten kopmuş tedrisatın bir tür kendi kusuru olmaktadır.
Okullar ve üniversiteler kendi tarihi geleneklerini yeni nesillere öğretme dışında bir şey yapmıyorlar veya yapamıyorlar.
Yeni hayattan ve yeni ilimlerden zaten bizzat ulemanın haberi olmamaktadır.
Bu durum da, pratiği olmayan ilimleri öğrenme gibi bir durum ve cehaletin eğitim kurumları aracılığıyla sürüp gitmesi neticesini doğuruyor.
Biz, bu olumsuz duruma çare ve çözüm olarak, 'BEŞİKTEN MEZARA KADAR ÖĞRENME METODU' ile cevap veriyoruz. Esasen dinlerin ibadet müesseseleri de bunu öğreten mekanizmalardan başka bir şey değildir.
Çocuk, on yaşında işe başlamalı ve eğitimini çalışarak devam ettirmelidir.
İnsanlar da, ölünceye kadar hem öğrenimi hem de çalışmayı birlikte yürütmelidirler.
Yeni düzende artık öğretmen-öğrenci sınıfları yoktur.
Bilenler-bilmeyenlere, yaşlılar-gençelere bildiklerini öğreteceklerdir.
Yeni eğitim sistemi bu problemi kendiliğinden çözecek, bilgi ve uygulama arasındaki faz farkı ortadan kalkacaktır.
Bu konuda din adamları için söylediklerimizi, bu sefer ilim adamları için söyleyeceğiz.
İlmî sosyal gruplar oluşacak ve her sosyal grup kendisi istediği öğretimi yapacaktır.
Şimdi de bunun nasıl olacağını biraz daha açıklayalım:
Topluluk içinde İLMÎ, AHLÂKÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ SOSYAL GRUPLAR olacak, herkes bu sosyal gruplardan birerlerini kendilerine seçeceklerdir.
Bu sosyal gruplar, kendi mensuplarını eğitip ve onlara 'TEMİNATLI EHLİYETLER' vereceklerdir.
Bilgisizlikten doğacak olan zararları İLMÎ;
Beceriksizlikten doğan zararları MESLEKÎ;
İhmalden doğan zararları AHLÂKÎ ve;
Kasden iras edilen zararları ise SİYASÎ sosyal gruplar karşılayacaklardır.
Sosyal gruplar, üyelerinden değil genel bütçeden pay alacaklardır.
Bu pay, teminatlı ehliyet verdikleri veya eğittikleri kimselerin sayısıyla orantılı olacaktır.
Hizmet verdiği kimseler ne kadar az suç işlerse, aldıkları paylar o oranda artacaktır.
Hizmet verdikleri işyerleri ne kadar çok vergi getirirse, genel bütçedeki payları o kadar artacaktır.
Sosyal grup değiştirme serbest olduğu için, hizmette rekabet sistemi temelinden çalışmış olacaktır.
Sistem kendi kendini kontrol ettiği gibi, aynı zamanda denetleyecek ve teşvik edecektir. Sosyal gruplar arasında hizmet yarışı olacaktır.
Sosyal gruplar arasında varolan rekabet, sürekli olarak dinamizmi sağlayacak ve hizmet kalitesini yüksek seviyede tutacaktır.
Böylece sistem kendi kendini denetleyip kontrol edecektir.
"İŞ"İN GELECEĞİ
YA DA
YENİDEN YAPILANMA
Kim çalışacak? İş nedir?
Nüfusun yüzde ikisinin robot kullandığı ve tüm ücretli işleri yaptığı, buna karşılık yüzde 98'in hiçbir şey yapmadığı bir distopya fantazisine mi sürükleniyoruz?
Distopya: Karşı ütopya. Ütopyadakinin aksine, insanların korkulu bir hayat sürdüğü perişan ve bezdirici bir muhayyel yer.
...
Bugün yüksek teknolojik işsizlik korkusu yeniden canlandı ve büroda en hızlı biçimde yayılan otomasyon nedeniyle beyaz yakalı sektör tekrar durgunluğa gireceğe benzemiyor.
İşler bu defa nereden gelecek
İş kendisini nasıl değiştirecek?
-A.T.
Alvin Toffler, üçüncü olarak büyüme ve merkezileşmeyi bugünkü bunalımın sebebi sayıyor ve geleceğin şokunu bekliyor...
Eskiden öz üretim vardı, herkes kendi üretip tüketiyordu...
Sonra kollektif üretime geçildi, insanlar ortaklaşa avcılık yaptılar...
Sonra toprağa yerleştiler ve böylece derebeylikler oluştu, daha büyük ölçüde toprak kapitalizmi doğdu...
Bilahare akçe kapitalizmine, sonra sanayi devrimi ile mülk kapitalizmine geçildi...
Bunun ardından banka kapitalizmi doğdu, uluslararası şirketler meydana geldi, dünya ekonomi bakımından monopolleşti...
Bu durum hem merkezî yönetimi imkânsız hâle getirdi hem de monopolün rakibi kalmadığı için kendi dinamizmini yitirdi...
Böylece 'Üçünca Dalga Şoku'na zemin hazırlandı...
Büyüyen hücre gibi bu düzen parçalanmaya mahkûmdur...
Birleşme sürecinden parçalanma sürecine geçiyoruz...
"Bu bunalımı farklı kılan, onun bir çöküş değil, bir köklü yeniden örgütlenme oluşudur. Bu, bir yeniden yapılanma bunalımıdır. Bu gerçeği anlamadan ve yarının ekonomisinin haritasını çıkarmadan problemlerimizle başa çıkmayı nasıl bekleyebiliriz?
Yeni kavramlara muhtacız.
İstihdamdan bahsediyoruz, ama yeni bir toplumda "iş"in ne anlama geldiğini bile bilmiyoruz. Ne iş, ne de işsizlik bugün eskiden taşıdığı anlamı taşımıyor...
İş üzerine yazılar yazan pek çok kişinin aksine, ben en pis fabrika işlerinden bazılarına yıllarımı verdim. Mavi yakalı iş... Amelelik... Montaj zinciri işi... Dünyanın dört bir yanındaki fabrikaları gezdim. İnceleme yapmak için günümüzün en ileri fabrika ve işyerlerinden bazılarına da girdim. Bütün bunlar beni yaygın iş tasavvurlarımızın artık kullanışsız, günü geçmiş olduğuna ikna ediyor. Bu tasavvurlar, işbölümü ve yabancılaşma konusunda Adam Smith ve Marks'a kadar uzanıyor. Daha yakınlarda ise, işyerinin mahiyeti konusunda C. Wright Mills'e uzanıyor...(s. 43)
Hepimiz geleneksel imalat sanayiinin parçalanmış (fractionalized) işlerinin ne kadar berbat olduğunu -ve hâlen öyle olduğunu- biliyoruz..."(s. 44)
Alvin Toffler'ın bu açıklamaları doğru olmakla beraber, bize göre GELECEĞİN DÜNYASINI başka bir organizasyon bekliyor...
Biz bunun üzerinde durmak istiyoruz...
Bunun nasıl olacağını daha kolay anlamak için tarihî gelişimi içinde insanlığın yapısını kısaca hatırlatalım:
İNSANLIĞIN YAPISI
VE
YENİDEN YAPILANMA
MODELİMİZ
İnsanlar, hem diğer canlılar gibi anne-babanın birleşmesiyle doğarlar, hem de kuşlarda ve memelilerde olduğu gibi anne-babaların eğitimi ile hayata atılırlar.
Üstelik hayvanlar âleminde yavrular hayata atıldıktan sonra anne-babası ile ilişkisi kesilir; oysa insanda bu ilişki ölünceye kadar devam eder ve dönüşümlü bir görev gibi sonraları yaşlı anne-babalarına çocukları bakarlar.
Böylece, insanoğlu 'aile' içinde doğar ve yine 'aile' içinde ölür.
AİLE İÇİNDE GÖREV TAKSİMİ VARDIR
Anne, çocuk doğurmayı, bakmayı, büyütmeyi ve evin iç işlerini yüklenmiştir...
Baba, buna karşılık ailenin geçimini temin etmek, aileyi düşman saldırılarından korumak gibi görevler olan evin dış işlerini yüklenmiştir...
Anne, çocuklarından ayrılamadığından dolayı ancak ev işlerini yüklenebilmekte…
Buna karşılık babaya dışarıdaki işler kalmaktadır...
Ailenin mâli külfetini baba, bedenî külfetini anne yüklenmiş oluyor… bu külfetlere karşılık aile içindeki birlikteliğin kazandırdığı nimetleri birlikte paylaşıyorlar...
Annenin kendi işlerini yapabilmesi için yakın komşuları ve akrabalarının yardımına muhtaçtır ama ondan sonra daha geniş bir organizasyona ihtiyacı yoktur.
Oysa baba yani erkek, kendi görevlerini yapabilmesi için başkalarıyla birleşmek zorundadır. Mesela, meskenini ani saldırılara karşı korumak için komşu ve yakın akrabalarla işbirliği yapacaktır.
Böylece, gerek kadınların gerekse erkeklerin zorunlu olarak katıldıkları yakın komşu ve akrabaların oluşturduğu bir topluluk meydana geliyor.
Biz buna 'AŞİRET/OCAK' diyoruz.
Bundan sonra, ortak üretim için daha üst bir oluşumun varlığında zorunluluk vardır ki, buna da 'KÖY' veya 'SİTE' adını veriyoruz.
Gerek yaşama gerekse çalışma hayatının istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi amacıyla bir 'HUKUK DÜZENİ'ne gerek duyulmaktadır.
İşte böyle ortak bir dayanışma ortamı içinde de 'HUKUK DÜZENİ' doğar.
Bu idari birime 'BUCAK' adını veriyoruz.
Burada haklı-haksız ayırımı yapılır.
Yaklaşık olarak;
ON AŞİRET birleşerek BİR KÖYü,
ON KÖY de BİR BUCAĞI oluşturur.
İş bununla bitmiyor.
Ortak üretimin yapılması için ortak hizmetlere ihtiyaç vardır.
Bu hizmetlerin görülmesi için 'Merkezî Çarşılar' oluşmuştur.
İnsanlar daha genel ihtiyaçlarını buralardan temin etmektedirler.
Bu idari birime de 'İLÇE' diyoruz.
Yaklaşık olarak ON BUCAK birleşerek BİR İLÇE oluşturmuştur.
Burada hizmet sektörü yer alır.
Bucakta hukuk düzeni vardır ama zaman zaman bu hukuk düzenine karşı çıkan eşkıya ve anarşi grupları oluşabilmektedir.
İşte bunu tenkil edecek ve istikrarı sağlayacak bir oluşuma ihtiyaç vardır.
Bu organizasyona da 'İL' diyoruz.
İl, iç savunmayı gerçekleştiren bir organizasyondur.
İlçelerdeki hizmetlerde meslek ihtisasları vardır ama bir meslek içinde ihtisaslaşma yoktur. Oysa meslek ihtisaslaşmalarına ve ticaret merkezlerine ihtiyaç vardır.
Bunlar da 'BÖLGE'lerdir.
Yaklaşık olarak ON İL birleşerek BİR BÖLGEyi;
ON BÖLGE de birleşerek BİR DEVLETi oluşturur.
Devletin temel görevi dış savunmadır. Vatandaşlarını dış düşmanlara karşı korumadır. Başka ulusların saldırılarına karşı ülkeyi savunmadır.
Yaklaşık olarak on devlet birleşerek BİR ORTAK PAZAR veya BİR BİRLİK kurarlar. Meselâ, Güney Amerika, Avrupa, Kuzey Afrika, Hindistan, Çin, Avustralya, Akdeniz Ülkeleri, Karadeniz Ülkeleri, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve benzerleri böyle birer blok oluşturabilirler.
Bunlar da birleşerek 'BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'i oluştururlar.
Birleşmiş Milletler, gelişme ve ilerleme organizasyonu görevini yüklenir.
Bugün bu organizasyonlar fiilen var gibidir.
Ne var ki, hukuk düzeni yetersiz olduğu için mahiyetleri belli değildir.
Biz, yaptığımız araştırma ve çalışmalar, bunlara dayanarak ortaya koyduğumuz açıklamalarla, geliştirdiğimiz model ve sistemlerle, her kademenin fonksiyonunu netliğe kavuşturuyoruz... Ayrıca her birinin çizmiş olduğumuz bu sınırlar içinde kalması gerektiği görüşündeyiz...
Bunlardan hizmet üniteleri olan köy, ilçe, bölge ve toplulukta 'MERKEZÎ YÖNETİM'i esas alıyoruz.
Diğer taraftan hayat üniteleri olan aşiret, bucak, il, devlet ve insanlığı ise 'YERİNDEN YÖNETİM'e bırakıyoruz.
Böylece DENGE oluşmuş ve kurulmuş olur.
Bizim 'YENİDEN YAPILANMA MODELİMİZ' budur.
Biz demokrasiyi; site veya sosyal grubu değiştirme hürriyeti şeklinde anlıyoruz.
Üst kuruluşları alt kuruluşların bir hizmetçisi olarak görüyoruz.
Tüm devleti ve erkekleri, insanı doğurup büyüten annenin hizmetçisi olarak düşünüyoruz.
Gerçi kadınlar da erkekler gibi üretim ve savaş hizmetlerine katılabilirler; ancak bu onlar için ihtiyarî olup zorunlu değildir.
CAN ÇEKİŞEN SANAYİLER
VE
P L Â N L A M A
Alvin Toffler, dördüncü olarak merkezî plânlamayı bunalımın sebebi olarak gösteriyor.
Plânlamacılar, rutin, tek tip mal ve insan isterler.
Yenilikleri ve çeşitlikleri sevmezler.
Böylece ilk hamlede plânlamasız çalışanların önünde iken sonra geri kalırlar.
Bir de halk plâna uymamaya ve dolayısıyla onu delmeye başlar.
Plân, kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olur.
"İşte bu yüzden, eğer plânlama yapılacaksa, çok daha fazla grup; tüketicilerden, arzcılardan ve kamu temsilcilerinden ırkî, etnik, cinsel, meslekî ve diğer cemaat gruplarına kadar herkes sürece dâhil edilerek ve temel plânlama millî seviyeden çok mahallî, sektörel ve bölgesel çapta yapılarak, plânlama küçük parçalara ayrılmalıdır. Bu konu, sırf kısa vâdeli değil uzun vâdeli de düşünmeyi; ekoloji ve işin niteliği gibi ekonomik olmayan bütün faktörlerin hesaba katılmasını gerektirir.
Ancak bütün bunları söyledikten sonra dürüstçe itiraf etmeli ki, kimse bizi kâğıda boğmadan bunu başarıyla nasıl yapacağını bilmiyor. Pek çok mahallî tecrübeler yaşandı. Bazıları ümit vaadediyor. Etkileşimi kablo gibi yeni iletişim araçları yeni meyvedar tercihler sunuyor. Fakat ilgili birimleri nasıl tanımlayacağımızı ve sürekli biçimde yeniden tanımlayacağımızı, onları nasıl meşrulaştıracağımızı, bu yekpare prosedürü (fikrî düzeyde bırakmadan) bütçe ve vergi süreciyle nasıl bağdaştıracağımız problemini henüz çözmüş değiliz. Kısaca, hakikî bir ileri görüşlü demokrasi için yöntemler ve kurumlar keşfetmek zorundayız.
Bütün cevapları biliyormuş gibi yapamam, evet çelişkiler var. Ancak bir şey bana çok açık görünüyor. Geriye dönemeyiz...(s. 67)
Üçüncü Dalga ekonomisine geçişimizi yumuşatmak için atılması gereken birçok adım var. Şimdiden başlasak iyi olur."(s. 68)
Bütün bunları, hukukta ve ekonomi alanında her merkeziyetçi yönetimde görürüz.
Biz, birçok mahkeme kararlarında da bu çelişkileri bizzat kendimiz gördük ve bir kısmını da defalarca bizzat kendimiz yaşadık.
Hâkimler, olaya tatbik edecek madde bulamayınca, olayı maddeye uydurup karar vermektedirler.
Bürokratlar da aynen böyledirler.
İfadeni alırken, senin dediklerini değil kendi bildiklerini yapar ve benzer bir senaryo ile sonuca varırlar.
Plânlama ile hukukun, plânlama ile iş hayatının ne ilgisi var demeyin.
Öylesine var ki!
Aaah, ah…
Bu ülkede hikâyeciler, romancılar, tiyatrocular, senaristler, sinema ve televizyon dizisi yapımcıları yok ki, bu dünyayı gelecek nesillere tanıtsınlar...
Sadece bizim başımızdan geçenler, birkaç roman, birkaç televizyon dizisi veya birkaç filim olabilir ama...
MAKRODA PLÂNLAMA
MİKRODA SERBESTLİK
Artık dünyamız tek pazar hâline geldi.
Günümüz dünyasında plânlamasız iş yapmak mümkün olmaz.
Olsa bile, sonu gelmez ve başarılı olamaz.
Ancak, merkezî plânlama ile de iş olmaz.
Biz bu konuyu çok açık ve net bir şekilde çözüme kavuşturmuş bulunuyoruz:
Makroda Plânlama - Mikroda Serbestlik'.
Bu temel kriter sayesinde, hem plânlamanın bütün yararlarını hem de serbestliğin ve çeşitliliğin bütün yararlarını bir araya toplamış bulunuyoruz.
Diğer taraftan, biz plânlamayı kademelendiriyoruz.
Önce, herkes kendi aile plânlamasını kendisi yapar.
Sonra, aşiret içindeki plân ortaya çıkar ve oluşur.
Sonra bucak, sonra il, sonra devlet, sonra birlik;
Ve en sonunda bütün insanlık için ortak bir plân ortaya çıkar.
Ne var ki, üst plân alt plânı sınırlamaz.
Tam tersine, alt plânlar üst plânlardan yararlanma hakkına sahiptirler ama üst plân kendi iç plânlamalarının içine giremez ve müdahalede bulunamaz.
Misâl; bucak kendi içinde üretip tüketeceği şeylerin plânını kendisi yapar ama eğer bir malı bucak dışına çıkaracaksa, o zaman il, devlet ve hattâ beşeriyet plânlarına ve standartlarına uymak zorundadır. Bu uygulama, hem merkezî organizasyonu sağlar, hem de çeşitliliği ve devamlı gelişmeyi teşvik eder.
Her bucak aynı zamanda bir pilot bölge olur.
Şimdi, bizim 'Makroda Plânlama - Mikroda Serbestlik' ilkemizi, uygulanır hâle getirmek için bunun mekanizmasını geliştirmemiz gerekir.
Peki, bunu nasıl yapacağız?
Bir şeyi plânlamak ve temennî etmek ayrı şey, onu hayata geçirmek ve uygulamak ise ayrı şeydir. Teori ve pratik, plânlama ve uygulama, düşünme ve yapma, birbirinin tamamlayıcısı olmakla birlikte ayrı şeylerdir.
ISMARLAMA KREDİSİ
VE SELEM SENETLERİ
Bunun nasıl olacağını bir misâl üzerinde izah edelim:
Meselâ, bu ülkede bu yıl on milyon ton patates ekilmesini istediğimizi farz edelim.
Ama hiç kimseye de, 'sen patates ek' demeyelim veya hiçbir yer için 'şurada patates ekilsin' demeyelim. İsteyenler istedikleri yerde patates eksinler, ama sonunda on milyon tan patates ekilmiş olsun.
İşte bunu çözecek veya gerçekleştirecek bir mekanizma arıyoruz.
Bunu anlamamız için, bize göre oluşacak olan yeni ekonomik yapıyı biraz olsun tanımamız ve anlamamız gerekir.
Herkese, daha yılbaşında o yıl kendisine gerekenleri peşin akçe vererek ısmarlaması için kredi veriyoruz.
Bu krediyi alanlar, bir yıllık ihtiyaçlarını peşin olarak ısmarlıyorlar.
Fabrikalar ve tarlalar, yapılan bu ısmarlama yani siparişlere göre üretimde bulunuyorlar.
Alvin Toffler'ın önerdiği ama nasıl çalışacağını belirtmediği ısmarlama sistemi işte böyle çalışıyor.
Biz, bu mekanizmayı işletecek olan krediye 'Ismarlama Kredisi' adını veriyoruz.
Diğer taraftan, işyerlerine de sipariş alma kredisi veriyoruz.
Bunun mekanizmasını da 'Selem Senetleri' ile gerçekleştiriyoruz.
İşyerleri hangi malı üreteceklerse, o malın selem senetlerini alıyorlar, borsada istedikleri fiyatla satıyorlar.
Sipariş verenler de, bu senetleri almak suretiyle siparişlerini veriyorlar.
Böylece, selem senedinin serbest piyasası üretim plânlamasını yapıyor.
Biz şimdi makroda müdahale etmek istiyoruz.
Diyelim ki, bir malın üretimini artırmak veya düşürmek istiyoruz. Serbest selem senedi piyasası 6 milyon ton üretiyor, biz ise bunu 10 milyon tona çıkaracağız. Bunun bir diğer manası, başka mallardaki üretimi otomatikman düşürmüş olacağız.
Peki, bunu nasıl gerçekleştireceğiz?
Her zirai mahsulün bir kredi değeri vardır.
Meselâ, 1 ton patates 200 kilo buğdaya tekabül etsin. Plânlamacı, yılbaşında bunu ilân eder. İsteyenler, patates selemlerini alıp patates eker, yılsonunda patatesi teslim edip selem senedini sipariş verenlerden geri alır ve bankaya iade ederek kapatır.
Ayrıca, devlete onda bir kadar vergi verir. İşte bu vergi, o tarlanın gelecek yıl için kredisini gösterir. Geçmiş on yılda ödenen buğday cinsinden vergi toplamı o yerin bir yıl üreteceği mahsulü verecektir.
Bu yerin işte bu kadar kredisi olacaktır.
Patatesin kredi değerini düşürürseniz, onu ekenler çoğalır.
Buna mukabil, kredi değerini düşürürseniz, onu ekenler azalır.
O halde, merkezdeki plânlamacının elindeki birinci silâhı, zirai mahsullerin kredi değerlerini yükseltip düşürmesidir.
Bu uygulamanın faydaları şunlardır:
1- Yüksek kredi değerinin üreticiye birinci faydası, kredi olarak eline fazla akçe geçmesidir. Onun kredi değerinden yararlanır.
2- İkinci faydası, tarlasının gelecek yıllarda alabileceği kredi miktarı yükseliyor.
3- Üçüncü faydası ise, o yerin arazi değeri yükselmiş oluyor.
Bizim sistemimizde, isteyen istediği zaman kendi taşınmazını devlete satma hakkı vardır. Bu değer, işte bu vergi değeri, kredi değeri ile belirlenir. Bunun için herkes, arazisi değer kazansın diye, yüksek kredi değeri olan mahsulü ekecektir.
Bundan başka, selem senetlerinin bir de teminat değerleri vardır.
Bu senedi satın alan borsa tüccarları, bunu bankaya götürüp teminat olarak verirler ve nakit kredi alırlar.
Teminat değeri yüksek olan senetleri, zararla da olsa alırlar ve başka daha kârlı senetlere ondan aldıkları kredi ile yatırım yaparlar.
Böylece o senetlerin değeri yükselmiş olur.
Bu uygulama sayesinde, başka senetler patates senedini sübvanse etmiş olur.
Bu da, merkezdeki plânlamacının elinde bulunan ikinci bir araçtır.
Bundan başka, plânlamacı piyasaya ne kadar miktarda senet çıkarırsa, piyasada o kadar takas olacaktır. Diğer malların senedini az çıkarmakla, sonunda ister istemez patates senetleri kredi olarak alınıp ekilecektir. Böylece üç yoldan patates senetlerinin satışları düzenlenmekte ve makroda plân yapılabilmekte, buna karşılık mikroda müdahale edilememektedir.
ENFORMASYON HİZMETLERİ
Biz, daha elektronik dönem başlamadan önce, çağımızı tanımlarken şöyle diyorduk:
Bitkiler elektrik devrelerini kullanmazlar.
Oysa hayvanlar sinir sistemlerindeki elektrik devrelerini kullanırlar.
İnsanlar da elektronik çağına girmekle cinslerini değiştirdiler ve bitki topluluğundan hayvan topluluğuna geçtiler, diyorduk.
Şimdi bilgisayar çağına girince, bu tanımımızda ne derece haklı olduğumuz ortaya çıkmış bulunuyor.
Alvin Toffler, insanla solucanı karşılaştırıyor ve insanda daha çok enformasyona gerek vardır, diyor, enformasyon sınıfının oluşacağını söylüyor.
Biz, bu sistemin çözümünü netleştirmiş bulunuyoruz.
Önce, bucaklarda herkesin dört danışmanı var:
1- İLMÎ DANIŞMANI,
2- DİNÎ DANIŞMANI,
3- SİYASÎ DANIŞMANI,
4- MESLEKÎ DANIŞMANI.
İlçelerde, bu danışmanların emrinde 25 (yirmibeş) hizmet gören onar kişiden ibaret 250 kişilik bir hizmet grubu vardır. Bunların hemen hemen bütün işleri enformasyondur.
Siz doktora giderseniz, doktor sizi muayene eder ve reçete yazar. İşte doktorun yaptığı bu iş enformasyondur.
Mahkemeye gidersiniz ve mahkeme sizin haklılığınıza karar verir. Bu enformasyondur.
Biz, bu yirmibeş enformasyon hizmetlerini şöylece sıralayabiliriz:
YİRMİBEŞ HİZMET
TESCİL HİZMETLERİ:
1- PERSONEL TESCİLLERİ,
2- ORTAKLIK TESCİLLERİ,
3, İŞLETME TESCİLLERİ,
4- DEMİRBAŞ TESCİLLERİ.
EĞİTİM VE MÜŞAVİRLİK HİZMETLERİ:
5- İLMÎ,
6- AHLÂKÎ,
7- MESLEKÎ.
8- SİYASÎ EĞİTİM VE MÜŞAVİRLİK.
9- ARAŞTIRMA,
10- TEBLİĞ,
11- AMBAR,
12- BANKA HİZMETLERİ.
13- BAKIM,
14- SAĞLIK,
15- PLÂNLAMA,
16- GÜVENLİK HİZMETLERİ.
17- BASIN,
18- YAYIN,
19- ULAŞTIRMA,
20- HABERLEŞME HİZMETLERİ.
21- TESCİL,
22- TESBİT,
23- TAHKİK,
24- TAHKİM HİZMETLERİ.
25- BAŞKANLIK HİZMETLERİ.
İlçelerde görülen bu hizmetler yeterli değildir.
Ayrıca, ihtisas hizmetleri vardır ki, bunlar da illerde görülürler.
Meselâ, hastahaneler orada bulunurlar.
Ancak, bu da yeterli değildir.
Her ihtisasın bir otoritesi olmalıdır.
Bu otoriteler de bölgelerde bulunurlar ve hizmetlerini oradan yürütürler.
Buna benzer örnekler çoğaltılabilir.
MESELE NEREDE ÇÖZÜLÜYOR?
Görülüyor ki;
Bütün beşeriyet sinir ağları ile birbirine bağlanmış bulunmaktadır.
Eğer mesele aşiret içinde çözülüyorsa orada çözülüyor; yoksa bucak içinde; yoksa il içinde; yoksa bölge içinde; yoksa devlet içinde; yoksa dünya genelinde çözülüyor.
Bunun nasıl olduğuna dair bir örnek verelim:
Uluslararası standartlara uygun bir malınız var.
Bu malınızı, önce köyünüzdeki ambara veriyor ve karşılığında senet alıyorsunuz. Bu senet borsada satılıyor ve böylece siz malınızı satmış oluyorsunuz.
Ne var ki, bu köy ambarındaki pahayı düşürüyor. Çünkü stoka göre fiyat tesbit ediliyor. Eğer o paha ile köyde satılıyorsa problem olmuyor.
Ama satılmazsa, bekliyor. Kasabada o mal pahalılaşınca, kasaba tüccarı o senedi alıp malı kasaba ambarına teslim ediyor. Mal orada satılıyor.
Orada da satılmazsa, tüccar oradan alıp bölge ambarına teslim ediyor.
Orada da satılmazsa, topluluk ambarına teslim ediyor.
Orada da satılmazsa, başka bölgelerin ambarlarına götürülüyor.
Bütün bunlar, stoklara göre fiyatların ilânı şeklinde oluyor.
Esasen, fiyat bir enformasyon aracıdır.
Ne var ki, eskiden bu hizmeti bizzat mallar görüyordu; şimdi bu hizmeti bu malların senetleri görecektir. Bu uygulama, hem miktarların tesbitini kolaylaştırıp fiyatları tayinde kolaylık sağlıyor, hem de mal taşınmadan senetler alınıp satılıyor.
Siz bakkalınıza senedi veriyorsunuz.
O da dağıtıcıya veriyor ve mal ayağınıza geliyor.
Artık siz dolaşmıyorsunuz, siz sadece haberleşiyorsunuz.
Siz sadece numunelerin teşhir edildiği yerlere gidip enformasyonu alıyorsunuz.
Sonra borsa ve mağaza merhalesi geliyor.
Meselâ, siz bir keşifte bulundunuz.
Bu keşfinizi araştırma merkezine götürüyorsunuz. Orada bunları değerlendiren araştırmacılar vardır. Bu araştırmacılara, bu yıl şu kadar araştırmayı satın alın diye kredi verilmiştir. Onlar da, topluluk adına bu araştırmaları alıyorlar.
Sonra bu araştırmalar yeni buluşların değerlendirildiği yarışmalara sokuluyorlar.
İlim adamları, bu yeni buluşları değerlendiriyorlar. Hangi araştırmacının buluşları üst derece alırsa, gelecek yıl ona daha fazla kredi veriliyor.
Böylece, serbest rekabet ortamı korunmuş oluyor.
Hâsılı, devlet bir enformasyon hizmeti gören organizasyondan başka bir şey değildir.
Hizmetlerin kendisi ise bizzat halk tarafından görülür ve yerine getirilir.
Bir kimse suçlu ise mahkûm edilir.
Kişi kendi cezasını kendi eliyle verir.
Eğer bunu yapmaz veya yapmaktan kaçınırsa, bu durumda hukuka ve hukuk düzenine karşı gelmiş olur.
O durumda artık hukuk onu korumaz. Çünkü hukukun ve devletin himayesinden çıkmıştır. Devlet, bu durumdaki suçluyu takip etmez, sadece korunmadığının enformasyonunu yapar. Meselâ, yakalayıp getirene 1000 dolar mükâfat vereceğini duyurur. Bu da bir enformasyondur.
Bizim devlet modelimiz, işte bu örnekte de açıkça anlaşılacağı gibi bu nedenle 'Enformasyon Modeli' olarak ortaya çıkar.
EHLİYETLER VE DERECELERİ
Bizim devlet modelimizde, bilgi bakımından hiyerarşik sınıflar vardır:
1- BAŞLANGIÇ EHLİYETLİLER,
2- TEMEL EHLİYETLİLER,
3- İLK EHLİYETLİLER,
4- ORTA EHLİYETLİLER,
5- YÜKSEK EHLİYETLİLER,
6- ÜSTÜN EHLİYETLİLER.
Bunların hizmetteki görevleri derece derecedir. Yetkileri ve ücretleri de ona göredir.
Yalnız, burada kabul ettiğimiz bir organizasyon sistemi vardır. Bu vesileyle bunun da nasıl olduğunu açıklayalım:
Başlangıç Ehliyetli bir kimse, kendi başına bir iş yapamaz. Ancak bir Temel Ehliyetli kimsenin yanında ve onun nezaretinde iş yapabilir.
Temel Ehliyetli bir kimse ise, ancak bir İlk Ehliyetli kişinin verdiği işi yapabilir. Kendi başına bir işe başlayamaz.
İlk Ehliyetli bir kimse de, kendi başına iş yapabilir. Ne var ki, o da enformasyonunu bir Orta Ehliyetli kimseden almak zorundadır.
Orta Ehliyetli bir kişi de, kendi başına iş yaptıramaz. Mutlaka Yüksek Ehliyet sahibi olanların talimatlarına göre işleri yürüttürür.
Yüksek Ehliyetli olan kimseler de kendi başlarına hareket edemezler. Onlar da Üstün Ehliyetli kimselerin içtihatlarına göre talimat hazırlarlar.
Bizim düzenimizde böyle sistematik bir organizasyon vardır.
Bu modelde hem birlik korunmakta, hem de çeşitlilik imkânları ortaya çıkmaktadır.
KADIN VE ERKEK
Rollerde Devrim
Milyonlarca gelişme yılından sonra, insanlık neden hâlâ cinsiyetçilik ve ırkçılık illetlerinden muzdarip?
Kabaca bir ifadeyle, cinsiyetçilik ve ırkçılık bir cinsin veya ırkın diğeri üzerindeki hükümranlığını meşrulaştıran inançlardır.
Bu tabirlerin kullanılması erkeklerin ve kadınların birbirinin aynı olduğu veya ırkî ayrımların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak insan çeşitliliğinin kavranmasıyla, bu çeşitliliğe dayanan baskı sistemlerinin kurulması veya hoş görülmesi arasında büyük bir fark vardır.
Ne yazık ki, insanlık baskıyı meşrulaştırmaya gelince büyük bir iştiyak ve davetkârlık göstermiştir. Azınlık gruplarına ve kadınlara kötü muameleyi aklîleştirmek için -zekâdan sanata, ekonomiden suça kadar her şeye ilişkin- her türden teori uydurulmuştur.
Doğmakta olan yeni toplumda hepimiz azınlık gruplarının üyeleri olacağız. Bu gerçeğe gerek şahsen ve gerekse halk olarak göğüs germediğimiz takdirde, hepimizin nefret edeceği bir gelecek tuzağına düşmüş bulabiliriz kendimizi.(s. 145)
-A.T.
Alvin Toffler;
Bugünkü dünyanın çıkmazlarından biri olarak da tek tip ataerkil aile tipini görüyor.
Avcılık döneminden beri kas gücüne dayanılarak yapılan üretim tarzı, kadını ikinci sınıf insan yapmış.
Önce…
“Büyük Babaerkil Aile” tipi…
Şimdi de…
“Küçük Kocaerkil Aile” tipi (bu tabir bizimdir).
Yazara göre;
Üçüncü Dalgada, tek tip ailenin yerini çeşitli aile tipleri alacaktır...
Kadın istediği yerde haklarını elde edecektir...
Çünkü…
Artık kas gücü değil beyin gücü hâkim olacak, burada kadın erkeğe eşit olacaktır, diyor.
Bir soru üzerine, Japon ailesini tasvir ediyor ve Japon ailesinde evde kadının hâkim olduğunu, dışarıda ise erkeğin hâkim olduğunu söylüyor.
Bu bölümde, Alvin Toffler'dan yapacağımız alıntılar biraz fazla olacak gibi.
Bunun elbette önemli bir sebebi var.
Bu önem, bize göre ele alacağımız konunun ehemmiyetinden kaynaklanıyor.
Buradaki konu, insanlık varolduğundan beri, genel olarak ihmal edilmiş bir konudur.
Günümüz düşünürlerinden birinin de dediği gibi;
İnsanlık tarihi boyunca bugüne kadar kurulan medeniyetlerin tamamı, insanlığın sadece yarısı olan erkekler tarafından, yani diğer yarısı olan kadınlar ya ihmal edilerek veya bir kenara itilerek, sadece erkekler tarafından kurulmuştur.
Böyle olunca, geçmişin dünyasında kurulan medeniyetler hep bir yönü ile eksik inşa edilmiş veya nâkıs kalmıştır.
GELECEĞİN DÜNYASINDA KURULACAK OLAN MEDENİYET ise;
Kadın ve erkek tarafından ortak bir katılım ile kurulacak, bu sayede de önceki medeniyetlerle mukayese edildiğinde daha mütekâmil olacaktır.
Biz bu kanaatteyiz.
Bunun şartları oluşmuştur.
Yeni medeniyetimiz daha mükemmel olacaktır.
South End Press mensupları yazara soruyorlar:
"Buraya daha şahsî bir notla başlayalım. Okuyucularımızın çoğu sizi feminizme karşı sempatik buluyorlar. Haklılar mı?"
Alvin Toffler cevap veriyor:
"Cinsiyetçiliğe saygıyla birlikte, "kadınsı" görülen sıcaklık, diğergâmlık, paylaşma arzusu ve çocuk yetiştirme vasıflarının yanı sıra, yetişme döneminde, bugün değer ifade eden bütün konularda -zekâ, cesaret, atılganlık, mizah, yapıcılık, sorumluluk ve azim- kadınların erkeklere eşit olduğuna inanmadığım bir zamanı pek hatırlamıyorum...
Sancılı soru şu: Neden kavga gereksin? Kadınlara hemen her kültürde erkekler tarafından hükmedilir, hakları çiğnenir, kısıtlanır, engellenir veya en iyisinden ustaca kontrol altında tutulmaktadır. Elbette ki, belli bazı istisnalar her zaman gösterilebilir. Fakat kelimenin tam anlamıyla binlerce yılsonunda çıkan genel tarihî kalıp münakaşanın ötesindedir. Bu neden böyle olsun ki?
Ben, kendi adıma, hiçbir zaman ataerkilliği -erkek hâkimiyetini- Allah'a veya gen'lere bağlayarak bu tartışmayı kapatmak istememişimdir."(s. 146)
Klâsik ve meşhur bir söz ama, burada bu vesileyle tekrar hatırlayalım:
"Her güçlü erkeğin ardında güçlü bir kadın vardır."
Yazar, birçok yönüyle güçlü ve üretken bir insan...
Önemli çalışmalar yapmış...
İnsan biraz da merak ediyor...
Acaba bunun kaynağı nedir?..
Yazar bu gücü nereden alıyor?..
Birikiminin ve üretkenliğinin kaynağı nedir?..
Doğrusu, biz merak ettik...
Siz de merak ediyorsanız, bu merakınızı gidermeye çalışalım...
Yayınevi editörleri soruyorlar:
"Erkek hâkimiyetinin, şu ya da bu biçimde, kural haline geldiği bir kültür içinde yaşıyoruz. Çoğu küçük erkek çocuklar erkek üstünlüğü anlayışını çocukken özümsüyorlar. Sizin tavırlarınız tipik değil. Bu tavırlarınızın kaynağı nedir?"
Yazarımız da cevap veriyor:
"Benim tavırlarım, kuşkusuz, dört harika kadından edindiğim şahsî tecrübeyle şekillendi. İlk çocukluğumda, geniş bir ailede büyükannem ve büyükbabam, anne ve babam, amcam ve halamla beraberce yaşadık.
Büyükannem yaklaşık 90'ına kadar yaşadı ve nerede olsa -Amerika'nın batısında sınır boyunda bir kulübede, bir Polonyalı "shtetl"inde, Arctic'te veya Amazon'un nemli ormanlarında- yaşayacak kadar güçlüydü. Metanet sahibiydi.
Annem kibar ve çekingendi, ki hâlâ öyle, fakat öylesine düşünen ve merak sahibi bir kişidir ki, lise eğitimini yarıda bırakmış olmasına rağmen, Kant, Hume veya Rahip Berkeley okumadığını nadiren görürsünüz.
Hayatıma Bohem değerlerinin ve şiir aşkının gelmesine ise halam yardım etti.
Daha sonrasında, en yakından gözlemlediğim ve kendisinden en çok şey öğrendiğim kadın karımdır; paydaşım, editörüm, iş arkadaşım, yoldaşım ve eleştirmenim. O, tanıdığım en zeki, en hünerli insanlardan birisidir. Sinir kası bozukluğu konusundaki bir tıbbî metnin dilini düzeltebilir, bir karbüratörü tamir edebilir, dikiş makinesinde kendi elbisesini dikebilir, ekonomi tartışmak için kürsüye çıkabilir, unutulmaz bir yemek pişirebilir, saç kesebilir, birden fazla evi yönetebilir, elma toplayabilir ve vergi kanunundan anlayabilir...
Karım diğer üç kadının şaşırtıcı bir bileşimi, ve şimdi bir beşincinin -kızımın- şahsiyetini bulmasını seyretmenin zevkini yaşıyorum..."(s. 147)
ATAERKİL SİSTEMİN KAYNAĞI
"Ataerkil sistemin kaynağı nedir?.."
"Kim bilir? Birçok büyüleyici antropolojik ve arkeolojik ve arkeolojik spekülasyonlar var. Fakat gerçeğin teoriye ilişkisi çok zayıf...
Erkek üstünlüğünün genetik olmadığını söylerken biyolojiyi kapı dışarı edelim demiyorum. Çocukları doğuran kadınlar olduğundan, ilk insan toplumlarında, erkeklere karşı kendi içlerinde bir dezavantajla faaliyet gösterdiler. İnsanlık toplayıcılıktan avcılığa geçerken, erkeklerin evden daha uzağa gidebildiği, daha uzun süre kalabildiği ve kasça üstünlük elde ettiği düşünülebilir, dolayısıyla erkeklerin avcılık yapması ve kadınların da onların avladığını tüketmesi az veya çok tabiîydi.
Avcılık, erkeklere kadınlar üzerinde artan bir sosyal güç sağlayan zor kullanma yeteneklerini ve yağmacılık özelliklerini geliştirdi..."(s. 149)
ROLLERİN ÇEŞİTLİLİĞİ
"O halde, erkek-kadın ilişkilerinin geleceği nasıl olacak? İkinci Dalga sanayi medeniyetinin Birinci Dalga tarım medeniyetinin yerine geçerken yaptığı gibi, Üçüncü Dalga medeniyeti de ataerkil ilişkileri olduğu gibi muhafaza edecek mi?"
"Bu sorunun farklı bir tarzda sorulması gerekiyor, çünkü tek bir model -tek tip bir sistem- yoktur. Eğer yekpare sosyal düzenin yeni, daha farklılaşmış çizgilerde parçalandığında ve yeniden şekillendiğinde haklıysam, tek bir kadın-erkek ilişkileri hâkim örneği göreceğimizi sanmıyorum. Muhtemelen göreceğimiz şey, rol düzenlemelerinin kaleidoskopik bir çeşitlemesi; yani, her birisi kendi değerlerine ve rol yapılarına sahip birçok farklı topluluk olacak...(s. 156)
İlk olarak, kesinlikle kas gücüne dayalı bir ekonomiden büyük ölçüde zihin gücüne dayalı bir ekonomiye geçiyoruz; bu da kadınlar için son derece önemli bir zaafı ortadan kaldırıyor. İkinci olarak, geçmişe göre kadınların doğum -hamileliklerin zamanlaması ve sayısı- üzerinde çok daha fazla kontrol uygulaması artık mümkün.
Bunlara ilâveten, fonksiyonları tekrar eve vermeye başlıyoruz, öyle ki evde kalmaya zorlanan veya evde şuurlu biçimde kalmak arzusundaki kadınlar dahi, eğer isterlerse, evde çalışarak mübadele ekonomisine doğrudan katılabilirler.
Sonra, Batıdaki genç kadın kuşağı, hattâ aralarındaki en muhafazakâr olanlar bile, annelerinin ve ninelerinin hiç görmediği rol tercihleri yelpazesine sahipler. Daha bağımsızlar..."(s. 158)
JAPON AİLE ÖRNEĞİ
"Erkek hâkimiyetinin o kadar telaffuz edildiği Japonya'nın bile usullerini değiştirdiğini mi söylüyorsunuz?
"Japon kadın-erkek rol ve sorumluluk bölüşümü Batıda büyük ölçüde yanlış anlaşılmaktadır. Erkek hâkimiyeti ve kadının tâbiiyeti biçiminde düşünmeye meylediyoruz. Fakat bu hikâyenin yalnızca yarısı... Japon erkeği her şeye gücü yetermiş gibi görünebilir, ama yalnızca kendi alanında. Kadın büyük ölçüde evine kapanmış görünebilir. Fakat evdeki otoritesi genelde en üst ve karşı çıkılamazdır. Tipik olarak, ödeme çekini alır ve onunla ne yapacağına kendisi karar verir. Çocukların okula gönderilmesiyle ilgili bütün kararları o alır.
Hiçbir Japon kadınının önemli mevkilerde olmadığı da doğru değil..."(s. 159)
Kanaatimce, Japonya'daki hâlihazır aile hayatı yapısı, Üçüncü Dalga'nın en zorlu darbesini yiyecek şeylerden birisidir...
Yani, görüşlerimi şöyle özetleyebilirim: Üçüncü Dalga'nın cinsiyetçiliğin bütün izlerini silmesini ve yüzyılımıza dek varlığını sürdürmüş kültürel özellikleri yirmi otuz yılda ortadan kaldırmasını beklemiyorsam da, ve yüksek teknoloji toplumlarında uzun süre devam eden ataerkillik gediklerini görebiliyorsam da, değişimin temel saikinin artık cinsiyetler arasında daha geniş bir eşitliği desteklediğine inanıyorum. Erkekler de, kadınlar da değişti. Yeni teknolojiler ve ekonomik düzenlemelerle birlikte yeni değerler doğuyor. Belki çok iyimserim. Fakat şimdi inanıyorum ki, kadınların tarihî kurtuluşunun aleyhine değil lehine çalışan bir medeniyet, ilk defa ufukta görünüyor."(s. 160)
KADIN VE
ERKEK HAKLARI
Bize göre;
Alvin Toffler, gelecekte değişik aile tipleri oluşacaktır diyor ama bunun mekanizmasını açıklamıyor.
Oysa biz;
İslâmiyet'in öğretileri ile bu mekanizmayı ortaya koymuş bulunuyoruz.
Şimdi…
Kadının isterse bu haklarını nasıl kullanabileceğini belirtmeye çalışalım.
Bir hakkın elde edilmesi başka, bir hakkın kullanılması başkadır.
Bir hakkı kullanmaya zorlarsak, o hak olmaz, görev olur.
Önce…
KADIN HUKUKUNU NET OLARAK BELİRTELİM.
Kadın ve erkek, kişilik bakımından yani hukuk açısından eşittir.
Ne var ki, bu eşitlik fizikî bakımından bazı farkların doğmasına neden oluyor.
Meselâ, kadın erkek kadar güçlü olmadığı için onun gibi savaşamaz.
Kadın, erkek gibi ağır iş de yapamaz.
Bundan dolayı, kadın kendiliğinden bu tür işlerden uzak kalacaktır.
Hakkı olmadığı için değil, o işleri yapamadığı için uzak kalacaktır.
Nitekim erkeğin de çocuk doğurma hakkı vardır ama doğuramaz. Erkek de çocuklara bakabilir, ama kadın kadar ve kadın gibi bakamaz. Erkek, kadın gibi anne olamaz. Bundan dolayı, ister istemez anne çocuğunu ona teslim etmez.
Bu durum, eldeki hakkın kullanılamaması demektir.
Bu nedenledir ki, kadın savaşa katılabilir ama katılmak zorunda değildir.
Kadın erkek gibi her işi yapmakta ve işe göre ücret almakta hakkı vardır ama bu işlere katılmak zorunda değildir.
Erkek de, evde karısının yapmakta olduğu işleri yapabilir, bunda hakkı vardır ama yapmak zorunda değildir.
BU BİRİNCİ KRİTERDİR.
Burada, kadınları evde erkekleri dışarıda üstün kılan bir kural vardır.
Bir işte, bir hizmeti yapmakla yükümlü olanla hizmete istekle yani gönüllü olarak katılan birleştiğinde, yönetim yükümlü olana aittir.
Bu da işin icabıdır.
Komutayı bırakıp gidebilen bir kimseye komutanlığı veremezsiniz.
Sorumluluk kimde ise, yetki de ondadır.
Ama ücrete gelince, ücret yapılan işe göredir.
Burada ayırım gözetilmez ve cinsiyet farkı yoktur.
Kadın ve erkek, sadece aile kurmakta ortak olup aile işlerinde ev içinde kadının sözü geçerlidir, buna 'HAKKI HIDANE' diyoruz;
Dışarıda erkeğin sözü geçerlidir, buna da 'HAKKI VELÂYET' diyoruz.
Kadın evin nafakasına katılmak zorunda değildir.
Erkek de ev işlerini yapmak zorunda değildir.
Ama kadın her zaman iş yapar, para kazanır ve bu parayı istediği gibi harcar.
Erkek de kendi işini kendisi yapar ve istediği gibi harcamada bulunur.
Erkek, kendi yediğini eşine ve çocuklarına yedirmek, kendi giydiğini de eşine ve çocuklarına giydirmek zorundadır.
İKİNCİ KRİTER DE BUDUR.
ÇOK EVLİLİK KİMİN HAKKIDIR?
Kadın-erkek eşitsizlikleri içinde “çok evlilik meselesi” de çok fazla sözü edilen ve sık sık gündeme getirilen bir konudur.
Ayrıca, son derece yanlış bilinen veya yanlış anlaşılan ve buna bağlı olarak da sürekli şekilde istismar edilen bir konudur.
İslâmiyet hiçbir zaman menfi haklar tanımamıştır.
Meselâ, bana zarar vermeyen bir şeyi başkasının yapmamasını isteyemem.
Ben ancak hakkımı korurum.
Bu durum İsviçre Medeni Kanunu'nda şöyle ifade edilmiştir:
"Sırf gayrı izrar eden hakkı kanun himaye etmez."
O halde, hukukta sırf moda olsun, ben de erkekle eşit olayım diye bir hak iddia edilemez.
Zararın varsa hakkın vardır.
Önce bir kadının birden fazla erkekle ilişki kurması yasaklanmıştır.
Ancak birinden ayrılır ve ondan sonra ikincisi ile ilişki kurabilir.
Bunun için iddet zamanını beklemesi gerekir.
Bunun sebebi, doğacak olan çocuğun kime ait olduğunun bilinmesidir.
Bir diğer sebep de, erkekleri evlenmeye zorlamaktır.
Evlilik dışı ilişki kuramayan erkek, bu durumda ister istemez evlenmek zorunda kalacak, böylece her kadın koca bulmuş olacaktır.
Bu sebepledir ki, çocuk doğuramayan kadınlarla da serbest ilişki kuramazlar.
Bu kural, yalnız insanlara mahsus bir kural olmayıp, hayvanlar âlemi için de geçerli olan bir kuraldır.
Kural ihlâli ise çeşitli problemlere, hastalıklara ve âfet seviyesinde felâketlere sebebiyet verir. Bundan dolayıdır ki, bu kurala uymayan topluluklar zührevi hastalıklar ve AİDS gibi âfetlerle biyolojikman karşı karşıya kalmaktadırlar.
Madem ki kadın serbest cinsî ilişkiden mahrumdur, o halde ona koca bulmak zorunluluğu vardır. Bu hem kendi biyolojik yapısı bakımından gereklidir, hem de neslin devamı için zorunludur.
Bu sebepledir ki;
Çok evlilik erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak konmuştur.
Böylece, bu uygulama sayesinde erkekler zor eş bulacaklar ve sonunda çok çalışıp evlenebilme imkânına ulaşacaklardır.
Bu durum erkekleri dinamik hâle getirmekte, bu sayede toplulukta ilerleme olmaktadır.
Bununla beraber, kadın her zaman ikinci defa evlenen erkekten ayrılarak bir kadınlı koca bulma hakkına sahiptir.
Yani çeşitli aile tiplerine imkân sağlanmıştır.
BİR KÜÇÜK HABER
SABAH, 18.04.1996
ÇOK EŞLİLİK İSTEYEN KADINLAR AYAKLANDI
Kocalarının aşırı içki alışkanlığından bıkan Türk asıllı Buryat kadınları, çok eşlilik hakkı istiyor. Baykal Gölü çevresinde yaşayan Buryat kadınlarının yüzde 50'si bu hakkı elde etmek için büyük uğraş veriyor.
"MECBURUZ"
"Aptal ve ayyaş bir erkeğin tek karısı olmaktansa, normal bir erkeğin ikinci ve üçüncü karısı olmak isteriz" diyen Buryat kadınları, "Halkımızın yok olmaması ve sağlıklı nesiller yetiştirmek için buna mecburuz. Hamile kalan kadın yok gibi…" diye konuşuyorlar...
...
MUHTAÇLAR, MİRAS VE MİHİR
Kabul edilen başka bir kural da şudur:
Bir kimse muhtaç hâle geldiği zaman, birinci derecede bu kimseye akrabaları bakmakla görevli ve yükümlüdür. Devlet, sadece maddî yardımla bu hizmete katılır ve katkıda bulunur.
Bu nedenledir ki, İslâmiyet'te çocuk yuvaları, yaşlılar evi veya hastahane gibi yerler yoktur. Bu gibi hizmetler, aşiretler içinde aileler tarafından görülür.
Burada da erkek-kadın ayırımı vardır.
Bedenî hizmetleri kadın akrabalar yüklenir, mâlî hizmetleri ise erkek akrabalar yüklenir.
Buna mukabil miras müessesesi konmuştur.
Miras müessesesi, bu konuda gerekli dengeyi gerçekleştirmektedir.
MİRASTA DA BAZI FARKLAR VARDIR:
Bilindiği üzere, mirasta kadın ile erkek arasında fark vardır.
Kadın, erkeğe nazaran mirastan daha az pay almaktadır.
Bu fark, kadının kadın olmasından dolayı değil;
Kadın erkek gibi mâlî mükellefiyetinin olmamasından kaynaklanmaktadır ve bundan dolayı da kadın erkekten daha az pay almaktadır.
Bu durum sadece çocuklar için sözkonusudur.
Anne ve baba, mirastan eşit pay alırlar.
Anadan alınan miras da eşit olarak bölüşülür.
Karı-koca arasında da temelde eşitlik vardır.
Evlenme sırasında, kadın peşin olarak boşanma tazminatını alır. Çünkü o erkeğe kendisini vermiştir. Ekonomi bakımından güçsüz kalmıştır.
Ama boşanma olunca, boşanma tazminatı olan mihri iade etmesi gerekir.
Bu da kadın için zorluk doğurur.
Bu sebeple, ölüm hallerinde mihir geri alınmaz, miras payı yükselir veya düşer.
Kadın sekizde bir pay alır, erkek ise dörtte bir pay alır.
Esasen, erkeğin malları fiiliyatta çok olduğu için yine eşitlik vardır.
Yoksa kadınlıktan ileri gelseydi, anadan kardeşler de eşit olmamalıydılar.
AİLE, ÇOCUKLAR VE EVLİLİK
Böylece kadın ile erkek arasında sözü edilen meseleleri net olarak açıkladıktan sonra, artık yeniden aile hayatına dönebiliriz.
Çocuklar, onbeş yaşına kadar babanın velâyetindedirler ve onların nafakasını temin etme mükellefiyeti babaya aittir.
Ancak, baba isterse on yaşından sonra çocuğuna yetki verir ve sen kendi nafakanı kendin kazan der, böylece çocuk daha erken yaşta bağımsız hâle gelebilir.
Onbeş yaşına gelen kız ve erkek artık bağımsızdır.
Ne anne babası ne de kendisi, onu bu haktan vareste kılabilir.
Artık kendi nafakasını kendisi temin etmek zorundadır.
Kız olsun erkek olsun bağımsızdır.
Ona iş vermek veya iş bulamıyorsa ona bütçeden maaş bağlamak işi, devlete ait olup anne-baba ile bir ilişkisi yoktur.
Bu durum, gençlerin istedikleri gibi bir aile oluşturmaktaki hürriyetleridir.
Bu hürriyet sayesinde sorumluluk yüklenmekte ve istedikleri zaman aile kurmaktadırlar.
Gençlerin evlenmeleri için ev temin etmek gerekecektir.
Her ergin yaştaki insana, bir odalı yarım ev alacak kadar 'EV KREDİSİ' verilir.
Evlenenler eş olarak; bekârlar da kızlar veya erkekler hâlinde arkadaş grubu olarak bir evde oturma hakkına sahiptirler.
Bu imkânları hazırlamak, topluluk için bir görevdir.
Evli olmayan herkese 'ÇALIŞMA KREDİSİ' verilir.
Bu kredi, kadın-erkek ayırımına tâbi tutulmaz.
Kişi nerede çalışacaksa, bu kredisini orada kullanır.
Evli olan kadın da, isterse kocasının kredisini arttırmakta, isterse kredisini bizzat kendisi kullanmaktadır.
Böyle uygulamalar sayesinde görülüyor ki, hem gençler bağımsız hâle gelmekte, hem de yeni tip ailelerin ortaya çıkması sağlanmaktadır.
Bir taraftan serbest cinsî ilişki yasağı;
Diğer taraftan kolaylıkla evlenme ve iş bulabilme imkânı.
Bundan başka, gençlere HEM ÇALIŞMA HAM DA OKUMA SİSTEMİ getirilmiştir.
Günün yarısında okuyup diğer yarısında çalışarak kendi nafakalarını temin edebilen gençler, isterlerse daha onbeş yaşındayken bile evlenebilme imkânını bulacaklardır.
Topluluğun herkese iş verebilme imkânı ise 'KREDİ HAKKI' ile düzenlenmektedir. Kredi çalışana verilmekte, çalışan bu krediyi onu işe alan işverene kullandırmaktadır. Böylece, kapitalsizlik yüzünden işsiz insan olmamaktadır.
Bu durum da, değişik aile tiplerinin doğmasına sebep olmaktadır.
HASTA, YAŞLI AKRABALAR
VE 'ŞİRKET-İ MUFAVADA'
Önemli olan diğer bir mesele daha vardır.
Şimdi de bu mesele üzerinde duralım ve nasıl çözeceğimizi anlatalım.
Yaşlı anne-babalar veya hasta olan kimseler, aile bünyesinde nasıl yer alacaklardır?
BU HUSUSTA GENEL BİR KURALIMIZ VARDIR:
Mâlî mükellefiyet erkek akrabaların üzerindedir, bedenî mükellefiyet de kadın akrabaların üzerindedir.
Bunların kimlerin yakınında kalacakları hususu ise eşlerin müsadesine bağlıdır.
Eşleri izin vermezse, komşu evlerde ama bağımsız evlerde ikamet ettirilirler.
Bugün huzurevi veya dârülaceze denilen yaşlılar yurdu oluşuyor ve yaşlıların yakınları ile olan ilişkileri kopuyor.
Bu uygulama, uzun vadede yaşlılar üzerinde birçok yönden olumsuzluklara ve rahatsızlıklara sebebiyet veriyor.
Artık bunların neler olduğu çok iyi biliniyor.
Hâlbuki bizim Kur'ân'dan anladıklarımızla geliştirdiğimiz 'Kollektif Şirket' veya 'Şirket-i Mufavada' veya aile yurtları, bu sorunu hem aile bağlarını koparmadan hem de yaşlıları aile ile bir arada tutan bir sistem olarak çözmüş ve geliştirmiş bulunmaktadır.
KOLLEKTİF ŞİRKETİN NASIL OLDUĞUNU ANLATALIM:
Kollektif şirket kuranlar, bütün mallarını bu şirkete devrederler ve mal varlıklarını mal birliğine dönüştürürler.
Bu durum, İsviçre Hukukunda karı-koca için vardır.
Şirket bu malların anası üzerinde tasarruf edemez.
Bu malları nemalandırıp kazandırır ve bunu harcar.
Şirketin malları şirket tasfiye edileceği zaman üçe ayrılır:
a) Bir pay, şirket ortaklarının kadın vârislerine eşit olarak dağıtılır.
b) Bir pay, şirket ortaklarının erkek vârislerine ortak olarak dağıtılır.
c) Bir pay da, şirket ortaklarının kendi vârislerine koydukları mallardan bir pay olarak dağıtılır.
Bu üç hak, şirketin kuruluşunda anlaşma ile tesbit edilir.
Şirket kurulduktan sonra, şirket ortaklarının akrabaları şirketin akrabası olurlar.
Ona göre vecibeler yüklenirler.
Meselâ, bakım hizmetleri; meselâ, nafaka hizmetleri, hep akrabalara birlikte yüklenmiş olur. Ortaklaşa nöbetleşerek veya paylaşarak masrafları karşılarlar.
Meselâ, ben kendi nafakamı temin edemez hâle düşersem, benim nafakamı yalnız benim oğlum değil, şirkete ortak olanların oğulları birlikte karşılarlar.
Bunun gibi;
Meselâ, benim oğlum darda kalsa, artık onun ihtiyaçları benim tarafımdan değil, şirketin gelirlerinden karşılanır.
Bir kimse hastalansa, hastanın bakım hizmetini yalnız şirketteki akrabası değil, şirketteki bütün kadınlar yüklenmiş olurlar.
Şirketin ölümü, son ortağın ölümüdür.
İttifakla yeni ortak alınabilir.
İsteyen de ortaklıktan ayrılabilir.
Ancak bu takdirde mallarını geri çekemez.
Şirket tasfiye edildiği zaman, ayrıldığı tarihteki vârislerine verilir.
Daha önce ölenlerin hukuku da böyledir.
SONUÇ OLARAK;
BU ANLATTIKLARIMIZI KISACA DEĞERLENDİRMEMİZ GEREKECEKTİR.
İşte bu kuruluş ve böyle bir yapılanma, geniş aile topluluğunun oluşmasına imkân vermektedir.
Bunlar aile hukukunun temel kurallarıdır.
Eğer bir bucakta başka türlü düzenlenmemişse, bu genel kurallar geçerli olacaktır.
Bucakta veya mezheplerde farklı kurallar düzenlenmişse, orada o kurallar uygulanacaktır.
Hukukta farklılık sosyal yapıda farklılık doğuracak, sosyal yapıdaki farklılık hukuktaki farklılığı oluşturacaktır.
Bu durum, mevcut bir hukuk düzenini değiştirmek şeklinde değil, yeni mezhepler veya yeni sisteler kurmakla mümkün olacaktır.
İnsanların serbestçe yer değiştirme hakları; vize, pasaport ve gümrüğün kalkması; taşınma malların cârî değerle devlet tarafından satın alınma zorunluluğu, bütün bu sözünü ettiğimiz imkânları ortaya koymuş olacaktır.
Büyük Peygamberler, bu sistemleri ortaya koyarken sadece hüküm olarak belirttiler.
Bu hükümlerin hikmetlerini ise daha yeni yeni anlayabiliyoruz.
***
RÜŞVET VE
ADAM KAYIRMA
Batı dünyasının ve Batı Medeniyeti'nin bir hastalığı da rüşvet ve adam kayırmadır.
Bunlar da çöküşe neden olmaktadır.
Merkezî yönetim, ister istemez bu iki hastalığı yanında taşıyor.
Alvin Toffler'ın değindiği bu konuyu da bizim nasıl çözdüğümüzü ortaya koyalım.
Biz, yeryüzünü 100 'devlet'e, 10 000 'il'e, 1 000 000 'bucak'a ve 10 000 000 'aşiret'e bölüyoruz.
İnsanların, bu kadar çeşitli kuruluşlardan istediğine katılma hakkını veriyoruz.
Her türlü geçiş barajları yok; vize, pasaport veya gümrük yok.
Bunun yanında devletlerin mülk sahiplerinin mallarını câri bedelle almayı zorunlu kıldığımız gibi gittiği yerde de câri değerle devletin elinde bulunan malları satmayı zorunlu yapıyoruz.
Bu durum, hem ekonomide para arzını dengeliyor, hem de göçleri kolaylaştırıyor.
Biz ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî hakların kullanılması için dayanışma grupları oluşturuyoruz.
Diğer taraftan, 25 (yirmibeş) çeşit hizmet grupları oluşturuyoruz.
Bunların sayıları, 5 (beşten) az, 20 (yirmiden) çok olmuyor.
Kişi bu grubunu değiştirme imkânına sahiptir.
Her grubun bütçedeki payı, kendisine bağlanan mensuplarının sayısı ile orantılıdır.
Böylece kişi kendi haklarını koruyacak sosyal grubunu her zaman değiştirme imkânına sahip ve gittiği zaman bir değer transfer ediyor.
Diğer taraftan her işçinin yani emek sahibinin kredisi sırtındadır.
Nereye giderse, kredisini de beraberinde götürüyor.
İşveren çalışanları toplarsa kredi alabiliyor ve iş yapabiliyor.
Aksi halde iş yapamıyor.
Bu şartlar arasında rüşvet veya kayırma söz konusu değildir.
Ehliyetler imtihanla veriliyor.
Bu imtihanlar kollektif olarak yapılıyor.
Ders veren hocalar imtihan etmiyor, ortak imtihanlar yapılıyor, başaranlara ehliyet veriliyor, hocaları da taltif ediliyor.
Bu düzende kim ne için nereye rüşvet verecek veya kim kimi kayıracak?
Ehliyet verenler, teminatlı ehliyet veriyorlar.
Bir zarar iras ederlerse bu zararı kendileri tazmin ediyorlar.
Bu durumda ehil olmayana kim ehliyet verir?
Ama ehliyetlinin kazancından ehliyet veren de yararlanıyor.
O zaman ehil olana neden ehliyet vermesin ki?
Her işte rekabet vardır.
Rüşvet veya adam kayırma sözkonusu değildir.
Bütün bunların yanında gerçek demokrasi yönetimi vardır.
İnsanlar kendi seçtikleri ve istedikleri zaman kolayca değiştirebilecekleri başkanların yönetiminde yaşıyorlar veya çalışıyorlar.
İnsanlar arasında çıkacak olan ihtilâflarda ilk kararı başkan veriyor.
Daha sonra gerekirse hukuka ve hakemlere müracaat ediliyor.
Başkan taraflı hareket ediyorsa, o başkan derhal değiştiriliyor.
Bunun mekanizması vardır.
Başkana bağlı olanların yani biât edenlerin sayısı azalınca, başkanın başkanlığı otomatikman bitiyor.
Ama bir kimse bile bile zalim bir başkandan ayrılmıyorsa, bu da artık onun kendi bileceği bir iştir.
Başkanların, işlerin gecikmemesi ve yürümesi için geçici kararlar verdiğini söyledik.
Acele ile verildiğinden dolayı, çoğu zaman bu karar adil olmayabilir.
Haklı olan taraf mağdur olabilir.
Bundan dolayı bizim düzenimizde 'Hakemlik Sistemi' geliştirilmiştir.
İsteyenler, başkan kararlarına karşı hakemlere gidebilirler.
Tarafların seçtiği hakemler başhakemlerini seçerler, kendi seçtiği hakemler baş hakemlerini seçerler, kişi de kendi seçtiği hakemlerin kararlarına boyun eğer.
Eğer bunlar da adalet dışı hareket ediyorlarsa, kişi o topluluğu terk eder.
Görülüyor ki;
Bizim önerdiğimiz düzende kişinin haklarını koruyan bir dizi müesseseler ve mekanizmalar vardır.
Dayanışma birlikleri, başkanlar, hakemler, ... ve gerektiğinde göç.
Bu müessese ve mekanizmaların bulunduğu düzende, hem rüşvet hem de adam kayırmanın olması mümkün değildir.
***
SONUÇ DEĞERLENDİRMESİ
YERİNE
İKTİBASLAR
"Ben bilim adamı veya sözde bilim adamı değilim."
(s. 220)
"Geleceğin ‘bilinebileceğine’ elbette ki inanmıyorum."
(s. 212)
"Hayır, belli bir geleceğin mutlaka önceden belirlendiğine inanmıyorum."
(s. 248)
Ancak, değişen bir toplum ve kültürde, hele hele bizim kendimizi içinde bulduğumuz bugünkü gibi devrimci bir değişim döneminde, geçmiş, şu âna ait kararlara ve gelecekteki ihtimallere daha az emin bir kılavuz haline gelir. Bu durumda, gelecekteki ihtimaller üzerine güvenli düşünme ve onlarla başa çıkmak için yeni fikirler oluşturma hayatta kalmak için zarurileşiyor. Kültürün zaman karşısındaki temayülü, artan bir gelecek şuuruna kaydırılmalıdır.(s. 213)
Gelecek hakkında yazan bazı yazarlar mümkün olana ağırlık verirler. Meselâ, bilim kurgu yazarları oldukça geniş bir mümkün gelecekler yelpazesini telaffuz ederler. Aksine, hükümetler veya kurumlar için çalışan gelecek tahmincileri tipik şekilde muhtemel geleceklerle ilgilenirler. Mümkün gelecekler hakkındaki yazılanların çoğunu, fazla uygulanabilir değil, ütopyacı veya distopyacı (karşı ütopyacı) olarak görme temayülündedirler. Bazı vaziyetlerin gerçekten de uğrayacağı şansları belirlemeye çalışırlar. Bilhassa, kendilerine en muhtemel gelen gelecekler üzerinde odaklaşırlar. Genellikle bahisleri bile sağlama almaya dikkat ederler. Kelimenin alışılmış anlamıyla, geleceği tam olarak "kestirme"nin imkânsızlığını ilk defa itiraf edenler onlardır.(s. 216)
Irk, Güç ve Kültür
Her hâlükârda, kimin geleceği?
Birden bire bilgisayarlar, uydular ve video simgeleri dünyasıyla karşılaşırken; aşina sanayiler çöker ve alışılmamış yeni sanayiler çıkarken; komşuluklar, iş ve aile hayatları dönüşürken, sancılı siyasî sorular kaçınılmazlaşıyor.
Her medeniyetin, sınıflar, cinsiyetler ve hattâ bölgeler arasında kendisine has iktidar dağıtımı vardır. Bugün, sanayi medeniyeti tarihe karışırken, güçlü sesler, doğmakta olan medeniyetin milyonlara, gerçekteyse, ırkî, etnik, millî veya dinî özellikleri nedeniyle ayırıma maruz bırakılan, taciz edilen veya baskı altında tutulan dünya yüzündeki milyarlara kucak açıp açmayacağını öğrenmek istiyor.
Geçmişin fakir ve güçsüzleri, geleceği kurşungeçirmez camlardan seyrederek yine fakir ve güçsüz mü kalacak? Yoksa meydana getirdiğimiz yeni medeniyete onlar da buyur edilecekler mi?
Zor sorular. Ve belki de bütün soruların en tehlikelileri. (s. 163)
Kapitalizm ve Sosyalizmin Ötesi
Dünya yalnızca ekonomik ve siyasî bir krize değil, aynı zamanda ideolojik bir krize yakalanmış durumdadır.
İster kapitalist serbest piyasa anlayışlarını ele alalım, isterse bildiğimiz şekliyle Marksizmi; ister liberalizme, ister refah devletçiliğine, isterse geleneksel Üçüncü Dünyanın gelişmesi teorilerine bakalım; bunların hepsi, olaylar teorik formüllerimizi geride bırakırken git gide daha az ilgili görünmektedir.
Bu ideolojik çöküş, geleceğin kapsamlı yeni ideolojilerinin doğuşuna hazırlanmada -bir zemin açma olarak- belki de zarurî bir safha.
fiahsen eserimin eski ideolojik cephelerle çatıştığı düşüncesinden haz duyuyorum...
En ihtirasla sarıldığımız varsayımlarımızı mikroskop altına koymanın zamanı geldi. Belki de bu varsayımlarımızın doğmakta olan gerçekliğe artık tekabül etmediğini göreceğiz.(s. 101)
*
"Sağ" ve "sol" tabirleri artık tarihe karışan sanayi döneminin kalıntılarıdır.(s. 102)
"Sol-sağ" tabirleri hep tek boyutlu olmuştur. Bu tabirler geçmiştekilerden çok daha saptırıcı ve bulanıklaştırıcıdır.(s. 103)
fiahit olduğumuz şey sistemin çöküşüdür. Kapitalist sistemin değil. Komünist sistemin de değil. Olsa olsa her ikisini de kucaklayan sınaî sistemin.(s. 104)
Kanaatimce bütün ekonomik gelişmelere, bütün teknolojilere, bütün büyüklüklere, bütün merkezîleşmelere hücum etmek ap açık tepkiciliktir. Sığ görüşlülüktür. Romantikliktir. Melodramatikliktir. Beyhudedir.(s. 109)
Bugünkü biçimleriyle kapitalizm ve sözde "sosyalizm" yirminci yüzyılı çıkarabilir mi?
Bugün bildiğimiz biçimiyle kapitalizm ve sosyalizm mi?
Hayır!
Her birisi kendi içinde ölümcül çelişkiler taşıyor.
Değişim dalgası her ikisini de günü geçmiş hâle getiriyor. Çağdaş kapitalizm de, sosyalizm de sanayi devriminin ürünüdür.(s. 110)
*
Şimdi bütün bunları nasıl toparlayabiliriz?
Ekonomik sistemlerimizi yeniden inşa ettiğimiz gibi, tüm dünyadaki jeopolitik ilişkileri de yeniden inşa ediyoruz. Avrupa'daki savaş sonrası ittifaklar yapısı çatırdıyor. Pasifik yeni bir ekonomik güç olarak doğuyor. Çeşitli yüksek teknoloji milletleri doğmakta olan dünya düzeninde yer kapabilmek için yarışıyor, her birisi ufukta yenileri doğarken, klasik sanayilerin ölüşünü seyrediyor.
Böylesi büyük ölçekli değişimler, kelimenin tam anlamıyla yeni bir medeniyetin yükselişinin sonucudur; yani, yeni teknolojilerin, yeni ekonomik düzenlemelerin, yeni sosyal formların ve kaçınılmaz olarak, yeni siyasî yapıların. Bunlar, yerkürenin altındaki jeo-teknotik tabakaların çatırdamasına ve kabarmasına; köklü biçimde yeni bir şeyin eski düzenin kabuğunu çatlatarak çıkmasına benziyor.
Yeni global yapılar belirginleşinceye kadar -ki bu onyıllar alabilir- son derece istikrarsızlıkla beraber yaşamaya devam edeceğiz.(s. 100)
Yeni Doğan Gelecek
Yeni doğan geleceği şekillendirmek için, güçlü yeni zihnî âletlere ihtiyacımız olacak; yeni sosyal ve siyasî karmaşıklığı açıklayabilecek yeni değişim ve sebep-sonuç teorileri, yeni kategoriler ve sınıflandırma sistemleri; ve bizi anlamsızlığa gömme tehdidinde bulunan farklı, uyumsuz verileri bağdaştırmamıza yardım edecek yeni modeller.(s. 221)
Alternatif modellere karşı çıkmam sözkonusu değil. Hiçbir model tam değildir. Sorun, hangi modelin belirli bir amaca en iyi hizmet ettiğidir...(s. 235)
Yeni doğan dünyayı, ya da ona ulaşma sürecini çatışmasız olarak resimleyemiyorum. Aksine, çetin bir sosyal ve siyasî çatışma dönemine girdiğimizi düşünüyorum. Global ölçekte ya da toplumumuz içinde, bunu anlamak için bir çatışma teorisine muhtacız...(s. 236)
Bazıları son derece hızlı olan farklı değişim oranları bugün sosyal kurumlarımızı bambaşka tarzlarda etkisi altına alıyor ve kurumlar birbirlerinin hızına ayak uydurma mücadelesi veriyor. Büyük ölçekli ticaretin yapısı hızla değişiyor. Okulların ve büyük hükümet bürokrasilerinin yapısı daha yavaş değişiyor. Toplum hızla farklılaşıyor, daha çeşitleniyor. Siyasî sistem hâlâ düşük çeşitliliğe uyduruluyor. Uyum sağlamadaki bu gecikmeler toplumda güçlü gerilimler doğuruyor...(s. 245)
Tarihteki tüm değişimler, savaşlar ve ilerlemeler, başarılar ve trajediler, -sıradan kişiler de dâhil- kararları alan, tercihte bulunan insanlar tarafından yapılmaktadır...(s. 250)
***
VE…
ALVİN TOFFLER
TÜRKİYE'DE
Ve Alvin Toffler, 1995 yılı Kasım ayında Türkiye'ye geldi...
Bu geliş münasebetiyle;
Birçok yazar onun hakkında makaleler yazdı…
Kendisiyle röportajlar yapıldı...
Haber konusu oldu...
Yazar İsmail Yediler, 23 ve 24 Kasım 1995 günleri 'Göze Takılanlar' köşesinde, "Kehânet değil, gerçek" ve "Toffler mı, Bediuzzaman mı?" makalelerini yazdı...
Cengiz Çandar, "Toffler'ın tezlerinde 'tarih' yok; 'kültür' yok; 'tarihî ve kültürel kimlik' yok; yani birçok ve kendisinden ayrılmaz boyutu ile 'insan' yok..." diye yazdı...
Kimi yazar ve bilim adamları ise, yazdıkları değerlendirme yazılarında Toffler'ı, gözü kamaşmış bir misyonere bile benzettiler...
Bence, en iyisini ZAMAN gazetesinde 'PAZAR KONUŞMALARI' röportajları ile tanıdığımız Eyüp Can yaptı.
Konferansa gitti ve Alvin Toffler ile konuşmuş gibi, konferansın bir özetini 19 Kasım 1995 tarihli gazete sayfasında yayınladı.
Yazarın son görüşlerini içeren bu konuşmanın önemli bölümlerini aynen aktarıyoruz...
*
Gelecek de gelecek
Türk Henkel Dergisi'nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen ve cuma akşamı Çırağan Oteli'nde yüksek sosyetemize gelecek dersi veren Alvin Toffler, 1970'li yıllarda kaleme aldığı Şok (Future Shock) kitabıyla birçok kişiyi şoke ederken… Üçüncü Dalga, Uyumlu Şirket, Yeni Güçler-Yeni Şoklar, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak, Savaş ve Savaş Karşıtı Mücadele kitaplarıyla şok dalgasını devam ettirmişti...
Türk Henkel'in geleneksel hâle getirdiği ve her yıl bir konuğu ağırladığı bilgilendirme toplantısı, Türk Henkel Yönetmeni Canan Barlas ve Can Paker'in yaptıkları açış konuşmasının ardından Toffler'ın “Üçüncü Dalga” teorisini anlatmasıyla başladı...
Toffler'a kürsüde Mehmet Barlas eşlik etti...
Toffler konuşmasına başladığında işadamı, akademisyen ve medya mensuplarından oluşan seçkin topluluk vecd içinde konuşmayı dinlemeye başlamıştı...
İki saati aşan konuşma tam bir cezbe ile takip ediliyordu...
Özellikle Amerika'da çok yaygın olan Futurizm kasırgası, bu kez de bizleri sarmıştı...
Toffler'ın vulgarizasyona dayalı bilimsel kehanet teorisi Üçüncü Dalga, kabarmış ihtirasların ve dizginlenemeyen merakların üzerinden coşkuyla geçiyordu...
Marks'ın tarihsel şemasının soft ideolojik bir versiyonu görünümündeki kategorik, kırılmacı ve bir o kadar da şabloncu dalga yeni dünyanın yeni yüzüne cilalı bir projeksiyon tutuyordu…
Gelecek, tarım ve sanayi devrimini atlayarak, enformasyon dalgasına takılıyordu...
Marks'ın tarihsel şemasının dördüncü dalgası olan proleterya yüzyılı es geçilip, tekno-determinizme eyvallah çekiliyordu...
George Orwel'in 1984'ünden vazgeçtik ama Aldous Huxley'in Yeni Dünya'sı belleklerimizde acı acı sırıtıyordu...
Adorno, Horkeimer, hatta Mcluhan'ın bile ruhuna fatiha okunuyordu...
Gözler dalga dalga geleceğe çevrilirken, geçmiş belleksizliğe ya da yok saymaya kurban ediliyordu...
Teknoperest yüksek sosyetemiz Toffler'dan medet diliyordu;
'Ne olur bize bir sihirli formül söyleyin de geri kalmış bu İkinci Dalga Türk toplumunu Üçüncü Dalga frekansına geçirelim...'.
Toffler'ın konuşması bütün vulgarize kehanetlerine rağmen zihnî egzersize dayalı bir projeksiyon sunarken, sorular zihnimin dalgalanmasına sebep olmuştu...
Sorularım dalgalanan zihnimde mahfuz kalmış, toplantı sona ermişti...
Bu hafta sizlere sorulardan muaf tutulmuş bu konuşmanın kolajını yapmaya karar verdim ve geleceğe yöneldim...
Nasılsa; Gelecek de gelecek...
EYÜP CAN
*
YEPYENİ,
VAATKÂR VE
TEHLİKELİ
BİR DÖNEM
Geleceği kim bilebilir?
Tabii ki hiç kimse kesin olarak bilemez.
Karım (Heidi) ve ben son 30 yıl boyunca değişimin gücünü inceleyerek vakit geçirdik.
Ve bu güçlerin dünyayı nasıl değiştirdiğine, ekonominin nasıl büyüyüp küçüldüğüne, rekabetin nasıl oluştuğuna baktık.
Dünyada meydana gelen küresel değişimi iyi anlamak durumundayız.
Türkiye de bu değişimin içerisindedir.
Geleceğin dünyası bugünün dünyasından çok farklı olacak.
Fakat bu değişim şimdiye kadar meydanın, politikacıların yaptığı konvansiyonel tahminlere benzemeyecek.
Ekonomistler bize Avrupa'nın global ekonomiye egemen olacağını söylüyorlardı.
Hâlbuki bugün Avrupa'da işsizlik Amerika'dakinin iki mislidir.
Bir başka iddia Japon bankacılık sistemi çökmekle yüz yüze.
Ekonomik alanda büyük bir kargaşa yaşanıyor.
Bir gün bakıyorsunuz Meksika herkesin sevgilisi oluyor, bütün paralar oraya akıyor, ertesi gün Çin, bir başka gün Hindistan.
Bugün dünyanın gelinen noktada net bir görüntüsü yok.
DÜZEN Mİ, KAOS MU?
Peki, bu temel değişimin sebebi nedir?
Bu yalnız bir kaos mu?
Tesadüfen mi oluyor, yoksa gözleyebileceğimiz bir sebep mi var?
Öncelikle neler olup bittiğini anlamamız için her şeyi soğuk savaşın üzerine yıkan düşünceden vazgeçmemiz gerekiyor.
Yoksa hiçbir şey anlayamayız.
Soğuk savaş döneminde 'Her şey bunun yüzünden oluyor' diyorlardı;
Şimdi de 'Soğuk savaş bittiği için bütün bu karmaşayı yaşıyoruz' diyorlar.
Soğuk savaş elbette önemli bir olay.
Ama daha da büyük bir şey var.
DEĞİŞİM
Benim inancıma göre;
Soğuk savaş yıllarında dünyanın en büyük değişim dalgalarından birini yaşıyorduk.
Karım ve benim “Üçüncü Dalga” olarak adlandırdığımız süreç başlıyordu.
Aşağı yukarı 10 bin yıl önce başlayan ve toprağa bağlı olarak gelişen bir tarım dönemi var, biz buna “Birinci Dalga” diyoruz.
Bu süreç 18. yüzyılın başlarına kadar sürüyor.
Bundan yaklaşık 3 yüzyıl önce ise sanayi devriminin yaşanmasıyla “İkinci Dalga”ya geçmiş olduk ve fabrikaların etrafında oluşan bir toplum yaratıldı.
Aydınlanma çağı olarak da değerlendirilen bu dönemde çok büyük değişimler yaşandı.
Ancak “İkinci Dalga” global anlamda kendisini göstermesine rağmen başka ülkeler devasa bir “Üçüncü Dalga”nın gelişini hissetmeye başladılar.
1950'li yıllarda üçüncü değişim dalgası Amerika'da başladı.
DALGA YAYILIYOR
Mesela Amerika'da 1993 yılında bilgisayar satışı televizyon satışlarının önüne geçti.
Amerikan savunma bütçesinin çok büyük olduğu zannedilir, 250 milyar doların üzerindedir.
Oysa bugün Amerika'da bilgisayar ve yazılım alanında oluşan değer 500 milyar doların üzerine çıkmıştır.
Amerika'da şu anda kişisel bilgisayar, her iki buçuk kişiden bir kişiye düşmektedir.
1993'te 50 milyon ev bilgisayarı satılmış.
KEHANETLER BAŞLIYOR
Biz 1980'li yılların öncesinde kitaplarımızda giderek insanlar evlerinde çalışacaklar, işlerini evlerinden görebilecekler dediğimizde herkes bize gülmüştü.
Oysa bugün bu çok normal ve yaygın bir biçimde işlemeye başladı.
İşin evde yapılması sadece ekonomik bir dalgalanma olarak görülmemeli, bu aynı zamanda aile yaşamından kültür hayatına ve çevreye kadar birçok şeyi de değiştiriyor.
Amerika'da bir evde ortalama olarak 200 adet mikroçip kullanılıyor.
Araba, buzdolabı, televizyon, elektronik fırınlar ve bütün ev aletlerinde bunlar mevcut.
AKILLI EV: FREDY
“Üçüncü Dalga” kitabında 'akıllı ev' kavramını ortaya atmıştık.
Bunu biraz da şakayla karışık söylemiştik.
Eve “Fredy” adını verdik.
“Fredy” o kadar akıllı bir ev ki herhangi bir şey kırıldığında, ev sahibi evde değilse Fredy ne yapacağını biliyor.
Ve hemen telefonu eline alıp bitişikteki evi arıyor.
'Jo, musluk bozuldu nasıl tamir edeceğim?' diyor.
FANTEZİDEN GERÇEĞE
15 sene evvel bu bir mizah unsuruydu ama artık Novell gibi bazı şirketler var ki, 1 milyar adet cihazı birbiriyle konuşturuyor.
Amerika'da 8-12 yaşlarındaki çocukların yüzde 70'i bilgisayar oyunları oynuyor.
Seçimlerde bütün başkan adaylarının Internet'te bir ev sayfaları var.
Ve bunlar sadece Amerika'da değil giderek birçok ülkede yaşanmaya başlandı.
Buna Japonya ve Singapur'daki gelişmeleri de ilave edin.
Bugün bütün dünyada Internet'i 40 milyona yakın insan kullanıyor.
ANLAMAK YA DA ANLAMAMAK
Bütün bunların anlamı nedir o halde?
Bütün bunların teknolojik bir değişme olduğu söylenirse, çok hatalı olur.
Aile yapımızdan değer yargılarımıza, ideallerimizden düşünme biçimimize, din anlayışımızdan kültürümüze birçok şeyi etkiliyor.
Yeni bir servet oluşumuna, kaba kuvvetten, beyin gücüne dayalı bir ekonomiye geçiyoruz.
BİLGİ
Yeni ekonomide her şeyin merkezi artık bilgidir.
Biz bunu 30 yıldır söylüyoruz.
Ekonomist dergisinin en son sayısına bakın, bütün şirketlerin bu yönde yapılandıklarını göreceksiniz.
Bunu anlamadan ne global ekonomiyi, ne de iç piyasaları anlayamayız.
EKONOMİ
Ekonomi ile ilgilenen herkes ekonomiyi; arazi, emek ve sermaye olarak değerlendirir.
Evinizde bir iktisat kitabı varsa ve hâlâ bunları söylüyorsa size tavsiyem bu kitabı fırlatıp atın.
Çünkü bu kitaplar ancak dünün gerçeğini yansıtıyor.
Artık ekonominin kendisi bile değişiyor.
Bize ekonomi 'nadir kaynakların tahsisi' şeklinde öğretilmişti.
Oysa bugün ekonominin merkezinde bulunan bilgi nadir bir kaynak değil.
Sadece bu değişiklik bile ekonominin kendi tabiatının değiştiğinin göstergesi.
KAPİTAL
Kapital konusunda büyük bir değişim yaşanıyor.
“Birinci Dalga”da kapital topraktı.
Toprak somuttur, dokunabilirsiniz, parmaklarınızın arasından akıtabilirsiniz.
Ben toprağımda bir ürün yetiştirirken bir başkası bunu yapamaz.
Sanayi devrimi sonrası “İkinci Dalga”da nedir en önemli kapital?
Diyelim ki hisse senetleri. fiimdi neye sahibim?
Bir kâğıt parçasına, yani sembolik ama somut bir karşılığı var.
Mesela fabrikamda bir işçiyi çalıştırıyorsam siz aynı işçiden aynı anda yararlanamazsınız.
Gelelim “Üçüncü Dalga”ya...
Bu kez Microsoft'un hisse senetleri var elimde.
Microsoft'ta kaç kişi çalışır, binası nerdedir, bu beni hiç ilgilendirir mi?
Hayır.
Ama beni bu işçilerin kafasında ne var, bu ilgilendirir.
MODERN GERİCİLİK
Sanayi toplumu kitle toplumunu doğurdu.
Medyası, eğlencesi, siyasal anlayışı, silahlanması (kitle imha silahları) her şeyiyle kitleselleştik.
Modernizasyon süreci her şeyi kitleselleştirdi, standardize etti.
Oysa bugün artık modern olmak gericilik olarak gözükmektedir.
“Üçüncü Dalga” toplumları artık kitleselleşmiyor, demasifiye oluyor, kitlesellikten çıkıyor.
Karım da ben de bir süre fabrikada mavi yakalı olarak çalıştık.
İşimiz mümkün olan en uzun süre içerisinde birbirinin tıpkısı olan ürünler üretmekti.
Oysa bugün dünyanın en gelişmiş fabrikalarına gittik.
Bu fabrikalarda hayretle gördük ki birbirinden çok farklı ve belli sayılarda ürünler üretiliyor.
Yani artık kitlesel üretim yerine çeşitliliği artmış ürünler üretiliyordu.
BİLGİSAYAR
Neden?
Çünkü benim çalıştığım dönemde bir ürünü değiştirmek için fabrikanın alt yapısını belki de komple değiştirmek gerekiyordu, oysa bugün çok büyük entegre sistemlerle çok farklı ürünler bir fabrikada üretilebiliyor.
Çünkü artık bilgisayar üretime girmiş bulunuyor.
Ve biz buna demasifikasyon, kitle üretiminden çıkış diyoruz. Kitlesellikten sadece üretim çıkmıyor aynı zamanda tüketim ve dağıtım da çıkıyor.
Büyük pazarlar yerini küçük pazarlara bıraktı.
Amerika'da bir pazara gittiğimizde 110 bin çeşit mal görürsünüz.
Bütün bu değişiklikler bilgisayar sonucunda olmaktadır...
AİLE HAYATI
Amerika'da aile hayatının öldüğü söyleniyor.
Oysa Amerika'da aile hayatı ölmemiştir.
Aile sisteminin yapısı demasifike olmuştur.
Benim yetişme yıllarımda geniş aile giderek yerini çekirdek aileye bırakıyordu.
Ama bugün Amerika'nın yüzde 95'i çekirdek aileye bile sahip değil.
Yani çekirdek aile artık yerini çok çeşitli, kadın ve erkeğin çalıştığı, ayrı evlerde oturduğu, boşanmış ve çocuklu aileler, çocuk sahibi olmak istemeyen aile yapılarına bıraktı.
Bunun iyi veya kötü olduğunu iddia etmiyorum ama Amerika halkı için duygusal travmalara sebep olan trajik bir durumdur bu.
Yani artık standart bir aile yapısı yok.
SİYASET
Aynı şey politika için de sözkonusu.
Artık standart, kitlesel partilere değil, daha küçük ve farklı partilere geçiliyor.
Amerika'da artık hiç kimse partilere ve politikacılara inanmıyor (büyük bir alkış kopuyor).
Türkiye'de de öyle, her yerde böyle (salon kahkahaya boğuluyor).
Artık merkezî yönetim sistemi yerini daha mahallî eğilimlere bırakıyor.
Giderek bir yönetim krizine doğru kayıyoruz.
Artık yetki ve sorumlulukların yeniden tanımlanması, belirlenmesi gerekiyor.
Çünkü her şey çok hızlı değişiyor.
ÇATIŞMA
Bu sistemdeki her şeyin iyi olduğunu iddia etmiyorum, birtakım sosyal problemleri var, ama sistemin gittiği yer burasıdır.
Belki de bir çatışmaya gidiyoruz.
Ama benim çatışmadan kastım, bir İslâmiyet-Hıristiyanlık çatışması veya devletçilik-serbest piyasa, kuzey-güney çatışması değil.
Bütün bunların üstünde başka bir şey...
Gezegenimizde hâlâ birinci, ikinci ve üçüncü dalgayı yaşayan bölgeler var.
Bu tabii beni nahoş bir konuya, çatışma konusuna getiriyor.
Bütün bunları anlamak için biraz tarih bilgisine ihtiyaç var.
Bir de köklü değişimlerin çatışmalar yaşanmadan gerçekleşmeyeceğini kabul etmek gerekiyor. fiöyle bir çatışma bölgelerine baktığımızda genelde çatışmaların bu dalgalar arasındaki farklılıktan kaynaklandığını görürüz.
Meselâ Bosna...
Irak'taki Kürt meselesi...
Bütün bunlar dünyada yaşanan değişimin farklılığından kaynaklanıyor...
Dolayısıyla bu değişimi çok iyi anlamamız gerekiyor...
İŞBİRLİĞİ
Artık iki katlı evin üzerine bir kat daha yapıldı, ev üç katlı oldu.
Toprak ekonomisine bağımlı olan ülkeler, ucuz kol gücü ve sanayisi olan ülkeler ve compüteri olan ülkeler.
Bazen işbirliği yapıyorlar, bazen de çatışıyorlar.
Bu en büyük yaramızdır.
Bütün bu değişimlerin olduğu yerde istikrarın kalması zordur.
Önümüzdeki yılların çok istikrarsız olacağını zannediyorum.
Ama işbirliği açısından bunun olumlu yansımalarını da görüyoruz.
Artık farklı farklı gruplar işbirliği yapıyor.
Hem de çok karmaşık denklemlerle.
“İkinci Dalga”da bağımlılık vardı ama “Üçüncü Dalga”da bu çok daha ileri bir noktaya ulaştı.
1930'lu yıllarda Amerika, İkinci Dalga ülkesiydi ve 34 uluslararası anlaşmaya imza atmıştı.
1968 yılına gelindiğinde 282 anlaşmaya imza atmış.
1995'te ise 1000'i aşkın anlaşmaya.
Yani daha bağımlı ve karmaşık bir denklem ortaya çıkıyor “Üçüncü Dalga”da...
TÜRKİYE
Garip kombinezonlar, garip ittifaklar olacak.
Üçüncü Dalga yalnızca zengin ülkelerle sınırlı değil.
Yepyeni bir rekabet düzeni ile yepyeni bir yapı ile karşı karşıyayız.
Herkesin yeniden stratejilerini gözden geçirmesi gerekiyor...
Türkiye'nin de yeniden yapısını gözden geçirip 'Türkiye'nin çıkarı nereden geçiyor?' sorusunu sorması lazım...
Yepyeni, büyük, titreşimli, tehlikeli, heyecanlı, vaatkâr, fantastik bir döneme adım atıyoruz...
BİTMEDİ…
DEĞİŞİM DEVAM EDİYOR…
DÜNYAYI YENİ BİR GELECEK BEKLİYOR…
“ADİL DÜZEN” İLE GÜZEL BİR DÜNYA KURULACAK…
MİLLÎ GAZETE’DEKİ İLGİLİ KÖŞE YAZILARIM KONACAK…
VE…
YAZMAYA DEVAM EDİLECEK…
İNŞAALLAH….