YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
İKİNCİ KİTAP
BİN YIL
SONRAYI
DÜŞÜNÜYORSAN
1991-1995
REŞAD NURİ EROL
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
İKİNCİ KİTAP
YARIM KALAN KİTAP!
(8 kitap daha var! RNE)
BİN YIL SONRAYI DÜŞÜNÜYORSAN…
Bir yıl sonrayı düşünüyorsan: Tohum ek,
Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın...
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini,
Halkı eğit o zaman!
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç ekersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti!
Birisine bir balık verirsen, doyar 'bir defalık',
Balık tutmasını öğret, doysun 'ömür boyunca'!
(Çin Şiiri)
1. KİTAPTAN BİR BÖLÜM…
Bizler bu meselenin merhalelerini çok iyi biliyoruz:
1- Çok yakın gelecek…
2- Yakın gelecek…
3- Bir nesil süreli gelecek…
4- Üç-beş nesil süreli gelecek…
5- Uzak süreli gelecekler;
....a) Yarım yüzyıllık gelecek…
....b) Bir yüzyıllık gelecek…
....c) Birkaç yüzyıllık gelecek…
....d) BİN YILLIK GELECEK...
Ve…
Bütün bu gelecek merhalelerinin gerektirdiği planlama ve düzenlemeleri yapmak...
YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…
AKEVLER HAREKETİNİN DÖNÜM NOKTALARI TAKVİMİ
1967 --- AKEVLER resmi olarak kuruldu…
1969 --- 1969 SEÇİMLERİ VE “BAĞIMSIZLAR HAREKETİ”…
(KONYA: Necmeddin Erbakan; İSTANBUL: (İzmir’den) Ö.Faruk Yeğin; AYDIN: Süleyman Karagülle)
1970 --- MNP kuruldu…
AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu / Dergâhı kuruldu…
1972 --- MSP kuruldu…
(Süleyman Karagülle Kurucu İzmir İl Başkanı; Reşat Nuri Erol Gençlik Kolları Başkanı…)
1973 --- MSP genel seçim başarısı ve CHP ile hükümet ortağı olması…
(Süleyman Karagülle İzmir İl Başkanı ve Milletvekili Adayı, M.Gündüz Sevilgen Manisa Milletvekili!..)
TEK YOL dergisi yayımlandı… (Süleyman Karagülle, M.Gündüz Sevilgen, Reşat Nuri Erol…)
1975 --- AKYOL Neşriyat ve Matbaacılık kuruldu…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol, Mehmet Çakır…)
AKYAY KAYNAK Yayınevi kuruldu…
(Fehmi Koru ve BİZ dâhil 10 arkadaş…)
1976 --- AKEVLER, Necmeddin Erbakan'a ‘İLK’ Model/Sistem takdimi…
(Süleyman Karagülle, M. Adil Aktuğ, Reşat Nuri Erol…)
1977 --- ABAM kuruldu
(Süleyman Karagülle ve Prof. Dr. Arif Ersoy başkanlığında ilmî heyet…)
AKEVLER Dergisi / Haftalık Bülteni yayınlanmaya başlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol ve diğer Çalışma Arkadaşları…)
KİTAPLAR / ilk önemli kitaplar kendi yayınevlerimizde yayımlandı…
(Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol (AKYOL), Fehmi Koru (KAYNAK) ve …)
1983 --- RP (Refah Partisi) kuruldu…
1985 --- ÖZDEMİR ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI harekâtı başladı…
1986 --- ABAM üyeleri, Necmeddin Erbakan'a sistemlerini takdim ettiler…
(Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Reşat Nuri Erol, Ali Erişen, Ali Sayı ve …)
10 ABAM üyesi, İstanbul İSAV'da; 'Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli'
tebliğlerini sundular… (Tebliğler İSAV tarafından “KİTAP” olarak yayımlandı…)
1987 --- “ADİL DÜZEN” ÇALIŞMALARI olgunlaşmaya başladı…
1981-1988 --- (Reşat Nuri Erol’un Arabistan yılları…)
1990 --- İstanbul'da SOBAM ve RP bünyesinde ilk 'ADİL DÜZEN Çalışmaları'
1991 --- SÜLEYMAN KARAGÜLLE Orta Asya/ Kırgızistan'a “HİCRET” etti…
Yeni “KİTAPLAR” yayımlanmaya başlandı…
(“FAİZSİZ BANKA”, “SOSYAL DENGE” kitapları ve diğerleri; İz ve İşaret yayıncılık…)
Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir seçimlerde Çorum ve İstanbul’da aday oldular…
1994 --- AKEVLER - ABAM mensubu Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir, Mahalli Seçimlerde Çorum ve İzmir'den aday oldular; Arif Ersoy Çorum Belediye Başkanı seçildi…
1995 --- ABAM ve AKEVLER Ekibi,
YENİ BİR HAZIRLIK, TEBLİĞ VE DÂVET HAMLESİ başlattı:
* İlmî
* Dinî
* Siyasî
* İktisadî
ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Bir önceki sayfada, “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın bazı dönüm noktaları var…
BU KİTAPLAR, Bu 10 KİTAP, Üstadımız Süleyman Karagülle’nin “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” kitabı tarafımdan “Yayına Hazırlandığı” yıllarda yazılmaya başlandı…
Yani; artık kırk yılı aşan “AKEVLER ÇALIŞMALARI”nın tam orta yerinde;
1990’lı YILLARIN BAŞINDA YAZILMAYA BAŞLANDI…
1991 (20 Ekim) Türkiye Genel Seçimleri öncesinde, Refah Partisi İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevindeydim ve o dönemde ana sloganımız, ana söylemimiz “ADİL DÜZEN” idi; “ADİL DÜZEN” diyorduk ama her anlatan “İSLÂM” olarak bildiklerini anlatıyordu…
Bu tarihten bir-iki yıl öncesini ve sonrası ile o yıllarda yoğun olarak yaşadıklarımızı burada yazacak değilim… Ama yazmayı planladığım ve sadece bir kısmını yazabildiğim veya yazabileceğim bu bölümler/kitapçıklar veya KİTAPLARDA, o dönemle ilgili, daha doğrusu o dönemde yaşadıklarımızla ve durumumuzla ilgili “çok şeyler” bulacağınızı söyleyebilirim…
Aniden “İstanbul Milletvekili Adayı” olma kararımdan vazgeçtim, o zamanki RP İl Başkanı R. Tayyip Erdoğan ile yaptığım özel görüşmede kararımı bildirdim ve “ADİL DÜZEN” merkezli çalışmalara; Üstadımızın o zamanki isimlendirmesiyle, “YENİ SİSTEM / DÜZEN ARAYIŞLARIMIZ; 'ADİL DÜZEN'E DOĞRU…” çalışmalarımıza yöneldim…
“İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” yani Prof. İlhan Arsel’in “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına / Şeriat Devletinden Lâik Cumhuriyete” 850 sayfalık kitabına “REDDİYE” olan (iki ciltlik, büyük boy, 1200 sayfalık) KİTABIMIZI yayına hazırlamaya başladım; tam iki yıl çalışmalarımın ana merkezi sadece buydu…
Evet; sadece “BU KİTAP” ve “DİĞER KİTAPLAR” yani bu “10 KİTAP”…
İşte bu yoğun çalışma esnasında bir de “10 KİTAP KONUSU VE METİNLERİ” de oluşmaya başladı… Yoğunlaştıkça, çalışma arkadaşlarımızla görüştükçe, o dönemde bazı şeyleri yaşadıkça ve özellikle de o yıllarda Kırgızistan’da “MUHACİR” olan Üstad Süleyman KARAGÜLLE ile görüşüp yazıştıkça; değişik konular kendiliğinden gelişiyordu… Bunları kısa veya uzun bir şekilde değerlendirmek veya kitaplaştırmak düşüncesi oluşuyordu…
Bu gelişme ve düşüncelerle yazılabildiği kadarıyla yazılanlar yazıldı ve bilgisayarımın en ücra köşeleri ile birkaç yakın ÇALIŞMA ARKADAŞIMIZIN bilgisayarında, gün yüzüne çıkacağı zamanı beklemeye başladı… Bugünlerde, 2003-2004 yıllarından itibaren Millî Gazete’de “günlük” olarak yazdığım köşe yazılarını kitaplaştırmaya başlayınca; Ali Bülent Dilek kardeşimiz, 1990’lı yıllarda yazılanları da artık gün yüzüne çıkaralım deyiverdi…
Yıllara göre tasnif edebildiğim Millî Gazete’deki köşe yazıları da “10 KİTAP” oluyor… Şimdilik www.akevler.org sitemizin sadece “KİTAPLAR” bölümünde yayında olacak…
Üstad Süleyman Karagülle bu kitaplar için bence çok önemli bir “TAKDİM” yazısı yazınca, 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda (60’lı yıllar da var) yazdıklarımızı da hatırladım…
Hatırlamakla kalmadım…
Onları da yavaş yavaş ve olabildiğince “KİTAP” hâline getirmeye başladım…
Üstad Süleyman Karagülle’nin de o zaman (1994) yazdığı bir “TAKDİM” yazısında ifade ettiği üzere; o dönemde yaşadıklarımızın etkisiyle olacak, gerçekten de çok farklı, çok değişik ve bazı yönleriyle ilk defa denebilecek bir üslup ve tarz denemeleri yapmışım…
O üslubun ve tarzın kendiliğinden oluşan samimiliğine hiç dokunmadım…
Olabildiğince ve içimden geldiği gibi aktarmaya gayret ettim…
YAZDIKLARIMIZDA FARKLI ŞEYLER bulacaksınız…
KİTAPLARIMIZDA bilmediklerinizi bulacaksınız…
Yazacak ve anlatacak daha çok şey var ama…
Şimdilik “MARUZATIM” bu kadar!
İyi okumalar dilerim…
Selam… Sevgi… Saygı… Ve dua, dua, DUA ile…
İstanbul, Kasım 2012
Reşat Nuri EROL
ÜÇ MERHALE:
ÖĞRENMEK…
ANLAMAK…
YAPMAK…
Her insan gibi her kitabın da bir hayat hikâyesi vardır. Ama bazı kitap ve çalışmalar, onu yazan yazar ve insanın hayatı ile bütünleşmiştir. Bir bütünün parçaları gibi birbirlerinden ayrılmaz bir özellik arz ederler. Bu çalışma ve ele alınan konuların, kitabın (veya bu dizide yayınlanacak diğer kitapların) da böyle olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Bu kitabı/ kitapları yayına hazırlarken en büyük duâ ve dileğim, yazarın hayatı ve hayattaki gayesi ile bütünleşen bu kitabın, yayınlandıktan sonra onu okuyan okuyucuları ile de bütünleşmesidir.
Bu iddia ve ifadelerden sonra, ne demek istediğimi açmaya ve açıklamaya çalışayım.
Yazılan kitap ve onu yazan yazar...
Yayınlanan kitap ve onu okuyan okuyucular...
Yaşanan hayat ve hayatta birlikte olunan insanlar...
Teorik bilgiler ve pratik olarak uygulama örnekleri...
Dolu dolu yaşanan bir dünya hayatı ve o dünyanın düzeni...
Çekilen çileler ile çaresizlikler ve durmadan aranan çözümler…
Zorla, zorbalıkla dayatılan dünya düzenleri ve alternatif sistem arayışları...
Ve daha nice çağdaş sorular, sorunlar ve çözüm önerilerini ihtiva eden konular...
Her şeyden önce kitap yani ele alınan konu ile onu yazan yazarı ve bu ikisi arasındaki macerayı bilmenizi ve izlemenizi istiyorum. Bunu yaparken de önemli bir amacım var. Kendi hayatım ve arkadaşlarımın çabaları ile bütünleşen bu kitabın ve diğer kitaplarımızın, ama özellikle ele alınan konunun faydalı ve müessir olması açısından, yayınlandıktan sonra aynı şekilde okuyucu ile de bütünleşmesini istiyorum.
En büyük hedefim ve dileğim bu birlikteliği ve bütünleşmeyi sağlamak. Yoksa bizim gibi insanlar durup dururken ne diye kitap yazsın ki!
Gayemiz sizlere ulaşmak...
Maruzatımızı arz edebilmek...
Düşüncelerimizi ve tekliflerimizi anlatabilmek...
Geniş kitle ve kesimler tarafından anlaşılmasını ve benimsenmesini sağlamak...
Sonunda…
En sonunda hep birlikte uygulamak…
Ve böylece bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olmak...
İşte…
Bu kadarcık mütevazı ama bir o kadar da iddialı bir hedefimiz var.
Hayat sadece benim ve arkadaşlarımın hayatı değil; sizinle birlikte hep beraber yaşadığımız bir hayat.
Dünya ve sorunları sadece bizim küçük dünyamız ve sorunları değil; hepimizin hep birlikte yaşadığımız koca bir dünya ve dev sorunları...
Bu sorunlara önerdiğim veya arkadaşlarımla birlikte önerdiğimiz çözümler ve hâlen bütün vahşeti ile sürüp giden sisteme karşı ortaya koyup geliştirmeye çalıştığımız alternatif sistem/düzen; sadece bizim bu mütevazı gayretlerimizle bitirilemez ve sonuçlandırılamaz.
Bunu biliyoruz.
Üstadımız başta olmak üzere, başlangıçtan beri bütün arkadaşlarımla birlikte bunun idraki ve şuuru içindeyiz...
Ama birilerinin bir yerden başlaması gerekiyordu ve bizler bu başlangıcı sadece kendimiz ve halkımız için değil, bütün insanlık için başlattığımız inancındayız...
Dolayısıyla…
Bu çalışma, araştırma ve kitap/kitaplar, halkımıza ve bütün insanlığa bir dâvet ve tebliğ mahiyetindedir; yeni arkadaşlar bulma arayışı ve çabasıdır...
Birlikte olmaya davettir...
Çalışmalarımızın en önemli amacı ve hedefi budur.
İNSANLARI BİZİMLE BİRLİKTE OLMAYA DAVET ETMEK.
İnançları ve düşünceleri bizimle ve bizim bu mütevazi gayretimizle örtüşen ve çakışan insanları birlikte olmaya; birlikte düşünmeye, araştırmaya, anlamaya, anlatmaya, uygulamaya, yaşamaya ve yaşatmaya; dolayısıyla dünyamızı yeniden yaşanabilir adil bir sisteme ve düzene kavuşturmaya dâvet ediyoruz...
Bu kitap ve diğer bütün kitaplarımız;
Başka hiçbir amaç için değil, sadece ve sadece hayırda yarışmak, sürüp giden zulümlere karşı 'peygamberler sistemi'nden kaynaklanan alternatif bir dünya düzeni ortaya koyabilmek ve 'kuvvet'e değil 'Hakk'a dayalı dünya görüşüne göre düzenlenmiş 'ADİL BİR DÜNYA DÜZENİ' kurmak için yazılıp yayınlanmıştır.
Yayınlandıkları andan itibaren de sadece bizim değil; hepimizindir...
Şimdilik bizden bu kadar...
Bundan sonrası ve başarıya ulaşması, hep birlikte el ele vererek yapacağımız planlı, programlı, disiplinli, sabırlı, ciddi ve sürekli çalışmalara bağlıdır.
Dünya sadece bizim dünyamız değil, hepimizin dünyası...
Dünya düzeninden şikâyetimiz varsa, gelin birşeyler yapalım...
Kuvvete dayalı bu zalim, bu karanlık düzene karşı küfretmeyi bırakalım da; çağımızdaki karanlıkların aydınlanması için bir mum da biz yakalım...
Dâvet ve teklifimizin anlaşılabilirlik ve uygulanabilirlik açısından nice yıllara ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyorum/z...
Asırlarca sürecek bir dünya düzeni ve yeni bir medeniyet modeli önerdiğimizin farkındayız...
Ama her şeyin bir başlangıcı olduğunu da çok iyi biliyoruz...
Birkaç kilometrelik bir yola da bir “ilk adım” ile başlanır...
Aynen, emeklemeye başlayan bir bebeğin ilk adımı gibi…
İlk adım…
Bu ilk adımı atabildiysek, hâlâ atabiliyorsak, ne mutlu bize…
Bir şeylerin ve bazı oluşların vakti gelmişse, artık vakit tamam olmuşsa, birilerinin bir başlangıç yapması gerekiyordu...
Haddimiz olmayarak, bizler, bin yıl sonra bile müessir olacak bir çalışmayı başlattık ve bize bahşedilen ömrümüzün sonuna kadar da bu yolda yürümeye devam edeceğiz...
Varabileceğimiz menzile kadar yürümeye ve yol almaya çalışacağız...
Gerisini bundan sonra bizimle beraber olacak olanlar ve bizden sonrakiler tamamlayıp devam ettireceklerdir, inşaallah...
Evet, bizler sadece bir yıl veya on yıl sonrasını değil;
Yüzyıllar sonrasını düşünerek
“BİR SİSTEM, BİR DÜZEN,
YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ ve
YENİ BİR MEDENİYET” öneriyoruz...
Kendi halkımıza ve bütün insanlığa dâvetimizdir sözkonusu olan...
Bunu anlatmaya çalışıyoruz...
Bin yıl ötelerden bize kadar ulaşıp gelen bir Çin şiiri der ki:
Bir yıl sonrayı düşünüyorsan: Tohum ek
Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın...
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini,
Halkı eğit o zaman!
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç ekersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti!
Birisine bir balık verirsen, doyar "bir defalık"
Balık tutmasını öğret, doysun ömür boyunca!
Bizler bu kitaplarımızla halkımıza ve milletimize ulaşmaya, onları sistemler ve dünya düzeni konusunda eğitmeye çalışıyoruz...
Günlük, geçici, oyalayıcı ve aldatıcı pansuman tedbirler değil; meseleyi kökünden halledecek teklifler öneriyoruz...
Bunun için yola çıktık...
Bunu becerebildiğimiz oranda da kendimizi başarılı sayacağız.
***
KİTAP,
YAZAR VE
OKUYUCU ÜÇLÜSÜ
Her KİTAP ve
Onu yazan yazarın bir hayat hikâyesi ve macerası olduğundan bahsetmiştim.
Aynı şekilde…
Her kitabın da yayınlandıktan sonra bir hayat hikâyesi ve macerası olacaktır.
Artık, yayınlandığı andan itibaren o kitap sadece bizim değil;
HEPİMİZİNDİR...
Hele ele aldığı konu tamamen insanların genelini yani bütün insanlığı ilgilendiriyorsa;
Hattâ -iddia ettiği üzere- insanlığın kurtuluşunu ve geleceğini…
Dolayısıyla gelecekteki nice nesilleri ilgilendiriyorsa…
Artık O KİTAP gerçekten de yazan veya yazanların olmaktan çıkar, yayınlandığı andan itibaren okuyanların ve birbiri ardı sıra gelen gelecek nesillerin düşüncesi olur...
Bu DÜŞÜNCE VE TEKLİFLER uygulama şansını yakaladığı ve uygulanabildiği anda ve oranda ise artık hayatın tâ kendisi olur...
KİTAP, YAZAR VE OKUYUCU ÜÇLÜSÜ arasındaki münasebeti
CEMİL MERİÇ ne güzel ifade etmiş:
“Demek, KİTAP da yaşayan bir içtimai olaydır. Yayımlanır yayımlanmaz yazarın olmaktan çıkar. Artık yazarın düşüncesini belirtmez, birbirini kovalayan nesillerin düşüncesi olur. Okuyucu kitabı boyuna yorumlar, zenginleştirir veya fakirleştirir. Eserin gerçek muhtevası bir vesiledir sadece. Doktrin ve sistemler anlaşıldıkları ölçüde (ve anlaşıldıkları tarzda) etki yaparlar. Onları benimseyen, ortaya atan kadar yaratıcısıdır onların. Bir şaheserin macerasını izlemek, bize, ferdi düşünceden maşeri düşünceye nelerin geçtiğini öğretmekle kalmaz, içtimai çevrede ne gibi değişiklikler olduğunu da gösterir. Bir kitabın hikâyesiyle kitap arasındaki münasebet, tarihle efsane arasındaki münasebetin tıpkısıdır. Bir kelimeyle, kitap bir devrin veya bir milletin maşeri hayatına nasıl iştirak ediyor, bunu araştırırsak etki konusu daha zengin, daha aydınlatıcı olur...” (Umrandan Uygarlığa, s.285,286)
“KİTABIN okuyucu üzerindeki tesiri: Okuyucu kitapta kendisini arar, kitaba kendisini koyar demiştik. Kendine uydurur onu. Her ferd kendi hesabına yeni bir adaptasyon yapar. Çevrenin okuyucuların her biri üzerindeki etkisi, ferdî farklılaşmaları azaltır gittikçe. Bununla beraber kitabın da okuyucu üzerinde etkisi vardır. Kamuoyunun yalnız belirtisi değil, yapıcısıdır da. Bu etkinin genellikle doğru olan formülü şu: Kitap aynı neslin hemen hemen tüm insanlarına şuurları, şimdiki veya virtüel zevkleriyle hemahenk bir muhteva verir. Böylece içtimai grupların fikir veya his hayatında bir ahenk, bir birlik kurar. Evvela belli bir anda herkese kendi içindeki düşünce veya duygunun ortak bir formülünü verir. Bu duygu ve düşünceyi tatmin eder. Yani ferdî ayrılıkları ortadan kaldırır, fertlerin özlemlerini tıpkılaştırır, birleştirir. Bir kelime ile maşeri şuuru yaratır. Sonra başarılı bir kitap; sayısız düşünceler, okuyucuların ihtiyaç ve duyguları, müphem bir şekilde gerçekleşmek isteyen bütün bu mahrem faaliyetler arasında bir ayıklama yapar. Belli bir anda bütün ferdî dikkatleri aynı amaca yöneltir. Yazarın gücü kamuoyunu billurlaştırır. Kitap yaratıcı bir kuvvet olmaktan çok düzenleyici bir güçtür. Birleştirici, zaptürapt altına alıcı bir organ. Yazar bir orkestra şefi. Onun yaptığı, seslerin uyumunu sağlamak. Her okuyucunun içinde önceden kendisine düşen bir müzik parçası vardır...” (Umrandan Uygarlığa, s.290)
***
HAKİKAT AŞKI
VE
YAZMA ZAMANI
Bu bölümde, bu KİTAP ve ele aldığı konu ile onu yazan yazarı arasındaki bölünmez bütünlüğü arz etmeye, daha sonra ve dolayısıyla okuyucu ile bütünleşmeye, daha doğrusu konuyu okuyucu ile bütünleştirmeye çalışacağım...
Kendimi bildim bileli sürekli olarak Hakk’a ve hakikate, doğruya ve adalete ulaşmanın uğraşı içinde oldum...
Hayat serüvenim hep bu sevdanın peşinde dopdolu yaşanan yıllarla geçti...
Kimi zaman bu düşüncelerim adeta bir tutkuya, bir karasevdaya dönüştü ve gözlerim o yüce davadan başka bir şey görmez oldu, aklım başka bir şey düşünmez oldu...
Ümitsizliğe düştüğüm en zor zamanlarda bile Allah yeni umut kapıları açtı...
Bu konuda en ümitsiz zamanlarda bile, her zaman yeniden yeşeren umutlardan dolayı, Yüce Rabbime karşı şükrünü edâ etmekten gerçekten de acizim; acizim...
Şükürler Olsun Ya Rab!..
Daha delikanlılığımın ve gençliğimin ilk yıllarında sistem arayış ve araştırmalarına başladığımı çok iyi hatırlıyorum...
İmkânlar ölçüsünde ve nasibime düşeni kadarını elde ettikçe; ulaştığım neticeleri sürekli olarak bilgi dağarcığıma kaydetmeye, ama özellikle fırsat buldukça bu bilgileri amele ve eyleme dönüştürmeye özel bir özen gösterdim...
Hayatımı hep buna göre tanzim etmeye çalıştım...
Sabırla, sebatla, büyük bir cehdle ve de ciddiyetle…
Sürekli olarak bunun azmi ve gayreti içinde oldum...
Aradan yıllar geçti...
Başta Üstadım Süleyman KARAGÜLLE olmak üzere, çalışma arkadaşlarımla birlikte yaşadığım yıllarda ve yerlerde eylem ve amele dönüştürerek kazandığım bilgileri ve tecrübeleri, düşünce dünyamda yoğurduğum…
Bu birikimleri ve görüşleri artık yazmam gerektiğini hissediyorum…
Allah’ın böyle bir ilhamı bahşettiği duygularla yoğunlaşmış bulunuyorum...
Daha doğrusu, bu merhalede ve yaşadığımız şu dönemde, düşüncelerimizi yazıya dökme konusunda, -yıllardır kitabın ele aldığı konu ile yoğrulmuş ve yaşamış olan- arkadaşlarımla ittifak etmiş bulunuyoruz...
Yıllardır bu ihtiyacı hissetmekle beraber, birdenbire bu ihtiyaç doruğa çıkıverdi...
Artık…
Kaleme sarılmalı…
Düşüncelerimizi yazmalı…
Bizim gibi düşünen kitlelere ulaşmalıydık...
Bugün için bunun tek yolu vardı:
Yazmak… Yine yazmak... Yine yazmak...
Ve…
Kendimizce aramızda görev bölümü yaparak yazmaya başladık...
Kendi adıma açıkça söyleyeyim...
Bu merhaleye kolay ulaştığımı söyleyemem...
Yirmi-yirmibeş yıldır defalarca kaleme sarıldım ve yazmaya başladım...
Kimi zaman bir kitap veya birkaç makalede kaldım...
Bazen yarıda veya belli bir merhalede bıraktım; bırakıverdim...
Henüz olgunlaşmamanın, kemale ermemiş olmanın gerginliğini yaşadım...
Şartların uyumlu hâle gelmesini ve konuların olgunlaşmasını; diğer bir ifadeyle, vaktin gelmesini bekledim, bekledim, bekledim...
Çeşitli çilelerin, nice muhaceretlerin yanında; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal olarak tasnif edebileceğim buhran ve bunalımlar geçirdim...
Artık birikimlerim bir insanın kemal yaşında ulaşabileceği doruk noktasına ulaşmıştı...
İşte buna inandığım, bu ilhama ulaştığım anda, yazmak zamanının geldiğine kani oldum, böyle inandım ve yazmaya başladım...
Bu satırların yazılmaya başlandığı bir hafta öncesinde, 21 Nisan l994 Perşembe günü, Üstad Süleyman Karagülle, "KUR'ÂN VE İLİM" üzerine bir televizyon kanalının (Samanyolu TV) yapacağı çekimler için Bişkek/ Kırgızistan'dan İstanbul'a geldi...
Süleyman Akdemir'i de İzmir'den İstanbul'a çağırdık...
Hüseyin Kayahan ile birlikte geldiler...
Televizyon çekimleri arasında, yoğun istişare ve görüşmelerimize başladık...
Bundan sonra, gelinen bu merhaleden sonra, yapmamız gereken işleri, bütün boyutları ve alternatifleri ile gece yarılarına kadar görüştük...
Uygulama açısından, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Türkiye veya dünyanın herhangi bir yerinde yapabileceklerimizi yapacaktık...
Ama önemli bir noktayı artık özellikle ihmal etmemeliydik; önümüzdeki zaman zarfında, yılda ortalama bin sayfa ve beş yıl içinde beş bin sayfa yazmalıydık...
Ben de bu önemli merhalede üzerime düşeni yapmalıydım...
Görev sorumluluğu ile yüklü bu duygularla yazmaya başladım...
Düşüncelerimizi ve ulaştığımız neticeleri, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bütünüyle uygulama imkânı bulamasak bile; artık var gücümüzle özellikle yazmayı ihmal etmemeliydik, hiç olmazsa gelecek nesillere ulaşsın diye yazmalıydık...
Bu KİTAP…
Bu KİTAP…
İşte bu samimi duygu ve düşüncelerle yazılmaya başlandı...
Bu iyi niyet ve ihlâsa binaen de Allah tesirini halk eder, inşaallah...
Bu merhalede yazmalı…
Yazmalı ve yine yazmalıydık...
Evet…
Artık yazmak zamanıdır...
Ve yazmaya başladım...
***
HİCRET VE
ÜÇ MERHALE:
OKUMAK…
ANLAMAK…
UYGULAMAK…
Müslüman…
Yaradılışının gereği olarak emrolunduğu üzere…
Başta Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'i ve diğer bütün kitapları önce Okumak…
Ardından gücü nisbetinde ANLAMAK…
Ve en sonunda…
Bu bilgi, birikim, anlayış ve ulaştığı neticeleri…
Hayatına UYGULAMAK ile mükellef kılınmış...
Bu hakikati daha küçük yaşta önce hislerimle, bilahare düşüncelerimle keşfettikten sonra; hayatımı hep bu doğrultuda ve doğru yolda yönlendirme ve yaşama gayreti içinde oldum, hayatımı bu esaslara ve prensiplere göre düzenlemeye çalıştım...
Hicret…
İnsan hayatına en büyük hareketi ve bereketi kazandıran ilâhi emir ve eylem...
Bu emir ve eylemi bizzat yaşayarak; önceleri yani çocukluğumda bilmeyerek, daha sonra bilinçli olarak hayatıma uygulamak suretiyle çok şey kazandım diyebilirim...
Ortalama her yedi-sekiz yılda bir hayatımda hicret var...
Hicretin hareketi ve bereketi ile iç içe yaşadım ve büyüdüm…
Hicretin çok yönlü etkilerini hazmederek yetişme gayreti içinde oldum...
Daha doğrusu kendimi eğitme ve yetiştirme konusunda “HİCRETİN” çok yönlü bereketini bizzat hayatımda yaşadım...
İslâm takviminin 'hicret' ile başlaması, başlı başına bir olaydır ve bir tesadüf değildir...
HİCRET, bir şehirden bir şehire, Mekke'den Medine'ye, Medine'den yeni bir medeniyete ve dünya düzenine geçişin başlangıcıdır, hep öyle olmaya devam edecektir...
1950 yılında Kosova'da (eski Yugoslavya, Osmanlılar ile Haçlıların 1389 ve 1448 yıllarında iki Meydan Muharebesi yaptıkları ovaya yakın şehirde, Mitrovitsa e Kosoves (Arnavutça söylenişi) veya Kosovska Mitrovitsa'da (Boşnakça söylenişi) doğmuşum...
Dünyaya geldiğim yıl öncesinde ve sonrasında; Sevgili Babamın biricik düşüncesi, gayesi ve hedefi hep “HİCRET” etmekmiş; TÜRKİYE’YE HİCRET ETMEK...
Çünkü o bir muhacirin torunun torunu; Kosova’nın kuzeyindeki Çabra (Kâbe) köyünü kuran bir Arabın torununun kim bilir kaç kuşak öncesinden torunu; Mekke’den Medine’ye hicret edenlerin torunu; işte o “Çabra/Kâbe” denen köyde Muharrem oğlu “Miran/Kamber/Nuri” isimleriyle doğan ve orada yaşayan biri…
İlk gençlik yıllarından itibaren hep Türkiye’ye hicret etmeyi düşünen bir Müslüman…
HİCRETİ hep düşünen ve sonunda uygulayan MÜ’MİN BİR MÜSLÜMAN…
Komünizm zulmünden kurtulmak, evlatlarını da (hâlen yaşamakta olan sekiz evladını da) bu beladan, bu çok yönlü musibette uzaklaştırmak ve bu zalim düzenden kurtarmak amacıyla Türkiye'ye hicret etmek...
O yıllarda ailemizin biricik hedefi olan bu hicreti ancak l957 yılı yaz aylarında gerçekleştirebildik...
1956-1957 öğretim yılında Kosova'da doğduğum şehirde ilkokula başladım ve bir yıl Arnavutça eğitim gördüm...
Öğretim yılı sonunda, Mitrovitsa’daki köyümüzün mezarlığında medfun üç erkek kardeşimi (Mehmet, Ali ve Nihat), dedelerimi ve ninelerimi, amcalarımı ve halalarımı, dayılarımı ve bütün yakın akrabalarımızı Kosova ve Sancak bölgelerinde bırakıp (Büyük Amcam Hamdi ve Ailesi ile Fazli Amcam ve Ailesi ile birlikte) Türkiye'ye HİCRET ettik...
Artık, Kosova ve Sanacak / Bosna’daki, kanımdan ve canımdan olan en yakın sevdiklerimden, en yakınlarımdan uzakta yaşayacaktım...
Her zaman “onların özlemi” ve “memleket hasreti” ile yaşadım…
Hâlâ o “hasreti” yaşıyor ve hatırladıkça buruk ve de çok derin bir acı duyuyorum...
YEDİ YAŞIMDA, önce İstanbul'a, sonra Orta Anadolu illerinden Yozgat'ın Boğazlıyan ilçesine hicret ettik; bir-iki yıl sonra da İzmir'e yerleştik...
Yoksullukla yoğrulmuş çok zor yıllar geçirdik...
14 yaşıma kadar İzmir'de büyüdüm...
İlk tahsilimi Yeni İzmir İkokulu'nda tamamladım...
İlkokul çağımda babamdan ve mahallemizdeki hocalardan özel dersler aldım...
Orta tahsilime, sevgili babamın Türkiye'ye hicretinin ana sebebi olan dini inancının ağırlığı ve yönlendirmesiyle, İzmir İMAM-HATİP LİSESİ'nde başladım...
Bir yıl, birinci sınıfı İzmir'de okudum...
Ancak, “muhacir bir aile çocuğu” olarak çektiğimiz yokluk ve yoksulluk sebebiyle, sadece baba desteği ile tahsilime devam edip tamamlayamayacağımı hissetmeye başladım...
Çocuk aklımla çözümler arıyordum…
“Devlet Parasız Yatılı İmtihanları” imdadıma yetişti...
ONDÖRT YAŞIMDA, orta ve lise tahsilimi parasız yatılı olarak İmam-Hatip Lisesi'nde tamamlamak üzere Burdur'a hicret ettim...
Anne, baba ve kardeşlerimden uzaklarda geçireceğim nice yılların başlangıcı olan ilk büyük gurbetim, aklımın erdiği “İLK BÜYÜK HİCRETİM” başlamıştı...
Ergenlik çağımı ve ilk gençlik yıllarımı çok zor şartlarda bu küçük şehirde geçirdim...
Sekiz çocuklu bir ailenin en büyük ve tek erkek evladı, çocuk yaşta ailesinden ayrılmak zorunda kalmıştı...
Yedi yıl sonra ayrıca Burdur Lisesi diplomasını da alarak bu şehirden ayrıldım...
Bu Burdur yıllarımda; ilmî, kültürel, sosyal ve sportif faaliyetleri yoğun olarak yaşadım...
Son yıllarda ve özellikle son sınıfta ise bu faaliyetleri bizzat yönlendirdim veya yönettim; kaptan oldum, yoklukta antrenör ve yönetici bile oldum...
Civar illerden gelen birçok arkadaşlar, ama özellikle yatılı olanlarla bir ailenin fertleriymişçesine kardeş gibi büyüdük...
Ayrıca İzmir'den gelen bir garibanlar gurubumuz da vardı...
Çok samimi, sıcak ve candan dostluklar kurduk...
Hâlâ İzmir, Burdur, Denizli, Uşak, Aydın, Muğla illerindeki bu arkadaşlarımı fırsat buldukça ziyaret eder ve “buluşabildiğimiz arkadaşlarla” eski hatıralarımızı, kardeşlik yıllarımızı yâd ederiz...
YİRMİBİR YAŞIMDA, yüksek tahsil amacıyla Almanya'ya hicret ettim...
Burdur'da çok samimi olduğumuz dört arkadaş; Bilal, Osman, İsmail ve ben, yüksek tahsilimizi Almanya'da yapmaya karar vermiştik…
Ben 'öncü' olarak gitmiştim...
Onlar ardımdan gelmediler, gelemediler…
Bu sefer de yâd ellerde yapayalnız kalmıştım...
O yıllarda bu ülkede yabancı bir öğrenciye maddî ve manevî açıdan yardımcı olabilecek şahıs ve gönüllü kuruluşlar, dernekler ve cemaatler de yoktu...
Frankfurt, Miltenberg, Darmstad, Giessen şehirlerinde bir yıl geçirdim...
Bu arada Almanca lisan öğrenimimi aksatmadan sürdürdüm...
Altı ay işçilik bile yaptım, ağır içlerde çalıştım...
Mühendislik fakültesine kaydımı yaptırdıktan ve dil öğrendikten sonra…
Çeşitli maddî ve manevî sebepler yüzünden yeniden Türkiye’ye/ İzmir'e döndüm...
OTUZBİR YAŞIMDA…
Bir yüksek tahsil, bir HİCRET daha…
Daha doğrusu ARAPÇA tahsili için S. Arabistan’a, “Riyad Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü öğrencisi” olarak yine HİCRET ve okulu birincilikle bitirmek…
OTUZSEKİZ YAŞIMDA, yeniden Türkiye’ye dönüş, İzmir’e ve İstanbul’a hicret…
***
“ÜSTAD” VE
“HOCA” İLE
TANIŞMA VE …
1972 yılında…
Hayatımın akışını değiştiren;
Adeta "YILLARDIR ARADIĞIM MÜRŞİD BUYMUŞ" dedirten;
Dünya görüşümü kesin ve keskin hatlarla belirleyen, tanışma ve buluşma gerçekleşti...
Süleyman KARAGÜLLE ve arkadaşları ile tanıştım...
Tanıştım ve hemen birlikte çalışmaya başladım…
Bu tanışmadan sonra ilmî, siyasî ve sosyal olayları çok daha planlı, programlı, disiplinli, yoğun, ciddi ve sürekli olarak yaşamaya başladım...
Yaşadıkça ve olayların içinde yoğruldukça da bilgi birikimimin ve hayat tecrübemin süratle zenginleşmekte olduğunu hissettim...
Yıllar geçtikçe, artık hayatta ne yapmam gerektiğini daha iyi kavramıştım...
Yıllardır aradığım ve özlemiyle yanıp tutuştuğum ortamı ve insanları bulmuştum...
Bulur bulmaz da kendimi hızlı, hareketli ve yoğun olarak yaşanan çok yönlü bir hayatın ve olayların içinde buldum...
Liseden mezun olduktan iki yıl sonra Türkiye’de üniversite imtihanlarına girdim...
1972 yılında Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'ne kaydoldum...
Bir taraftan gece fakülteye devam ediyor, gündüzleri de çalışıyordum...
Olaylar, yaşananlar ve yaşanacaklar çok süratli gelişiyordu...
Süleyman KARAGÜLLE, baştan beri ve şartların elverdiği oranda yani siyasete atıldığı ilk günden beri Necmeddin ERBAKAN ile beraberdi...
Önce İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okudukları yıllarda birlikte olmuşlar...
'1969 Bağımsızlar Hareketi'nde Erbakan Konya'dan aday olup seçildiğinde, Süleyman Karagülle de Aydın ili adayı olarak seçimlere katılmış...
Bu arada l967 yılında, teorik düşüncelerini dünya görüşünü hayata geçirmek ve uygulamak amacıyla, arkadaşlarıyla birlikte İzmir'de 'AKEVLER Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi'ni kurmuş...
Millî Nizam Partisi'nin kurulup kapatılmasından sonra, l972 yılında Millî Selâmet Partisi kuruldu ve Süleyman Karagülle partinin İlk Kurucu İzmir İl Başkanı oldu...
Arkadaşlarla birlikte bir taraftan çok zor şartlarda İzmir ve bütün Ege'de partiyi teşkilatlandırmaya çalışırken, diğer taraftan M. Gündüz Sevilgen ile birlikte 15 günlük TEK YOL Dergisi'ni yayınlamaya başladık...
Yine aynı yıl kurulan Millî Gazete'deki TEK YOL köşemize, bize yer verildiği nisbette günlük makalelerimizi göndermeye başladık...
1972 yılında ilk defa yakinen tanıyıp birlikte çalışmaya başladığım yıllardan bugüne kadar, her zaman ve her türlü şartlarda, dünyanın neresinde olursa olsun her yerde, bu iki değerli insana ve davalarına; dolayısıyla müşterek davamıza hizmet etmeye çalıştım...
Üstad Süleyman KARAGÜLLE'yi dinî ve ilmî mürşidim;
Hocamız Necmeddin ERBAKAN'ı da siyasî önder ve liderim belledim...
Bütün maddî ve manevî varlığımla, samimiyet ve ihlâsımla bağlandım...
Aradan geçen yıllar boyunca, hiçbir dünyalık menfaat beklemeden ve sadece Allah için olan bu muhabbet ve bağlılığımı daha da arttırdı ve kavileştirdi...
Bugün, bu satırların yazıldığı şu anda (1994) da aynen devam ediyor…
Daha iyilerini bulamadığım sürece ve
Allah'ın takdir ettiği vadeye kadar da devam edecek…
İnşaallah...
YOĞUN OLARAK YAŞANAN YILLAR
VE HAYATIN ZORLUKLARI
Artık ÖĞRENME, ANLAMA VE UYGULAMA açısından, hayatımın en yoğun yıllarını yaşamaya başlamıştım...
Son derece mütevazı imkânlarla, çok değerli büyüklerimizle, gündüzleri ilmî, iktisadî, kültürel, siyasî ve sosyal faaliyetlere katılıyor; akşamları da fakülteye devam ediyordum...
Kelimelerle ifade ve tasnif etmeye çalıştığım hayatın bu çeşitli yönlerini, hayat üniversitesinin değişik fakülteleri, enstitüleri, okulları olarak tanımlayabilirim...
Gündüzleri;
Hayat mektebinin bu bölümlerinde uygulamalı olarak pratiğimi geliştirirken…
Akşamları;
Anarşinin de dorukta olduğu o yıllarda fakültede (Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde) teorik bilgilerimi geliştirmeye çalışıyordum...
Çalışıyordum derken; -şu anda bile- sekiz çocuklu “muhacir bir ailenin” en büyük ve tek erkek çocuğu olarak, çocukluğumdan beri sürekli olarak ekonomik bir gelir elde etmek için çalışmak zorunda kaldığımı hatırlıyor ve düşünüyorum...
Hayatımın yarısı, ekonomik gelir elde etmek, adeta kendi kendimi sırtımda taşıyarak bir yerlere gelmek, fırsat buldukça bir yerlere çıkmak için çabalamak veya yükselmek, maddî ve manevî değerlere ulaşabilmek için geçti...
Şu anda bu hâli; “hicret ve göç, muhacir ve göçmen çocuğu” olmanın ne demek olduğunu anlatma, bu konudaki duygu ve düşüncelerimi dile getirme, bunun insanı yetiştirme ve pekiştirme açısından önemini vurgulama arzusu, daha doğrusu bunu siz değerli okurlara anlatabilme ihtiyacı beni kavramış durumda...
Ancak…
Bunu bütünüyle anlatmanın mümkün olmadığının farkındayım...
Hayatta “anlatılamayan, anlatılmaya çalışılsa bile, yazı ve söz ile anlatılamayan ve anlaşılmayan” çok şeyler vardır...
Birçok şey ancak yaşanarak anlaşılabilir...
Hicreti ve küçük bir çocuğun hayatı anlama ve kazanma hırsını, azmin, gayretini, çabasını tam olarak anlatamayacağımı biliyorum...
Buna rağmen, sadece yaşanarak anlaşılabilecek bu gerçeği burada birkaç kelime veya birkaç satırla ile de olsun zikretmeden geçemeyeceğim...
Bu arada bu dönemde ebeveynimin, ana-babamın ve kardeşlerimin katlandıkları fedakârlıkları, çektikleri çileleri, bahçe ve bağlarda yaz için inşa edilen kulübelerde yaşadığımız yılları ve geçirdiğimiz kışları…
Hele hele sonraki yıllarda çok ağır işlerde çalışmak zorunda kalan babamın çoğu zaman bana birkaç kuruş gönderebilmek için ekmeğine katık olacak birkaç zeytin veya birkaç gram peyniri bile kendi nefsinden esirgediğini yazmam veya daha fazlasını yazamama; bilmem ki bir şeyler ifade edecek midir?..
Aile hayatımızda böylesi nice misaller ve çileler var...
Şu anda bütün bunları…
İlk hicreti yaşadığımız yedi yaşımdan itibaren ailecek yaşadıklarımızı…
Evet…
Bütün bunları bir filim şeridi gibi hatırlıyor…
Ve yıllar sonra bile o yaşananları hatırladıkça gözyaşlarımı tutamıyorum...
NOKTA.
Gerçekten de bazı şeyleri anlatmak mümkün değil...
Ancak, o zor yılları hatırlatan bu son satırları gözyaşları arasında yazdığımı söylersem, belki bir şeyler anlatmış olabilirim...
NOKTA.
Zaman zaman yaşananlar öylesine zor şeylerdi ki, bırakınız o zaman yaşamak:
Bugün düşünmek bile hüzün verici...
Kim bilir…
Belki bu yüzden olsa gerek…
Bir yönüyle ancak yaşanarak anlaşılabilecek bazı şeyleri…
Zaten daha fazla yazamayacağım...
NOKTA.
***
HAYAT VE HİCRETİN çetin zorluklarının insanın yetişip olgunlaşmasındaki etkisini bizzat hayatımda yaşadığım…
Yaşanan bu tecrübe ve birikimlere çok önem verdiğim için bu satırları yazma ve bu satırları okuyan okuyucularla paylaşma ihtiyacı hissettim...
Yoksa…
Bunları tekrar hatırlamak ve yazmak istemezdim...
Sadece…
Önemine binaen bu gerçeği vurgulamak istedim...
Zannedersem bu birkaç satırla da olsa;
Meramımı arz edebildim…
Hissiyatımı dile getirebildim…
Ne demek istediğimi anlatabildim...
Zaten daha fazla yazmam da mümkün değil...
Mümkün değil…
Yoğun olarak yaşadığım bu yıllarda, daha küçük yaştan itibaren bir taraftan dünyalık kazanç için bazen gece yarılarına kadar çalışıyor, diğer taraftan kendimi çok yönlü olarak yetiştirmeye gayret ediyordum...
Doğrusu…
Sadece Allah'ın lütfü olarak açıklayabileceğim bu enerjiyi de nereden bulabildiğimi, bugün bile hâlâ anlayabilmiş değilim...
Ancak, çocukluğumdan beri…
Önce kendi küçük dünyamdaki olumsuzlukları yenme…
Daha sonra gençliğimin ilk yıllarından beri gördüğüm ve yaşadığım çağımız dünyasındaki bozuk ve zalim düzeni değiştirme ve düzenleme heyecan ve hırsının hep en yakın hayat arkadaşım olduğunu biliyorum...
Bir şeyi çok erken yaşta öğrenip kavradım...
Çıkar ve çatışmacı dünya görüşünün hâkim olduğu, sadece kuvvetlilerin haklı olduğu bu dünyayı tek başıma değiştiremezdim…
Hayatım boyunca hep benim gibi düşünen;
İnsanlar…
Arkadaşlar…
Dostlar ve…
Cemaatler aradım...
Kelebek misali, gördüğüm her ışığın peşinden koştum...
Nice ışığa ve insana pervane oldum...
Her gördüğüm çiçekten bal almaya çalıştım...
Bu amaçla nice şehirler, diyarlar ve ülkeler dolaştım...
Bugün bile hâlâ onları yani o güzel insanları ziyaret ediyor, çağdaş haberleşme ve ulaşım araçları ile her an onlara ulaşmaya çabalıyor, bilgi ve irfan denizlerinden birkaç damlacık dahi olsun yararlanmaya çalışıyor, daima hayır ve dualarından istifade etmeye özel bir özen gösteriyorum...
Dünyamızın görünmeyen mektep ve üniversiteleri olan bu irfan merkezleri ve onları temsil eden şahsiyetler de olmasa…
Acaba…
Ümitsizliğe düştüğümüz anlarda acaba ne yapardık?..
***
HAYATI DEĞERLENDİRME ANLAYIŞI
VE
DÜNYA DÜZENİNİ DEĞİŞTİRME AZMİ
Bu vesileyle…
Sevdiğim ve Allah için seviştiğimiz…
Aynı görüş ve hayat anlayışlarını bütünüyle paylaşmasak bile, birçok değerli insanla görüştüğümü…
Hattâ ihtiyaç hâlinde hiç tereddüt etmeden birlikte çalıştığımı belirtmekte yarar görüyorum...
Asgari müştereklerde buluşup birleşebileceğim her insanla da hayatta olduğum sürece birlikte olmaya ve gerektiğinde çalışmaya devam edeceğim...
Bu anlayış, hayattaki en önemli prensiplerimden biridir...
Birçok yakın çalışma arkadaşlarım da aynı düşünce ve anlayışın sahibidir...
Benimle; inancım ve dünya görüşüm, düşüncelerim ve hayat anlayışımla birlikte olabilecek her türlü insanın hizmetinde olmaya her zaman amadeyim...
Evet…
Dünyayı tek başıma değiştiremezdim...
Bu kahpe dünyaya yani bu çağdaki dünyanın bu bozuk ve zalim düzenine tek başıma karşı koyamazdım...
Elbette dünya kahpe değil...
Gerçekleri örten ve gizleyen, sadece kuvvete tapan, Kur'ân'ın 'kâfir' dediği zihniyet sahibi insanlar dünyayı bu hâle getirdi...
Birilerinin bu küfre ve karanlık düzene karşı koyması gerekiyordu...
Önce dünyanın ve bozuk düzeninin ne olduğunu anlamak, kavramak…
Ardından bu bozuk düzene karşı koymak…
En sonunda da…
Alternatif sistem ve ADİL DÜNYA DÜZENİ teklifimiz ile meydan okumak...
Aradıkça…
Yeryüzünde dolaştıkça…
İlk zamanlar ümitsizliğe düşsem bile;
Sonunda hep yiğitçe bu bozuk ve zalim düzene karşı mücadele veren insanlar buldum...
Artık kâfirlerin ve onların kuvvete dayalı karanlık düzenlerinin hükümran olduğu bu kahpe dünyaya karşı koyabilir;
Kim bilir…
Belki bir gün Hakk’a tapan ve inanan dostlarımızla birlikte..
'Hakk’ı üstün tutan dünya görüşümüze dayanan adil düzen'
Teklifimiz ile meydan bile okuyabilirdik...
Aslında meydan okuduk bile!..
Hayat devam ediyor...
Hep söyler dururum ve burada yine tekrar ediyorum...
Bizler, şu anda dünyada hayat süren insanlar;
Evet, bizler;
Ne geçmişten, ne de gelecekten sorumluyuz;
Biz sadece şu anda yaşadığımız dünyadan ve dönemden sorumluyuz...
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti.
Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir.
Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız."
(Bakara,134)
Bu dünya düzeninin bozuk ve zalim olduğunda ve
Değiştirilmesi gerektiğinde ittifak ediyorsak;
O zaman…
Gelin hep birlikte bu dünyayı ve düzenini değiştirelim...
Kemiyet ve keyfiyet olarak bizim gibi düşünenlerin sayısını çoğaltalım...
Ben veya siz, tek başımıza bu dünyayı ve düzenini değiştiremeyiz ama
Biz ve bizim gibi düşünenlerle birlikte bu bozuk düzene karşı koyabilir…
Biraz daha güçlendiğimizde topyekün meydan okuyabilir;
Hattâ bir gün bütünüyle değiştirebiliriz...
Sadece bizim değil…
Artık topyekün bütün insanlığın da sabrı kalmadı...
Bu bozuk ve zalim düzene alternatif olabilecek sistem ve düzen bekleniyor...
Haydi…
Var mısınız bu dünyayı ve düzenini topyekün değiştirmeye?..
Gelin…
Hep birlikte elbirlik olup bu dünya düzenini değiştirelim...
Zaman zaman…
Faydalı ve müessir olması ümid ve dileğiyle böyle hatırlatmalar yaparsam, şaşmayın!..
Her insanın hayatta bir hedefi ve gayesi var...
Çağımız dünyasının bu kadar kahrını ve çilesini çektikten sonra…
Benim de hayattaki en büyük hedefim ve bu kitapları yazmaktaki gayem bu...
Çıkarcı ve çatışmacı…
Kuvveti üstün tutan dünya görüşünün hâkim olduğu…
Bu zalim dünya düzenini değiştirmek…
Yerine…
Barışçı ve uzlaşmacı…
Hakk’ı üstün tutan bir dünya düzenini hâkim kılmak...
****
VE MÜCADELE HAYATI BAŞLIYOR…
Evet…
1970’li yılların başında…
O genç yaşımda, o ilk mücadele yıllarımda…
Hayattaki bu hedeflerimi ve gayemi gerçekleştirecek…
Allah nasip etmesiyle, benim gibi düşünen ve inanan insanları bulmuştum...
Sadece biz değil…
O yıllarda '68 nesli' denen bütün dünya gençliği de…
Kendince ve kendi anlayışlarına göre bu bozuk düzene karşı ayaklanmıştı...
Ama ben -arkadaşlarımızla birlikte- karşı olmanın ötesinde;
Teori ve uygulama olarak alternatifler arayabilen…
Ve sunabilen insanlarla buluşmuştum...
Bu şansımı ve nasibimi iyi kullanmalı…
Gece ve gündüz demeden durmadan çalışmalıydım...
Nitekim öyle yani düşündüğüm gibi yaptım!..
Çalışmaya başladım…
Birlikte çalıştık…
Çalıştım…
Bir taraftan MSP İzmir Gençlik Kolu Başkanı ve Gençlik Kolları Genel İdare Kurulu Üyesi olarak İzmir ve bütün Ege'de siyasi ve sosyal olaylara katılıyor…
Basın ve kültürel faaliyetler çerçevesinde TEK YOL Dergisi'nin hazırlanmasından basım ve dağıtımına kadar birçok şeyini yürütüyor…
Bu arada Millî Gazete ile Ege Bölgesi çapında ilgileniyor…
Ama hepsinden önemli olarak;
Siyasi çalışmalar ve kooperatif faaliyetleri, seminer ve sohbetlerle…
Velhasıl dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal çok yönlü çalışmalar arasında…
Süleyman Karagülle Üstadım'ı daha yakından tanıyor…
Tanıdıkça daha çok bağlanıyor ve daha fazla istifade edebilme aşkı ile tutuşuyor…
Birlikte olabildiğimiz bu ilk yılları;
En verimli bir şekilde geçirmeye ve değerlendirmeye gayret ediyordum...
Yıllar hızla geçti ve nice olaylar gelişti...
Hepsini anlatmak hem gereksiz, hem imkânsız...
Ama önemli olan bir-iki tanesini anlatmadan geçemeyeceğim...
1975 yılında;
"İslâm'ın sosyal adalet ve eşitlik esaslarına dayalı yeni bir düzen kurmak zorundayız..." cümlesini de ihtiva eden bir makaleyi, Millî Gazete'de yazdım...
Sen misin yazan!!!
Makalenin bütünü bir yana…
Sadece bu cümle yüzünden, meşhur 163. maddeden…
Önce İzmir…
Daha sonra İstanbul…
Ağır Ceza Mahkemeleri'nde iki yıl süreyle yargılandım...
İşin ilginç yanı…
Mahkeme bizzat MSP'nin hükümet/koalisyon ortağı olduğu devrin başbakanı Süleyman Demirel'in Adalet Bakanlığı'na verdiği emir ile açılmış!..
Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu MSP'li ve aynı zamanda yan kuruluşlardan yani Gençlik Kolları'ndan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı!..
Ben de İzmir Gençlik Kolu Başkanı’yım!..
Acziyet, ahmaklık, komplo, oyun içinde oyun vs. vs…
kelimeleri ile ifade edebileceğim inceliği ve çelişkiyi anladınız mı?..
NOKTA.
Mahkeme iki yıl kadar sonra beraatla neticelendi ama…
Bu olay…
Ve o yıllarda yaşadığım…
Veya arkadaşlarla birlikte yaşadığımız…
Nice iç ve dış olaylar arasında, bardağı taşıran son damla oldu...
O Adalet Bakanı Genel Başkan Yardımcısı ile ve başkalarıyla kavgalarım oldu...
Konu M. Gündüz Sevilgen tarafından Erbakan'a kadar götürüldü…
Ve birkaç ay sonra dava beraatla neticelendi...
Neticelendi ve daha nice olaylar gelişti...
Turgut Özal…
Koca Türkiye'de bula bula bizi buldu ve kaleyi yani MSP’yi (Millî Selâmet Partisi) çift yönlü yani içten de fethetmek amacıyla…
1977 seçimlerinde İzmir'den milletvekili adayımız bile oldu!..
O yılın sonunda askere gittim de, bana çok zor gelen bu “musibetlerden” uzaklaştım…
Mücadelenin tam merkezinde olduğumuz bu yıllarda;
Buna/bunlara benzer çok olaylar yaşadık...
Gelişen siyasi ve sosyal olaylar…
Çoğuna bizzat şahit olduğum anlayış kıtlıkları ve yetersizlikler…
Anlamsız davranış ve tutumlar, saygı sınırlarını zorlayan hakaret ve uygulamalar…
Sevgili Üstadım Süleyman Karagülle'yi partiden soğutmuş ve uzaklaştırmıştı...
Süleyman Karagülle açısından bu ayrılık…
Seksenli yılların ortasında Necmettin Erbakan Hocamız ile
"ADİL DÜZEN" çalışmalarımız başlayıncaya kadar devam etti...
Arada bazı önemsiz görüşmeler oluyordu ama…
Üstad açısından maalesef birlikte çalışmanın sona erdiği veya
“Fetret Devri” diyebileceğim on yıllık dönem başlamıştı...
Ben ise bulunduğum yerlerde gücüm nisbetinde ve anlayışım çerçevesinde Erbakan Hocam'a bağlılığımı ve hizmetlerimi sürdürüyordum...
Önce… “MSP İzmir Merkez İlçe Başkanı”…
Ve daha sonra…
“Millî Görüş Riyad Temsilcisi” olarak…
Her zaman Hocamın emrindeydim ama …
'ADİL DÜZEN EKİBİ' olarak yapabileceklerimize nisbetle…
Bunların, bu çalışmaların beni tatmin etmediğini, sadece oyaladığını itiraf etmeliyim...
Ayrıca…
Şu gerçeği burada ifade etmeyi tarihi bir vefa borcu sayıyorum...
Muhterem Erbakan Hocamız her zaman Üstad Süleyman Karagülle ile çalışmak istemiştir; ama ah o etrafındaki bazı bağnaz ve anlayışsız, dar düşünceli ve durgun, yeniliğe ve yenileşmeye tahammülü olmayan -ya da “özel görevli” olan- statükocular yok mu?!.
Nitekim…
Genel Merkez’de ve Hocamızın riasetinde yaptığımız çalışma ve tartışmalarda bazılarının sergiledikleri seviye veya seviyesizlikleri hatırladıkça;
Bugün bile çok yönlü olarak üzülmemek elde değil...
Açık olarak daha nasıl yazayım ki?..
NOKTA.
Bu davranışları sergileyenleri de, Erbakan Hocamıza hizmetlerinden dolayı ve onlara rağmen seviyor, fakat bir başka yönüyle de onlar adına çok üzülüyorum...
Bu anlayışsızlık ve yetersizlik, daha doğrusu beni yazarken bile son derece üzen bu anlamsızlıklar ve bize karşı çıkışlar niyeydi ki?!.
***
TARİH YENİDEN TEKERRÜR EDİYOR
Nitekim onlar ve temsil ettikleri zihniyet yüzünden;
Üstad Süleyman Karagülle, üç yıl önce Türkiye'yi bile terk edip
Kırgızistan’a yani Orta Asya'ya hicret etmeye ve yerleşmeye mecbur kaldı...
Elbette…
Başta Genel Merkez, hattâ başka parti genel başkanları, büyük şehir belediyesi, il, ilçe ve nihayet 1991 yılında belde belediyesi seviyesinde bile Türkiye'de yapılabilecek bütün teklifler yapıldıktan ve maalesef hüsnü kabuk görmedikten sonra;
HİCRET…
Bu randevuların, görüşmelerin, tekliflerin çoğunda beraber olduk...
Bazısını arkadaşlarımızın gıyabında kendim yaptım...
Ama -maalesef- bir türlü netice alamadık...
Nasip!..
Elbette her şeyin bâtınî ve iç sebepleri vardır...
Bunların bâtınını bilemem; Allah'tan başkası da bilemez...
Ancak…
Bazı dış ve zahirî sebepleri çok iyi biliyor, anlıyor ve insanların bu hayat anlayışlarına, daha doğrusu anlayış kıtlıklarına, ülkem ve insanları adına üzülüyorum...
Allah bazı insanların akıllarını başlarından alırcasına böyle davranışlara sürüklüyorsa, elbette O'nun hikmetinden sual olunmaz...
Demek ki;
Batılı bâtıl sistemlerin ve zalim düzenlerin cenderesi altında daha çekeceğimiz nice çileler ve geçirilecek musibet dolu yıllar mukaddermiş...
Bugüne kadar yıllardır çekilen çileler ve yaşanan musibetler henüz tam olarak ders ve nasihat yerine geçmemiş...
Tarih yeniden tekerrür ediyor ve yetmişli yılların ortasında olduğu üzere, Üstad Süleyman Karagülle yeniden bir yerlere yani bir köşeye çekilmek zorunda kalıyordu...
Ama bu defaki hicret ve uzaklaşma çok uzaklara, yurt dışına, Orta Asya'ya, Kırgızistan’a yapılıyordu...
Hayatımdaki büyük manevî sarsıntıları yaşayacağım günler ve yıllar başlıyordu...
Bir tarafta…
Ülkesini terk etmek, yeni arayış ve uygulama imkânları bulmak amacıyla hicret etmek zorunda kalan 'ADİL DÜZEN'in Mimarı' olan 'Üstadım'ın ayrılığı…
Diğer tarafta…
Vahşi Sırplar ve Batılı barbarların kanımdan ve canımdan olan insanlara karşı Bosna, Sancak, Kosova ve Balkanlar'daki katliamları...
***
ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI BAŞLIYOR…
Hâlbuki seksenli yılların ortasında her şey yeni baştan ne de güzel başlamıştı...
Güzel bir yaz akşamı İzmir'den Edremit/ Altınoluk'a Sevgili Hocamız ERBAKAN'ı ziyaret etmek üzere Arif Abi (Prof. Arif ERSOY), Süleyman AKDEMİR ve Ali Bey (Prof. Ali ERİŞEN) kardeşlerim ile ilk gidişimizi hatırlıyorum...
Geceyi bir motelde geçirdik...
Ertesi gün birkaç saat görüştük ve yıllardır yapmakta olduğumuz çalışmaları anlattık...
Önce arkadaşlarımızı Hocamıza tanıttım...
Dört saat kadar süren bir sunum yaptık...
Genel olarak o güne kadar yaptıklarımızı ve hâlen yapmakta olduklarımızı özetledikten sonra, her birimiz çalışmalarımızın ayrı bir yönünü ve bölümünü açıkladık...
Başlangıç o başlangıç....
Artık Üstadımız Süleyman KARAGÜLLE'nin başkanlığında başlayan haftalık ziyaretler, tam gün celseleri hâlinde yıllarca sürüp gitti...
Tâ ki "ADİL DÜZEN" ortaya çıkıncaya, çatısı kuruluncaya, genel hatlarıyla çerçevesi oluşuncaya kadar...
Sonra yurt içi ve yurt dışında “ADİL DÜZEN”i 'takdim' ve 'tartışma' yani çok yönlü değerlendirme, davet ve tebliğ toplantıları...
Bu kadar değerlendirme ve yorumdan sonra…
Artık kendi açımdan yetmişli yıllara yeniden dönebilirim...
Üstad siyaset sahnesinden çekildikten sonra…
Sevgili M. Adil AKTUĞ Ağabeyim ile iki yıl daha tek başımıza; o 'MSP İzmir Merkez İlçe Başkanı', ben 'İzmir Gençlik Kolu Başkanı' olarak direndik ve mücadele verdik...
O mücadele merhalesinin sonunda, Süleyman Karagülle'nin 'İzmir İl Başkanı Adayı' olduğu seçimlere girdik ve seçimi kaybettik!..
O gün kaybeden MSP'nin İzmir kurucu ilk il başkanı ve partiyi Ege'de teşkilatlandıran, aynı zamanda Erbakan'dan sonra partinin ve 'ADİL DÜZEN'in fikir babası olan Süleyman Karagülle miydi; yoksa parti miydi?..
Bunu bugün bile hâlâ düşünür durur ve takdiri aklıselim sahiplerine bırakırım...
Hikmet-i ilâhî…
Bugün Adil (Aktuğ) Abi de Üstad ile birlikte Orta Asya'da!..
Bu yıllarda cereyan eden olayların ardından…
Sonunda kendi iç kalemize yani AKEVLER'e çekildik veya sığındık...
Elbette bu durumda bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz hayır ve hikmetler vardır...
Nitekim bu sayede ilmî çalışmalarımıza, kooperatif bünyesindeki basın-yayın ve işletme-iktisadî faaliyetlerimize daha fazla ağırlık verebildik...
Özellikle her gün yapılan görüşmeler…
Haftada üç gün yapılan seminer, ders ve sohbet toplantıları…
Daima ve her zaman; sonunda ders ve seminer özelliği arz eden “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatif Yönetim Kurulu” toplantıları...
Bunlar arasında bizim yetişmemiz açısından Üstadımızın verdiği haftalık Kur'ân Seminerleri ve Fıkıh Sohbetleri, çok yönlü diğer dersler önemli bir yer tutmaktadır ki;
Bazı dönemlerde Akevler'de oturan arkadaşlar ile her gün sabah namazları sonrasında yapılan “Kur'ân Tercüme ve Tefsirleri” şeklinde yoğunlaşmıştır…
Bu çalışmalarımız her zaman hanımlara da açık olmuştur…
Bu noktayı özellikle hatırlatmakta ve vurgulamakta yarar görüyorum...
Bu yıllarda yeni kurmakta olduğumuz AKYOL Neşriyat ve Matbaacılık müessesesini yönetmeye, bu arada AKEVLER Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi Yönetim Kurulu'nda görev yapmaya başladım...
Fehmi KORU ile birlikte (aralarında merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’nun da olduğu) 10 arkadaş Ak-Yay KAYNAK Yayınları'nı kurduk...
Akyol ve Kaynak'ta Üstadın ve kendimizin ilk ciddi kitaplarımızı yayınladık...
Üstad ile haftalık 'AKEVLER Bülteni Dergisi'ni neşretmeye başladık...
*
15 Temmuz 1977 / 28 Receb 1397 tarihli ilk AKEVLR Bülteni Dergisi'nde, Üstad Süleyman Karagülle ile birlikte davamızı, meselemizi ve hedeflerimizi; arkadaşlarımıza, ortaklarımıza, bütün Müslümanlara ve insanlara anlatmaya çalışmışız...
Tarihi birer vesika olarak bu satırları aynen arz ediyorum...
AKEVLER ÇIKARKEN…
HAKİKAT VE TATBİKAT
Reşat Nuri EROL
"Zahirde on yıl önce kurulmuş olan -aslında mazisi ve kaynağı Hz. Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa devirlerinden aşıp gelen ve bindörtyüz yıl evvelinde son şeklini bir anlayışa dayanan- AKEVLER, yavaş yavaş ve adım adım onuncu yılını ikmal ederken çocukluktan kurtulup rüştünü ispat etmeye doğru yönelmiş bulunmaktadır. Çeşitli teşebbüsleri, değişik faaliyet alanları ve hepsinin ötesinde çağımız için yepyeni faizsiz sosyo/ekonomik sistemi ile insanlığın giriftar bulunduğu buhranlardan çıkışının müjdecisi mesabesinde bir kuruluş.
İnanmış insan, inancının gerektirdiği -Kitap ve Sünnet'e dayalı- bilgilerle mücehhez olmak, bildikleri ile amel edip nefsinde yaşamak ve şahsına hükümran olmak; bunun da ötesinde kendisinin de katkısı bulunduğu cemaat/cemiyet çevresinde Kitap'tan aldığı hakikat ışığını tatbikat safhasına intikal ettirmekle mükelleftir.
Mücadele ve mücahedeye kendimizden başlamak, ferdî bir olay olarak anlaşılmamalıdır. İnsanlar bir araya gelerek kümelenmek, cemaatleşmek, dayanışma içinde olmak ve atomların ilk çekirdeklerini oluşturmak zorundadırlar. Böylesine Kitap ve Sünnet şuuruyla şuurlanmış atomlardan yani inanan insanlardan teşekkül edecek cemaatleşmiş kuruluşlar, bizleri aslolan nihaî hedefe kavuşturacaktır.
Boşluk bulunan basma-yayma-dağıtma; mektep-medrese-ekol.. vs. oluşturulmasında yapılması gerekenleri en kısa vadede ve imkanları en iyi şekilde değerlendirerek teoriden pratiğe intikal ettirmek zorundayız. Hak yolun yolcusu bulunuyor ve bu yolda mücadele ediyorsak, inancımızın gereği olarak HAKKI TATBİK etmekle mükellef bulunuyoruz. Ancak HAKK tatbikat safhasına intikal ettiği zaman BÂTIL yok olacak ve mukadder akibetine duçar olacaktır..."
HALK TEŞEBBÜSLERİ
Süleyman KARAGÜLLE
"İnsanlarda dört meleke vardır:
FİKİR, HİS, İRADE VE ÜNSİYET;
Yani…
DÜŞÜNME, DUYMA, YAPMA VE YAŞAMA.
Bu dört meleke dört müessese ile içtimaileşir ve topluluk malı haline gelir:
DİL, SANAT, TEKNİK VE HUKUK.
Yine bu dört meleke toplulukta dört müessese doğurmuştur:
İLİM, DİN, İKTİSAT VE İDARE.
Halk bu dört müesseseye göre teşkilâtlanmış bulunmaktadır: İlmî teşekküller, dinî teşekküller, meslekî teşekküller ve siyasî teşekküller.
Tarihimizde medreseler ilmî, tekkeler dinî, loncalar meslekî ve sipahi beylikleri siyasî teşekküller olup bunlar halk kuruluşlarıydı. Yani bu teşekkülleri halk kendi kuruluşları olarak oluşturuyordu. Devlet ve hükümdar bu kuruluşları kurmuyordu. Medreseler, tekkeler, esnaf teşekkülleri ve beylikler tamamen halkın kendi yapısıyla oluşuyor ve bunlar hükümdara biat ediyor; böylece devlet teşekkül etmiş oluyordu.
Kuruluşlar yukarıdan aşağıya doğru inmiyor, atanmalarla tayin edilmiyor; aksine aşağıdan yukarıya doğru gidiyor ve "biat" ile oluşuyordu. Son olarak hükümdar ve sultan da biat/bağlanma ile hükümdar oluyordu. Böylece gerçekten de bir halk idaresi vardı.
Sonraları siyasî teşkilâtlanmada merkezî teşkilat meydana getirildi. Bunlar kapıkulu ve yeniçeri teşkilâtlarıydı. Böylece hükümdarlar, merkezî teşekküller kurdular. Yani bir taraftan beylik ve sipahi kuruluşu devam ederken, diğer taraftan merkezî askeri ve sivil kuruluşlar oluşturuldu; bunlara "kullar" dendi.
Yeniçeri teşkilâtı bugün bütün dünyada birer millî ordu şeklinde gelişti; kullar sınıfı yerine de bugünkü memur ve bürokrat sınıfı doğdu. Hatta öyle zamanlar geldi ki halk kuruluşları tamamen lağvedilerek hep merkezî sistem yani memur ve tayin sistemi ile devletler idare edilmeye başlandı. Halkın kendi kendine teşkilâtlanması tamamen yasaklandı. Bu düzenlere faşizm ve sosyalizm ismi verildi.
Faşizmin ve komünizmin acı tecrübelerini gören ve yaşayan uluslar, yeniden halk teşekküllerine dönmeye başladılar. Bugün umumiyetle her dört kuruluştan biri merkezî biri de halk kuruluşu olmak üzere çifter teşekküller mevcuttur. Demokrasi ile idare edilen ülkelerde bu halk teşekkülleri gelişmektedir. İnsan tabiatına uygun olduğu için de topluluklar halk teşekkülleri ile gelişebiliyor ve ilerleyebiliyor. Günümüzde Rusya'da bile bu yönde bir ilerleme mevcuttur.
Türkiye Cumhuriyeti ilk günlerde faşizmle yönetilmiş ve bütün halk kuruluşları ortadan kaldırılmıştı. Tek parti düzeni kurulmuş ve beylikler ilga edilmişti. Nizami ordu kurulmuş ve bir bürokrat sınıfı meydana getirilmişti.
Tekkeler kapatılmış ve yerine tek bir devlet teşkilâtı olarak Diyanet İşleri Teşkilâtı kurulmuştu. Böylece tam bir Sovyet düzeni model olarak getirilip tatbik edilmişti.
Esnaf ve lonca teşkilâtı kapatılmış ve yerine Avrupa'nın faşizm bakiyesi ticaret odası, sanayi odası, etibba (tabipler) odası gibi tek parti sistemine paralel tek tip meslekî kuruluşlar getirilmişti.
Medreseler kapatılmış, tevhid-i tedrisat kanunu getirilmiş ve medreselerin yerine tek tip millî eğitim bakanlığı kurulmuş, üniversiteler dahi bunlara bağlanmıştı. Böylece o çağın modası olan faşizm ülkemizde yerleştirilmek istenmişti. İkinci cihan savaşında faşizmin mağlubiyeti akabinde Türkiye'de önce çok partili düzene geçilmiş ve böylece ilk defa halk siyasî bakımdan teşkilâtlanmaya başlamıştı. 1950 yılında halk iktidarı yenilemekle büyük bir liyakat göstermişti.
Halkın siyasî bakımdan teşkilâtlanmasına da tam serbestlik verilmemiş ve ilmî, dinî ve meslekî sahalarda halk kuruluşlarının resmen kurulmasına izin verilmemiştir. Yeni bünyeye uymayan 1924 Anayasası bir hükümet darbesiyle değiştirilmiş ve 1961 Anayasası ile halkın teşkilatlanması bir anayasa hakkı olarak ortaya çıkmıştı. Ancak bu halk sadece siyasî ve meslekî sahada tanınıyor; dinî ve ilmî sahada bu haklar yine faşizmin tesiri ile kısıtlanıyordu.
1971 yılında da yine bir ordu müdahalesi olmuş ve anayasada bazı oylamalar yapılmış, fakat halkın teşkilatlanmasına daha çok imkân hazırlanmıştı. Kanuni mesnetleri olmasa bile artık halkın dinen teşkilatlanmasına göz yumulmaya başlanmıştır. Henüz ilmî teşkilatlanma başlamamıştır. Bu hususta faşist düzen alabildiğine sürüp gitmekte, ancak çıkar yol olmadığı da talebe olayları ve anarşi ile sabit olmaktadır.
Bugünkü Türkiye’mize baktığımız zaman, siyasi kuruluşlar hem anayasa tarafından teminat altına alınmıştır, hem de fiilen partiler vardır ve bunlar icra-ı hükümet etmektedirler; ciddi seçimler de yapılabilmektedir.
Halkın dinen teşkilatlanması anayasa teminatı altına alınmış olmamakla beraber, siyasi baskılar sonucu halk fiilen dini açıdan teşkilatlanmış bulunmaktadır. Nurculuk, Süleymancılık, Nakşîlik, Uşşakilik gibi faaliyetler şartların müsaadesi nisbetinde normal mecrasında yürümektedir. Yapılacak iş bunların bu teşkilatlanmalarını meşrulaştıracak bir mevzuat değişikliği getirmektir. Yoksa siyasi kuruluşlar da dejenere olurlar.
Halkın ilmî bakımdan teşkilatlanması ne anayasa tarafından teminat altına alınmıştır, ne de halk bu yönde böyle bir teşkilatlanmaya girişmiştir. Türkiye'de ilmî faşizm alabildiğine sürüp gitmektedir ve geriliğimizin başlıca kaynağı olmaktadır. Atatürkçülük perdesi altında faşizm yapılmaktadır.
1961 Anayasası tarafından ve sonra çıkarılan kanunlarla halkın ekonomi bakımından teşkilatlanması teşvik edilmiş ve birçok siyasilerin propaganda konusu olmuş olmakla beraber, halk tarafından gelen gerçekleştirilen bir teşkilatlanma maalesef şimdiye kadar sözkonusu olmamıştır. Kurulan kooperatifler bile birer devlet beslemesi şeklinde ortaya çıktığı, devlet kalıpları içinde yardım yapıldığı için gerçek bir halk kuruluşu olamamış ve asla bir varlık gösterememiştir.
İşte bizler bu ihtiyaca cevap vermek maksadıyla Akevler Kooperatifi'ni kurmuş bulunuyoruz. Bir halk teşekkülü olarak faaliyetine devam etmektedir. Bu bültenlerde çıkacak makalelerle bu halk teşebbüsünün çalışmaları hakkında bilgiler verilecektir."
***
1977 yılının sonuna kadar Üstadım ile birlikte nice olaylar yaşadık...
Dini, ilmi, iktisadi ve siyasi uygulamalarımızda birçok engellemelerle karşılaştık...
Yılmadık ve mücadelelerimize devam ettik...
Bu arada "AKEVLER Bülteni"ndeki yazılarımızı da sürdürdük...
2-9 Aralık 1977 tarihli 17-18. sayılarda yazdıklarımızın özetini arz ediyorum...
Zaten Aralık ayı başında da birbuçuk yıllığına sivil hayattan uzaklaşıyor ve Isparta Eğridir Yedek Subay Dağ Komando Okulu'nda vatani görevime gidiyordum...
Hiç unutmuyorum...
Yaşadığımız yoğun ve yorucu olaylar sebebiyle iyice bunaldığım…
1977 yılı sonunda başlayan askerlik görevi, sivil hayattan kaçış ve kurtuluş için çok hayırlı bir vesile olmuştu...
O zaman bu duygular içindeydim…
GEÇMİŞ - HÂL ve İSTİKBÂL
Reşat Nuri EROL
"Her devresi ayrı bir ihtişam manzumesi, bin yıllık şanlı bir geçmiş ve eşsizbir medeniyetin banisi, asırların kazandırdığı tecrübelerle haşır neşir olmuş bir millet... Ve bu millete Cenab-ı Allah'ın lutfettiği cihangir ruh, kabiliyet, basiret, feraset, sabır, azim, tevekkül.. gibi nice vasıfların yanında; her zaman medeniyet beşiği olmaya namzet, hattâ mecbur dünyanın adeta merkezinde uzanan zengin, bâkir ve yedi iklimin hükümran olduğu topraklar yani Anadolu.
Mücadele ve mücahedeyi sürdürecek vasıflara sahip millet; milletin stratejik ve coğrafi olarak sahip bulunduğu eşsiz vatan; insanoğlunu iki cihanda ebedî saadet ve selamete ulaştıracak aksiyon, hareket, davranış stratejisi ve biricik hayat düzeninin Kitap ve Kılavuz'u; Kur'ân-ı Kerîm ve Hz Muhammed (s.a.v).
Millet olarak bizlere yüklendiğini -hiçbir katı iddiaya saplanmadan ve bunu burada ispata yönelmeye ihtiyaç görmeden sadece- hissettiğimiz büyük yükün altında ezilip yok olmadan, tekrar doğrulup ayağa kalkmak ve millet olarak kaderimizin bizlere çizdiği yolda yeniden yürümek zorundayız. Topluluklar, cemiyetler, milletler, velhasıl tüm insanlık, düşünceleri ve düzenleri hâlâ "dünkü geçmiş bir dünya"ya ait olmakla beraber "yeni bir dünya"da yaşıyorlar. Bu durum ise insanların neden ümitvar olduklarını ve bunun yanında neden felaket girdaplarında çırpındıklarını izah eder. Bu izah çerçevesinde millet olarak bize düşen görevi yerine getirmek ve "yeni dünya"nın sabırsızlıkla beklediği adil düzeni Millî Görüş açısından önce kendi ülkemizde ortaya koymak zorundayız.
Bu düşünce, görüş ve inanç manzumesi ışığında ihtiyarlayıp çökmüş olan medeniyetimizi yeniden kurup canlandırmalıyız. Yıkılan bir medeniyetin harabeleri arasında ilelebed yaşanmaz. Mutlak surette irfana dayalı olarak İkinci İslâm Medeniyeti'ni yeniden hükümran kılmalıyız. AKEVLER Bülteni'nin bu sayısında yayınladığımız "Siyasi Liderlere Açık Mektup" ile (Süleyman Karagülle'nin) konferans hülâsası olan "Geleceğin Dünyası"nı bu açıdan da değerlendirmeliyiz."
LİDERLERE AÇIK MEKTUP - 3
MUHTEREM NECMEDDİN ERBAKAN
Süleyman KARAGÜLLE
Sayın Hocam,
Bilirsiniz ki Allah insanlara akıl vermiştir. İnsanlar Cenab-ı Hakk'ın verdiği bu akıl nimetini kullanarak ilim sahibi olurlar. İlmi ile amil olmak her sahada yücelmeyi; ilme ve marifete sırt çevirmek ise feci şekilde geriliği intâc eder.
Hayatta birçok işlerle meşgul oldum, birçok insanlarla beraber çalıştım. Karşılaştığım zorlukların başında, bana emretme durumunda olan kimselerin sözlerimi anlayacak seviyede olmayışları, dolayısıyla yapılan işlerin ilmin mütalaalarına ters düşmüş olmaları ve benim de bunları yapmayışımdan dolayı birlikte çalışmamızın son bulması gerekiyordu.
Sizi tanıyarak beraberce yola çıktığımızda çok ümitli bulunuyordum. Çünkü sizin samimiyetinize inanıyordum; yine de inanıyorum. Çalışkanlık ve fedakârlığınız benden çok üstündü. Ayrıca güçlü bir ilim adamıydınız. Leb demeden leblebiyi anlayacak kadar da üstün bir kavrayışa sahiptiniz. Artık ümitlenmiş ve o güne kadar karşılaştığım güçlüklerle bir daha karşılaşmayacağımı kuvvetle tahmin ediyordum. Bundan dolayıdır ki, hiçbir partiye girmediğim halde, sizin kurduğunuz partilerde tâ ilk günden itibaren bütün gücümle çalıştım. Zannederim ki, sizden sonra partilerinize en çok hizmeti geçenlerin ilklerindenim.
1973 seçimleri sonunda ben ve birçok arkadaşlarımız milletvekili olamamıştık. Ancak milletvekili olanlar, bizlerden çok daha fazla gayret göstermiş kimseler değildi. Hâlbuki 1969-1973 yılları arasında çeşitli badirelerden geçerek, zafer diye nitelendirilen o büyük neticeye gelmiştik. Ancak bu başarının sonunda beraber yola çıktığımız ilk arkadaşlarınızı arayacaktınız ve daha ileri hamleler için bir program hazırlayacaktınız. Siz ise, davaya hakikaten inanmış fedakâr arkadaşlarınızı bir tarafa bırakarak, yeni dostlar bulup onların (O hastadır çalışamaz, falancanın idaresi mümkün değildir, davaya zarar getirir... vs. şeklindeki) dedikodularına kulak verdiniz. Mervan'ları yanınıza alıp onlarla çalışmayı tercih ettiniz. Bu davranışınız fedakârlığa, siyasi basirete ve adalet mefhumuna ters düşmüştür. Sizin gibi memleketin nadir yetiştirdiği üstün zekâya sahip bir şahsiyet bu hataya düşmemeliydi.
Sizinle birçok defalar bu hususları konuşmak üzere temasa geçmeyi istedim. Fakat zannedersem etrafınızdakiler sizinle temas etmemi istemediler. Sizden bir haber çıkmayınca, Ankara'ya gelip Süleyman Arif Emre beyi makamında ziyaret etmiş ve kendisine:
"Câri düzen hemen değişmez. Bunları derhal düzeltmeğe uğraşmak, işleri karıştırır. Hem milletimize, hem devletimize zararı olur. Hiçbir düzeltme yapmazsak, o zaman da Millî Görüş'e ihanet etmiş ve makam için uğraşmış oluruz. Yapacağımız iş, bir genel müdürlüğü karargâh ittihaz etmek ve bütün kadromuzla orada toplanarak Millî Görüş'e misâl bir kuruluşu ortaya çıkarmak olmalıdır. Böylece hem yürüyen düzeni rahatsız etmez, hem de kendi görüşümüze ihanet etmemiş oluruz. Bunun için Vakıflar Genel Müdürlüğü'nü seçelim. Orada faaliyet gösterelim" dedim. Böylece Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne talip olmuştum.
Şimdi yanlış bellediğiniz bir noktayı da izah etmiş olayım. 'Görev istenmez, verilir' kaidesi gereğince, bu göreve talip olmamalıydım. Evet, bu benim talep ettiğim görevi benim yapacağımın yarısı kadar da olsa yapabilecek başka biri bulunduğu takdirde, talip olmamalıydım. Amma değil benim yapabileceğimin yarısı, hattâ onda birini yapacak başka birini bilmezsem, benim o göreve talip olmam bana farzdır; sizin tayin etmeniz de farzdır.
Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne Süleyman Karagülle'yi tayin etmeyelim diye alelacele tayin ettiğiniz kardeşimiz, dört senelik Vakıflar Genel Müdürlüğü görevinden sonra 'vakıf nedir?' diye sorsanız, tarif edemez; hattâ tarif edileni anlayamaz durumdadır. Sıfır, varlıkla kıyas edilemez.
Kaldı ki peygamberimiz valilik isteyen gençlere, 'biz görevi istediğimize veririz' demiş amma yine de onları oraya vali olarak göndererek arkasından Muaz b. Cebel'i göndermişti. Siz de, madem ki ben o yere talip oldum, önce beni tayin edecektiniz; sonra arkamdan uygun gördüğünüz o şahsı tayin edecektiniz.
Ben Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne talip olurken ne 'genel müdür' olmak için talip olmuştum, ne de dost ve ahbaplarıma iş bulmak için. Buna Allah şahittir. Siz de eğer beni tayin etmezken başka hesaplarınız yok idiyse, sırf o görevi yapamayacağımı düşünerek tayin etmemiş iseniz onu da Allah bilir; mesele yoktur. Ama eğer başka hesaplarınız var idiyse veya daha hızlı talip olanlara verdinizse, onu da Allah bilir. Onun hesabını O'na vereceksiniz.
BEN NE YAPACAKTIM?
Hiçbir kanun ve mevzuatta değişiklik yapılmadan önce faizsiz çalışan Vakıflar Bankası'nın bir tek şubesini kuracaktım. Bu şubenin giderlerini de vakıfların gelirlerinden karşılayacaktım.
Bu banka şubesi mevduatı faizsiz kabul edecek ve yine faizsiz kredi olarak verecekti. Ancak sadece mevduat sahiplerine verecekti. Yani faiz yerine karşılıklı kredileşme sistemi getirilecekti. Bu şubede elde edeceğimiz başarı sonunda, önce yeni şubeler açacak ve oralarda bunu uygulayacaktım. Vakıflar Bankası'nı özel bir vakıf haline getirecek, giderlerini gayrimenkullerin kiraları ile karşılayacak ve faizsiz olarak mevduat kabul edip bu mevduat sahiplerine faizsiz kredi açacaktım.
Bununla neyi sağlayacaktım? Vatandaşları faizsiz banka ile iş yapmaya alıştıracaktım. Bu kendileri için kårlı olacaktı. Herkesin sermayesi iki misli artmış olacaktı. Ondan sonra da faizsiz düzenin çalışmasını gösterecektim. Nihayet artık banka ülke ekonomisine yön vermeye başlamış olacaktı. Şimdi ağır sanayi kurmak için İtalyanlardan dilenmeyecek, kendi bankanızın gücü ile rahatlıkla kalkınmayı başaracaktınız.
O günkü planım buydu. Şimdi genel müdürü çağırın da sorun. Onun şimdiki planı nedir? Planı yoktur! Çünkü plana değil, hizmet yapıyorum anlayışı ardındaki manevi zevke inanmaktadır.
İşte siz emaneti ehline vermediniz. Yalnız burada değil, her sahada sizin sözünüzü dinleyen kişiler aradınız; işin ehlini değil. Bu Batı emperyalizminin bir oyunudur. Ülkeleri bu felsefe ile geri bıraktırmaktadırlar. İslâmiyet'e tam zıt bir usûldür uygulanan.
İşte böylece sizinle de sürekli çalışma imkânı bulamadım ve sekiz yıllık sizinle olan çalışmalarımız da yarıda kalmış oldu. Bundan önce yazdığım üç mektubu size gönderiyorum. Onların da tarafınızdan okunmasını Allah için istiyorum. Orada teklif ettiğim hususlara sizlerin el atmanızı istiyorum.
Yalnız sizlere yine bir hususu belirtmekte fayda görüyorum.
Medreselerde okunmuş ilimler vardır:
1- SES BİLİMİ (TECVİT)
2- SÖZ BİLİMİ (LUGAT)
3- TÜRETME BİLİMİ (SARF)
4- SÖYLEME BİLİMİ (NAHİV)
5- ANLAMA BİLİMİ (MAANİ)
6- ÜRETME BİLİMİ (BEYAN)
7- KONUŞMA BİLİMİ (BEDÎ')
8- DÜŞÜNME BİLİMİ (MANTIK)
Bu bilimlere âlet ilimleri diyorlar. Bu ilimler Arapça için matematik kadar kesinlik kazanmıştır. Başka hiçbir dil için böylesine ilimler geliştirilmemiştir. Matematiksiz okunan fizik ve kimya ile matematikli fizik ve kimya arasındaki fark kadar da fark vardır. Bu sözlerimde bir mübalağa da yoktur.
Bunun yanında aşağıdaki ilimler de okunuyor:
1- KUR'ÂN (Yukarıdaki bütün ilimler uygulanarak)
2- HADİS (Yukarıdaki bütün ilimler uygulanarak)
3- USÛL (Yukarıdaki delillerden, sünnet ve hadislerden, yukarıdaki ilimleri uygulayarak hüküm çıkarma sanatı; içtihat yapma sanatı)
4- FIKIH ( Amelî fıkıh, tasavvuf, kelâm ve siyaset).
Batılıların okudukları ilimleri de sıralayalım:
1- RİYAZİYE/ MATEMATİK
2- FİZİK-KİMYA
3- BİYOLOJİ
4- PSİKOLOJİ VE SOSYOLOJİ
5- FİLOLOJİ VE FELSEFE
6- TEOLOJİ VE AHLÂK
7- TEKNİK VE EKONOMİ
8- HUKUK VE İDARE
Bunlar genel ilimlerdir. Bunların uygulanması ile birçok ilimler ortaya çıkar.
Şimdi esas noktaya geliyorum:
Yeni sistem, hem batılıların sekiz ilmini esasları ile kavrayan, hem medresenin sekiz ilmini esasları ile kavrayan biri tarafından dirije edilebilir. Kur'ân bunu açıkça ifade ederek birine 'kitap' diğerine 'hikmet' demektedir. Ve insanlığa kitap ve hikmetin verildiğini bildirmektedir. Hikmetsiz kitap, kitapsız hikmet; bugünkü Batı ve Doğu'dur. Bizler ise hikmetli kitap ve kitaplı hikmeti bulmalıyız.
Şimdi size kendimi tanıtıyorum. Sadece Allah'ın "Rabbinin nimetlerini anlat" emrine uyarak söylüyorum.
Yukarıdaki ilimleri eşit seviyede biliyorum. Elektriği bildiğim kadar iktisadı; iktisadı bildiğim kadar hukuku; hukuku bildiğim kadar Arapçayı; Arapçayı bildiğim kadar hadisi biliyorum. Bütün bu ilimleri böyle dengeli olarak bilen bir kimseyi ben tanımıyorum. Kim bu iddiadaysa, karşılaşalım. Siz ikimizi dinleyin. Eğer sizin kanaatiniz onun bildiğine, benim kadar bildiğine; benimkinin yarısı kadar bildiğine kanaatiniz gelirse, ben hemen onun emrine girerim. Millî Görüş'ü ortaya koymaya mecburuz. Bunu sizin tavzif ettiğiniz ve imkânlar sağladığınız kimse yapmalıdır. Bunu da en iyi yapan kim ise o yapmalıdır.
Siz bu işlerin yapılmasını istiyorsunuz ama batılıların telkini ile yanınızda kuvvetli adam istemediğiniz için kabiliyetsiz ve ehliyetsiz kimselere o görevleri veriyorsunuz. Sizi bu tutumunuzdan vazgeçmeye ve görevleri ehline vermeye Allah'ın emri olarak dâvet ediyorum. Bunu yapmadığınızda, hiçbir şey yapmamış olacaksınız. Dolayısıyla başka şeyleri söylememe gerek kalmaz.
Selâm ve hürmetlerimle...
***
HER ŞEYE RAĞMEN
"ADİL DÜZEN"
ORTAYA ÇIKIYOR
İşte…
Yukarıda örneklerini vermeye çalıştığım ancak birçok detayı ve teferruatı olan minval üzere araştırma, çalışma, faaliyet ve uygulamalarımız devam etti...
Bazen durmak ve durum değerlendirmesi yapmak zorunda kaldık...
Gerektiğinde, mehter yürüyüşü misali bir adım geri çekildik…
Sonra daha büyük bir hırs, heyecan ve tebliğ aşkı ile yeniden ileriye atıldık...
Her türlü ahval ve şartlarda mücadelemizi sürdürdük...
Hâlâ da sürdürmeye devam ediyoruz...
Her seferinde Hakk'ı tavsiye ettikten sonra gelen insafsız saldırılara karşı sabırla, sebatla, azimle direndik...
Sünnetullahı yani sosyal kanunları bildiğimiz kanaatindeydik...
Peygamberler ve büyük dâvetçilerin hayatı da hep benzeri mücadelelerle geçmişti...
Doğru yoldaysak, onların başına gelenler bizim başımıza da gelecekti...
Nitekim geldi de...
Artık peygamberler ve mucizeler devri de bittiğine göre…
Bu mücadeleyi biz insanlar, biz inananlar verecektik...
Kendi adımıza ve bize düşeni kadarıyla, sonuna kadar da mücadelemizi vermeye devam edeceğiz; inşaallah...
Bütün bunları da geçmişi sorgulamak için yazmıyorum...
Ancak…
İbret alınması gereken olaylar ve merhaleler oldukları, gelecek nesillerin de bu zorlukları ve bugün varılan noktaya kolay gelinmediğini anlamaları, dolayısıyla kıymetinin bilinmesi gerektiğine inandığım için yazıyorum...
Bu dava sadece bizim mütevazı ekibimizin ve bizim neslimizin hakkından gelebileceği bir dava değildir…
Bizler bayrağı bugüne kadar bir yere kadar getirdik ve bundan sonra da götürebileceğimiz yere kadar götüreceğiz...
Bizimle beraber hayırda yarışmak isteyen kardeşlerimiz, bizim kaldığımız yerden elbette devam edeceklerdir...
Bu bir insan ömrüne sığacak kadar küçük bir dava değildir...
Bizimle birlikte çalışacak yüzlerce, binlerce, hattâ yüzbinlerce gönüldaşa ve yoldaşa ihtiyacımız var...
Yine bizlerden sonra çalışmaları aynı tempoda devam ettirecek gelecek nesillere...
Bu yol yüzlerce yıllık ince, uzun, çileli ama bir o kadar da şerefli ve mübarek bir yoldur...
Hazreti Peygamber, peygamberler ve onlara tâbi olanların yolu...
İşte…
Yukarıda özetlemeye çalıştığım bu mücadele ve çalışmaların bereketiyle, birkaç yıl sonra, bugün kendilerini artık bütün Türkiye'nin, hattâ bazılarını dünyanın tanıdığı öğretim üyesi ve uzman arkadaşlarımız, yavaş yavaş aramıza katılmaya ve yetişmeye başladı...
Birkaç yıl sonra da Muhterem Hocamız Necmeddin ERBAKAN sayesinde 'dünya çapında' diyebileceğim çıkışımızı yaptık...
Artık bütün dost ve düşmanlarımızın da itiraf ettiği üzere, 'Yeni Dünya Düzeni'ne karşı 'Alternatif Sistem' teklifimiz olan 'ADİL DÜZEN'i, Erbakan Hocamız ile birlikte bütün dünyaya takdim ettik...
***
İLK İLMÎ ÇALIŞMAM VE
ÜNİVERSİTELERİMİZİN HÂLİ
1976 yılında, benim için ilk ciddi 'Alternatif Sistem' ve 'Adil Düzen Arayışlarına Giriş' diyebileceğim orijinal çalışmamı, Üstadım Süleyman Karagülle ile birlikte yaptım...
Ege Üniversitesi - İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nden mezuniyet tezi olarak; "Din İle Turizm Arasındaki İlişkiler - Bu İlişkilerin Türkiye Açısından Değerlendirilmesi" konusunu işledik...
Bir yıl kadar süren yoğun bir mücadeleden sonra, önce (D) derecesi ile reddedilen tezimi, bölüm hocaları ile altı ay süren tartışmalardan sonra, aynen ve tek cümlesini bile değiştirmeden (A) pekiyi derecesi ile kabul ettirdim...
Daha sonra 1977 yılında bu çalışmamı "KUR'ÂN VE TURİZM" ismiyle, Akevler bünyesinde kurduğumuz ve yıllarca bizzat yönettiğim Akyol Yayınları arasında kitaplaştırdım ve yayımladım...
Ancak…
Bir yönüyle bundan sonra hep vereceğimiz mücadele açısından çok anlamlı; ama Türkiye'deki sözde üniversite çevrelerinin ve çağdaş ilim çevrelerinin gerçek yüzünü göstermesi açısından önemli fakat bir o kadar da anlamsız didişmelerden sonra üniversiteden iyice soğudum ve uzaklaştım...
Hele YÖK döneminde yoktan var edilen binlerce 'prof'u gördükten sonra, ülkem adına çok üzüldüm...
Kimi sözde 'prof'ların zaman zaman 'Üstad' ve diğer çalışma arkadaşlarım karşısında takındıkları tavırları gördükçe, çoğu zaman acı acı ve için için güldüm; hakaretlere maruz kalındığında ise gerçekten tek kelime ile bu davranışlardan ve davranış sahiplerinden iğrendim!..
Yukarıdaki tez konusunu ilgili asistana ilk teklif ettiğimde, "burası Yüksek İslâm Enstitüsü veya İlâhiyat Fakültesi değil!.." sözleri, bugün bile kulaklarımda çınlıyor...
Öncelikle sözkonusu konuyu kabul ettirmek için günlerce bölümdeki asistan ve hocalarla mücadele vermek zorunda kaldım...
"İlim her yerde aynı ilim değil mi?..
Zikrettiğiniz fakültelerde de aynı ilim yapılmıyor mu?.."
anlamındaki sözlerle daha işin başında cevap vermek ve sonuna kadar sabırla sürdürmek zorunda kaldığım mücadelemi hatırlıyorum...
Yetmişli yıllarda durum böyleydi de, seksenli yıllarda çok mu farklıydı?..
Hayır!..
Seksenli yılların ortasında da, Üstadımızın kızı Dr. Nebahat KARAGÜLLE (KORU), öğrencilik yıllarından beri her zaman çok başarılı ve başörtülü olduğu halde, o yıllarda zirveye çıkan 'başörtüsü zulmü' yüzünden üniversite camiasından ayrılmak, doçentlik sınavlarını birincilikle kazandığı halde uzaklaşmak zorunda kaldı...
Yine aynı yıllarda, kooperatif başkanımız, dost ve düşman herkesin çok sevip takdir ettiği Prof. Dr. Ahmet Tahir SATOĞLU Ağabeyimiz de, 'sakal zulmü' yüzünden, çeşitli maddî ve manevî baskılar uygulanarak üniversiteden uzaklaştırıldı...
Dünyanın hiçbir ülkesinde değil ama Türkiye'de başörtüsü ve sakal, ilme engel oluyordu!..
Aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra, üniversite ve sözde ilim çevrelerinin daha şiddetli bağnazlık ve maalesef ilmi seviye olarak daha da gerilemiş olması, ülkemiz ve insanlarımız açısından son derece üzücüdür...
Yine bizim ekipten bir delil mi istersiniz?..
İşte en canlı ve meşhur delilimizi arz ediyorum...
Mezun olduğum fakültede öğretim üyesi olan sevgili arkadaşım ve dava yoldaşım Süleyman AKDEMİR'in, son derece 'orijinal' olan -ki bu orijinallik bütün jüri raporlarında itiraf edilmektedir- üç doçentlik tezinin de son yıllarda arka arkaya değişik jüriler tarafından reddedilmesi, bu acı gerçeğin ve bağnazlık derecesine varan karanlık zihniyetlerinin en bariz göstergesidir...
Batı'da ve bütün dünyadaki ilmi çalışmalarda, her şeyden önce aslolan 'orijinal olmak' değil midir?..
Daha sonra İşaret ve İz yayınevleri tarafından da yayınlanan ve kamuoyuna mal edilen bu çalışmalar 'ilmî ve orjinal' değilse, Türkiye'de yapılan hangi çalışma ilmî ve orijinaldir?..
Bu çalışmaların ilmî ve orijinal olduğunun uluslararası delillerini yani 'ADİL DÜZEN TARTIŞMALARI'nı yaptığımız dünyanın önde gelen isimlerini sıralıyorum:
Prof. Dr. Elvin Laszlo (Birleşmiş Milletler Sosyal Etüdler Enstitüsü Başkanı),
Prof. Dr. Volker Nienhaus,
Prof. Dr. Lothar Wegenhenkel,
Prof. Dr. Joachim Hoffman,
Prof. Dr. Khucein Isaew,
Prof. Dr. Musa Hocaew,
Prof. Dr. Rahat Açlowa ve daha niceleri...
Bunlar ve benzeri sebeplerden dolayı, okuyucu benden bazı standartlara, özellikle de Batı standartlarına uygun bir kitap yazmamı beklemesin...
Çünkü o standartları ve Türkiye’deki maymunvari taklitlerini hiç sevmiyor, zaman zaman da iğrenç buluyorum...
Buluyor ve bazı yorumlar yapmadan geçemiyorum...
Bu noktada da öyle bir yorum ve değerlendirme yapacağım...
Bazı üniversite mensuplarımız ve aydınlarımızın artık iflah ve ıslah olma şansları yok...
Onlar açısından ümitsizim...
Ümidim ise halkımız, gençler ve gelecek nesiller...
Bu yüzden özellikle gençlerin ve halkımızın anlayacağı üslup ve tarzda bir kitap yazmaya çalışıyorum...
Davamızı, düzenimizi, meselemizi ve meramımızı onlara anlatabilirsek; oluşacak kamuoyu baskısı ile bir yerleri hasbelkader işgal etmiş sözde ilim adamı veya aydın 'dinazorlar' hizaya gelir de Hakkı ve hakikati teslim ederler...
Etmeyenler de yerlerini ehil olan gençlere ve gelecektekilere yani gelecek nesillere teslim etmek zorunda kalırlar...
Bu konuda tek çözüm yolu budur...
İlmî kurumlar mutlaka cahil ve bağnazların işgalinden kurtarılmalıdır…
***
ADRİYATİK'TEN
İRAN'A KADAR
MÜSLÜMAN KALMAYACAK!
-(OD YADRAN’A DO İRAN’A
NEÇE BİTİ MUSLİMANA!)-
Başta da ifade ettiğim üzere, bu satırların yazarı Kosova doğumlu, Arnavut ve Boşnak kökenli, Anası Sancaklı, dolayısıyla Bosnalı...
Babamın bazı büyükleri ise Balkanlar'a Bursa'dan hicret ettiğimizi söylerdi ki; bizimle Türkiye'ye hicret eden babamın amcasından (Hamdi Amca) bu rivayeti ben de defalarca bizzat duydum...
Bugün de bütün yakın akrabalarımız hâlen Kosova, Sancak ve Bosna'da...
Bosna ve Balkanlar'daki Sırp vahşeti ve Batı Barbarlığı altında inliyor veya katlediliyorlar...
Okuyucu, zaman zaman bu satırların sahibinin, ülkesini değil ama memleketini kaybetmiş bir 'muhacir çocuğu' ve musibetleri sadece duymuş değil de 'bizzat yaşayan' -hâlen de yaşamaya devam eden- biri olduğunu unutmasın...
Zaman zaman hatırlasın...
Belki o zaman çarpıcı veya aykırı yorum ve değerlendirmelerini daha iyi anlayacaktır...
"Bir musibet bin nasihattan iyidir"
Bu atasözümüz bu gerçeği bütün çıplaklığıyla açıklar…
Musibeti bizzat yaşamayan, yaşayanın halinden anlamaz...
Musibet şu anda Kosova, Sancak, Bosna ve Balkanlar'da yani bizim başımızda…
Sırplar şu anda Bosna'da ve Kosova’da katliamlar yapıyorlar...
Ama beş yıl önce 1989 yılında Sultan Murad Hüdavendigâr'ın türbesi karşısında, insanlık kasabı Slobodan Miloşeviç'in başkanlığında Kosova Ovası'nda toplandılar...
Büyük bir miting yaptılar...
Kaç kişiyle mi?..
Tam 'iki milyon' kişiyle!..
Sekiz milyon nüfuslu Sırplar, iki milyonluk miting yapıyorlar!!!
Sadece mitingin elbette pek bir şey ifade etmediğini çok iyi biliyorum...
Miting, kamuoyu oluşturma ve halkı uyarma şekli ve aracıdır...
Ama maalesef biz iki yıldır on milyonluk İstanbul'da ve 60 milyonluk bir ülkede henüz ikiyüz bin kişilik bir 'Bosna Mitingi'ni bile yapamadık...
Bu uyanışı sergileyemedik...
Böyle bir birlikteliği gerçekleştiremedik...
Sırplar ise 600 yıl önce l389 yılında Türklere karşı kaybettikleri I. Kosova Meydan Muharebesi mağlubiyetini kutluyorlar!..
Dünyada ilk defa bir mağlubiyet kutlanıyor!..
Bu vesileyle önemli bir hatırlatma: I. ve II. Kosova Meydan Muharebeleri'nin İstanbul'un Fethi'nden yani 29 Mayıs 1453 tarihinden önce olduğu ve Osmanlıların İstanbul'dan önce Balkanlar'ı fethettikleri unutulmasın...
Şimdi de Bosna ile birlikte önce bütün Balkanlar'ı kaybediyoruz...
Peki, ya sonra?..
Bosna sadece bir başlangıç ve sembol…
Bosna'dan sonra Barbar Batılılar sırasıyla Sancak, Kosova, Makedonya, Trakya, Çanakkale, Edirne, İzmir, İstanbul ve Türkiye'ye de saldıracaktır...
Nitekim daha bu yüzyılın başında, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında, aynı yerlere saldırmadılar mı?!.
O zaman en vahşi katliamları yapan Barbar Batı, bugün buralardan vaz mı geçti?!.
Hayır!..
Balkanlar'dan sonra sırada Anadolu var!..
Vahşi Sırplar beş yıl önceki bu kutlamada ve mitingte şu yemini yaptılar:
"Od Yadran'a do İran'a neçe biti Muslimana /
Adriyatik'ten İran'a kadar Müslüman kalmayacak."
Bu satırların yazarı ve ailesi memleketleri olan Kosova'yı ve Sancak’ı (Bosna’yı) terk edip Ana Vatan Türkiye'ye hicret etmek zorunda kaldı…
Ancak…
Sırplar ve onların şahsında Barbar Batılılar, Bosna ve Balkanlar'dan sonra Anadolu ve Türkiye'yi de istiyorlar...
20. yüzyılın başında Anadolu'nun çeşitli şehirlerini ve bölgelerini işgal eden ve sonunda bizlere 'İstiklâl Savaşı'nı yaptıran Vahşi Batı, bugün de Türkiye'den vazgeçmiş değil...
Sadece fırsat kolluyor...
Bütün Ortodoks âlemi ve Batı'nın desteğini arkasına alan Sırplar harekete geçti bile...
Sırp yemininde belli olduğu üzere, Batı vahşeti mensubu Avrupalılar ve temsil ettikleri haçlı zihniyeti, seksen yıl öncesinde olduğu gibi yeniden Türkiye ve Anadolu'yu istilâya hazırlanıyorlar...
Çağımızda cihad ve mücadele çok yönlü; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî, askerî, sosyal.. vs…
İlim ehli insanlar da bu çok yönlü cihad ve mücadeleyi yapmakla mükellef kılınmışlar...
Halkın ise aşağıda zikredeceğim bir hadisteki cihad veya sonrasındaki merhalelerden birini uygulama mecburiyeti vardır...
Sözde medenî Avrupa'nın ortasındaki Bosna ve Kosova başta olmak üzere, Türkiye ve dünyanın dört bir tarafında Müslümanlara ve insanlara yapılan zulüm ve katliamlar devam ediyor...
Böyle devam ettiği sürece de, bir gün sıranın bizlere yani Türkiye’deki Müslümanlara gelmeyeceğini kim garanti edebilir?..
Artık üç maymunların "görmüyorum.. işitmiyorum.. konuşmuyorum!.." oyununu oynamayı bırakalım da gerçekleri görelim...
Sıra bizlere gelmeden, musibetler bizlerin de kapısını çalmadan uyanalım...
Bu uyanışla birlikte, gücümüzle orantılı bir cihada veya mücadeleye katılalım, ya da en azından katkıda bulunalım... Bunları yapmaz da beklemeye devam edersek, başımıza gelecekleri Hz. Peygamber (s.a.v) asırlarca önce haber vermiş:
"Kim cihad etmez
veya
bir mücahidi donatmaz
yahut
bir mücahidin geride kalan ailesini himaye edip gözetmezse;
Allah kıyametten önce onun başına bir musibet verir."
(Hadis, İbn Mâce, 2762)
İşte bu ve benzeri kitapları yazmamızın, mücadelemizi de çok yönlü olarak sürdürmemizin diğer bir sebebi de, bir taraftan uyuyanları uyandırmak, diğer taraftan uyanış sonrası uygulanabilecek 'alternatif sistem' ve 'adil bir düzen'i takdim edebilmektir...
Bütün bu çalışmaları yaparken de çok yönlü ve birkaç cephede birden mücadele vermek gerekiyor…
Batı Medeniyeti ve bu medeniyetin dünya düzen ve sistemleri ile...
Ve bizim içimizdeki beyinsiz batı taklitçileri ve hayranları ile...
Ve 'ADİL DÜZEN' ile alternatif sistem arayışlarımızı anlamayan veya anlamak istemeyen, Akif'in dediği gibi 'içimizdeki beyinsizler' ile...
"İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk eder misin Yâ Rab!"
***
“ADİL DÜZEN”E KARŞI OLANLAR
Elbette insanları Allah helâk etmez, fakat insanlar kendi kendilerini helâk ederler...
Olayların yorumu konusunda öylesine bir görüş vardır ki, meselenin kendine özgü ve ayrıca önceliği olan ilgisini hesaba katacağı yerde, yalnızca "Allah'a kalmış" yanına bakar...
Dünyanın gidişatı ve olayların yorumu konusunda çeşitli kesimleri girdabına çeken bu akımı durdurmak zorundayız...
Bu aykırı akım, maalesef beraberinde insanın sorumluluğunu da sürükleyip götürmektedir...
Diğer bir deyişle, insanın sorumluluğunun su yüzüne çıkmasını önlemekte ve gözden kaçırmaktadır...
Oysa meselenin "Allah'a kalmış" yanı şu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır:
"Onlara Allah zulmetmedi,
fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar." (Nahl,33)
Zulmedilmekten ve helâk olmaktan kurtulabilmek için, teori ve uygulama açısından çağdaş problemlerimizi çözmemiz gerekiyor...
Çağımızın problemlerini çözmek için ise, çağdaş müçtehit ve içtihatlara ihtiyaç vardır...
İçtihat, yeniden varoluşun ve dirilişin kaçınılmaz biricik şartıdır...
İçtihat, yeniden aklî ve naklî kaynaklara dönüş ve taklit karanlığından kurtuluştur...
Mesela, Kur'ân-ı Kerîm'i yüzlerce yıldan beri okuyoruz...
Güzel, okumaya devam edelim...
Ama onu hayata geçirmek için okuma merhalesinden sonraki 'anlama' ve ardından 'yaşama' yani 'uygulama' merhalelerine de geçmek gerekiyor...
Kur'an'ı anlamak ve amel olarak hayata aktarabilmek ise ancak 'içtihat' ile mümkündür...
Yoksa…
Fosilleşmiş anlayış ve ayinler, bilmem kaçıncı şerhi yapılan bin yıllık içtihatlarla çağımızın problemlerini çözmek mümkün değildir...
Gerçekten varolmak ve helâk olmaktan kurtulmak istiyorsak, kaynakları okumalı, anlamalı ve çağdaş içtihatlarla amelî olarak hayata geçirmeliyiz...
Yoksa;
"Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış zevk sahiplerine, hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen helâk ederiz." (İsrâ,16)
Aklıselim sahibi dostların Bosna ile ilgili bir tesbit ve teşhisini burada zikretmeden, 'teşbihte hata olmaz' esasına istinaden konuyu bizim çalışmalarımıza ve tekliflerimize de getirmeden geçemeyeceğim…
Bosna'da Müslümanların etrafında bir değil, üç ambargo ve muhasara var:
-Birincisi, Bosna içindeki Sırp ve Hırvatlar…
-İkincisi, Bosna dışındaki Sırp ve Hırvatlar…
-Üçüncüsü, BM, Barbar Batı ve bütün dünya...
Teşbihte hata olmazsa…
Aynı durum ve benzer ambargo "ADİL DÜZEN" için sözkonusu:
-Birincisi, iç bünyede ADİL DÜZEN'e karşı olanlar…
-İkincisi, bütün ülkede ADİL DÜZEN'e karşı olanlar…
-Üçüncüsü, bütün dünyada ADİL DÜZEN'e karşı olanlar!..
Türkiye'nin kurtuluşu, körü körüne Batı taklitçiliğinde değil; 'alternatif sistem' olan 'ADİL DÜZEN'de...
Rabbimiz, içimizdeki beyinsizler ve Batı hayranı taklitçiler yüzünden bizleri helâk etmeden, ne zaman uyanacağız?..
Uyanıp kendi sistemimizi ve Adil Düzenimizi ne zaman kuracağız?..
***
ASKERLİK YILLARI VE
ADİL DÜZEN ÇALIŞMALARI
Bosna ve Balkanlar'da Sırp vahşeti ve Batı barbarlığının sürdüğü şu günlerde, yukarıdaki satırları yazarken; kaba kuvvet kullanan ancak kuvvet ve askerî güç ile karşı konulmasından anlar esasından hareketle olsa gerek, askerlik günlerimi hatırladım...
1977 yılı sonunda, Isparta-Eğridir Dağ Komando Okulu'nda başladığım yedek subaylık görevimi, kıta hizmeti olarak Kıbrıs'ta sürdürdüm ve tam devre olarak tamamladım...
Askerlik bambaşka ve çok değişik bir dünya...
Ancak tam olarak yapanlar askerliği iyi bilir ve anlar...
Bu müstesna dönem de hayat tecrübelerime çok değişik ve yeni halkalar ekledi...
Özellikle 28. Tümen Karargâh Merkezi, Harekât ve Eğitim Şubesi'ndeki çalışmalar ile daha sonra sırasıyla Ege Ordusu, Birinci Ordu Komutanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı olacak olan General Muhittin Fisünoğlu emrinde geçirdiğim askerlik günlerimden çok şeyler öğrendim…
Bu yıllarda Kıbrıs'ı, Kıbrıslıları, Kıbrıs Davası'nı, Şeyh Nazım Efendi ve cemaatini yakinen tanıma fırsatı buldum...
1979 yılında terhis olduktan sonra, Üstadım Süleyman Karagülle ve çok değerli arkadaşlarımla birlikte AKEVLER bünyesindeki çok yönlü çalışmalarımıza, benim açımdan kaldığımız yerden devam ettik...
Bu arada başta Arif ERSOY, Süleyman AKDEMİR, Ali SAYI ve Ali ERİŞEN olmak üzere, öğretim üyesi ve öğrenci seçkin ve çok değerli on kadar arkadaşın Üstad Süleyman KARAGÜLLE ile çalışmaya başlamış olması, teorik ve uygulamalı faaliyetlerimize yepyeni bir boyut, gelişme ve aşama kazandırmıştı...
Nitekim bu yıllarda durmamacasına artarak yoğunlaşan arayış ve araştırma, bilgi ve birikim, teori ve uygulama örnekleri, 1985 yılında Prof. Dr. Necmeddin ERBAKAN ile başlayan periyodik görüşme ve haftalık çalışmalarla "ADİL DÜZEN" alternatif sisteminin teorik olarak ortaya konmasını sağladı...
Askerlik dönüşü siyasî faaliyetlerime, MSP İzmir Merkez İlçe Başkanı olarak yeniden başladım...
12 Eylül 1980 tarihine kadar AKEVLER bünyesinde ilmî ve iktisadî, basın ve yayın çalışmalarımızı; MSP teşkilatlarında da siyasî faaliyetlerimi normal şartlarda yürütmeye çalıştım...
Ancak…
12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında İzmir ve Türkiye'de artık normal bir çalışma ortamı kalmamıştı...
Bu yeni fetret dönemini en iyi şekilde değerlendirmeliydim...
Öyle yaptım...
Ufukta yeni bir hicret daha görünüyordu…
****
ARABİSTAN'A HİCRET,
ARAPÇA ÖĞRENİMİ VE
ARABİSTAN YILLARIMIZ…
Evet…
“Arabistan yıllarımız” diyorum…
Çünkü…
Artık tek başıma değildim…
Evlenmiştim…
İzmirli, Makedonya kökenli Fatma Zafer Hanımefendi ile…
Ve…
Evliliğimizin henüz dördüncü ayında Arabistan’a hicret…
Dört ay sonra yani evliliğimizin sekizinci ayında Fatma Hanım da Arabistan’daydı…
İlk çocuklarımız orada doğdu…
Önce Abdurrahman…
Sonra Muhammed Zübeyr…
Daha sonra ilk kızımız Ayşenur…
Evet…
1981-82 öğretim yılı başında, öteden beri idealim olan Arapçayı iyi öğrenebilmek amacıyla, S. Arabistan Riyad Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü'nde öğrenime başladım ve iki yılda okul birincisi olarak mezun oldum...
Mezuniyet sonrası İlmî Araştırmalar, Fetvâ, Dâvet ve İrşad Daireleri Başkanlığı'nın "Basın - Yayın ve Tercüme Dairesi"nde 'araştırmacı-mütercim' olarak sözleşme yaptım ve dört yıl çalıştım...
Bu yıllarda ve aynı zamanda, bir taraftan T.C. Riyad Büyükelçiliği yeminli mütercimliği, diğer taraftan Sayın Necmeddin ERBAKAN'ın Riyad temsilciliği görevlerini de yerine getirmeye çalıştım...
Arabistan'da geçirdiğim yıllar, Arapça öğrenimi yanında, başta Araplar olmak üzere, İslâm ümmetinin çeşitli kavimlerine mensup insanlarını yakından tanıma fırsatı verdi...
Hac ve Umre olayının, Mekke ve Medine şehirlerini ziyaretin, bugün de dünyanın en büyük ve kadîm merkezî olayları olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim...
Dünyadaki benzerleri ile mukayese edilemeyecek büyüklük, süreklilik ve muhteşemlikleri var...
Arabistan'a gitmeden önce, "Kur'ân ve Turizm" kitabımda geniş boyutları ile işlediğim bu konuyu, daha sonra bizzat görerek yaşama ve izleme imkânı buldum...
Hac ve Umre, dünyanın en büyük dinî, iktisadî, siyasî, sosyal ve seyahat olayı...
Bugün bütün bu fonksiyonlarını maalesef icra etmiyor ve edemiyor...
Daha doğrusu ettirilmiyor...
Donuk ve statik, sadece örf ve âdet yerine getiriliyormuş görüntüsü veriyor...
Geleceğin dünyasında ve dünya düzeninde ise Hac ve Umre, icra edeceği fonksiyon açısından sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın en büyük ve merkezî olayı, Mekke ve Medine de yeni İslâm Medeniyeti'nin ana merkezleri olacaktır...
Uyuyan dev İslâm Âlemi'nin bugünkü uyur-gezer halinde bile Hac ve Umre, Mekke ve Medine, gören gözler, düşünen akıllar için çok şeyler ifade ediyor...
Yaşadığım yedi yıl boyunca, genel olarak Arap Yarımadası'nda, özel olarak da Mekke ve Medine'de, bu diyarların büyüleyici atmosferinde size anlatmaktan aciz kaldığım şeyler gördüm ve bizzat yoğun olarak yaşadım...
Çöllerde geçirdiğim bazı gün ve gecelerde, manevi dünyamın ve ruh âlemimin zenginleşip gelişmesine vesile olan haller geçirdim...
Dünyanın dört bir tarafından koşup gelen Müslümanlarla birlikte oldum...
Asyalı, Afrikalı, Avrupalı, Amerikalı kardeşlerimle kaynaşıp halleştim, hüzünlenip dertleştim; hep birlikte çağdaş dertlerimize ve problemlerimize çözümler aradık...
İslâm'ın diriltici ve birleştirici özelliğini, bir de bu yüce dinin doğduğu diyarlarda bizzat yaşadım..
İslâm'a ve inananlara, dünyaya ve bütün insanlara bakış açım daha da değişti ve gelişti...
Ufkum genişledi...
Kendime olan özgüvenim, tanıdıkça Müslüman kardeşlerime olan muhabbetim, ama hepsinden önemlisi Allah'a olan îmanım ve dinime bağlılığım daha da arttı ve kavileşti...
Bunlar ve benzeri daha nice haller ve bilgiler...
Hayatımdaki hicret olayını ve üzerimdeki tesirlerini anlatırken ifade ettiğim üzere, bazı şeyleri söz ve yazı ile anlatmak mümkün değil...
Bizzat yaşamak ve içselleştirmek gerek...
Arap Yarımadası, Mekke ve Medine, Hac ve Umre de işte öyle bir şey...
Bütün boyutları ile anlatmak mümkün değil, bizzat yaşamak gerek...
Bu yüzden Yüce Rabbimiz imkânı olan herkese gitmesini emretmiş...
Ben de âcizane herkese tavsiye ediyorum...
Gidiniz, görünüz ve bizzat yaşayınız...
Maddî ve manevî açıdan çok şey kazanacağınızı bizzat yaşayarak göreceksiniz...
***
YENİDEN TÜRKİYE'YE DÖNÜŞ,
İSTANBUL VE BOSNA DİRENİŞİ
Başta da dedim ya…
Yaklaşık her yedi yılda bir hayatımda hicret var...
Arabistan seferim ve hicretim de yedinci yılında sona erdi...
1988 yılında tekrar Türkiye'ye döndüm...
Önce birkaç aylığına İzmir'e, sonra İstanbul'a hicret ettik ve yerleştik...
Yerleştikten sonra da dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal çalışmalarıma başladım...
Maişet derdi ile yaptığım çalışmalar dışındaki bütün vaktimi dinî, ilmî, siyasî, sosyal ve kültürel hizmetlere vakfettim; -bu satırların yazılmakta olduğu şu anda- hâlen de vakfetmeye devam ediyorum...
İstanbul birçok yönü ama özellikle bazı kendine has hususiyetleri ile dünyanın adeta merkezi…
İki, hattâ üç kıtanın; Asya, Avrupa ve Afrika'nın, doğu ile batının, nice kültür ve medeniyetlerin buluştuğu ve birleştiği yer...
Çağdaş İslâm hükümranlık ve hilafetinin son bulduğu şehir...
Kim bilir…
Yeni İslâmî dünya düzeni belki sona erdiği bu şehirden yeniden doğacak ve bütün insanlığın kurtuluşuna yeniden vesile olacak...
Ya da en azından katkıda bulunacak...
Dünyamız, çağımızdaki insanlar…
İslâm'ın bu hakka ve adalete dayalı diriltici soluğuna öylesine muhtaç ki!..
İstanbul'a yerleştiğim yıl, İslâm Medeniyeti Vakfı Genel Sekreterliği görevine başladım ve hâlen sürdürüyorum...
Vakıf l974 yılında ilâhiyat (o dönemin Yüksek İslâm Enstitüsü) öğrencileri tarafından kurulmuş, bugün ise çoğunluğu İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi olan arkadaşlar tarafından yönetiliyor.
Ana gayemiz İslâm Medeniyeti'ni önce anlamak ve anlatmak, tanımak ve tanıtmak; sonra yeniden ihyâ etmek...
İstanbul'a yerleştikten bir müddet sonra, R.P. İstanbul İl Yönetim Kurulu'nda siyasi çalışmalara katıldım ve katkıda bulunmaya çalıştım...
1991 genel seçimlerine kadar bu görevimi sürdürdüm...
Komünizmin çökmesi, demirperdenin yıkılması ve kapıların açılması üzerine, genel olarak Kafkaslar ve Orta Asya, özel olarak da Balkanlar ile ilgilenmeye başladım...
Nitekim bu amaçla İslâm Medeniyeti Vakfı bünyesinde 'Kafkaslar ve Orta Asya Merkezi' ile 'Bosna ve Balkanlar Merkezi'ni kurduk...
Bosna katliamı başladıktan sonra da, ağırlıklı olarak mecburen bu yöre ile daha çok ilgilenmeye başladım...
Bosna'daki savaş ve saldırılar, vahşi katliam ve soykırımlar, beni ve dünyadaki birçok Müslümanı, hattâ değişik inançtaki insanları bile harekete geçirdi...
Uyardı ve uyanmalarına vesile oldu...
Ama en önemlisi, Boşnak kardeşlerimiz artık unutmak üzere oldukları 'Müslümanlığı' hatırladılar ve yeniden 'İslâm' ile tanıştılar...
En büyük uyanış Bosna'da ve Boşnaklar arasında görüldü ve yaşandı; hâlen de yaşanmaya devam ediyor...
Savaş ve musibet sevilmez ama ben sevmeye başladım!..
O her şeyi her zaman en iyi bilen ve bizlere bildiren Yüce Yaratıcı aslında bu gerçekleri bizlere asırlar önce kitabında bildirmiş:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı.
Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.
Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, ayet 216)
***
EY TESLİMİYET,
SENİN ADIN “İSLÂMİYET”…
Önceleri yani başlangıçta, Bosna'nın dünyaya açılan tek penceresi olan İstanbul Fahri Konsolosluğu'nu kurduk...
Bosna Enformasyon Merkezi ve Bosna Dayanışma Grubu çalışmalarına katılıp katkıda bulunmaya çalıştım...
Sonunda vakıf bünyesinde kurduğumuz 'Bosna ve Balkanlar Merkezi'nin başkanlığını yapmaya başladım ve halen sürdürüyorum...
Gazete ve dergilerde makaleler; radyo, TV ve salonlarda konuşmalar; yardım kampanyaları ve çözüm önerileri istişare toplantılarına katılarak, soruna katkıda bulunmaya çalışıyorum...
Bu arada Balkanlar, Rusya cumhuriyetleri, Kafkasya ve Orta Asya'yı gezip dolaştım ve inceledim...
Hep bir şeyler yapma gayreti içinde oldum ve olmaya da devam edeceğim; inşaallah...
Nasıl mı?..
Bir misâlle arz etmeye çalışayım...
Mehmed Âkif ERSOY'un, 1931 yılında bir dostuna yazdığı mektupta dediği üzere…
Evet, aynen öyle:
"Sebîlürreşâd'ı çıkarırken, şuraya buraya koşarken, oldukça mütesellî idim, hisseme düşen vazifeyi îfâ ediyordum. "İnsan çalışmak ile mükellef, muvaffak olmakla değil" diyordum... Lâkin şimdi elim ayağım bağlı oturdukça büsbütün sinirleniyorum: "Senin Sebîlürreşâd'ın çıksa, her hafta şiirler yazsan, makaleler yazsan, bağırsan çağırsan, bu cereyanların istikametini mi değiştireceksin? Şiddetini mi azaltacaksın?" suâli pek haklı olmakla beraber, ben bu atâleti hiç sevmiyorum, hiç hoş görmüyorum.
Hikâye meşhurdur ya: Karıncaya "Nereye gidiyorsun?" demişler. "Hicaz'a!" demiş. "Hiç bu bacakla Mekke'yi bulabilir misin?" mülâhazasını ileri sürmüşler. O da, "Hiç olmazsa yolunda ölürüm ya..." cevabını vermiş.
Gaye uğrunda çalışmak, didinmek, nihâyet ölmek!.. Ah, ne güzel meşgale, o ne hoş eğlence, o ne mes'ud hâtime imiş!.. Ben onu şimdi adamakıllı hissediyorum. Acaba yine o günler gelecek mi? Yine gayemiz uğrunda canımızla, başımızla çalışabilecek miyiz? "Çıkmadık canda ümîd var" derler, değil mi kardeşim? Allah büyük... Elbette bizim de âtıl bâtıl oturmaktan kurtulacağımız günler gelecektir."
Özetlersem…
Ömür boyu ve her an bir şeyler yapmaya çalışmak; ama her şeyi de tam bir 'teslimiyet' anlayışı içinde yapmak...
Geçen hayatıma ve yaşadığım yıllara şöyle bir bakıyorum da, insanoğlu adeta 'dünyanın ve hayatın içine atılıvermiş!' gibi...
Dünya hayatı, insanın onlara hiçbir şekilde tesir edemeyeceği gerçeklerle bağlı ve bağımlı...
Her birimiz kendi hayatımıza ve geçen yıllar şöyle bir göz atalım...
Çocukluk hülyalarımızdan, gençlik hayallerimizden, hayatımızın her dönemindeki ideal ve sevdalarımızdan geriye ne kaldı?..
Bu dünyaya gelişimizden onu terk edeceğimiz ana kadar birçok önemli şey, irademiz dışında olmuyor mu?..
Ana ve babamızı, kardeş ve akrabalarımızı, yaşadığımız çevre ve ülkemizi, yoksulluk veya zenginliğimizi, aklımız veya zekâmızın seviyesini, yaşadığımız çağdaki dünyamızın her şeyini seçme veya tercih etme imkânımız var mı?..
İnsanın en değerli melekeleri olar his, fikir, irade ve ünsiyet kabiliyetleri; hayatın dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal boyutları ile topyekün bütün cepheleri, ne kadar insanın elinde ve kontrolünde?..
His, fikir ve irademizle oluşan ve gelişen şeyler ne kadar da sınırlı; hiç de elimizde olmayan ve doğrudan kaderimizle bağlantılı gelişmeler ise ne kadar da çok ve sonsuz gibi!..
Bu konuda sön sözümüzü söylemeden önce, bu duruma bir isim verelim...
Bu hâle ne diyebiliriz ki?..
'Allah'a, O'nun iradesine ve kadere teslimiyet' diyelim mi?..
Teslimiyet, aklıselim sahibi insanın kaderinin veya hayatının hikâyesi ve özüdür...
İnsan, dünya hayatının zorlukları ve bilinmezlikleri karşısında, hep sığınacak bir yer aramaz mı?..
İşte…
Allah'a ve O’nun takdirine teslimiyet, insana öylesine güçlü bir güven verir ki; başka hiçbir düşünce inanç onun yerini alamaz...
Zaten 'İslâmiyet'in bizatihi kendisi ve kelime manası da 'teslimiyet' değil mi?..
İşte o İslâm'a, dolayısıyla Allah'a ve O'nun iradesine teslim oldunuz mu; hayatın çok geniş boyutlu problemlerine çözüm bulduğunuz gibi, kendisinde kaçış ve kurtuluş olmayan insanî çilelere de olumlu bir cevap bulmuş oluyorsunuz...
Hayatı anlamak ve idrak etmek, ardından emredildiği üzere dosdoğru olmak ve sadece Allah'a kulluk borcunu yerine getirmeye çalışmak, hayatın her safhasına da son derece bilinçli bir şekilde sabır ve tahammül göstermek; teslimiyettir...
Hayatımızı ve mücadelemizi insanî ve anlaşılır kılan, hiçbir şeyin sonucunun elimizde olmadığı inancıdır...
Bizim yapmamız gereken, olanca gücümüzle cehd ve gayret etmektir; netice ve başarı ise Allah'tandır...
Ey teslimiyet, senin adın 'İslâmiyet'tir!
Bosna, Balkanlar ve Eski Yugoslavya ile ilgili ilk ciddî araştırma ve uyarımı da;
Bosna Savaşı yani katliamının başlamasından üç yıl kadar önce
(ZAMAN Gazetesi, 6 Ocak 1990) yaptım...
Aşağıda, aynen arz ediyorum:
2000 YILINDA TÜRKİYE
VE
YENİ BİR DÜNYA
-BİR YAKIN GELECEK TAHMİNİ DENEMESİ-
Siyasi ve sosyal açıdan sıcak günler yaşayan bazı bölgelerde cereyan eden olayları gerçek anlamda ve kesin boyutları ile kavrayabilmek, ancak konuyu enine boyuna ele alarak açmak ve yakın geçmiş ile tarihin derinliklerinde kalmış bazı hakikatleri hatırlamakla mümkün olabilmektedir. Genel olarak Türkiye'nin çevresinde ve bütün dünyada son yıllarda gelişen olayları, bir bütünün parçaları veya ayrıntıları olarak ele almazsak; anlayamaz ve kavrayamayız. Ders alınacak şekilde değerlendiremeyiz...
Batı, bütün dünyayı sömürebilmek amacıyla dünya ülkelerini suni şekilde bölüp parçaladı. Bu arada birçok ülkeyi istila etti. Asya, Afrika ve Doğu Avrupa'da yaşayan bütün kavimleri yere serdi. Sadece Müslümanlar, gerçek manada bu istila ve barbarlıklara boyun eğmedi ve baş kaldırdı... Balkanlar, Çanakkale Müdafaası, Anadolu İstiklal Savaşı, Şeyh Şamil ve Kafkasya, Filistin ve Kuzey Afrika'daki şanlı direnişler... Velhasıl Türkistan ve Endonezya'dan Cezayir ve Libya'ya kadar, İslâm Âlemi'nin her tarafında şanlı direnişler oldu... Fakat bu direnişler insanlık tarihinin en büyük soykırımlarına engel olamadı. Barbar Batılılar, bu istila savaşlarında asgari insanlık kurallarına bile uymadılar. Yaktılar, yıktılar, yağma ettiler... Çocuk-ihtiyar, kadın-erkek ayırımı yapmaksızın, ırza ve namusa tecavüz ettiler, kesip katlettiler; öldürdüler.. öldürdüler.. öldürdüler...
1912 Balkan Harbi, Çanakkale Müdafaası, Yemen, Filistin ve Kafkaslar derken; Birinci Dünya Savaşı bu şanlı mukavemet ve müdafaaların sonu oldu. Kim bilir, belki de Tanzimat ve öncesinde başlayan ilmî, iktisadî, askerî, siyasî ve sosyal değişim bu acı sonun başlangıcı olmuştur. Bütün olanlara, Ermeni ve Rum katliam ve ihanetlerine rağmen, Anadolu'da Müslüman halkın direnişi ve İstiklâl Savaşı, bu dönemdeki biricik yüz akımız oldu... Bu yıllarda ve bu yüzyılın başında olanlar oldu. Ancak Barbar Batı, asırlar önce çok iyi planlayıp gerçekleştirdiği Batı Avrupa/İspanya'daki Müslüman soykırım ve katliamını, Doğu Avrupa/Balkanlar'da tam olarak henüz gerçekleştiremedi. Endülüs/İspanya'da tamamen katledip yok ettiği gibi, Balkanlar ve Anadolu'da bütün Müslümanları yok edemedi...
Balkanlar ve Anadolu henüz ikinci bir Endülüs olmadı.. Olmadı ama Anadolu/ Türkiye'nin halen devam eden bu dinî, ilmî, iktisadî, askerî ve siyasî alanlardaki gafleti devam ederse; bu bölgenin de ikinci bir Endülüs olması mukadderdir. Ancak büyük bir uyanış ve çok yönlü bir diriliş bu kaderi değiştirebilir...
ANADOLU ENDÜLÜS OLACAK MI?
Bugün genel olarak Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'da yani Anadolu'nun etrafında Müslümanlara ve Türklere yapılan zulüm ve işkencelerin, maddî ve manevî değerleri yok eden soykırımların sebeplerini bir de bu açıdan ele almak gerekiyor. Barbar Batı, Balkanlar'da işini bitirmek üzere!.. Peki, bitirdiği yerde kalacak ve duracak mıdır? Yoksa bu yüzyılın başında olduğu gibi sıra yeniden Anadolu/Türkiye'ye mi gelecektir?.. Bu soruların cevabını vermek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Birinci Dünya Savaşı sonunda emperyalist Batı, Osmanlı Devleti ve İslâm Âlemini paylaşma, bütün dünyayı parselleme derdine düştü. Batılı barbarlar kendi aralarında kapıştılar. Müslümanlar bu dönemde biraz olsun nefes alabildiler. İki cihan savaşı arasındaki zaman biriminde ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında, mağlup Müslümanların yeniden dirilişi için bir fırsat olabilirdi. Olup olmadığını önümüzdeki yıllar gösterecek, tarih bu dönem hakkındaki hükmünü de verecektir... Ancak Barbar Batının 1000 yıldır planlayıp uyguladığı coğrafî ve kültürel, maddî ve manevî sömürgeleştirme hedeflerine büyük ölçüde ulaştığı, inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Burada değişik görüntü veren, sadece emperyalist güçlerin çeşitli bölgelerde hükmeden zalim güçlerinin mezhep farklılıklarıdır; kapitalist, komünist, sosyalist, liberalist, faşist, siyonist vs. mezhepleri... Ama aslında Barbar Batı yani "Küfür tek millettir".
Osmanlılar, altı asır boyunca üç kıtanın birleştiği bölgede ve adeta dünyanın merkezi konumundaki Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika'da, bütün dünyanın muhtaç olduğu dengeyi ve en sağlıklı düzeni kurmuşlar. Farklı din, dil, ırk ve etnik yapılarına rağmen birçok kavim, milletler mozaiği halinde ve dengeli bir ahenk içinde, inanç ve kültürlerini koruyarak asırlar boyunca yaşama imkânı bulmuşlar. Batı Avrupa'da Endülüs Müslümanları, nasıl Yahudi ve Hıristiyanların bile bütün insanî ve dinî hak ve hürriyetlerini kullanarak yaşayabilecekleri adil bir düzen kurdularsa; aynı şekilde Orta Doğu, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da da Osmanlılar aynı adil ve insanî düzeni kurdular. Nitekim Batı Avrupa/İspanya yani Endülüs'te Müslümanlar hâkimiyetlerini kaybedip zulüm başlayınca, 500 yıl önce Yahudiler bile batıdan doğudaki Osmanlı adil yönetimine sığındılar...
Barbar Batı, 1000 yıl öncesinde planlayıp 500 yıl önce Batı Avrupa'da bitirdiği zulüm, katliam ve soykırımları şimdi Doğu Avrupa'da gerçekleştirmek istiyor. Balkanlar ve Anadolu'yu ikinci bir Endülüs haline getirmeyi planlıyor. Bu planını da adım adım uyguluyor. Son yıllarda Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan ve genel olarak Balkanlar'da yapılan zulüm ve soykırımların; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Ermeni ve Kürtleri kışkırtarak yaptırılan katliamların ardındaki nihai hedefi budur. Mazlum Müslümanların ve insanların bölgedeki son ve en büyük kalesi Anadolu/Türkiye'yi yıkmak... Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu'daki vahşi zulümlerden kaçarak göç edenler Türkiye'ye sığınmışlardır. Anadolu ve Trakya, çeşitli kavimleri barındıran küçük bir "Osmanlı Devleti" haline gelmiştir. Büyük Osmanlı Devleti'ni yıkarak bu insanları Anadolu'ya hicret etmek mecburiyetinde bırakan Barbar Batı, bu insanları burada rahat bırakacak mıdır?..
Hayır!..
Batı emperyalizmi şu anda doğu-batı ve kuzey-güney eksenlerinde Anadolu'yu çevreleyen komşu ülke ve bölgelerde yaşayan milletlere çeşitli şekillerde zulmetmek ve katletmekle meşguldür. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti de kısmen bu zulüm ve saldırılardan nasibini almaktadır. Ama sıra daha tam olarak Anadolu'ya gelmemiştir. Düşman dış kaleleri düşürmekle meşguldür. Asıl kaleyi 2000 yılında fethetmeyi planlamaktadır!..
KÜÇÜK ASYA'YA HÜKMEDENLERİN KADERİ
Medeniyetler mezarlığı Küçük Asya yani Anadolu, coğrafi konumu sebebiyle dünyanın en önemli ve merkezi jeopolitik ve stratejik mevkiinde bulunmaktadır. Kültür ve medeniyetlerin buluşma ve kaynaşma yeri olan bu konumu sebebiyle, artık tarihe mâl olmuş birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu merkezî ve stratejik konumu sebebiyle olsa gerek, Anadolu'ya hâkim olan kavimler daima güçlü olmak ve liderlik misyonu yüklenmek zorunda kalmışlardır. Güçlü olmayan veya olamayanlar, daima daha güçlü olanların istilasına uğramış ve yok olmuşlardır...
Bu gerçeklerin ışığında iddia edebilir ve diyebiliriz ki; Türkiye güçlü olmak mecburiyetindedir. Güçlü ve kuvvetli olmak mecburiyeti, Küçük Asya yani Anadolu'ya hükmedenlerin kaderidir. Aksi halde tarih yeniden tekerrür edecek, Anadolu'daki Türk kavmi ve bütün Müslümanlar daha güçlüler tarafından yok edilecek, böylece Barbar Batı da bin yıldır planladığı nihai hedefine ulaşmış olacaktır.
İşte Anadolu'ya hükmeden kavmin ve bugünkü Türkiye'nin yüklenmesi mukadder olan misyonu çok iyi bilen Barbar Batı, 200 yıldan beri dünyanın bu en merkezî bölgesinin sürekli problemli, güçsüz ve kendi dertleriyle baş başa kalması için özel olarak çalışmaktadır. Bu uygulama Batı'nın 1000 yıllık planlarının gereğidir. Bu planlarını uygulamaya devam etmektedir ve edecektir. Tâ ki 2000 yılında sonuçlandırmayı tasarladığı nihai hedeflerine ulaşabilsin. Türkiye kendi dertleri ile baş başa kalırsa; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu ülkelerindeki soydaşları ve dindaşlarının dertleri ile ilgilenemez...
İlgilenmemeli!..
Aksi halde bu ülke insanları uyanır, birleşir, güçlenir ve Batı emperyalizmi son bulur.
YALTA'DAN MALTA'YA
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyebiliyorsak, mevcut durumdan şikâyet etmeye hiç hakkımız yok! Hattâ çevre ve civarımızdaki ülkelerde olan katliamlara bakıp, ülkemizdeki huzur sebebiyle gece-gündüz halimize şükredebiliriz! Ama yılan boş durmuyor... Sinsice yeni planlar yapıyor ve yeni hamlelere hazırlanıyor. Bir merhaleden diğerine geçiyor. Biz uyuyoruz ama düşman uyumuyor. Atalarımız doğru söylemiş: "Su uyur, düşman uyumaz".
Daha dün Yalta'da Roosevelt ve Churchill, dünyanın diğer bölgeleri karşılığında Doğu Avrupa, Balkanlar, Kırım, Kafkaslar ve diğer İslâm ülkelerini Stalin'e peşkeş çekerken; bugün Malta'da Bush, Orta ve Doğu Avrupa karşılığında birçok İslâm ülkesini Gorbaçov'a peşkeş çekmektedir... Diğer bir deyişle, dünyayı kendi aralarında parsellemektedirler.
4 Şubat 1945 günü dünyadaki bir "sıcak savaş"ın sonuna yaklaşıldığı sırada, Batılı emperyalistler Yalta'da buluştu ve dünyayı kendi aralarında parselleyip paylaştılar. Sonra İkinci Dünya Savaşı galibi müttefiklerin kendi aralarındaki sözde "soğuk savaş" dönemi başladı. NATO ve Varşova paktları ve bütün dünyayı patlamaya hazır bir bomba haline getiren silahlanma yarışı... Nükleer silahlar... Nihayet sözde süren soğuk savaşın ardından gelen barış dönemi ve Malta'da noktalanan yeni parselasyon planları... 20. yüzyılda kara kapitalizm ve kızıl komünizm mezhep liderlerinin her zirvesi; Türkiye ve İslâm Âlemi için yeni felaketlerin başlangıcı ve habercisi olmuştur...
Türkiye, jeopolitik konumu ve stratejik önemini öne sürerek Batı, NATO ve Avrupa'nın "Doğu Kalesi" olduğunu ileri süredursun; İkinci Dünya Savaşı'ndan beri Barbar Batı, Truman Doktrini, Marshall Planı, ABD ile ikili anlaşmalar, NATO ortaklığı ve AT umudu ile Türkiye'yi oyalayıp avutmaktadır... Bu arada Malta Zirvesi öncesi Gorbaçov'un Vatikan'da Papa'yı ziyaret etmesi, yeni bir "Birleşik Hıristiyan Âlemi”nin habercisidir... Ama asıl büyük ve gizli "Hıristiyan-Siyonizm / Kapitalizm-Komünizm İttifakı", sürekli olarak "İslâm Âlemi"nden uzak veya mesafeli durmaya özen gösteren Türkiye'yi ne kadar büyük bir tehlikenin beklediğinin görünmeyen gizli göstergesidir...
SONUÇ: SON VADE 2000 Mİ?
Dünyadaki bu hızlı gelişmeler ve değişmeler, kurulmakta olan "Yeni Bir Dünya"nın habercisidir. Türkiye 2000 yılında kendisine biçilen kaderi değiştirmek, düşmanlarının planlarını bozmak ve Yeni Dünya'daki gerçek yerini almak istiyorsa; önce 200 yıldan beri başına örülen çorapları anlayıp çözmek; sonra örülmekte olan yeni ağları anlayıp atmak, ardından süratle yeni ve sağlıklı politikalar geliştirmek mecburiyetindedir... Topyekün bir milyarlık İslâm Âlemi, 50 kadar İslâm ülkesi, İslâm Konferansı Örgütü, İslâm Ortak Pazarı, Rusya'nın işgali altındaki Türk cumhuriyetleri, Balkanlar ve Kafkaslar'daki Türk-İslâm varlığı; kurulmakta olan "Yeni Bir Dünya"da Türkiye'nin varolabilmesinin yegane temel taşlarıdır. Kim bilir, belki de bütün bu ülke ve uluslararası kuruluşlar, Türkiye'nin 'liderlik' misyonunu yüklenmesini beklemektedirler...
Küçük Asya/Anadolu'ya hükmedenlerin kaderi:
Ya lider olmak; ya da yok olmak!
Dünya çok hızlı değişiyor...
Acaba son vade 2000 yılı mı?..
Geçmiş geleceğin en gerçekçi aynasıdır. Son 200 yılda Haçlıların Balkan ülkelerinde ve dünyanın diğer yerlerinde yaptıkları katliam, asimilasyon ve soykırım; önümüzdeki 2000 yılına kadar ve daha sonrasında yapacaklarının göstergesidir. Genel olarak bütün Barbar Batılılar, özel olarak da Batı haçlı zihniyetinin desteğindeki Sırplar, Doğu Avrupa'daki son İslâm kalelerini yıkmak için çalışmaktadırlar... Her gün yeni hesap ve uygulamalar içindedirler. Nihai hedefleri Balkanlar'ı ikinci bir Endülüs haline getirmektir. Yaptıkları bütün zulüm ve katliamlar, 1000 yıllık bir hesabın ve tuzak kurmanın neticesidir. Barbar Batı'nın 1000 yıldır hiç sönmeyen ve 2000 yılını aynı zihniyetle karşılamayı hesaplayan bu Haçlı kini karşısında sözü, Yüce Rabb'imizin şu âyeti ile bağlayalım:
"İnkâr edenler, seni tutup bağlamaları, öldürmeleri,
ya da yurtlarından çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı.
Onlar tuzak kuruyorken Allah da tuzak kuruyordu.
Allah tuzak kuranların en iyisidir, en hayırlısıdır."
(Enfâl Sûresi, âyet 30)
Reşat Nuri EROL
İstanbul, Nisan 1994
Üsküdar / Küçüksu
Bin yıllık medeniyet projesi
Reşat Nuri EROL
03.05.2011
Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin veya yönettiklerini zannedenlerin “gelecek” ile ilgili “proje” ve vizyonu ne kadar geniştir, ne kadar uzak görüşlüdür ve kaç yıllıktır?
10 yıl, 100 yıl, 1000 yıl…
Kaç yıllık?!.
Ya da sorumu şöyle sorayım: Siz, Türkiye’de (hattâ bütün dünyada) bu konularda Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “1000 Yıllık Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Hani bir yazar (Turgut Özakpınar) “Şu Çılgın Türkler” diye bir kitap yazmıştı ya; “çılgınlık” o kitapta olumlu anlamda ele alınıyor, “çılgınlık” Cumhuriyet’i kuran kadronun adeta imkânsızı başarması anlamında dile getiriliyordu. O kadro bu çılgın hedefi gerçekleştirdi ve o kadronun lideri Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurduktan çok değil sadece birkaç yıl sonra hangi “çılgın” hedefi gösterdi: Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Evet… Muasır medeniyetin fevkine çıkmak…
Yine mukadder ve mutlaka sorulası, üzerinde de gereğince durulası bir soru daha: Siz, seksen kusur yıldan beri, Millî Görüş Hareketi’nin kurucusu ve önderi Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Akevler dışında “Türkiye’yi muasır medeniyetin fevkine ulaştıracak Yeni Bir Medeniyet Projesi” üreten bir yeri veya birilerini biliyor musunuz?
Yani…
ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.
***
Merhum Erbakan Hocamız ile yıllarca bu “projeler” üzerinde çalıştık…
Hattâ Hocamız ömrünün son yıllarında bile telefon eder, “Reşat, çalışmamız lazım, Süleyman (Karagülle) beyle birlikte gelin de çalışalım…” der; bir araya gelir ve o hasta hâliyle bile bir celsede en az 5-6 saat çalışırdık…
“O”nun olduğu toplantılarda en çok “Mücahit Erbakan” diye haykırdık ya; gerçekten malı ve canıyla (canı ve sağlığı pahasına) son nefesine kadar çalışan bir mücahit…
Seksenli yıllardan itibaren, takriben 25 yıl öncesinde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Dünya Medeniyeti Projesi Çalışanları” olarak Erbakan Hocamızın önderliğinde Altınoluk (Balıkesir) veya Ankara’da bir araya gelir, saatlerce, günlerce, haftalarca çalışırdık… Proje oluşturulduktan sonra, bilahare konferanslarla anlatma ve dünyaya duyurma dönemi başladı… Erbakan Hoca, bütün beşeriyeti içinde bulunduğu buhran ve bunalımlardan, yani “sosyal tufanlardan” ve “zalim dünya düzeninden” kurtaracak olan çılgın projesini Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyaya anlatmaya başladı…
Yıllardan beri Türkiye’de ve dünyada bu projeyi duymayan ve bilmeyen var mı?..
YOK!
“D-8, D-20, D-60, D-160 Projesi” de bu konuda atılmış ilk reel adım değil mi?..
DEĞİL Mİ?..
***
… Ve bütün bu gelişmelerin içinde yaşayan, hattâ ilk gençlik yıllarından itibaren bu hareketin içinde büyüyen biri/leri, şimdi utanıp sıkılmadan kendisini/kendilerini “projeci” diye lanse etmeye ve yutturmaya kalkışıyor/lar…
Hem de “Millî Görüş” gömleğini çıkardıktan ve “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ceketini ise başından beri hiç giymedikten sonra… Hele bu “Adil (Ekonomik) Düzen Meselesi” daha da önemli, hattâ her şeyden de önemli... Çünkü, aradan bir yıldan biraz fazla zaman geçti; o “sözde projeci” kişi, bizzat “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN Medeniyet Projesi”nin fikir babası Süleyman Karagülle’ye, uzun telefon görüşmesinde ne dese beğenirsiniz: Ben “Adil Düzen”e başından beri karşıydım ve inanmıyordum!!!
Kendisi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanı ya; bizim yerli, millî ve İslâmî/insanî/barışçı projemizi ne yapsın?!.
Kendileri “muhafazakâr” ya; O’na ve onun peşinden gidenlere, ABD’li neo-konların yani yeni-muhafazakârların BOP ya da BİP (Büyük İsrail Projesi) projeleri yeter!!!
***
Bin Ladin ve “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”
Reşat Nuri EROL
05.05.2011
İyiler ve kötüler…
Adiller ve zalimler…
Barış taraftarları ve savaş taraftarları…
Dünyada şimdiye kadar var olan mücadele bunlar arasındaydı, sürmekte olan mücadele bunlar arasında…
Bundan sonra kıyamete kadar sürecek mücadele de bunlar arasında olacaktır…
“İyiler ve Kötüler” Mehmed Şevket Eygi’nin bugünkü (3 Mayıs) yazısının başlığı ve şu cümleyle başlıyor: “Bugünkü agresif ABD Evangelistlerinin dokuz yüz sene önceki Haçlılardan pek farkı yok.”
Bin yıl önce Haçlılar İslâm ülkelerine hangi gerekçelerle ve hangi projelerle gelmeye başladılar; bin yıl sonra bugün hangi gerekçelerle ve hangi projelerle geliyorlar; hangi gerekçelerle Pakistan, Afganistan, Irak, Filistin, Libya, Sudan’da (ve diğer İslâm ülkelerine) hangi sudan sebeplerle katliam, işgal, terör, tecavüz, sömürü, soygun yapıyorlar?!.
Kur’an’ın dediği gibi, onlar “Biz ıslah edicileriz” diyorlar; Afganistan, İran (İran-Irak savaşında), Irak’ta birer milyon insanı, Filistin ve Bosna (güya medeni Avrupa ortasında) dahil Müslümanların yaşadığı ülkelerde yüzbinleri savaş terörüyle katlediyorlar; hayatta kalan milyonlara da çok yönlü “sosyal tufanlar” içinde zulmediyorlar…
Bütün bu katliamlarının, vahşetlerinin, çok yönlü sömürü, tecavüz ve zulümlerinin günahını da 11 Eylül öncesindeki nice yıllarda ve 11 Eylül sonrasındaki on yılda da, kendi yetiştirdikleri ve Afganistan’daki Sovyet savaşlarından beri kendi işbirlikçileri olan günah keçisi Bin Ladin’e atıveriyorlar!!! Soğuk Savaş bitti, Afganistan ve Irak işgalleri bitti, diğerleri de bitmek üzere; dolayısıyla Bin Ladin’in son kullanma tarihi de bitti…
Şimdi “BOP” veya “BİP” diyerek, “demokrasi ve özgürlük” diyerek, değişik ülkelerde “renkli halk devrimleri” yaptırarak, Müslüman ülkelerde son kullanma tarihleri gelip geçmiş olan kendi ürettikleri “diktatörleri” devirmenin ve yeni “zalim sömürü düzenleri” kurmanın zamanıdır…
Bin yıllık zalim Haçlıların yani “kötülerin/ zalimlerin/ savaşçıların” plan ve projesi (BOP/BİP) bu ama elbette Allah’ın ve O’nun yeryüzündeki halifesi olan “iyilerin/ adillerin/ barışçıların” de bir plan ve projesi var ve O/onlar plan ve proje yapanların en hayırlılarıdır.
O proje “Bin Yıllık Medeniyet Projesi”, “III. Bin Yıl Medeniyet Projesi”dir.
Yani…
“ADİL DÜZEN…
ADİL EKONOMİK DÜZEN…
ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ PROJESİ.”
Bu vesileyle, -önceki yazımda da hatırlattığım üzere,- bizim “Bin Yılık Medeniyet Projemiz” olan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e başından beri karşı olup inanmayan; ama ABD’li Haçlı Evangelist neo-konların yani “yeni-muhafazakârların” projelerine (BOP/BİP) inanıp eş başkanlık yapan bizim “yerli-muhafazakâr/lar”ın başının ve bendelerinin inandığı ve “muhafazakârlık ettiği” ettiği “proje” neymiş, ona bakalım.
Proje başlangıçta dardı, zamanla daha çok sömürmek için genişletildi. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı (GOKAP) da kapsayan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), ABD’nin Fas, Moritanya, Libya, Sudan yani bütün Kuzey Afrika ile Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye ile bütün Arap dünyasını içine alan “İslâm Coğrafyası sömürü stratejisi ve projesi”dir.
Uzun vadede gerçekleştirilmeye göre planlanıp projelendirilmiştir.
ABD’nin, “yeni-muhafazakârlar” (neo-konlar) denilen ekibinin ve onların dünyadaki işbirlikçilerinin 1997’de geliştirdiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) bir alt unsurudur. Aslında BOP, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Orta Doğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” plan ve projesinin devamından ibarettir.
1997 yılına dikkat!
1997 yılında Türkiye’de (Erbakan ve 28 Şubat) ve ondan yüz yıl öncesinde 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde (I. Siyonist Yahudiler Kongresi) ne oldu?
Bin yıl öncesinde, basit bahanelerle Haçlı Seferlerini başlattılar…
Birkaç on yıl önce de “Bin Ladin”, “İslâm tehdidi”, “İslâmcı terör”, “medeniyetler krizi”, “medeniyetler çatışması”, “diktatörler ve rejim değişikliği”, “küresel güvenlik”, “enerji güvenliği”, “demokrasi ve özgürlük ihracı” ve daha nice kavramların bugün yaşadığımız savaşlar ve “yeni sömürü projeleri”nin ön hazırlıkları olduğunu artık çok iyi biliyoruz...
***
Medeniyet Projesini gerçekleştirme sırası bizde
Reşat Nuri EROL
06.05.2011
İnsanlık Avcılık ve Çobanlık Dönemi’nden Tarım Dönemi’ne ancak “NUH TUFANI”nı yaşayarak evrilip geçebildi…
Bilahare çağımızda Tarım Dönemi’nden Sanayi Dönemi’ne evrilen dünya şimdi ne yapıyor, “SOSYAL TUFAN” yaşıyor mu; yaşıyorsa bu tufandan nasıl kurtulacak?..
Tufandan kurtulmak için ne yapacak?..
Çağımızın “Nuh’un Gemisi”ni nasıl ve kim/ler yapacak?..
Nuh Tufanı’ndan sonra Mezopotamya Medeniyeti’ni Hazreti Nuh kurduğuna göre, çağımızda bu görevi kim/ler yapacak?..
Yani…
Çağımızdaki “III. Bin Yıl Medeniyeti” kim/ler tarafından kurulacak ve nasıl şekillenecek? “Yeni Dünya Düzeni” bir müddet sonra “Yeni Dünya Medeniyeti” olarak tezahür edebilecek mi; edecekse nasıl edecek, kim/ler tarafından inşa edilecek?..
Meseleye daha net bir açıklık getirelim ve sorumuzu ve açıkça soralım:
-ABD Başkanı George Bush tarafından ilk defa Ağustos 1990’da açıklanan “Yeni Dünya Düzeni” neydi; millî devletleri aşiret ve şehir devletlerine kadar parçalamak, sonra da dünyayı kanla, savaşla, zulümle, sömürüyle yönetmek miydi?!.
Yoksa ABD gibi “terörist devlet” benzeri bir şey, yani bugüne kadar bilmediğimiz daha başka bir şey miydi?!.
Aradan yirmi yıl geçti, ABD halkına ve bütün beşeriyete soruyorum:
- Beklediğiniz, özlediğiniz, hayal ettiğiniz “Yeni Dünya Düzeni” bu muydu?!.
Ve bu “faizci, emperyalist, sömürücü ve milyonlarca insanı katledici, geride kalanları çok yönlü perişan edici zalim dünya düzeni” geleceğin beklenen “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni yani “Hak ve Adalete Dayalı Dünya Medeniyeti”ni kurabilir mi?
Sorular çoğaltılabilir…
Ama akledip fikredenler için bu kadarı yeterli değil mi?
***
İlk örneğimiz veya tarihî silsilede diğer örneklerimiz neydi?
Mekke ve Mekke’de “Daru’l-Erkam”lar yani “Eğitim Evleri” ve oralarda yetişenler…
Medine ve “Medine Sözleşmesi/Anayasası” ve medeniyetin ilk çekirdeği “Medine Devleti” ki; kıyamete kadar örnek alınası bir model…
Ardından Emeviler (arada Endülüs Medeniyeti de var, İber Yarımadası’nda), Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar…
Ve bugünkü Avrupa/Batı Uygarlığı…
Selçukluların ve Osmanlıların torunlarına soruyor ve diyorum ki:
- O zaman da Roma/Bizans ve Persler vardı; şimdi Vahşi Batı var…
- O zaman Mekke, Medine ve bir avuç Müslüman vardı; şimdi BİZ varız…
- Ne dersiniz; “Mekke Dönemi” mi, yoksa “Medine Dönemi” mi yaşıyoruz?..
- Çağımızın “Mekke Dönemi” gelip geçti, artık “Medine Dönemi”ne ulaştıysak… Hani nerde çağdaş “Medine Sözleşmesi/Anayasası”, hani nerde çağdaş “Medine Devleti” model şehir ve yönetim uygulaması, hani nerde çağdaş Firavunlara, Nemrutlara, zalimlere “Adalete ve Adil Dünya Düzeni”ne davet eden “mektuplar” yazan başkanlar?..
NERDE?..
***
- “Millî Görüş Hareketi ile Lideri Necmeddin Erbakan ve O’nun ‘ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ’ daveti vardı ya”; diyenleriniz var mı?..
Varsa; bu idrak ve şuurda olanlar gerçekten varsa…
İşte özellikle onlara derim ki:
- Necmeddin Erbakan geldi, malıyla ve canıyla cihad eden bir “MÜCAHİD” olarak görevini yaptı ve gitti…
- Şimdi O’nu örnek alarak ve O’nun izinde giderek yola devam etme sırası sende/bende/BİZDE…
- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “çalışma” sırası sende/bende/BİZDE…
- “Medeniyet Projesi”ni gerçekleştirmek sırası SENDE/BENDE/BİZDE…
***
Medeniyet inşasına bir “medine”den başlanır
Reşat Nuri EROL
07.05.2011
Tam da “yeni bir medeniyet” inşasına bir “medine”den yani bir “şehir”den, ya da -bizim hep iddia edip projelendirdiğimiz üzere- bir “bucak”tan başlanır diyecekken, araya başka şeyler girdi. Oysa ne de güzel, iyi ve hayırlı şeylerden söz ediyorduk...
“İnsanlık, ilim, İstanbul ve Çılgın Proje!” diyerek başlamış, “Bizim Çılgın Proje/lerimz”i yazmış, “Çılgın Proje ‘Adil İstanbul, Adil Anayasa’dır” demiş ve “Bin yılık medeniyet projesi” diye noktayı koymuştum ki; araya “Bin Ladin” giriverdi!..
Öyle olunca, “iki mesele”yi harmanlayıp “Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” demek zorunda kaldım.
Dün de yazdım, bugün bir kere daha tekrar hatırlatıyorum; aslında bütün olanlara ve her şeye rağmen demem o ki: “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”ni gerçekleştirmek üzere “ÇALIŞMA” sırası sende/bende/BİZDE...
Bu “yeni medeniyet projesi”nin başı ve başlangıcı bir bucak, küçük bir medine, yani bizim daima örnek alınası biricik modelimiz Medine, Medine Sözleşmesi/Anayasası, Medine Devleti...
Ve çağımızda bir an önce projelendirilip kurulası, yaşanıp bütün dünyaya örnek olarak uygulanası “ADİL DÜZEN DEVLET, DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET PROJESİ”…
Günlerdir o örnek “medine/şehir ve medeniyet projesi” üzerinde duracak, onu yazacaktım. Araya başka şey/ler girdi, mecburen onlar üzerinde durdum, onları yazdım...
Neydi onlar?
***
Geçen gün “Yeni Amerikan Yalanları” ile uyandık, hem de içine “Geronimo” katarak yapılan “merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” cinsinden bir yalan.
Oysa yalanların yani hakikatin, gerçeğin eninde sonunda ortaya çıkmak gibi bir huyu var: 11 Eylül Saldırısı’nın “Derin Amerikan Yalanı, Derin Amerika Kurgusu” olduğu, ardından “Kitle İmha Silahları/Yalanları” ve “Saddam-El Kaide” bağlantısının uydurma bir bağlantı olduğu, tek tek ortaya çıktı, kanıtlandı.
Er ya da geç; eceliyle ölen “Bin Ladin Palavrası”ndan da kaçış yok!
Tekrar bizim “Çılgın Proje”mize dönelim…
Bizim bu konularda kırk yıldan beri yani bugüne kadar dediklerimiz ve bundan sonra diyeceklerimiz bitmedi, bitmez.
Ne zamana kadar bitmez?
Çağdaş “medine/medeniyet modeli” yani “ADİL DÜZEN MEDENİYETİ” bina edilip bizzat yaşanıncaya kadar bitmez.
“Çılgın Proje”nin hiçbir faydası olmadıysa; hiç olmazsa bizim kırk yıllık ve ömürlük, daha doğrusu bin yıllık “medine ve medeniyet projemizi” yazmamıza ve sizlere hatırlatmamıza vesile oldu.
Başkaları da yazdı ve önemli şeyler hatırlattılar.
Önce Ahmet Hakan, “Gazete iktidar taraflısıysa, köşe yazarları projeyi göklere çıkardılar, muhaliflerse yerin dibine batırdılar” dedi.
İkisinin ortası yok!
Hani biz vasat bir ümmet olarak vardık ve her şeyin ortasını bulurduk.
O vasat ümmete ne oldu, o ümmet nerelerde?
Murat Bardakçı dedi ki: “Ben biliyorum ki Mimarlar Odası, Mühendisler Odası dava açacaklar. Mimarlar Odası, İstanbul için neye karşı çıkarsa o proje İstanbul’un hayrınadır.”
İstanbul gibi bir şehrin, koca bir ülkenin mimar ve mühendislerinin adı böyle kötüye çıktıysa; vay o şehrin ve ülkenin haline…
Ahmet Altan bile bu konuda hiç de beklenmeyen şeyler yazdı: “Bu ihtiraslı cesaret, bize Türkiye’nin nerelere geldiğini de gösteriyor. İsmiyle “müsemma” böyle “çılgın projeyi” hayata geçirebilecek bir düzeye varmış bir ülke Türkiye. Kimse, “Biz böyle bir projeyi gerçekleştiremeyiz” demedi. Herkeste Türkiye’nin bunu yapabileceğine güven tam. Projenin yapılıp yapılamayacağı değil, yararlarıyla zararları tartışılıyor.”
***
Evet, aynen öyle…
“Çılgın Proje”nin veya benzeri daha nice projelerin yararları ve zararları nelerdir?
Önce bu projeleri ortaya koymak..
Sonra o projeleri enine boyuna tartışmak..
En sonunda ittifak edilip kamuoyunca kabul edilip benimsenmiş projeleri uygulamak…
Bu “medine ve medeniyet projeleri” üzerinde duracağımıza, nelerle uğraşıyoruz!!!
***
Yeni Dünya Düzeni Projesi
Reşat Nuri EROL
19.05.2011
Yirminci yüzyılda ne olmuştur?
Tekniğin ilerlemesi ile dünya küçülmüş ve adeta bir köye dönüşmüştür.
Yirminci yüzyılda dört büyük değişim gerçekleşmiştir. Nedir o değişimler?
1. Eskiden aylarca, hattâ yıllarca ulaşılması mümkün olmayan yerlere çağımızda bir günde ulaşılabiliyor. Türkiye’de bir köye gitmekten daha kolay bir şekilde Vaşington’a (Washington) veya Pekin’e gitmek mümkün olmuştur.
2. Haberleşme ise artık sorun olmaktan çıkmıştır. Eskiden aylarca, belki de yıllarca sonra bir yere ulaşması mümkün olan mektupların yerine cep telefonları sayesinde bir dakikadan daha kısa zamanda veya saniyesinde sesimizle varma imkânını buluyoruz.
3. Bunun gibi akşam olduğu zaman ocak başına geçip sabahlamaktan başka imkâna sahip değilken, şimdi elektrik sayesinde her yer aydınlatılabiliyor, gecemiz gündüz olmuştur.
4. Dördüncü olarak da adeta yeni insan beyni icad edilmiş, bilgisayarlar ve hesap makineleri bulunmuştur.
Bu dört büyük buluş sayesinde tüm dünya birbirinden haberdar olmuştur.
Daha önce her bölgeye ve her devlete bir peygamber gönderildiği, farklı kitaplar indirildiği halde, Kur’an son kitap ve Hazreti Muhammed aleyhisselâm da son peygamber olmuştur.
Bu teklik ancak III. bin yılda başarıya ulaşmıştır.
O halde şimdi çağımızdaki her türlü araçları kullanarak Kur’an’ı tüm dünyaya ulaştırdığımız zaman murad edilen gerçekleşecektir.
Gerçekleşecek de neler olacaktır?
a) Kur’an çağımızın sorunlarını çözecek şekilde yeniden yorumlanacaktır. Bugünkü müsbet ilimlerle yorumlanan Kur’an yeni “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i ortaya koyacaktır. Yerinden yönetim sistemi gelecek, hakemler sistemi gelecek, faizsiz para sistemi gelecektir. Bu “Yeni Dünya Düzeni Projesi” herkese aş herkese iş bulacak sistemleri ortaya koyacaktır.
b) Bir “Bin Dil Üniversite Kenti” kurulacak, her on daire bir dile ve on aileye tahsis edilecek, dünyadaki ülkelerden gelecek insanlar bu sitede hem çalışacak hem de Arapça ve diğer bütün ilimleri öğrenecek, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir.
c) Bir “internet sitemiz” oluşacak ve bu sitede bin dilde yayın yapacağız. Orada her insan kolayca kendi dilinde Kur’an’ı ve hükümlerini bulacaktır.
d) Bütün insanlığın yani insanların haberleşebilmeleri için bir cep telefonu ve dolayısıyla internet şebekesini “insanlık vakfı” olarak kuracağız. Görüşmeler ve yazışmalar ücretsiz olacak. Vakıf kuruluşlar cep telefonlarını ve bilgisayarlarını halka bedava denecek kadar ucuza satacaklardır.
Arapça öğrenip ilmi sonuçları kendi diline çevirenlerin din ve inanışlarına karışmayacağız, onları mü’min veya müslim etmeye çalışmayacağız.
Bizim onlardan istediğimiz sadece insanların Kur’an’ı internetten takip etmeleri için halka yardım etmeleridir.
Bu çağdaş imkânlardan teknik bir şekilde yararlanacağız.
İşte böylece Kur’an’ın yeryüzünde bin yerde yani dünyanın her bölgesinde bir temsilcisi bulunmuş olacaktır.
Bunun dışında İstanbul’da ve Mekke’de her devlete bir “bucak” veya “ilçe” kurma imkânını sağlayacağız, karşılığında biz de onların ülkelerinde bucak veya ilçeler kuracağız.
Karşılıklı “gerçek diyalog ve işbirliği” böyle doğacaktır.
Zorlama yoktur ama bu “yeni dünya düzeni”nde Kur’an tüm insanlığa ulaşmış olacaktır.
Teorik olarak geliştirdiğimiz “herkese aş ve herkese iş düzeni”ni tüm insanlara uygulamalı olarak göstererek anlatmış olacağız.
Şimdi düşünelim...
Bu düzende tüm insanlar bilgisayara sahip, herkes hiçbir masraf yapmadan dünya ile irtibatta...
İsterse Kur’an sitesini açıyor ve kendi diliyle takip edebiliyor...
Bankaya vardığı zaman “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e göre alışveriş yapabiliyor, selem senedini kullanıyor...
İşte Yeni Dünya Düzeni Projesi ya da Adil Dünya Düzeni Medeniyet Projesi…
***
Adil Düzen çalışmalarının gerekçe ve kitapları
Reşat Nuri EROL
03.08.2011
“Bu konu yani “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” bitmez -şimdilik- bu kadar!” diyerek, bundan önceki 17 yazımızı hitama erdirdik.
Bilahare, hayırlı bir vesileyle yeniden kaldığımız yerden devam edeceğiz, inşaallah...
Aslında meseleye “tesbit-teşhis-tedavi-çare-çözüm” penceresinden bakıldığında, her yazdığımız zaten “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” değil mi?..
Meselenin bir yönü bu sorunun cevabında saklı…
Diğer taraftan yazdığımız her yazı, meseleye bir başka açıdan bakıldığında, alternatif olarak önermekte ve sunmakta olduğumuz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in “gerekçesi” mahiyetinde olduğu görülecektir; doğrudan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” içerikli olmayan istisnasız her yazımız böyle görülmeli ve “GEREKÇE” olarak değerlendirilmelidir… Ne demek istiyor ve bunları neden anlatıyorum?
*
Bundan önceki 17 yazıyı yazmaya başladığım ilk günlerden son günlere kadar pek çok “tebrik, takdir, teşekkür ve talep” telefon ve mesajları aldım. Hepsine cevap verdim. Buradan bir kere daha ben de kendilerine “teşekkür” ediyor, “ilgilerinin devamını” kendilerine anlattığım ve bu köşede hatırlatıp yazdığım şekliyle, diliyor ve dua ediyorum…
Dört örnek vereyim:
1) Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ın tebrik ve takdir için araması, Erbakan Hocam aramış kadar etkili oldu…
2) Ankara ESDER (Esnaf ve Sanatkârlar Derneği) Genel Merkezi’nden Ömer Faruk Yılmaz, Genel Başkan Mahmut Çelikus’un selamı ile aradı... ESDER’de bir “dergi” çalışması yapmakta olduklarını ve dergide bu yazılarımdan bazılarını değerlendirme iznini istedi. İzin ne demek; heyecanla, sevgiyle, gayretle, anlayıp öğrenmeyle ve çalışıp uygulamayla inşaallah… ESDER’in ilgilenmesi, bunları değerlendirmesi, mensuplarına ulaştırması ve hele hele onların bu mütevazi köşede yazılanları uygulamasından daha güzel ne olabilir ki…
3) “Kıymetli Ağabeyciğim, ne güzel yazmışsınız. İnşallah bunları uygulamak için faiz belasından kurtulunması gerektiğine inanan müminleri de yetiştiririz de bu güzel tesbitlerinizle insanlık dünyada rahat nefes alır, darı bekada ebedi saadeti kazanır... Mümince bir hayatın nasıl sürdürülebileceğine kafa yorup yolumuzu aydınlattığınız için teşekkür ederim… Sevgi ve hürmetlerimle...” Gürel Aşık
4) “Adil Ekonomik Düzen” konulu yazı dizisi münasebetiyle tebrik ve teşekkür ediyorum. / Sizden “Adil Ekonomik Düzen” kitabı hazırlamanızı talep ediyoruz. / Selam ve dua ile... / Mustafa Tatlı / SP Ankara İl Yönetim Kurulu Üyesi
*
“KİTAP” meselesi belki de bu merhalede meselelerin en önemlisi. “KUR’AN” gibi bir kitabın müntesipleri ve muhatapları olarak biliyoruz ki, bu işler kitapsız olmaz, hiç olmaz! Kendi çalışmalarımıza veya Erbakan Hocamız ile yaptığımız çalışmalara bakıldığında; “hitamuhu misk” kabilinden sonu hep bir “risale/kitapçık” veya “kitap” ile sonlanmıştır.
Kırk yıl öncesindeki yani 1960’ların sonlarında ilk küçük kitabımız “İSLÂMİYET VE EKONOMİK DOKTRİNLER” idi...
Ardından 1970’li yıllarda “İSLÂMİYET VE GÜNÜMÜZÜN MESELELERİ”, “İSLÂM’DA DENGE-I/ PARA” gibi kitaplar geldi….
1980’li yıllarda “Adil Düzen Çalışmaları”nın başlangıç kitapları olan “SOSYAL DENGE-I ve II” kitapları yazıldı, bu çalışmalarla bugünlere kadar geldik…
1990’lar “ALTERNATİF FAİZSİZ BANKA / SELEM VE KREDİLEŞME” ile başladı, “İSLÂM -Devlet ve Dünya- DÜZENİ” (büyük boy, iki cilt, 1200 sayfa) ile devam etti… Yine bu yıllarda başlayan günlük ve haftalık “seminer çalışmalarımız” 623’üncü haftasına ulaştı…
Artık onlarca değil, yüzlerce “dosya, risale, KİTAP, nice çok yönlü projeler” ve on binlerce sayfalık notlar; ilgililerin, halkın, İslâm âleminin ve bütün beşeriyetin ilgisini bekliyor…
ERBAKAN Hocamız ile yaptığımız çalışmalar ise “TESBİT-TEŞHİS-TEDAVİ; ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” gibi kitaplarda ve konferanslarda meyvelerini verdi; son olarak ESAM bu çalışmaları “Yeni Bir Dünya ve ADİL DÜZEN” (büyük boy) kitabında topladı ve yayımladı…
İki yıl öncesinde 1000 sayfalık bir “ADİL DÜZEN” kitabını birlikte yazmayı Erbakan Hocamla konuşuyorduk ama vade buraya kadarmış…
Hocamıza Allah’tan rahmet, Ramazan ayında çalışmalarımıza bereket niyaz ediyorum; elbette hep birlikte “araştırmak, kitaplaştırmak, okumak ve uygulamak” üzere…
***
KRİZ!(1): Sadece “kriz” mi, “TUFAN” mı?
Reşat Nuri EROL
04.08.2011
Evet, “cevap” ve “çözüm” bekleyen asıl “soru” asıl büyük “sorun” budur:
Kriz sadece “kriz” midir, yoksa “TUFAN” mıdır?!.
Daha geniş ifadesiyle: “SOSYAL TUFAN” mıdır?!.
Evet…
Sorun sadece “kriz” veya “kriz(ler)in teğet geçip geçmemesi” değildir…
Sorun “TUFAN”dır, hem de “SOSYAL TUFAN”!!!
Yani… Dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî alanlarda olmak üzere hayatımızın her alanında her an var olan -en hafif tesbit ve ifadeyle herkesin hep kabul ettiği- daima içinde yaşamakta olduğumuz “çok yönlü ve çetrefilli sorunlar yumağı” sadece “KRİZ” midir, yoksa bizim bu gibi vesilelerle hep hatırlattığımız ifademizle “SOSYAL TUFAN” mıdır?!.
Baylar/bayanlar, bakanlar, bakıp da “görmeyenler”, duyup da “işitmeyenler”, görüp duyduğu halde “söylemeyenler”; her türlü başkanlar, başbakanlar, ekonomistler, yöneticiler, yazarlar ve burada saymakla bitmez daha nice “sorumlu şahsiyetler” ne yapıyor?!.
Falcılar veya kahinler gibi; “kriz var.. kriz gelecek... kriz yok.. kriz gelmeyecek... / kriz teğet geçecek.. kriz bu sefer teğet bile geçmeyecek!..” sakızını malum birileri gibi hep çiğnemeye devam ediyorlar ama asıl “soru/n” üzerinde bir türlü durmuyor, duramıyorlar…
“Kral çıplak!” diye haykıran yok...
Yani… Hayatımızın her alanında “SOSYAL TUFAN VAR” itirafını yapan yok…
Çünkü neredeyse herkes iki gruba bölünmüş, farklı şekilde “körleşmiş-sağırlaşmış-dilsizleşmiş” durumda; kimileri “fanatik taraftar” olmuş, kimileri “müzmin muhalifler” safında yerini almış… Ortada durabilen “vasat ümmet mensubu” olabilen yok!..
Hani biz “ve cealnaküm ümmeten vasata” mensubuyduk?..
Ne oldu bize?!.
“KRİZ/ler” bir yana, krizler hep var, hep olacak…
“SOSYAL TUFAN/ları” görmez, duymaz olduk?!.
Bu körlük, bu sağırlık, bu dilsizlik acep nedendir?!.
Ülkemizdeki sosyal tufanlardan sadece birini hatırlatsak yeterli olur mu? Geçen günkü yazımızda (30.7.2011) neyi yazdık:
“Ülkemizde ilk defa 2010 yılında boşanma oranları evlenme oranlarını geçmiştir...”
Evlilikler bitiyor ve aileler dağılıyorsa, aile yoksa, çocuk yoksa, gençler evlenemiyorsa, ahlâk yoksa; “toplum, ülke, devlet ve gelecek” olabilir mi?!.
Bugünden itibaren Ramazan ayına girdik ya; yukarıda anlattıklarımdan veya anlatmaya çalıştıklarımdan “anlaması gerekenler” ne demek istediğimi “yol yakınken” veya “yürünmekte olan yollar tamamen tükenmeden” (fani dünya hayatı sona ermeden) anlamıştır, umarım... Anlamıyor, anlayamıyor veya ısrar ve inatla anlamak istemiyorlarsa; doğrusu bundan sonrasında iki cihanda da olacakları düşünmek ve yazmaktan ürküyorum…
Allah, hiç olmazsa mübarek Ramazan ayında farklı hidayetler lütfetsin, inşaallah…
Bundan sonrasında şiire kulak verelim…
“Kork Allah’tan, hem de kullardan utan
Farkında mısın Recep, Şaban, derken Ramazan!
Mezara, hesaba, Allah’a akıyor zaman
Uyan, uyan! Derin uykudan uyan!
Uyan, uyan, Allah aşkına uyan!!!”
İstiklâl şairimiz Mehmet Akif ERSOY “UYAN” şiirinde diyor ki:
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Dehşetli maziyi getir yâdına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?..”
***
KRİZ!(2): Kör, sağır ve dilsizler daima krizde…
Reşat Nuri EROL
05.08.2011
Yaklaşık olarak bir aydan beri biz, “ADİL EKONOMİK DÜZEN” yazı dizimizde önce “AKP ‘fecr-i kazib’ mi?” dedikten sonra, “Erbakan ve fecr-i sadık; Adil Ekonomik Düzen…” diyorken; başta “kriz meselesi” olmak üzere yazılası nice önemli “sosyo-ekonomik konular” gelip geçti…
Bunların başta geleni ve hâlen de gündemde olmaya devam edeni “KRİZ” meselesi oldu…
Yine “kriz var mı yok mu, kriz olacak mı olmayacak mı, olacaksa ‘teğet geçecek mi’ yoksa bu sefer teğet bile geçmeyecek mi?” teraneleri var…
Dün bu konuya girizgâh yaptık, ülkemizde ve bütün dünyada sadece “kriz/ler” olmadığını, aynı zamanda hayatımızın her alanında “SOSYAL TUFAN”a duçar olduğumuzu hatırlattık... Bu vesileyle, yaptığımız uyarılara karşı ilgililere ve yetkililere karşı, ‘bu körlük, bu sağırlık, bu dilsizlik acep nedendir?!.’ mukadder sorumuzu bir kere daha yineledik…
Bugün, onların “kriz/ler” dediği, bizim ise maddî-manevî her şeyi kapsayacak şekilde “SOSYAL TUFAN” dediğimiz konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…
***
Bu “yeni kriz meselesi” nerden çıkmış, ne zaman başlamıştı?
Geçtiğimiz günlerde önce Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “Yaklaşan kriz Türkiye’yi de etkileyebilir, hazırlıklı olmalıyız…” uyarısını yapmıştı…
Onun ardından AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli de vatandaşlara “fazla harcama yapmama” çağrısında bulunmuştu...
Başbakan R. Tayyip Erdoğan mecburen devreye girdi, “kriz tedirginliği” yaşayan piyasaları rahatlatmak için Türkiye’nin yere sağlam bastığını ifade etti ve dedi ki: “Eğer israf ekonomisiyle hareket etmezsek, verim ekonomisinin safında yer alırsak, kimse endişe etmesin. Harcamasını da ona göre yapsın. Kriz bu defa teğet geçeceğe de benzemiyor.”
Başbakan Erdoğan’ın bu açıklamasında iki şey özellikle dikkatimi çekti; birincisi “israf ekonomisi”, ikincisi “verim ekonomisi” ifadeleri. Demek halkımızın ve hükümetimizin bu yönde bir eksikliği var ki, bizzat başbakan da bunu itiraf edip uyarı yapma gereği duydu. Önemli olan işte budur. İsraf içinde yaşıyoruz, “israf ekonomisi” içinde kriz/ler ve sosyal tufan içinde debelenip duruyoruz; üstüne üstlük bunu da “verim ekonomisi” yani “üretim ekonomisi” uygulamadan, üretmeden tüketerek, ihracattan çok ithalat patlaması yaparak, her gün biraz daha borç batağına batarak yapıyoruz!!!
***
Bizzat Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın kısmen de olsa bizim her zaman ve her vesileyle hatırlattığımız gerçekleri görüp itiraf etmesini hayırlı bir başlangıç sayalım...
Ülkemizde ve dünyada uygulanmakta olan sosyo-ekonomik politikaların, siyasal sistemlerin ve devlet düzenlerinin sadece “kriz/ler” değil “sosyal tufan” üretmekte olduğunu görelim…
Bizzat Başbakan başlangıç olarak bugün için bu “tesbit ve teşhisleri” yapıyorsa, yapabiliyorsa; yarınlarda “tedavi, çare ve çözümler” açısından yapılması gerekenler konusunda da halk olarak, bugün iktidarda olanların veya yarın iktidara geleceklerin yapılması gerekenleri yapacağı konusunda ümitlenebilir, hayaller kurabiliriz…
Hani bizzat onlar diyorlar ki; hayaldi, gerçek oldu!
Biz bu hayalin bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanıyor ve bunun için var gücümüzle yaklaşık elli yıldır çalışıyoruz…
Hayalden öteye önemli olan bu hayalin “nasıl ve kimler tarafından” gerçekleştirilebileceğidir…
Nitekim bundan önceki onlarca yazımızda bazı hakikatleri haykırırcasına yazdık…
Kısmen de olsa söylenip de yapılan ve yapılmayanların halkımıza ancak “fecr-i kazib” yaşatmakta olduğunu; “fecr-sadık” dönemini yaşayabilmemiz için biricik ve tek çare ve çözümün “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” olduğunu günlerce yazdık…
Bundan sonra da yazmaya devam edeceğiz…
Sonuç: Kör, sağır ve dilsizler sadece kriz/ler/de değil, sosyal tufanlarda…
Kör, sağır ve dilsizler gafletten uyanıncaya kadar sabır ve sebatla uyarmaya devam edeceğiz…
***
KRİZ!(3): Faizli düzende kriz hep vardır
Reşat Nuri EROL
06.08.2011
Bugün kriz meselesinin başka bir yönü üzerinde duracakken, Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun olağanüstü toplantı sürprizi ve radikal kararları ile karşılaştık.
Kurul, politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını yüzde 6,25’ten yüzde 5,75’e düşürürken, gecelik borçlanma faiz oranı da yüzde 1,50’den yüzde 5’e yükseltti!
AB’deki endişeler, Avrupa’da iflas eden ülkeler ve ülkemizde özellikle son zamanlarda aşırı oynak hâle gelen döviz veya ekonomide bozulan dengeleri düzeltme gereği Merkez Bankası’nın bu radikal kararları almasına sebebiyet vermiş/miş!
Ne zaman vermiyor ki?!.
Sanki ülkemizde “dengeler” varmış da, o “dengeler” bozulmuş da; işte o “dengeleri” yeniden düzeltmek içinmiş bu sürpriz ve radikal kararlar alınmış!!!
Bir ülkede “faizsiz reel üretim ekonomi” değil de “faizli finans ve üretmeden tüketme ekonomisi” varsa, o ülkede “olağanüstü ekonomik hal ve krizler” sürekli olarak vardır ve daima olacaktır.
Para, karşılıksız para, faizli para ve faizli banka/lar olur da orada istikrar, denge, adalet olur mu?
Elbette olmaz!
Olsa olsa sürpriz, sömürü, enflasyon, zulüm, kriz/ler vs olur ve bütün bunların sebebiyet verdiği -dünkü gibi- sürpriz ve radikal gelişmeler gerçekleşir.
*
Türkiye Ekonomi Kurumu Başkanı Prof. Dr. Ercan Uygur’a göre; Merkez Bankası gecelik borçlanma faiz oranını yüzde 5’e çıkarmakla, daha önce faizden yararlanmak isteyen sermaye girişini caydırmak istiyorken, şimdi aldığı bu kararla yurt dışından “FAİZ” için gelen kısa vadeli fonlara ‘buyurun gelin’ demiş oluyor…
Dr. Osman Altuğ ise bu kararların, faizci bankaları fonlama, onlara kıyak geçme yani onları destekleme anlamına geldiğini, MB’nin bankalara ucuz faizle borç verirken, faiz oranlarını düşürdüğünü söyledi. Böylece bankaların Merkez Bankası kaynaklarını daha ucuza kullanmış olacağını kaydeden Altuğ;
“Dolayısıyla bir şekilde bankalara destek verilmiş oluyor. Bankalar, Merkez Bankası’ndan UCUZ FAİZLE aldıkları parayı, DAHA YÜKSEK FAİZ oranlarıyla tüketiciye, sanayiciye yönlendirmiş oluyor. Merkez Bankası’nın özel bankalara destek vermesi anlamındadır; politika faizleri ve repo oranlarıyla ilgili durum bu!”
“Cevap bekleyen çok soru var” deyip “Merkez Bankası ne demek istiyor?” ile devam eden ve aşağıdaki soruları soran bir ekonomistin (Güngör Uras) soruları ile bitirelim:
-Üç gün önce ekonomi çok hızlı büyüyor, iç talep çok canlı deniliyordu. Üç günde ne değişti de ekonomide durgunluk tehlikesi başladı, iç talep daraldı?
-Ekonomiyi fazla ısıttığı için banka kredilerindeki artış yüzde 25 ile sınırlandırılacak idi? Şimdi bu sınırlama kaldırılıyor mu?
-Cari açık sorunu önemli idi. Artık önemli değil mi? Büyüdüğü kadar büyüyebilir mi? -Sıcak parayı istemiyorduk. Bundan sonra gelsin mi, gelmesin mi?
-Döviz fiyatı nereye kadar yükselecek? Yükseldiği yere kadar yükselecek mi?
*
Bu soruların cevabı belli, bunları neredeyse her gün bu köşemde okuyorsunuz...
Yani; “sıkı para politikası”ndan “gevşek para politikası”na geçiş, dışarıdan gelen “faizci ve sömürücü sıcak parayı” ülkede tutma çabası, daha doğrusu yıllardan beri olduğu gibi “FAİZLİ ZALİM DÜZENİ” uygulamak üzere aynen yola devam…
Durum ortada; bütçe denkliği yok, bütçe sürekli açık veriyor, cari açık sürekli artıyor, ithalat-ihracat arasındaki uçurum giderek büyüyor, faizci sıcak sömürü parası her an her şeye gebe, döviz kurlarının özellikle önümüzdeki günlerde ne olacağı belli değilken; Merkez Bankası böylesi daha nice sürpriz kararlar almak zorunda kalacaktır…
Bu genel durumu ister istikrarsızlık, ister kaos, ister sürekli kriz/ler veya isterseniz -bizim dediğimiz gibi- “ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelinceye kadar hep var olmaya devam edecek olan “EKONOMİK, SİYASİ VE SOSYAL TUFAN” olarak değerlendirirsiniz…
*
Bu yazıyı sahurda yazdım…
Sabah olunca önce Millî Gazete’nin birinci sayfasına baktım:
Merkez (MB) büyük kriz bekliyor…
Haber sitelerinin başlıkları:
Panik var, piyasalar tepetaklak!..
ABD Borsası çöktü, dünyayı vurdu...
ABD’den sonra Asya borsaları da çöktü...
DowJones’un (ABD) çöküşü İMKB’yi (İstanbul) vurdu…
Bugünün hülasası:
“FAİZLİ ZALİM DÜZEN”de sürekli KRİZ/ler ve ÇÖKÜŞLER vardır…
***
KRİZ!(4): Batı düzeni çöküyor, insanlık krizde
Reşat Nuri EROL
08.08.2011
Bugünkü ekonomi okumalarımın ilk özeti şöyle:
Avrupa çöküyor, dünya panikte…
Çökmekte olan yaşlı Avrupa neresi?
Kapitalizmin doğup büyüdüğü ve dünyaya yayıldığı yer...
Komünizmin/sosyalizmin doğup yetmiş yılda battığı yer...
Kapitalizm şimdilerde ABD (vahşi, vampir, katil ve haçlı zihniyetli Batı’nın temsilcisi) ve “dolar”ın (hiçbir karşılığı olmayan paranın) himayesine dayanarak ayakta kalabilme mücadelesi veriyor ama “bu ABD” ve “bu dolar” ile nereye kadar?!.
Bir hatırlatma: Bir zamanlar biz “hasta adam” idik ve bir müddet sonra -bu köşede defalarca yazdığım sebeplerden dolayı- altı asırlık koca imparatorluğumuzla çöktük…
Şimdi yaşlı Avrupa’ya “hasta adam” diyorlar ama çöken aile müessesesi ve giderek yaşlanan nüfusu ile bir müddet sonra bu kıtadaki ülkelerde “hasta adam” da kalmayacak!..
İşte, “elli yıldan beri” peşinde koştuğumuz...
On yıldır “zinası” dâhil her şeyimizi benzetmeye ve kanunlaştırmaya çabaladığımız...
Son olarak kara sevdamızın nişanesi olarak uğruna “özel bakanlık” bile kurup bakan atadığımız (61. TC Hükümeti AB Bakanı Egemen Bağış) ama bir türlü içine dâhil olamadığımız işte bu yaşlı Avrupa (AB) çöküyor…
*
Yukarıda “dolar” demişken, burada “avro”ya bir bakalım: Halk koca Avrupa Birliği’nin “avro”yu bırakıp minik İsviçre’nin “frank”ına doğru kaçmaya başlamış!..
Meselenin vahametini anlamak için çok uzaklara bakmaya gerek yok; iflas eden ve batan kapı komşumuz Yunanistan’ın (ve Kıbrıs’taki Rumların) durumu ortada…
Bitmedi, sırada İtalya, İspanya ve diğer AB ülkeleri var…
Dünkü sözünü ettiğim haber başlıkları neydi, hatırlayalım:
Panik var, piyasalar tepetaklak!..
ABD Borsası çöktü, dünyayı vurdu...
ABD’den sonra Asya borsaları da çöktü...
DowJones’un (ABD) çöküşü İMKB’yi (İstanbul) vurdu…
Bugünün (dünün) hülasası:
“FAİZLİ ZALİM DÜZEN”de sürekli KRİZ/ler ve ÇÖKÜŞLER vardır…
Bugünün hülasası:
Avrupa çöküyor, dünya panikte; Batı’nın düzeni çöküyor, insanlık krizde…
*
Dünkü yazımızın başlığı neydi: Faizli düzendi kriz/ler hep vardır…
Devamında, TCMB Para Politikası Kurulu’nun A planı uygulaması olarak aldığı kararlardan ve yaptığı uygulamalardan söz ettik.
TC Merkez Bankası’nın bir de beş maddelik B planı da varmış:
-İthalattaki artıştan kaynaklanan açık hızla iyileştirilecek...
-Enflasyon yüzde 5,5’lik hedefe yakın. Faizler artırılmayacak...
-Küresel risklerin Türk ekonomisine etkileri en aza indirilecek...
-Repoyla ilgili düzenleme, TL’deki dalgalanmayı önleyecek...
-Döviz satışı artırılacak, zorunlu karşılık oranları düşürülecek...
Dikkat ederseniz, bu gibi durumlarda hep “-cek, -cak” ile biten cümleler, bir türlü üretilemeyen “kesin ve köklü çözüm”ler; tam tersine çökmekte olan Avrupa (AB ile müktesebatı!) ve batmakta olan Batı (özellikle ABD ve IMF, Dünya Bankası ile işbirliği) peşinde dolanmalar, elli yıl kapılarında beklemeler ve daha neler de neler!!!
TCMB’nın B planındaki beş maddede geçen kelime ve kavramlara bakar mısınız?
“İthalattaki artış... Her türlü açık/lar... Enflasyon... Faizler... Küresel riskler... Türk ekonomisine etkileri... Repo... TL’deki dalgalanmalar... Döviz... Zorunlu karşılıklar…” Bunların arasında olumlu, iç açıcı ve umut vaat edici tek bir kelime/kavram var mı? Ömrümüz leyleklerin “laklakları” gibi “cek-cak/larla” geçip gidiyor...
*
İbrahim Kahveci Yeni Şafak’ta bence önemli ekonomi yazıları yazıyordu…
Birden ayrılıverdi! Dört aydır haftada bir gün Rotahaber’de yazmaya başladı. Bu haftaki yazısının başlığı şöyle: Bakan uyansın kriz başladı…
Yazı şöyle başlıyor: “Bu kriz bir istatistik krizi olmayacak, bu kriz bir insani kriz olacak diyorum…”
Ve şöyle bitiyor: “Avrupa Yunanistan kurtarama paketi ile krizin üstünü örtmüştü. Amerika ise borç tavanı ile krizin üstünü örtmüştü… / Ne Yunanistan ve AB sorunu ne de ABD tarafında temel problemlere çözüm getirilmemişti. Sadece yangının üstüne battaniye atılmış ve üstü örtülmüştü... / Örtmeye çalışan, olayları erteleyen, görmezden gelen zihniyet sadece AB ve ABD’de yok. Bizim ekonomi kabinesinde de aynı zihniyet var... Küresel sistem çöküyor, halk olayları artarak yayılabilir ve bu kriz bir ekonomi krizi değil bir insani kriz olarak artık kapımızdadır.”
İbrahim K. “insani kriz” diyor, biz “SOSYAL TUFAN” diyoruz...
***
KRİZ!(5): Batı’da kriz, Afrika’da TUFAN!
Reşat Nuri EROL
09.08.2011
Sıkıldım, hem de çok sıkıldım…
Üzüldüm, hem de çok derinden üzüldüm…
Utandım, hem de çok utandım; insanlığımdan utandım…
AB, ABD, Batı, banka, bütçe, para, faiz, kriz, komünizm, kapitalizm vs demekten; ya da en yakınımızda olması/anlaması gerekenlere “fecr-i kazib” ile “fecr-i sadık” arasındaki farkı veya “ak” ile “kara”, “doğru” ile “yanlış”, “hak” ile “bâtıl”, “adalet” ile “zulüm” arasındaki uçurumları izah ederken onların “kör-sağır-dilsiz” davranışlarından sıkıldım…
Kırk yıldan beri “zalim dünya düzeni” dedikten sonra, -özellikle Millî Görüş Lideri Necmeddin Erbakan’ın önderliğinde ve rehberliğinde- bütün beşeriyete, ‘üzülmeyin bir de “ADİL DÜNYA DÜZENİ” vardır’ dedikten sonra; bütün çalışmalarımıza ve çabalarımıza rağmen, işte tam da bu konuda “bir şeyler” veya “çok şeyler” anlatmaya ve yazmaya çalışıp da, bir türlü anlaşıl/a/mamaktan ve bu halleri sürekli yaşamaktan hep üzüldüm…
Bir Bosnalı, bir Kosovalı olmama ve Avrupa/Batı’nın ortasında veya hemen yanıbaşındaki memleketlerimde o vahşetleri yaşıyorken, “tek dişi kalmış ‘medeniyet’ denen canavar” o vahşetleri yapıyorken; o zaman yapamadıklarımın acısıyla ve çaresizliğiyle insanlığımdan utanırken; şimdi de SOMALİ ve SUDAN başta olmak üzere AFRİKA’da yaşanan zulümler ve yüzbinlerce çocuk ölümleri sebebiyle insanlığımdan utanıyorum…
*
“SOSYAL TUFAN” diyordum ya; SOMALİ’de, SUDAN’da yüzbinlerce insan öldü, AFRİKA’da milyonlarca insan öldü, hâlen de ölmeye devam ediyor; işte orada onlar için tam bir “SOSYAL TUFAN” yok mu?!.
Sadece bir ülkeden değil, koca bir kıtadan söz ediyorum; ilk insan Hazreti Âdem ile Havva’nın dünyaya geldiği ve insanların oradan dünyaya yayıldığı yerden söz ediyorum; sözde “medeni” Batı dünyası ve İslâm âlemi/ülkeleri başta olmak üzere bizim kalmayan insanlığımızdan söz ediyorum…
Bütün bu yaşananlara rağmen bu feryadı duyan yok mu?!.
Biz böyle değildik; neden “kör-sağır-dilsiz” olduk?!.
Biz her şeyden önce insandık; şimdi ne olduk?!.
*
Bosna Savaşı yıllarında, Başkanımız Aliya İzzetbegoviç’in en yakın cihad arkadaşlarından ve başyardımcılarından biri Sudanlı Fatih Hasaneyn idi ve o yıllarda ben en çok onunla çalışmıştım…
Savaş sonrasında Sudan’ı ve Afrika’yı görmemi çok istedi…
Sudan’a gittim, oradaki yerüstü ve yer altı zenginlikleri gördüm, halktan başlamak üzere en üst seviyedeki yöneticilerle görüştüm; izlenimlerimin en sonunda o yöneticilere sordum:
-Sadece Sudan’a (ve elbette Somali’ye de) değil, bütün Afrika’ya yetecek bu zenginlikleri neden değerlendirmiyorsunuz, neden işletmiyorsunuz?!.
-Değerlendirmek istiyoruz ama Batı ülkeleri ve özellikle ABD müsaade etmiyor!!!
*
ABD veya dünya sömürü sermayesi; Arap ülkeleri başta olmak üzere dünyanın diğer yerlerindeki petrol rezervleri bittiğinde değerlendirmek üzere, Sudan’daki petrol rezervlerini ihtiyat olarak bekletiyor, Sudanlılara işlettirmiyormuş!..
Çağdaş sömürgeciler, sonunda bir milyondan fazla Sudanlının hayatına mâl olan savaşların ardından, Sudan’ı ikiye böldüler, zengin petrol bölgesini ayırdılar, şimdi de sömürmeye hazırlanıyorlar…
SOMALİ sorunu ve milyonlarca insanın ölümü bu sömürü operasyonunun uzantısından başka bir şey değildir…
*
Tekrar Hatırlatıyorum:
Bizzat araştırıp yerinde gördüm, sadece Sudan’ın tarım arazileri, Nil nehri ve her türlü yeraltı-yerüstü zenginlikleri bütün Afrika’yı doyurmaya yeterlidir ama Somali’de ve Afrika’da insanlar, özellikle de çocuklar açlıktan ölüyor!!!
Evet… Çok sıkılıyorum, derinden üzülüyorum, insanlığımdan utanıyorum…
Çünkü ABD ve Batılılar oburluktan ölüyor…
Somalili çocuklar ve Afrikalılar açlıktan ölüyorken…
Batasıca Batı sömürgecileri ve “zalim dünya düzeni” dünyayı sömürmek bir yana, Somali ve Sudan gibi ülkelere tam bir “SOSYAL TUFAN” yaşatıyorken…
Uyanıp “ADİL DÜNYA DÜZENİ” üzere çok şeyler yapması gerekenler, “kör-sağır-dilsiz” imişler gibi kendi “SOSYAL TUFAN” sıralarını bekliyorlar!!!
***
KRİZ!(6): Balık ver ama balık tutmasını da öğret
Reşat Nuri EROL
11.08.2011
Dünkü yazımda “SOMALİ” derken aynı zamanda “SUDAN” deme ihtiyacı duymuştum ya; bunun pek çok sebebi var:
Birincisi, bu ülkedeki dostlarım, bu ülkede bizzat görerek bildiklerim, yetkililerden duyduklarım ve genel olarak Afrika’daki durumu yansıtan büyük bir Afrika ülkesi olmasıdır...
İkinci sebebi anlamanız için aşağıdaki habere bakalım:
Kimse Yok mu Derneği’yle birlikte Sudan’a giden sanatçı Reyhan Karaca, çocukları açlıktan ölen bir annenin feryadını unutamıyor:
“Bebeğini, ‘al kurtar’ diyerek bana uzattı!”
Reyhan Karaca iç savaş, yoksulluk, açlık ve ölümün kol gezdiği Sudan’ı gördükten sonra “Bir kırk yıl daha yaşamış gibiyim.” demiş.
(Sudan’ı ilk gördüğümde ben de öyle olmuştum. RNE)
Çocukları açlıktan ölen bir anne kucağındaki bebeği sanatçıya uzatarak, “Al, kurtar çocuğumu!” diye feryat etmiş.
“Bir anne evladını verecek kadar kötü bir durumda ise bunun üzerine söyleyecek hiçbir şey yok…/ Çocuk bu lafı duyduktan sonra inanılmaz şekilde ağladı, onun psikolojisi beni çok etkiledi…/ Sudan’da iç savaş nedeniyle çok fazla yetim çocuk var. Manzara gerçekten çok kötü. Çocukların birçoğu aç. Adını bile bilmediğimiz yemeklerle karınlarını doyuruyorlar. Anne karnında kötü beslendiği için hasta olan çocuklar var. Hava şartları da kötü. Çocuklar çamurun içinde yalınayak yürüyor, yatıyor.../ Yardımları alan çocuklarda bir utangaçlık, bir mutluluk vardı...”
*
Yeterince yazdım, bu habere “yorum” yazmayacağım, “Afrika’daki kardeşlerimize yardım gönderin” de demeyeceğim; sadece Türkiye’ye, Türk milletine, İslâm âlemine ve dünyada kaç “insan” kaldıysa onların şahsında bütün insanlığa bir Çin şiiri ile sesleniyorum:
Bir yıl sonrayı düşünüyorsan : Tohum ek,
Ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın...
Ama düşünüyorsan yüz yıl ötesini,
Halkı eğit o zaman!
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın,
Bir kez ağaç ekersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti!
Birisine bir balık verirsen, doyar 'bir defalık',
Balık tutmasını öğret, doysun 'ömür boyunca'!
*
Başbakan, bakanlar ve diğerleri “kör-sağır-dilsiz” olmuşçasına, “BİZİM ‘teşhis’ ve ‘tedavi’ reçetemizi” duymuyor, görmüyor, konuşmuyor!
Ya ne yapıyor/lar?
Batılı dostlarına kulak veriyor, onları dinliyor, onların peşinden gidiyor/lar!.. O halde onlara BATI kaynaklı minik bir haberi hatırlatalım:
“Erdoğan’ı tehdit eden tek şey ekonomi…
“Türkiye’deki en güçlü adam” başlıklı Reuters değerlendirmesinde, olası bir KRİZ sonucu ekonomide bozulmanın seçmenin Erdoğan’ı terk etmesine yol açabileceği belirtildi.
Başbakan Erdoğan’a en büyük tehdidin ekonomik kriz olduğu belirtilen yazıda, olası bir kriz sonucu ekonomide bozulmanın seçmenin Erdoğan’ı terk etmesine yol açabileceği, ancak böyle bir krize kadar kimin patron olduğuna dair hiçbir şüphe bulunmadığı belirtildi...”
*
Türkiye ve dünyada gündemin başında olan, en çok konuşulan konu EKONOMİ…
Türkiye ve KRİZ…
Ekonomi ve KRİZLER…
Artık kanıksanmış KRİZLER…
1929 Ekonomi Krizi ile mukayese edildiğinde, ondan daha büyük bir KRİZ…
O halde her biri ayrı bir yazı konusu olabilecek minik bir “TESBİT-TEŞHİS-TEDAVİ/ÇÖZÜM kronoloji ve reçetesi” sunalım:
Tarım Dönemi... Sanayi Dönemi... Sanayi Sonrası Dönem...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” Dönemi…
*
Sosyalizm... Komünizm... Kapitalizm...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”…
*
Yeni Anayasa... Yeni Hukuk... Yeni Dünya Düzeni... Yeni Medeniyet...
ve
“ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”…
*
Krizler... Çöküşler... Tufanlar...
ve
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”…
*
Karl Marx(1818-1883)... John Maynard Keynes(1883-1946)... Milton Friedman(1912-2006)...
ve
Necmettin Erbakan (1926-2011);
“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN, ADİL DÜZEN MEDENİYETİ”…
***
KRİZ!(7): İnsanlığın bittiği yerler, insanlık krizi
Reşat Nuri EROL
13.08.2011
Dünya ne kadar da çabuk dönüyor, olaylar ne kadar da hızlı gelişiyor…
“KRİZ” diye başlayıp kısa zamanda “çare ve çözümleri” yazacaktım ama; ülkemizde ve dünyada her gün “kriz” ana kavramı içinde ele alınması gereken öylesine gelişmeler oluyor ki, insanı ürkütüyor.
Yedinci yazıya geldik, çözümlere gelemedik.
Hani Türkçemizde ‘insanlığın bittiği yer’ deyimi var ya, durum aynen öyle!
Beşinci yazımda ‘insanlığımdan utanıyorum’ diyordum, çok değil, iki gün sonra ‘insanlığın bittiği yer’ deme ihtiyacı duyuyorum...
‘İnsanlığın bittiği yer neresidir, nerelerdir, nedendir?’ diye sorabilirsiniz…
*
İnsanlığın bittiği yerler, geçen yüzyılda I. ve II. Dünya Savaşlarının olduğu yerlerdi. Sonrasında oluşan ve adına ‘komünizm’ veya ‘kapitalizm’ denen çağdaş zalim düzenlerle, sosyo-ekonomik sömürü sistemleriyle, dünyanın en ücra köşeleri bile ‘insanlığın bittiği yerlere’ dönüştü. Çok değil, geçen yüzyılın tam ortasında ‘komünizm’ ile yönetilen bir ülkede (Yugoslavya) doğdum. Ailecek o zalim yönetimi iliklerimize kadar yaşarken, baba ve annem memleketlerini (Kosova ve Bosna) bırakıp sığınacak bir liman aradılar. Sığınılacak liman Türkiye’ydi ama Türkiye de dünyanın pek çok yeri gibi ‘kapitalizm’ (veya ‘Kemalizm’ ile) yönetiliyordu; hâlen de faizci zalim kapitalizm düzeni ile yönetiliyor!!!
Çok değil, 20 yıl önce ya da doğuşundan 70 yıl sonra, zulümler bir yana milyonlarca insanın ölümüne sebep olan ‘komünizm’ yıkılıp gitti…
Şimdi de dünyayı ‘insan bittiği yerler’ hâline getiren ‘kapitalizm’ can çekişiyor, yıkılıp gideceği güne doğru hızla koşuyor…
Bunu görmek için;
Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki gelişmelere; bu kıtalardaki bazı ülkelerde gerçekleşen son zamanlardaki isyanlara…
Kapı komşumuz Yunanistan’dan başlayıp İtalya ve İspanya’nın ardından İngiltere ve Fransa’ya (bu arada Norveç’e de) yayılan çok yönlü çöküşlere…
Tunus ve Mısır’dan başlayıp, Yemen ve Körfez ülkelerine kadar uzanan, son olarak Libya ve Suriye’de farklı bir şekle bürünen isyanlara…
Somali ve Sudan’dan başlayıp diğer Afrika ülkelerine de yayılan açlıktan ölmelere…
Ve bunlara benzer daha nice örneklere bakmak yeterli olacaktır.
Son olarak Somali’de on binlerce çocuk öldü, hâlen de ölmeye devam ediyor!!!
***
İnsanlığın en büyük kuruluşu Birleşmiş Milletler’in tesbitlerine göre;
-“Dünyada her gün 24 bin kişi açlıktan ölüyormuş…”
-“Dünyada açlık sorunu yaşayan 800 milyon kişiden 300 milyonu çocukmuş…”
İnsanlığın bittiği yere dönüşen yeryüzünde, insanlığın en büyük kuruluşu Birleşmiş Milletler (BM) sadece “tesbit” yapabiliyor, “tedavi, çare, çözüm” yok, yok, yok!!!
Peki…
-Çare ve çözüm nerede ve kimde, dünyayı ve insanlığı kim nasıl kurtaracak?!.
-Komünizm yıkılıp gitti, kapitalizm can çekişiyor; bunların yerini ne alacak?!.
-Siz kendinizi kurtarmak için çalışmıyorsunuz; sizi kim gelip de kurtaracak?!.
***
İnsanlar!
Yukarıda açıkladığım ölümlerin en çok olduğu ülkelerde yaşayan ve “İslâm” gibi hayatı, hürriyeti, yaşamayı, yaşatmayı, güvenliği, adaleti, -adı üstünde- “savaşı” değil “barışı” esas alan dinin mensubu Müslümanlar!
“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı yaşatan bütün insanlığı yaşatmış olur” diyen Kur’an’a inananlar!
-İnsanlık için tek, biricik, alternatifsiz, yegane çare ve çözümün Müslümanların yani İslâm’ın ve Kur’an’ın olduğunu duymuyor, görmüyor, anlamıyor musunuz???
Yani İslâm/barış düzeni ve Kur’an nizamı; bu nizamın çağımızdaki medeniyeti…
Batı uygarlığı “komünizm” ve “kapitalizmi” ile birlikte battı, batıyor…
İnsanlık yeni bir “kurucu ve kurtarıcı medeniyet” bekliyor…
Bu köşenin dikkatli ve aklıselim sahibi müdavimlerine soruyorum:
‘ADİL (EKONOMİK) DÜZEN’ ve
‘Adil Düzen Medeniyeti’ tek çare ve çözüm değil mi?
‘Evet!’ diyorsanız;
‘Bismillah’ deyip haydi kendinizi ve insanlığı kurtarmaya…
***
KRİZ!(8): Şimdiki kriz küçük bir fiskedir!
Reşat Nuri EROL
14.08.2011
Durum tesbiti yapan bir yazar (Leyla İpekçi), yazısının sonunda iki soru soruyor:
“Tottenham’da (yani Batı dünyasının merkez ülkesi Büyük[!] Britanya’da RNE) oturan göçmen çocukların neredeyse yarısının açlık sınırında yaşadığını biliyor muyduk, tıpkı göz ardı ettiğimiz Afrika’daki gibi?”
“Zulüm dijitalize oldukça, vicdanlar sanallaşıyor” dedikten sonra ikinci ve son sorusunu soruyor: “Hama ile Tottenham arası kaç saniye?”
Zulum, açlık, vahşet ve çok yönlü katliamlar dünyanın dört bir tarafında kol geziyor ve biz de televizyonlarımızın başında onları sadece izlemekle yetiniyoruz!
Tottenham, İngiltere, Afrika ülkeleri ve en uzun sınırı paylaştığımız kapı komşumuz Suriye ve Hama kenti…
*
Şu dikkate alınası tesbiti de Ali Bulaç yapıyor:
“Irak’ın işgalinde kullanılan silahların parası işgalden bu yana Irak petrollerinden tahsil ediliyor zaten. Amerikan halkından toplanan vergilerle silah şirketlerinden silah alınıyor, sonra Irak petrollerinden tahsil ediliyor. Olan Irak halkına ve Amerikan vergi mükellefine oluyor. Kimsenin kuşkusu olmasın, süren büyük ekonomik krizin gerisinde yatan sebeplerden biri Irak işgali dolayısıyla trilyonlarca doların belli silah, petrol şirketleri ve lobilerin kasasına akmasıdır. Adl-i ilâhi henüz sillesini vurmadı, şimdiki kriz “küçük bir fiske”dir.”
Aynen öyledir Ali kardeş, aynen öyledir;
Gelmekte olan veya var olan “sosyal tufan”dır, “SOSYAL TUFAN”!!!
*
Asıl müthiş tesbiti sona sakladım:
“Bu asrın yorumcusu Bediüzzaman toplumsal hayattaki değişimi anlatırken insanlığın gelişimini 5 evreye ayırıyor: Vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, ecir, malikiyet ve serbestiyet. Ecir dediği kapitalist dönemin sonunun geldiğini ve onun da öncekiler gibi yırtılarak, mülk ve serbestliğin (yani “Adil Ekonomik Düzen”in RNE) daha çok öne çıkacağı dönemin geleceğini söylüyor. Bir başka eserinde de “insanoğlu esir (komünizm) olmak istemediği gibi ecir (ücretli, işçi yani kapitalizmin kölesi RNE) olmak da istemez” diyerek yeni dönemin özelliğini vurguluyor. Şu anda kapitalizmin yırtılışına tanık oluyoruz. Görünen bu...” Yaşar Süngü’ye, bu tesbiti tekrar hatırlattığı için teşekkürler...
*
Minik bir tesbit özeti yaptıktan sonra, son bir-iki yazıyla, “kriz ile ilgili çözüm önerilerimizle” bu bahsi şimdilik sonlandırmayı düşünüyorum.
“Şimdilik” diyorum çünkü iyi biliniz ki “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelinceye kadar “kriz/ler” hiç bitmez, bitmeyecektir.
Krizlerin bitmesi için de hep birlikte çok çalışmamız gerekiyor, çoook...
*
Yedi günden yani yedi yazıdan beri “KRİZ” ile ilgili tesbitlerimizi yaptık ve sırasıyla dedik ki:
1- Sadece “kriz” mi “TUFAN” mı?,
2- Kör, sağır ve dilsizler daima krizde,
3- Faizli düzende krizler hep vardır,
4- Batı düzeni çöküyor, insanlık krizde,
5- Batı’da kriz, Afrika’da TUFAN!,
6- Balık ver ama balık tutmasını da öğret,
7- İnsanlığın bittiği yerler, insanlık krizi.
Bunlar yazılarımın başlıkları ve sadece başlıklar bile “kör-sağır-dilsiz” olmayanlar için çok şeyler anlatıyor…
*
Tavsiyem: Bundan sonra yazacağım “kriz çare ve çözümleri” yazılarımla birlikte bu yazılarımın bir dosyada toplanıp daha dikkatli okunmasıdır; elbette bu konudaki diğer yazılarımla birlikte.
Bunlara, “AKP ‘fecr-i kazib’ mi?” dedikten sonra;
“Erbakan ve fecr-i sadık; Adil Ekonomik Düzen” diyerek devam ettiğimiz toplam 17 yazıyı da eklerseniz, nurun alâ nur olur, “kriz meselesi çözümleriyle birlikte” daha iyi anlaşılmış olur.
Derin gaflet uykusundan uyanmamamıza vesile olması dilek ve dualarımla, hemşerim M. Akif Ersoy’un “UYAN!” haykırışını bir kere daha hatırlayalım:
“Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Dehşetli maziyi getir yadına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?..”
***
***
KRİZ!(9): Krizin kaynağı faizli sömürü sistemi
Reşat Nuri EROL
16.08.2011
Günlerdir “kriz” ile yatıp kalkıyoruz, günlerdir “kriz” konuşup yazıyoruz, günlerdir “krizin” nasıl gelip geçeceğini veya gelip gelmeyeceğini, gelirse “teğet mi geçeceğini” yoksa “bu sefer teğet bile geçmeyeceğini” konuşuyoruz…
Oysa geçen ayın ortalarında “krizin sadece beklentisi” vardı; şimdi görünenlere bakıldığında dünyada ABD’ye dadandığı, Yunanistan gibi kapı komşularımıza geldiği ve kimilerini cin çarpmışa çevirdiği ortada…
Mahir Kaynak, geçtiğimiz ay kaleme aldığı “Ekonomik kriz beklentisi” başlıklı yazısında (23 Temmuz), “Son günlerde dünyada yeni bir ekonomik kriz olup olmayacağı ve bunun ülkemize etkileri tartışılıyor. Yetkililerden bazıları harcamaların kısılmasını önerirken diğerleri bunun talebi kısacağını ve ekonomide daralmaya sebep olacağını söylüyor.” demişti.
Özetle; ekonomik kriz var veya ekonomik kriz geliyor, tasarruf edin diyorlar...
Bize göre kriz; üretilen malların satılamaması, dolayısıyla yeni malların üretilememesi ve böylece satamayan insanlar/üreticiler ve aç kalan halktır. Kriz budur. Kaynağı faizli sömürü sistemi yani küresel vahşi kapitalizmdir.
*
“Önce tasarrufun halkın eğiliminin bir sonucu olduğu iddiasının doğru olmadığını ve izlenen ekonomik politikanın tasarruf oranını belirlediğini söyleyerek” devam ediyor ve “Geçenlerde bir yazımda sıcak paranın tüketim yerine yatırımlara yönlendirilmesinin mümkün olduğunu ve bu yapılmadığı için tasarrufların azaldığı yazmıştım.” diyor. Sonra bir örnek veriyor: Bin lira dış borç ‘tüketime’ verilirse tasarruf meyli azalır, ‘yatırıma’ verilirse tasarruf meyli artmış olur. Mahir Kaynak burada hata yapıyor. Dış borç, işsize iş buluyorsa zararsızdır; işsize iş bulmuyor da emeği yatırıma kaydırıyorsa, iç üretimin yerini ithalat alır ve zararlıdır. Devam ediyor ve öneride bulunuyor: “Banka aldığı borcu yatırım kredilerinde kullansın ve bunun faizinin bir bölümünü devlet karşılasın.” Yani borç yatırıma kaydırılmalı...
Bize göre; dış borç işçilerin verimini artırmak, işsizlere iş bulmak amacıyla harcanırsa yararlı olur. 1950’lerde durum böyledir. Bugün ise dış borç sadece zarardır.
*
“Bunun en önemli sonucu yatırımın miktarı kadar tasarrufun gerçekleşmesidir. Yatırım için kredi alan müteşebbis borçlarını ödemek için tasarruf yapar.” Yani, yatırım miktarı kadar tasarruf gerçekleşmelidir...
Bize göre; tasarruf yatırım eşitliği tarih olmuştur. Keynes’in dediği gibi halkın tasarruf meyli tüketimi oluşturur. Tüketim kadar emek tüketime harcanır. Artık emek ise yatırıma yani yatırım olan sektörlere harcanmalıdır. Artık emekten fazlasını yatırıma harcarsanız ülkeyi borçlandırırsınız. Ülkeniz makineleşmemişse yani sanayileşmemişse bunun yararı vardır, makineleşmişse bunun hiçbir yararı yoktur. Sadece gereksiz yapılar yapar ve halkı faizli dış borç batağında ezersiniz.
*
“Bugün krediyle araba ya da ev alan bir kimse artık tasarruf yapamaz ve gelirinin bir bölümünü borçların ödenmesine ayırır... Eğer bu arada talepte bir daralma gözlenirse, devlet Merkez Bankası’ndan borç alarak piyasaya para sürebilirdi.” Yani, ev veya araba alan tasarruf yapamaz, bankada mevduat düşer, ekonomide daralma olur...
Bize göre; bugün emekçinin bankada parası yoktur. Zenginlerin mevduatı olsa da ticari hesapları vardır. Bugünkü bu durum başka bir şekilde dengelenebilir.
*
Mahir Kaynak, “Merkez Bankası’nın özerk olması yanlıştır. Devletin ekonomi politikasının en önemli ayağı olan para politikası başka bir gücün kontrolüne bırakılmaktadır.” diyor ve çok doğru söylüyor. Yani, Merkez Bankası bağımsız olmamalı...
Biz bu durumu şöyle yorumluyoruz:
Merkez Bankası bağımsız olmalıdır ki tekel sömürü sermayesi onu kullanabilsin ve istediği zaman Türkiye’yi yıkabilsin.
Devlet ve hükümet bizi dinlemiyor, yazdıklarımızı görmüyor ama Mahir Kaynak’tan devlet ve hükümet ne diye yararlanmıyor diye düşünüyorduk.
Kendisinde bu bilgiler varken ve bunları açıkça yazarken, devlet/hükümet ondan nasıl yararlansın?!
54. Erbakan Hükümeti, bu gibi çözümleri uygulayarak, bizden ve Prof. Mahir Kaynak benzeri Prof. Osman Altuğ gibi değerlerden yararlanıp uygulamalar yaptı ama 11 ayda gitti!!!
***
KRİZ!(10): Artık krizleri çözelim ama nasıl?
Reşat Nuri EROL
18.08.2011
Dün, geçtiğimiz günlerde yazılan “Ekonomik kriz beklentisi” başlıklı bir yazıdan (Mahir Kaynak, 23 Temmuz) yola çıkmıştık, kaldığımız yerden devam ediyoruz…
Yazar, “Dünyada bir kriz olursa ihracatımızın yarısını yaptığımız AB ülkelerine ihracatımızın azalması kaçınılmazdır. Bu üretimi etkiler ve halkın gelirleri azalır. Büyük ölçüde borçlu olan halkın ödemeleri azalır ve bankalar sıkıntıya girer.”
Yani, bu krizlere bankalar dayanamaz diyor...
Bize göre; Türkiye krizlere kayıt dışı ekonomi sayesinde dayanıyor...
*
“Bu gibi durumlarda elimizde iki araç vardır. Birincisi uygulanacak para politikaları, diğeri dış politikadır.” Yani, para politikası ve dış politika ile krizlere karşı dayanılabilir...
Bize göre; krizlere yalnız para politikası ile dayanılabilir: İçeride “emeğe faizsiz kredi ilkesi” ve dışarıya da “faizsiz kredileşme sistemi” yani her ülke ile “kendi parası” ile alışveriş yapma, kesinlikle üçüncü bir devleti (doları ve diğerlerini) araya sokmama.
*
“Sonuç olarak hiçbir şey tek başına ele alınamaz. Özellikle dış politika ile ekonomi, eğer dışa açık bir ekonominiz varsa, iç içedir.” Yani, tek başına para politikası krizi çözmez...
Geçen gün (13 Ağustos) Uğur Civelek de Millî Gazete’deki “Demir tavında dövülür” başlıklı yazısında bu konuyu yazdı: “Küresel koşullar dünya ekonomisinin daha fazla büyüme konusunda çok sıkıntılı olduğuna, nisbi fiyatlarla birlikte her şeyin değişmeye başlayacağına işaret ediyor. Merkez Bankası’nı parasal genişlemeye zorlayarak bir süre gün kurtarılsa bile orta vadede sorunların ağırlaşacağını ve istikrarsızlığın kontrol edilemez bir şekilde yaygınlaşacağını unutmamak gerekiyor. Merkez Bankası sorunları çözemez ve ağırlaşmasını engelleyemez; durumun hissedilmesini önleyen ağrı kesici vermek dışında bir şey yapamaz…” Bu vesileyle kendisine “Uğur Bey, Aramıza Hoş Geldiniz” diyorum…
***
İnsanın kanı paradır, kalbi de bankalardır.
20’nci yüzyıla gelinceye kadar devletin bağımsızlığını simgeleyen şey “altın” veya “gümüş” paranın olması idi. Eğer bir devlet para üretip halkına kabul ettirebiliyorsa, kendi ülkesinde kendi parası geçerliyse, o devlet bağımsızdır.
Geçmişte bu iş çok zordu ama parası olan için kolaydı. Hazineye altını koyar, ondan sonra gümüşü koyar, gümüş parayı keser, altınla dengede tutardı.
20’nci yüzyılda insanlığın en büyük keşfi yapıldı: Karşılıksız kağıt para. Herhangi bir güç karşılıksız bastığı kağıt parayı piyasada kabul ettiriyorsa o “devlet”tir.
Sovyetler dağılmıştı. Biz Kırgızistan’a gittik. Kırgızistan Cumhurbaşkanı Asker Akayev’e para çıkarmaları gerektiğini önerdik. Sovyet dönemi sonrasında ilk defa Kırgızistan para çıkardı. Bir günde Kırgız Som’u Kırgız halkı tarafından benimsendi. Demek Kırgızistan bir devletti. İşte bu parayı çıkaran “Merkez Bankası”dır, bunu yapan devlet “gerçek devlet”tir.
Merkez Bankası için para denizdeki sudur. Kabı daldırdığın zaman dolar ve elde edersin. Ne var ki onu kaplara doldurup evlere dağıtmak kolay bir iş değildir.
Merkez Bankası işte bu zor işi yapar. Nasıl bir arabayı sürerken gaza basarsınız, hızlanır; gazdan ayağınızı çekersiniz, yavaşlar; bazen de fren yapmanız gerekirse... Hükümet de devleti yönetirken Merkez Bankası’na ayağını gaza basar, işsizlere iş verir; bazen para fazla gelir, enflasyon olur, o zaman da frene basar, parayı çeker, dengeyi kurar.
Bugünkü Merkez Bankaları paraları basıp zenginlere vermekte, onlardan “FAİZ” almakta…
Zenginlerin bu faizi ödeyebilmesi için Merkez Bankası daha fazla para çıkarmakta/basmakta ve bunu bankalar aracılığı ile yapmakta…
Bugünkü Merkez Bankalarının gayesi zenginleri daha çok zengin etmek ve sermaye hâkimiyetini sürdürmektir...
Bugünkü sömürü sermayesine hizmet eden Merkez Bankaları, faizci küresel tekel sermayenin sömürü araçlarından başka bir şey değildirler...
***
Gelecek Yazı: Merkez Bankası krizleri (yani sorunları) nasıl çözer?
***
KRİZ!(11): Merkez Bankası krizleri nasıl çözer?
Reşat Nuri EROL
19.08.2011
Merkez Bankası (elbette, küresel faizci sömürü sermayesine değil de, halka hizmet eden ve “faizsiz sistemi” esas alan Merkez Bankası) neler yapmalıdır?
Birinci olarak
Merkez Bankası çalışana yani emek sahibine diyecek ki; git istediğin işyerinde çalış, ondan belge al, sonra bana gel, akşamüstü paranı ben ödeyeyim...
İşveren borçlanacak vatandaş çalışacak.
Para ne karşılığı çıktı?
Emek karşılığı şıktı
Merkez Bankası işverene de diyecek ki; hammaddeyi satın al, parasını ben ödeyeyim, sen üretimini yap... Hammadde karşılığı para çıkmamıştır. Çünkü aldığı yere daha önce kredi olarak verilmişti. Borç işverenden işverene geçmiştir.
Merkez Bankası işverene diyor ki; sen üretmeye devam et, ürettiğin malı satıncaya kadar ben senden kredini kapatmayı istemeyeceğim...
Bu uygulama “enflasyon” yapmaz, çünkü alınan “kredi” karşılığında ülkede üretilen yani artan “mal” vardır. Piyasada para da artar. Fiyatlar hep sabit kalır.
Taşınmazların hisse senetleri çıkarılır ve satılmaya başlanır. Böylece o da “enflasyon” yapmaz. Piyasada “mal” yerine “hisse senetleri” dolaşmaya başlar. Hisse senetleri ucuzlarsa halk onları alır, pahalanır; inşaat yapılır. Hisse senetleri pahalanırsa halk üretim yapar, senetlerin fiyatları düşer. Böylece ‘yatırım dengesi’ de kurulmuş olur. Bu dengeyi halk kurar.
Demek ki Merkez Bankası “FAİZSİZ KREDİ POLİTİKASI” ile hem “İŞSİZLİK SORUNUNU” hem de “YATIRIM DENGESİNİ” çözmüş bulunmaktadır.
*
İki
Yeryüzü tek pazar hâline gelmiştir. İhracat ve ithalat olmadan artık yaşanmaz. İhracat ile ithalat dengede olmalıdır. Bunun için Merkez Bankaları arasında anlaşma yapılır.
Mesela, biz İranlılara TL’yi borç veririz, onlar da bize Riyalı borç verir. Türkiye’nin bütün bankalarında İran Riyali bulunur, İran’ın bütün bankalarında TL bulunur. Bankalar kurları stoklara göre hesaplarlar. Halkın rağbetine göre İran’da TL’nin Türkiye’de Riyalin kurları hesaplanır. Bunun anlamı İran’a ne kadar ihracat yaparsak onlardan da o kadar ithalat yaparız. Böylece dış ticaret açığı da kapanmış olur.
Merkez Bankası’nın döviz politikası ile açık kapanmış olur, denge sağlanır.
*
Üç
Türkiye’nin bir sorunu da “köylerin boşalması”dır.
Köylerin, köylülerin, tarım ve hayvancılığın, büyük şehirler dışındaki yerlerin desteklenmesi için “Ön Ödemeli Sipariş Sistemi” getirilmelidir.
(Bu konu bu köşede defalarca yazılmış ve açıklanmıştır; ilgilenenler o yazılarımıza bakabilirler. Bu vesileyle önemli bir tavsiye daha: Bu yazıların kitap hâline getirilip getirilmediği çok soruluyor. Bugüne kadar getirilmedi ama bundan sonra getirilebilir; isteyen getirebilir! Biz onlarca yıl kitapçılık yani yayıncılık yaptık, artık bu işleri gençlere bıraktık; çok isteyenlere ve ilgilenenlere bilgisayar ortamında veriyor veya internetle gönderiyoruz…)
*
Dört
Türkiye’deki bir diğer çok önemli sorun da “bütçe açığı”dır.
Bu sorunun çözümü için devlet kârdan değil üretimden vergi alacaktır.
Tam istihdamı sağlayınca hâsıla da tam olacağından hazine açık vermeyecektir.
Devlet, “gelir-gider dengesini” bu şekilde sağlamış olur.
Yani harcamalar dengelenir, gelire göre harcama gerçekleşir.
Devlet ayağını yorganına göre uzatmış olur.
“KRİZ” konusunu şimdilik kapatıyor, nice krizsiz günler ve yıllar diliyoruz…
*
Önemli Bir Hatırlatmayla Bitirelim:
Komün-izm yıkılıp gitti…
Kapital-izm çatırdıyor, çöküyor; o da yıkılıp gidecek…
Ama biz bu arada “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i getirmezsek, “zalim düzen” başka bir “-izm” olur ve yine devam eder…
Aman dikkat!!!
***