Mağaradakiler Sağırdırlar Dilsizdirler Kördürler
Reşat Nuri Erol
1995 1.Baskı
1360 Okunma
1991-1995 4.Kitap

 

YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…

 

DÖRDÜNCÜ KİTAP

 

 

 

 

MAĞARADAKİLER

 

 

 

 

SAĞIRDIRLAR

DİLSİZDİRLER

KÖRDÜRLER

 

 

 

 

BALKANLAR

BOSNA SAVAŞI

GÜNLÜKLERİ

 

 

1991-1995

 

 

REŞAD NURİ EROL

 

 

 

 

 

YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…

 

 

 

DÖRDÜNCÜ KİTAP

YARIM KALAN KİTAP!

(6 kitap daha var! RNE)

 

 

 

 

"DE Kİ:

"KÖRLE GÖREN BİR OLUR MU?

DÜŞÜNMÜYOR MUSUNUZ?"

(En'âm Sûresi, âyet 50)

 

"DE Kİ:

"KÖRLE GÖREN,

YAHUT KARANLIKLA AYDINLIK BİR OLUR MU?"

(Ra'd Sûresi, âyet 16)

 

 

 

 

 

 

"HEP KARANLIKLARDAN ŞİKÂYET EDECEKLERİNE

BİR IŞIK DA ONLAR YAKSINLAR..."

KONFÜÇYÜS (M.Ö. 551?-479?)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…

 

 

AKEVLER HAREKETİNİN DÖNÜM NOKTALARI TAKVİMİ

 

1967 --- AKEVLER resmi olarak kuruldu…

 

1969 --- 1969 SEÇİMLERİ VE “BAĞIMSIZLAR HAREKETİ”…

(KONYA: Necmeddin Erbakan; İSTANBUL: (İzmir’den) Ö.Faruk Yeğin; AYDIN: Süleyman Karagülle)

1970 --- MNP kuruldu…

AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu / Dergâhı kuruldu…

 

1972 --- MSP kuruldu…

((Süleyman Karagülle Kurucu İzmir İl Başkanı; Reşat Nuri Erol Gençlik Kolları Başkanı…)

1973 --- MSP genel seçim başarısı ve CHP ile hükümet ortağı olması…

(Süleyman Karagülle İzmir İl Başkanı ve Milletvekili Adayı, M.Gündüz Sevilgen Manisa Milletvekili!..)

TEK YOL dergisi yayımlandı… (Süleyman Karagülle, M.Gündüz Sevilgen, Reşat Nuri Erol…)

 

1975 --- AKYOL Neşriyat ve Matbaacılık kuruldu…

(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol, Mehmet Çakır…)

AKYAY KAYNAK Yayınevi kuruldu…

(Fehmi Koru ve BİZ dâhil 10 arkadaş…)

1976 --- AKEVLER, Necmeddin Erbakan'a ‘İLK’ Model/Sistem takdimi…

(Süleyman Karagülle, M. Adil Aktuğ, Reşat Nuri Erol…)

1977 --- ABAM kuruldu

(Süleyman Karagülle ve Prof. Dr. Arif Ersoy başkanlığında ilmî heyet…)

AKEVLER Dergisi / Haftalık Bülteni yayınlanmaya başlandı…

(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol ve diğer Çalışma Arkadaşları…)

KİTAPLAR / ilk önemli kitaplar kendi yayınevlerimizde yayımlandı…

(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol (AKYOL), Fehmi Koru (KAYNAK) ve …)

 

1983 --- RP (Refah Partisi) kuruldu…

 

1985 --- ÖZDEMİR ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI harekâtı başladı…

1986 --- ABAM üyeleri, Necmeddin Erbakan'a sistemlerini takdim ettiler…

(Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Reşat Nuri Erol, Ali Erişen, Ali Sayı ve …)

10 ABAM üyesi, İstanbul İSAV'da; 'Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli'

tebliğlerini sundular… (Tebliğler İSAV tarafından “KİTAP” olarak yayımlandı…)

1987 --- “ADİL DÜZEN” ÇALIŞMALARI olgunlaşmaya başladı…

 

1981-1988 --- (Reşat Nuri Erol’un Arabistan yılları…)

 

1990 --- İstanbul'da SOBAM ve RP bünyesinde ilk 'ADİL DÜZEN Çalışmaları'

1991 --- SÜLEYMAN KARAGÜLLE Orta Asya/ Kırgızistan'a “HİCRET” etti…

Yeni “KİTAPLAR” yayımlanmaya başlandı…

(“FAİZSİZ BANKA”, “SOSYAL DENGE” kitapları ve diğerleri; İz ve İşaret yayıncılık…)

Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir seçimlerde Çorum ve İstanbul’da aday oldular…

1994 --- AKEVLER - ABAM mensubu Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir, Mahalli Seçimlerde Çorum ve İzmir'den aday oldular; Arif Ersoy Çorum Belediye Başkanı seçildi…

 

1995 --- ABAM ve AKEVLER Ekibi,

YENİ BİR HAZIRLIK, TEBLİĞ VE DÂVET HAMLESİ başlattı:

* İlmî

* Dinî

* Siyasî

* İktisadî

 

 

 

 

ZARURİ BİR AÇIKLAMA

Bir önceki sayfada, “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın bazı dönüm noktaları var…

BU KİTAPLAR, Bu 10 KİTAP, Üstadımız Süleyman Karagülle’nin “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabı tarafımdan “Yayına Hazırlandığı” yıllarda yazılmaya başlandı…

Yani; artık kırk yılı aşan “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın tam orta yerinde;

1990’lı YILLARIN BAŞINDA YAZILMAYA BAŞLANDI…

1991 (20 Ekim) Türkiye Genel Seçimleri öncesinde, Refah Partisi İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevindeydim ve o dönemde ana sloganımız, ana söylemimiz “ADİL DÜZEN” idi; “ADİL DÜZEN” diyorduk ama her anlatan “İSLÂM” olarak bildiklerini anlatıyordu…

Bu tarihten bir-iki yıl öncesini ve sonrası ile o yıllarda yoğun olarak yaşadıklarımızı burada yazacak değilim… Ama yazmayı planladığım ve sadece bir kısmını yazabildiğim veya yazabileceğim bu bölümler/kitapçıklar veya KİTAPLARDA, o dönemle ilgili, daha doğrusu o dönemde yaşadıklarımızla ve durumumuzla ilgili “çok şeyler” bulacağınızı söyleyebilirim…

Aniden “İstanbul Milletvekili Adayı” olma kararımdan vazgeçtim, o zamanki RP İl Başkanı R. Tayyip Erdoğan ile yaptığım özel görüşmede kararımı bildirdim ve “ADİL DÜZEN” merkezli çalışmalara; Üstadımızın o zamanki isimlendirmesiyle, “YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…” çalışmalarımıza yöneldim…

“İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” yani Prof. İlhan Arsel’in “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına / Şeriat Devletinden Lâik Cumhuriyete” 850 sayfalık kitabına “REDDİYE” olan (iki ciltlik, büyük boy, 1200 sayfalık) KİTABIMIZI yayına hazırlamaya başladım; tam iki yıl çalışmalarımın ana merkezi sadece buydu…

Evet; sadece “BU KİTAP” ve “DİĞER KİTAPLAR” yani bu “10 KİTAP”…

İşte bu yoğun çalışma esnasında bir de “10 KİTAP KONUSU VE METİNLERİ” de oluşmaya başladı… Yoğunlaştıkça, çalışma arkadaşlarımızla görüştükçe, o dönemde bazı şeyleri yaşadıkça ve özellikle de o yıllarda Kırgızistan’da “MUHACİR” olan Üstad Süleyman KARAGÜLLE ile görüşüp yazıştıkça; değişik konular kendiliğinden gelişiyordu… Bunları kısa veya uzun bir şekilde değerlendirmek veya kitaplaştırmak düşüncesi oluşuyordu…

Bu gelişme ve düşüncelerle yazılabildiği kadarıyla yazılanlar yazıldı ve bilgisayarımın en ücra köşeleri ile birkaç yakın ÇALIŞMA ARKADAŞIMIZIN bilgisayarında, gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemeye başladı… Bugünlerde, 2003-2004 yıllarından itibaren Millî Gazete’de “günlük” olarak yazdığım köşe yazılarını kitaplaştırmaya başlayınca; Ali Bülent Dilek kardeşimiz, 1990’lı yıllarda yazılanları da artık gün yüzüne çıkaralım deyiverdi…

Yıllara göre tasnif edebildiğim Millî Gazete’deki köşe yazıları da “10 KİTAP” oluyor… Şimdilik Not supported field expression! sitemizin sadece “KİTAPLAR” bölümünde yayında olacak…

Üstad Süleyman Karagülle bu kitaplar için bence çok önemli bir “TAKDİM” yazısı yazınca, 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda (60’lı yıllar da var) yazdıklarımızı da hatırladım…

Hatırlamakla kalmadım…

Onları da yavaş yavaş ve olabildiğince “KİTAP” hâline getirmeye başladım…

Üstad Süleyman Karagülle’nin de o zaman (1994) yazdığı bir “TAKDİM” yazısında ifade ettiği üzere; o dönemde yaşadıklarımızın etkisiyle olacak, gerçekten de çok farklı, çok değişik ve bazı yönleriyle ilk defa denebilecek bir üslup ve tarz denemeleri yapmışım…

O üslubun ve tarzın kendiliğinden oluşan samimiliğine hiç dokunmadım…

Olabildiğince ve içimden geldiği gibi aktarmaya gayret ettim…

YAZDIKLARIMIZDA FARKLI ŞEYLER bulacaksınız…

KİTAPLARIMIZDA bilmediklerinizi bulacaksınız…

Yazacak ve anlatacak daha çok şey var ama…

Şimdilik “MARUZATIM” bu kadar!

İyi okumalar dilerim…

Selam… Sevgi… Saygı… Ve dua, dua, DUA ile…

İstanbul, Kasım 2012

Reşat Nuri EROL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

T A K D İ M

 

 

İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.

YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.

İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.

YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.

HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.

İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.

Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:

a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.

b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.

c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.

d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.

Bugün âlim olanlar Amerikadaki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece nakledenler yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerikadaki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...

Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.

Bu düzen insanlığa yetmemektedir, bu ZALİM DÜZEN insanlığı sömürmektedir.

Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.

*

1967de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...

NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında ADİL (EKONOMİK) DÜZEN projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, Adil (Ekonomik) Düzeni de bırakarak AK Partiyi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...

ADİL (EKONOMİK) DÜZENi anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından Adil Düzenin teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...

Sadece Türkiyede değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazetedeki köşesinde AKEVLERin geliştirdiği ADİL (EKONOMİK) DÜZENi anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...

Açıkça ifade ediyorum;

Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABDdeki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiyede veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.

İslâmiyeti savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyete hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.

*

REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiyedeki sözcülüğünü değil, Akevlerdeki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiyede değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.

ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.

Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.

OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.

*

REŞAT NURİ EROLun yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.

Bu durum sakın sizi yanıltmasın.

YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROLUN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.

Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.

BEDİÜZZAMANIN RİSALELERİ” YAŞAYACAK...

MEHMET AKİF ERSOYUN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...

REŞAT NURİ EROLUN YAZILARI / KİTAPLARI YAŞAYACAK

BU KİTAPLARI DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...

KİTAPLARDA III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞINI BULACAKSINIZ...

Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...

 

İstanbul, Kasım 2012

Süleyman KARAGÜLLE

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAĞARADAKİLER

 

 

 

 

 

 

 

 

BAKARA SÛRESİ, âyet 6 - 20

 

6.

İnkâr edenlere gelince,

onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir;

ONLAR İNANMAZLAR…

 

7.

Allah onların

KALPLERİNİ ve KULAKLARINI MÜHÜRLEMİŞTİR,

GÖZLERİNDE DE PERDE VARDIR.

Onlar için büyük bir azab vardır.

 

8.

İnsanlardan kimi de var ki,

"Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler,

OYSA İNANMAMIŞLARDIR…

 

9.

Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar, hâlbuki

YALNIZ KENDİLERİNİ ALDATIRLAR

da farkında olmazlar.

 

10.

ONLARIN KALPLERİNDE HASTALIK VARDIR.

Allah da hastalıklarını artırmıştır.

Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azab vardır.

 

11.

Onlara:

"Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" dendiği zaman;

"Biz sadece düzelticileriz" derler.

 

12.

İyi bilin ki,

ONLAR ORTALIĞI BOZANLARDIR;

FAKAT ANLAMAZLAR.

 

13.

Onlara:

"İnsanların inandığı gibi siz de inanın" dense,

"Yani beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?" derler.

İyi bilin ki,

ASIL BEYİNSİZLER KENDİLERİDİR;

FAKAT BİLMEZLER.

 

14.

İnanmış olanlarla rastladıkları zaman; "İnandık!" derler.

Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman;

"Biz, sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz" derler.

 

15.

Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır;

TAŞKINLIKLARI İÇİNDE BOCALAYIP DURURLAR.

 

16.

İşte onlar o kimselerdir ki,

hidâyet karşılığında sapıklığı satın aldılar da ticaretleri kâr etmedi,

DOĞRU YOLU DA BULAMADILAR.

 

17.

Onların durumu tıpkı şuna benzer ki,

o kimse aydınlanmak için bir ateş yakmak ister.

Ateş aydınlanır aydınlanmaz,

ALLAH ONLARIN AYDINLIĞINI GİDERİR VE

ONLARI KARANLIKLAR İÇİNDE BIRAKIR,

ARTIK GÖRMEZLER.

"İnsanlar cehalet ve inkâr karanlıkları içerisinde yüzüyorlardı. Zayıflar eziliyor, güçlüler sivriliyordu. Zulümden bunalan insanlar, bir Tanrı ateşinin yanıp kendilerini aydınlığa çıkarmasını istiyorlardı. Ateş yakmak istemeleri, kendilerine yol gösterecek bir nûr, bir kılavuz beklemelerini temsil etmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile o bekledikleri nûr gelmiş, yakmak istedikleri aydınlık ateş yanmıştı. Ama bu kez, kendileri direndiler. Direnmeleri, basiretlerinin, iç gözlerinin bağlanmasına yol açtı. Ateş yanmış, çevreleri aydınlanmıştı; ama o nûrdan yararlanacak basiret yoktu. Böylece yine karanlıklar içinde kalıyorlardı. İşte bu âyet, onların bu durumlarını canlı bir tablo halinde tasvir etmektedir." (Prof.Dr.Süleyman ATEŞ, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli, s.3)

Çağımızda da durum aynen böyle değil mi? (Reşat Nuri EROL)

 

18.

ONLAR

SAĞIRDIRLAR,

DİLSİZDİRLER,

KÖRDÜRLER.

ONLAR HAKK'A DÖNMEZLER.

 

19.

Ya da onlar,

gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşekler bulunan

bir yağmura tutulmuş gibidirler.

Yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar;

oysa Allah inkârcıları tamamen kuşatmıştır.

 

20.

Şimşek, neredeyse gözlerini kapıverecek;

önlerini aydınlattı mı onun ışığında biraz yürürler.,

üzerlerine karanlık çökünce dikilir, kalırlar.

"Önlerini aydınlatan şimşek, Hz Muhammed'in getirdiği Kur'ân nûrudur. Onun ışığına çıkınca çevrelerini görür, ilerlerler. Üzerlerine çöken karanlık, küfür ve inkâr karanlığıdır. Ona dalınca da dikilip kalırlar, bir adım ileri gidemezler." (Prof.Dr.Süleyman ATEŞ, aynı tercüme, s.3)

Bugün de aynen böyle yapmıyorlar mı? (Reşat Nuri EROL)

Allah dileseydi elbette

ONLARIN KULAKLARINI SAĞIR,

GÖZLERİNİ KÖR EDERDİ.

Şüphesiz Allah'ın her şeyi yapmaya gücü yeter.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAKARA SÛRESİ, âyet 170 - 171

 

170.

Onlara:

"Allah'ın indirdiğine uyun!" dense,

"Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!" derler.

Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen,

doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onların yoluna uyacaklar?

 

171.

O inkâr edenleri Hakk'a çağıranın durumu,

tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen veya

işittiği sesin manâsını anlamayan hayvanlara bağıran kimsenin durumu gibidir.

ONLAR

SAĞIRDIRLAR,

DİLSİZDİRLER,

KÖRDÜRLER,

ONUN İÇİN DÜŞÜNMEZLER.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAĞARADAKİLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖNCE ONLARDAN BİRİ…

VE SONUNDA HİDAYET…

 

BOSNA aynasında yani “BOSNA SAVAŞI” vesilesiyle, düşünmeyen akıllar ve görmeyen kör gözler için bile 'BARBAR BATI'nın, ‘BARBAR AVRUPA’nın vahşi ve çirkin yüzü, bütün çıplaklığı ile görünmüştü...

Bu çalışmamızın sonunda da konu ile ilgili yazdıklarımızı ayrıca bulacaksınız…

Artık bizim Batı hayranları ve batıcılar da Batı'nın barbarlığını anlamışlardı...

Evet…

Bizim bazı Batıcılar, bazı AB’ciler de anlamışlardı ama; onlar anlayıncaya kadar da nice nesiller, ülkeler, maddî ve manevî değerler, bir milleti millet yapan hattâ eşsiz ve cihangir bir devlet kurduran paha biçilmez zenginlikler kaybetmişlerdi...

Onların yani Batıcı aydınların durumunu en iyi onlardan biriyken hidayete eren, ama hidayete erinceye kadar Batılı olmanın bütün hafakanlarını yaşayan biri anlatabilir...

Nitekim anlattı da...

En iyisi YAŞANANLARIN özetini bizzat onun kaleminden izleyelim...

 

Evet…

Bizler çalışma arkadaşlarımızla birlikte buluştuğumuz ve ulaştığımız neticeleri uygulamaya başladığımız yetmişli yıllardan itibaren, bayrağı almış ve bizden sonra gelecek nesillere doğru ulaştırmaya çalışıyorduk...

Peki…

Ya bizden bir önceki neslin bir kısmı, bizden önce ne yapmıştı?..

Anlamaya, anlatmaya ve uygulamaya çalıştığımız bu tutum, davranış ve düşünceler nasıl bir ortamda doğmuştu?..

 

Bu dönemi anlatmaya çalışırken zaman zaman, benim gibi bir Balkan muhaciri ve 'göçmen çocuğu' olan Cemil Meriç'ten alıntılar yaparak aktarmaya çalışacağım...

Kimdir, bir dönem onlardan biri olan, sonra hidayete eren bu göçmen çocuğu?..

Kendi kaleminden okuyalım:

 

"Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım...

Ümitsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olma ihtiyacı. Yılları zilletler içinde geçen, kâh Türk, kâh şehirli olduğu için horlanan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir camiaya bağlanmak istiyordu...

Yalnız yaşadı, bir cüzzamlı gibi...

Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı. Sonra lise yılları...

Açlık; midenin, etin ve ruhun açlığı...

Hayalindeki dünyalar birer birer yıkıldı...

Önce, öbür dünya...

İmandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe geçiş...

Herhangi bir Batı ülkesinde büyük bir fikir adamı, bir teorisyen olabilirdi...

Ezdiler...

Acaba ezilen daha kaç kişi?..

Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeğe koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!..

Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?..

Önce coğrafi kaderle savaş...

Cedlerinin toprağından kopuş...

Nihayet felaketlerin en büyüğü: karanlıklara çivileniş...

Zavallı dostum!..

60'lara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa...

Coğrafyamda Asya yok...

Yalnız dilimle Türk'üm...

 

Konya yolculuklarımda ilk defa olarak başkası ile temas ettim. Başkası, yani, kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli "sen bizden değilsin" dedi...

"Sen bizden değilsin!"

Evet, ben onlardan değilim...

Ama onlar kimdi?..

Uçurumun kenarında uyanıyordum...

Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum...

Bu hüküm hakikatin tâ kendisi idi...

Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu:

ALDANMAK VE ALDATMAK...

Senaryoyu başkaları yazmıştı...

Biz sadece birer oyuncuyduk...

Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı...

Ama bu ütopya sonuna kadar yaşanmadıkça gerçeği görebilir miydik?..

Kalabalık, kayaya yapışan bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor. Sonra tekrar dalıyor derin uykusuna...

Avrupa'yı tanımak, gaflet...

Avrupa'yı tanıyan, ülkesinden kopuyor...

Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?..

 

Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim...

Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlıyacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü...

San'at düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı...

Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi..

Hakikat ve sevgi...

 

Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların...

 

Türk İslâm Medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet...

Gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimden de muazzez...

Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum...

Korumak istediğim şaheser: insanın kendisi...

Tarihine vecidle eğildiğim bu büyük, bu gerçek, bu mert insanı Osmanlı yaratmış ve yaşatmış...

Kendini tanımak irfanın ilk merhalesi... Düşünenin görevi insanından kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşâda çalışmak: kızmadan, usanmadan irşâd...

Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir...

 

Arkamda kilometre taşları ve yaprak yaprak dökülen rüyalar...

Yeni bir kitabı bitirmek üzereyim: MAĞARADAKİLER...

Eflatun'un mağarası bu...

İçinde bizler varız...

Türk aydınının yüz yıllık dramı...

Sonra genel olarak Batı aydını ve Rus intelijansiyası. Hayallerimin kaçta kaçını gerçekleştirebildim, bilemem ki."  

(Mağaradakiler, s.445-452)

 

Benim ve bizim de niyetimiz, halkımızı ve bütün insanları irşâda çalışmak...

Ne o, yani Cemil Meriç, ne de biz, hayallerimizin kaçta kaçını gerçekleştirebileceğimizi bilemeyiz. Ama sonuna kadar o hayalleri gerçekleştirmek için çalışmamız gerektiğini çok iyi biliyoruz. Bizim görevimiz okumak, araştırmak, anlamak ve uygulamaya çalışmak; başarı ise sadece ve sadece Allah'tandır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAĞARADAKİLER

 

Balkanlı hemşerim Cemil Meriç, 450 sayfalık "MAĞARADAKİLER" kitabının son sayfasına, "Bitirirken" başlığı altında Anatole France'nin “Penguenler Adası” kitabındaki 'ÖNSÖZ'ünden aşağıdaki parçayı almış.

Ben de yeni bir bölüme veya kitaba "başlarken" bu parça ile başlamayı uygun gördüm.

Okuyucular, ilgililer ve bu meselelerin ehli olanlar, bu parçayı okuduktan sonra ne demek istediğimi anlayacaklardır...

Çok geniş bir kesime,

Doğrudan söyleyemediklerimizi,

Müsadenizle bu parça ile anlatmak istiyorum:

 

-- Efendim, dedim, üstada. Tecrübelerinizden feyz almaya geldim. Tarih yazacağım diye kendimi helâk ediyorum, gayretlerim hiç bir işe yaramıyor.

Omuzlarını silkerek cevap verdi:

-- Ne lüzumsuz endişe efendiciğim, ne lüzumsuz endişe!

Neden tarih yazmaya kalkışıyorsunuz?

En meşhur tarihleri istinsah edersiniz, olur biter.

Usul öyle değil mi?

Yeni bir görüşünüz, orjinal bir düşünceniz mi var?

İnsanları ve hadiseleri beklenmedik taraflarıyla mı anlatacaksınız?

Sakın ha.

Okuyucuyu tedirgin edersiniz.

Okuyucu tedirgin olmaktan haz etmez.

Tarihte aradığı, ezelden beri bildiği saçmalıklardır.

Onu aydınlatmaya kalkmak, gururunu incitmek ve öfkelendirmektir.

Sakın ha!

Böyle bir hadnâşinaslığa yeltendiniz mi çığlığı basacaktır:

"Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor".

Tarihçiler, birbirlerini kopya ederler.

Böylece hem çalışıp yorulmaktan kurtulur, hem de küstahlık ithamından azâd olurlar.

Onlar gibi yapın efendim, onlar gibi yapın.

Orjinal olmayın!

Orjinal bir tarihçi, cümle âlemin güvensizliğine, küçümsemesine ve nefretine maruz kalır.

İlâve etti: "Kuzum, sanıyor musunuz ki tarihlerime yeni düşünceler, yeni görüşler sokuştursaydım bu kadar saygıya lâyık görülürdüm!

Sonra bu yeni fikir de ne oluyor?

Terbiyesizlik...

Ayağa kalktı.

Gösterdiği nezakete teşekkür ederek kapıya doğru yürüdüm.

                                                         (Anatole France, Penguenler Adası, Önsöz)

 

 

 

 

Acaba biz de cümle âlemin güvensizliğine, küçümsemesine ve nefretine maruz kalmamak, küstahlık ithamından azade olmak için yeni düşünce ve görüşler, orjinal sistem ve düzenler üretmemeli ve önermemeli miydik?..

Herkesin yaptığı gibi rahat köşemizde problemsiz ve huzurlu bir hayat mı sürmeliydik?..

Yapabilirdik ama;

Yapamadık, yapamazdık ve yapmadık!..

Bütün dünyaya, zaman zaman en yakın dostlarımıza bile meydan okurcasına yola koyulduk...

Ulaşabileceğimiz yere ve varabileceğimiz menzile kadar da bu yolda yürümeye devam edeceğiz...

Bizlere katılmak ve katkıda bulunmak isteyen katılır...

Bizden sonra da devam ettirmek isteyen, ettirir...

 

Dünya dönmeye devam ediyor…

Sömürgeci eski Batı dünya düzeni "Yeni Dünya Düzeni" ismiyle devam ediyordu...

Dünyanın her tarafında insanlar ve Müslümanlar ölüyordu ama kalan biz sağlar sömürülmekle birlikte, iyi-kötü yaşamaya devam ediyorduk ya!..

Ne gerek vardı fincancı katırlarını ürkütmeye!..

 

"ADİL DÜZEN mi?

Hadi canım sen de!

Falan Süleyman (KARAGÜLLE) veya filan Süleyman'ın (AKDEMİR) saçmalıkları veya safsataları!..

Uygulama imkânı olmayan ütopya ve hayal ürünleri!..

Müçtehit taslakları!.."

 

Evet…

Bunlar…

Ve bunlara benzer daha nice ithamlar...

 

Hâlbuki…

Yüzyıllardır devam eden Batı Barbarlığı ve sömürüsüne karşı çıkmak, sadece bizim değil, bütün Müslümanların göreviydi...

Yeniden "Yeni Dünya Düzeni" diye dayatılan kuvvete dayalı, çıkar ve çatışmacı bâtıl düzene karşı; birilerinin Hakk’a dayalı alternatif bir adil düzen çalışması yapması ve takdim etmesi gerekliydi...

Ümmetin üzerine 'farz-ı ayın' olan böyle bir yükümlülük, âcizane tarafımızdan yerine getirilmeye çalışılıyordu...

Ama beklenen takdir ve tebrikler yerine…

Zaman zaman hayâ sınırlarını zorlayan tenkid ve ithamlarla karşı karşıya kaldık...

Sünnetullah yani sosyal kanunlar yine işlerliğini göstermişti...  

Mukadderat gerçekleşmiş, her Hakkı tavsiye eden ve Hakka dâvet edenin başına gelenler, bizim de başımıza gelmişti...

Bu durum da doğru yolda olduğumuzun en büyük deliliydi...

'Hakkı tavsiye' ettikten sonra, 'sabır' ve sebatla yolumuza devam etmeliydik...

 

"Asra andolsun ki,

İnsan ziyan içindedir.

Ancak inanıp iyi işler yapanlar,

Birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve

Birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka."    

(Asr Sûresi; 1-3)

Onlar ziyandan kurtulmuşlardır.

 

Bizler de öyle yaptık ve…

Son nefesimize kadar da öyle yapmaya devam edeceğiz...

Bu arada bizimle birlikte olmaya amade Hak dostlarını da aramayı sürdüreceğiz...

 

Doğru yolda, üzerimize 'farz-ı ayın' olduğuna inandığımız bir görevi yerine getirme konusunda, Hakka dayalı bir 'ADİL DÜZEN' ortaya koyma ve uygulama yolunda, sonuna kadar yürümeye devam edeceğiz...

 

İnananlar olarak üstün geleceğimize ve sonunda mutlaka başarıya ulaşacağımıza da inancımız sonsuzdur...

Bu çileli ama şerefli yolda bizimle beraber yürüyecek dostlar ve arkadaşlar arıyoruz...

Bu çalışma, bu tebliğ ve takdim edilen düzen, sizlere ve bütün insanlığa aynı zamanda bir davet mahiyetindedir...

 

Geliniz, üzerimize farz-ı ayın olan bu görevi birlikte yerine getirelim...

Hakka dayalı yeni ve adil bir dünya düzeni kuralım...

Birlikte olursak mutlaka üstün geliriz.

 

"Gevşemeyin, üzülmeyin,

  Eğer gerçekten inanıyorsanız,

  Mutlaka siz üstün geleceksiniz."

(Âl-i İmrân,139)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EFLATUN'UN MAĞARASI

 

MAĞARADAKİLER, Hakkı, hakikati ve doğruları duymaya, aydınlıkları görmeye tahammül edemiyorlardı...

Çakan her hakikat şimşeği onları ürkütüyordu...

Kuvvete dayalı dünya düşüncesinin karanlıklarına karşı yaktığımız her mum, onların gözlerini kamaştırıyordu...

Onlar sanki gelmesi mukadder ve doğmakta olan aydınlık medeniyete karşı, alışageldikleri karanlık mağara medeniyetinin devamını istiyorlardı...

 

Neydi Eflatun'un "DEVLET" kitabında tasvir ettiği mağarası...

 

Arz edelim:

 

"Bir mağara düşün dostum...

Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası...

İnsanlar düşün bu mağarada...

Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil. Yalnız karşılarını görüyorlar, ışık arkalarından geliyor... Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten... Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar... Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte...

Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim... İnsanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak... Garib bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garib, doğru...

Ömür boyu başlarını çeviremeyecek; kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağaranın yankılandığını düşün...

Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi?

Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler...

Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık...

Ne olurdu dersin, anlatayım...

Ayağa kalkmaya, başını çevirmeye, yürümeye ve ışığa bakmaya zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı...

Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeye alıştığı cisimleri tanıyamazdı...

Biri ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, "bunlar nedir" diye sorsa, şaşırıp kalır; mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı...

Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik...

Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi...

Kulak asmadık...

Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı...

Hiç birini seçemez oldu gerçek nesnelerin...

Sonra yavaş yavaş alıştı aydınlığa...

Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini...

Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü...

Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi...

Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi...

Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini...

Ve düşünmeğe başladı...

Ona öyle geldi ki mevsimleri de yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı...

Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği...

Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu...

Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi...

 

Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et...

Karanlığa kolay kolay alışabilir mi?..

Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu?..

Ağzını açar açmaz alay ederler:

"Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş... Saçmalıyorsun... Biz yerimizden çok memnunuz... Bizi dışarı çıkmaya zorlayacakların vay haline..."

 

İşte böyle aziz dostum...

Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir...

Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası...

Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea'lar) alemine yükselen ruh.."

 

***

 

Ne dersiniz?

Bizim halimiz, bugünkü halimizin tasviri de böyle mi?..

 

Hey!

Mağaradakiler!

Hayatınızdan, mağaradaki karanlıktan memnun musunuz?

Aydınlık bir dünyaya, adil bir dünya düzenine çıkmaya niyetiniz var mı?..

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AVRUPA VE BARBAR BATI

AVINDAN VAZ GEÇTİ Mİ?

 

Biz bu hallere kolay düşmedik...

Bir günde, bir yılda, on yılda, yüz yılda yıkılmadık...

Korkmayın, hâlimizi anlatmak için yüzyıllar ötesine gidecek değilim...

O kadar çok vaktimiz yok...

Tarih kitabı da yazacak değilim...

Hep derim ya veya hep derler ya…

Biz ne geçmişten, ne de gelecekten sorumluyuz;

B,z yaşadığımız devre ve dönemden sorumluyuz...

Ancak…

Yaşadığımız dönemin gerçek anlamda hakkını verebilmek için en azından yakın geçmişimizi çok iyi bilmemiz ve anlamamız gerekir...

Geçmişi olmayanın, geçmişini bilmeyenin, hele hele anlamayanın, geleceği de olmaz, olamaz...

 

Yakın geçmişimizde birileriyle çetin bir hesabımız, tarihi sarsacak derecede büyük bir hesaplaşmamız vardı...

Barbar Batı ile olan hesap ve hesaplaşmamız...

Elbette bu hesaplaşma henüz bitmedi, bir yönüyle daha yeni yeni başlıyor...

İşte bu KİTAP ve bu KİTAPLAR, bu insanlık macerasını, sistemler ve medeniyetler çatışmasını, velhasıl hak ile bâtılın çarpışmasını anlatmaya çalışıyor...

 

Neydi Batı ile olan hesaplaşmamız ve çatışmamız?..

 

Kısaca özetleyelim...

 

Kıyasıya bir savaştı bu, Haç'la Hilâl'in, Batı'yla Doğu'nun, îman'la inkâr'ın savaşı...

Hisarlar, kaleler, ülkeler, bölgeler; Balkanlar, Kafkaslar, Yemen ellerine kadar bütün Arap Yarımadası, Kuzey Afrika; komşular, kardeşler, kadın-erkek, genç-ihtiyar, Müslüman-kâfir bütün insanlar...

Düşüyorlardı birer birer...

Dostlar düşmanlara karıştı, ümmet millete bulaştı, Batı hayranları mağlubiyete alıştı...

 

Nihayet Anadolu'da sıkışıp kalmış bir milletin yeniden uyanışı ve İstiklâl Savaşı...

Yangın alevleri arasında doğan genç bir devlet...

Çetin bir imtihandan ve savaştan yüz akıyla çıkmıştık ama...

Barbar Batı'nın silahlı saldırısını son kalemiz olan Anadolu'da püskürtmüştük ama...

Batılılaşma sevdasından, geleceğimizi karartmakta olan karanlık ve kâfir Batı Medeniyeti'ni körü körüne taklit etme karasevdasından kurtulamamıştık...

 

Avrupa ve Barbar Batı da vazgeçmemişti avından...

 

Avrupa'nın bu başarıları karşısında, içimizdeki beyinsizler, sözde aydınlar, tek tek  yıkılan değerler ve devrilen kaleler karşısında sevinç çığlıkları atıyorlardı...

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YIKILAN HİSARLAR

VE

DEVRİLEN KALELER

 

Neydi yıkılan hisarlar ve devrilen kaleler?..

 

Bir Batılıdan, Arnold Toynbee'den aktaralım:

 

"Türkler yalnızca anayasalarını değiştirmekle kalmadılar (bu oldukça basit bir iş sayılabilir) fakat İslâm inancının koruyucusu durumunda olan Halife'yi ve müessesesini, tekkeleri, medreseleri, kadınların yüzünden, ifade ettiği bütün şeylerle birlikte örtüyü kaldırdılar…

İslâm'ın temel direklerinden olan, kişinin alnını yere koyarak kıldığı namazı, kılan insan için imkânsızlaştıran şapkaları giymek zorunluluğunu getirerek erkekleri inanmayanlarla aynı seviyeye getirdiler…

İsviçre Medeni Hukuku'nu kelimesi kelimesine Türkçeye çevirip, İtalyan Ceza Hukuku'ndan alıntılar yaparak şeriatı kaldırdılar ve Meclis'in oylarıyla yasallaştırdılar…

Osmanlı edebi mirasının büyük bir kısmını yok saymak pahasına Arap harflerini Latin alfabesiyle değiştirdiler...

Türkiye'deki bu devrimlerin en cüretkar ve en önemli değişikliği, Türk halkının önüne yeni bir sosyal ideal yerleştirilmesidir..."

(Medeniyet Yargılanıyor, s.188).

 

 

Tarihin kaydettiği en büyük intiharlardan biri yaşanıyordu...

Batı barbarlığı ve tehtidinin kurbanı olan Türkler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı...

Şanlı ve bir o kadar da zengin bir maziyi ve değerlerini topyekün inkâr ediyor, reddediyorlardı...

Bizi maziye bağlayan bütün köprüler tek tek yıkılıyordu...

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AKLISELİM SAHİBİ BİR

MÜNEVVERİN FERYADI

 

Bu intihar karşısında Cemil Meriç feryad etmektedir:

 

"Düşmanın teslim alamadığı tek kale kalmıştı: Hafıza, yani dil...

Bugünü düne bağlayan köprü uçurulmadıkça tarihten koparılamazdık...

 

Balkan Harbi, Trablusgarp, Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı...

Vatan coğrafyası bu müselsel felaketler yüzünden küçülürken, aydın sayısı da azalır...

Öyle ki İstiklal Savaşı'nın muzaffer başkumandanı harfleri değiştirmeye kalkışınca bir avuç entellektüelin alkışlarıyla teşci' edilir...

Arap harflerini müdafaaya yeltenen bir tek hoca çıkar: Yahudi Avram Galanti...

Harf devrimi, kütüphaneleri tuğla yığınına çevirir...

İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur...

 

Otuz-kırk yıl önceki münakaşaları hatırlar mısınız?..

Yok edilmesi gereken düşman: Osmanlıca...

Saldıranlar küstah, savunanlar tabansız...

Birincilerin dudağında tılsımlı bir kelime: İnkılab...

 Ve arkalarında Batı...

İkinciler de aynı mitoslara esir...

Ama ayaklarında, çöken bir medeniyetin zincirleri…

Yürüyemedikleri için koşanlara kızıyorlar...

 

Ummanı ırmağa bağlamak isteyen bu allameler, bin yıllık tarihimizden habersizdiler...

Bir medeniyet emr-i yevmilerle değiştirilemezdi...

Yığınlar küskün ve muzdarib, hisarlarına çekildiler...

Müstağrib, hem oyuncu hem seyirciydi artık. Halk okumuyordu..."

 

Hâlâ da okumuyor!..

 

"Dil'de inkılâb olmaz...

İhtiyar tarih, dünyanın hiç bir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır...

Toplum geliştikçe, dil de gelişir...

Osmanlıca diye bir dil yoktur...

Osmanlıca, Anadolu'ya yerleşen ve İslâmiyet’i benimseyen Türkler'in dilidir...

Yani, halis Türkçe'dir, Batı Türkçesi...

 

Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlardır: dillerini tahrip hürriyeti...

Tefekkür yasaklanmış, irfana sadakat vatan ihaneti sayılmıştır...

Zekâları felce uğratan bir devrimdir bu...

Zaman zaman halkçılık, milliyetçilik, ilericilik ve benzeri mefhumların arkasına saklanmıştır...

Bu çılgınlığı solun cılız omuzlarına yüklemek yanlış...

Suç hepimizin...

Hepimizin yani minnacık çıkarları uğruna bir avuç mirasyedinin kararlarına kafa tutmayan cebin ve iz'ansız bir intelijansiyanın..."

(Mağaradakiler, s. 28)

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NEDEN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ YOK?

 

Umran ve uygarlıklar…

Dünya düzenleri ve dayandıkları sistemler…

İki dünya görüşüne göre oluşur:

 

1.  Hakkı Üstün Tutan Dünya Görüşü;

2.  Kuvveti Üstün Tutan Dünya Görüşü.

 

Çağımızda Batı Medeniyeti ve onun dayandığı görüş, bütün dünyaya hâkim...

Kuvveti Üstün Tutan Dünya Görüşü ile şekillenen Batı Medeniyeti'nin dayandığı 'kapitalizm' ve 'sosyalizm'e karşı;

Hakkı Üstün Tutan Dünya Görüşü'ne dayanan sistem ve düzenlerin düşünülmesi ve alternatif olarak günümüz dünya şartlarına göre yeniden ileri sürülmesi gerekir...

Gerekli olan ve mutlaka yapılması zaruret hâlini alan bu görevi kim veya kimler yapacaktır?..

Birilerinin bu görevi yerine getirmesi gerek...

Ama bu birilerinin öncelikle bir dünya görüşlerinin olması gerekiyor...

 

Oysa yıllardır bizim bir dünya görüşümüz yoktu!

Cemil Meriç,

"Neden bir dünya görüşümüz yok?"

diye soruyor ve devam ediyor:

 

"Avrupa'nın aşağı yukarı aynı manaya gelen üç kelimesi:

Felsefe, ideoloji, dünya görüşü (weltanschaung)...

Felsefe, ihtiyar ve aşınmış: fazla Yunan, fazla ortaçağ, fazla onsekizinci asır...

Onun yerini tutsun diye uydurulan ideoloji, insan ilimlerinin bütününü kucaklayacaktı, sosyal sınıfların yarı hakikatlerini sergileyen bir lafız oldu...

Weltanschaung/ Dünya Görüşü, Batı dillerine Almancanın armağanı...

Bakir ve müphem...

Tuttu, çünkü esnek...

Hem bir nazariye, hem bir aksiyon...

Bir yerde ortak şuur, bir yerde yaşayış tarzı….

 

Kısaca: Bir medeniyet topluluğunun, bir milletin veya sosyal bir sınıfın hayat tecrübesini özetleyen insicamlı bütün...

Yazar da, filozof da bu kaynaktan esinlenir...

Dünya görüşü, bir çağın veya çağların ürünü, -bir sınıfın veya sınıfların-, düşünceleri besleyen ana toprak...

Her mimar o büyük abideye bir kat, bir sütun veya bir kabartma ekler. Felsefeler ferdîdir, dünya görüşleri içtimâî...

 

Batı insanının şuuruna yön veren düşünceleri üç başlık etrafında toplayabiliriz:

1. Hıristiyan Dünya Görüşü,

2. Burjuva Dünya Görüşü,

3. Sosyalist Dünya Görüşü."

 

Ya da tek başlık altında toplarsak:

Kuvveti Üstün Tutan Dünya Görüşü.

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAĞARADAKİLERİN DÜNYA GÖRÜŞÜ

 

Bize gelince, ya bizim dünya görüşümüz, mağaradakilerin dünya görüşü neydi?

 

"Ondokuzuncu asra kadar, Osmanlı ülkesinde bir ortak şuur vardı: İslâmiyet...

Vahye dayanan bir hakikatler bütünü...

O cihanşümul dinin izahı, yorumu ve yayılması için binlerce düşünce ve duygu adamı ömrünü harcamıştı...

Bütün bir içtimâî nizamın temeliydi İslâmiyet...

Sosyal bir sınıfın veya bir kavmin değil, ümmetin inançlarını dile getiriyordu...

Ayıran değil, birleştirendi...

İnananlar kardeştiler...

İnananlar, yani insanların hepsi...

Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek dünya...

Yunus'un mısralarını kanatlandıran imanla, Mesnevi'deki pırıltılar aynı ezelî nûrdan...

İslâmiyet Süleymaniye'de kubbe, Itrî'de nağme, Bâkî'de şiir...

 

Medeniyetler de ihtiyarlar...

Nassların cihanşumül seyyaliyeti kalıplaşır zamanla...

Kocayan şuur ezelî hakikatin yüzeyinde bocalar...

İslâm'ın dünya görüşü yekpareliğini kaybeder...

Avrupa'nın maddi fetihleri, çöküş devrinin ulemasını afallatır...

İslâm'ın inkirazı, hikmetine akıl erdiremedikleri bir gazab-ı ilâhîdir...

Susar ve sahneden çekilirler...

Yerlerini Avrupa'nın imal ettiği yeni bir insan tipi alır: müstağrib...

Hem suda hem karada yaşayan bu hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden...

Artık ne Asyalı, ne Avrupalıdır... Ne Müslüman, ne Hıristiyan...

Tek kitabın yerine binlerce kitap, tek hakikatin yerine binlerce yarı hakikat geçer...

 

Yıkılan bir dünyanın harabeleri arasında ilelebet yaşanamaz ki...

Her toplumun belli bir değerler bütününe ihtiyacı var...

İrfanından kopan, ana dilini bile unutan müstağripler kafilesi kime, neye bağlanacak?..

Sosyal bir sınıf da değildir, sosyal bir sınıfın temsilcisi de...

Hakikat tek, hatâ sonsuz...

Müstağrip ne yeni bir dünya görüşü kurabilir, ne de batının cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında seçim yapacak güçtedir...

Seçmek için, anlamak lazım...

Anlamak için, karşılaştırmak...

Mukayese, irfana dayanır...

 

Batının sosyal ve politik tarihi bilinmeden ideolojileri kavranabilir mi?..

İdeoloji bir bütündür...

Belli bir dünyanın sorunlarını çözmek için hazırlanmış bir bütün.

 

Kaldı ki, müstağripler bu ideoloji enkazını nasslaştırırken Batı'da yeni yeni çelişkiler beliriyordu...

İdeoloji, iktisadi alt yapının ifadesidir...

Sosyal bir sınıfın çıkarlarını dünyaca geçerli bir hakikat diye sunar...

Oysa müstağrib Avrupa fikriyatını bir ilmihal gibi ezberlemeye kalkar...

Bütünü kucaklayamaz, kucaklayamazdı da...

Müstağripler l960'lara kadar aynı yalanları çeşitli üsluplarla tekrarlayan bir topluluk...

Aydın, efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak uşak...

 

 

60'LARDAN SONRA

 

Batılaşmak, Batı irfanı ile kaynaşmaksa, batılaşmıştık...

Batı medeniyeti liberalizme dayanıyordu, liberalizm sanayileşen Avrupa'nın, başka bir deyişle burjuvazinin dünya görüşüydü...

Bizde ne sanayi vardı, ne burjuvazi. Avrupa'nın "batılaşınız" teklifi tek anlam taşıyordu: "kapitalizme teslim olunuz"…

Bürokratlarımız batılaşmaktan çok, batılaşmış görünmek istiyorlardı...

Avrupa’yı tanımıyorduk ama kendimizi de unutmuştuk...

Korkuyorduk düşünceden...

Zirvelerde dolaşmamız yasaktı...

Batı'yı batı yapan düşünce fatihlerinin yalnız ismini biliyorduk...

Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti...

Tek parti, çelik bir korse giydirmişti şuura...

60'lardan sonra sedler yıkıldı, izm'ler bulanık bir sel gibi aktı ülkemize...

Tanzimat’tan beri susmaya alışan halk, sesini yükseltmeye başladı...

Yasak bölge kalmamıştı artık...

İslâmiyet de serbestti, sosyalizm de...

 

İslâmiyet serbestti ama müstağripler için bir abesler yığınıydı; din, gericilikti...

Şuurumuza vurulan o zinciri çoktan parçalamıştı Cumhuriyet...

İslâm olmak, çağın dışına çıkmaktı...

Eğitim de, basın da müstağriplerin elindeydi...

Gerçi halk imanından kopmamıştı... Sığ, soğuk, katılaşmış bir iman...

Ama müstağripler yüzde yüz batılıydılar ve batının değerlerine sadık kaldılar...

Yeni kuşaklara gelince...

Onlar bu sahte batıcılıktan tiksinmişlerdi...

Masallarla avutulamazlardı artık...

İkiye ayrıldılar: ülkelerinin mukaddeslerine sarılanlarla sosyalizme gönül verenler, Batı'nın kelimeleriyle: sağcılarla solcular...

 

İrfanımızı maziye bağlıyan köprüler yıkılmış...

İslâmiyet sisler içinde...

İhmalin, bilgisizliğin, bühtanın sisleri...

Kur'ân'ı, "asrın idrakine söyletmek" Akif'in rüyasıydı...

Müslüman gençlik de aynı emel peşindedir...

Yaşayan ve yaşayacak olan bir dünya görüşü...

Ama bunu çağdaş insana kabul ettirmek kolay mı?.."

 (Mağaradakiler; 21,... 34)

 

Kolay değil, zor...

Hem de çok zor...

Bu zor olanı yapmaya veya başarmaya kalkıştığımız andan itibaren, dost ve düşmanlardan, seviyeli ve seviyesiz, sözlü ve sessiz, nice tepkiler aldık…

Hâlen de almaya devam ediyoruz...

 

Sonuna kadar da almaya devam edeceğimizi çok iyi biliyoruz...

 

Ama mücadele ve mücahedeye sonuna kadar devam edeceğiz...

Dolayısıyla bu merhalede düşmanlara değil ama dostlara bir diyeceğimiz var...

Onları birlikte olmaya;

Bizi anlamaya veya en azından anlamaya çalışmaya dâvet ediyoruz...

 

 

AVRUPA VE BARBAR BATI'NIN GERÇEK YÜZÜ

 

"Bir din oldu sosyalizm...

Marx, bütün eserleri dilimize çevrilen ilk ve son batılı yazar...

Kanla mühürlenen bir batılaşma..

Okuyan gençlik düğüne gider gibi ölüme koştu, sosyalizm uğruna...

Bilmiyordu ki;

 

1) Hiç bir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılamaz.

2) İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.

3) Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiç bir sihirli formül, yani 'izm' yoktur.

4) Avrupa’yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise, bir yarı insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.

5) Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır. Haysiyet, şuur ve fedakârlık demek.

Şuur, hiç bir kiliseye bağlanmamak, her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa açmak demektir. Fedakârlık ise, inandığı değerler uğruna her çileyi göze almak, hatta ölümü bile. Saygıya layık insan kendi kafası ile düşünen ve düşüncesini haykırmaktan çekinmeyendir.

 

Marksizm de dışardan gelen bütün ideolojiler gibi bir felâket kaynağı olmuştur.

Çünkü, çocuklarımız hazırlıksızdılar.

Marksizmin de ideoloji olduğunu bilmiyorlardı.

İdeolojinin bir yarı hakikat, ilim kisvesine bürünmüş bir sınıf yalanı olduğunu anlayan var mıydı zaten?

Delikanlılar çarpıtılmış sloganları dünyaca geçerli hakikat sandılar...

 

Ama unutmayalım ki adına bunca cinayetler işlenen Marksizm, şuurlanmamıza da yardım etmiştir.

Evet, Türk insanı papağan batıcılıktan gerçek batıcılığa Marksizmin sayesinde geçebilmiştir. Descartes'in XVII. yüzyılda Avrupa'da başardığı düşünce devrimine benzeyen bir düşünce devrimi yaratmıştır bizde. Avrupa'nın yalancılığına, kapitalizmin sömürüsüne dikkatimizi çekmiştir.

Anlamıştır ki, batı düşüncesi dokunulmaz bir hakikatler bütünü değildir.

Her sınıfın, her milletin, her camianın kendini korumak için uydurduğu yalanlar var.

Batı'dan icazet almadıkça Batı'yı tenkid edemezdik.

Marksizm bize bu icazeti verdi.

Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve Avrupa büyüsünü bozdu..." (s.35,36)

 

Avrupa büyüsü bozulduktan sonra…

Barbar Batı'nın gerçek yüzünü görmeye ve yazmaya başlar...

Bir taraftan Avrupalıyı tanımış, diğer taraftan Avrupalının kendisini aşağılayıcı bir gözle bakan bakış açısını da keşfetmiştir...

Yeni bir başlangıç ve doğuşun muştusudur bu...

Ümitlerimizin seraba döndüğü bir anda yeniden uyanışın muştusu...

 

Okuyalım:

 

"Bütün Kur'ân'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslâm... Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın!..

Avrupa maddeciliğine rağmen Hıristiyandır; sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan...

Hıristiyan için tek düşman biziz: Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet...

Genç cüce müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfeder: ahde vefa, civanmertlik, merhamet...

Aşağıdan alır, hulûs çakar, yaltaklanır ve...

Nihayet alteder devi...

Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zafer...

Zavallı Türk aydını...

Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır...

Sonra unutur hazineleri olduğunu...

Düşmanın putlarını takdîs eder, hayranlıklarını benimser...

Dev, papağanlaşır..." (Umrandan Uygarlığa, s.9)

 

 

 

"De ki:

"Körle gören bir olur mu?

Düşünmüyor musunuz?"

(En'âm Sûresi, âyet 50)

 

"De ki:

"Körle gören,

yahut karanlıkla aydınlık bir olur mu?"

(Ra'd Sûresi, âyet 16)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"Hep karanlıklardan şikâyet edeceklerine

bir ışık da onlar yaksınlar..."

KONFÜÇYÜS (M.Ö. 551?-479?)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BALKAN GÜNLÜĞÜ

 

 

REŞAD NURİ EROL

 

 

BALKAN AYDINLARI İLE BEŞ GÜN

 

 

"Komünizm Sonrasında İslâm İnancının Arnavut Toplumu Üzerindeki Rölü / Rolin e Besimit Mysliman Ne Shoqerine Shqiptare Pas Komuniste" konulu 'uluslararası seminer'e katılmak amacıyla gittiğim Arnavutluk'ta, çeşitli Balkan ülkeleri ve bölgelerini temsil eden aydınlarla beş gün birlikte olduk...

Her gün ve her an; b

bölgedeki problemlerimizi ve İslâm Âlemi'nin genel durumunu görüştük...

Takdim edilen tebliğler çerçevesinde, meselelerimizi enine-boyuna tartıştık...

Bu konferansın, Komünizm zulmünden kurtulduktan sonra Arnautluk'ta yapılan ilk en faydalı ve etkili toplantı olduğu kanaatindeyim...

Zaten bunun böyle olduğu Seminer süresince sık sık konuşmacılar tarafından da dile getirildi...

 

Arnavutluk'ta komünizm rejimi son bulur bulmaz, 1991 yılı sonunda iki öğretim üyesi arkadaşım Raşit KÜÇÜK ve Davut DURSUN ile birlikte, kara yolundan ve şiddetli kış şartlarında bu ülkeye ilk ziyaretimizi yapmıştık...

Daha sonra 1992-1994 yılları arasında, Türkiye ve diğer İslâm ülkelerinden mühendis, ilim ve iş adamı arkadaşlarımla müteaddit ziyaretler yapma imkânı buldum...

Önceleri…

Sınırlarda zorluklara katlanarak sadece karayolu…

Sonra…

Atina ve Roma üzerinden havayolu…

Şimdi de…

Haftada üç gün İstanbul-Tiran-İstanbul seferi yapan Adriya Havayolları ile kolaylıkla gitmek mümkün Arnavutluk’a...

Bu ziyaretlerimizde, başta Cumhurbaşkanı Salih BERİŞA, Arnavutluk Diyanet İşleri Başkanı Hafız Sabri KOÇİ, bazı bakan ve üst düzey bürokratlar olmak üzere yetkililer ve halk ile yakın temaslarım oldu..

Son olarak 1994 yılı sonunda, 9-12 Aralık arasında dört gün süren yukarıda sözünü ettiğim uluslararası seminere katılmak amacıyla, Adriyatik Denizi sahilindeki bu güzel ülkeye gittim...

Seminer, Arnavutluk'un güzel sahil şehri ve eski Osmanlı Sancağı Draç (Durrés) şehrinin deniz sahilindeki bir otelinde gerçekleşti...

Bu seferki yol arkadaşım, Türkiye'yi temsilen seminere birlikte katıldığımız, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi, Arnavutça dahil sekiz dil bilen değerli insan Prof.Dr. Nazif HOCA oldu...

Arnavutluk'taki kardeşlerimizin ifade ettiği şekilde söylersek, özellikle 'Büyük Kardeş Türkiye'den gerçekleşen katılım, Arnavut Aydınlar üzerinde manevi moral kaynağı oldu...

 

Adriyatik Denizi denince, bir ara eski başbakanımızdan -şimdiki cumhurbaşkanımızdan- en sade vatandaşımıza kadar, dilimizden düşmeyen o meşhur cümle sık sık aklıma geldi: "Adriyatik'ten Çin'e Büyük Türk Dünyası"...

Sabahları seminer öncesi Adriyatik sahilinde uzun yürüyüşler yaparken, 'geçmiş-hâl-istikbâl' bağlamında düşündüm durdum...

Biz, son zamanlarda bu cümleyi ve muhtevasındaki ideali unutur gibi olduk...

Ama düşmanlarımız unutmadı...

Zaten yeni başbakanımız da, bu cümleden dolayı önce Moskova ziyaretinde 'Slavizm' önderi Ruslar'dan adeta özür diledi!..

Sonra İsrail ziyareti esnasında 'Siyonizm' ideali etrafında birleşen Yahudiler'e 'Arz-ı Mev'ûd / Vâdedilmiş Topraklar'ı -ilk defa bir Türk Başbakanı olarak- vâdetme gafletinde bulunmakta hiçbir mahzur görmedi!..

 

Hâlbuki…

Slavizm'in maşası Sırplarla Siyonistler, Balkanlar'daki Müslümanları yok etme konusunda son yıllarda gizli-açık büyük bir ittifak ve işbirliği içindeler...

Bosna trajedisi, sözde hümanist Avrupa'nın göbeğinde bütün vahşeti ile devam ediyor...

Ruslar, Balkanlar'daki Bosna'dan sonra Kafkaslar'ın merkezindeki Çeçenistan'da da Müslümanlara karşı yeni bir cephe daha açtılar...

Bizim liderlerin ihanet derecesine varan gafletleri devam ededursun…

Batı dünyasının desteğindeki Slavizm ve Siyonizm adım adım hedeflerine doğru ilerlemeye devam ediyor...

Türkiye ve Türkleri 'Büyük Kardeş' olarak gören, 'Küçük Kardeş Arnavutluk ve Balkanlar'daki Arnavutlar' da çeşitli boyutlarda bu saldırılardan ve mezalimden paylarına düşeni alıyorlar...

Kosova'daki saldırılar, 1981 yılından beri şiddetini ve vahşetini arttırarak sürüyor...

 

Türkler ve Arnavutlar'ın kaderi birbirine benzediği kadar, aynı zamanda birbirine de çok bağlı ve bağımlı...

Batı dünyasının temsilcisi bütün bölge ülkeleri onlara düşmanken;

Onların bu bölgede yani Balkanlar'da birbirlerinden başka dostu yok...

Osmanlı Devleti, önce parçalandı; sonra yıkılıp yok edildi...

Arnavutlar da bugün ARNAVUTLUK – KOSOVA - MAKEDONYA olarak üç parçaya ayrılmış durumda...

En azından Yunanistan kadar 'on milyonluk' güçlü bir millet ve devlet olabilecek olan genel olarak Balkanlar'daki Arnavutlar ve özel olarak da üçbuçuk milyonluk Arnavutluk, bu parçalanma sebebiyle kendilerini çepeçevre saran düşmanlarının insafına terkedilmiş durumdalar...

Burada bir izlenim ve mukayesemi nakletmeden geçemeyeceğim:

Balkanlar, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya'daki bütün eski demirperde ülkelerini dolaştım; Arnavutluk kadar fakir ve perişan bir ülke görmedim...

Son üç yıldır da Arnavutluk'ta fazla bir değişiklik yok...

Arnavutlar, yavaş yavaş yok ediliyorlar...

Bunun en canlı örneği, halkının yüzde doksanbeşi Müslüman olan iki milyonluk Kosova'da yıllardır yaşanıyor...

On milyonluk Müslüman Arnavut nüfusun yarısı da zaten Türkiye ve Amerika'dan, Avustralya ve Yeni Zelanda'ya kadar, dünyanın her tarafına hicret etmiş durumda...

Özellikle Sırplar'ın şahsında, Müslümanlara karşı vahşi Batı saldırıları acımasızca sürüyor...

Balkanlar'da Boşnaklar ve Arnavutlar bittikten sonra, sıra Türkiye ve Türkler'e gelecektir...

'YENİ DÜNYA DÜZENİ' çerçevesinde organize edilen Türkiye'nin etrafındaki Slavizm-Helenizm ve Siyonizm-Ermenilik-PKK çemberi gün geçtikçe daralmaktadır...

Dış halkalar yani kaleler yok edildikten sonra, sıra son ve merkezi halka ve kale olan Türkiye'ye gelecektir...

 

'Yeni Dünya Düzeni' Balkanlar'da böylesine trajik planlama ve uygulamalar içindeyken, elbette Müslümanlar da boş durmuyor...

Umut verici gelişmeler oluyor...

Yöneticiler büyük bir gaflet uykusu içinde olsalar da;

Müslüman halk her yerde büyük bir uyanış ve gayret içinde...

Materyalizm ve modernizmin hükümran olduğu günümüz dünyasında, îman ve inancın neler yapabileceğini, seminer için Arnavutluk'ta bulunduğum beş gün boyunca bizzat yaşadım...

Yaşadıkça da…

Artık unutmak üzere olduğumuz o bir ara çok meşhur olan "Adriyatik'ten Çin'e kadar..." cümlesini, anlamını ve coğrafi sınırlarını genişleterek tekrar hatırladım…

Şöyle ki:

"Malezya'dan Amerika'ya kadar Büyük İslâm Dünyası".

Neden Malezya?

Neden Amerika?

Neden Malezya'dan Amerika'ya kadar?

Söz konusu seminer, Avrupa, Asya, Afrika'daki Müslüman kardeşlerimizin destek ve katkısı ile değil;

Asya'nın tâ öbür ucunda ve en doğusundaki Malezyalı kardeşlerimizin desteği ile gerçekleşti:

Malezya'dan bir enstitü, bir akademi, bir dernek;

Malezya İslâmî Bilimler Akademisi,

Malezya Siyasi Araştırmalar Enstitüsü,

Malezya-Arnavut Kardeşlik Derneği…

Bu kuruluşları, Malezyalı kardeşlerimiz Prof. Dr Osman BAKAR, Dato' Kameruddin CAFER ve Mohd Asri ABDUL temsil ettiler...

Organizasyonu, bir yıl kadar önce Arnavutluk'ta kurduğumuz "İslâm Kültürü - Arnavut Aydınları Derneği" gerçekleştirdi...

Dernek, böylece bu alanda Arnavutluk'taki ilk büyük etkinliği organize etmiş oldu...

ABD ve Kanada Arnavut Müslümanlarını temsilen, ABD'deki on caminin kurucusu olan Hacı İmam İsa HOCA katıldı...

Malezya ve Amerika'dan başka, Türkiye, İtalya, Makedonya, Bulgaristan ve birçok Arap ülkesindeki kardeşlerimiz seminere katılmış oldular...

Sırplar'ın malum engellemeleri sebebiyle, Kosova, Karadağ, Sancak ve Bosnalı kardeşlerimiz, bütün beklemelerimize rağmen gelemediler...

Kosova ve Sancak kökenli olmam sebebiyle; seminerde bu iki bölgeyi de temsil etmek durumunda kaldım...

 

Evet…

Güneş önce en doğudaki Malezya'da doğup sonra batması gereken en uç nokta olan Batı'da nasıl batıyorsa;

'Yeni İslâm Güneşi' de, tâ en doğudaki Malezyalı kardeşlerimizin gayret ve katkısıyla doğuyor ve ışıkları Arnavutluk'taki kardeşlerinin yani 'Arnavut Aydınları'nın aydınlanmasına vesile oluyor...

Batı ise, 'hümanizm' başta olmak üzere bütün 'izm'leri ile Arnavutluk'un hemen yakınındaki Bosna'da “Bosna Katliamları” sebebiyle batmaya devam ediyor...

 

Burada sözünü ettiğim basit bir coğrafya benzetmesi değildir...

Ne demek istediğimi, René Guénon'un "Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri" kitabındaki sözleri ile açıklayıp bağlamak istiyorum:

"Bunu modernlerin anladığı anlamdan çok daha farklı bir şekilde anlamak gerekir, çünkü bir de simgesel coğrafya vardır. Bu bağlamda, gerçekten Batı'nın bugünkü üstünlüğüyle insanlık çevriminin sonu arasında çok anlamlı bir uyum gözükmektedir; çünkü Batı güneşin tam battığı noktadır, yani güneşin günlük seyrinin sonunda ulaştığı en son uç noktadır..."(s.15)

 

Meşhur atasözümüz der ki;

"Eceli gelen köpek cami duvarına pisler".

Batmak üzere olan Batı, cami duvarına pislemiyor, Müslümanların mabetlerini yerle bir ediyor ama asıl vahşeti o mabetlerde ibadet eden insanlara 'çocuk-yaşlı-kadın' ayırımı yapmaksızın uyguluyor...

500 yıl önce Avrupa'nın Batısı Endülüs'te yaptığı gibi;

Çağımızda da Balkanlar'da katliamlarını sürdürüyor...

Arnavutluk'ta 1600 cami yıkan Batı Medeniyeti ve sosyalist sistemi, son saldırılarda Sırplar eliyle Bosna'da 700 cami yıktı…

Yüzbinlerce insanı da sadece 'Müslüman' oldukları için yok etti...

Hâlen de Türkiye'nin dışındaki kuzey-batı (Kafkasya ve Balkanlar) ve güney-doğu (Orta Doğu ve Güneydoğu Türkiye) bölgelerinde bu katliamlarını sürdürüyor...

 

Balkanlar topyekün İkinci Endülüs olmadan

ve sıra Türkiye'ye gelmeden, uyanalım artık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BALKAN GÜNLÜĞÜ

 

 

REŞAD NURİ EROL

 

 

'ŞARK MESELESİ' VE TÜRKİYE

 

 

BATI dünyasının Türk Milleti'ne düşmanlığı dört temel esas ve sebebe dayanmaktadır:

1. Türk olmak,

2. Müslüman olmak,

3. Anadolu ve Boğazlar'a sahip olmak,

4. Osmanlıların vârisi olmak.

 

Batılılar, -onların kendi ifade ettikleri şekilde söylersek- genelde 'fundamentalist Müslümanlar'dan, özelde 'Barbar Türklerden asırlardır çok çektiler...

Artık özellikle bu barbar kavimden yani Türkler'den tamamen kurtulmak zamanının geldiğine inanmaktadırlar ve 'Şark Meselesi' dedikleri bu konuyu artık kökünden halletmek istemektedirler...

'Büyük Osmanlı Devleti' yıkıldığı gibi;

Yeni 'Türkiye Cumhuriyeti' de, devleti ve milleti ile yıkılıp yok edilmelidir!..

 

Batılılar, -yine onların ifadeleriyle söylersek- 'Saldırgan İslâm Orduları'ndan da çok çektiler...

O halde Batı dünyası için en büyük 'yeşil tehlike' olan bu 'potansiyel güç ve uyuyan dev' İslâm Âlemi ya bertaraf edilmeli ya da en azından pasifize edilmelidir...

BM, AGİK, AT veya AB, NATO, İMF gibi bütün batılı kurumlar ve diğer araçlar bunun gerçekleştirilmesi amacıyla, gizli veya aşikâre, her zaman emre amade olmalıdır…

Nitekim olmaktadır da...

 

'Yeni Dünya Düzeni' yeniden yapılanması, işte Batı dünyasının bu en büyük düşmanının bertaraf edilmesi için dizayn edilmiştir ve bugün de Müslümanların yaşadığı bütün bölgelerde acımasızca uygulanmaktadır...

Artık Batı'nın ana hedefi, genelde İslâm âlemi, özelde Türkiye'dir...

Çünkü İslâm âleminin en güçlü ülkesi, yakın geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye'dir...

Batı dünyasına göre, 'Şark Meselesi'ni temelinden halletmek amacıyla, sonunda Türkiye'yi mutlaka ortadan kaldırmak ve İslâm âleminin orta direğini çökertmek gerekmektedir...

Neden Türkiye?..

Kısaca açıklayalım...

 

Anadolu ve Boğazlar'a sahip olan ülke ve millet, tarihin her döneminde 'süper güç' olarak bütün dünyada söz sahibi olmuştur...

Balkanlar - Kafkaslar - Orta Doğu'nun, ya da daha geniş boyutları ile Avrupa - Asya - Afrika kıtalarının birleştiği dünyanın adeta merkezi konumundaki bu bölgeye sahip olan devlet; bu stratejik konumu sebebiyle daima en güçlü devletlerden biri olmuştur...

Osmanlı, Selçuklu, Bizans, Roma ve Anadolu'daki diğer medeniyetlerin varlığı, bu tarihi gerçeğin delilidir...

Güçlü ve zengin olanın, düşmanı da çoktur...

Her nimetin külfeti de vardır...

Son yıllarda bu bölgedeki en büyük İslâm ülkeleri olan İran, Irak ve Mısır'ın güçleri, çeşitli çatışma, savaş ve oyunlarla zayıflatıldı…

Şimdi sıra bölgenin ve İslâm Âlemi'nin en güçlü ülkesi Türkiye'de...

Batı dünyasının nihai plan ve hedeflerine göre ise;

Türkiye'yi sadece zayıflatmak yetmez…

Boğazlar ve Anadolu mutlaka Müslüman Türklerden kurtarılmalıdır!..

 

Osmanlılar, İslâm Âlemi'nin son büyük temsilcisidir ve altı asır boyunca Avrupa devletlerine -onların anlayışına göre- kan kusturmuştur...

Bir ara Viyana kapılarına kadar dayanarak, bütün Avrupa'yı fethedilme korkusu ile titretmiştir...

Asırlarca doğuya doğru sürdürülen 'Haçlı Seferleri'nin ana hedefi, öncelikli olarak Anadolu Müslümanları olmuştur...

Bugünkü Türkiye Devleti, işte o Osmanlıların biricik tabii varisidir; son bir 'Haçlı Seferi' ile devlet ve millet olarak mutlaka yok edilmelidir...

Yok edilemeyen Türkler ise, geldikleri yer olan Orta Asya'ya sürülmelidir!..

Bunun gerçekleştirilmesi için Batı dünyasının kullanacağı çağdaş araçlar veya faktörler şunlardır:

Türkiye'nin batısında Slavizm ve Helenizm

Doğusunda Siyonizm ve Ermenilik (+PKK)

 

Batı dünyası, Slavizm / Slav Birliği ve Slavların en büyük milleti Rusları kullanarak Büyük Osmanlı Devleti'ni yıkmıştı...

Rus önderliği ve desteğindeki Balkan ülkeleri ayaklanmış, sonra sözlük anlamıyla Yugo (Doğu) + Slav = Yugoslavya adını alacak olan bugünkü Sırbistan ve Karadağ, Bosna - Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya…

Yine Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk ismiyle Osmanlı Devleti'nden ayrılarak Batı dünyasının ve sisteminin güdümüne girmişti...

Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaları başlattığı ilk günden bugüne kadar Slavizm'in ana hedefi şu sözlerde özetlenmiştir:

"Od Yadran'a do İran'a neçe biti Muslimana /

Adriyatik'ten İran'a kadar tek bir Müslüman kalmayacaktır!.."

Bosna'da başlatılan katliamların nihai hedefi İran sınırına kadar uzanmaktadır...

Batı dünyası, gücü yeterse İran sınırına kadar ve gerekirse İran’da da, Bosna benzeri katliamları yapmaktan çekinmeyecektir...

Aynen Afganistan’da olduğu gibi…

 

Batı dünyası, Helenizm ve Megola İdea (Büyük İdeal) hayallerini pompalayarak Yunanlılara İstanbul ve İzmir'i vaat etmiş, 'Bizans İmparatorluğu'nu ihya etme rüyaları ile Osmanlılara saldırtmıştı...

Günümüzde de Yunanistan'ın bu hayalleri devam ediyor ki, her vesile ve fırsatta bu saldırılarını sürdürüyor...

20. yüzyılın başında İzmir ve Ege Bölgesi'nde başlayan saldırılar, bugün de Kıbrıs, Kıta Sahanlığı, Ege Krizi, Adalar, Batı Trakya vs. meseleleri ile sürdürülmektedir...

Batı'nın iflâh olmaz 'şımarık çocuğu' Yunanistan, hiçbir şekilde bu alışkanlıklarından vazgeçecek gibi görünmemektedir...

Peki, ya bu şımarık çocuğun sinsi babası çağdaş Batı dünyası hakkında bu noktada ne düşünüyorsunuz?..

Ben diyorum ki:

Osmanlı Devleti'ni yıktıktan sonra, 20. yüzyılın başında yedi düveli ile Anadolu'ya saldıran Batı dünyası, 21. yüzyılda niye Türkiye'ye saldırmasın ki?!.

 

Batı dünyası, üç kıtaya hükmeden 'Büyük Osmanlı Devleti'ni yıkmak amacıyla Siyonizm ve Yahudiler ile de işbirliği yapmıştır; bugün de karşılıklı menfaatlerden dolayı bu işbirliği devam etmektedir...

Siyonizm, 'Büyük İsrail' idealine giden yolda, önce en büyük engel olarak gördüğü II. Abdülhamid'i tahttan düşürdü…

Ardından I. Dünya Savaşı sonucunda Batı dünyası ile birlikte Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına değişik katkılarda bulundu ve sebebiyet verdi…

Son merhalede ise hemen II. Dünya Savaşı sonrasında ve Batı dünyasının desteğinde İsrail devletini kurdu...

Şimdiki merhalede nihai hedefi 'Büyük İsrail'dir...

Nitekim Büyük Yahudi Bayramı münasebetiyle birkaç yıl önce Başbakan Şamir, 'Büyük İsrail' projesinin sınırlarını şu sözlerle açıklıyordu: "Bir taraftan Nil'in ötesinden Basra'ya ve Tevrat'ın yeryüzü cenneti olarak işaret ettiği Toroslar'ın ötesindeki Çukurova ve Harran'a kadar İsrail mutlaka hâkim olacaktır!.."

 

Batı dünyası, Ermeniler'e de Doğu Anadolu'yu vaat ederek ve bunu gerçekleştirmeleri için de onları destekleyerek Osmanlılara karşı ayaklandırmıştı...

20. yüzyılın başında başlayan Batı güdümlü vahşi katliamlar, bugün de PKK aracılığı ile 'çocuk-kadın-yaşlı' ayırımı yapılmaksızın sürdürülüyor...

'Büyük Ermenistan' hayallerine kapılan bu millet, Batı dünyasından aldığı güçle Azerbaycan, Karabağ ve Doğu Anadolu'daki katliamlarını devam ettiriyor...

Her an Gürcüler ve Gürcistan da bu katliamlar kervanına katılır ve katkıda bulunabilir. Çünkü yedek güç olarak bekletilmektedir. Gürcistan, bu amaçla önce bağımsızlığına kavuşturuldu, şimdi de güçlendirilmeye çalışılıyor...

 

Kısaca özetlersek…

'Şark Meselesi'nin kalbi ve çağımızdaki can damarı 'Türkiye' açısından ele aldığımızda, yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere şöyle halledilmesi planlanmaktadır:

Batı dünyası, Büyük Osmanlı Devleti'nden sonra Türkiye Devleti'ni de yıkmak için sinsice çalışmaktadır...

Müslüman Türkleri topyekün yok etmek veya Anadolu ve Boğazlar'dan Orta Asya'ya uzaklaştırmak amacıyla, kuzey-batı ekseninde 'Slavizm ve Helenizm', güney-doğu ekseninde ise 'Siyonizm ve Ermenilik faktörlerinden (ve onların günümüzdeki maşası PKK'dan) yararlanmaktadır...

 

Türkiye'nin çevresinde cereyan eden ve gelişen, bu gelişmeler sebebiyle her gün yeni bir boyut kazanan olaylara bir de bu gözle ve bu açıdan bakmak gerekmektedir...

'Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'daki gelişmeler öyle gösteriyor ki, 'Türkiye'nin etrafındaki çember gittikçe daralmaktadır...

Geç kalmadan ve sıra Türkiye'ye gelmeden uyanalım; bu bölgelerdeki kardeşlerimize olanca gücümüzle yardım edelim...

Çünkü onlar sadece kendilerini değil, bizleri de müdafa ediyorlar...

 

 

 

 

 

TÜRKİYE'Yİ YUTMAK İÇİN KURULAN 'ŞEYTAN ÜÇGENİ':

BALKANLAR - KAFKASLAR - ORTADOĞU

 

"Medeniyyet!" size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Mehmed Akif ERSOY

 

Osmanlı Devleti'ni parçalayıp yıktıktan sonra, planlarının birinci merhalesini tamamlayan -sözde medeni, uygar ve hümanist- 'Vahşi ve Barbar Batı'; şimdi Anadolu'nun etrafında kurduğu 'Şeytan Üçgeni' ile Türkiye'yi yutmaya ve yok etmeye hazırlanıyor

Bu hikâye bin yıl önce Anadolu'nun doğusunda başladı...

Müslüman Türkler ile o çağdaki Batılılar yani Bizanslılar, ilk defa büyük çapta 1071 yılında Malazgirt'te karşılaştılar ve çatıştılar...

Bizanslılar mağlup oldular...

Ama Batılılar hiçbir zaman bu mağlubiyeti hazmedip kabullenemediler...

Fırsat buldukça birleşip karşı saldırıya geçtiler...

Asırlarca süren 'Haçlı Seferleri' bu karşı saldırıların adeta simgesi ve sembolü hâline geldi...

Meseleye bir başka açıdan bakıldığında, aynı Haçlı Seferleri bugün de devam ediyor mu diye düşünüyor insan...

11. yüzyıldan 21. yüzyılın eşiğine geldiğimiz günümüze kadar yani 'Bin Yıldır' sürüp gelen bir kavga; Doğu - Batı çatışmasıdır söz konusu olan...

 

Bin yıldır Anadolu'da sürüp giden bu mücadele hâlâ bitmiş değil...

Bu gidişle kıyamete kadar da bitecek gibi görünmüyor...

Üç bölgenin yani Balkanlar - Kafkaslar - Ortadoğu'nun birleştiği;

Yine ilk çağlardan beri üç kıtadaki yani Asya - Avrupa - Afrika'daki insanların değişik kültür ve medeniyetleri ile buluştuğu stratejik konumundan dolayı;

'Anadolu' her zaman merkezî bir özelliğe sahip olmuştur...

Bugün de coğrafi ve stratejik açıdan bu konumundan hiçbir şey kaybetmemiştir...

En önemli özelliği ise, bin yıldan beri bu bölgeye Müslümanların hâkim olmasıdır...

Batı dünyası, işte bu duruma tahammül edememektedir...

Devrinin tek süper gücü olan 'Osmanlı Devleti' yıkılıp yok edildikten sonra;

Şimdi de sıra onun biricik vârisi ve şu anda da İslâm âleminin en güçlü ülkesi olan 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne gelmiştir...

Son yıllarda Anadolu ve Türkiye'nin içinde ve etrafında cereyan etmekte olan olayları ve gelişmeleri, bir de bu açıdan ele alıp düşünmek ve değerlendirmek gerekiyor...

Her üç bölgede de çok hızlı ve önemli gelişmeler yaşanıyor...

Türkiye'nin üç taraftan, hattâ Kıbrıs'ı da ilâve edersek dört taraftan, adeta altı oyuluyor...

Yıkılıp yok olması için yoğun bir hazırlık var...

 

Anlayan akıllar, gören gözler, düşünen kafalar, yıllardan beri bu gerçekleri biliyordu...

Artık…

Görmeyen kör gözlerin bile görebileceği, anlamayan akılların bile rahatlıkla anlayabileceği bir gelişme var gözlerimizin önünde:

Batı dünyasının merkezindeki 'Bosna Vahşeti ve Katliamı'…

Hem de canlı olarak cereyan ediyor...

Dünyada ilk defa bir milletin, adeta naklen ve canlı yayınla nasıl yok edilmekte olduğu, her günkü haberlerde gösteriliyor...

Üç yıldan beri hep beraber, sözde hümanist Batı dünyası ve onun sözde insani kuruluşları ile hep birlikte izliyoruz...

Bütün dünyanın basım ve yayım kurumları bu vahşeti göstermekten yorulmadı, bizler izlemekten ve düşünmekten yorulduk...

Batı dünyasının insafına kaldıysa, bu film ne zamana kadar sürer?..

Balkanlar'da bütün Müslümanlar yok oluncaya kadar!..

Aynen beşyüz yıl önce Batı Avrupa yani Endülüs / İspanya'da olduğu gibi...

 

Bu gerçeği artık kendileri de açıkça itiraf ediyorlar...

Avrupa ve Amerikalı bazı insaflı entelektüel aydınlar, taşımak zorunda oldukları sorumluluklarının, ilke ve ahlâk değerlerinin Bosna'da öldüğünü ilân ve itiraf ettiler...

'Balkanlar'da Barış için Amerikan ve Avrupa Eylem Konseyleri' adlı kuruluşun, Saraybosna kuşatmasının '1000'nci günü' nedeniyle İnternational Herald Tribune Gazetesi'ne verdiği 'Ölüm İlânı'na imza koyan aydınlar, Amerikan ve Avrupa siyaset sahnesinin önde gelen isimleriyle, edebiyatçı, düşünür ve eski diplomatlardan oluşuyor...

"Sorumluluğumuz, ilke ve ahlâk değerlerimiz Bosna'da öldü" diyen aydınlar, çelenk gönderilmemesi için de ricada bulundular; başsağlığı mesajlarının iletilmesi için de kuruluşa ait Amsterdam ve Washington'daki posta kutularının adreslerini vermişler...

 

Manevi ölümlerini ilan eden aydınlar arasında şu isimler bulunuyor:

İngiltere eski Başbakanı Margaret Thatcher,

Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Gischard d'Estaing,

Fransa insan haklarından sorumlu bakan Bernard Kouchner,

Fransız düşünür Bernard-Henry Levi,

Nazi avcısı Simon Wiesenthal,

Yazar Susan Sontag,

Bilimkurgu yazarı Carl Sagan,

ABD'li eski bakanlar George Shultz, Frank Carlucci, Richard Perle,

BM temsilcisi Prens Sadreddin Ağa Han vs.  

İlân ve isimlerin sonunda, başsağlığı mesajlarının gönderileceği Amerika ve Hollanda'daki adresler verilmiş;

American and European Action Councils for Peace in the Balkans ünvanı ve adresler...

 

Bu ve benzeri itiraflar, zaman zaman Batı dünyasında yapılıyor...

Bakanlar ve yüksek seviyeli bürokratlar, ülkelerinin Bosna politikasını protesto etmek için görevlerinden istifa ediyorlar...

Bu en son örneği ve gelişmeleri, ibret ve uyarı olmak üzere bizim Batı hayranı mukallitlerimize ithaf etmek amacıyla yazdım...

Asıl yıllardır içinde bulundukları gaflet -hatta hıyanet- uykusundan uyanması gerekenler, ONLAR...

 

Meseleyi, Batılıların meşhur deyimi ile 'Şark Meselesi'ni, son olaylar ve gelişmelerin ışığında biraz olsun anlayabildiysek, tekrar ana konumuza ve başlığımıza dönelim...

Yine meşhur 'Bermuda Şeytan Üçgeni' nasıl gemileri yutup yok ediyorsa;

'Şark Meselesi'nin en güçlü merkezî milleti Türkler ve onların son ülkesi Türkiye'yi yok edip yutmak için bir 'Şer Üçgeni' veya 'Şeytan Üçgeni' oluşturulmuş bulunuyor...

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif'in dediği gibi;

"Batı bizi önce parçalamak, sonra da yutmak istiyor."

Osmanlı parçalandı ve yutuldu. fiimdi sıra Türkiye'de...

Bir taraftan ülkenin içten parçalanması için çalışılıyor…

Diğer taraftan önce etrafında bir 'Kriz Üçgeni' oluşturuluyor ve Türkiye'nin bu üçgen içinde yapayalnız kalması hazırlığı yapılıyor…

En sonunda da çemberi iyice daraltmak ve Türkiye'yi tamamen yutmak için bir 'Şeytan Üçgeni' oluşturuluyor...

Plan merhale merhale uygulanıyor...

Bu gerçeği bazı Batılı yetkililer bile görüyor ve itiraf ediyorlar...

 

1994 Aralık ayında, Almanya'nın 'Der Spiegel' dergilerinden birinde "Kırgın Bekleyiş" ismiyle yayınlanan bir makalede, Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Hans Friedrich Von Poetz'in "Kafkaslar, balkanlar, Yakın Doğu kriz üçgeninde bulunan Türkiye'yi cezalandırmakla ülkenin yalnız kalma tehlikesine düşeceği" şeklindeki sözlerine yer verildi. Batı'nın hedefi de bu değil mi; yalnız bırakmak, parçalamak ve yutmak?!.

 

7-13 Şubat 1993 tarihli NOKTA Dergisi, aynı konuyu kapak ve özel dosya konusu yaptı. Kullandığı başlık ise ilginç:

"Belalı coğrafya Türkiye'nin kaderi mi, şansı mı?

TÜRKİYE fiEYTAN ÜÇGENİ İÇİNDE"

Yazılanları özetlemeye çalışayım...

80'li yıllarda ekonomi terimleriyle konuşmaya başladık...

Bugün repo, hisse senedi, birleşik faiz, enflasyon, mark-dolar vs. artık çocukların bile haberdar olduğu şeyler...

90'lı yıllarda ise kahve sohbetlerinde bile dış politika konuşmaya başladık...

Açıldık, genişliyoruz, Neo-Osmanlıcılık, Adriyatik'ten Çin'e Türk dünyası, vs derken; birden bire çevremizdeki çember bir kez daha sıkışmaya başladı...

Yine İngiltere, Fransa ve ABD'nin oyunlarından, komşularımızın düşmanlığından, Araplar ve İslâm dünyasının ihmalkârlığından, Türkiye'nin içine girip de bir daha hiç çıkamadığı o eski "Şeytan Üçgeni"nden söz ediyoruz...

Peki…

Bu üçgen aynı zamanda Türkiye için bir şans olabilir mi?..

 

Yazı, böylesine ilginç bir başlık ve anons ile başladıktan sonra şöyle devam ediyor;

"Türkiye'nin bir şeytan üçgeninin tam ortasında bulunduğu herkesin paylaştığı bir tespit…

Ama sonra yollar ayrılıyor...

Türkiye'nin geleneksel diplomasi çizgisi ile mevcut değişken uluslararası ve bölgesel gelişmeler arasındaki gerilim konuya uzaktan yakından ilişen herkesi öncelikle bir soruyu cevaplandırmaya zorluyor:

Bu belalı coğrafya Türkiye'nin şansı mı?..

Yoksa katlanılması ve mümkünse, kazasız belasız atlatılmaya çalışılması gereken bir kötü kader mi?..

Özellikle 'Körfez Savaşı'ndan itibaren, Türkiye attığı her adımda bu ikilemi tartışıyor...

 

Hattâ…

Tartışma Türkiye sınırlarını dahi aşıp Batılı medyaların gözde konuları arasına girmiş durumda... Örneğin hayli 'gerçeküstü' bir üslupla kaleme alınmış olsa da, Fransız haftalık 'Le Point' dergisinin son kapak konusu bu:

Bir İmparatorluğun Uyanışı

Fransız gazeteci Olivier Weber'e göre "İster laik olsun, ister İslâmcı nostaljik Türkler gözlerini Balkanlar'a ve Doğu'ya dikmiş, kaybedilmiş bir ihtişamı yeniden canlandırmayı hayal ediyorlar..."

 

BALKANLAR, bu şeytan üçgeninin batı köşesi...

KAFKASLAR, kuzey köşesi...

ORTA DOĞU, güneydoğu köşesi...

 

Batı dünyası, hiçbir zaman tahammül edemediği gibi, günümüzde de Balkanlar'da Müslüman unsuruna ve nüfusuna tahammül edemiyor...

Hele Müslümanların nüfuz ve devlet sahibi olmalarına hiçbir şekilde tahammülleri yok...

Tahammülleri olmadığı için de, Müslümanları yutmak ve yok etmek için her türlü çareye başvuruyorlar...

Delil mi istiyorsunuz?..

Arşivlerdeki binlerce belgeden sonra, günümüzde her gün canlı olarak yaşadığımız delil: Avrupa ve Balkanlar'ın ortasındaki çok boyutlu 'Bosna Vahşeti'…

Sözde Hümanist, aslında Barbar Batı anlayışına göre;

Müslümanları yok etmek için her şey mübah!..

 

21. yüzyılın eşiğindeyiz...

19. yüzyılın sonunda - 20. yüzyılın başında, öyle bir an geldi ki, Ruslar dâhil bütün Batı dünyası, dünyayı bütünüyle sömürge yapmak için tüm ülkeleri istilâ ve işgal etti...

Doğudan batıya kadar ele geçirmedik yer bırakmadı...

Kıta büyüklüğünde toprak ve insan üstünlüğü olan koca Hind ve Çin'i bile yere serdi...

Evet…

Öyle bir an geldi ki, Batı dünyasına karşı boyun eğmeyen ve sonuna kadar direnen sadece İslâm dünyası ve Müslümanlar kaldı...

Barbar Batılılar, dünyanın dört bir tarafındaki bu savaşlarda, insanlık kurallarının en asgarilerine bile uymadılar... Avustralya yerlilerinden Azteklere ve Amerika Kızılderililerine kadar birçok kavimleri topyekün yok ettiler...

İşte…

Dünyanın her köşesinde en barbar, en vahşi şekilde sürdürdükleri bu soykırımlarını, Müslümanlara karşı da uygulamaya çalıştılar...

Nitekim 500 yıl önce Avrupa'nın batısında yani Endülüs'te (İspanya'da) başarılı da oldular; tek bir Müslüman kalmayıncaya kadar vahşi katliamlarını sürdürdüler...

Şimdi de Avrupa'nın doğusunda aynı vahşeti ve benzeri barbarlıkları, bütün dünyanın gözleri önünde sergiliyorlar...

Evet…

Bütün dünyanın gözleri önünde;

Çünkü…

'Bosna Katliamı' filmini üç yıldan beri her gün canlı olarak bütün dünya televizyonlarında seyrediyoruz...

Batı dünyası, Batı Avrupa katliamlarındaki tecrübe ve birikimini şimdi Doğu Avrupa'ya taşıyor ve uyguluyor...

Uygar Batı işte bu!..

Doğu - Batı savaşı denince…

Hak - Bâtıl, Barbar Batılılar ile Müslümanların savaşı akla geliyor...

Batı dünyası, yüzyıllardır sürdürdüğü haçlı seferleri sonunda, I. Dünya Savaşı'nda son mukavemet ve müdafaa hatlarımızı da kırmayı başarır...

Üç kıtaya adaletle hükmeden Büyük Osmanlı Devleti'ni parçalayıp yutar...

Batı öyle bir merhaleye gelmiştir ki;

Artık kıyamete kadar karşılarına çıkacak bir güç ve kuvvet kalmadığına inanmaktadır...

Sanki bütün dünya, artık ebediyen Batılıların olmuştur...

 

Fakat her genel savaş gibi bu savaşın da bir başka boyutu vardır...

I. Dünya Savaşı, Batı ülkeleri arasında aynı zamanda dünyayı paylaşma savaşıdır...

Batı dünyası, bu savaş sonunda bütün insanlığı sömürmek üzere bir köşeye sıkıştırıp sindirdikten sonra, kendi aralarında ganimet paylaşma çatışmalarına girer...

Yarım yüzyıl bile geçmeden, kendi aralarında kapışırlar...

Sürekli savaşmaya ve sömürmeye alışmış Barbar Batı, bu sefer kendi kendisiyle savaşa tutuşur. II. Dünya Savaşı, Batı dünyası çıkmazlarının en çarpıcı belgesidir...

 

 

 

 

 

 

 

SIRBİSTAN VE YUNANİSTAN

'MODERN BİZANS' PEŞİNDE…

 

 

REŞAD NURİ EROL

 

 

'Bosna'nın kurtulmasını sağlamazsanız, 'Büyük Sırbistan'ın kurulmasına engel olmazsanız; 'Modern Bizans'ın gerçekleşmesine de engel olamazsınız...

Nitekim daha 'Büyük Sırbistan'ın kuruluşu tamamlanmadan, 'Megola İdea' çerçevesinde Bizans hayalleri, plan ve projelerinin de uygulama merhaleleri başlatıldı bile...

1994 yılı sonunda, 19 Aralık tarihinde Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç, bu amaçlarını gerçekleştirmek için Yunanistan'da ilk adımı attı...

Başta Yunan Başbakanı Andreas Papandreu olmak üzere, siyasi parti liderleri ile konu ile ilgili görüşmeler yapmak amacıyla Atina'ya gitti...

Gidiş sebebini ve hedeflerini bütün dünyadan gizlemiyor...

Ziyaret sebebi;

Bütün çıplaklığı ve bizleri doğrudan ilgilendiren yönü ile Yunan basınına yansıdı...

Elbette…

Sadece gazetelerde yazılanlar bile çok önemli...

Ancak…

Olayların ve yazılanların bir de perde arkası ve yazılanlardan da ötesi var...

İki lider ve onları yönlendirenler;

Kapalı kapılar ardında kim bilir daha neler konuştular?..

Kısaca tahmin etmeye çalışalım...

 

Plan gayet açık ve belli:

Birinci merhalede 'Balkan Federasyonu'…

İkinci merhalede 'Balkan Konfederasyonu'…

Üçüncü ve son merhalede 'Modern / Büyük Bizans'ın kuruluşunu gerçekleştirmek…

 

 

ÖNCE FEDERASYON, SONRA MODERN BİZANS

ETNOS gazetesi, Miloşeviç'in Papandreu'ya bir an önce 'Balkan Federasyonu' kurulması gerektiğini belirtmiş;

Ayrıca…

Federasyonun başkentinin 'Atina', resmi dilin 'Yunanca' ve ilk başkanın da 'Yunanlı' olabileceği teklifini ilave etmiş...

'Megola İdea (Büyük İdeal)' ile örtüşen bir teklif...

Yunanlı açısından düşündüğünüzde; niye kabul edilmesin ki?..

Zaten Etnos gazetesi de benzeri bir yorum getirmiş...

Sırp liderin önerisinin aslında 'Modern Bir Bizans' kurulması amacını taşıdığını kaydettikten sonra;

'Balkan Federasyonu'nun, Yunanistan'ın AB ve NATO ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeyeceğini savunduğu gibi;

Makedonya Cumhurbaşkanı Kiro Gligorov'un da bu teklife olumlu gözle baktığını iddia etmeyi ihmal etmemiş...

 

ELEFTEROTİPİA gazetesi ise Sırbistan lideri Slobodan Miloşeviç'in 'Balkan Konfederasyonu' kurulması peşinde olduğunu, bunun gerçekleşmesi için de ilk aşamada Sırbistan, Yunanistan ve Makedonya'nın yer alacağını;

Sonraki merhalelerde isterlerse diğer Balkan ülkelerinin de bu konfederasyona katılabileceğini yazmış...

Aynı gazetenin belirttiğine göre; i

İki lider yani Miloşeviç ve Papandreu, elbette Bosna'daki son gelişmeleri ve Sırbistan'a uygulanan ambargoyu da görüşmeyi ihmal etmemişler...

Son merhale ve nihai hedef ise gayet net ve açık:

Başkenti 'İstanbul' olan -Etnos gazetesinin de işaret ettiği- 'Modern Bizans'!..

Balkanlar'da yeni ve çok önemli gelişmelerin başlangıcındayız...

 

APOYEVMATİNİ gazetesi ise;

Yukarıdaki gazetelerin haberlerinden bir hafta sonra yayınlanan iddiasında, Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç'in Türkiye'ye karşı Balkanlar'da bir konfederasyon kurulması ile ilgili olarak Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu'ya yaptığı teklifin, aslında bir 'Rus Planı' olduğunu yazdı...

Gazete;

Belgrad, Atina ve Üsküp arasında bir 'Balkan Konfederasyonu' kurulması planının Ruslar tarafından hazırlandığını ve Rus Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev'in geçen ay Sırbistan'a yaptığı ziyaret sırasında da Miloşeviç ile görüşülüp benimsendiğini yazdı...

Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in askeri danışmanı General Volgonov ve Genelkurmay Başkanı General Koleşnikov'un Moskova Akademisi'nde bir süre önce düzenlenen bir toplantıda, sözkonusu planı detayları ile açıkladıklarını vurgulayan Apoyevmatini gazetesi;

Rusya'nın Türkiye'ye karşı Balkanlar'dan Kazakistan'a kadar uzanan bölge için bir plan hazırladığını, konfederasyon önerisinin de bu planın bir parçası olduğunu kaydetti...

 

Batı dünyası, Rusya ile birlikte planlar yapıyor ve hep birlikte uyguluyorlar...

Balkanlar ve Kafkaslar'daki gelişmelerin asıl son hedefi Türkiye’dir...

Bütün planlar ve uygulamalar buna göre yapılıyor...

Bu bölgelerde mahalli gibi görünen gelişme ve çatışmalara, bir de böylesine geniş bir perspektiften bakmak ve sürekli olarak dikkatle izlemek gerekiyor...

 

 

BATI'NIN BALKANLAR'DAKİ ÜÇ DÜŞMANI:

BOŞNAKLAR - ARNAVUTLAR - TÜRKLER

 

Yıllardır yazmama ve fırsat bulduğum her yerde söylememe rağmen, pek dikkat çekmeyen ve ilgi görmeyen bu ve benzeri gelişmeler ve gerçekler, öyle görünüyor ki, Edirne ve İstanbul kapılarına dayanmadıkça, ilgili ve yetkililerin uyanmasına vesile olamayacak...

Umarım, uyandıklarında vakit çok geç olmaz!..

Barbar Batı dünyasının Balkanlar'da üç millete düşmanlığı vardır:

BOŞNAKLAR, ARNAVUTLAR, TÜRKLER...

Çünkü hepsi Müslümandır;

Müslümanlar da tek ümmettir...

Küfür yani Batı da tek millettir;

'Elküfrü milletün vahide'.

Bosna ve Sancak'ta Boşnaklar bittikten sonra…

Sıra Kosova, Makedonya ve Arnavutluk'taki Arnavutlara

En sonunda da Balkanlar'daki bütün Türklere gelecektir...

Sırasıyla Kosova, Makedonya, Batı Trakya, Bulgaristan Türkleri...

 

Peki, Barbar Batı Edirne'de durur mu?

Hayır!..

Binlerce hayır!..

 

20. yüzyılın başında yedi düveli ile Anadolu'ya saldıran Vahşi Avrupa / Vahşi Batı;

21. yüzyılın başında niye tekrar saldırmasın ki?!.

 

Nitekim…

Bu büyük saldırının hazırlığını yapmaktadır...

 

Acıyı bizzat yaşamadıkça anlamak da, anlatmak da çok zor...

 

Bir Balkanlı, bir Bosnalı bir Kosovalı olarak;

Canımdan, canımdan, sülâlemden olan insanların, yıllardır yavaş yavaş ve üç nesil bir arada yok edilmekte olduğunu gördükçe, insan daha fazla etkileniyor...

Sürekli olarak ve her an bir şeyler yapma ihtiyacı hissediyor...

Yazdıklarım, biraz da bizzat yaşadıklarımın aksisedası...

 

Hayatta hiçbir şeyi amaçsız yapmamayı gaye edinmişimdir...

Bir başka yönüyle bu gerçekler;

Siz değerli okuyucular için sadece ve sadece nasihat ve hatırlatma...

Ümid ederim ki Allah tesirini halk eder...

Zira…

Musibet bizzat başa gelmedikçe, maalesef nasihat yerine geçmiyor...

Ama…

Ben yine de hatırlatıyor ve nasihat yerine geçmesini diliyorum...

 

Şöyle ki:

"Ama sen yine de hatırlat,

Çünkü hatırlatmak mü'minlere fayda verir."

(Zâriyât Sûresi, âyet 55)

 

Bu acı gerçekleri bir kere daha, Boşnak ve Arnavut bir anne-babanın çocuğu, Kosova doğumlu benden duyunuz...

Zira…

Yetmiş yıl önce bu gerçeği ibret alınacak en güzel ve çarpıcı şekilde, merhum İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif ERSOY da duyurmuş; bazı bölümlerini aktarıyorum:

 

"MEDENİYYET!" SİZE DİŞ BİLİYOR

"Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...

Sen misin yoksa hayalin mi? Vefâsız Kosova!

Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırb'ın çarığı,

Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı,

Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,

Sonra Yûnân iti, çepeçevre kuşatsın vatanı...

Târumâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,

Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu...

Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;

Kimi bin türlü fecâatle çekilsin kucağa...

Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl...

İşte, ey unsur-u isyan, bu elim izmihlâl,

Seni tahrîk eden üç beş alığın ma'rifeti!

Ya neden beklemiyordun bu rezil âkıbeti?"

 

Hemşerim Merhum Mehmed Âkif, bu minval üzere 20. Yüzyıl’ın başında Balkanlar'da Barbar Batı desteğindeki gayrimüslim unsurların katliamlarını tasvir ettikten sonra, günümüzde de tazeliğini ve geçerliliğini aynen koruyan şu mısraları yazmış:

 

"Medeniyyet!" size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,

Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid dâva?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz...

Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavudum...

Başka bir şey diyemem... İşte perîşan yurdum!.."

 

 

'İYİ TÜRK, ÖLÜ TÜRKTÜR!'

 

Tarih tekerrürdür derler.

Aslında tekerrür eden hatalardır.

Geçmişte cereyan eden olaylardan ibret alınarak aynı hatalar tekrar edilmese, tarih de tekerrür etmez...

Ama öyle görünüyor ki…

İbret ve ders alınmadığı için olaylar aynen tekerrür ediyor...

 

Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları, bütün kurumları ile şu sloganı benimsemişler ve her vesileyle de afişe etmekten çekinmemişlerdir:

"İyi Türk, ölü Türktür!"

Yunanlıların Türklere karşı Balkanlar ve Anadolu'da gerçekleştirdikleri 'Yunan Mezalimi' hâlâ hatırlardadır...

Kadir Mısıroğlu, onlarca baskı yapmış olan 'Yunan Mezalimi' kitabında, bu katliamları bütün boyutları ile yazmıştır...

Yunan mezalimini yaşayan babalarımız ve dedelerimiz, analarımız ve ninelerimizden hâlâ hayatta olanlar vardır...

Ama…

O kadar eskilere gitmeye ne hacet var ki...

Kıbrıs'ta gerçekleştirilen katliamların üzerinden daha ancak 20-30 yıl geçti...

Kıbrıs Rumları bile, her yönüyle Türkleri yok etmek düşüncesindedirler...

Türkleri öldürmek Rum milliyetçiliğinin bir gereği olduğu için Rumlar, 'Turko Fagos' (Türk Yiyen) olarak da anılmaktadır.

 

Helen ırkının torunları Yunanlıların hedefi 'Megola İdea/ Büyük İdeal'dir...

Megola İdea ise, başkenti İstanbul olan eski Bizans'ı yeniden yaşatmak ve ihya etmektir...

Bu çılgın hayalin sınırları ise;

Makedonyalı Büyük İskender'in asırlar önce fethettiği ülkelere kadar ulaşmaktadır...

Ortodoks Ruslar ile Batı dünyasının destek ve tahrikleriyle sık sık Osmanlı Devleti'ne karşı isyan eden Yunanlıların asıl büyük hedefi, 'Megola İdea' olarak ifade edilen 'Bizans-Rum' idealidir...

Balkanlar'da başlayıp, Anadolu'da devam eden ve son olarak Kıbrıs'ta ortaya çıkan 'Yunan Vahşeti'nin en büyük hedefi budur...

Bunu açığa vurmaktan da hiçbir zaman çekinmiyorlar...

Yunan Megola İdea'sının önündeki en büyük hattâ tek engel, Müslüman Türk milletidir...

Yunanlıların en büyük hedefi, bu engelin ortadan kaldırılmasıdır...

Yunan düşüncesine göre;

Türkler yok edildikten sonra…

Balkanlar'daki Müslüman Boşnak ve Arnavutları bertaraf etmek ve

'Bizans'ı ihya etmek kolaydır...

 

Son yıllarda Sırplar ve Bosna ile fazlaca meşgul olduğumuz için Yunanlıları ve onların büyük ideallerini unutur gibi olduk...

Unutmayalım!..

15 Mayıs 1919'da İzmir'de başlayan, ardından adım adım bütün Ege Bölgesi'ne yayılan…

Daha sonra Marmara ve İç Anadolu bölgelerine kadar uzanan Yunan işgal ve mezalimini unutmayalım...

Çünkü…

Anadolu, düşmanlarını unutan veya ihmal eden nice kavimlerin yok olduğu yerdir...

Kadim kavimler ve medeniyetler mezarlığıdır...

Barbar Batı'nın şımarık çocuğu Yunanlı, fırsatını bulduğu anda aynı katliamları gerçekleştirmekten çekinmeyecektir...

Nitekim çekinmemektedir de...

Yukarıda söz konusu ettiğimiz Yunan gazetelerinin son haberleri, bunun en son belgeleridir...

Fakat bu haberler, Sırp-Yunan işbirliğini belgelemesi, Slav ve Helenleri aynı mezhep (Ortodoks) yani dinde birleştiğini ifade etmesi açısından da son derece dikkat çekicidir...

Onlar bâtıl dinlerinde birleşiyorlar...

Ya biz ne yapıyoruz?..

 

Yunanlıların Megola İdea hayalleri ve Bizans'ı yeniden ihya etme düşünceleri, dünya literatürüne de geçmiştir...

Bakınız Harward Üniversitesi'nden Dennis Skiotis bu konuda ne diyor:

"Tanrının bu seçilmiş insanları, boyunlarındaki Müslüman boyunduruğundan kurtulup, onlar için bütün ihtişamıyla Hıristiyan Roma (Bizans) İmparatorluğu'nu yeniden kuracakları bir kurtuluş gününün geleceğine duyulan bin yıllık inanç, Yunanlıların tarihsel kimlik ve kaderlerini nasıl gördüklerini anlamakta temel öneme sahiptir".

(Pierre Oberling, Bellapais'e Giden Yol, Çev. Mehmet Erdoğan, Genelkurmay Basımevi, Ankara 198

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İSLÂM MEDENİYETİ VAKFI

BOSNA   VE   BALKANLAR   MERKEZİ

 

 

 

İstanbul, Ocak 1995

 

BOSNA MESELESİ İLE İLGİLENEN

GÖNÜLLÜ KURULUfi VE DOSTLARIN

DİKKATİNE!

 

BOSNA Meselesi ile ilgili iki önemli konuda,

ilgili ve yetkililerin dikkat ve hassasiyetini istirham ediyoruz.

 

 

Birinci Konu:

 

Sayın Halide İZZETBEGOVİÇ Hanımefendi, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İZZETBEGOVİÇ'in eşi olup hâlen Türkiye'de ikamet etmektedir. Memleketinin ve ailesinin içinde bulunduğu özel şartlardan dolayı, Halide Hanımefendi'nin her türlü toplantılara dâvet edilmemesi, Bosna-Hersek yetkilileri tarafından özel olarak talep edilmiştir.

 

Bu hususta gereken titizliğin gösterilmesi ve gereğinin yapılması gerekmektedir.

 

 

İkinci Konu:

 

Bosna'ya yapılan yardımlar konusunda son zamanlarda spekülasyonlar iyice artmış, maalesef bu durum 'Bosna Dâvası'na çok büyük zararlar vermiştir ve hâlen de vermeye devam etmektedir...

 

Yardımların, doğrudan Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Sayın Aliya İZZETBEGOVİÇ'in emrine ve insiyatifine ulaşmasını istiyorsanız, bu konuda her zaman danışmanlık hizmetinde bulunmaya ve yetkililere ulaşmanızda aracı olmaya amadeyiz...

 

Afganistan örneğinden ders ve ibret almamız gerektiği kanaatindeyiz.

 

Her iki konuda da gereken hassasiyetin gösterilmesi ve gereğinin yapılması,

'Bosna Dâvası'nın yararına olacaktır.

 

Hürmet ve muhabbetlerimizle...

 

Reşat Nuri EROL

BOSNA VE BALKANLAR MERKEZİ BAfiKANI

İSLÂM MEDENİYETİ VAKFI GENEL SEKRETERİ

 

NOT :

Lütfen, bu konuların, bildiğiniz ilgili kişi ve kuruluşlara iletilmesinde yardımcı olunuz.

Teşekkür ederiz...

 

Haberleşme Adresi :

İslâm Medeniyeti Vakfı, P.K. 14 - 81141 BA⁄LARBAŞI / ÜSKÜDAR / İSTANBUL

 

 

 

 

 

 

 

BATI DÜNYASINI BİRLEŞTİREN ORTAK DÜŞMAN:

İ S L Â M   Â L E M İ

 

 

REŞAD NURİ EROL

 

 

Ülkeler ve devletler, topluluk olarak birlik ve beraberliklerini sağlayıp sürdürebilmek için bazı faktörlere muhtaçtır.

Bunların başında da 'ortak düşman' olgusu gelir.

Bu ortak düşman düşüncesi ve korkusu, aralarındaki ihtilafları unutturur, çatışmaları giderir; sonunda onların bir arada, birlik ve beraberlik içinde, kendi ortak değerlerine sahip çıkarak yaşamalarını sağlar.

Tek bir kulüp zihniyeti ile hareket etmeye başlarlar.

 Zaman zaman bu kulüp zihniyeti 'fanatik taraftar' düzeylerine çıkar.

Günümüzde bu gerçeğin en belirgin örneği AB(Avrupa Birliği)dir.

Nitekim bazen en yetkili ağızlardan bile AB'nin bir 'Hıristiyan Kulübü' olduğu açıkça söylenmiyor mu?..

 

 

AVRUPA BİRLİĞİNİ GERÇEKLEŞTİREN İSLÂM

 

Yüzyıllar öncesinde doğu ve batıdan (Anadolu ve Balkanlar ile İspanya ve Endülüs'ten) Avrupa'yı saran İslâm / Hilâl çemberi, hep kendi aralarında mücadele edip duran Batı ülkelerini bir araya getirmiş ve 'ortak düşman'a karşı 'haç' etrafında toplayıp birleştirmiştir.

Bu toplanma ve birleşmenin dini öğesi 'Hıristiyanlık' olmuş, ortak düşmana karşı koymak için de 'Haçlı Seferleri' başlatılmıştır.

Devamlı birbirleriyle çatışan krallıklar, derebeylikler, prenslikler, ilk defa İslâm dünyasına karşı koymak amacıyla bir araya gelmiş ve birlikte hareket etmişlerdir.

Böylece ilk 'Avrupa Birliği', günümüzden tam 900 yıl önce 1095 yılında başlatılan 'Birinci Haçlı Seferi' ile gerçekleştirilmiştir.

 

Dokuz asır önce kurulan ilk Haçlı Avrupa Birliği ve Haçlı Seferleri, bu birliğin oluşması öncesinde dört asırda gelişen tarihi olayların tabii bir neticesidir.

İslâm, doğuşundan ilk haçlı seferlerinin başlangıç yıllarına kadar çok önemli gelişmeler kaydetmişti.

Haçlı Seferleri öncesinde, Akdeniz havzası ile Anadolu ve İspanya Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu.

Zengin Doğu'nun bütün ticaret yolları ve limanlar Müslümanların elindeydi.

Doğu'da Anadolu Türklerin, Batı'da İspanya Arap ve Berberilerin eline geçmiş bulunuyordu...  

Avrupa,  bölünmüş ve parçalanmış olarak bu fetihlere ancak dört asır sabredebildi.

Sonunda 'ortak düşman'a karşı bir araya gelmeye ve 'kutsal yerleri' kurtarmak bahanesiyle 'Haçlı Seferleri' düzenlemeye karar verdi.

Bu kutsal görevin planlama ve organizasyonunu da kilise ve papalar yüklendi.

 

 

Gregorius VII'nın planlarını Papa Urbanus II yeniden gündeme getirdi…

Hıristiyan hükümdarları, derebeylerini ve prensleri birleştirdi…

Ayrıca, haçlı seferine katılanların bütün günahlarının bağışlanacağını vaat etti...

 

Papanın 'kutsal savaş' çağrısı, bütün Avrupa'da büyük ilgi gördü; ama bu ilgide dini inançların yanı sıra Doğu'nun zenginliklerinden pay alma tutkusu asıl faktör gibi görünüyordu.

Emperyalist arzular ve uluslararası hırsızlık planlamaları, daha işin başlangıcında dini duygu ve inançlarla kamufle edilmeye çalışılıyordu.

Maddi veya manevi, dünyevi veya uhrevi, hangi boyutu dikkate alınırsa alınsın, bunların artık bir önemi yoktu.

Önemli ve gerçek olan, tarihte ilk defa Avrupa Birliği kurulmuş, Haçlı Seferleri’nin ilki başlatılmış ve asırlarca sürece kutsal savaş şimşeği çakılmıştı...

Artık…

Doğu ve Batı'nın asırlar boyu sürecek savaşları başlamıştı...

 

İşte…

Bu açıdan bakıldığında görülüyor ki; b

Bugün yıllardır girmek için kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği, dokuz asır önce İslâm dünyasına karşı verilen mücadelede ortaya çıkmış oluyordu...

Bugün de AB'ne 'Hıristiyan Kulübü' denmesinin tarihi kökleri işte bu 'Haçlı Seferleri'ne dayanmaktadır.

 

 

BİRİNCİ DÖNEM HAÇLI SEFERLERİ

 

İlk Haçlı seferleri öncesinde Türkler, doğudaki en büyük Hıristiyan devletini 1071 yılında Malazgirt Savaşı'nda yenmişler, ardından Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.  

Türklerin Anadolu fethi karşısında aciz kalan Bizans, Batı Hıristiyan dünyasından yardım istemek zorunda kaldı.

Doğu'da İslâmî fetihlerin gelişmesi sonucunda yardım talepleri Batı'ya ulaştıkça, Avrupa'da İslâm dünyasına karşı birlikte hareket etme ve sefer düzenleme düşüncesi gelişip olgunlaşmaya başladı.

Bu düşünce ve planların doruğa ulaştığı on birinci asrın sonunda, Birinci Haçlı Seferi (1095-1099) düzenlendi.

1071 yılındaki büyük mağlubiyetin ardından başlatılan bu savaş ve seferler, Sekizinci Haçlı Seferi(1268-1272)nin gerçekleştirildiği 1272 yılına kadar sürdü...

 

Birinci Haçlı Seferi sonunda, Temmuz 1099 yılında o sırada Fatımiler'in yönetiminde bulunan Kudüs düştü.

Haçlılar, şehri yağmaladıkları gibi bütün Müslüman ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler.  

Bu dönemde, İkinci Haçlı Seferi'nin ardından 1187 yılında Selahaddin Eyyubi Hıttin'de haçlıları büyük bir mağlubiyete uğrattı ve Kudüs'ü kurtardı.

Bundan sonra Selahaddin Eyyubi'nin İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard ile olan tarihi mücadelesi, meşhurdur.

 

Haçlılar bölgeye ilk geldiklerinde, genel olarak Ortadoğu ve İslâm dünyası, dağınık ve birbirine düşmüş, siyasi birlikten yoksun bir durumdaydı.

Büyük Selçuklu Devleti dağılmış, onun yerini Selçuklu kolları ve beylikler almıştı.

Türkler, daha yeni yeni Anadolu'ya yerleşmeye başlamışlardı...

Arap dünyasının merkezi konumunda olan Mısır da Şii Fatımiler(969-1171)in eline geçmiş bulunuyordu...

Haçlı Seferleri'nin birinci dönemi sonunda, yoğunlaşan saldırılar sebebiyle olsa gerek, İslâm dünyasının merkezi doğudan batıya doğru kaydı…

Irak ve Bağdat'tan Mısır, Suriye ve Anadolu taraflarına geçmiş oldu...

 

İşte…

Bütün bu olumsuz görüntü ve gelişmeler, İslâm ülkelerinin de Osmanlı etrafında birleşmesini ve bir müddet sonra da tek 'hilafet' etrafında halelenmesini sağladı...  

Bugün de…

Asırlar önce ve yukarıda özetlemeye çalıştığım gibi;

Darmadağın bir durumda değil miyiz?..

Acaba tarih yeniden tekerrür mü ediyor?..

İslâm âlemi, bugün de onu toparlayıp birleştirecek Osmanlısını bekliyor…

Bu şeref acaba hangi ülke ve millete nasip olacak?..

 

 

İKİNCİ DÖNEM HAÇLI SEFERLERİ

 

Tarihte 'Haçlı Seferleri' olarak bilinen ve sekiz haçlı seferinin gerçekleştiği bu ilk dönemden sonra…

Daha çok Osmanlılar ile Avrupa arasında cereyan eden yeni bir dönem başladı...

Haçlı Seferleri ruhu, daha sonraki yıllarda da devam etti...

Batı dünyasında daha çok 1291 yılında başlayarak, yeniden kutsal yerleri fethetme düşüncesi canlandı...

Nitekim…

1344 yılında Aydınoğulları Haçlılara yenildi ve İzmir işgal edildi...

1365 yılında İskenderiye yağmalandı...

 

Türklerin Anadolu'da birliği sağlamaları ve Batı'ya doğru ilerlemeye başlamaları, Batı dünyasının dikkatlerini 'kutsal yerler'den uzaklaştırdı...

Artık Haçlı seferlerinin başlıca amacı, Osmanlılar'ın Doğu Avrupa ve Balkanlar'da ilerlemelerini durdurmaktı...

Bütün Avrupa'nın birleşmesi ile Osmanlılar'a karşı düzenlenen ve hep bozgunla sonuçlanan Birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), İkinci Kosova (1448) savaşları da 'Haçlı Seferi' niteliğindedir...

Akdeniz'de Osmanlılar ile Avrupa ülkeleri arasında cereyan eden meşhur deniz savaşları ve Kıbrıs Fethi (1571) de 'Haçlı Seferi' özelliği taşımaktadır.

 

Kim bilir…

Haçlı Seferleri olmasaydı, Türkler Avrupa ve Balkanlar'a yönelik fetihlerini belki 200 yıl önce gerçekleştirmiş olacaklardı...

Daha birinci Haçlı Seferi sonunda Anadolu Türkleri, Batı Anadolu'yu terk ederek kıyılardan iç taraflardaki bölgelere çekilmek zorunda kaldılar...

Bütün bu merhaleler, birçok yönden günümüzdeki olayları ve gelişmeleri de açıklayacak şekilde ibret alınacak özellikler içermektedir...

Sanki Batı dünyası asırlar önceki plan ve taktiklerini bugün de aynen uygulamaktadır...

Bazı yönleriyle tarih günümüzde de aynen tekerrür ediyor gibi...

 

Haçlı Seferlerinde birinci dönemin sona ermesinden sonra, kısa zamanda toparlanan Anadolu Türkleri, diğer Müslüman milletler ile birleşip Osmanlı Devleti'ni kurmak suretiyle Viyana'yı kuşatacak ve Roma'yı tehdit edebilecek seviyeye geldiler...

Burada dikkati çeken husus…

Birinci dönem Haçlı seferleri savaşları İslâm topraklarında geçmesine rağmen;

İkinci dönem Haçlı Seferleri'nin tamamı Avrupa topraklarında gerçekleşmiştir.  

Osmanlı Devleti, altı asır boyunca Haçlı Batı dünyasını İslâm dünyasında uzak tutmayı başarmıştı.

İkinci dönem Haçlı Seferleri yıllarında sürekli yaşadığı bozgun ve mağlubiyetlerle Doğu Avrupa ve Akdeniz havzasını bütünüyle Müslümanların denetimine kaptıran Batı dünyası, alternatif güç ve gelişme yolları aramaya başladı...

Bu arayışlarının sonunda 1492 yılında yeni dünyayı yani Amerika'yı keşfetti...

Elbette bu keşif ve gelişmelerde, birinci dönem Haçlı seferleri sırasında Müslümanlardan aldıkları bilgilerin büyük katkısı unutulmamalı...

Bu arada Batı Avrupa(Endülüs / İspanya)'daki bütün Müslümanları da katlederek yok etti...

Böylece Doğu Avrupa'da Müslümanlara karşı gerçekleştiremediği başarıyı,  Batı Avrupa'daki Müslümanlara karşı 500 yıl önce gerçekleştirmiş oldu...

 

 

KAPİTALİZM-KOMÜNİZM

ARASI ÇATIŞMA/LAR

VE SONRASI...

 

Keşifler ve sömürge hareketleri sayesinde sağladığı sermaye birikimi ile 'sanayi devrimi'ni gerçekleştirerek güçlenen Batı dünyası, artık yeni bir döneme girmişti...  

Eline geçirdiği bu olağanüstü güçle, Osmanlıların şahsında İslâm dünyasına saldırdı...

19. yüzyılda gerilemeye başlayan Müslümanlar, 20. yüzyılın başında kesin bir mağlubiyete uğradı ve devrin süper gücü Osmanlı Devleti yıkıldı…

Artık İslâm dünyası desteksiz ve hamisiz; tek kelime ile 'yetim' kalmıştı...

Ortadoğu ve İslâm dünyası, tarihindeki en kötü dönemini yaşamaya başladı...

Bu devrede İslâm dünyası bütünüyle yok olma tehlikesi de geçirdi...

Ancak…

Hiç beklenmeyen ya da ehlinin her an olmasını beklediği bir gelişme oldu.

İnsafsızca gelişen, geliştikçe güçlenen, güçlendikçe 'kapitalist sistem' ile kendi insanını bile acımasızca ezen ve giderek dini (manevi) değerlerinden de uzaklaşan Batı dünyası, bütün bu gelişmelerin tabii sonucu olarak 'komünist sistemi' doğurdu...

Batı, İslâm dünyasını mağlup ettikten sonra, yeni düşmanını da kendi içinden çıkartmıştı...

Hilâl ile Haç arasındaki çatışmanın yerini, Kapitalizm ile Komünizm arasındaki çatışma ve savaş almıştı...

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları da işte bu hengâmede yaşandı...

Batı bütün dünyayı ele geçirmişti ama kendi aralarında paylaşamıyordu...

 

Bu dönemde Batı dünyası, ezeli düşmanı İslâm âlemini, komünizme karşı tabii müttefiki gibi benimsedi...

Bu zoraki ittifak, asırlarca sürecek gibi bir görüntü veriyordu...

Ancak…

Beklenmedik bir anda ve yetmiş yıl sonra komünizm birden bire çöküverdi...

Soğuk savaş dönemi bitti...

Dengeler yeniden bozuldu...

Daha doğrusu, komünizm öncesi sistem ve dengelere dönüş yapıldı...

Batı dünyası yeniden dini yani 'Hıristiyanlık ve Haçlı Ruhu'nu hatırladı...

İki dünya savaşında birbirine giren düşman kardeşler barıştı...

İşte tam bu merhalede 'eski dostları' yine eskisi gibi bir arada tutacak bir 'ortak düşman'a ihtiyaçları vardı...

Bu düşman, tam 900 yıl önce 1095 yılında 'Birinci Haçlı Seferi'nin düzenlenmesine sebep olan 'İslâm Âlemi'nden başkası olamazdı...

Nitekim olmadı da...

Batı açısından geleneksel düşman İslâm, yeniden gündemdeki yerini aldı...

 

Türkiye, önceki asırlarda olduğu gibi bugün de İslâm dünyasının en güçlü ülkesi...

Öyleyse…

Batı açısından bakıldığında, işe yine Türkiye'den başlanmalıydı...

Türkiye;  

Önce…

Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu yönlerinden bir 'kriz çemberi'ne alınmalı…

Daha sonra…

Vakti geldiğinde bir ortak 'Haçlı Seferi' ile son darbe vurulmalıydı...

Nasıl bir darbe mi?..

Aynen 500 yıl önce Batı Avrupa yani Endülüs/İspanya'da olduğu gibi!..

Balkanlar ve Bosna, Kafkaslar ve Çeçenistan, genel olarak Orta Doğu ve Güneydoğu Türkiye'deki gelişmeleri, bir de bu açıdan ele alıp değerlendirmek gerekir...  

Aslında Batı, 20. yüzyılın başında yedi düveli ile Anadolu'ya saldırmış ve Türkleri Küçük Asya'da yok etme ya da sürme teşebbüsünde bulunmuş; ancak başarılı olamamıştı...

 

'Yeni Dünya Düzeni', 900 yıl önce Haçlı zihniyeti ile 'ortak düşman' etrafında birleşen ve kutsal 'Haçlı Seferleri'ni başlatan 'Hıristiyan Batı Dünyası'nın yeni bir versiyonundan başka bir şey değil...

İnsan, İslâm âleminin dağınıklığına ve Batı dünyasının birlikteliğine bakınca, kendi kendine sormadan yapamıyor:

"Yeni Dünya Düzeni, yeni ve çağdaş bir 'Haçlı İttifakı' ve versiyonu mu?..”

“Tarih yeniden tekerrür mü ediyor?.."

Son yıllardaki gelişmeleri kısaca düşündükten sonra cevap verelim:

"Gök kubbenin altında yeni bir şey yok;

Sadece -ibret alınmadığı için-  tarih tekerrür ediyor

Aslında tarih değil, hatalar tekerrür ediyor

Sünnetullah, ya da sosyal kanunlar da gereğini ve hak edileni icra ediyor."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİRENEN İSLÂM VE BOSNA

 

REŞAD NURİ EROL

 

Genel olarak İslâm dünyasının düşmanları, özel olarak da 'Yeni Dünya Düzeni' ismiyle yeniden yapılanma içine giren topyekün Batı dünyası, kendileri dışındaki insanlığa ve insani değerlere hayat hakkı tanımıyorlar...

İnsanlık tarihinin yakın ve uzak geçmişi, bu gerçeğin acı örnek ve delilleriyle dopdolu...

Onlar…

Tek bir ırk tanıyorlar - kendi ırkları;

Tek bir din tanıyorlar - kendi dinleri;

Tek bir kültür ve medeniyet tanıyorlar - kendi kültür ve medeniyetleri;

Tek bir sistem ve düzen tanıyorlar - kendi sistem ve düzenleri...

Onlara göre;

Kendilerinin olmayan, kendilerinden olmayan, hele hele direnen ve teslim bayrağını çekmeyen kim varsa; yıkılmaya ve yok edilmeye mahkûm

 

Bosna-Hersek Devlet Başkanı Aliya İZZETBEGOVİÇ ile başkan seçilmeden sadece birkaç gün önce Türkiye'deki bir toplantıda uzun bir sohbet yapma imkânı bulmuştum.

Birlikte takip etmekte olduğumuz bir kapalı spor salonu toplantıda (Refah Partisi Büyük Kongresi / Ankara) izdiham ve sıcaklık sebebiyle yorulmuş, hava almak için dışarıya çıkmış ve kendi açımdan çok faydalandığım bir görüşme yapmıştık...

O gün konuşmamız ilerledikçe, komünizm bataklığında yetişen nadide bir çiçek keşfeder gibi hayretler içinde kalmıştım...

Böylesine birikimli ve geniş ufuklu bir insan, Bosna'da ve Boşnaklar arasında, hem de komünist sistem içinde nasıl yetişebilmişti?..

 

Bosna krizi ve direnişinin patlak vermesinden sonraki yıllarda ise onun yakın dostlarından ve en yakın mücadele arkadaşlarından, bu zengin değerlerin kaynak ve köklerini öğrenmiş ve keşfetmiştim: İSLÂM

 

Evet…

En zor ve olumsuz şartlarda bile yaşayabilen, yeşeren ve DİRENEN İSLÂM

 

Hâlbuki…

Bilge Başkan Aliya İZZETBEGOVİÇ ile o günkü görüşmemizin bir bölümünde birçok itirazlarım olmuş, hele hele -ana tarafından kendim de onlardan biri olduğum için- yakinen tanıdığım Boşnakların Bosna, Balkanlar ve Avrupa ortasında hiçbir şanslarının olmadığını iddia etmiştim...

Doğrusu, Bosna'da 'bin gündür' bütün dünyanın gözleri önünde ve sözde medeni Avrupa'nın tam ortasında olanlardan sonra, o gün Aliya İzzetbegoviç'in beni ne kadar tatmin ve ikna edebildiğini pek hatırlamıyor ve önemsemiyorum; ya da hatırlamak istemiyorum...

Biraz da o günkü düşüncelerimden bugün utandığımdan olsa gerek, bugün hatırlamak istemiyorum...

Bosna direnişi öncesinde sorulsaydı, bana göre Batı vahşeti ve Sırp katliamı karşısında direnemeyecek ve bir varlık gösteremeyecek milletlerin başında 'Boşnaklar' geliyordu...

Yanılmışım!..

 

Aliya İZZETBEGOVİÇ, geçtiğimiz Aralık ayında gerçekleştirilen son AGİK toplantısında yaptığı konuşmasının bir bölümünde demişti ki:

"Kollarımızı kavuşturup oturmadığımız için yardıma lâyıktık.

Birçoğunuz için umulmadık ve izah edilemez bir direniş gösterdik.

Yalnızca hafif silahlarla donanmış 20 ile 150 kişiden oluşan 100 civarında küçük gruplarla direnişe başladık ve onbinlerce saldırganı etkisizleştiren ve binden fazla tank ve zırhlı aracı tahrip eden 150 bin kişilik bir ordu meydana getirdik..."

 

Bu nasıl olmuştu?..

Boşnaklar herkesi hayrete düşüren bu direnişi nasıl gösterebilmişlerdi?..

 

Açıklaması zor bu sorunun cevabını yine bizzat İzzetbegoviç'ten alalım:

"İstiklâl savaşlarında bütün tahlilleri boşa çıkaran açıklanamaz bir boyut vardır.

Bu yüzden belirli askeri ve politik tahliller sürekli yanlış tahminlere yöneltir.

Halkımız istiklâl için savaşıyor, ondan da öte yok olmamak için!"

 

Evet…

İstiklâlden de öte, yok olmamak için!..

Artık bu gerçeği hiç kimse inkâr edemez...

Batı her girdiği yerde bütün kültür ve medeniyetleri ile topyekün yok etmedi mi?..

Hâlen de yok etmeye devam etmiyor mu?..

Bosna, bu gerçeğin en son canlı örneği değil mi?..

Ama bütün insanlığı yok etmek mümkün mü?..

İnsanlık, özellikle de İslâm bu acımasız vahşet karşısında direniyor...

 

Aliya İZZETBEGOVİÇ;

"Böyle bir savaşı sürdürmek genellikle zordur.

Fakat bu savaşın kaybedilmesi de çok güçtür.

Son elli yıl içinde hiçbir istiklâl savaşı kaybedilmedi.

Bizimki neden kaybedilecekmiş, anlayamıyorum.

Hiç kimse 150 bin askerimizi silahlarını teslime zorlayamaz.

Herkese bu gerçeği hem bizler, hem de kendileri açısından göz önünde tutmalarını tavsiye ederim..." diyor.

 

Batı Medeniyeti'nin kaynaklandığı Avrupa'daki merkezler bu vahşet karşısında ne yapıyor?..

Yine Avrupa'nın Gotingen şehrindeki 'Tehdit Altındaki Halklar Cemiyeti' diyor ki:

"Paris ve Londra, en başından beri Sırp'ların koruyucusu rolünü üstlenerek Güvenlik Konseyi ve Nato'yu bloke ettiler ve Sırp saldırganlığını durdurabilecek bütün girişimleri engellediler."

Batı her zaman bunu yapıyor...

Neden yapıyor?..

Bunun bir izahı ve gerekçesi olmalı...

 

Kendi yazdıkları Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nde Avrupalılaşma / Batılılaşma (ve Batılılaştırma) maddesinde diyorlar ki:

"Rönesans'ın, reformun ve sanayi devriminin neticesi olarak modern Avrupa'da kurulan sosyal düzenin Asya, Amerika ve Afrika kültür ve medeniyetlerini damgalaması..."  

 

Nasıl damgalayacak?..

Ve Batı bugün kimden korkuyor?..

Ansiklopedi maddesi devam ediyor:

"Şu anda önemli olan Asya'nın Avrupalılaştırılmasıdır, zira Afrika'nın kabile ve komün kültür ve medeniyetleri şimdiden kontrol altına alınmıştır ve eninde sonunda Avrupa ferdiyetçiliğinin ve endüstriyalizminin baskısı ile yok olacaktır. Kuzey ve Güney Amerika'nın kültür ve medeniyetleri, Anglo-Sakson sömürgeciliği ve Lâtin ticari zihniyeti yüzünden sona ermiştir..."   

Afrika ve Amerika kültür ve medeniyetleri yok oldu...

Geriye ne kaldı:

Asya

Asya, nasıl direnebiliyor?..

İslâm sayesinde direniyor...

 

Ansiklopedi maddesi de bu direniş farklılığına, üstü kapalı da olsa işaret etmek zorunda kalıyor:

"Amerikan yerlileri veya Afrika zencileri için iki yol vardı. Avrupalılaşmak veya yok olmak. Halbuki Asya için böyle bir alternatif yoktur... Avrupalılaştırmanın Asya üzerindeki tesiri -hem seyri, hem de neticeleri bakımından- Amerika ve Afrika'dakinden çok farklı olmuştur, farklıdır ve farklı olacaktır..."  

Evet…

Doğru söylüyorlar...

Gerçekten de farklı olacaktır...

Bugün bunu daha iyi görüyor ve anlıyoruz...

 

Bosna direnişinden yola çıkarak neticenin, hiç olmazsa yakın gelecekteki neticenin ne olacağını tahmin etmeye çalışalım...

Herhalde en gerçekçi tahmini, bizzat olayların en merkezinde olan bilge insan, Bilge Başkan, Bosna-Hersek Devlet Başkanı yapabilecektir...

Söz konusu AGİK toplantısı konuşmasının bir bölümünde Aliya İZZETBEGOVİÇ, bu yazımızda 'SONUÇ VE NETİCE' olarak yazılabilecek şu sözleri söylemiş:

 

“Açıkçası çok kişi Bosna'da olanları hafife aldı.

Önceleri oluşan bölgesel bir krizdi.

Daha sonra bir Avrupa krizine dönüştü;

Ve hiç kuşkusuz şimdi de bir Dünya krizidir...

Batı'nın acizliği, tereddüdü ve hattâ bazen kötü niyetli tavrı sayesinde uzayıp giden Bosna'daki bu savaşın sonucu ne olacak?

Sonuç şu olacak:

İtibarsız bir BM, iflas etmiş bir NATO, soğuk savaş sonrasının ilk krizine dahi karşı koyamamış Avrupalının acziyet içindeki moral bozukluğu...

Avrupa ile ABD, Batı ile Rusya ve Batı ile İslâm Dünyası arasındaki ilişkilerin asla bundan daha iyi olmayacağı farklı ve çok daha kötü bir dünya meydana gelecek.

"Batı dünyası bu yüzyılın sonunda Bosna'dan utanç verici bir geri çekilmenin neticesi, muazzam bir ayıp ve aşağılanma ile damgalanacaktır" diyenlerle aynı kanaatteyim...”

 

Batı'da, Avrupa'nın tam ortasındaki Bosna'da Müslüman Boşnaklar, dolayısıyla İslâm direniyor

Direnen İslâm, insanlığın yeni bir diriliş müjdecisi gibi...

Zaten dünyanın ve insanlığın 'Direnen İslâm'dan başka neyi kaldı ki?!.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ORDA BİR ÜLKE VAR UZAKTA...

 

BOSNA VE

BALKANLAR'DAN

MANZARALAR…

 

REŞAD NURİ EROL

 

Orda bir bölge var uzakta, adı BALKANLAR…

Orda bir ülke var uzakta, adı BOSNA-HERSEK…

Orda insanlar var uzakta, onların adı BOŞNAK…

Gitsek de - gitmesek de,

Onlarla birlikte olsak da - olmasak da,

Yardım etsek de - yardım etmesek de;

O bölge bizim bölgemiz,

O ülke bizim ülkemiz,

O insanlar bizim insanımız...

 

Biraz o bölgeyi, o ülkeyi, o insanları tanımak…

Eski günleri ve asırları yad etmek istemez misiniz?..

Geçmişten kısa bir pasaj aktarayım...

 

“Çıplak yalçın kayalı yamaçların hemen yanında, Akdeniz memleketlerine has bitkiler, sayısız cami kubbeleri ve minareler, hâlâ harem hayatının esrarını saklamış gibi görünen kafesli, cumbalı, sofalı eski Türk evleri, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, geçmişi mırıldanarak akan çeşmeler, sonra yine birdenbire sokakların, pazar yerlerinin uyanıveren gürültülü gündelik hayatı... Seyyar satıcıların bağrışmaları, yük taşıyan eşekler, at arabaları, çarşaflı kadınlar, sarıklı, aksakallı, heybetli görünüşlü, dimdik yürüyen yaşlı erkekler, gün boyunca masmavi, geceleri ise sonsuz bir berraklıkla parlayan yıldızlarla kaplı bir gökyüzü...”

(Prof. Kissling, Mostar Köprüsü, Sanat Dünyamız dergisi, 1973)

 

Nasıl buldunuz?..

Bu tasvir ve satırlar, sizi nerelere götürdü?..

Yoksa kendinizi, kendi memleketinizde, kasabanızın pazarında, hemşerileriniz arasında mı hissettiniz?..

Yazılan ve anlatılanlar o kadar bizden, o kadar bize yakın ve adeta kendimiz ki;

Sanki olanlar bizim memlekette ve bize yapılıyor...

Sanki Bosna-Hersek değil, Mostar değil, Boşnak değil de; herhangi bir Anadolu şehri, Türkiye çarşısı ve Türk insanı anlatılıyor...

Her yerde, orada ve burada, biz-bize benzeriz...

 

Bu benzerlik nereden kaynaklanıyor?

Bugün Boşnak kardeşlerimiz Bosna ve Balkanlar'da, bizden ayrı ve uzaklarda yaşıyorlar ama daha dün, bir-iki-üç nesil önce, birlikte yaşıyor, birlikte evleniyor, birlikte savaşıyor ve birlikte ölüyorduk...

Bir yıl önceki Gorazde katliamını hatırlayalım...

O günlerde Boşnaklar yalnız başlarına savaşıyor ve şehid düşüyorlardı...

Hâlbuki…

Daha 100-120 yıl öncesinde, birlikte savaşıyor ve ölüyorduk...

 

Fransız Mercure de France gazetesi, 25 Mayıs 1875 Salı günkü sayısının birinci sahifesinde bir haber verir...

Yani tam 120 yıl önce...

Bugün değil, 120 yıl önce Bosna'da olanlar, sanki bugün olanların bir eşi ve benzeri...

Tek farkı var…

O gün beraberdik…

Bugün Boşnaklar yalnız….

Habere bir göz atalım:

“Sırp ve Hırvat asileri, başlarında Rusya'dan gönderilmiş olan kumandanlar ve ellerinde oradan getirttikleri silahlarla 12 Nisan Pazartesi günü Mostar, Nevasin ve Gorazde kasabalarını işgal ettiler.

Mostar Köprüsü’nün üzerinde idam edilen Müslümanlar ve Türk askerleri nehire atıldılar...

Gorazde ve Mostar’ı çeviren tepelerden inen askerler, iki kentte de, iki gece içinde üçyüzden fazla Türk ve Müslüman’ı öldürdüler...

Evlere girdiler...

Irza, mala ve cana hiç acımadılar...

Türkler’in sancak merkezi olan Mostar’da ve Saraybosna’nın 50 kilometre doğusundaki Gorazde’de camilerin içlerine konulan Osmanlı kumandanı Derviş Paşa’nın Anadolu askerlerini karın ve boyunlarından süngülediler...

Elleri bağlı olarak öldürülen askerlerin nerelere defnedildikleri de anlaşılamadı...

Külleri, daha sonra yıkılan cami enkazı arasından süpürüldü...”

 

Bugün de değişen fazla bir şey yok...

Vahşi Batı'nın o günkü politikası, Bosna ve Balkanlar'da, her nerede olursa olsun, bir Türk ve Müslüman varsa; katledilmeli ve yok edilmelidir!..

O gün birlikte ölüyorduk, bugün Bosnalılar yalnız ölüyorlar...

Nasıl ölüyorlar?..

Her gün, her gece, gazete ve televizyonlardan günübirlik ve canlı olarak izliyoruz...

BOSNA'dan canını zor kurtararak, Sancak ve Kosova üzerinden Makedonya'ya kaçan ve buradaki Müslüman bir aileye sığınan Sakine Hanım, Sırp vahşetini anlatıyor:

 

DAHA FAZLA YAZMAYA MECALİM YOK…

HEPSİ BU KADAR!

NOKTA.

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAĞARADAKİLERİN

DERİN, ÇOK DERİN UYKULARINDAN

BİR AN ÖNCE UYANMALARI DUA VE DİLEKLERİMLE…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BU KİTAPLARI YAYINLAMAK İÇİN O ZAMAN “MUKAVELE” YAZMIŞIZ;

AMA…

 

AKEVLER - KOBA YAYINEVİ

(AKEVLER - KAFKASYA, ORTADOĞU, ORTAASYA, BALKAN)

M U K A V E L E S İ

 

1. 1000.- (bin) ABD Doları veren, yayın şirketine bir hisse ile ortak olacaktır.

 İlk etapta bu ortaklık 100 000.- (yüzbin) dolarlık olacaktır.

 Ortaklık miktarı, 'Gr. Altın' da olabilecektir.

 Daha sonra gerekli görülürse bu sermaye artırılabilecektir.

 Her hisse sahibine, basılan her kitap ve yayından bir adet verilecektir.

 Hissedar ayrıldığı zaman, altı ay içinde 1000 Doları iade edilecektir.

 Mes'ul Ortak, ayrılmak isteyen hissedarların paylarını kitap olarak da verebilir.

 Ayrılmak isteyen hissedara, para bulunamadığı takdirde mevcut basılı kitaplardan seçme hakkı tanınır.

 Ortaklık tamamen tasfiye olduğu zaman, 1000 Dolarlık hisselerle yayınlanmış olan kitaplar veya satın alınan kâğıt 'ayn' olarak hissedarlara paylaştırılabilir.

 

2. Ana sermaye ile kitaplar bastırılacak, bu sermaye ile sadece kâğıt ve matbaa masrafları ödenecektir.

 Kitaplar satıldıkça, her kitaba düşen basım masrafları ile kârın yarısı ana kapitale eklenecektir.

 Ana kapitalin payı dolunca, kalan kitaplar ortaklığın net geliri olacaktır.

 

3. Her kitap için ayrı bir hesap açılacak, matbaa masrafları dışındaki bütün ödemeler ortaklık pay kuponu ile yapılacaktır.

 Mes'ul Ortak, kime ne kadar pay kuponu verileceğini pazarlıkla tesbit edecektir.

 

4. Matbaa payları dışında, bir kitabın satışından gelen meblâğlar bir fonda toplanacak ve o meblâğ ile o kitabın basılması için verilen kuponlar satın alınacaktır.

 Kupon Fiyatı, kasada toplanmış olan paranın dışarıda bulunan kupon sayısına bölümü ile elde edilir. Kuponları hissedarlar dilediklerine diledikleri fiyatla satabilirler.

 Başta satanlar ucuz satmış, sonra satanlar pahalı satmış olurlar. (Burada denge formülü uygulanır. Denge formülünü Mes'ul Ortak tesbit eder.)

 

5. Toplam Kitabın:

 (% 40) genel gelirler;

 (% 40) dağıtım;

 (% 20) kâğıt ve matbaa masrafı sayılır.

 Genel Pay, beşte birdeki kitap sayısına bölünecek, böylece bir kitabın kupon cinsinden fiyatı bulunacaktır.

 

6. Matbaa masrafları ödendikten sonra, kalan kitaplar AKEVLER - KOBA'nın ortak kuponu ile değiştirilebilir hâle gelecektir.

 

7. Mes'ul Ortak, genel ve özel kuponların onda birine (1/10),

 KOBA fiirketi de onda birine (1/10) sahip olacaktır.

 

8. Taraflar arasında çıkacak olan ihtilâflar hakemler yoluyla halledilecektir.

 Bu mukavelede geçmeyen hususlarda, 'Akevler Genel Ortaklık Sözleşmesi' geçerli olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

BİTMEDİ…

YAZAMAYA DEVAM EDİLECEK…

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Mağaradakiler Sağırdırlar Dilsizdirler Kördürler
1-1991-1995 4.Kitap
1360 Okunma

© 2024 - Akevler