Milli Gazete 2003-2004 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2004 1.Baskı
1690 Okunma
4. Dosya

 

 

İSLÂM ÜLKELERİ

EY İNSANLAR! BİZ SİZİ BİR ERKEKLE BİR DİŞİDEN YARATTIK VE

TANIŞASINIZ DİYE KABİLELERE

VE MİLLETLERE AYIRDIK.

Kur’an/Hucurât(49);13

ARNAVUTLUK

 

REŞAT NURİ EROL

 

TAKDİM

 

“BALKANLAR”IN İSVİÇRESİ OLABİLECEK

AVRUPA’DAKİ “İSLÂM ÜLKESİ” “ARNAVUTLUK”

 

Komünizm döneminde kendi kendine en fazla zulmeden, bizleri hasretlere koyan ülke “Arnavutluk”…

Demir perde kalkar kalkmaz “Arnavutluk”a ilk defa karayolundan gittim:

“İstanbul-Edirne-Sofya-Üsküp-Ohri-Elbasan-Tiran…”

Sonra, havayolundan aktarmalı olarak: “İstanbul-Atina-Roma-Tiran…”

Sonunda direk “İstanbul-Tiran” seferleri başladı da çilemiz bitti ve rahat yolculuklar yapabildik.

“Arnavutluk”a ilk ziyaretimi Doç. Dr. Raşit Küçük ve Doç. Dr. Davut Dursun ile yaptım. İstanbul’dan Üsküp’e otobüs ile gittik. Üsküp’te arkadaşlarımın hazırladığı minibüsle Arnavutluk sınırına vardık. Ancak bütün gün uğraşmamıza rağmen sınır kapısını geçemedik! Kosova doğumlu olarak ben ve Üsküplü arkadaşlarım için sorun yoktu, ama misafirlerimiz sınırı geçemiyordu! “Yasak, hemşerim!”cilerle, daha doğrusu “Arnavut inadı” ile burada da karşılaştık… Karşılaştık, ve o gün sınırı aşamadık!..

Mecburen Makedonya’nın “Ohri Gölü” kıyısındaki şirin “Ohri” şehrine geri döndük ve orada geceledik. Ertesi sabah yeniden sınır kapısına dayandık. Arnavut inadım tutmuş, sınırı misafirlerimle geçmeye karar vermiştim, ama nafile! Çünkü, sadece ben değil, karşımdakiler de Arnavut idi!.. Bütün ısrarlarıma rağmen sınırdaki ırkdaşlarımı aşmak ne mümkün!.. Nihayet bölgenin emniyet müdürü sınıra kadar geldi de –Kosova’dan sonraki asıl memleketim- Arnavutluk’a girebildik…

Hiç unutamıyorum...Unutmam mümkün değil... Mevsim kış, Arnavutluk dağları karlı... Dağlardan geçen yollar kimi yerde daracık... Elbasan’dan sonra karlı dağ yollarını tırmanmaya başladık… Raşit Küçük bir ara dayanamadı ve dedi ki: “Arkadaşlar! Ecdadımız gerçekten deliymiş! Biz bugünkü teknoloji ile buraları aşmakta zorlanıyoruz. Onlar asırlarca nasıl gelip kalmışlar?!.” “İman ve hizmet deliliği ile…” diyecektim, ama “Hizmet aşkı ile…” deyiverdim…

Bu ilk ziyaretimizde Tiran’daki günlerimizden birinde, mihmandar arkadaşımız bize, Arnavutluğun gelecekteki liderini ziyaret etmemizi önerdi. Sonraki yıllarda özel dostluk kurduğum ve ilk seçimde Arnavutluk Cumhurbaşkanı olan Sali Berişa’yı son derece mütevazi parti merkezinde ziyaret ettik. Ziyaretimizin sonunda dedi ki: “Türkiye bizim ağabeyimizdir. Biz gelecekte Arnavutluğu yeniden yapılandırırken Türkiye örneğini uygulayacağız... Arnavutluk Balkanlar’ın İsviçresi olacak…”

Son bir hatıra daha. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal ölmeden, son seyahatini önce bu ülkeye, sonra Orta Asya’ya yapmıştı. Şimdi Bosna-Hersek Diyanet İşleri Başkanı olan Prof. Dr. Mustafa Ceriç ile Sayın Özal’ı bu son Balkan seyahati öncesinde İstanbul’da ziyaret etmiş ve Türkiye’nin Balkanlar’da Arnavut ve Boşnak kardeşleri ile nasıl bir politika yürütmesi gerektiğini çok samimi bir ortamda görüşmüştük…

Bu hatıraları kısaca neden andım ve anlattım?

Tekrar başa dönersek; Arnavutluk’a gitmenin zorluklarından söz etmiştim. 70 yıl hiç gidemedik, bu ülkedeki hemşerilerimizle hiç görüşemedik... Şimdi de aramızda Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya; pasaport, vize, gümrük gibi daha nice engeller var... Halbuki İstanbul’dan yola çıktığınızda; “Sofya” “Sivas”tan, “Üsküp” “Ürgüp”ten, “Ohri” “Ordu”dan, “Elbasan” “Elazığ”dan, “İşkodra” “İskenderun”dan, “Tiran” “Trabzon”dan daha yakındır... Yakındır, ama gitmek zordur!..

Oysa, daha 90 yıl önce tek devlettik; dile kolay, hem de tam 465 (Dörtyüzalmışbeş) yıl…

İsviçre, Avrupa’nın ortasında, dağlık ve ormanlık bir coğrafyada, “kanton sistemi” ile yönetilen tam bağımsız bir ülke. İsviçrelileri tanımam, ama Arnavutları iyi tanıdığımı zannediyorum. Genel olarak “Balkanlar”daki, özel olarak da bu ülkedeki coğrafyası sebebiyle “Kartallar Ülkesi” de denen “Arnavutluk”, insan unsuru ve konumu itibariyle her yönden “ikinci bir İsviçre” olabilecek ülkedir.

Bu kısa takdimden sonra, şimdi hep beraber genel olarak yaklaşık 500 yıl birlikte olduğumuz bu bölgeyi yani “BALKANLAR”ı ve özel olarak da tam 465 yıl tek devlet olduğumuz bu ülkeyi yani “ARNAVUTLUK”u biraz daha hatırlayıp tanıyalım.

 

 

ARNAVUTLUK

I. ARNAVUTLUK ÜLKE PROFİLİ

Genel Bilgiler

Resmi Adı

: Arnavutluk Cumhuriyeti

Yönetim Biçimi

: Cumhuriyet

Resmi Dili

: Arnavutça

Başkenti

: Tiran

Yüzölçümü

: 28.748 km2

Nüfusu (1999)

: 3,4 Milyon

Para Birimi

: Lek

II.

 

 

 

ARNAVUTLUK’UN

TÜRKİYE, İSLÂM ÂLEMİ VE İNSANLIK İÇİN

Ö N E M İ

 

“BALKANLAR” “ARNAVUTLUK” OLMADAN,

“ARNAVUTLUK” “BALKANLAR” OLMADAN OLAMAZ.

 

A) ARNAVUTLUK”UN “ARNAVUTLAR” İÇİN ÖNEMİ:

Günümüz dünyasında hiçbir ırka veya dine mensup halk bir ülkede toplanmış değildir. Her ırk ve dinden olan topluluklar dünyanın her tarafına dağılmış durumdadırlar. Artık herkes, her ülke insanı başka halklarla evlenmektedir. Bu evlenmeler ileride daha ileri seviyelere gidecek ve daha da gelişecektir. Dolayısıyla “ırka dayalı topluluklar” artık tarih olmak üzeredirler. Globalleşen, küreselleşen, adeta bir köy hâline gelen dünyamızda ırklar çok farklı bir yapıya kavuşacaktır. Nasıl hanedanlar ortadan kalkmakta ise, ırka dayalı topluluklar da ortadan kalkmaktadır.

Yaklaşık olarak 1000 yıldır Anadolu’da yaşayan Türkler yani Müslümanlar, ancak 900 yıl sonra “Türkiye Cumhuriyeti” döneminde saflaştı. Artık din olarak Türkiye’nin % 99’dan fazlası Müslüman durumdadır. Ama bu arada halk Müslüman olmayanlarla evlenmelerini de çoğalttı. Gün geçtikçe bu evlenmeler çoğalmaktadır. Gelecekte insanlar coğrafyaya bağlı olarak gruplanacaklardır. Ataları hangi toprakta doğup büyümüşse o insan oralı kabul edilecektir.  

Bu yeni durum ve anlayış bakımından insanlar kıtalara, bölgelere, ilçelere, semtlere göre gruplanacaklardır. İnsanlar “Ben şu yöredenim” diyeceklerdir. Bunu doğduğu yerle belirtmek doğru değildir. Kişi bir yeri, daha doğrusu babasının memleketini “baba yurdu” kabul ediyor ve oraya gidip geliyorsa, o oralıdır demektir. Türkler hâlâ kendilerini “Orta Asyalı” saymakta ve oralara sempati beslemektedirler.

Bu gruplanmaların insanlık açısından önemi vardır. Yeryüzü çok zengin ve çok değerli tarihî kalıntılarla doludur. İnsanlar gruplaşarak oralara sahip çıkralarsa o değerleri korurlar. Bu sayede ve bu vesileyle gelecek nesillere tarih şuurunu aşılarlar. Bu gruplanma, birinci gruplanma şekli olacaktır.

İkinci gruplanma ise dilde olacaktır. Bir kişi eğer “ana dili” olarak bir dili biliyorsa, o kişi o topluluğa bağlıdır. Bunlar da ülkeler, iller, bucaklar ve ocaklar olarak ayrılır. Bilimsel araştırmalar göstermiştir ki, on hanelik bir ocak özel dilini koruyabilmektedir. Özellikle “Balkanlar” ve “Kafkaslar” gibi dağlık ve ormanlık bölgelerde bu küçük dil grupları görülür ve yaşadıkları coğrafya şartlarından yararlanarak daha rahat bir şekilde buralarda barınırlar.

Bu durumda geleceğin dünyasında insanlaryerinden yönetim sistemi” ile dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar “kendi ocaklarını” kurabilmelidir; “kendi bucaklarını” kurabilmelidir; “kendi illerini” kurabilmelidir; elbette özellikle “kendi devletlerini” de kurabilmelidirler. Nüfusları yeter derecede olmayanlar da kendi aralarında birleşerek devletlerini kurabilmelidirler.

Bugün “Balkan ülkeleri” olarak Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Makedonya, Romanya, Yunanistan ve Yeni Yugoslavya (Sırbistan ve Karadağ) devletleri vardır. Bunların hiçbirisinin nüfusu 15 milyonu geçmiyor, ayrıca hiçbirisinin halkı homojen değildir.

Azerbaycan” ülkesini incelerken “Kafkasya” bölgesi için önerdiğimiz “Kafkasya Birliği” aynı şekilde “Balkanlar” için de geçerlidir. Dünyanın bu en kritik bölgesi için de çözüm olarak bir “Balkan Birliği”ni öneririz.

Bu birliğin içinde birkaç “Arnavut ili” bulunacaktır. Bu illerden biri “Arnavutların kültür merkezi” olacaktır. Dünyanın diğer yerlerindeki, mesela “Türkiye’deki Arnavutlar” da kendi ocaklarını ve bucaklarını kuracaklar, böylelikle kendi ana dillerini koruyacaklardır. Dil bir ulusun tüm tarihini, mantığını ve yapısını içerir. Dolayısıyla o dilin unutulup gitmesi, meseleye insanlık açısından bakıldığında, bir bitki türünün inkırazı yani yok olması biçiminde değerlendirilmelidir.

Demek ki, “Arnavutluk ülkesi”nin “Arnavutlar” için önemi, oranın Arnavutluk kültür merkezi hâlinde olmasıdır. Nitekim günümüzde de “Arnavutluk” böyle bit ülkedir. Başta Kosova ve Makedonya olmak üzere, “Balkanlar”da ve dünyanın her tarafındaki Arnavutlar dillerini ve kültürlerini muhafaza ve idame ettirme konusunda çok çeşitli sorunlar yaşarken, sadece Arnavutluk’taki Arnavutlar bu konuda rahattırlar.

Arnavutluk” işte bu özellikleri ve bu konumundan dolayı “Arnavutlar” için çok önemli bir ülkedir.

 

B) “ARNAVUTLUK”UN “BALKANLAR” İÇİN ÖNEMİ:

Balkanlar”da da “Kafkaslar”da olduğu gibi çok dağınık ve değişik halklar vardır. Toprakları dağlık ve ormanlıktır. Böyle coğrafi özelliklere sahip olan yerlerin insanlık için çok önemli değerleri vardır. Bunlardan biri, buralardaki ormanlar her yıl ayıklandığı ve çeşitli tip bitki ve odunlarından yararlanıldığı halde, ormanlık vasfını hiçbir zaman kaybetmez. Dolayısıyla insanlık için gerekli birçok kimyevi ve doğal maddenin tükenmez kaynağıdırlar.

Balkanlar” ve “Kafkaslar” ayrıca kendi bölgelerinin olduğu kadar civardaki ülkelerin de oksijen kaynağıdırlar. Bundan dolayı buralarda kurulacak güçlü Balkan ve Kafkas devletleri, geleceğin dünyasında insanlığa petrol ülkelerinden daha fazla hizmet vereceklerdir. Petrol ülkelerindeki petrol kaynakları bir gün biteceğinden bu hizmetleri de bitecektir. Halbuki “Balkanlar” ve “Kafkaslar”daki ormanlar hiç bitmeyeceği için bu bölgelerin insanlığa verdikleri hizmetleri de hiç bitmeyecektir.

Balkanlar”, ayrıca bu topraklara salınan yani buralarda otlatılan hayvanlar doğal bitkilerden besleneceğinden ve yapılan doğal ziraat ile ürünler üretileceğinden, bu besinler insanlık için şifa kaynağı olacaktır. Nitekim, bu durum bugün de böyledir. Yeryüzünde çevre kirliliği ve doğal gıdaların giderek azalmakta olması, şimdilik insanlık için en büyük felâket gibi görülmektedir. Çocuklarımız yani gelecek nesillerimiz bu gibi bölgelerde yetiştirilen bu doğal besinlerle takviye edildiğinde, dünyadaki dejenerasyon ortadan kalkar.

Balkanlar”daki halk genellikle Ortodoks ve Müslüman’dırlar. “Balkan Birliği”nin sağlanabilmesi için Hıristiyan iller yanında Müslüman illerin de olması gerekir. “Ortodoks Kilisesi”nin yanında “Sünni Medrese” olmalıdır. Bu dengenin sağlanabilmesi ancak “güçlü bir Arnavutluk”un varolması ile mümkündür. Dolayısıyla “Balkan Birliği” ancak “Arnavutluk ve Arnavutlar”ın bu birliğin içinde yer almasıyla sağlanabilir ve etkin olabilir.

Balkan Birliği”nin başka bir yararı, “Avrupa Birliği” içinde yer alacak olmasıdır. Bu sayede “Türkiye” ve dolayısıyla “İslâm âlemi” ile “Avrupa Birliği” daha kolay dostluk ilişkilerini kurabilecek ve kendisini güvene alacaktır. Böylelikle Türkiye Avrupa Birliği’ne girmemiş olsa bile, Balkanlar’daki Müslüman halklar Avrupa içinde rahatlıkla yaşamakta oldukları için Avrupa’nın lâik hüviyeti korunacaktır.

Balkan Birliği” Avrupa içinde de denge unsur olacaktır. Bu da ancak “Adil Düzen” içinde gerçekleşebilir. İnsanlık içinde sadece “yerinden yönetime saygılı, demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzeni” böyle bir birliği sağlayabilir. “Kafkas Birliği” önerimizde olduğu gibi; bu bölgedeki yani “Balkanlar”daki ülkeler de tedrici bir şekilde “Balkan Birliği”ne doğru gitmelidirler. Ortak para, ortak ordu, ortak altyapı işletmeleri, ve ortak üniversiteler Balkanlar”daki halkları “Balkan Birliği”ne götürür.

 

C) “ARNAVUTLUK”UN “TÜRKİYE” İÇİN ÖNEMİ:

Türkiye” Osmanlı İmparatorluğu’nun tabiî vârisidir. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Türkiye “İstiklâl Savaşı”nı yapmış ve Arabistan ile Afrika’dan çekildiği gibi, “Kafkasya” ve “Balkanlar”dan da çekilmiştir. Ancak, “Lozan”da “Türkiye” tüm İslâm âlemini temsil etmeye devam etmiştir. Yahudiler Lozan’da Hıristiyanların yanında yer almışlardır. Buna karşılık İslâm âleminden, İstanbul Hükümeti dahil kimseye yer verilmemiştir.

Lozan” İslâm’ın dolayısıyla İslâm âleminin Yahudi ve Hıristiyanlarla bir hesaplaşması olmuştur. Genel olarak iç işlerine karışmama ilkesi getirilmiştir. Bundan dolayı bundan sonra “Balkan Müslümanlarına” sahip çıkılamamıştır. Ancak, Hıristiyan ülkelerinden, hattâ Çin’den Türkiye’ye göç eden her “Müslüman” “Türk” kabul edilerek “vatandaş” yapılmıştır. Dolayısıyla bu antlaşma sayesinde “Balkanlar”dan milyonlarca “Müslüman”, yapılan mübadeleler veya normal hicretlerle artık Türkiye’dedir ve Türk vatandaşıdır. Tam serbestlik verilse, belki de buralardaki dindaşlarımızın hepsi Türkiye’ye geleceklerdir.

Meseleye Türkiye açısından bakıldığında, “Balkanlar”da en etkin olan kavim “Arnavutlar”dır.

Arnavutlar, karşılaştıkları ilk tarihlerden itibaren Türkleri çok sevmekte ve Türkleri ‘büyük abi’ gibi görmektedirler. Bu dostluk ve kardeşlik bağları günümüzde de devam etmektedir. Nitekim, Arnavutların ve Arnavutluğun varlığı, bütün Balkan Müslümanlarının Türkiye’ye göç etmelerini durdurmuştur.

Türkiye hâlâ kendisine çok yakın olan ve hâlen de yakınlık gösteren “Balkanlar”daki bu Müslüman halk ile ilgilenmektedir.

Türkiye iki yoldan birini takip etmek zorundadır: Ya Sovyetlerde, Çin’de ve Balkanlar’da olan Müslümanları ülkesine göç olarak kabul etmek zorundadır; ya da onlara oralarda rahat olarak yaşayacakları imkânları hazırlamalıdır.

İşte Arnavutluğun Türkiye için önemi budur. Eğer “güçlü bir Arnavutluk” olursa, “Balkan Müslümanları” bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kalırlarsa Arnavutluğa göç ederler. Aksi halde Türkiye, Arnavutluk dahil bütün Balkan halkını Türkiye’ye kabul etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilir. “Balkan Birliği” oluşmasa bile, “Arnavutluk” eğer “Adil Düzen Ülkesi” olursa, Balkanlardaki diğer Müslümanları ülkesine kabul ederek Türkiye’nin yükünü hafifletmiş olur.

 

D) “ARNAVUTLUK”UN “İSLÂM ÂLEMİ” İÇİN ÖNEMİ:

İslâm âlemi” dünyadaki bütün kıtalara dağılmıştır. Amerika’da azalmış veya durulmuş olmakla beraber, zenci harekâtı henüz bitmemiştir. Avrupa’daki Müslümanlar, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yoğun bir şekilde yer almaktadır. Avrupa Birliği’nde ise Müslümanlar nüfus olarak azdır. Avrupa’nın temel siyaseti, Avrupa’dan Müslümanları çıkarmaktır. Lozan’daki “mübadele” bunu hedefliyordu. Bunun karşılığında biz de onları Anadolu’dan çıkardık.

Şimdi bu durumda “İslâm âlemi”nin takip edeceği ortak siyaset iki şekilde olabilir.

Birinci yol Lozan mantığıdır. Müslümanlar kendi vatanlarında toplansınlar ve siyasi güç oluştursunlar. Bu mantık dünyayı, yani Müslümanları ve Hıristiyanları bin yıl daha birbirleriyle savaştırır. Çünkü hangi toprakların İslâmî toprak olduğunu tesbit son derece zordur. Bir defa Avrupa’yı onlara bırakacağız, Sibirya’yı onlara bırakacağız, Kuzey Afrika’yı onlara bırakacağız. Bu durumda Hindistan, Çin ve benzeri yerler ne olacaktır?

İkinci yol ise “İslâm Uygarlığı”nın mirasçısı olarak “İslâm âlemi” kurulmakta olan “III. Bin Yıl Uygarlığı”nda başta rol oynayacaktır. Ama dünyada dine dayalı bir siyasi birlik olmayacaktır. Dünyada siyasi güç Hıristiyan ve Müslümanlarda bulunacaktır. Yerinden yönetime dayalı gerçekten demokratik, lâik, liberal ve sosyal düzeni Müslüman ve Hıristiyanlar hakim kılacaklardır. Hindu ve Budistler de buna uyacaklardır. Dolayısıyla “İslâm âlemi” yani “Müslümanlar” eğer Hıristiyanlarla birleşmezlerse, o zaman yeniden birbirleriyle savaşmaya başlarlar, Çin ve Hindistan”ın da araya girmesiyle yeryüzüne barış gelmez.

İslâm âlemi” ile “Hıristiyan dünyası” şöyle anlaşabilirler. Müslümanlar kendi ülkelerinde Hıristiyan illerine imkân verirler; Avrupalılar da aynı şekilde kendi ülkelerinde Müslüman illere imkân verirler. Bu şekilde kurulacak denge sayesinde buralarda huzur sağlanacağı gibi; ayrıca bütün dünyaya örnek bir uygulama örneği de verilmiş olacaktır.

Müslümanlar” Arnavutluğu maddeten desteklemelidirler. Arnavutluk’ta “Adil Düzen illeri” kurdurmalıdırlar. “Arnavutluk” böylece bir “pilot uygulama yeri” olabilir. Bu illerin içinde Hıristiyan bucaklar kurulacaktır. “Arnavutluk” bu sayede “İslâm âlemi” ile “Hıristiyan dünyası” arasında buluşma ülkesi olabilir.

Böyle bir destek yapılmazsa, bu arada Arnavutluk da “Adil Düzen”i kabul etmezse, Avrupa için çıban başı olmaya devam eder. Bu arada “İslâm âlemi” için de sorun olur, Avrupa’da İslâm düşmanlığı gelişir.  

 

E) “ARNAVUTLUK”UN İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ:

Vücudumuzun herhangi bir yerine bir diken batsa, bu küçücük dikenin verdiği acıyla bütün vücudumuz rahatsız olur. O dikeni çıkarmazsak, bir müddet sonra mikroplar ve o mikropların sebebiyet verdiği rahatsızlıklar bütün vücuda yayılır ve bizi yataklara düşürebilir. Nitekim I. Dünya Savaşı Balkanlar’da başlamadı mı? İlk savaş kıvılcımı orada çakılmadı mı?

Arnavutluk” huzurlu bir ülke olmazsa, insanlık için bir diken yeri olmuş olur. Dolayısıyla genel olarak “Balkanlar’daki Arnavutları” ve özel olarak da “Arnavutluk Ülkesi”ni yani Arnavutluğu normal sağlığına kavuşturmak bütün insanlık için gereklidir. Bir “Balkan ülkesi” olarak “Arnavutluk” Avrupa’ya ve insanlığa doğal besinler sağlayacağı gibi; temiz havası ile bir dinlenme ve turizm yeri de olacaktır. Ayrıca Müslümanlarla Hıristiyanların barıştığı, daha doğrusu birlikte yaşadığı bir ülke olacağı için de tüm insanlığa huzur içinde yaşama örneğini de vermiş olacaktır.

Akdeniz” dünyanın ortak limanıdır. Bu büyük doğal limanın kıyılarında yer alan “Arnavutluk” dağ, orman, deniz ve farklı kültür zenginlikleriyle en gelişmiş ülke olmaya adaydır. Nasıl Avrupa’nın İsviçresi varsa; Arnavutluk da Balkanlar’ın İsviçresi olabilir.

Sonuç olarak; -bu vesileyle- bir kere daha diyoruz ki; Adil Düzençağımız dünyasının en fazla muhtaç olduğu “insanlığın yerinden yönetime dayalı gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk nizamıdır.” Millî nizam değil, insanlık nizamıdır. Millî selâmet değil, insanlığın selâmetidir; insanlığın refahıdır; insanlığın faziletidir ve insanlığın saadetidir…

Dünyamız yani insanlık, bizim yaptığımız tesbitlere göre hâlen tam 16 çeşit sosyal âfet ile boğuşmaktadır. Bu “sosyal âfetler” çözüme kavuşturulmadığı taktirde her an “sosyal tufana” dönüşme istidadındadır. Bu sosyal tufanın biricik Nuhun Gemisi ise “Adil Düzen Gemisi”dir. Bu gemiye binenler kurtulacak, binmeyenler -veya binmemekte inat edenler- gark olup gideceklerdir.

Şair; “Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” demiş. Sonuç olarak ben de aynen şairimiz gibi; “Gerçekten çözüm arayan varsa budur, bilmiyorum başka çözüm yolu.” diyorum.

İki nokta arasındaki doğru tektir. Sırât-ı müstakîm üzere tek olan doğru yolu arayanlar için de saadet, selâmet ve kurtuluş yolu budur. Aksini söyleyen veya alternatifini getireni bugüne kadar görmedik; gelebileceğini, getirilebileceğini veya görebileceğimizi de zannetmiyoruz. Nitekim, Türkiye’de, Türkiye’nin çevresinde ve bütün dünyadaki son gelişme ve uygulamalar da bunun apaçık delilidir.

Türkiye ve dünya”, bu arada “Arnavutluk” ve “Balkanlar” da buhran ve bunalımda…

İnsanlık kurtuluş, çözüm ve çıkış yolu arıyor…

Bu vesileyle bir kere daha çare ve çözümü hatırlatmış olduk.

Bizim görevimiz sadece apaçık tebliğdir. Biz sadece tebliğ yapıyoruz.

Bugüne kadar insanların lâyığını veren; bundan sonra da verecek olan ise sadece Allah’tır.

 

 

“ARNAVUTLUK” HAKKINDA GENEL BİLGİLER

 

Coğrafya

“Arnavutluk” “Balkan Yarımadası” devletidir. Adriyatik Denizi ile İon Denizi kıyısında uzanan ülke, kuzeydoğudan itibaren güneye doğru Karadağ ve Sancak (Sırbistan), Kosova, Makedonya ve Yunanistan ile çevrilidir.

Arnavutluğun büyük bölümü dağlıktır. Bu dağlar asırlar boyu istilacılara karşı halkın sığınağı olmuştur. Bu coğrafi yapısı asırlar boyunca ülkeye yabancıların girmesini ve ulaşımını engellemiştir. Ülkenin dağlarından çıkan ve bol yağışlarla beslenen Drin, Mat, Şkumbin, Viyosa ve Seman akarsuları, vadiler oluşturarak denize ulaşır. Ülkede Akdeniz iklimi hakimdir. Dağlarda meşe, kayın ve çam ağaçları yaygındır.

Dağlarda yaşayan halk kabileler şeklinde örgütlenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin yeni yapılanmasından sonra üretim, yaşam ve nüfus dağılımı değişmeye başladı. Arnavutluk günümüzde Avrupa’da en yüksek nüfus artışına (ortalama yılda % 3) sahip olan ülkedir.

 

Fizikî Yapı

Yüzey şekilleri: Arnavutluk, dağlık bir ülke olup, yarıdan fazla bölgesinin yüksekliği 1000 metreyi geçmektedir. Alplerin uzantısı olan “Dinar Alpleri” Arnavutluk’ta önemli bir yer kaplar. İç tarafta dağlar arasında vadiler bulunur. Batıya doğru gittikçe dağlar yüksekliklerini kaybederler. İç Arnavutluk’un kenar dağları kalkerlerden meydana gelmiştir. Dağların en yüksek yeri Korab olup 2750 metredir. En önemli akarsuları Drina ve Semendi’dir. Bu ırmaklar Yugoslavya topraklarından çıkarlar, Arnavutluk’tan Adriyatik Denizi’ne dökülürler.

İklim: Arnavutluk küçük bir ülke olmasına rağmen, arazi yapısının çeşitliliğinden dolayı farklı iklim bölgelerine sahiptir. Başlıca üç farklı iklim tipi görülür: Birincisi; güney kesimlerde yer alan kışları ılık ve yağışlı, yazları sıcak ve kurak Akdeniz iklimidir. İkincisi; kuzey ve iç kısımlarda görülen nemli iklimdir. Üçüncüsü ise; kuzeydoğu kesimlerinde görülen, yazları yağışlı ve ılık, kışları sert ve kurak geçen Alp iklimidir.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Dil: Arnavutluk dili, Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur. Eski İllirya dili, fakirliği sebebiyle Arnavutluk’u hakimiyeti altına alan birçok ülke dilinin tesiri altında kalarak zenginleşti. Arnavutluk dilini zenginleştiren diller Yunanca, Latince, Türkçe, Slav ve Roma dilleridir.

Nüfus: Arnavutluk halkının tamamı aynı ırktandır. Ahlâk yapısı ve alışkanlık yönüyle birbirlerine bağlılıkları halkının ortak özelliklerindendir. Halkın bir kısmını Yunan, Romen, Bulgar ve Türkler teşkil eder. Dil olarak Arnavutça, Latince, Yunanca, Türkçe ve Slavik Romanca konuşulur.

Arnavutluk halkı iki gruba ayrılır: Gheg ve Tosk. Gheg olan halkın çoğunluğu Müslümandır. İkinci Dünya Harbine kadar halkının % 80’i Müslüman, % 20’si Hıristiyan idi. Komünist idarenin tahakkümü altına girdikten sonra dini inanç ve yaşayışları yasaklandı. Böylece halk dinlerinden koparıldı. Yeni nesiller dinsiz olarak yetiştirildi. Bütün dinî ibadethaneler kapatıldı. 2000 cami ve mescit ve yüze yakın kilise yakılıp yıkıldı. Sadece Tiran’da Etem Bey Camii ile Jirakostra’daki cami yıkılmadı. Bunlar da dinsizlik propagandası için müze olarak kullanıldı.

Tabii Kaynakları: Arnavutluk topraklarının üçte biri ormanlarla kaplıdır. Akdeniz kıyısındaki düzlükler makiliktir. Arnavutluk’ta üç binden ziyade bitki türü çeşitli sanayilerde ve tıpta kullanılır. Sayıları azalan yabani hayvanlar koruma altına alınmıştır. Dağlık toprakları maden kaynakları bakımından zengindir. Düşük kaliteli linyit kömürü, petrol ve doğal gaz önemli enerji kaynaklarıdır. Ayrıca, krom, nikel, bakır, demir, kurşun, kükürt, çinko ve boksit yatakları da vardır.

Ekonomi

1925 ve 1939 yıllarında ekonomik olarak İtalya’ya bağlıydı. 1938- 1944 yılları arasında ziraat ve endüstri zayıfladı. 1945-1955 yılları arasında hükümet ziraatın kuvvetlenmesi için çalışmalar yaptı ve bu sahada kalkındı. 1960 yılından sonra kollektif ziraata başlandı. Şeker üretimi ve dokumacılıkta kısmen ilerleme sağlandı. Komünizm idaresi gelince halkın yapmış olduğu ziraat planı geçersiz sayılarak komünistler kendi planlarına göre kollektivizme dayanan ziraat sistemi getirdiler. Komünist partisinin başa geçmesiyle başgösteren çeşitli ekonomik problemler çözülmediği gibi, daha da çıkmaza girdi.

Endüstri: 1945-1947 yılları arasında komünist idare tarafından alelacele devletleştirilen sanayi kuruluşları birinci ve ikinci beş yıllık kalkınma planlarının uygulandığı yıllarda % 20 üretim artışı gösterdi. 1961-1965 yılları arasında uygulanan 3 yıllık kalkınma planında bu artış % 6’ya düştü.

Ziraat: 1945-1955 yılları arasında hükümetin büyük toprakları küçük parçalar halinde köylülere dağıtılarak kollektif ziraata geçilmesini hedef alan kararı önceleri köylülerce kabul edilmedi, ancak bu hususta ısrarlı olan idarenin baskısı ile 1960’lı yılların ortalarında Arnavutluk topraklarının % 60’ında kollektif ziraata geçildi.

Dış Ticaret: İç ve dış ticaret sıkı bir devlet kontrolü altındadır. Dış ticaretinin % 90’ını sosyalist ülkelerle yapan Arnavutluk, büyük ölçüde mineral, zirai mahsuller, işlenmiş ve yarı işlenmiş mamul madde ihraç ederken; makine ve sanayi hammaddesi ithal etmektedir.

Ulaşım: Arnavutluk’ta kara ve demiryolu ulaşımı gelişmiştir. Demiryolu hattı ülkeyi boydan boya geçer. Adriyatik Denizi’nde önemli limanları bulunur. Tiran yakınındaki Rinas Havaalanı Arnavutluk’un tek milletlerararası havaalanıdır.

 

Arnavutluk Tarihi

Arnavut halkı, M.Ö. 2000 yıllarında Balkan Yarımadası’na yerleşen İlliryalılar’ın torunlarıdır.

İllirya, M.Ö. 167 yılında Romalılar tarafından zaptedildi ve 500 yıl Romalılar tarafından yönetildi. Ancak bu bölgenin iç kısımlarında yaşayan İlliryalılar, Romalıların baskılarına uzun müddet karşı koydular. Roma İmparatorluğu’nun 395’te parçalanmasından sonra “Arnavutluk” ve “Arnavut” adlarını aldılar ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oldular.

1468 yılında Osmanlılar Arnavutluk’u zaptettiler ve uzun müddet (tam 465 yıl) burayı idareleri altında bulundurdular. Osmanlı Devleti’nin adil idaresinden mennun olan “Arnavutlar” kendi istekleri ile 17. yüzyılda İslâmiyet’i kabul ettiler ve dini yaymak için gayret gösterdiler. Osmanlılar burada askeri teşkilat kurdular ve süvari birlikleri teşkil ettiler. Arnavutlar zamanla kendi kültürlerini bırakarak Osmanlı kültürünü benimsediler.

Arnavutlar” 1912 yılında Osmanlı idaresinden ayrıldılar. Ancak tam müstakil olmayıp büyük devletlerin kontrolü altında kaldılar. I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1925 yılında ülkede cumhuriyet ilan edildi. Ancak cumhurbaşkanı olan Ahmet Zoga 1928’de cumhuriyeti krallığa dönüştürdü. Bu sıralarda ülke bir ekonomik krize yaşadı ve nihayet II. Dünya Savaşı’nda İtalyanlar tarafından işgal edildi. 1944 yılında komünistler hükümeti kontrol altına alarak komünist bir idare kurdular. 1961 yılına kadar Rusya ile sıcak münasebetlerde bulundular.

1961 yılında Rusya ile bağlarını keserek Çin ile anlaştılar. Böylece Çin ile ittifak kuran ilk Avrupa devleti oldular. Ancak sonraki yıllarda Çin ile de yakınlıklarını dondurdular.

Daha sonra Yugoslavya ve bazı Avrupa ülkeleriyle ticari ve diplomatik münasebetler kurdular. 1976 Aralık ayında kabul ettiği yeni anayasa ile “Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti” adını aldı. Devlet başkanlığına Arnavutluk Emek Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca getirilidi. 1985'te Enver Hoca’nın ölümü üzerine Emek Partisi genel sekreterliğine getirilen Ramiz Alia aynı zamanda Devlet Başkanı da oldu. 31 Mart 1990'da yapılan ilk çok partili seçimleri Emek Partisi kazanmasına rağmen ülkede iç kargaşalık başladı. Bunun üzerine çok sayıda halk ülkeden göç etti.

Mart 1992’de yapılan genel seçimleri Sali Berişa yönetimindeki Demokratik Parti kazandı. Nisan 1992’de Ramiz Alia istifa etti ve yerine Sali Berişa devlet başkanı oldu.

Geçmişte Yugoslavya’nın Kosova yöresinde yaşayan iki milyona yakın Arnavutun genel dururmu Arnavutluk-Yugoslavya ilişkilerini etkiledi. Kosova’nın bağlı bulunduğu Sırbistan’dan ayrılıp Yugoslavya’nın yedinci federe cumhuriyeti olmak istemesi Arnavutluk tarafından da desteklendi.

Yıllarca yabancı ülkelere kuşkuyla bakan “Arnavutluk”, ancak 1980’den sonra bazı ülkelerle ticari anlaşmalar yaptı; Yugoslavya ile 1980, Türkiye ve Fransa ile 1983, İtalya ile 1984. II. Dünya Savaşı’ndan sonra komşusu Yunanistan ile sürdürdüğü savaş hâlini ancak kırk yıl sonra 1985 yılında normale döndürdü.

1921 yılında “Arnavutluk”un bağımsızlığı onaylandıktan sonra, 1922 yılında genç cumhuriyetin başına Ahmet Zoga getirildi ve 7 Nisan 1939’da faşist birlikler ülkeyi işgal edinceye kadar ülkeyi yönetti. Enver Hoca 1941 yılında bütün komünist toplulukları yönetimi altında birleştirdi ve işgalcilere karşı büyük bir direniş başlattı. Enver Hoca Arnavutluk’u 1946-1985 yılları arasında tam kırk yıl adeta demir bir yumrukla yönetti.

 

ÖNEMLİ VE İLGİNÇ BİLGİLER:

* BALKAN YARIMADASI: Akdeniz kıyısındaki yarımadaların en doğuda olanı. Adriyatik Denizi ile Karadeniz arasında, kuzeyde Sava ve Tuna ovalarıyla karaya bağlanır. Güneyde birçok ada ve yarımadayla Batı Akdeniz’i Doğu Akdeniz’den ayırır. Bölgede Karadeniz’e (Morava), Ege Denizi’ne (Vardar ve Meriç), İon Denizi’ne (Akheloos) ve Adriyatik Denizi’ne (Drina) dökülen nehirler ve ayrıca çok miktarda küçük akarsular vardır. “Balkan” adı, dağların yarımadadaki önemini açıklar. “Balkan Yarımadası” Türkiye’nin Avrupa kesimi ile Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Bosna-Hesek ve Hırvatistan’ı içine alır. Bu bölgede yaşayan 60 milyona yakın nüfusun ortak yanı, çok uzun bir dönemde Osmanlı yönetiminde huzur içinde yaşamış olmalarıdır. Kendilerinden önce yöredeki konuşulan dilleri ve varolan kültürleri kökünden yok etmeyi asla amaçlamayan halkların peş peşe yöreye gelmesi, yarımadada çeşitli etnik öbeklerin bulunmasını açıklamaktadır. Büyük devletler Avrupa, Akdeniz ve Asya arasında elverişli bir yerde bulunan yarımadanın stratejik noktalarını, çoğunlukla istikrarsız yapılı ve çokuluslu toplumların elinden almak istiyorlardı.

* BALKAN SAVAŞLARI: Türk-Sırp Savaşı (1876), Türk-Rus Savaşı (1877-1878), Sırp-Bulgar Savaşı (1885), Türk-Yunan Savaşı (1897), I. Balkan Savaşı (1912-1913), II. Balkan Savaşı (1913), I. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları ve II. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları.

* KOSOVA SAVAŞLARI: Osmanlı Türkleri ile birleşik Hıristiyan orduları arasında Kosova Ovası’nda yapılan iki meydan savaşının adı. I. Kosova Savaşı, 20 Haziran 1389. II. Kosova Savaşı, 17-19 Ekim 1448.

* KOSOVA: Kosova’daki Mitrovica şehrinin Türkçe adı.

* KOSOVA OVASI: Kosova’da, Mirtovica (Kosova) ile Urosevac şehirleri arasındaki, Osmanlılar döneminde iki meydan muharebesinin yapıldığı meşhur ova.

 

* Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: XV. yüzyıldan itibaren İslâmiyet Arnavutlar arasında yayılmaya başladı ve Arnavutlar arasında kısa sürede Türk dilini ve edebiyatını bilen aydın bir kesim yetişti. Bunlar ana dillerinde fakat Türk-İslâm edebiyatı etkisinde eserler verdiler ve Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da bu etkiyi yansıtan güçlü bir edebiyat oluştu. Arnavut şairler Türk halk edebiyatından da geniş şekilde etkilendiler. Arnavut halk edebiyatının atasözü, tekerleme, fıkra ve diğer yazılı metinlerinde de Türk etkisi görüldü. Bazı atasözleri özgün şekillerini koruyarak Arnavutça diline girdi. Nitekim “Eski tas eski hamam” ve “Selam verdim bela buldum” gibi atasözleri günümüzde de Türkçe olarak kullanılmaktadır. XV. yüzyıldan itibaren şehir görünümlerine ve yaşamaya egemen olan Türk tarzı çoğunlukla Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinden bilinmektedir.

* Türkler Arasında Arnavut Etkisi: Arnavutbiberi (Küçük ve kırmızı renkte çok acı bir biber türü). Arnavutciğeri (Koyun ya da kuzu ciğeri ile yapılan bir yemek türü.). Elbasan Tava (Arnavutluk’taki Elbasan şehrinin ismine izafeten yapılan bir yemek türü.). Arnavutkaldırımı (İrili ufaklı taşlarla döşenmiş yol.). Arnavutköy (İstanbul’da Beşiktaş ilçesine bağlı semt olup Boğaziçi’nin batı yakasında yer alır. Semt adını buraya yerleştirilen Arnavut göçmenlerden almıştır.

 

* “BALKAN” ya da “BALKANLIK”: Sazlık, bataklık. Genellikle orman ya da çalılıkla kaplı engebelere verilen ad. Ormanlarla kaplı dağlık yerler için de kullanılır. Bulgaristan’daki Balkan dağlarının adı da olan bu Türkçe sözcük, benzer koşullardaki engebeleri belirtmek için Bulgaristan Türkleri, göçmenleri ve Trakyalılar tarafından kullanılır.

* “BALKANLI”: Balkan halkından olan.

 

* CUMHURİYET DÖNEMİNDEKİ “BALKAN ANTLAŞMALARI”

* BALKAN ANTANTI (1930-1940): Türkiye’nin de katıldığı, Balkan devletleri arasındaki güvenlik ve işbirliği antlaşması (9 Şubat 1934). Türkiye ve Balkan devletleri arasında işbirliğini sağlamak amacıyla Türkiye, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulagaristan, Romanya ve Yunanistan’ın katıldığı bir konferans önce Atina’da (1930), sonra İstanbul (1931) ve Bükreş’te (1932) toplandı. 1933 yılında Selanik’te toplandı. Bazı ülkeler arasında sorunlar çıktı. Nihayet, ertesi yıl Atina’da yapılan konferansta Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya bir Balkan Birliği kurdular (9 Şubat 1934). “Balkan Antantı” diye anılan birliğin temel yapısı Ankara’daki görüşmelerde belirlendi (20 Ekim – 2 Kasım 1934), dört ülkenin dışişleri bakanlarından bir yönetim kurulu oluşturuldu ve her yıl dönüşümlü olarak bir ülkenin dışişleri bakanının yönetim kurulu başkanlığını üstlenmesi kararlaştırıldı. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticaret işlerine bakmak için her devletin beş üye ile temsil edileceği bir Danışma Kurulu da oluşturuldu. Temsilciler Belgrad (1936), Atina (1937), Ankara (1939) ve son defa Bükreş’te (1940) bir araya geldiler. II. Dünya Savaşı başlayınca birlik dağıldı.

* BALKAN PAKTI (1954-1960): Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 1954 yılında kurulan savunma ve işbirliği örgütü. Pakt, 28 Şubat 1953 tarihinde Ankara’da imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasının ardından, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya’nın Bled şehrinde imzalanan antlaşmayla kuruldu. Sürekli bir Konsey kurularak çalışmalarına başladı. Yugoslavya daha sonra tarafsız ülkeler blokuna katılıp liderliği üstlenince işlevini kaybedip resmen sona erdi (1960).

 

TÜRKİYE-ARNAVUTLUK EKONOMİK İLİŞKİLERİ:

Yasal Altyapı

 

İmza Tarihi

İmza Yeri

RG Tarih ve No’su

Ticaret Anlaşması

12.02.1986

Ankara

10.04.1986/19074

Ekonomik, Ticari, Sınai ve Teknik İşbirliği Anlaşması

02.08.1988

Tiran

05.12.1988/20010

YKTK

01.06.1992

Tiran

27.06.1996/22679

ÇVÖ

04.04.1994

Ankara

05.10.1996/22778

Türkiye-Arnavutluk KEK V. Dönem Protokolü

02.08.1998

Tiran

09.11.1998/23518

Müteahhitlik İlişkileri: Arnavutluk’un yeniden yapılanma sürecinde olması nedeniyle, bu alanda Türk müteahhitlik ve müşavirlik firmaları için büyük bir potansiyel bulunmaktadır. GİNTAŞ 5 milyon dolarlık Vlore Paşa Limanı Askeri Tesis inşaatını, Tepe İnşaat A.Ş. Arnavutluk’ta toplam tutarı 4,3 milyon dolar olan İşkodra ve Vlora Hastaneleri inşaatı projesini sürdürmektedir. BE-HA-ŞE, "Batı-Doğu Ulaşım Koridoru" kapsamında 25 milyon dolarlık 36 kilometrelik bir otoyolun inşasını üstlenmiş, SEYAŞ Mimarlık Mühendislik A.Ş., proje bedeli yaklaşık 300 000 dolar olan ve İslâm Kalkınma Bankası kredisiyle gerçekleştirilecek kırsal alan su tedarik projesinin ihalesini kazanmıştır. Ayrıca, ENKA, Amerikan ordusunun Arnavut mültecilere yardımını destekleme projesi kapsamında 240.000 dolarlık iş üstlenmiş, TÜMAŞ AŞ. ise 129.322 dolar tutarındaki petrol sahaları rehabilitasyonu fizibilite çalışmalarını yürütmektedir.

 

Arnavutluk’un Üyesi Bulunduğu Uluslararası Bazı Kuruluşlar:

KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ, GÜMRÜKLER İŞBİRLİĞİ KONSEYİ, AVRUPA KONSEYİ, AVRUPA BİRLİĞİ (başvuru aşamasında), İSLAM KALKINMA BANKASI, ULUSLARARASI PARA FONU, KUZEY ATLANTİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ, İSLÂM ÜLKELERİ ÖRGÜTÜ, AVRUPA GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI (Gözlemci), BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TİCARET VE KALKINMA KONSEYİ, DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ.

 

 

 

“BALKANLAR”DAKİ “BİZİM ŞEHİRLERİMİZ”DEN BİRKAÇ DEMET!

 

 

“İSTANBUL/TÜRKİYE – TİRAN/ARNAVUTLUK” YOLUNDA “DÖRT ŞEHİR”

Cengiz Çandar’ın “BENİM ŞEHİRLERİM” kitabından

“SOFYA - ÜSKÜP - OHRİ - TİRAN.”

 

 

Türkiye”den “Arnavutluk”un başkenti “Tiran”a karayolundan gidiyorsanız, “Edirne” ve “SOFYA”dan sonra, yolunuzun üzerinde iki şehirden daha geçmek zorundasınız; önce “ÜSKÜP”, sonra “OHRİ”. Arnavutluk içine girdikten sonra yol üzerindeki “Elbasan” şehrini de bunlara dahil edebilirsiniz. Edirne ile Elbasan şehirlerini de sayarsak, ayrıca ilk çıktığınız ve son varacağınız şehirleri de katarsanız, İstanbul-Tiran arasında tam yedi şehir eder. Bu ülkeye karayolundan yaptığım nice yolculuklarda, bu şehirlerde isteyerek çok oyalandım ve bu şehirlerden çok etkilendim.

SOFYA”, memleketime, Balkan ve Avrupa’ya yaptığım seyahatlerin, Türkiye dışındaki ilk şehri.

ÜSKÜP”, ikinci memleketim ve “Kosova”ya yaptığım sayısız yolculuklarımın da en önemli şehri.

OHRİ”, Arnavutluk’a karayoluyla yaptığım yolculuklarımın “Makedonya”daki unutulmaz şehri.

TİRAN” ise zaten “Kartallar ülkesi” de olan “Arnavutluk”un başkenti ve asıl hedefteki şehir.

Hemşerim Cengiz Çandar, yer yer yine hemşerimiz Yahya Kemal’den çeşniler katarak bu dört şehri öylesine güzel yazmış ki; adeta gezdiği yerleri yazı ile bir tablo gibi resmetmiş.

Yazıya dökülen bu güzelliklerin bir kısmını siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim. Sizlere, bir zamanlar hepimizin yani “BİZİM ŞEHİRLERİMİZ” olan işte bu dört şehirden birkaç güzel, özel ve de özet demet sunuyorum. RNE

 

 

SOYYA

Bendeki Sofya sevgisi öncelikle psikolojiktir. Sofya’yı görmeden önce de sevmeye hazırdım. Sebebi basittir. Sofya, Balkanlar’ın en orta noktasıdır; yani Balkan’ın kendisidir. Sofya’ya beni kan çekti. İki ve üç göbek öteden atalarımdan gelen Balkan kanım alevlendi mi, Balkanlar’ın her köşesini sevmeye mecburum. Balkanlar’ın en orta noktasını da tabiatıyla severim. Balkanlı kanım hep alevlenir benim. Her Balkanlının kanı gibi… Bir fevkalâdelik yok!

Yahya Kemal, “Balkan’a Seyahat” adlı hatıra yazısına şu cümlelerle başlar:

“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır. Vâkıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lâkin, bilmem uzun asırlar bile, o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir?”

Bu hasret, benim gibi Anadolu’da büyümüş bir Rumeli çocuğunun yüreğinde her daim mevcuttur ki, Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden kopup uzaklaştırılmamızdan sonra, Sofya’ya yaklaşırken Vitoşa Dağı’nı görmekten heyecan duydum. Vitoşa’nın tam ters istikametinde, koca Balkan’ın Sofya yakınlarına düşen kolları seçilebiliyordu ve Tuna, sanki kokusunu birkaç saat öteden Sofya Üzerine saçıyordu… (s.107)

Ben Sofya’da dolaşırken, iki asır önce Lady Montagu’nun naklettiği şiirin Türk şehrini yine de hissettim. Banabaşlı Camii, şehrin göbeğinde ve Balkanların merkezinde, Osmanlıların Bursa ve çevresine yaydıkları o tipik cami mimarîsinin mücessem bir anıtı olarak yerli yerinde duruyor ya; Balkanlar’ın vazgeçilmez özelliği akşamüstü gezintileri, şehrin araç girmez meydanlarına, caddelerine ve parklarına yayılıyor ya… Güzellik devam ediyor. Sofya, Balkan kokuları tütsülüyor demektir… (s.108)

Sofya, “eski şirin Türk şehri” ve ama epeydir de Bulgaristan’ın başkenti. Bulgarlığı çağrıştırmayan bir Sofya istemiyorum. Yahya Kemal’in “ırkça Turanlı, mizaçça Şarklı” olarak tanımladığı Bulgarlar olmadan Balkanlar’ın zevki çıkmazdı. Ben, Sofya’yı, galiba biraz da Türkler ve Bulgarlar’ın müşterek şehri olabildiği ve olabileceği için seviyor olsam gerek… (s.109)

Bazı şehirler, gündüz şehirleridir… Ve, şu yeryüzünde tek bir akşamüstü şehri varsa, orası Sofya’dır. Ki, tek bir akşamüstü şehri yoktur. Belgrad da öyledir ve Tiran da…

Balkanlar, akşamüstü şehirlerinin yuvasıdır. Sofya, Balkanlar’ın en orta yerinde bulunur. Sofya, Balkanlı’dır. Benim kanım Balkanlı. Tuna gibi akar, ya da bana öyle gelir. Öyle gelirse, demek ki, öyle akar. Ve, Sofya, kısacası benimdir! (Benim Şehirlerim, Cengiz Çandar, s.107-110)

 

 

 

ÜSKÜP

 

“Üsküp”, 1957 yılında Kosova’dan Türkiye’ye hicret yolunda ailecek mecburen birkaç ay ikamet ettiğim şehir olduğu için; -yazarın dediği gibi- ilk o zaman benim için de “benim şehrim” oldu… “Hanımköylü” olmak diye bir gerçek varsa (ki vardır!); kayınpeder ve kayınvalidemin oralı olduğunu öğrendiğimde de, “Üsküp” ikinci defa “benim şehrim” oldu… Lâtife bir yana, Balkanlar’a yaptığım seyahatlerimde, herhangi bir Anadolu şehrine, ama özellikle de “Bursa”ya en çok benzettiğim şehirdir, “Üsküp”. “Balkanlar”da seyahat yapıyorsanız, “Üsküp”e vardığınızda, artık kendinizi gurbette değil de, kendi memleketinizde, Anadolu’nun herhangi bir şehrinde gibi hissedersiniz.

Sonraki yıllarda memleketlerim “Kosova” ve “Sancak” (yani Bosna’ya) yaptığım nice yolculuklarımın şehri “Üsküp” işte böyle bir şehirdir... Kısaca, sadece “benim” ve yazarın değil, “bizim” yani “hepimizin”, 500 (evet, tam beşyüz) yıl “BİZİM ŞEHRİMİZ” olan “ÜSKÜP”…

İşte bu “güzel şehrimizi” yazarımızın güzel kaleminden bir kere daha yâd edelim… RNE

 

Havalanından ve hemen öğrendiğime göre güney yönünden şehre doğru gelirken, gözümü, tanıdık bir mimarî estetiği ve insan elinin Yaradan’ın selvilerine nazire yaparcasına çoğalttığı ince minareler çeldi. Üsküp’ün “Benim Şehrim” olduğunu hep hissedegeldiğim için, şaşırmadım. İçimi mutluluk kapladı.

Yeni Üsküp’ün merkezinde fazla oyalanmadan, ilk kucaklaştığımız Üsküp’ü “Benim Şehrim” kılan nostalji koruluğuna koştum.

Üsküp’e her gidişimde, hiç ihmal etmediğim “ritüel”i o gün orada başlattım ve “Fatih” yazılı tabelanın bulunduğu dükkanda kendi dilimi konuşarak, Rumeli’de yenebilecek en lezzetli helmeli kuru fasulyeyi, sucuğu ve turşuyu yedim. Ana caddenin karşısına geçip, eski, “bizimkiler”in kurduğu ve Üsküp’ün Üsküp olmasını sağlayan çarşının Arnavut kaldırımlı sokaklarını arşınlayıp tanışıklığımızı arttırdım. Tanışıklığımızı arttırdıkça; kişiliğine daha derinlemesine nüfuz ettim. Torbeşler’in köfteci dükkanlarından vazgeçilemeyeceğini ve çocukluk günlerimi hatırlatan neredeyse bilek kalınlığındaki tulumba tatlılarında da Torbeşler’den şaşılmayacağını öğrendim. Torbeşler, Müslüman Slavlardı. Bulgaristan’da Pomak denilenler...

Türkler, Arnavutlar, Torbeşler, Çingeneler ve Ortodoks Slavları’yla, Üsküp’ün de “Balkan kozmopolitizmi”ni yaşattığını gördüm ve şehir demenin kozmopolitizm demek olduğunu bilen, bu yüzden “şehir aşığı” olan benim için, niçin Üsküp’ün “Benim Şehrim” olduğunun bir ispatı daha ortaya çıktı.

Galiba, beni Üsküp’e bağlayan ve kendime itiraf edemediğim sebeplerden biri de, Üsküp’ün, kendisiyle buluştuğumuz sırada, çok büyük kahır yaşayan Saraybosna’nın bir “Balkan replikası” olduğunu sezmemdi. Üsküp’ün Saraybosna’yla ortak eskizler çizen estetiğinde, Saraybosna’nın çilesini, yüzyılların nostaljik burukluğuyla katışarak teneffüs ettiğimi hatırlıyorum.

Üsküp’ü daha yakından tanıdıkça, o nostaljik burukluğu daha koyu çizgilerle içime çektim. Özellikle, Üsküplüler’in pek düşkün oldukları, şehrin eteklerine başını koyduğu Vodno Dağı’na çıktığım zamanlarda...

Yeşil Vodno’ya yumuşak münhanîler çizerek tırmanıldığında, Üsküp, aşağıda sereserpe kendisini sunar. Kuş sesleri eşliğinde, bilgece ve vakur bir dinginlikle yarı uykulu bir halde, yeşil çarşafların arasında uzanıyor gibidir Üsküp... Genişçe bir vadi görünümündeki düzlüğün ötesinde, Vodno’nun neredeyse tam karşı hizasında bir yeşil duvar gibi uzanır Skopska Cerno Gora. Eskiden böyle denmediği âşikârdır. Üsküp Karadağı’dır orası...

Ve, Vodno’dan aşağıdaki Üsküp’ün sığdığı geniş vadiyi ve tam karşıdaki Üsküp Karadağı’nı seyrederken, yüzyıllar boyu, İstanbul’dan yola çıkıp az ötedeki Kosova’ya doğru gelen veya Macaristan’dan, Bosna’dan, Sırbistan’dan Anadolu’ya doğru dönen Osmanlı sancaklarını havayı kaplayan pusun arasından gördüğünüz zehabına kapılırsınız.

Bu zihinsel oyunun böylesine canlı ve esrik oynanabildiği bir tek Kudüs’ün Zeytindağı’nı burayla kıyaslayabilirim...

Bir de Vodno’dan Üsküp’e ve çevresine sarfedilen nazarın bir “ikiz kardeşi” olduğunu hemen orada farkederim: Vitoşa’dan Sofya’yı süzmek... Her ikisi birbirine öylesine benzer ki, ikisi de koyu Balkanlı’dır. Üsküp, Sofya’ya oranla fazladan Rumeli’dir. Rumeli’nin, Makedonya’nın ta kendisi...

Makedonya, Vardar’sız, Makedonya, Üsküp’süz, Üsküp, Vardar’sız olmaz. Bir yüzüyle Kosova’ya bakan, Prizren’i bağrına yaslatan, öbür yüzünü Kalkandelen’e dönmüş Şar Dağı’ndan fışkırıp, Selanik’in az ötesinden Ege’yle öpüşen ve koca bir coğrafyaya ve nice kuşaklara hayat verip, nice türkülere ilham kaynağı oluşturan Vardar, katettiği hiçbir yerde Üsküp’le bütünleştiği ölçüde bir kişilik ve kimlik sergilemez. O yüzden, Vardar, Üsküp; Üsküp, Vardar’dır ve Üsküp, bu yönüyle üstelik bir de “nehir şehri” olduğu için, “Benim Şehrim”dir.

Hem, Üsküp, Saraybosna olduğu kadar Bursa olduğu için de “Benim Şehrim” sayılır. Tıpkı Bursa’daki Tophane gibi, Üsküp’te de Tophane vardır ve şehrin bu en yüksek noktasında yani kalenin içinde Mustafa Paşa Camii, olanca görkemiyle yükselir.

Mustafa Paşa Camii’nden karşı yöne, ana caddenin diğer yanındaki daha alçak tepenin üzerinde Sultan Murat Camii’ni, İshak Paşa Camii’ni temaşa edersiniz. Tophane’den aşağıya, Arnavut kaldırımlarında yüzyıllar öncesinin günlük devinimini yaşayan ahalinin arasından süzülüp düzlüğe indiğinizde, İsa Bey Camii, Alaca Camii zaman tünelinde terketmedikleri kişilikleriyle sizi “kendi şehrinizde” efsunlayarak oyalarlar...

Kurşunlu Han, Saraybosna’daki Morica Han’ın “Makedonya ikizi” olarak göz kırpar. Bu şehrin evladı, İstanbul’un ölümsüz şairi Yahya Kemal’in şu satırlarındaki Kurşunlu Han: “Kurşunlu Han, Üsküp şehrinin hapishanesiydi. Bıçak ve tüfekle oynayan bu şehirde bütün nefîs sanatların fışkırdığı yegâne menbâı cinayetti. Cinayetin başlıca sebebi aşk ve alâka idi; türküler cinayetten doğardı; fermene, camadan, çakşır, Trablus kuşağı, uzun püsküllü Tunus fesi, yüksek topuklu rugan kunduralar, gümüş köstekler cinayetin kisvesiydi. Kabzaları gümüş bıçak ve ruvelverler cinayetin ince işlerindendi; evlerde, dükkanlarda, kahvelerde hikaye edilen en meraklı menkıbeler de cinayete dairdi; işte bütün güzelliğin menbaı cinayet olan bu şehirde cinayetin muazzam bir mimarî eseri vardı ki Kurşunlu Han’dı. Kurşunlu Han eski Üsküp’ün içinde dört köşeli, yassı duvarlı, kurşun kubbeli, tabiata bir külçe gibi muhkem yaslanmış, her türlü afetlere karşı pervasız bir dev eseriydi; bu binayı Murad Hudavendigar mı yaptırmıştı? Yıldırım Beyazıd mı? İkinci Murad mı, Fatih mi? iyi bilmiyorum…”

Bir tek Kurşunlu Han’ın bile bir dile böylesine mükemmeliyet kazandırdığı bir şehirdir Üsküp...

Yahya Kemal, Kurşunlu Han’ı kimin yaptırdığını bilmese de, yeni Üsküp’le, tarihi Üsküp’ü birbirine bağlayan ve Vardar üzerinde eşsiz bir gerdanlık gibi yüzyıllardır muhkem duran, araba medeniyetine yasak, yüzyıllar boyu insanların ayağının değdiği ve geçmenin her seferinde ilkmiş gibi garip bir mutluluk verdiği, şehrin simgesi Taşköprü’yü Koca Sinan’ın yaptığı bilinir.

Üsküp, biraz da bu Taşköprü’dür. Taşköprü’yü iki yönde aşmaktan sıkılmazsınız. Ya tarihin ve kendi geçmişinizin kucağına yürürsünüz veya yeni Üsküp’ün Tito Meydanı adını taşıyan geniş alanına. Orası, Balkan akşamüstülerinin vazgeçilmez piyasa mekânıdır. Az ötede, 1967'deki kahredici depremde durmuş olan ve o gün bugündür akreple yelkovanı sabitleşmiş Saat Kulesi, Üsküp İstasyonu’nun yanıbaşında, şehrin benzersiz dinginliğine şahit olarak dikilir.

Siz, siz olun Vardar kıyısında akşamüstleri salının, akşamları, Taşköprü’yü göz ufkunuza alıp oturun... Bu şehirle ebedi bir barışıklık içine girdiğinizi farkedeceksiniz.

Ateşli Rumeli’nin orta yerinde, kozmopolit, vakur bir Balkan şehri. Üsküp, “Benim Şehrim” olmasın da, neresi olsun!(Benim Şehirlerim, Cengiz Çandar, s.233-236)

 

Kaleminle sağolasın, varolasın; Vardar Ovası’na yani “Üsküp”e, Yahya Kemal’in memleketine tekrar varasın; Mimar Sinan’ın eseri Taşköprü’ye tekrar bakasın; e mi, Cengiz Çandar!..

 

 

 

OHRİ

Ohri, özel bir şehirdir. O kadar özeldir ki, UNESCO onu kendi şehri saymış ve bir “kültür anıtı” olarak koruması altına almıştır. Ohri konumu ile, sokaklarıyla, evlerinin mimarisi ile, insanlarıyla, panoramasıyla, mabetleriyle, tarihiyle, çevre tabiatıyla, gölüyle, gölünün içindeki eşsiz özellikleriyle özeldir. Herbiri bir şehri tek başına “Benim Şehirlerim”den biri olmaya yetecek bir dizi özelliğe bir arada sahip bulunduğu için özeldir.

Makedonya toprağının en uç noktasına gelip oturmuştur. Hafif kaykılarak Galicica Dağı’na (Galiçitsa okunur) yaslanmıştır. Galicica/ Ohri’den önünüzü göle verip bakıldığında sol arkanızda uzayıp giden muhkem bir duvarı andırır. Gözün alabildiği kadar gider ve Sveti Naum’da son bulur…

Ohri’nin neresinde dursanız, karşınızda Arnavutluk topraklarını ve dağlarını görürsünüz; nüfusun bir bölümü (bizim dedenin dedesi misali) Arnavuttur ve Arnavutlar için Ohri, kendilerinden bir parçadır…

Yeniçeriler’den önce buraya ayak basan Horasan erlerinden, Alperenlerden Hayati Baba’nın hâlâ Balkanlar’daki Türk varlığı ve kültürünü dirençle sürdüren, her sabah duru bir Türkçe ile Yunus Emre’den ilahiler okunan Halveti tekkesine ayak basmadan, hiçbir Türk Ohri’den geçmez. Tekkenin bilge ve saygıdeğer şeyhi Kadri’ye uğramadan, bir tekke kahvesi içmeden Ohri'ye gelip-giden Türk’e rastlanmaz. Türkler için Ohri, benlikleri, tarihleri, derilerine kazınmış öz kültürleridir…

Ohri, Balkanlar’ın en sapa ve aynı zamanda her yöne geçit veren en revnaklı kavşağına oturmuştur. Ohri civarından, Balkanlar’ın en güzel panoramalarından birinin yanı sıra, tarihi ve kavimlerin birbirlerine dost ve garez dolu ebedî hareketlerini seyreder gibi olursunuz ve bu duyguyu böylesine yoğun pek az yerde yaşayabilirsiniz. Ne de olsa, Ohri özeldir...

Ohri, göldür. Gölsüz Ohri, Ohri olamazdı. Ohri Gölü gibi bir göl de pek olamaz. Güneşli havalarda mor ve eflatun arasında yer değiştiren olağanüstü güzel renkte, suyu avuç avuç içilebilecek temizlikte ve berraklıkta pırıl pırıl bir göl... Öyle bir göl ki, Ohri Gölü’nün alabalığı -lezzet açısından olmasa dahi- Allah'ın benzersiz sanatkârlığının canlı bir belgesi olarak başka hiçbir yerde bulunmaz. Bir istisnası ile... Bir de Baykal Gölü’nde bulunurmuş... Son derece zarif pembe cildinin üzerinde gözalıcı kırmızı benekleriyle ilahî bir estetik harikasıdır.

Ohri Gölü’nün derinliği 600 metreye varır. En derin yerlerinde yaşayan ve gözleri karanlıktan körelmiş bir balığın, balıktan ziyade fosilin kemiğinden yapılan Ohri incisi, eski Yugoslavya’nın en değerli mücevherlerinin başında gelirdi...

Bu Ohri, özel olmasın da, neresi olsun!

Şehrin kendisi, bu kadar cömert tabiat özellikleri ve güzellikleriyle baş etmek, Allah vergisi çevresinin hakkını vermek istercesine bir mimarî estetik şaheserini insan eliyle oluşturmuştur. Türkiye’nin Safranbolu evlerini hatırlatan bir mimarî tekniği Ohri’nin profilini çizer. Ohri’nin kültür abidesi evleri, birbirlerinin sırtına çıkarcasına, gölün kıyısından başlayarak tepeye doğru tırmanırlar. Ohri’nin Arnavut kaldırımı dar sokakları, kâh birbirine paralel, tepeye doğru yol alır; kâh merdivenlerle birbirlerine bağlanırlar. Bazı yerlerde evlerin cumbaları birbirleriyle öpüşecek kadar yaklaşırlar. Cumbaların veya kemerlerin altından geçerek sokaklarda zamanı ve kendinizi kaybedebilirsiniz... Tepedeki sarayın surlarının kalıntıları ve görkemli burçları da evlerin yanıbaşından kendilerini göstererek, güzelliğin ziyadesini sunarlar.

Ohri’nin evleri iç avlularıyla özeldir; Ohri, özeldir...

Limanın bulunduğu meydana sandalyelerini sokağa atmış kahvelerde oturun; gölün ve çevre dağlarının efsanevi dinginliğine kendinizi terk edeceğiniz gibi, içeri doğru yürümeye de koyulabilirsiniz. Beş dakika geçmeden, yaşını tahmin etmenin ve gördükten sonra unutmanın imkânsız olduğu Çınar’a gelirsiniz. Mahalleye adını veren de bu çınardır işte ve çınarın altına çökmeden edemezsiniz. Önünüzde minare, cami ve Hayati Baba Tekkesi…

Alıp başınızı o yönde yürümeye başladığınızda varacağınız mahalle Voska’dır, daha ötede Dalyan’dır ve nice Türk ailesi asırlar boyu, buraları tarihin ve kültürün bir parçası haline getirmişlerdir. Bu isimler, hâlâ Türkiye’de yaşayan insanların bir bölümünün hafızasında tazeliklerini korurlar…

Göl kenarından ayrılmayacaksanız Balkan müziğini dinleyeceğiniz, rüstik atmosferi ve özel albenisi olan balık lokantalarına takılmak zorundasınızdır. Bunlardan birinin adı Türkçe’dir. “Dalga” adlı bu lokanta, dünyanın pek nadide bir köşesinin size ait olduğu hissini içinize derhal yayabilir…

Bu duygu, bende, o an içinde bana geliveren ve bu yüzden bir süre sonra uçup gidecek türden bir duygu olmaktan ziyade bir “imtiyaz duygusu” olarak yansır. Çünkü, bu kadar özel ve özelliği olan Ohri, “Benim Şehrim”dir. Ben, kendimi bilmezken bile öyleydi. Kendimi bildikten ve en önemlisi onu bildikten, ona gittikten, onu gördükten, onda bulunduktan sonra haydi haydi öyledir. Bana ait bir şehirdir. Ohri, benimdir. O kadar benimdir ki, onu, onu paylaşmak istemeyenlerle bile paylaşabilirim…

(Benim Şehirlerim, Cengiz Çandar, s.89-92)

 

 

 

 

TİRAN

İnsanın kanında birkaç göbek öteden ve tek taraflı olsa bile, “Arnavutluk” olursa, herhangi bir Arnavut şehri de doğal olarak onundur. Arnavut şehirleri var; Arnavutluk şehirleri var. İlkine Kosova’nın Priştina’sı, Prizren’i giriyor. Hattâ Üsküp bile Makedonya olduğu kadar Arnavutlar tarafından benimseniyor. Bir de Arnavutluk şehirleri söz konuşu. Başta başkent Tiran, İşkodra’sı, Elbasan’ı, Dıraç’ı (Durres), Korça’sı ile Arnavutluk’un şehirleri...

Kosova, Yugoslavya’ya ait olduğu için ulaşılabilir bir konumdadır. O nedenle, “kolay kolay girilmez” ve sanki “kuş uçmaz, kervan geçmez” gibi görülen Arnavutluk diyarının şehirleri “gizemli”dir.

İnsan bilincinde yer alan ideolojik katmanlı sis perdeleri bir yandan Arnavutluk’un Arnavutça anlamı olan “Kartallar Ülkesi”nin yol vermez dağlarının Adriyatik’in bir kıyısında sakladığı toprakların ulaşılmazlığı diğer yandan; bu ülkeye yola çıkmak ne heyecan vericiydi ama...

Pek az ülke toprağına doğru uçak alçalırken, tarifsiz merakla gözlerimi cama yapıştırdığımı hatırlarım.

Havaalanından Tiran’a gidene dek, bir Gulliver serüveni duygusuyla yaklaşık yarım saatlik araba yolculuğu esnasında da, nazarlarımı geçtiğim gördüğüm arazinin her santimetrekaresine öyle bir oturtmuştum ki, Tiran’a girdiğimizi bile farkedemedim.

Tirana girdiğimizi henüz farketmiştim ki, şehrin büyük bölümünü çoktan katetmiş, merkezini geçmiş ve geleceğimiz yerde durmuştuk bile.

Tiran, keşfi için çok çaba harcanması hiç ama hiç gerekmeyen bir şehir. Balkanların sevecen ve hayatiyet dolu yeşil tabiatının içinde, kiremit damlı mütevazi evleriyle, ardında Arnavutluk’un “Kartallar Ülkesi” olduğunu hatırlatırmışçasına dimdik duran Dajti (Dayti) Dağı’na yaslanmış, orta büyüklükte bir Ege veya Marmara kasabası…

Arnavutluk’un Karadağ’a yaslandığı noktada tüm dünyaya kafa tutarmışçasına bir gururla kendi adıyla anılan ve Osmanlılar’ın Balkanlar’da son dayandığı kalenin eteğindeki İşkodra, Tiran’a hiç benzemiyor, İşkodra’nın mimarisi elbette Tiran’la ortak özellikler taşıyor ama İşkodra’nın ne günlük dinamizminin ve ne de canlı, coşkulu insanlarının Tiran ile ilgisi yok.

İşkodra, kitaplardaki ve kafalarımızdaki Balkanlılığın mücessem ve sevimli bir ifadesi olarak mevcut, İşkodra, tümüyle benim şehrim. Her şehirden çok daha fazla belki de... Baba tarafından adını bile bilmediğim dedemin dedesi orada “kaymakam” olduğu için İşkodra derhal beni bağrına bastı. Ayaklarım yerden kesildi. İşkodra, beni derhal İşkodralı ilan etti. Onlara, baba tarafımdan dedemin dedesinin İşkodralı olmadığını, Ohrili olduğunu anlatmama fırsat vermediler. Anlatabildiklerime de pek kulak asmadılar. Madem ki, baba tarafımdan dedemin dedesi, “İşkodra Kaymakamı” idi; ben İşkodra’nın “evladı” idim ve hatta o an hanedan kültürünün tabii sonucu olarak “İşkodra Kaymakamı” sayılıverdim.

Aynı ilgiyi Tiran’da bir “İşkodralı” olan Arnavutluk’un lideri Ramiz Alia’dan da gördüm. Ben, kendimi, o gün bugündür, “İşkodralı” da sayarım.

İşkodra ile Tiran’ı birbirine bağlayan ortak mutfaktan başka ne bulabilirim acaba? “Elbasan tava” ile “Arnavut ciğeri”ni pek göremedim, bulamadım. Fakat Türk mutfağının bütün mezelerini, aynı yemekleri olanca ve olabildiğince cömertlikle masaya getirmekte İşkodra ile Tiran arasında hiçbir fark yoktu...

Yine de “yaşayan” İşkodra benim olduğu kadar Tiran da olmalıydı. İşkodra’da olmayan ve bende olduğunu sandığım Tiran’da vardı çünkü...

Tiran’da tevazuya sarınmış gizli iddiacılık var. Şehir, ne ölçüde mütevazı ise, insana aşıladığı garip ve tanımı imkansız bir önsezi ile gizlediği fakat mevcut olduğunu adınız gibi bildiğiniz bir iddiacılığa ve kararlılığa sahip.

Ve, bu kimlik, bu kişilik; işte o ortada gözükmedikleri anda şehrin varlığını farkedilmez kılan, adeta şehri yokeden, ortaya çıktıkları anda ise şehri birdenbire varedip, bir “insan şehir” haline dönüştüren Tiranlılar’ın akşamüstleri çetin yüz hatlarıyla yaptıkları sessiz yürüyüşlerde kendisini sunuyor.

Bu kimlik, insanı dinginleştirdiği ölçüde dipdiri tutan ve Dajti Dağı’ndan esen yelle beslenen Balkanlar’ın o külhanbeyi havasındadır ve canlı yeşil doğasına yerleşmiştir.

Tiran, tam o noktada, sadelik, sade güzellik, doğallık, tevazu ve vakarın, o çok “Arnavut” olan vakarın ve Balkan gelenekçiliğinin dünyaya kafa tutan mekânıdır.

Bu şehir nasıl benim olmasın!(Benim Şehirlerim, Cengiz Çandar, s.134-137)

 

 

 

***

 

 

 

 

İSLÂM ÜLKELERİ

EY İNSANLAR! BİZ SİZİ BİR ERKEKLE BİR DİŞİDEN YARATTIK VE

TANIŞASINIZ DİYE KABİLELERE

VE MİLLETLERE AYIRDIK.

Kur’an/Hucurât(49);13

AZERBAYCAN

CAN AZERBAYCAN

 

REŞAT NURİ EROL

 

TAKDİM

“KAFKASYA” ÜLKESİ KOMŞUMUZ “AZERBAYCAN”

“Türkiye” dışında ülkenin tamamında “Türkiye Türkçesi”nin konuşulduğu ikinci ülke “Azerbaycan”… Komşu ve akraba olduğumuz ve aynı dili konuştuğumuz halde, 70 yıl ayrı kaldığımız “Azerbaycan”… Ancak demir perde kalktıktan sonra hasret giderip kavuşabildiğimiz “Can Azerbaycan”…

Sovyetler Birliği sona erip demirperdenin kalktığı daha ilk aylarda değişik ülkelerden 15 işadamı arkadaşımla 15 günde 15 eski demirperde ülkesine yaptığımız ve adeta bir maraton gibi geçen unutulmaz seyahatin final ülkesi “Can Azerbaycan”…

İstanbul’dan Kazakistan’ın başşehri Alma Ata’ya, oradan Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e geçtik. Burada orta büyüklükte bir Rus uçağı kiraladık ve her gün bir ülkeye uğramak üzere adeta bir maratonu andıran seyahatimize başladık. Önce Türk cumhuriyetleriKazakistan”, “Kırgızistan”, “Türkmenistan”, “Tacikistan”, “Özbekistan”… Sonra Rusya’nın başkenti “Moskova” ve “Rusya Federasyonu”ndaki “özerk bölgeler ve cumhuriyetler”… Mesela, “Dağıstan” ve başkent “Mahaçkale”, “Başkırdistan” ve başkent “Ufa”… Ve daha niceleri...   En sonunda, finaldeki ülke “Azerbaycan” ve onun başkenti “Bakü”…

Demir perde yıkılır yıkılmaz 10 yıl önce ilk defa gördüğüm Orta Asya, Kafkasya ve Rusya Federasyonu’ndaki ülke ve şehirleri, 70 yıllık hasretten sonra öylesine yoğun bir duygu seli içinde gezmiştim ki; bunları yazamamak içimde bir ukde gibi çöreklenmişti. Aslında bu duygu ve düşüncelerim, kendimi bildim bileli, daha çocukluğumun ilk yıllarından beri hep vardı. Çünkü ben eski bir komünist ülke olan Yugoslavya’da, Kosova’da doğmuş (1950), yedi-sekiz yaşına kadar Kosova ve ana memleketim Sancak’ta (Bosna) yaşamıştım. Yıllarca bütün akrabalarımdan; amcalarım ve halalarımdan, dayılarımdan ve diğer bütün yakınlarımdan beni ayıran yıkılasıca “demir perde”nin yok olmasını hep beklemiştim. Orta Asya, Kafkasya, Rusya ve Balkanlar’ı rahatça gezme imkânı bulduğum ilk andan itibaren, buraları hep bu duygu ve düşüncelerle gezdim… Gezdim; ve hep yazmak istedim... Yazmak; ve yazdıklarımı birileriyle paylaşmak…

Nasip, bugüneymiş... Nasip, Millî Gazete’ymiş…

Nasip, siz değerli Millî Gazete okuyucularıymış…

Sonraki yıllarda Orta Asya ülkelerine yaptığım seyahatlerde havadan defalarca üzerinden geçtiğim Bakü ve “Azerbaycan”a -çok istememe rağmen- bir daha gitmek nasip olmadı. Ama bugünlerde bu güzel “İslâm Ülkesiüzerinde çok yönlü araştırmalar yaparak yazmak nasip oldu. Buna da şükür!

“Can Azerbaycan” ve candan kardeşlerimiz “Azeriler”, bu arada genel olarak “Kafkaslar” konusunu yazarken, biraz olsun hasret gidermiş oldum.

70 yıllık hasretin bitmesi ve ilk seyahatten itibaren görüp yaşadıklarımı hatırlamak ne kadar güzel!..

Bu duygu ve düşüncelerimi, ayrıca “Kafkasya” ve “Azerbaycan” ile ilgili son araştırmalarımın sonuçlarını sizlerle paylaşmak daha da güzel!..

Daha nice güzel ülkelerde buluşmak duâ ve dileğiyle…

İNSANLIK TARİHİNDE “KAFKASYA”NIN ÖNEMİ

Tarihte ilk insanlar yaz-kış meyvesi olan bahçede (Aden Bahçesi’nde) yaratıldı. Siyah derili olan Hazreti Adem’in Afrika’da Nil Vadisi’nde yaratılmış olabilmesi ihtimali fazladır. Siyah ırk hâlen orada yaşamaktadır. Son genetik araştırmalar göstermiştir ki ilk insan siyah renkliydi. Toplayıcılıkla (meyve toplayıcılığı) geçinen ilk insan Nil Vadisi’ne benzeyen Fırat ve Dicle Vadisi’ne gelmiştir. Burada siyah ırk bulunmadığına göre insandaki ilk beyazlaşma buraya gelmeden önce Mısır’da olmuş olmalıdır. İnsanlar çoğalmış ve soğuk iklim gelmişti. İnsanlar artık sadece meyvelerle geçimlerini sağlayamıyorlardı. Bunun üzerine avcılık yapmayı öğrendiler.

Avcılıkla toplayıcılığın birlikte en kolay şekilde uygulanabilen ülkesi olan “Kafkasya” o zamanki dünyanın “Avcılık Uygarlığı”nın merkezi olmuştur. Ormanlarıyla birlikte yaz ve kış mevsimleri olan bu ülke toplayıcılık ve avcılık yapmaya son derece elverişli bulunuyordu. Kışın karın yağmadığı deniz sahillerine inilir, ilkbahardan itibaren bol suların aktığı dere vadilerinden yukarıya çıkılırdı. Yazın ortasında “Kafkas Dağları”nın eteklerine kadar ulaşılır, buralardaki meyveler toplanır, hayvanlar avlanır, kışın sonbahara doğru aşağıya doğru inilir ve böylece her mevsimde avcılık ve toplayıcılık yapma imkânı bulunurdu.

Dünyaya avcılık buradan yayılmıştır. Böylece “Kafkasya” insanlığın dünyaya ilk dağılma merkezi olmuştur.

Dünyada zamanla yine nüfus artmış ve yeniden sıcaklar gelmeye başlamıştı. Av hayvanları azalmıştı. İnsanlar artık avcılıkla geçinemez olmuşlardı. Bu sefer “Çobanlık Dönemi” başlamıştı. İnsanlar bu dönemde av hayvanlarını evcilleştirmişler ve çobanlık dönemine geçmişlerdir.

Kafkasya” çobanlığa da son derece elverişli olduğu için Doğu Avrupa’dan ve Orta Asya’dan göç eden avcılar “Kafkasya”da toplanmaya başlamışlar, sonra oradan güneye inmişlerdir. Böylece “Kafkasya” ikinci defa yine dağılma merkezi olmuştur. İşte bu yoldan iki ırk güneye inmiştir. Biri Türk ırkı, diğeri de Slav ırkı. Slav ırkı Hint-Avrupa ırkıdır, ancak doğu ırkları ile melezleşmiştir. Türk ırkı da doğu ırkıdır (Çin ve Moğol), ancak batı ırkları ile melezleşmiştir.

Kafkasya”dan gelen Türk ırkından olan Sümerler Mezopotamya’da ilk uygarlığı kurmuşlar ve 3000 yıl gibi uzun zamanda dilleri doğuda kültür dili olmuştur. “Kafkasya”dan gelen arı ırkından olan insanlar Anadolu’da Hitit Medeniyeti’ni kurmuşlardır. İtalya’ya kadar giden Etrüskler de “Kafkasya”dan Anadolu’ya gelen ve sonra oralara gidenlerdi. İran’daki Elamlar da buralardan gelmişlerdir.

Kafkasya” ilk Türk-Slav karışımı olan İskit kavminin de uğrak yeri olmuştur. Bunları Mezopotamya’da da görüyoruz. Sonra Hunlar; sonra Göktürkler; sonra Anadolu’yu da istila eden İlhanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar buralarda hükümferma olmuşlardır.

İslâmiyetKafkasya”ya Halife Hazreti Osman zamanında girmeye başlamıştır. Sonunda Milâdi 1000 yıllarında Türkler toptan Müslümanlığı kabul edince burada bulunan Türk ırkından olanlar İslâmiyet’i kabul ettiler; Avrupa ırkından olanlar da Hıristiyanlığı kabul ettiler. Gürcüler ve Çerkezler gibi bazı kavimler ise bölündüler. “Kafkasya”da iki din bugün eşit güçte yaşamaktadır.

 

AZERBAYCAN’IN

KAFKASYA, TÜRKİYE, İSLÂM ÂLEMİ VE İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ

A) “AZERBAYCAN”IN AZERİLER VE KAFKASYA İÇİN ÖNEMİ:

Kafkasya” ile ilgili bütün bu bilgilerden sonra, çağımız dünyası açısından “Azerbaycan”ın durumunu tahlil edelim. Bağımsız bir devlet olma bakımından “Azerbaycan halkı”, geçmişte çok büyük sıkıntılar yaşamıştır. Nitekim, son yetmiş yıl Sovyet yönetimi altında kalmıştır. Azeri nüfusun yarısı bu çileleri çekerken, diğer yarısı da, geçmişte olduğu gibi bugün de İran’da yaşamaktadır.

Azerbaycan”ın petrolü vardır. Güney Kafkasya’da başka hiçbir ülkenin petrolü yoktur. Dolayısıyla Azerbaycan’dan kopan bir “Kafkasya”, hem coğrafî hem de tabiî kaynaklar bakımından kısırlaşır ve kendisini esaretten kurtaramaz. “Kafkasya” iklimi ve tabiî kaynakları ile 70 milyonluk bir devleti refah içinde yaşatabilir. Bundan dolayı (“Avrupa Birliği” veya “Karadeniz Birliği” gibi) “Kafkas Birliği”nin kurulması, tüm Kafkas ülkelerinin ortak hedefi olmalıdır. Bu durum yalnız “Kafkasya” ülkeleri için değil, komşuları “Türkiye” ve “Rusya” için de çok önemli bir husustur. Çünkü güçlü bir “Kafkas Birliği” Türkiye ile Rusya arasında mevcut tarihî düşmanlığı da sona erdirir. Böylece Kuzey Kafkasya’daki Müslümanlar, güç durumlarda kaldıklarında göç edecek ülke bulurlar. Bu sayede Rusya Federasyonu’nun içinde de huzur hükümran olur.

Nitekim, son günlerde “Rusya Federasyonu” da “Avrasya Birliği” kurulması teklifiyle, özel yetkilerle donatılmış olan Büyükelçi Albert Çerniçev’i (SSCB Eski Ankara Büyükelçisi), Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile görüşmeler yapmak üzere Ankara’ya göndermiştir. Aklın yolu birdir.

“Kafkasya Birliği”nin kurulması için:

a) Rusya, Türkiye ve İran’ın desteği ile başlangıç olarak önce Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan “Kafkasya Birliği”ni kurmalıdırlar. Sonra diğer Kafkas ülkeleri de bu birliğe katılmalıdır. Aralarında çıkacak her türlü nizaları hakemler yoluyla çözmelidirler.

b) “Kafkasya Birliği”, “Avrupa Birliği” gibi tedrici bir şekilde kurulmalıdır. Kanaatimce, “Kafkasya Birliği”, Avrupa Birliği’nden çok daha hızlı bir şekilde bu birliğe gidebilir.

c) “Kafkasya Birliği”nin ortak parası olmalıdır. Bu para altına kota edilmelidir. Ülke içinde “Kafkas Parası” kullanılmalıdır. Türkiye, Rusya ve İran devletleri bu parayı kendi ülkelerinde konvertibl yapmalıdırlar. Bu durum “Kafkasya Birliği”ne komşuları tarafından verilen büyük bir kredi olur.

d) “Kafkasya Birliği” ortak bir ordu bulundurmalıdır. Kafkasya on kadar bölgeye ayrılmalıdır. Her bölgede bir ordu bulundurulmalıdır. Bir bölgede bulunan ordunun askerleri o bölgenin dışından olmalıdır.

e) Harcamaların “Kafkasya Birliği” tarafından yapılması şartıyla, devletler dışarıdan göç kabul ederler. Böylelikle en kısa zamanda “Kafkasya”nın nüfus olarak 70 milyona çıkması sağlanır. Bu gelişme bu bölgenin sanayileşmesi ile olur. Bölge sanayileşince işçi ihtiyacı doğar, bu ihtiyaç da oraya göç edecek olanlarla karşılanır. Türkiye, Rusya, İran, Orta Asya ülkeleri buraya göç verebilirler. Buranın sanayileşmesi için katkıda bulunabilirler. Bu katkı, katkıda bulunan ülkelerin kendi sanayilerini de geliştirmiş olur.

Azeri kardeşlerimize tavsiyemiz; “Kafkasya Birliği”nin kurulmasına öncülük ediniz, bu birliği kurunuz ve bu birliğe giriniz. Üniversitelerinizi birlik çerçevesinde yeniden yapılandırınız. Gençleriniz iki fakülteyi bitirmeyi hedeflesinler ve bu fakültelerden birini Türkiye’de okuyarak, Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirerek yaşatsınlar. Devlet olarak “Kafkasya Birliği”ni hedeflesinler. “Kafkasya” “Azerbaycan”sız olamaz, “Azerbaycan” da “Kafkasya”sız olamaz.

 

B) “AZERBAYCAN”IN TÜRKİYE, İSLÂM ÂLEMİ VE İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ:

Bir devlet bir ırka dayanarak ve bir dil ile kurulur. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin yapısında üç unsur yer almıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu’da kurulmuştur ve Anadolu’da tarih boyunca yaşamış olan bütün devletlerin vârisidir. Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar, Urartular ve Bizanslılar “Türkiye” yani “Anadolu uygarlıkları”nı oluşturdular. Bizanslılar Anadolu halkını zorla Hıristiyan yaptılar ama eski halkları aynen korudular. Başka yerden halk getirmediler. Selçuklular ve Osmanlılar ise 900 yıl onlarla iç içe yaşadılar. Bugünkü “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” bu uygarlıklara vâristir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni Türkçe konuşan Türkler kurmuşlardır. Müslümanlaşan Anadolu halkları da bunlara katıldılar. Bu halkların ana dilleri Türkçeleşmiştir. Türkler kendilerini Selçukluların devamı saymışlardır. Anadolu halkı İslâmiyet’i Türklerden öğrendi. Dolayısıyla Türk ırkının Anadolu halkı ve devleti üzerindeki etkisi, diğer Anadolu halklarının etkisinden daha fazladır.

Nihayet, Türkler Milâdi 1000 yıllarında topyekün Müslüman olmuş, iktidarı ellerine almış ve “İslâm Uygarlığı”nı kurmuşlardır. “Abbasiler”in yerini, önce “Selçuklular”, sonra “Osmanlılar” almıştır. “Türkler” bu gelişmeden sonra kendilerini bir Türk devletinden ziyade, “İslâm devleti” saymışlardır.

İşte “Türkiye”nin bu durumu, genel olarak Türkleri, özel olarak da bazı toplulukları çok yakından ilgilendirmektedir.

Hıristiyan da olsalar Gürcü, Ermeni ve Rum gibi topluluklar, diğer Hıristiyan topluluklardan ziyade, bize daha yakındırlar. Kışkırtmalarla arada kanlı yıllar geçmiş olsa bile, halklarımız hâlâ birbirlerini sevmektedir. Çünkü biz 900 yıl Anadolu’da barış içinde birlikte yaşadık. Bundan dolayı her zaman aramızda barış ve dostluk temin edilebilir.

Türkler” dünya Müslümanlarını diğer din mensuplarından farklı görürler. Çünkü Türkiye’nin %98’i Müslüman’dır. Yarım bin yıla yakın, yani 500 yıllık zaman biriminde İslâm halifeliğini Türkler temsil etmişlerdir.

Türkiye” dünyada 500 milyon civarında olan Müslüman Türkler ve diğer Türklerle de ilgilenmek zorundadır. Bunların başında çeşitli sebeplerden dolayı bu ilgiye mahzar olmada“Azerbaycan halkı” ilk sırayı alır. Bir defa dil itibariyle Azerbaycan bize en yakın olan ülkedir. Azerilerin Türkçesi, Türk dili açısından Anadolu lehçeleri arasındaki farklar kadar bir ayrılık gösterir. Komşumuzdur. Şii olması onu ikinci dereceye indirmemektedir. Çünkü Türkiye, Sünni olmakla beraber, Şii kültürünü de ülkesinde geliştirmek zorundadır. Yoksa Alevi sorununu çözemez.

Türkiye İran Şiiliğini geliştiremez. Çünkü o zaman o Şiilik Türkiye’de sorun olmaya başlar. Türkiye’de Azerbaycan Şiiliği ilmî ve kültürel olarak ele alınmalıdır. Azerbaycan Şiiliği ile Türkiye Sünniliği telif edilmelidir.

Türkiye” için “Kafkasya Birliği” son derece önemlidir. “Türkiye” dünyanın tam ortasında “tam tarafsız bir denge ülkesi” olarak kalmak zorundadır. Bunu sağlamak için çevresinde güçlü ama süper güç olmayan devletler oluşturmalıdır. Yüzyıllardır “İran” Türkiye için böyle bir devlettir. “Kafkasya Birliği” de kurulursa, o zaman Türkiye kendisini güvenceye almış olur. “Balkanlar” Avrupa Birliği’ne katılırsa Türkiye Avrupa ile dostluk ilişkileri kurabilir. Böylece, Avrupa, Anadolu’yu istilâ etmekten vazgeçebilir. Ondan sonra Türkiye’nin sadece güney-doğu sorunu kalır. O zaman bu sorunu daha güvenilir bir şekilde çözmeye çalışabilir.

Türkiye’nin “Kafkasya Birliği”ne güvenebilmesi için “Azerbaycan” mutlaka o birlik içinde yer almalıdır.

Bugün yeryüzünde nüfusun dörtte birini oluşturan Müslümanlar dağılmış olarak yaşamaktadır. İslâm devletleri olsalar bile içlerinde Müslüman olmayanlar da yaşamaktadır. Müslümanlar da İslâm Âlemi olarak kendi içlerinde Sünni ve Şii olarak bölünmüşlerdir. Bunlar ayrı dinden imiş gibi yaşamaktadırlar. Birbirlerinin mabetlerine girmiyorlar, birbirleriyle evlenmiyorlar!..

Oysa, İslâmiyet, Hıristiyanlarla bile evlenmeyi meşru kılmıştır. İslâmiyet, sadece Ehli Kitap olmayanlarla evlenmeyi gayrimeşru saymıştır. “İslâm Âlemi” adeta “Azerbaycan”dan habersizdir. Oysa “Azerbaycan” bazı çok güzel, önemli ve özel özelliklerinden dolayı “İslâm Âlemi”nde çok önemli roller oynayabilir.

Azerbaycan”, petrolün ilk bulunduğu yerdir ve hâlâ bol petrol rezervleri vardır. Ortadoğu’nun parçasıdır. Komşuları ve Rusya için de çok önemli bir ülkedir. Türk dünyası için de çok önemli bir ülkedir. Ortadoğu’ya hakim olmak isteyen sömürü sermayesi için de çok önemli bir ülkedir.

Azerbaycan petrolleri”nin dünyaya pazarlanma kanalı, aynı zamanda Orta Asya ve Sibirya petrol ve gaz kaynaklarının da pazarlanma kanalı olacaktır. Bundan dolayı “AzerbaycanRusya, Avrupa, Amerika, hattâ Çin için bile çok önemli bir ülkedir. Her zaman bunların müdahale odağındadır…

Bu müdahalelerden korunmak için “Azerbaycan” her zaman güçlü olmalıdır. Başta “Türkiye” olmak üzere, “İslâm Âlemi” ve diğer dünya devletleri ile çok iyi, sağlıklı, verimli, dengeli ve dostane ilişkiler içinde bulunmalıdır. “Azerbaycan” önce kendi halkı, sonra komşuları ve bütün dünya için bir istikrar abidesi olmalıdır.

 

 

 

***

 

 

 

 

 

İSLÂM ÜLKELERİ

EY İNSANLAR! BİZ SİZİ BİR ERKEKLE BİR DİŞİDEN YARATTIK VE

TANIŞASINIZ DİYE KABİLELERE

VE MİLLETLERE AYIRDIK.

Kur’an/Hucurât(49);13

AFGANİSTAN

 

REŞAT NURİ EROL

 

TAKDİM

 

ECELİ GELEN BÜYÜK DEVLETLERİN SALDIRDIĞI

İSLÂM ÜLKESİ AFGANİSTAN

Adeta dünyanın merkezi konumunda bulunan “Türkiye”de; ayrıca iki kıtayı birleştiren ve dünya başkenti gibi duran “İstanbul”da yıllardır yaşıyorsanız, kendinizi dünyaya ve ülkelere bakma konusunda imtiyazlı gibi hissedersiniz!.. “DİN VE TURİZM – KUR’AN VE SEYAHAT” isimli bir kitabın (ki yazdığım ilk kitabın adıdır, 1976) yazarıysanız; bu arada seyahatin dışında Avrupa ve Asya’da birkaç ülkede yıllarca yaşadıysanız, kendinizi ülkeleri ve şehirleri yazma konusunda haddiniz olmadan yetkili zannedersiniz!.. İşte bu ve benzeri sebeplerle Millî Gazete Yöneticileri “İSLÂM ÜLKELERİ”ni tanıtan yazılar yazmanızı teklif ettiklerinde, bu konuda yazmaya karar verirsiniz!..

Nitekim ben de öyle yaptım ve yazmaya başladım…

Gazetemizin bu sayfasında her seferinde “İSLÂM ÜLKELERİ”nden birini genel olarak siz değerli okuyucularımıza çok yönlü olarak tanıtmaya çalışacağız. İslâm âlemi ve ülkeleri, özellikle geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde çok büyük dalgalanmalar geçirdi. Bu dalgalanma, değişim ve gelişmelerin sembol ülkelerinden biri de “Afganistan”dır. Alfabetik seçimimizdeki bir tevafuk olarak da” İslâm Ülkeleri”ni tanıtmaya bu ülkeden başlıyoruz.

“Afganistan” son yıllarda önce Sovyet işgaline karşı verilen CİHAD ve komünizm rejimine karşı yapılan Bağımsızlık Savaşı, sonra mücahit grupları arasındaki İktidar Kavgası, sonra Taliban ile muhalifleri arasındaki İç Savaş ve son olarak da ABD İşgali yüzünden uzun süreden beridir İslâm âlemi ve dünya kamuoyunun gündeminde olan bir “İslâm Ülkesi”dir.

“Afganistan” sanki dünyanın büyük devletlerinin çöküş dönemlerinde adeta onlara sembolik olarak mezar olmak için varedilmiş bir ülke. Önce İngiltere (Büyük Britanya)… Sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği… Ve şimdi de Amerika Birleşik Devletleri…

Eceli gelen büyükler hep Afganistan’a saldırıyor ve bu saldırılar sonlarının başlangıcı oluyor.

BÜYÜK BRİTANYA/ İNGİLTERE: I. Afgan – İngiliz Savaşı (1838-1842); Hayber Geçidi’nde bir İngiliz ordusu yok edildi. II. Afgan – İngiliz Savaşı (1878). III: Afgan – İngiliz Savaşı (Ravalpindi Ateşkesi, 8 Ağustos 1919 ve Kâbil Antlaşması, 22 Kasım 1921). Büyük Britanya sona eriyor.

SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ: Afganistan–SSCB Cihadı (1978-1989) ve bu cihadın sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılması.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ: 21. yüzyılın başında da Afganistan–ABD Savaşı başladı. Eceli gelen ABD önce Afganistan’a, sonra Irak’a saldırdı… Bu saldırıların sonunu hep beraber göreceğiz… Nitekim, 1976 yılında yazdığı “NİHAÎ ÇÖKÜŞ”/ Sovyet Kesiminin Çöküşü Üzerine Deneme adlı kitabıyla Sovyetler Birliği’nin dağılacağını ve çökeceğini 15 sene öncesinden haber veren Fransız düşünür Emmanuel Todd; yeni yayımlanan “İMPARATORLUKTAN SONRA” (Apres L’Empire)/ Amerikan Sisteminin Çöküşü Üzerine Deneme kitabında benzer öngörüleri Amerika Birleşik Devletleri için ileri sürüyor ve ABD’nin çöküşün eşiğinde olduğunu belirtiyor.

Önce Büyük Britanya…

Sonra Sovyetler Birliği…

Ve şimdi de Amerika Birleşik Devletleri…

 

AFGANİSTAN’IN

TÜRKİYE, İSLÂM ÂLEMİ VE İNSANLIK İÇİN

Ö N E M İ

a) AFGANİSTAN’IN AFGANLILAR İÇİN ÖNEMİ:

“Afganistan” Avrupa’daki İsviçre ve Balkanlar ile Asya’daki Kafkaslar gibi dağlık bir ülkedir. Göçlerin uğrak yeridir. Çin, Tibet, Sibirya, Orta Asya halkları buradan geçerek İran’a, Hindistan’a, Ortadoğu’ya, Avrupa ve Asya’ya gitmişlerdir. Bu sebepledir ki burada değişik diller konuşulur, değişik töreler yaşar. Tek devlet uzun zaman burada hakimiyetini kuramaz. Aşılmaz dağlar ve derin vadiler bu ülke halkını daima bağımsız yapar. Az olan topraklar ve ormanlar küçük aile tarımıyla yaşama imkânını sağlar. Bu özelliklerinden dolayı insanlar savaşçı ama aynı zamanda sıkı disipline gelmez halklar şeklinde oluşmuştur. Dar kapalı topraklarda yaşayan ülke sakinleri binlerce yıldır kendilerine özgü kültürler geliştirmişlerdir ve hâlâ o kültürleri yaşatmaktadırlar.

Nüfus artışı sebebiyle bu tür ülkeler hep göç verirler ama kendileri fazla göç almazlar. Kendilerini beslediği kadarı ile halk hiçbir zaman buralardan ayrılmaz. Göç edenler bile anavatanlarını asırlarca unutmazlar. Yakınları ile irtibatları sürüp gider. Buralarda sanayi tarımı, hattâ saban tarımı bile zor yapılır. Ova tarımına veya sanayisine alışmış halklar buralara gelip yerleşemezler, bundan dolayı da onları yönetemezler. Onun içindir ki bu gibi dağlık ülkeler tarih boyunca her zaman bağımsızdırlar. İşgal edildikleri zaman işgalciler yani işgalci devlet kolay kolay buralara hakim olamaz. Halk teslim olmuş görünür ama asıl varlığını yitirmez. Fırsat bulunca işgalcileri def ederler.

Gerek ülkesi gerek nüfusu ile “Afganistan” geleceğin dünyasında tek devlet olmak zorundadır. Bu öngörü “Kafkasya” ve “Balkanlar” için de geçerlidir. Nitekim Avrupa ortasındaki İsviçre bu coğrafi yapısı sayesinde huzurlu olarak yaşamaktadır.

 

b) AFGANİSTAN’IN BÖLGE İÇİN ÖNEMİ:

Yeryüzü büyük kara parçalarına ayrılmıştır. Bu ayrılma denizlerle olmakta yahut dağlarla sağlanmaktadır. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika, Avustralya ve Adalar denizlerle oluşmuş kara parçalarıdır. Avrupa ise büyük kıtadan Akdeniz ve Karadeniz’in yanında Kafkaslar ve Ural Dağları ile ayrılmıştır. Himalaya Dağları doğudan Çin’i, güneyden ise Hindistan’ı ayırmış ve onları bağımsız kara parçaları yapmıştır. Tarihte eski uygarlıklar buralarda kurulmuştur. Ural Dağları’nın doğusunda, Himalayalar’ın kuzeyinde kalan büyük bir kara parçası daha vardır. Tibet Yaylası, Sibirya ve Orta Asya buralarda yer alır.

Buralar tarihte göçebe devletler kurmuş ve zaman zaman hem doğuyu hem batıyı istila etmiş halkları barındıran yerlerdir. Bol madenleri, yeraltı enerji kaynakları, ormanları ve geniş arazileri olan topraklardır. İlmî sanayi doğmadan önce sadece otlaklarından yararlanılan bu topraklar, şimdi teknolojinin gelişmesi ile gittikçe zenginleşmektedir. Bağımsızlıklarına yeni yeni kavuşmakta olan bu bölgedeki ülke halkları sömürüldükleri için nüfus artmamakta ve gelişmemektedir. Ancak gelecekte buralar günümüzden belki on veya yirmi misli fazla nüfusu besleyebilecektir; yani, Çin ve Hindistan gibi milyarlara varan insanı barındıracak ülkeleri olabilecektir. Şimdilik Ruslar ve Çinliler bu bölgeyi sömürmektedir. Amerikalılar da bunlara ortak olmak istemektedir.

“Afganistan”ın bölgede önemi şudur ki; geleceğin dünyasındaki bu kuzey kıtası Afganistan yoluyla hem Hindistan’a hem de Batı’ya buradan açılacaktır. Buralardan gelip geçme –bugün Türkiye ve İran’dan geçme mecburiyeti gibi- gelecekte zorunlu hâle gelecektir. Nitekim “Afganistan” tarihte de “İpek Yolu”nun ana geçiş yolu üzerindedir. “Afganistan”ın bağımsızlığını koruyabilmesi ve gelişebilmesi için tarafsız kalması, ayrıca İslâm ülkesi, barış ve istikrar ülkesi olması gerekmektedir. Bunun için neler yapmalıdır?

a) Bölgeden yani “Afganistan”dan geçişler serbest olmalıdır. Devlet vize ve gümrük sorunları çıkarmamalıdır. Afganistan peyderpey bunları tamamen kaldırmalı ve tam serbest bölge olmalıdır.

b) “Afganistan” güçlü savunma ordusuna sahip olmalıdır. Başka devletler buraya saldırıp işgal edememelidir. Ancak saldırı ordusu bulunmamalıdır. Asla komşularına hükmetme sevdasına düşmemelidir. Buna kalkışırsa komşuları birleşir ve onu ortadan kaldırır veya istilâ ederler.

c) Afganistan altyapısını tamamlamak için vakıflar kurmalı ve bu vakıflara katkıda bulunan bütün devletlerle işbirliği yapmalıdır. Afganistan’da yabancı sermayenin gelip yatırım yapmasına izin verilmeli ve bunlardan sadece kendi vatandaşlarından alacağı en çok beşte bir vergi almalıdır. Giriş ve çıkışlar tamamen gümrüksüz olarak serbest olmalıdır. Böylece burayı işgal etmek artık kimseye yaramamış olur. Ama bölgenin merkezinde olma avantajı sebebiyle hem kendisi yararlanmış hem de bölgeyi ve insanlığı yararlandırmış olur.

d) Ülkede demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devletini kurmalıdır. %99’u Müslüman olan bir ülkede gerçek bir lâiklik orasını zaten Müslüman yapar. Devletin herhangi bir dinin hamisi hâline gelmiş olması, hem içte bölücülüğe sebep olur hem de oradan gelip geçecek olanları veya orada ticaret ve yatırım yapacak olanları rahatsız eder. “Afganistan Devleti” konumu gereği lâik olmalıdır. Öyle olmazsa, bunu bahane eden ülkeler burayı istilaya kalkışırlar.

 

c) AFGANİSTAN’IN TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ:

“Türkiye” hem doğu-batı karalarının tek ana geçididir hem de kuzey karalarından güney denizlerine geçit veren bir ülkedir. Tuna Nehri üzerinden Avrupa ortalarına kadar gemi taşımacılığı yapılmaktadır. Hazar Denizi Karadeniz’e su yolları ile bağlıdır. Gerek Orta Asya gerekse Doğu Avrupa suları gemi taşımacılığına elverişlidir. Karadeniz’den geçip Akdeniz’e ve Kızıldeniz’e, oradan Hint Okyanusu’na; Cebelitarık’tan Atlas Okyanusu’na açılabilmektedir. Bu sebepledir ki en çok “barış ülkesi” olmak zorundadır. Nitekim Mustafa Kemal bunu çok iyi takdir etmiştir ki Türkiye’nin siyasetini buna göre çizmiştir; “yurtta sulh, cihanda sulh”. “Türkiye” demokratik, lâik, sosyal ve liberal devlet olmak zorundadır; ama gerçekten demokratik ve lâik bir yönetimi olmalıdır.

“Afganistan”da kurulacak iyi bir yönetim “Türkiye”yi de rahatlatır. “Türkiye” ya “İslâm Ülkeleri”nden kopmak zorundadır ya da “İslâm Ülkeleri”ni kendisi gibi demokratik ve lâik bir yönetime getirmek zorundadır. 80 yıllık çaba göstermiştir ki Türkiye “İslâm Ülkeleri”nden kopamıyor. O halde “İslâm Ülkeleri”ni demokratik ve lâik ülkeler hâline getirmek için çaba sarf etmelidir.

Bugün dünyada Türk kökenli 500 milyon Müslüman vardır. Bunların 300 milyonu Çin’de yaşıyor. “Türkiye” bu Müslüman Türk halkı ile diyalog kurmak zorundadır. Ancak bunu o halkları kendi devletlerine karşı kışkırtma yerine; tam tersi olarak onlar ülkelerine sadık vatandaş olup Türkiye ile o ülkeler arasında dostluk köprüsü olacaklardır. Bu anlamda Çeçenleri Ruslarla, Uygurları Çinlilerle anlaştırmalıdır. Türkiye 350 milyona varan bu Müslüman Türk halkı ile “Afganistan” üzerinden irtibat kuracaktır. Bundan dolayı “Afganistan”da gerçekten bağımsız ve huzurlu bir barış devletinin oluşması “Türkiye” için çok önemlidir.

 

d) AFGANİSTAN’IN İSLÂM ÂLEMİ İÇİN ÖNEMİ:

İslâm âlemi eski dünyada çok yaygın bir şekildedir. Irak, İran, Afganistan, Orta Aysa ve Ural Dağları ekseninden dünyayı ikiye ayırırsanız, Müslümanların yarısı doğuda, yarısı batıda kalır. Eğer bu bölgeler Müslümanların elinden alınırsa İslâm âlemi ikiye bölünür. O zaman kutuplaşmış iki İslâmiyet doğar ve aralarına husumet sokularak birbirine kırdırılır. Bu amaçladır ki Ruslarla Amerikalılar anlaşarak daha 1960’larda Orta Asya’yı Hint Okyanusu’na bağlamak üzere ortak yol yapmaya başladılar. İran’ın Belucistan’ından geçecek bu yol ile Ruslar ve Amerikalılar, o zamanın iki süper gücü olarak Müslümanları ikiye bölecekti. Projeyi daha ileri götürmek için Rusların önce Afganistan’ı istilâ etmesi istendi. Rusların görevi Afganistan’ı dinsizleştirmek olacaktı. Ancak Sovyetler bunu başaramadı. Amerika şimdi kendisi doğrudan devreye girdi. Ancak ne yapacağını bilmiyor.

İslâm âleminin doğu-batı olarak bölünmemesi için “Afganistan”da İslâmî bir devletin kurulması ve bu devletin bağımsız hâle getirilmesi gerekmektedir. Burada İslâm âleminin yapacağı işler vardır.

a) İslâm âlemi bir vakıf kurmalı ve bu vakıfla sıra ile tek tek İslâm ülkelerini uygarlık seviyesinin üstüne çıkarmalıdır. Bunu en geri kalmış ülkeden başlatmak gerekir. Çünkü orada inkılâplar hem daha kolaydır hem de en çok orası buna muhtaçtır. “Afganistan” sırada birinci yeri almalıdır.

b) Bu vakıfla kurulacak bir “Çağdaş Medrese”de Afgan gençlerine İslâm ilimleri ile Batı ilimleri birlikte öğretilecektir. Buralarda okuyanlar İslâmiyet’i Afganlılar içinde en iyi bilecekler, ama aynı zamanda Batı’yı da Batılılardan iyi bileceklerdir.

c) Eğitilen bu gençlere aynı zamanda iş eğitimi verilecek, ülkelerinde organize olmuş küçük işletmelerle Afgan halkının ekonomisini yükselteceklerdir. Geleceğin ekonomisi olan halk ekonomisi İslâm âleminin desteği ile burada oluşabilir.

d) “Afganistan” için hazırlanması gerekn çağdaş bir anayasa çalışmalarında İslâm âlemi katkıda bulunmalıdır. İşte İslâm ülkelerinin “Afganistan” için yapacağı işler bunlar olacaktır. Asla silahlı bir ayaklanmaya girişmeyeceklerdir.

 

 

e) AFGANİSTAN’IN İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ:

İnsanlar bir araya gelince kutuplaşırlar ve tam ortadan ikiye ayrılırlar. Yarısı solda yarısı sağda yer alırlar. Bugünkü ulaşım ve haberleşme imkânları ile dünya tek topluluk olmaktadır. Kutuplaşmaları da tabiîdir. Dünyanın orta yeri de Ortadoğu, Afganistan ve Orta Asya’dır. Şimdi Amerika’daki sömürü sermayesi bu ülkelere kendisi hakim olmak istiyor. Hedef olarak buraları işgal edecektir. Doğu ile Batı arasına nifak sokup çatıştıracak, kendisi gelip geçenden haraç alıp sömürmeye devam edecektir. III. bin yılın başlangıcı savaşlarla ve boğuşma ile geçecektir. Oysa buralarda barış ülkeleri kurulursa yani Kur’an ve Tevrat ile müsbet ilme göre tanımlanmış demokratik ve lâik bir yönetim kurulursa buralar serbest bölge olur. Doğu ile Batı arasında denge oluşturur. Gelecek bin yıl içinde insanlar barış içinde uygarlığı kurmuş olurlar.

Sömürü sermayesi planladığı üzere ilk iki denemesini yaptı. Önce “Afganistan”ı, sonra “Irak”ı işgal etti. “Orta Asya”da askerlerini yerleştirdi. Dünya “Afganistan işgali”nde sesini çıkarmadı. “Irak işgali”nde ise direndi. Böylece şimdi kritik bir noktadayız. Dünya ya Afganistan ile Irak’a sahip çıkacak ve gelecek bin yıl barış bin yılı olacak; yahut dünya bir tek sömürücü gücün esiri olarak bin yıl daha inleyecektir.

 

BU DURUMDA “BİRLEŞMİŞ MİLLETLER” NELER YAPABİLİR?

  1. Fransa, Almanya, Rusya ve Çin bunun bilincinde olarak Bush yönetimine direnmeyi sürdürmelidirler. Türkiye ve İran da bunların yanında yer almalı ve Birleşmiş Milletler’in hem itibarı yükseltilmeli hem de hedef alınmış bu ülkelere moral desteği vermelidir.
  2. Müslümanların kuracakları “Çağdaş Medrese”ye mukabil Avrupa da “Çağdaş Üniversite” kurmalıdır. Bu üniversitede Tevrat, İncil ve Kur’an bugünkü ilmin verileri içinde yeniden değerlendirilmelidir. Budizm, Hinduizm ve diğer yazılı metinleri olan dinlerin metinleri de tedris edilmelidir. Batı’nın müsbet ilimleri kadar bunlar da kaynak teşkil etmelidirler. Çağdaş Medrese ile Çağdaş Üniversite arasında uygarlık yarışması sürdürülmelidir.
  3. Birleşmiş Milletler bir “vakıf faizsiz banka” kurmalıdır. Bu banka gelişmekte olan ülkelere faizsiz kredi vermelidir. Bu kredi ile o ülke kalkındığı zaman kredisini itfa edecektir. Böylece o ülke bu bankaya faiz vermeyecek ama onun da faizsiz kredileşmede katkısı olacaktır. Gelecek dünyayı bu “vakıf faizsiz banka” kuracaktır. İleride bu bankadan bugünkü gelişmiş ülkeler de kredi almak durumuna düşecekler ve banka onlara yardımcı olacaktır. Bu proje ülkelerarası yardımlaşmadan başka bir şey değildir.
  4. Uluslararası denetim Birleşmiş Milletler’in ekseriyet kararları ile değil de “hakemler kararı” ile tesbit edilmelidir. Hakemlerin haklı bulduğu ülkeleri Birleşmiş Milletler desteklemelidir.  

 

 

AFGANİSTAN HAKKINDA GENEL BİLGİLER

 

Ülke Adı: Afganistan İslâm Cumhuriyeti

Başkent: Kâbil (Nüfusu: 1.500.000)

Yüzölçümü: 652.225 km2.

Nüfusu: 25.000.000 (1999 tahmini)

Nüfus Artışı: % 5

Dil: Resmî dil Peştuca ve Tacikçe’dir. Nüfusun yarıdan çoğu Peştuca, dörtte bire yakını Tacikçe konuşur. Özbekçe, Türkmence, Belucice, Pasice ve Nuristanice de millî azınlık dili olarak kabul edilmiştir.

Din: Afganistan'ın resmî dini İslâm ve halkın % 99'u Müslüman’dır. Az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi vardır. Müslümanların çoğunluğu Sünni Hanefi’dir. % 9 Caferiye Şiası ve % 2 İsmailiye Şiası vardır.

Afganistan Halkları: % 42 Afgan, % 24 Tacik, % 12.5 Türk, % 8 Hezar, % 4.2 Farisi, % 3.4 Aymak, % 1.7 Beluci. Pasayi, Kırgız, Arap, Kızılbaş, Nuristan, Brahui, Hintli ve Ariler diğer küçük etnik unsurlar oluşturur. Afganların kuzeydeki kabilelerine “Pehtun”, güneydekilere “Peştun” denir. Halk ana dağların eksenindeki vadilerde ve taraçalar halinde düzenledikleri topraklarda yaşar. Yarı göçebelik yaygındır. Yazlar dağlardaki otlaklarda, kışlar vadilerde geçirilir.

Coğrafi Durumu: Afganistan, merkezî Asya’da dağlık bir kara devletidir. Doğu ve batı Asya’yı birleştiren ana mihver üzerindedir. Kuzeyden Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan; kuzeydoğudan Çin, doğu ve güneyden Pakistan (Belucistan); batıdan İran'la çevrilidir. En yüksek yeri Tiriçmir (7750 m.)'dir. Hilmend, Amuderya, Kokça, Kunduz ve Kabil adlı akarsuları bulunmaktadır. Afganistan dağlık bir ülkedir. Kuzey doğusunu Hindukuş Dağları kaplar. Ayrıca güneyde Süleyman, kuzeyde Bendi Türkistan dağları mevcuttur. Güneybatı bölgeleri geniş çöllerle kaplıdır ve çöl iklimi hâkimdir. Topraklarının % 12'si tarım alanı, % 46'si otlak, % 3'ü ormanlık, kalanı dağlık ve bozkırdır. Bu yüksek ve dağlık ülkede iklim çok serttir. Başlıca şehirleri: Kâbil, Celâlâbâd, Feyzâbâd, Hanâbâd, Kale-i Nev, Mezar-ı Şerif, Maymana, Sibirgan, Hulm, Kunduz, Herat, Ferah, Girişk ve Kandahar’dır.

Fiziki Yapı: Yüzölçümü 657.500 kilometrekare olan Afganistan, bölge yapısı, iklim ve bitki örtüsü bakımından geniş ölçüde farklılık gösterir. Dik, karlı dağları, derin vadileri ve bitki örtüsü çok zayıf plato ve rüzgarlı çölleriyle kaba ve dalgalı bir arazi karakterine sahiptir. Ortalama yüksekliği 1220 metreyi geçer. Doğu-batı arası uzunluğu 1240, kuzey-güney arası 653 kilometredir.

Dağları: Dağ silsileleri kuzey-doğudaki Vakhan koridorundan güney-batıya doğru ülkeyi ikiye ayırır. En önemli dağ silsilesi Himalayalar’ın uzantısı olan Hindukuş’lardır. Bu dağlar kuzey ve güney Afganistan arasında adeta bir set teşkil eder. 2987 metre yüksekliğindeki Şibar en önemli geçittir. Hindukuş Dağları batıya doğru alçalarak İran sınırına kadar uzanır. Paropamisus dağ silsilesiyle birleşir. Ülkenin tam ortasında Kuhi Baba Dağı vardır. Diğer önemli dağları doğuda bulunur. Bunlardan Sefid Kuh, Akdağ, Kâbil’in güneyinde Logar Vadisine, batıya doğru uzanır. Bu dağları stratejik önemi çok büyük olan Hayber Geçidi, Kâbil’in güneyinde ikiye böler. Daha güneyde Pakistan’daki Süleyman Dağları’nın kuzey uzantısı vardır. Kavaja Amran Dağı, Kandahar bölgesi ve Pakistan sınırı arasında güneybatıya uzanır. Hindukuşlar’ın kuzeyi, Amuderya Nehri’nin kolları tarafından sulanan steplerle kaplıdır.

İklim: Afganistan’ın yazları sıcak ve uzun, kışları ise şiddetli derecede soğuk bir iklimi vardır. Güneybatı dışında yıllık yağış miktarı ortalama 1800 milimetredir. Yağışlar genellikle kasım ve nisan ayları arasında çoğunlukla kar şeklinde görülür. Kâbil kış boyunca karlarla kaplıdır. Afganistan’da kışın soğuğu, yazın sıcağından daha korkutucudur. Mevsim değişiklikleri oldukça ani olur. Yazın küçük dereler kurur. Büyük nehir sularının esas kaynağını, yaza doğru yüksek kesimlerde eriyen karlar teşkil eder.

Başkent Kâbil: İki milyona yakın nüfusu vardır. Afganistan’ın doğusunda, Pakistan’a yakın, Hindukuş dağlarının güneyinde, Pakistan’a girişi sağlayan yolun kesiştiği bölgede kurulmuştur. Tarihte ilk defa Babur’un bu kenti Büyük Moğol İmparatorluğu’nun başkenti yapmasıyla (1504-1526) önem kazandı. 1738 yılında Nadir Şah tarafından ele geçirildi. 1774 yılında Timur Şah döneminde Kandahar’ın yerine başkent yapıldı.

Mezar-ı Şerif: Belh ilinin yönetim, Afgan Türkistanı’nın yerleşim şehridir. Yaklaşık 150 000 nüfusu vardır. Yöre halkı Hz. Ali’nin mezarının burada olduğuna inanır. Savaş yıllarında stratejik ve sembolik anlamı büyüktü.

Ekonomik Durum: Afganistan az gelişmiş bir tarım ve hayvancılık ülkesidir. Tarım ve hayvancılığın gayri safi hasıladaki payı % 53'tür. Çalışan nüfusun % 61'i tarım alanında çalışır. Halkın % 90’ı tarımla geçinir. Buğday, mısır, pirinç, fasülye, bezelye, çavdar, darı, yonca, patates, soğan, lahana, patlıcan, kabak, kiraz, elma, erik, üzüm, zeytin, portakal, limon, muz, pamuk, şeker pancarı ve tütün başlıca tarım ürünleridir. Koyun, keçi, deve, at ve eşek beslenen önemli hayvanlardandır. Dört çeşit koyun türü vardır. Bunlardan Gilzai cinsi yünü için, Türki cinsi et-yün-süt için, Arabi cinsi halı yünü için, Karakul cinsi derisi için beslenir. Ulaşım hâlâ kervanlarla yapılmakla birlikte, göçebeler ulaşımda kamyon kullanmaya başlamışlardır. Ülkedeki ırmaklardan yararlanılarak sulu tarıma ağırlık verilmektedir. Ekilebilen arazinin sadece yarısı sulanmaktadır. Sulamada yeraltı galerilerinden yararlanılır. Afganistan'ın demir, çinko, kurşun, petrol, berilyum ve yakut gibi yeraltı kaynakları vardır, ancak bunlar nakil zorluğundan dolayı yeterince işletilememektedir. Hindukuş Dağları’nın kuzey yamaçlarında kömür üretimi yapılmaktadır. Kuzey Afganistan'da doğal gaz üretilmektedir. Kişi başına düşen millî geliri 220 dolardır.

TABİİ KAYNAKLARI

Madenler: Çeşitli ve zengin maden yatakları vardır. Madenler devlet eliyle işletilir. Maden yatakları üç ayrı bölgede bulunur: Hindukuş Dağları’nın kuzeyi, Kabil çevresi, Kandahar’ın kuzeyi. Önemli madenleri şunlardır: Kömür, demir, bakır, kurşun, çinko, sodyum, magnezyum sülfat, magnezyum klorat, krom, berilyum, sülfür, mika, talk, asbest ve mermer. Yapılan sondajlar Afanistan’da çok zengin tabii gaz yatakları olduğunu göstermiştir.

Bitki örtüsü ve hayvanlar: Yüzölçümünün % 1’den daha azı ormanlıktır. Çeşitli tipte yaprak dökmeyen ve döken ağaç türleri güney ve doğudaki dağlık bölgelerdedir. Afganistan bir av diyarı olup, her çeşit yabani av hayvanlarına sahiptir. Dağ keçisi, ayı, tilki, kurt, leopar bol miktarda bulunur.

Yönetim Şekli: Ülkede henüz iç barış sağlanamadığından yönetimde de belli bir düzen oturtulamamıştır. BM yönetiminde ve ABD hakimiyetinde bir düzen kurma çabası vardır. Ancak BM ve ABD güçleri sadece şehirlerde hakimiyet kurabilmektedir. Ülke genelindeki istikrarsızlık devam etmektedir. Devlet Başkanı Hamid Karzai yönetimindeki ülke, geçtiğimiz günlerde parlamentoya yeni anayasa taslağını sundu. İslâm’a aykırı hiçbir kanunun çıkarılamayacağı hükmünü içeren anayasa taslağının parlamentoda onaylanması gerekiyor.

 

 

AFGANİSTAN TARİHİ:

Arkeoloji kazılarından anlaşıldığına göre, Afganistan’da ilk sürekli yerleşim 4000 yıl önce başlamış ve 3000 yıl önce gelişmiştir. Orta Asya ülkesi Afganistan, ilk çağlardan itibaren İskit, Hun, Türk kavimleri ile Çin, İran ve Hint uygarlıklarının karşılaşma yeridir. Çin ile Roma arasındaki “İpek Yolu” bu ülkeden geçer. Bu konumu sebebiyle adı geçen kavim ve uygarlıkların etkisinde kaldı. Hindistan’da İslâm’ın yayılmasında etkili oldu. Büyük İskender’in fethi ülkede Yunan, İran ve Hint etkilerinin kaynaşmasına sebebiyet verdi. Eskiden Türkistan’dan gelen Turan asıllı Kuşaniler Afganistan’ı hakimiyetleri altına aldılar.

Hazret-i Osman zamanında İslâm orduları Kâbil civarına kadar ulaştı. Miladi 627’de Hz. Muaviye zamanında İslâm orduları Basra Valisi Abdurrahman bin Samura komutasında Herat, Belh ve Kâbil şehirlerini fethettiler. Bu dönemde Afgan halkı İslâmiyet’i seçerek Müslüman oldu. 871’de Yakub bin Leys Gazne’yi fethetti. Miladi onuncu asırda Gazneli Devleti kuruldu. Gazneli Devleti'nden sonra Afganistan’ın kuzeyi Selçuklular’da kaldı, diğer kısmında Guriler Devleti kuruldu. Cengiz Han Afganistan’ı ele geçirdi. Kurulan Tacik Devleti iki asır yaşadı. Timur Han bu devlete son verdi. Timur’un torunu Zahirüddin Muhammed Babür, Fergana’dan Kâbil’e yürüdü ve şehri teslim aldı. Afganistan Hint-Moğol İmparatorluğu ile İran arasında paylaşıldı.

Afgan kabilelerini birleştirerek ilk millî Afgan Devleti’ni kuran kişi Ahmet Han Durrani'dir. Ahmet Han, İran Şahı Nâdir'in 1747'de öldürülmesinden sonra Kabil ve Kandehar'ı ele geçirdi ve zamanla hâkimiyet sınırlarını genişletti. 1839'da İngilizler Sihler’le işbirliği yaparak Afganistan'ı işgal ettiler. Ancak Afgan hükümdarı Dost Muhammed İngilizleri ülkeden çıkardı. İngiliz işgali ülkedeki birliğin bozulmasına ve iç karışıklığa yol açtı. İngilizler Ruslarla işbirliği yaparak 1878'de ülkeyi ikinci kez işgal ettiler. Bu işgal 1880'de sona erdi. Abdurrahman Han (1880-1901), oğlu Habibullah (1901-1919) ve onun oğlu Emanullah (1919-1929) ülkeyi yönetti. III. Afgan-İngiliz savaşı bağımsızlık savaşına dönüştü; 8 Ağustos 1919'da Ravalpindi Ateşkesi ve Kabil Anlaşması (22 Kasım 1922) ile sona erdirildi.

Emanullah Han'ın reformları ülkede isyanlara yol açtı ve bu isyanlar onu ülkesini terk etmeye zorladı. Nadir Han 16 Ekim 1929'da Afganistan tahtına geçirildi ve halkın karşı çıktığı reformlardan uzak kalarak ülkede İslâmî bir düzen kurmaya çalıştı. Onun 31 Ekim 1931'de yürürlüğe koyduğu Anayasa bazı küçük ilâvelerle 1964'e kadar yürürlükte kalmıştır. Nadir Han 1933 Kasım'ında öldürülünce yerine oğlu Zahir Şah geçti.

Zahir Şah 1937’de Türkiye, İran ve Irak ile Sadabad Antlaşması’nı imzaladı. 1964 yılında Kurucu Meclis’e yeni bir anayasa hazırlattı. 1947'de kurulan ve kendisi için bir tehlike olarak gördüğü Pakistan'ın İngilizlerce desteklenmesi üzerine Sovyetler Birliği'ne yaklaştı. Sovyet yönetimi bu fırsatı çok iyi değerlendirerek Afganistan ordusu içinde kendine taraftar yetiştirdi. Bundan rahatsız olan Zahir Şah Davud Han'ı görevden aldı. Ancak Davud Han, 1973'te Sovyetler'in desteğiyle bir darbe yaparak Zahir Şah'ı tahttan indirdi. Sovyetler adamlarını Afganistan'ın kilit noktalarına getirmeye başladılar. Bundan rahatsız olan Davud Han bazı Marksistleri tutuklattı. Marksist subaylar 1978 Nisan'ında Davud Han'a karşı bir darbe gerçekleştirerek onu öldürdüler ve yerine Marksist lider Nur Muhammed Teraki'yi geçirdiler. Teraki'nin politikasına karşı çıkan Hafizullah Emin Eylül 1979'da bir darbe gerçekleştirerek onu öldürdü. Sovyet yönetimi Hafizullah Emin'i görevden almak ve komünist rejime karşı başlamış olan isyanları bastırmak için 27 Aralık 1979'da Afganistan'a doğrudan askeri müdahalede bulundu.

Rusya komünist rejimini uygulamak istediği bütün devletlerde olduğu gibi hemen kendisine bağlı Babrak Karmal’ı başa geçirdi. Rus askerlerinin miktarı birkaç günde 50 bini aştı. Zamanla bu miktar 200 bini geçti. Halk kitleler halinde Pakistan’a göçtü. Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgal etmesi bütün dünya ülkeleri tarafından tepki ile karşılandı. Tek bir idare altında birleşen mücahitler Rus askerlerine karşı uzun yıllar gerilla savaşı verdiler. Sovyet yönetimi İslâmî direniş karşısında başarısız kalan Babrak Karmal'ı 1987'de görevden alarak yerine Muhammed Necibullah'ı geçirdi. Mücahitleri yenemeyen Rus birlikleri Afganistan’ı terk etti ve bu işlem 15 Şubat 1989’da tamamlandı. Afganistan Cihadı Sovyetler’in çökmesine sebebiyet verdi.

Sovyetler'in dağılmasıyla desteği kalmayan Necibullah, mücahitlerin karşısında daha fazla dayanamayacağını anlayınca çareyi kaçmakta buldu. Mücahitler Kâbil'e girdi ve hakimiyeti ele aldı. 28 Nisan 1992 tarihinde Sibgatullah Müceddidi'nin başkanlığındaki Geçici Konsey yönetimi devraldı. Geçici Konsey'de başbakanlığa Hizb-i İslâmî'nin ileri gelenlerinden Abdussabur Ferid getirildi.

Ancak Batı dünyası derhal devreye girerek mücahitler arasında geçmişte ortaya çıkmış bazı ihtilafları kullanmaya başladı. Hizb-i İslâmi’ye bağlı birliklerin Kâbil'i sıkıştırdığı bir sırada Cemiyet-i İslâmî'nin komutanlarından Ahmed Şah Mesud'un Kâbil yönetimiyle anlaşarak şehri tek taraflı teslim alması geçmişteki ihtilafların daha da kökleşmesine yol açtı. Hizb-i İslâmî lideri Hikmetyar Kâbil yönetiminin şartsız olarak teslim olmasını istiyordu. Hikmetyar, Kabil yönetiminin önce Cemiyet-i İslâmî, Hizb-i İslâmî ve İttihad-ı İslâmî gibi Kâbil çevresinde faaliyet gösteren mücahit birliklerinin komutanlarından oluşturulacak bir konseye devredilmesini, sonra kısa sürede seçime gidilmesini istiyordu. Diğer mücahit grupları ise seçim için şartların elverişli olmadığını ileri sürerek buna yanaşmadılar. Bu ve benzeri ihtilaflar mücahit grupları arasında silahlı çatışmalara yol açtı.

Geçici Konsey'in başkanı ve kurulan Afganistan İslâm Cumhuriyeti'nin geçici cumhurbaşkanı Sibgatullah Müceddidi, belirlenen sürenin bitiminde 28 Haziran 1992'de görevi Cemiyet-i İslâmî lideri Burhaneddin Rabbani'ye devretti. Rabbani'nin Cumhurbaşkanı olmasından sonra muhalif mücahit grupları arasında da bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ancak bir süre sonra çatışmalar yeniden başladı. Hizb-i İslâmî'nin tutumu dolayısıyla Cumhurbaşkanı Rabbani de Hizb-i İslâmî'nin ileri gelenlerinden olan Başbakan Abdussabur Ferid'i görevden aldı. Bu olaylardan sonra çatışmalar şiddetlendi. Geniş çaplı bir anlaşma sonunda Hizb-i İslâmî lideri Hikmetyar'ın Başbakanlığa getirilmesiyle silahlı çatışmalar durduysa da kesin bir anlaşma sağlanamadı. Hikmetyar daha sonra can güvenliği olmadığı gerekçesiyle Kâbil'den ayrıldı.

İşte bu dönemde Taliban Hareketi ortaya çıktı. Taliban Hareketi ilk çıktığında çok fazla dikkat çekmemişti. Ancak kısa zamanda etkili olup Rus işgaline karşı yürütülen mücadelenin başından beri varlığını hissettiren bazı hareketler karşısında üstünlük sağlayınca dikkatleri üzerine çekti. Hareketin bu başarısıyla birlikte hakkında değişik iddialar da basın-yayın organlarına yansımaya başladı. Taliban, ortaya çıkışından yaklaşık iki yıl sonra 27 Eylül 1996'da Kabil'i ele geçirmeyi başardı. Taliban'ın hızlı ilerleyişinde ve başarısında ABD ve Pakistan desteğinin rolü oldu. Ancak zamanla Taliban ile ABD arasında da değişik pürüzler ortaya çıktı.

Devlet Başkanı Hamid Karzai yönetimindeki bugünkü Afganistan, her yönden karmaşık bir durum arz etmektedir. Dileğimiz, Müslüman Afganistan halkının özlediği adil bir düzene, istikrara ve huzura kavuşmasıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

* ÖNEMLİ VE İLGİNÇ BİLGİLER:

 

* AFGAN MUAHEDESİ: İstiklâl Savaşı esnasında TBMM Hükümeti ile Afganistan Hükümeti arasında 1 Mart 1921 tarihinde imzalandı. Ankara Hükümeti’nin imzaladığı ilk anlaşma olması bakımından önemlidir. Sovyetler Birliği ile yapılacak antlaşmayı görüşmek üzere Moskova’ya giden Türk Heyeti ile Afgan yetkililer arasında Moskova’da imzalandı. Böylece TBMM Hükümeti ilk defa uluslar arası seviyede Türk milletinin gerçek temsilcisi olarak kabul edildi. Türkiye bu antlaşma ile Afganistan’a eğitim alanında yardım yapmayı üstlenerek öğretmen, doktor ve subay gönderdi. Bu sayede iki ülke arasında dostluk ilişkileri gelişti.

 

* HAYBER GEÇİDİ: Kâbil Irmağı vadisini Pakistan’ın Peşaver kentine bağlayan meşhur geçit. Bir kervan yolu ve taşıt geçebilen bir karayolu geçitten yararlanara uzanır. Geçit orta kesimde yüksekliği 400 metreyi bulan kayaçlar arasında 10-12 metre genişliğinde bir dehlize dönüşür. İstilacıların geçiş yolu olan bu Hayber geçidinde 1842 yılında bir İngiliz ordusu Afganlılar tarafından imha edildi. (I. Afgan- İngiliz Savaşı)

 

* EMANULLAH HAN 1928 yılında Türkiye’yi ziyaret etti ve Mustafa Kemal Atatürk’ün misafiri oldu.

 

* TÜRKİYE’YE HİCRET: Sovyet işgali sırasında 3-23 Ağustos 1982 tarihlerinde 4350 Türk asıllı Afganistanlı göçmen resmen Türkiye’ye yerleştirildi.

 

* CEMALETTİN AFGANİ: (Esadabad 1838 – İstanbul 1897) İran’da medrese eğitimi gördü, Hindistan’da (1857) Batı kültürünü öğrendi. Afganistan’da (1866) Emir Muhammed Azam’ın vezirliğini yaptı. 1870 yılında İstanbul’a geldi, Meclis-i Kebir-i Maarif ve Encümen-i Daniş üyeliklerinde bulundu. 1871’de Mısır’a gönderildi. 1879’da İngilizlerin isteğiyle Mısır’dan çıkarıldı. 1883’te ABD’ye, oradan İngiltere’ye geçti. Mısırlı Muhammed Abduh ile Paris’te El-Urvetü’l-Vuska dergisini çıkardı. 1886 yılında Nasrettin Şah’ın daveti üzerine İran’a gitti. Bir müddet Rusya’da yaşadı ve 1889’da tekrar İran’a döndü. İran’dan sürüldükten sonra İngiltere’ye gitti. II. Abdülhamid’in daveti üzerine 1892 yılında İstanbul’a yerleşti ve kendisine aylık bağlandı. Göz hapsinde olduğu halde 1897 yılında İstanbul’da öldü. 1944 yılında mezarı Afganistan’ın başkenti Kabil’e götürüldü. Batı dünyası karşısında İslâmiyet’i savundu. Eserlerinde ve konuşmalarında İslâm’ın yeniden dirilişini dile getirdi. İlmî ve siyasî alandaki mücadelelerini olumlu karşılayanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da oldu.

 

* AFGANİSTAN KABİLELERİ: Afganistan halkı çeşitli kabilelere mensuptur. Bunların başlıcaları şunlardır:

Peştun Kabilesi: Bunlara “Afganlı” da denir. Bunlar XI. ve XII. yüzyılın başlarında Süleyman bölgesinden Peşavar ve Kâbil’e doğru yayıldılar ve sayıları önemli ölçüde arttı. Şimdi nüfusun % 50-60’ını teşkil ederler. Farisiye benzer bir dil olan Peştu dilini konuşurlar.

Duraniler: En önemli Peştu kabilelerindendir. Bu kabile mensuplarının ekseriyeti köylerde yaşayan çiftçi veya modern şehirlerde yaşayan memurlardır. Daha çok Nangehar ve Baktya vilayetlerinde toplanmışlardır. Fakat büyük mikdarı Kandehar ve Herat illerinde, bir kısmı da Hindikuş’un kuzeyindeki sulak bölgelerde yaşar.

Tacikler: Diğer önemli etnik beyaz gruptur. İran kökenli olup, çoğu İran’daki gibi Farsça konuşurlar ve Ehl-i Sünnet itikadında Müslüman olup, batıda yaşayanları Şiidir. Köylerde yaşarlar ve tarımla uğraşırlar. Bir kısmı ise, sanat sahibi veya tüccardır. Taciklerin çoğu Kâbil ve Herat illerinde yaşar. Bazı dağlı Tacikler Hindikuş Dağlarının kuzeyinde, bir kısmı da İran sınırı boyunda bulunur.

Hazara: Üçüncü büyük etnik grup olup sayıları 600 bin kadardır. XIII. ve XV. yüzyıllar arasında bölgeye gelen Moğolların torunu olduklarına inanırlar. Bir çok kelimeleri Türkçe olup, kısmi bir Farsça konuşurlar ve Şiidirler.

Türk ve Türk Moğol: Bu grup uzun zamandır Afganistan’da bulunmaktadır. Kuzeybatıda 200.000 civarında sayıları olup, göçebe hayatı yaşarlar ve Sünni Müslümanlardır.

Batı Afganistan’da ayrıca sayıları yarım milyona yaklaşan çeşitli kabileler mevcuttur.

Etnik grupların içinde Afganlılar en büyük güç ve prestije sahiptirler. Tacikler genellikle tarımla uğraşmalarına rağmen devlet idaresinde, iş ve ticaret çevrelerinde önemli yer işgal ederler. Farsça genel lisan olarak kullanılır. Fakat Peştu dili de önemlidir. 1964 Anayasası resmi dil olarak Farsça ile Peştu dilini kabul etmiştir.

 

* AFGANİSTANDA İSLÂMÎ HAREKET: Afgan halkı İslâmî kimliğini koruyan bir halktır. Afganistan'da İslâm'ı devlete hâkim kılmayı amaçlayan örgütlü çalışmalar ilk önce Kâbil Üniversitesi'nde başladı. Afganistan İslâmî hareketi Müslüman Kardeşler hareketinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Müslüman Kardeşler'in düşüncesini bu ülkeye taşıyan da Mısır'da eğitim gördükten sonra Kâbil'de Şerat Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Gulam Muhammed Niyazi olmuştur. Daha sonra aralarında Prof. Burhaneddin Rabbani ve Sibgatullah Müceddidi'nin de bulunduğu bir grup öğretim görevlisi cemiyet kurarak İslâmî faaliyetleri hızlandırdılar. Davud Han'ın ülkede komünist düşünceyi yayma çabalarına karşı İslâmî kimlik sahibi öğrenciler ve aydın kesim de sistemli bir çalışma içine girdiler. Sovyetler'in askeri müdahalesinden önce Sovyet yanlısı yönetimle mücadele etmek için Müslüman halkın bir kısmını bünyesinde toplayan ilk mücahit grupları Gülbeddin Hikmetyar'ın liderliğindeki Hizb-i İslâmî ile Prof. Burhaneddin Rabbani'nin liderliğindeki Cemiyet-i İslâmî'dir. Hizb-i İslâmî daha çok gençler ve üniversiteli kesim üzerinde etkili olmuştu. Bu iki örgüt Sovyet işgalinden sonra da cihadın başını çekmiştir. Her iki örgüt de cihad esnasında disiplinli ve askeri düzene göre hareket eden birlikler oluşturdu. Sovyet işgalinden sonra cihad için halkı örgütlendiren daha başka gruplar da ortaya çıktı. Bunlar Abdurrabbirresul Seyyaf liderliğindeki İttihad-ı İslâmî, Mevlevi Yunus Halis liderliğindeki Hizb-i İslâmiyi-Halis, Mevlevi Muhammed Nebi liderliğindeki Hareket-i İnkılâb-ı İslâmî, Seyyid Ahmet Geylani liderliğindeki Mehaz-i Millî İslâmî, Sibgatullah Müceddidi liderliğindeki Cephey-i Necâtı Millî'dir. Şii halkı örgütlemek için kurulmuş olan mücahit grupları da şunlardır: Hareket-i İslâmî, Sazman-ı Nasr, Pasdaran-ı Cihadı İslâmî. Bunlar İran'ın desteklediği Şii hareketleridir. Ayrıca İran tarafından tasvip edilmeyen Şuray-ı İnkılab-ı İttifak-ı İslâmî ve Afganistan Mustaz'af Mücahitler Örgütü adlı Şii örgütleri kurulmuştur. Bunların dışında da bazı küçük mücahit grupları kuruldu. Afganistan'daki İslâmî harekette ve dinî hayatta tasavvufun da önemli etkinliği vardır. En yaygın tarikatlar Kübreviye, Kadiriye, Sühreverdiye, Şuttariye, Çistiye ve Nakşibendiyedir.

 

 

 

 

***

 

 

 

İSLÂM ÜLKELERİ

EY İNSANLAR! BİZ SİZİ BİR ERKEKLE BİR DİŞİDEN YARATTIK VE

TANIŞASINIZ DİYE KABİLELERE

VE MİLLETLERE AYIRDIK.

Kur’an/Hucurât(49);13

I R A K

 

REŞAT NURİ EROL

 

TAKDİM

Doğudan batıya doğru incelediğimiz “İSLÂM ÜLKELERİ”nden “Orta Asya ülkesi AFGANİSTAN”, “Kafkasya ülkesi AZERBAYCAN” ve “Balkan ülkesi ARNAVUTLUK”tan sonra; sıra “Ortadoğu ülkesi IRAK”a geldi.

Neden Irak? Sıra neden Irak’a geldi?

Sadece birkaç sebebi kısaca sıralayalım.

-İnsanlığın ilk medeniyet merkezi “Mezopotamya” ülkesi Irak…

-İnsanlık tarihindeki nice medeniyetlerin ve devletlerin ülkesi Irak…

-İslâm Medeniyeti’nin ilk kurucuları olan “Abbasiler”in ülkesi Irak…

-Sömürülen ve nice sancılar çeken “İslâm Âlemi”nin “sembol ülkesi” Irak…

-Birkaç defa, baştan başa kat ederek karayoluyla yolculuklar yaptığım ülke Irak…

Irak”, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Körfez Savaşı sonrasında uygulanan uluslararası ambargo, Kuzey Irak’ta yaşanan parçalanma, Güney Irak’taki ayaklanmalar… Bütün bu gelişmelere rağmen kesintisiz devam eden “Saddam Zulmü” ve en sonunda “ABD İşgali” sebebiyle uzun süreden beri kesintisiz olarak dünyanın gündemde olan bir ülke Irak

Irak”, Türkiye’nin güneyinde bir Ortadoğu ülkesi. Kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneydoğuda Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyde Suudi Arabistan, batıda Ürdün ve Suriye ile sınırlanmış ve 38°-48° doğu meridyenleri ile 28°-38° paralelleri arasında yer almaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bir geçit ülkesi olarak kabul edilmektedir.

İşte bu dosyamızda bu önemli ülkeyi ele almış olacağız.

Irak’ta 2-3 ay sonra yeni bir dönem başlayacak. Amerika 30 Haziran günü Irak’taki kontrolünü sivil bir geçici hükümete devredecek ve bundan sonra egemenlik sözde Irak hükümetine geçecek. Bu tarihten sonra Amerika, Irak’ta artık bir işgal gücü olarak değil, başka bir düzenleme çerçevesinde kalmaya devam edecek. Bugün Irak Geçici Yönetimi ile Amerika arasında kapalı kapılar ardında yürütülen müzakereler işte bu kalışın niteliği üzerinde yoğunlaşmış bulunuyor. Bu çerçevede Amerika, Irak’ta 30 Haziran’dan sonra bulunduracağı askerî varlığını şimdiden meşru hâle getirmeye çalışıyor. Ortaya çıkan bilgilerden Amerika’nın Irak’ta “Pentagon” benzeri bir “Irak savunma bakanlığı” kurmayı, kurulmakta olan yeni Irak ordusunun kontrolünü bu bakanlığa bırakmayı ve hem bakanlığı ve hem de yeni orduyu arka planda bizzat kontrol etmeyi de planladığı anlaşılıyor.

Diğer taraftan Amerika, Irak’ta aynı zamanda kalıcı bir askerî varlık bulundurma planları da yapıyor, Irak’la ilgili kendi askerî politikasını şekillendirmeye de çalışıyor. Bu politika şüphesiz öncelikle Irak’ta daimi üsler ve tesislerin kurulmasına yönelik bir politika. Okuduğum bazı Arap kaynaklar daimi askerî üsler konusunun gerçeklik kazanmaya başladığına işaret ediyorlar ve bu konunun bugünkü Irak Geçici Hükümet Konseyi (IGHÜ) ile Koalisyon güçlerinin Irak Valisi Paul Bremer arasında görüşülmekte olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu kaynaklara göre, Paul Bremer’in Washington’da görüşüp onay aldığı son Irak planında muhtevası daha sonra açıklanması planlanan bazı gizli ve özel hükümler, maddeler var. Bu maddelerin en önemlisi de Amerika ve İngiltere’nin Irak’ta kuracakları 6 daimi askerî üssü kapsıyor ve bu 6 üs şöyle sıralanıyor:

1. El Habbaniye Hava Üssü. Bağdat’ın 65 km. kadar batısında bulunan ve Felluce’ye çok yakın olan bu üs çok eskiden beri kullanılan, esasen Irak’taki İngiliz döneminden kalma çok önemli bir hava üssü. 2. Basra’daki Es Şahabiyye Hava Üssü. 3. Nasiriye yakınlarındaki Ali İbni Ebu Talip Hava Üssü. 4. Bağdat’ın 300 km. kadar uzağındaki El Velid Hava Üssü. 5. Musul’daki El Gazlani askerî kampı ya da garnizonu. 6. Irak’ın doğusundaki Hamrin Dağları boyunca kurulacak büyük bir askerî garnizon. Bugünden bakıldığında garnizon İran sınırı da dahil Irak’ın doğusuna hakim olacak bir büyük kara gücü olacak.

Bu üslerin konumları ve uzandıkları alan göz önüne alındığında bunların Irak topraklarının neredeyse tamamı üzerinde askerî kontrol kurmaya matuf, birbirini tamamlayan, Irak topraklarını 4 yönden kontrol etmeyi hedefleyen üsler zinciri olduğu anlaşılıyor. Bu 6 üs şüphesiz hem Irak topraklarını kontrol edecek ve hem de Irak’ın komşuları üzerinde caydırıcılık etkisi meydana getirecek çok önemli bir büyük daimi askerî politikaya işaret ediyor. Dolayısıyla Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.

Esasen bu bilgileri veren kaynaklar bu üslerin aynı zamanda Amerika ve İngiltere’nin bundan sonraki Ortadoğu politikasının askerî ayakları olduğunu da belirterek bu üslerin bölge ve bölgeye yakın hedef ülkeler üzerinde sıkı bir baskı uygulama anlamı taşıdığını da ifade ediyorlar ki; bana göre de bu ifadeler ve değerlendirmeler doğruya işaret ediyor.

Irak’ta 30 Haziran 2004 günü başlayacak olan yeni dönem yaklaşırken, bu dönemin şekillenmekte olduğu şu günlere çok dikkat etmek gerekiyor. Bu yeni dönemde yeni Irak ordusu, bunun gücü, mahiyeti ve de Amerika-İngiltere’nin kalıcı askerî varlığı en önemli unsurlar olacak şüphesiz.

Komşumuz “İslâm Ülkesi Irak”ta işte bu gelişmeler oluyor.

 

IRAK’IN

TÜRKİYE, İSLÂM ÂLEMİ VE İNSANLIK İÇİN

Ö N E M İ

 

İNSANLIĞIN IRAK’A MİNNET BORCU VARDIR

İlk insan yaz kış meyve veren bir bahçede yaratıldı. Buna en uygun yer Irak’tır. Kabil Habil’i öldürünce kuzeye gitmiştir. Orada ayrı ırk olarak insanlar çoğalmış, sonra bu nesil ortadan kalkmıştır. Fırat ve Dicle vadilerinden yukarıya doğru ilerlemiş olan insanlar, Erzurum yaylalarından, Aras ne Çoruh vadilerinden ilerleyerek Kafkasya’ya ulaşmışlar, orada avcılığı öğrenmişler, sonra da oradan doğuya ve batıya yayılmışlardır. Buraların halkı “avcılık” döneminden sonra “çobanlık” dönemine geçmişlerdir.

Fırat ve Dicle vadisi halkı da “küçük sulama tarımı”nı geliştirdiler. Kuzeyden gelen Sümerler buraları istila etmiş, yerli halkla kaynaşarak ilk “Sümer Medeniyeti”ni kurmuşlardır. Büyük baraj sulama tekniğini geliştiren Sümerler, ülkelerine durmadan göçler almışlardır. Böylece burası Hazreti Nuh’un üç oğlundan türemiş bir nesil ortaya çıkardı.

Müslümanlar zamanında Irak Abbasiler’in merkezi hâline gelince dünyanın her tarafından yine göç almaya başlamıştır. Lâik uygulamanın merkezi haline gelen Bağdat, aynı zamanda Arapça’nın da etkisi altında kalmıştır. Değişik ırkların kurdukları uygarlıkların merkezi olan Irak, ortak Arapça dile sahip olmuş, bu ülkede yaşayanlar binlerce yılın etkisi ile tek bir ulus olmuşlardır. Daima göç vermiş ve hemen hemen hiç göç almamış olan Arabistan’ın tam aksine, Irak daima göç almıştır. Suriye, Lübnan ve Filistin de göç almıştır. Bu bakımdan Irak’a benzeseler de, buralar hep istila edilmiştir. Oysa Irak çoğu zaman kendisi hakim olmuştur.

Hıristiyanlar için Filistin ne ise; Avrupalılar için Yunanistan ne ise; insanlık için Irak odur. Irak, “ilk medeniyet”in kaynağı ve kurulduğu yerdir. Osmanlı dönemine kadar hep hakim durumda insanlığa uygarlık yaymıştır. Bugünkü İslâm ve Avrupa uygarlıkları Bağdat kaynaklıdır.

Bütün bu özelliklerinden ve tarihî geçmişinden dolayı; bu ülkenin yani Irak’ın bağımsız olarak varolması, varlığını sürdürmesi ve geliştirilmesi insanlığın minnet borcudur.

 

IRAK’IN “ORTADOĞU” İÇİN ÖNEMİ

Yeryüzünü sekiz büyük bölgeye ayırabiliriz. Bunlara “kıta” diyoruz. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Avrupa, Hindistan, Çin ve Avustralya. Sekizincisi de “Orta Kıta” diyeceğimiz Ortadoğu, Afganistan, Orta Asya, Kafkasya ve Sibirya’yı içine alan bölgedir. Bu şerit yeryüzünü doğu ve batı olarak birbirinden ayırır. İşte bu “Orta Kıta”nın dünyaya açılan ağzı Irak’tır, Körfez’dir.

Körfez sayesinde Ortadoğu dünyanın merkezi haline gelmektedir. Gelecekteki uygarlıklar onun sayesinde gelişme imkanını bulacaktır. Petrolün büyük rezervleri Ortadoğu’dadır. Petrol Avrupa’ya Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ile ulaşacaksa, dünyaya da Irak’tan akacaktır.

Ayrıca, çağımız dünyası açısından bakıldığında da, Ortadoğu’nun Irak’a şiddetle ihtiyacı vardır. Arabistan 4 milyon kilometre kare büyüklüğünde bir çöldür. Fırat ve Dicle suları ile buralar sulanırsa, belki de 4 milyar insanı besleyebilir. “Sümer Sulama Uygarlığı” bu sayede şimdi “Ortadoğu Sulama Uygarlığı”na dönüşebilir.

Irak’a hakim olan bir devlet Ortadoğu’ya hakim olur veya Ortadoğu’yu parçalar.

ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin sebebi, Ortadoğu’ya hakim olmak, ondan sonra da dünyayı ikiye bölüp sömürebilmektir.

 

IRAK MESELESİNİN “TÜRKİYE” İÇİN ÖNEMİ

Irak ile Türkiye iç içedir. Fırat ve Dicle Türkiye’den çıkar ve Irak’a akar. Fırat ve Dicle ayrıca Karadeniz’e akan sularla da takviye edilebilir. Irak ve Türkiye ya iyi geçinmek suretiyle birlikte Ortadoğu’nun bağımsızlığını koruyacaklar, ya da aralarında çıkacak savaşlarla birbirlerini yok edecekler ve buralar başka halkların toprağı olacaktır.

Bugün ABD buralara hakim olmak istiyor. Ortadoğu’yu on milyondan küçük devletlere ayıracak ve silahsızlandıracak, “Ortadoğu Birleşik Devletleri” veya “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında İsrail imparatorluğunu kuracaktır. Bunun anlamı şudur ki; Türkiye parçalanacak, kuzeyde Pontus, batıda Bizans devletleri ihya edilecek; diğer kısımlar ise parçalanarak İsrail’e verilecektir.  

Türkiye için Irak meselesinin bu bakımdan hayati ehemmiyeti vardır. Bununla beraber ABD ile savaşacak olursak biz yıpranırız, sonra Avrupalılar ve Ruslar buraları işgal edebilirler.

Biz bu savaşta tarafsız kalmalı ve uzak durmalıyız. Sorun Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkmalı, dünya sorunu haline gelmelidir. Biz askerlerimizi Irak’tan çekmeli ve ABD’ye demeliyiz ki;

“Biz karışmıyoruz. Ne yaparsanız yapın. Eğer siz Sibirya’yı Ruslardan alırsanız ve Ortadoğu imparatorluğunu kurarsanız, biz kendi isteğimizle kuzeyde Pontus, batıda Bizans devletlerini kurarız; Türkiye’yi de parçalar, size teslim ederiz! Ama o zamana kadar biz sonuna kadar tarafsız kalacağız. Irak’a karşı da tarafsız kalacağız. Ama bize saldırırsan, ilk yapacağımız iş dünya ile bir olup işgali sizin elinizden almak olacaktır. Bununla da yetinmeyerek İsrail Devleti’ni de ortadan kaldırırız. Bizden uzak dur. Bize saldırma, biz de size saldırmayız.”

ABD, İran ve Suriye’ye saldırsa bile biz tarafsız kalmalıyız. Neden?

ABD’de sömürü sermayesi birkaç yıl içinde alaşağı edilecektir. Ortadoğu’daki iddialarından içteki sorunları sebebiyle vazgeçecektir. O zaman Ortadoğu yeniden şekillenecektir. Kafkasya, İran, Afganistan, Orta Asya, Irak, Arabistan ve Suriye bağımsız devletler olacaklardır. İsrail özerk bir bölge olacak, Müslümanlar onu koruyacaktır. İsrail’in silahı olmayacak, ama devlet olarak diğer devletlerle ilişkiler kurabilecektir.

Görülüyor ki, Irak sorunu Türkiye için zor ve birinci derecede bir sorundur.

Türkiye ancak -yukarıda kısaca özetlediğimiz- bu siyaseti ile Irak sorununu çözebilir.

 

IRAK’IN “İSLÂM ÂLEMİ” İÇİN ÖNEMİ

İslâmiyet Ortadoğu’da doğdu ve gelişti. Ancak bunun o kadar önemi yoktur. Budizm Hindistan’da doğdu, Çin’de gelişti. Ama asıl önemli olan bir şey var ki, o da “Kâbe”nin burada olmasıdır. Kur’an’da adıyla sanıyla belirtilmiş bu topraklar yalnız İslâm âlemi için değil, bütün insanlık için hayati önemi haizdir.

Hedeflenen istikamette hareket edilirse, İsrail imparatorluğu oluştuğu zaman, kendi toprakları olarak gördükleri Medine İsrail topraklarına katılacaktır. Mekke’yi yıkıp ortadan kaldırmayı da hedefleyebilirler. Bu bakımdan İslâm âlemi uyanık ve hazırlıklı olup Ortadoğu’ya ve Irak’a sahip çıkmak zorundadır.

Bunun yalnız İslâm âlemi için değil, Hıristiyanlık için de önemi vardır. Kudüs onların da hac yeridir. ABD’nin başarıya ulaşması demek, hem Hıristiyanların hem de Müslümanların din olarak hezimete uğramaları demektir. Dolayısıyla, Hıristiyanlar ve Müslümanlar birleşip bir an önce bu sorunlarını çözmelidirler.  

Mekke” bütün insanlık için ortak merkez haline getirilmelidir. “Kudüs” da üç din mensuplarının ortak barış merkezi olmalıdır. Budistler, Hindular ve Konfüçyüsçüler de kendilerine bir merkez ittihaz etmelidirler. Uygarlıklar insanlar arasında böylece yarışıp gelişmelidir. İslâm âlemi bu konuda ABD dahil dünyayı ve insanlığı uyarmalıdır. Sömürü sermayesinin bu çılgın planlarına ve gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerine insanlık son vermelidir.

 

IRAK’IN “İNSANLIK” İÇİN ÖNEMİ

İnsanlık III. bin yıl içinde yeni uygarlık oluşturacaktır. Bu uygarlık iki yolu izleyebilir.

İnsanlık Doğu ve Batı diye ikiye ayrılır. Bunlar arasında çıkacak kanlı savaşlar bin yıl içinde uzayıp gider. Budistlerle Hıristiyanların boğuşma dünyası olur. İslâmiyet ise birbirleriyle çatışan her iki uygarlığın ayakları altında ezilir. Şimdi sermaye bütün gücü ile buna hazırlanmaktadır.

Böyle bir çözüm tarihte bin yılımızın lânetle anılmasına sebep olacaktır.  

Oysa, bir “Ortadoğu bloku” oluşur da bu bloka Ruslar “Sibirya devleti” olarak katılırlarsa, Ortodoks ve İslâm Birliği Ortadoğu’ya hakim olursa, o takdirde biz doğu ile batı arasında bir denge unsuru olarak kalırız. Ne Batı ne de Doğu bloku bize saldıramaz. Batı saldırırsa Doğu ile birleşip saldırıyı def ederiz, Doğu saldırırsa Batı ile birleşip Doğu’yu def ederiz. Bu sayede “III. Bin Yıl Uygarlığı” barış uygarlığı olur.

İnsanlık bugün ulaştığı teknolojiden yararlanarak denizleri meskun hâle getirebilir, göklerde kentler kurabilir. Böylece kimi devletlerin gerçekleştirdiği savaşlar sebebiyle semadan kan yerine uygarlık yağar. Bunun için dünya birleşip bu sorunu çözmelidir.

Bu sorun yalnız Türkiye, İran, Suriye ve diğer bölge ülkelerinin sorunu olarak görülmemelidir. Buna İsrail halkı da katılmalıdır. Biz onlara arzı mev’utlarını veriyor ve koruyoruz. Unutmasınlar ki; dünya Hazreti Musa’ya değil, Hazreti İbrahim’e vaadolunmuştur. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Brahmanlar hep Hz. İbrahim’in nesli tarafından uyarılmışlardır. Hazreti Musa’ya yalnız şimdiki İsrail toprakları vaadedilmiştir. Ona da kavuşmuş bulunmaktadırlar.

Biz; İsrail toprakları bizimdir, çıkın gidin demiyoruz, yahut yok olun demiyoruz. Çünkü Kur’an da o toprakları size veriyor. Biz şeriata uyarız. Bu savaş Irak savaşı değildir, hattâ bu savaş İsrail savaşı da değildir. Peki bu savaş nedir?

Bu savaş 200 Yahudi ailesinin dünyaya hükmetme hevesleridir. Kolayca alt edilebilecek bir savaştır. Bir gün ABD’de bir general 200 Yahudi ailesinin kaldığı o mahalleyi kuşatır ve ikiz kulelerin yıkılması gibi sömürü sermayesinin gücü sona erer. Çünkü artık “karşılıksız kâğıt para” devri geçiyor. Artık dünyayı masa başında soyma tekniği tarih oluyor.

Açıkça görülüyor ki; “Irak Meselesi”nin ana köklerinde, sadece Irak’ı ve bölge ülkelerini değil, bütün insanlığın geleceğini ilgilendiren bir derinlik ve genişlik vardır. Bundan dolayı insanlık el ele verip bir an önce bu meseleyi çözüme kavuşturmalıdır. Türkiye de bu çözümde üzerine düşen görevi yerine getirmelidir.

 

 

Irak Hakkında Genel Bilgiler

Resmi adı: Irak Cumhuriyeti

Başkenti: Bağdat (Nüfusu: 5.000.000)

Diğer önemli şehirleri: Basra, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Ramâdi, Necef, Hilla, Erbil, Ummu'l-Kasr, Küfe.

Yüzölçümü: 434.924 km2.

Nüfusu: 23.000.000 (1999 tahmini).

Km2 başına düşen insan sayısı: 44.7

Nüfus artış hızı: % 3.1

Etnik yapı: Irak halkının % 77'si Arap, % 19'u Kürt, % 1.7'si Türk'tür. Bunların yani sıra her birinin oranı % 1'den daha az olan Farisiler (İranlılar), Lurlar, Nasturiler ve Kafkas Çerkezleri yaşamaktadır.

Dil: Resmi dil Arapça'dır. Halkın dörtte üçünden fazlası Arapça konuşur. Yukarıda anılan etnik unsurların dilleri de konuşulmaktadır.

Din: Resmi din İslâm'dır. Irak halkının % 97'si Müslümandır. Müslümanların % 57'si Şii - Caferi, % 43'ü Sünnidir. Sünnilerin çoğunluğu Şafiidir. Ancak Hanefîlerin oranı da Şafiilerin oranından çok az değildir. % 2 oranında Hıristiyan vardır. Hıristiyanların üçte ikiye yakını Ortodoks, üçte bire yakını Katolik az bir kısmı da Protestandır. % 0.7 oranında Yezidi, % 0.2 oranında Sabii, çok az sayıda da Yahudi mevcuttur.

Coğrafi durumu: Bir Ön Asya (Ortadoğu) ülkesi olan Irak, kuzeyden Türkiye, doğudan Iran, güneydoğudan Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyden Suudi Arabistan, batıdan da Ürdün ve Suriye ile çevrilidir. Topraklarının % 13'ü tarım alanı, % 10'u otlak, % 4'ü orman ve çalılıktır. Bölgelere göre değişiklik arz eden bir iklimi vardır.

Yönetim şekli: Irak'ta Saddam döneminde tek partili bir siyasi sistem hâkimdi. 22 Eylül 1968'den sonra yürürlükte olan anayasa devletin en üst yöneticisi olan devlet başkanına oldukça geniş yetkiler tanımaktaydı. Hükümet devlet başkanı tarafından oluşturulur ve başkan istediği zaman hükümeti veya herhangi bir üyesini değiştirme yetkisine sahipti. 250 üyeli, sınırlı birtakım yetkilere sahip parlamentosu bulunmaktaydı. BM, İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü), Arap Devletleri Birliği, OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı), IMF (Uluslararası Para Fonu), İslâm Kalkınma Bankası gibi uluslararası örgütlere üyedir.

Siyasi partiler: Irak'ta resmen tanınmış olan tek siyasi parti Arap Sosyalist Baas Partisi'ydi. Bu partinin savunduğu Baas ideolojisinin kurucusu ve fikir babası Hıristiyan asıllı Misel Eflak'tir. Bu ideoloji sosyalizm, laiklik ve Arap kavmiyetçiliği ilkeleri üzerine oturur. Baas ideolojisine göre İslâm, Arap medeniyetinin bir ürünüdür.

 

 

Tarihi:

Irak topraklarının bir kısmı Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında Halid bin Velid (r.a.) komutasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildi. Irak'ın tamamının fethi ise ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında gerçekleştirildi. Tarihte önemli birer ilmi ve ticari merkez rolü üstlenmiş, günümüzde de Irak'ın en önemli şehirlerinden olan Basra ve Küfe şehirleri Hz. Ömer (r.a.) zamanında kurulmuştur.

Hz. Ali (r.a.) zamanında hilafet merkezi Medine'den Küfe'ye nakledildi. Hz. Ali (r.a.)'nin oğlu Hz. Hüseyin de Küfe yakınlarındaki Kerbelâ'da şehid edildi.

Emeviler döneminde hilafet merkezi Şam idi. Onlardan sonra gelen Abbasiler döneminde ise merkez Bağdat oldu. Abbasi halifelerinden Mu'tasım döneminde 835 yılında hilafet merkezi Samarra şehrine taşındı ve 892 yılına kadar da burası merkez olarak kaldı. 899 - 1030 yılları arasında 131 yıl süreyle Irak'ın güneyinde kalan bölgelerde ve bazı Körfez bölgelerinde Karmatiler hüküm sürmüşlerdir. Karmatiler, Fatimiler'e bağlıydılar ve Şiilerin aşırılarındandılar. Karmatiler, Abbasileri ve Şii bir yönetim olan Buveyhileri uzun süre uğraştırmışlardır. Abbasi hilafeti 892 yılında yeniden Bağdat'a taşındı. Ancak eski toprakların tümü üzerinde otorite sağlayamadı. Zaman içinde Abbasilerin siyasi alandaki otoriteleri zayıfladı ve siyasi otoriteyi Buveyhilere bırakarak dini otoriteyi ellerinde tutmakla yetindiler. Buveyhilerin izledikleri kötü yönetim Irak'ın çeşitli bölgelerinde ayaklanmalara ve bazı bölgelerin merkezi idareden ayrılmasına yol açtı.

1055'te Büyük Selçuklu hakanlarından Tuğrul Bey Bağdat'ı ele geçirerek Buveyhi saltanatına son verip Abbasilerle işbirliği içine girdi. Bu tarihten sonra Abbasi hilafeti Selçukluların desteğiyle ayakta kalmaya devam etti. Ancak Irak topraklarının tamamı üzerinde otorite sağlayamadı. Bazı bölgelerdeki yerel yönetimler yine varlıklarını sürdürdüler. Öte yandan sonraki yıllarda Abbasi hilafetiyle Irak'ta kurulan Selçuklu idaresi arasında çeşitli anlaşmazlıklar ve çarpışmalar oldu. Önceleri Büyük Selçuklulara bağlı olan Irak Selçukluları, Basra Körfezi çevresinde 1194 yılına kadar hâkimiyet sürdüler. Bu tarihte Irak Selçukluları hâkimiyetine son veren Harezmşahlar bölgeye hâkim oldular.

Moğolların 1258'de Bağdat başta olmak üzere Irak topraklarını işgal etmeleri üzerine Irak'taki Abbasi idaresi sona erdi. Moğol istilacılar Harezmşahlar'in saltanatına da son verdiler. Moğollar Bağdat'ta ve Irak'ın genelinde büyük bir katliam ve yıkım gerçekleştirdiler. Bundan sonra 3 yıl 4 ay süreyle hilafet makamı açık kaldı. Daha sonra Mısır'da yönetimi elinde bulunduran Memluklardan Baybars, 9 Haziran 1261'de Abbasi veliahdı Ebu'l-Kasım Ahmedi'l-Mustansir Bi'llah'ı halife ilan etti. Böylece Abbasi hilafeti Kahire'de varlığını sürdürdü. Moğollar Irak toprakları üzerindeki hâkimiyetlerini 1335'e kadar sürdürdüler.

1336'da Bağdat'ı başkent edinerek Irak topraklarına hükmeden Celayirli hanedanı kuruldu. Celayirli yönetiminin sürdüğü sırada, 1393 ve 1401 yıllarında Timur orduları iki kez Bağdat'ı işgal ederek yağmaladılar.

Bağdat 1411'de Karakoyunlular'ın eline geçti. Karakoyunlular saltanatlarını 1468'e kadar sürdürdüler. Onlardan sonra da Bağdat ve çevresine Akkoyunlular hükmettiler. 1508'de Bağdat'ı ve Irak'ın tamamına yakın bir kısmini Safeviler ele geçirdiler ve 1534'e kadar buralar onların hâkimiyetinde kaldı. 1534'te ise Bağdat ve çevresini Osmanlılar ele geçirdiler. Osmanlılar, bundan bir süre sonra 1546'da, Basra bölgesinde de etkinlik gösterdiler. Ancak Basra 1699'da Osmanlılara bağlandı. 17. yüzyılın başlarında bir ara Safeviler yeniden Bağdat'ı işgal ettilerse de Osmanlı Devleti çok geçmeden geri aldı.

İngilizler I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte ilk önce Basra olmak üzere Irak topraklarını işgal etmeye başladılar. 1918'de Irak'ın tamamı Osmanlılar'dan ayrıldı. İngilizler 23 Ağustos 1921'de Şerif Hüseyin'in üçüncü oğlu I. Faysal'ı Irak kralı yaptılar. (Ürdün'ün ilk kralı Abdullah da Şerif Hüseyin'in ikinci oğludur.) Kral Faysal İngilizler tarafından korunuyordu ve onların bu ülkedeki çıkarlarını korumakla görevlendirilmişti. Kral Faysal'in yönetimi 8 Eylül 1933'e kadar sürdü. Yerine oğlu Gazi kral oldu ve 4 Nisan 1939'a kadar krallığı sürdürdü. Bu tarihte Gazi'nin İngilizler tarafından gerçekleştirilen bir suikastla öldürülmesi üzerine 4 yaşındaki oğlu II. Faysal kral yapıldı. Ancak yönetimi II. Faysal’dan vekâleten aynı hanedandan Abdullah bin Ali kral naibi olarak elinde tutuyordu.

15 Temmuz 1958'de saltanata son verildi ve genç kralla birlikte bütün hanedan üyeleri öldürüldü. Bu olaydan sonra ülkede krallık rejimine son verilerek cumhuriyet düzeni ilan edildi ve ilk devlet başkanlığına General Abdülkerim Kasım getirildi. Başlangıçta halkın desteğini elde eden Abdülkerim Kasım, daha sonra geniş çaplı ayaklanmalarla karşı karşıya geldi. Baasçılar 9 Şubat 1963 tarihinde gerçekleştirdikleri bir darbeyle Abdülkerim Kâsım'ı görevden alarak öldürdüler. Bundan sonra devlet yönetimine Baas Partisi hâkim oldu ve devlet başkanlığına da Albay Abdüsselam Muhammed Arif getirildi. Daha sonra Baasçılar arasında bazı anlaşmazlıklar ortaya çıktı ve Abdüsselam Arif bazı kişileri saf dışı etti. Abdüsselam Arif'in 14 Mayıs 1966'da bir helikopter kazasında ölmesi üzerine yerine kardeşi Abdurrahman Muhammed Arif geçti. Onun döneminde ordu yönetimde önemli bir etkinlik kazandı. 17 Temmuz 1968'de de ordudaki Baasçılar Tümgeneral Ahmet Hasani'l-Bekr'in öncülüğünde bir darbe gerçekleştirerek yönetimi ele geçirdiler. Bu devrimle birlikte gençliğinden beri Baasçılar arasında yer alan Saddam Hüseyin de yönetimde etkili bir konuma geldi.

Başlangıçta kendini el-Bekr'in destekçisi olarak gösteren Saddam zamanla Baas Partisi içindeki bütün muhalifleri saf dışı etti. Bu hesaplaşmada Baas'ın ileri gelenlerinden birçoğu öldürüldü. Saddam Hüseyin, 1976'da başbakanlığı ve bazı önemli görevleri el-Bekir'den devraldı. 1979'da da devlet başkanlığını üstlendi.

Saddam önce kendi çalışmaları ve kurmak istediği diktatörlük rejimi açısından tehlikeli gördüğü kimseleri idam ettirmekle işe başladı. Ayağının tozuyla bakanlardan ve yüksek rütbeli subaylardan oluşan yirmi kişiyi idam ettirdi. İdamlar sonraki yıllarda da devam etti. Saddam bununla da yetinmeyerek bazı suikast olaylarından dolayı pek çok insani öldürdü. Saddam, Irak'taki İslâmi Hareket'i tamamen ortadan kaldırabilmek için elinden geleni yaptı.

Irak bir sınır meselesini gündeme getirerek 22 Eylül 1980'de ABD'nin de teşvikiyle İran'a karşı bir savaşa girişti. 8 yıl süren bu savaşta toplam 1 milyon insan hayatını kaybetti. 200 milyarı silaha verilmek üzere 420 milyar dolar maddi zarar meydana geldi.

Irak, İran'a karşı savasında kendisini sürekli destekleyen Kuveyt'e 1990 yılı ortalarında, tartışmalı bölgeden petrol çıkarmak ve petrol fiyatlarını düşük tutmak suretiyle kendisini zarara uğrattığı gerekçesiyle bir ültimatom verdi. Arkasından da 2 Ağustos 1990'da bu ülkeyi tamamen işgal etti. Irak - Kuveyt krizinin başlangıcında olayların dışında görünen ABD işgal olayından sonra Irak'a karşı cephe oluşturmaya başladı. ABD savaş hazırlıklarını tamamladıktan sonra 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt'ten çekilmemesi halinde Irak'a karşı savaş açacağını açıkladı. 17 Ocak 1991 gününün ilk saatlerinde de yanına aldığı sömürgeci güçlerle birlikte savaşı fiilen başlattı. Irak kuvvetleri her türlü teknik imkâna sahip birleşik güçler karşısında uzun süre dayanamadı ve teslim olmak zorunda kaldılar.

“Körfez Savaşı” Irak'ı tam bir kargaşanın, otorite boşluğunun ve ekonomik krizin içine itti. Savaş zaten ülke ekonomisini önemli oranda yıpratmıştı. Buna ek olarak ABD güdümündeki Birleşmiş Milletler örgütü bu ülkeye karşı bir ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Otorite boşluğundan yararlanan güneydeki bazı Şii gruplar yönetime karşı ayaklanma başlattılar. Irak Kürdistanı olarak da adlandırılan Kuzey Irak bölgesi de büyük ölçüde Bağdat yönetiminin otoritesi dışına çıktı. Ancak bu bölgede merkezi bir yönetim oluşturulamadı. Biri merkezi Süleymaniye'de olan Talabani yönetimi diğeri de merkezi Erbil'de olan Barzani yönetimi olmak üzere iki ayrı Kürt yönetimi ortaya çıktı. Bu yönetimler kendi aralarında zaman zaman iç çatışmalara girdiler.

Son olarak da ABD ve İngiltere ile müttefikleri Irak’ı işgal ettiler.

 

Dış Problemleri:: Irak'ın aslında bütün komşularıyla problemleri vardır. Kuveyt'i işgal ederken gerekçe olarak kullandığı sınır problemi Irak'ın yıllar önce ortaya atmış olduğu ancak İran'la savaşı dolayısıyla gündem dışı tuttuğu bir problemdi. Anlaşmazlığa yol açan bölge buraları bir süre işgalinde tutan İngiltere'nin çekilirken, Irak'a mı Kuveyt'e mi ait olduğunu kesin şekilde belirlemeden, gerektiğinde kullanılmak üzere problem olması için bıraktığı bölgeydi. Irak, Körfez Savaşı sonrasında içine düştüğü durum dolayısıyla Kuveyt'in tartışmalı bölge üzerindeki hâkimiyetine göz yumuyorsa da bu bölge üzerindeki hak iddiasından vazgeçmiş değildir.

1980'de Iran - Irak Savaşı'na yol açan sınır problemi de eskidir. Bu problem aslında 1975 Bağdat zirvesinde imzalanan bir anlaşmayla sonuca bağlanmıştı. Ancak İran'daki yönetim değişikliği üzerine Batılı güçlerin tahrikleriyle Irak bu anlaşmayı geçersiz saydı ve İran'a saldırdı. İki ülkenin 1988'de 598 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararını karşılıklı olarak kabul etmesiyle Iran - Irak Savaşı sona erdi. Ancak sınır problemi kesin bir çözüme kavuşturulmuş değildir.

Irak'la Türkiye arasında Fırat ve Dicle sularının kullanımı konusunda bazı anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Irak, Körfez Savaşı sonrasında içine düşmüş olduğu durum dolayısıyla bu meseleyi de gündem dışı tutuyorsa da, ileride bu konunun iki ülke arasında herhangi bir probleme yol açıp açmayacağı konusunda kesin bir şey söylenemez.

Her ikisi de Baas rejimiyle yönetilmesine rağmen Irak'la Suriye yıllardan beridir anlaşamamaktadır. Körfez Savaşı'nda da Suriye, Irak'a karşı cephe içinde yer aldı. Bunun yani sıra Irak da Suriye'deki rejime muhalif siyasi gruplara siyasi ve lojistik destek vermektedir. Son yıllarda bu iki ülke arasında kısmen bir yumuşama yaşandıysa da problemler çözülmemiştir ve husumet devam etmektedir.

Körfez Savaşı, Irak'ın İran karşısında kendisini maddi yönden sürekli destekleyen Suudi Arabistan'la da arasının açılmasına yol açtı.

Irak'ın en önemli dış meselesi ise belki, BM tarafından sürekli uzatılan ekonomik ambargo uygulamasıdır.

 

İç Problemleri: Kürt meselesi Irak'ın çok eski bir meselesidir. Kürtlerin çoğunlukta olduğu Kuzey Irak'ın bağımsızlığını isteyen birçok örgüt kurulmuştur. Bunların içinde en çok isimleri duyulanları ise Celal Talabani'nin liderliğindeki Kürdistan Yurtsever Birliği ile Mesut Barzani'nin liderliğindeki Kürdistan Demokratik Birliği'dir. Irak'ın Körfez Savaşı sonrasında içine düştüğü durumdan cesaretlenen bu örgütler kuzeyde özerk bir yönetim oluşturma çalışmaları başlattılar. Bu örgütler amaçlarını gerçekleştirmek için 19 Mayıs 1992'de etkin oldukları bölgede bir seçim gerçekleştirerek 105 üyeli bir Kürdistan parlamentosu

 

 

oluşturdular. Ardından anılan iki örgütün koalisyon hükümeti niteliğinde bir Kürdistan hükümeti oluşturuldu. Ancak iki örgüt arasındaki ittifak uzun sürmedi ve çok geçmeden bu iki örgütün taraftarları birbirlerine karşı silahlı mücadeleye girdiler. Bütün bu gelişmeler Irak Kürdistan'ını tam bir kargaşanın, yönetim boşluğunun ve belirsizliğin içine itti.

Irak'ta yönetimin Şiiler ve Türkmenler karşısında izlediği politika da iç problemlere yol açmaktadır. İran'da Şah rejiminin sona ermesinden sonra Irak halkının çoğunluğunu oluşturan Şiilerin ileri gelenleri de Irak İslâm İnkılabı Yüksek Meclisi adlı bir örgüt oluşturarak yönetime karşı bir mücadele başlatmışlardı. Körfez Savaşı sonrasında Güney Irak Şiileri bir ayaklanma başlattılar. ABD de bu ayaklanma için gerekli şartları oluşturarak Irak kuvvetlerinin 36. paralelin güneyinde hareket etmelerini yasaklamıştı. Türkmenler de çeşitli örgütler etrafında toplanarak yönetime karşı mücadele etmektedirler.

 

İslâmî Hareket: Baas Partisi'nin iktidarı ele geçirmesinden sonra izlenen baskı politikası Irak'taki İslâmi faaliyetlere büyük darbe vurdu ve açıktan İslâmi faaliyette bulunulmasına imkân bırakmadı. Uygulanan baskı politikası İslâmi düşünce sahibi pek çok insanı da vatanını terk etmeye zorladı. Bununla birlikte insanların İslâmi yönden bilgilendirilmelerini ve şuurlandırılmalarını amaçlayan gizli faaliyetler durmadı. Bu faaliyetleri yürüten cemaatlerin başında da Müslüman Kardeşler cemaatinin Irak kolu gelmektedir. Bu cemaatin faaliyetlerinin gençler arasında basite alınamayacak bir etkisi oldu. Halkın çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Irak Kürdistanı'nda faaliyet yürüten Irak Kürdistan İslâm Birliği adlı örgütün mensupları da Müslüman Kardeşler çizgisindedirler. Bu örgüt eğitime ve kültürel faaliyetlere ağırlık vermekte, bölgede hâkimiyeti ele geçirme mücadelesi veren gruplar arasındaki çatışmalardan uzak durmaya çalışmaktadır.

Irak Kürdistanı'nda faaliyet yürüten bir diğer İslâmi cemaat de Şeyh Osman b. Abdülaziz'in kurduğu ve halen liderliğini kardeşi Şeyh Ali b. Abdülaziz'in yaptığı Irak Kürdistan İslâmi Hareketi'dir. Bu hareket kısmen İran'a yakınlığıyla bilinmektedir. 1994 başlarında bu hareketin mensuplarıyla Talabani'nin milisleri arasında bazı çatışmalar oldu. Bu örgütün merkezi ünlü katliama sahne olan Halepçe şehrinde bulunmaktadır.

Irak halkının çoğunluğunu oluşturan Şii cemaat arasında en etkili olan örgüt Irak İslâm Devrimi Yüksek Meclisi'dir. 1982'de kurulan ve liderliğini Muhammed Bekr el-Hakim'in yaptığı bu meclis çalışmalarını daha çok İran'dan yürütmektedir.

 

Ekonomi: Irak, petrol rezervi bakımından dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alır. 1993'deki mevcut petrol rezervi 100 milyar varildi. Doğal gaz ve petrokimya bakımından da zengindir. 1993'teki doğal gaz rezervi de 3 trilyon 100 milyar m3'tü. Petrol ve doğalgaz gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 12'dir. Uluslararası ambargo Irak'ın petrol, doğalgaz ve petrokimya üretimini önemli oranda etkilemiştir.

Irak tarım yönünden de iyi durumdadır. Tarım ve hayvancılıktan elde edilen gelirin milli gelir içindeki payı % 20'dir. Tarım sektöründe çalışanlar tüm çalışan nüfusun % 12'sini oluşturmaktadır. Ancak uluslararası ambargo tarımı olumsuz yönde etkilemiştir.

Para birimi: Irak Dinarı

Kişi başına düşen milli gelir: Körfez Savaşı öncesinde 1950 dolardı.

Sanayi: Irak'ın sanayi kuruluşlarının başında petrol arıtma ve petrokimya tesisleri gelir. Bunun yani sıra gıda maddesi, meşrubat, sigara, tekstil ürünü, giyim eşyası, mobilya, kâğıt, kimyasal madde, plastik, çimento, tuğla ve diğer inşaat malzemeleri, toprak eşya, madeni eşya ve büro malzemeleri üreten sanayi kuruluşları bulunmaktadır. İmalat sanayisinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 10'dur. Çalışan nüfusun yaklaşık % 11'i sanayi sektöründe iş görmektedir. Buna petrol tesislerinde çalışanlar da dahildir. Uluslararası ambargodan diğer sektörler gibi sanayi sektörü de büyük ölçüde olumsuz yönde etkilenmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

IRAK

DEVLETİN ADI:

Irak Cumhuriyeti

BAŞŞEHRİ:

Bağdat

YÜZÖLÇÜMÜ:

438.317 km2

NÜFUSU:

18.838.000 (1993)

RESMİ DİLİ:

Arapça

DİNİ:

İslâm (% 95), Hıristiyan (% 5)

PARA BİRİMİ:

Dinar

Türkiye’nin güneyinde bir Ortadoğu ülkesidir. Kuzeyde Türkiye, doğuda İran, güneydoğuda Basra Körfezi ve Kuveyt, güneyde Suudi Arabistan, batıda Ürdün ve Suriye ile sınırlanmış ve 38°-48° doğu meridyenleri ile 28°-38° paralelleri arasında yer almaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bir geçit kabul edilmektedir.

Tarihi

Irak’ın bulunduğu Mezopotamya bölgesi dünyânın ilk önemli yerleşim merkezlerinden biridir. M.Ö. 7. yüzyıla kadar Sümer-Akad, Bâbil ve Asurlar’ın elinde kalmış, bu târihte ise Perslerin eline geçmiştir. Bölgede İslâmiyet’ten önceki Araplar da Main, Sebai ve Himyeri devletlerini kurdular. İslâmiyet’in doğuşu ve hızla gelişmesi ile birlikte Müslümanlar uzun süre bölgeye hâkim oldular. Müslümanların dördüncü halîfesi Hazreti Ali’nin kabri Necef’tedir. Oğlu Hazreti Hüseyin de burada Kerbelâ’da şehid olmuştur. İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe, Ahmed bin Hanbel, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük âlim ve velîler Bağdat ve Kûfe’de yetişmişler, insanlığa ilim ve hikmet yaymışlardır. Bu üç zâtın türbesi hâlen Bağdat’tadır.

Bağdat 762’den itibiren yeni baştan imar edilerek Abbasilerin yani İslâm dünyasının başşehri oldu ve dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri haline geldi. Bilhassa 786-809 seneleri arasında halifelik yapan Harun Reşit ve oğlu Me’mun zamanında Irak dünyanın en parlak ilim ve kültür merkezi oldu. Ancak 1258’de Irak’a giren Moğol hükümdarı Hülâgu, şehirleri yakıp yıkmış, binlerce Müslümanı öldürmüştür. Daha sonraki tarihlerde de eski günleri bulamayan Irak, sırasıyla Celâyirliler, Tîmuroğulları, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevîlerin hâkimiyeti altında kaldı. 1515’te Kuzey Irak’ın Osmanlı topraklarına katılmasını takiben Kanuni Sultan Süleyman Han 1534’te ülkenin tamamını fethetti. Irak, Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı yaklaşık beş asırlık süre zarfında en parlak dönemlerini yaşadı. Kıymetli alimler İstanbul’a götürülerek çalışmaları için her türlü imkân temin edildi. Osmanlı Sultanı Dördüncü Murat zamanında Bağdat ikinci defa fethedildi. Bu fetihte padişah bizzat harbe iştirak etmiş, kale kapısı yıkılırken elindeki gürzle o da yardım etmişti. Kalenin fethinden sonra Şiîlerin yıktığı İmâmı Azam türbesini yeniden inşâ ettirdi.

Irak’a göz koyan İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında 20 Kasım 1914’te Basra’ya girdiler. Ancak 29 Mayıs 1916’da Irak ve Osmanlı Kuvvetleri “Selman Pak” meydan savaşında İngilizleri yenerek tamamını esir ettiler. Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra Osmanlılar bölgeden çekildiklerinden Iraklılar yalnız ve zayıf kaldılar. Bunu fark eden İngiltere 1918’de ordularını Musul’a soktu. 1920’de yapılan son Roma Konferansı’nda da Irak’ın İngiliz mandası altına girmesi kararlaştırıldı.

1930’da İngiltere Irak’a sözde bağımsızlık tanıdı. 1933’te de Faysal’ın oğlu Gazi kral oldu. Irak İkinci Dünyâ Savaşı’na girmedi. Ancak bütün İngiliz sömürgeleri gibi savaştan etkilendi. 14 Temmuz 1958’de Irak ordusu, 22 yaşındaki Kral İkinci Faysal’ın da öldürüldüğü kanlı bir darbe ile yönetime el koyarak cumhuriyeti ilân etti. Ancak darbeci Abdülkerîm Kasım tam bir diktatör olduğundan Irak’a İngilizlerden fazla bir hürriyet vermedi. Bunun üzerine Sosyalist Arap Baas Partisi aynı senenin 8 Şubatında yönetimi ele geçirdi. 18 Kasım 1963’te Arif Kardeşler, karşı darbe ile başa geçti. Beş sene sonra 30 Temmuz 1968’de de Baas Partisi yeni bir darbe yaparak ikinci defa yönetimi ele geçirdi. Saddam Hüseyin’in başkanlığındaki Devrim Komuta Konseyi ve Sosyalist Arap Baas Partisiiktidarı ele geçirdi.

22 Eylül 1980’de başlayan Irak-İran savaşı ülkede yüzbinlerce insan kaybına, milyarlarca dolarlık zarara, huzurun, barışın ve düzeninin bozulmasına yol açtı. Sekiz sene gibi uzun bir savaş sonunda, 20.8.1988’de ateşkes imzâlandı.

1990 ortalarında Irak orduları Kuveyt’e girerek burayı işgâl etti. Bunun üzerine başlayan Körfez Krizi petrol fiyatlarının artmasına ve ekonomik dalgalanmalara sebep oldu. ABD, Suudi Arabistan’ın güvenliğini sağlamak için 500.000 asker, birçok Avrupa devleti de Basra Körfezi’ne donanma gönderdi. Irak’a Kuveyt’i boşaltmak için verilen sürenin bittiği 16 Ocak 1991 günü müttefik güçler askerî harekâta başladı. Bir ay zarfında Irak mağlup olarak Kuveyt’ten çekilmek mecburiyetinde kaldı. Ateşkes antlaşması imzalanarak barış görüşmelerine başlandı.

ABD ve İngilter ile müttefikleri daha sonra Irak’ı tamamen işgal ettiler.

 

Fizikî Yapı

Irak fizikî yapı bakımdan genelde dört bölgeye ayrılır: Bunlar kuzey ve kuzeydoğuyu kaplayan dağlık bölge; bu bölgenin güneyinde yer alan Basra Körfezi kıyısındaki bataklıklar; güney ve batıdaki çöllerle sınırlanmış olan Mezopotamya arazisi ve Ürdün, Suudî Arabistan, Güney Suriye sınırlarına yakın bölgelerden başlayarak komşu ülkelerin içlerine doğru uzanan step ve çöllerdir. Ülkenin en büyük platosu kuzeyde bulunan Cezire’dir.Yine kuzeydeki Alp-Himalaya dağ dizisi üyeleri Zagros Dağları Irak’ın en yüksek bölgeleri olup 5605 m’ye kadar yükselirler. Dicle ve kolları, Fırat, Irak ve Mezopotamya’nın hayat kaynağıdır. Bu iki ırmak bölgeyi suladıktan sonra Basra Körfezi’ne 150 km kala Şattülarap su yolunda birleşirler. Bu yol Irak’ın en önemli limanı olan Basra’yı körfeze bağladığından çok önemlidir. Dicle ve Fırat yüzyıllardan beri Türkiye ve Suriye’den, Irak’ın kuzeyinden taşıdıkları topraklarla denizi doldurarak Aşağı Mezopotamya’nın ucundaki deltanın alüvyonal özellikte çok verimli bir ova hâline gelmesine sebep olmuşlardır. Ülkenin diğer önemli akarsuları Büyük Zap, Küçük Zap ve Uzuym nehirleridir. Ülkede çok sayıda göl bulunmasına rağmen tam bir göl özelliği göstermezler. Birçoğu yağmur suyu ile dolan sathî (yüzeysel) çukurluklardır. Basra Körfezine yakın göllerin çoğu da sazlıklarla kaplı bataklıklar hâlindedir. Irak’ın en büyük gölü Şattülarap su yolu ile Fırat Nehri arasındaki Hürülhammar Gölü’dür.

İklimi

Irak’ta iklim kış-yaz mevsimleri ve güney-kuzey bölgeleri arasında büyük değişiklik gösterir. Yaz mevsimi güneyde uzun, sıcak ve kuraktır. Sıcaklık bölgede ortalama 46°C’yi bulur. Kuzeyde ise serince ve kısa sürer. Kış mevsimi ise güneyde kısa sürer ve serin geçer. Kuzey bölgelerde ise kış çok karlı ve uzundur. Bu bölgelerde kış aylarındaki sıcaklık ortalaması sıfırın altındadır. Yağış ise ülke genelinde kış aylarında olur. Mezopotamya’da senelik ortalaması 178 mm olan yağış, dağlık bölgelerde 1016 mm’yi bulur. Yağışlar güneyde yağmur, kuzeyde kar şeklinde olur. Çöl bölgelerinde ise ancak dünya çapında büyük bir kış olduğu zamanlarda kısa süreli yağışlar tesbit edilmiştir.

Tabiî Kaynaklar

Irak bitki örtüsü bakımından da iklime bağlı olarak bölgelere göre değişiklik gösterir. Dağlık bölge, yamaçlarda çam, meşe, fıstık ağaçları, daha yukarılarda diken ve çalılıklarla kaplanmıştır. Suriye sınırı yakınlarındaki kısımlarda bir iki yıllık cılız bitkilere rastlanır. Güneydeki steplerde bozkır bitkileri, çöllerde ise dikenli bitkiler görülür. Aşağı Mezopotamya’nın bir kısmı ve Basra Körfezi kıyısı bataklık özelliği gösterdiğinden buralar söğüt, kavak ağaçları, yeşillikler, su otları ve sazlarla kaplıdır.

Ülkedeki vahşi ve yabani hayvanların en bol bulunduğu yerler dağlardır. Buralarda çakal, sırtlan ve yabani tavşana rastlanır. Çöllerde çöl yılanı, çöl faresi, Dicle ve Fırat gibi büyük ırmak boylarında ise kurbağa, yılan ve yabani ördek görülür.

Irak’ın en önemli tabiî kaynağı petroldür. Petrol Kerkük, Musul ve Basra olmak üzere üç bölgeden çıkarılır. Ülkenin senelik petrol istihsali 31 milyon varil civarındadır. Kuzeyden çıkarılan petrol, petrol boru hattı ile Suriye’nin Baniyar, Lübnan’ın Trablusşam limanlarına ve ülkemizin Yumurtalık tesislerine pompalanır. Güneyden çıkarılan petrol ise körfez kıyısındaki limanlardan borularla sevk edilir.

Irak’tan çıkarılan ve değeri petrole yakın diğer bir tabiî servet kükürttür. Bunu senede 12 bin ton çıkarılan asbest takip eder.

Nüfus ve Sosyal Hayat

Irak ender rastlanacak bir tarihe sahip olduğundan ülke nüfusunu meydana getiren gruplar da kendisine has özellikler gösterir. Birinci Dünya Savaşı sırasında 2,5 milyon olan ülke nüfusu % 35’lik artış oranı ile günümüzde 17.215.000’e ulaşmıştır. Halkın % 80’i Araptır. Geri kalan % 20’lik kısmı kuzey bölgelerde yaşayan Kürtler, Kerkük ve Musul’daki Türkler ve çeşitli yerlerde yerleşmiş bulunan Ermeni, Yahudi, Yezidi, Süryani ve Asuri azınlıklar teşkil eder. Türkler okullarında Türkçe öğretim yapabilme, diğer azınlıklar da bazı konularda özerk davranabilme hakkına sahiptir. Arapça resmi dil olması ve halkın büyük çoğunluğunun Arap olması sebebiyle en çok konuşulan lisandır. Irak Arapçası yazıda modern, telaffuzda mahal, sitili benimsemiştir. Arapçayı sırasıyla Kürtçe, Türkçe ve Ermenice takip eder. İngilizce ise en çok kullanılan batı lisanıdır.

Halkın çoğu Müslümandır. Müslüman olan Araplar, Türkler ve Farslar toplam nüfusun % 95’ini meydana getirirler. 1960’a kadar Müslüman toplumunun yarısına yakını Şiiydi. Ancak bu yıllarda çeşitli siyasi sebeplerden dolayı ülkeden fazla miktarda Şiî çıkarıldığından bugün ülkede sâdece Kerbelâ ve Necef civarında Şiî bulunmaktadır. Hıristiyan toplumu da, Katolik olan Musul’daki bir kısım Araplar, Ortodoks olan Ermeniler, kendi kiliselerine bağlı olan Süryani ve Yezidiler meydana getirir. Ülkedeki diğer iki dinî grup ise Yahuduler ve ilkel dinleri olan Asurîlerdir.

Ülkede eğitim parasız ve mecburiyet olmadan yürütülmektedir. İlk ve orta öğretim seviyesi komşu ülkelere nazaran düşüktür. 1959 senesinde başlatılan okuma-yazma seferberliği ile okur-yazar oranı 1979’da % 30’a çıkmış, günümüzde ise % 40’ı aşmıştır.

Siyâsî Hayat

Irak, tek partili cumhuriyet sistemi ile yönetilmektedir. Ülke idaresinin görüşüldüğü 250 kişilik bir meclis vardır. Seçimler tek parti ve tek liste ile yapılır. Cumhurbaşkanı 1968 ihtilâlini yapan Devrim Komuta Konseyinin başkanlığına 1979’da getirilen Saddam Hüseyin’dir.

Irak’taki idari taksimat Osmanlılar zamanındakinin devamı olup, batı sistemlerinden hemen hiç etkilenmemiştir. 16 şehrin en önemlileri Bağdat, Basra, Kerkük, Musul, Necef, Kerbelâ, Hillâ ve El-Kâzimeyn’dir. Şehirlerin başında ülkemizdeki valiye karşılık olan mutasarrıflar bulunur. Şehirlerden sonra kaymakamların idare ettiği kazalar gelir. Nahiyeler ise müdürlerin yönettiği köyden büyük yerleşim merkezleridir. Köy idarecisi olan muhtarlar genellikle halk tarafından işbaşına getirilir.

Ekonomi

Tarım: Irak petrolünün keşfine kadar, ülke tamamen bir tarım ülkesi idi. Tarım eskisi gibi olmamakla beraber bugün de önemini korumaktadır. Petrolden elde edilen gelirin büyük bir bölümü tarımın modernizasyonunda kullanılır. Tarım arazileri genelde Mezopotamya bölgesi ve büyük ırmaklar boyunda toplanmıştır. Ancak buralardaki yüksek vasıflı topraklardan gerektiği kadar faydalanılmamaktadır. Ülkenin 430.000 km2’ye yakın olan arazisinin % 43’ü tarıma elverişli olmasına rağmen, ancak % 8’inden düzenli olarak faydalanılmaktadır.

Irmak boylarındaki vadiler ve kuzeydeki yaylalar daha çok tahıl, tütün ve meyve üretimine elverişlidir. Daha güneydeki bölgelerde ise buğday, arpa, mısır, pirinç, susam, fındık, sebzeler, meyveler, tütün ve afyon yetişir. Hurma hemen hemen bütün bölgelerde yetişen millî bir üründür. Irak tek başına dünya hurma üretiminin yüzde yetmiş beşini karşıladığından, hurma ekonomiye en büyük katkısı olan tarım ürünüdür.

Hayvancılık ve tarım: Irak halkının hayâaı ile büyük ölçüde paralellik gösterir. Sığır, eşek, katır kuzey bölgelerinde; deve Asur arazisi, çöller ve Mezopotamya’nın bir bölümünde; koyun Mezopotamya’nın batısında yetiştirilir. Ülkedeki büyükbaş hayvanların sayısı toplam dört milyon, küçükbaşlarınki ise üç milyon civarındadır.

Sanâyi: Irak’ta çıkarılan petrolün mühim bir kısmının ham olarak ihraç edilmesine rağmen, sanayinin en önemli kolu petrol rafinerizasyonu ve petro-kimyadır. Petrol rafinerileri Bağdat, Basra, Kerkük ve Musul’da; petro-kimya tesisleri ise Bağdat’ta bulunur. Sanayinin bu kolunda genelde Rus teknolojisi kullanılmaktadır. Petrolü pamuklu, yünlü ve ipekli dokuma takip eder. Tekstil sanayii Bağdat, Musul ve Hilla’da toplanmıştır. Yakın tarihte büyük ilerleme gösteren diğer sanayi dalları, çimento ve suni gübre üretimidir. Konserve, şeker, sigara, nebati yağ, ağaç ürünleri imâlatı da tarıma bağlı olarak gelişmektedir. Ülke diğer birçok sanayi kollarında olduğu gibi tarım araçları ve otomotiv sanayiinde de Sovyet teknolojisinden faydalanmaktadır. Körfez Savaşı ile sanayi ve ekonomik durumu güçlüklerin içine düşmüştür. Memleket bir baştan bir başa harap olmuştur.

Ticâret: Irak’ta ülke içi ticâret eski metotlarla yapılmakta, nakliye ve tabiat şartları sebebiyle her bölge kendisini beslemek zorunda kalmaktadır. Dış ticaret ise yeni yeni gelişmeye çalışmaktadır. İhracatında büyük payı ham petrol tutar. Bunu hurma ve çimento izler. İthalat ise daha çok teknoloji transferi ve ağır sanayi ürünleri şeklinde olmaktadır. Önemli ithal ürünleri makine, araç, yiyecek maddeleridir.

Ulaşım: Irak’ta ulaşım genelde karayolu ile yapılır. En önemli yolları sınırları ve petrol bölgelerini Bağdat’a bağlayan yollardır. Karayollarının toplam uzunluğu 33.238 kilometredir. Ülke içi ulaşımda demiryolu ikinci sırayı alır. 1914’te yapılmaya başlanan demiryolları bugün 2439 km uzunluğa ulaşmış olup hemen hemen bütün büyük şehirleri birbirine bağlar. Büyük ırmaklar ve suni su yolları da şartların uygun olduğu zamanlarda ulaşımda önemli yer tutabilmektedir. Irak, Basra körfezinde sadece 100 kilometrelik bir kıyısı olmasına rağmen her türlü deniz vasıtasına hizmet verebilecek iki büyük limana sahiptir. Bunlar körfez kıyısındaki Ümm-ül-Kasr ile Şattülarap su yolu kıyısındaki Basra limanlarıdır. Ülke içi ulaşımda havayolu konusuna önem verilmemesine rağmen, Bağdat ve Basra milletlerarası hava trafiğinin mühim durak yerleridir.

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2003-2004 Yazıları
1-1. Dosya
1154 Okunma
2-2. Dosya
1727 Okunma
3-3. Dosya
1024 Okunma
4-4. Dosya
1690 Okunma

© 2024 - Akevler