ŞATİBİ'NİN EL MUVAFAKAT'I ÜZERİNE
Süleyman Karagülle
2161 Okunma
EL MUVAFAKAT KRİTİĞİ

 

ŞATİBİ'NİN ÖNSÖZÜ

 

Şatibi'nin eskileri yerme, onların eksikliklerini tamamlama gibi bir iddiası yoktur. Aksine eski klasik usul konuları içinde bazı şeyleri ortaya koyduğunu söylemektedir. Bir ilim adamına yaraşır bir vakarla ilerlemektedir. Şaşılacak şey, Şatibi hakkında yazanların Şatibi'yi öğelim derken diğerlerini yerme ihtiyacını duymalarıdır. Eskiler yapılar yapmışlar ve o yapıların nasıl işleyeceğini göstermişler. Şatibi de gelmiş ve bunların bu yaptıklarının nasıl iyi şeyler olduğunu anlatmış. Bunun diğerlerinden üstünlüğü neresinde? Şayet onlar yapmasaydı, Şatibi neleri anlatacaktı?

 

Şatibi kitabında "Usul kat'idir. Zannî değildir. Aklî olan şey zannî olamaz."  diyor. Bu cümle Türkiye hakkında bilgi veren bir coğrafyacının 'Türkiye Afrikada'dır' veya 'Türkiye dünyanın üst tarafındadır' demesine benzer. Artık bu coğrafyacının nasıl Türkiye coğrafyası okunmazsa, Şatibi'nin usul kitabı da okunmaz. Çünkü daha baştan yanlış varsayıma dayanmaktadır.

 

Usul, delillerden hükümler çıkarma yoludur. Delil âyet ve hadistir. Ondan nasıl usul çıkaracağız. Mesela, arapça olarak mânâ vereceğiz. Arapçayı da Kur'ân‘dan öğrenelim denemez. Çünkü arapçayı öğreten de arapça olacaksa, biz arapça bilmeden nasıl Kur'ân'dan arapça öğreneceğiz. Usul madem âyetlerden hüküm çıkarmadır, usûlün kuralları da hükümdür. Kur'ân'dan hüküm çıkarmayı bilmeden nasıl onlardan hüküm çıkarma kurallarını bileceğiz. Bundan dolayıdır ki usul aklîdir ve şer'î delillere dayanmaz. Müçtehidin koyacağı varsayımlara dayanır. Varsayımlar ispat edilmez. Baştan doğru kabul edilir. İspatsız doğru kabul edilen usûlün yardımı ile hükümler çıkarılır. Çıkan hükümlerle usûlün doğru veya yanlışlığı kontrol edilir.

 

Bunun için dört kriter kabul edilmiştir :

 

1) İspatsız kabul edilen usûle dayanılarak çıkarılan hükümler arasında çelişki olmamalıdır.

 

2) İspatsız kabul edilen usûle dayanılarak çıkarılan hükümler icmalara aykırı olmamalıdır.

 

3) İspatsız usûle dayanılarak çıkarılan hükümler soruları çözebilmelidir. Hangi usul daha çok soru çözüyorsa o usul tercih olunur. Kabili tatbik olmalıdır.

 

4) Nihayet ispatsız kabul edilen usulle çözülen problemler tatbik edildiğinde icma ile sabit olan hedeflere götürücü olmalıdır. Meselâ hasen olmalı, adil olmalıdır. Varlık yokluğa tercih olunur. Basit mürekkebe tercih olunur. Barış savaşa tercih olunur. Gelişme gerilemeye tercih olunur, gibi.

 

Koyduğu varsayımları ile bunları başaran kimseler mezhep kurmuş olurlar. Binlerce müçtehit arasında dört mezhebin hâlâ varolması bu kriterlerin işlemesindedir. Eğer bugün İslâmiyet çözülmüşse, bu müçtehitlerin varsayımlarına dayanılarak getirilen hükümlerin bu gün ihtiyaca cevap vermemesi, ana hedeflere götürücü olmamasındandır.

 

Hazreti Muhammed (s.a.v)'den önce insanların kat'i hükümlerle amel etmeleri istenirdi. Peygamberler vahyi getirmişler, filozoflar da aklı hata etmez ilkelere dyandırmışlardır. Oysa İslâmiyet bu mükellefiyeti kaldırdı. İnsanları hatasız aml etmekle değil, hatalı da olsa kendi içtihatları ile amel etmeyi emretti. Zannî ilimleri de ma'mulün bih yaptı. İçtihadı koydu. Eski tümden gelim kuralını tümevarımla tamamladı. İnsan aklının tek başına hatadan âri olamıyacağını, dolayısıyla icma dışında kat‘i hükümlerin olamıyacağını öğretti. Müçtehit ve usûlcüler bunu çok iyi anladılar. Şark uleması bunun üzerinde titizlikle durdu. Molla Hüsrev Mir'at'ta bunu açıkça tasrih eder; 'icma olmadan ayetteki ifadenen hükmü kat'i değildir' der. Buna mukabil akılcı Mu'tezile uleması ile Farabi ve İbn-i Sina gibi filozoflar, ayrıca Endülüs uleması Yunan ekolünü izlemişlerdir. Yirminci yüzyılda Yunan ekolü yok olmuştur. Batı uleması fıkıhçıların sistemini benimsemiştir. Varsayımların isbata konu olamıyacağını bilmektedirler. Bu tür şeyleri iddia etmek, dünya düz duruyor iddiasından daha gülünçtür.

 

Eski Yunanlıların kabul ettikleri hata etmez kurallardan biri, büyük küçüğün içine sığmaz kuralıdır. Bugün bunun yanlış olduğunu biliyoruz. Bunu bir misal ile açıklayalım:

 

Kuzey kutbunda olduğunuzu farzedin. Sibirya'dan geçen enlem, Taşkent'ten geçen enlemden küçüktür ve Sibirya enlemi Taşkent enlemi içindedir. Zira Sibirya enlemi size daha yakındır. Şimdi Afrika'nın ortasından geçen Ekvator ile Güney Amerika4dan geçen enlemleri karşılaştıralım. Ekvatır, kuzey kutbunda duran kişi için daha yakındır ve Afrika'nın güneyinden geçen enlemin içindedir. Oysa Ekvatır daha büyüktür. Öyleyse büyük küçüğün içine sığmıştır. Diyebilirsiniz ki, bu dünyanın küre biçiminde olduğundan doğan bir yanılma görünümüdür. Ne var ki kâinat da küre biçimindedir. Bu gün bu kürenin çapı hesaplanmıştır. On milyar ışık yılıdır. Hem de her yıl genişlemektedir. Kur'ân-ı Kerîm de göklerin çapından bahseder. Dışarı çıkılabileceğini söyler. Kâinatın genişlemekte olduğunu söyler. Öyleyse kâinat içinde de büyük küçüğün içine sığar.

 

Müçtehitlerin daha o zaman hata yapmadan usullerini sağlam varsayımlara dayandırmış olmasına karşın; Şatibi'nin hata etmiş olmasını da fazla yadırgamıyoruz. Çünkü yetiştiği çevre öyle düşünmesini zorunlu kılmıştır. Musa Carullah, Abdullah Draz ve Hayreddin Karaman'ın da böyle düşünmeleri, bizlere o müçtehitlerin kimler olduğunu daha iyi gösterir.

 

Bu konuları yıllar önce Hayreddin Karaman ile konuşmuştuk. Bu konuları anlatmış, kendisi de bana bunlar üzerinde duracağını söylemişti. Aradan bunca zaman geçmesine rağman, hâlen sükuttadır ve susmaktadır. Sükutunun bence iki sebebi vardır:

 

Birincisi, çevresidir. Diyanet İşleri ve Diyanet Vakfı haram para üzerine kurulmuştur ve aynı zamanda orta çağın zihniyetiyle mütenasip kilise özentisi kuruluşlardır. Orada yaşayan kimsenin bundan daha sağlıklı düşünmesini beklememiz mümkün değildir. Siz Hac yaptırıyorum diye hacıları soyacaksınız; ondan sonra da İslâmiyet'e hizmet ettiğinizi söyleyeceksiniz. Tezat ancak bu kadar olur!

 

İkincisi ise, Şatibi dahil eski alimler çağdaş ilimleri bilir ve eserlerini o ilimlere dayandırırlardı. Çağımızda ise, kapitalist ve emperyalistlerin sömürüsüne hizmet olsun diye ihtisaslaşma başlamıştır. Buna paralel olarak günümüzdeki İslâm alimleri de dünyadan ve bugünkü ilimlerden habersizdirler; dolayısıyla hâlâ Yunan kafası ile ve modası geçmiş kuruntu felsefe mantığı içinde düşünmektedirler. Hayreddin Karaman'ın kendisini bunlardan kurtaramamış olmasını normal karşılıyorum. Ancak çok eski ve yakın bir dostum olması, İslâmî ilimlere vâkıf bulunması nedeniyle, kendisinin bu bataktan çıkmasını istiyorum ve ilk defa kritiklerimi tevcih ediyorum.

 

Bu vesileyle bir noktaya işaret etmek istiyorum. Burada isimlerini zikretmeye gerek görmediğim -ve genelini de tenzih ederek söyleyeyim ki- diğer bazı ilâhiyatçılar da bana; 'Sen mühendislik yap, bizim sahamıza karışma(!)' diyorlar. Onlara sadece "Leküm dînüküm veliye dîn" diyorum. O saldıranlar, istedikleri kadar saldırsınlar. Bizler Allah'ın emrine uyarak yaşamaya, dinde ve insan olmada mü'min olarak Kur'ân'ı ve Sünnet'i anlamaya ve uygulamaya devam edeceğiz. Biz kendi yaptıklarımızın, onlar da kendi yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

 

Sonuç olarak diyebilirim ki, bir 'Mir'at' pekala bugün bir 'usûl dersi' olarak okutulabilir. Eksiklikleri tamamlanabilir. Birkaç yerdeki hatası düzeltilebilir. Ancak bu kitap günlük ve çağdaş ihtiyacı dile getiren bir kitaptır. Bu 'Menar' için de, 'Telvih' için de doğrudur. Şatibi'nin eseri sadece bir ilim tarihi çerçevesi içinde tetkik edilirse, yararlanılabilecek şeyler bulunabilir. El-Muvafakat'ın usul kitabı olarak tedrisi sadece ve tek kelime ile gülünçtür. Çünkü varsayımları kökünden iflas etmiştir. Akli ilimlerde zan olmazmış! Oysa bugün ispatlanmıştır ki, akli ilimlerde kat'i bir şey yoktur. Bütün bilgilerimiz cüz'i, izafi, takribi ve ihtimalidir. Külli, zati, kat'i ve hisabi ilim yalnız ve sadece Allah'ın ilmidir.

 

 

Şatibi İkinci Mukaddimesinde :

 

"Farz, vacip, sünnet ve mübah usulde yer almaz.." "Kıyas yer almaz, rivayet almaz" diyor.

 

Oysa usul tüm delillerin tüm özelliklerini tasnif eder ve bunlardan hükümlerin nasıl çıkarılacağını anlatır. Mir'at'ta bu hususta apaçık cevaplar vardır.

 

 

Şatibi Üçüncü Mukaddimesinde :

 

"İcmaın, bir çok zanni delillerin bir araya gelip birbirini takviye etmesi sonucu oluştuğu için için kat'i olduğunu.." belirtiyor.

 

İcmaın kat'iliği, delillerin çokluğu veya kat'iliğinden ileri gelmiyor, Allah'ın bütün insanlığı dalalet içinde bırakmayacağı ilkesinden kaynaklanıyor. Allah, peygamberler göndermiş ve o peygamberler insanları dalaletten çıkarmışlardır. Şimdi de ilim adamlarının ittifakı ile bilinmektedir ki, Allah insanları dalaletten çıkarmaktadır. O halde icmaın kat'iliği delillerden kaynaklanmamakta, aksine değişik delillerden gidildiği halde bütün ulemanın aynı sonuca varmış olmasından, daha doğrusu hükümlerin birliğinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayıdır ki icma, ayet ve hadisten bağımsız delil olmaktadır. Buna benzetilerek, usul hükümlerinin de kat'i olması gerektiği iddiası yanlıştır. Bununla beraber Şatibi'nin iddiaları usul için geçerli değildir. Usul kaideleri onun anlattığı şekilde tesbit olunur. Ama kesin olmaz. Sadece onu tesbit eden için 'ma'mulün bih' olur. Bugünkü varsayımlar için de aynı şey söylenir. Şatibi'nin o çağlardaki bu açıklamaları takdire şayandır. Ama bizim çağımızdaki alimlerin bugün onun bu eksiğini görmemiş olmaları üzücüdür.

 

 

Şatibi Dördüncü Mukaddimesinde :

 

a) "Kelam, tasavvuf ve siyaset ilimlerinin konusuna giren hususlarfıkhın usûlüne girmez" demektedir.

 

Ebu Hanife'nin fıkhı, "Kişinin hak ve vazifelerini bilmesi" şeklinde tanımlamış olması ve fıkhın usûlünün de delillerden hüküm çıkarma yolu olarak belirlenmesi muvacehesinde Şatibi'nin bu sözünün anlamı yoktur. Fıkıh anlama demektir. Usul de anlamanın yollarıdır. Kur'an ve hadisten mana çıkarmak sadece dar manada fiillerin konusu değil, tüm İslâmiyet'in konusudur. Öyleyse bu konuların fıkıhtan sayılmaması gerçekten manasızdır.

 

b) Vazi kimdir? Beyyine mübaha mı yoksa harama mı gerektir? Mübah azimet mi yoksa ruhsat mıdır? Madum üzerinde yapılan akit ve emirlerin geçerliliği, vahiyden önce insanların mükellef olup olmadıkları konuları, kelamın olduğu kadar fıkhın ve usûlün de konusudur.

 

c) "Alet ilimlerinin konularının usûlün konusu olmadığı"nı söylemektedir.

 

Konuşma dili ile ilim dili tamamen farklıdır. Konuşma dilinde varlıklar işaretle belirtilir. Dağ gösterilir ve 'İşte Alato' denir. Yahut 'Alato karlı dağdır' denince, burada dağın nereden başlayıp nerede bittiği belli değildir. Oysa ilim dilinde varlıkların sınırları çizilmiştir. 'Bişkek şehri' denince, onun çevresi bilinmektedir. Bu sayededir ki, Bişkek hakkında ölçüler verilebilmektedir. Bişkek'in kaç metrekare olduğu bilinebilir de, Alato'nun kaç metrekare olduğu bilinemez. İşte, konuşma dilinin konusu alet ilimleridir; ilim dilinin konusu ise usûlün konusudur. 'Bu senin ile Ahmed'in' deyip 1000 akçe verilse, 500'ü birinin 500'ü de diğerinin olur. Oysa gramer sadece ortaklık belirtir. Usûlün temel konusu ilmî dilin oluşturulmasıdır. Esasen içtihat da budur.

 

Kur'ân-ı Kerîm konuşma dili ile nazil olmuş, içtihat ve icmalarla ilim dili içinde anlaşılmıştır. Usul, konuşma dilinin ilmî dilhaline getirilmesi ve böylece hukuk düzeninin kurulmasıdır. "Liyetedebberû ve yetezekkerû" ayetindeki ifadede, biri konuşma diline, diğeri de hukuk diline işaret etmektedir. Fıkıhçılar bu hususu o tarihlerde anlamış ve uygulamışlardır. Bugün ise bu basit oluşu bizim çağdaşlarımız anlama gücünü bile bulamıyorlar.

 

d) "Amelî netice doğurmayan fıkhî tartışmalar da usul dışındadır" demektedir.

 

Kişi bir çok hallerde değişik şeylerden birini yapmakla mükellef olmuş olabilir. Başlangıçta vücubun sebebi olarak her ikisi vacib olur. Birine şuru edanın vücubu sebebi geçmiş olur. Bu aynı zamanda ikincisinin vücub sebebini yok eder. Bunun fıkhî hükmü şudur ki, şuru ettikten sonra amel fesada uğrasa da artık trcih etme hakkı yoktur. Tercih ettiği vacibi kaza veya eda etmek zorundadır. Affettikten sonra kişi edadan aciz kalsa bile kısas talep edemez. Kısas istedikten sonra kısastan önce kişi başkası tarafından katledilse de artık diyet talıp edemez. O halde amelî neticesi olmayan hiçbir husus usulde zikredilmemiştir. Iztırar halinde kişi bir şeyle ıztırarı giderirse başkasını işleyemez. Bunlardan hiçbiri amelî neticesi olmayan konular değildir.

 

 

Şatibi Beşinci Mukaddimesinde :

 

"Amelî sonucu olmayan ilmin tahsil edilmemesi gerektiği ve bunun haram olduğu"nu söylemektedir.

 

İslâmiyet'te her amelin ilme uygunolarak yapılması gerekmektedir. İlmi ile amel etmemek büyük günah sayılmıştır. Ancak ameli mümkün olmayan ilmin öğrenilmesini yasaklayan bir hüküm de yoktur. Aksine, "Onlar her söze kulak verir, en iyisine uyarlar." "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" "'Rabbim ilmimi artır' de." gibi ayetlerde, insanın gücü yettiğince her türlü ilmi tahsil etmesi gerektiği hususu belirtilmiştir. Esasen insan ancak öğrendikten sonra onun amelî sonucu olup olmadığınıbilebilir.  

 

 

Şatibi Altıncı Mukaddimesinde :

 

"İlmin amel için olduğu"nu ifade ile "amele yaramayan ilmin bir işe yaramayacağı"nı söylemektedir.

 

İnsanın beyni vardır. Bedeni vardır. İnsanın ruhu bedenle ilişkilidir. Spritüalistlere göre esas olan ruhtur. Beden ruha hizmet için vardır. Araba nasıl insan için ise beden de ruh içindir. Ruhun tek yararlandığı husus da ilimdir. Öyleyse amel ilim içindir. Başka bir görüşe göre gelişmiş insan bedeni beyinsiz beyinsiz çalışamamaktadır. Bu nedenle bedene yardımcı olsun diye ruh vardır ve ruhun görevi onu gütmekten ibarettir. Arabanın işletilmesi için tutulan şoför gibidir. Araba için şoför vardır. Bu iki görüş de İslâmî değildir. İnsan beden ve ruhun terkibinden ibarettir. Her ikisi, amel de ilim de insan içindir. İnsanın biyolojik ve psikolojik ihtiyacı vardır. İlim de amel gibi ihtiyaçtır.

 

Şatibi, yirminci yüzyılın iki sonucunu belirtmiştir. Bunlardan biri, 'aklî bilgilerin kesin olamayacağı' hususudur. Yunanlıların benimsediği kesin tümdengelim ilkesinin işe yaramadığını açıklamış oluyor. Ne var ki, onun yerine İslâmiyet 'icma'yı koymuştur ve pratik neticesi vardır. İcmalara ilmen muhalefet edilebilir. Ancak amelen muhalefet caiz değildir. Amelen değişme ancak yeni icma ile mümkün olacaktır. Ancak eğer bir konuda insan aklı yani bütün insanların aklı aynı şeyi söylüyorsa bunun hakikatinden de şüphe etmemek gerek. Şatibi'nin tesbit ettiği ikinci gerçek de amelî ilim ile nazarî ilmin farklı oluşudur. Biri bir kanun belirler ve onun etkili olduğu tüm yerleri inceler. Diğeri ise bütün kanunların, maddelerin bir konudaki etkisini araştırır. Her olay ayrıdır. Dolayısıyla sonuçları ilmî olmaz. Herkes her olaya ayrı yaklaşmak zorundadır. Şatibi, bu hususu da çok açık bir şekilde tesbit etmiştir. Ne var ki bu teşhislerdeki isabetin yanında bunlardan vardığı sonuçlar ise tamamen hatalıdır. Şatibi'ye göre bütün delillerin heyet olarak belirlediği hükmün kesin olduğu ve usul kuralı olacağını belirtmektedir. Bu hatalıdır. Temelde hatalıdır.

 

 

Şatibi Yedinci Mukaddimesinde :

 

Alimlerin derecesini tasnif etmektedir. Müçtehitler içtihat için bazı şartlar koymuş, 'şunu şunu - bunu bunu' bilmesi gerekir demişlerdir. Ancak ilmin mertebelerini tasnif etmemişlerdir. Şatibi'nin üçlü tasnifte bulunması, Kur'ân-ı Kerîm'deki ehl-i zikr, fâkih ve râsih tasnifine uygundur. Bu bir adımdır. Ancak bunlar arasındaki farkı tam açıklayamamış ve bunların nasıl iktisab edileceği hususunu ortaya koyamamıştır.

 

Bizim bu husustaki görüşümüz şudur :

 

Kişinin ne yapacağı ve ne yapmayacağı hususlarını bilmesi amelî ilimdir. Meselâ, biri oruç tutulacağını ve adam öldürülmeyeceğini bilir. Ama oruç tutmazsa cezası nedir; adam öldürürse cezası nedir? bilmiyebilir. Alimler ise bu fiillerin hükümlerini bilen ve aksine hareket edenlere hükümler uyulayabilen kimselerdir. Bunlar da üç mertebedir:

 

Ehl-i Zikr, fiilerin hükümlerini bilen kimsedir.

Fâkih, hükümlerin delillerini bilen kimsedir.

Râsih, delillerin te'vilini bilen kimsedir.

 

Te'vil, müteşabihlerin zahirî manalarının muhkemlerin yardımı ile hakiki manalarını bilmektir.

 

Bu ilmî mertebelerin iktisabı ise bize göre Kur'ân-ı Kerîm'deki 'velayet' olarak adlandırılan 'âkile sistemi'ne kıyas edilerek düzenlenmesi mümkündür. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî âkileler oluşmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in şır'a, minhac, viche, mensek olarak adlandırdığı; ahbar, ruhban, rabban ve kıssıs olarak belirttiği; diğer taraftan salavât, mescit, savami ve biy'e olarak yerlerini koyduğu teşkilâtlanma sistemi ile oluşmalıdır. Biat usûlü ile bu mertebeler iktisab edilmelidir.

 

 

Şatibi Sekizinci Mukaddimesinde :

 

İlimleri üçe ayırmaktadır. Bunlardan birinin 'kat'i ilimler' olduğunu ve bunların her yerde ve her zaman etkin olarak var olan kuralları ihtiva ettiğini söylemektedir.

 

İkincisini ise 'zanni ilimler' olarak ortaya koymaktadır. Bunların Şeriatta aranan hikmetler, haberlerde rivayetlere dayanılması, rivayetlerin çoğaltılması, rüya, gereksiz nazari fikirler, şiir, büyüklerin sözleri, velilerin sözleri, temsil olduğunu belirtmektedir. Bunların yararı olabilir ancak ilimde yerleri yoktur demektedir.

 

Üçüncü kısım ise aslı astarı olmayan tamamen yalana dayalı ilimlerdir. Sihirbazların ve kâhinlerin haberleri, fallar, bâtıniyenin Kur'ân'ı yorumlamaları bu kabildendir, demektedir.

 

Bu tasnif hatalıdır. Deliller başka, hükümler başkadır. Deliller Kur'ân, Hadis, İcma ve Kıyas'dan ibarettir. Bunların delil olduğu kesindir. Çünkü bunların delil olduğunda icma vardır. Aklî ilimlerde de benzer deliller vardır. Kâinat, haberler, akli ima ve akli kıyas. Bunun dışında zanni deliller de vardır; istihsan, istishap, örf ve sahabe kavli bunlardandır. Akli ilimlerde de varsayımlar, pratik sonuçlar, alimlerce benimsenegelen kurallar ve otoritelerin beyanları bu kabildendir. Bunlardan yararlanılır, ama başkalarına karşı delil olamazlar. Rüya ve ilhamlar dinde delil olsa bile, şeriatta delil değildir.

 

Hükümler içtihat ve icmalarla sabit olur ve bunlar usûlcülere göre sekiz mertebedir:

 

Muhkem: Hiçbir zaman ve hiçbir yerde değişmiz, nesh kabul etmez hakikatlerdir. Bütün insanlığın bir medeniyet boyunca kabul ettiği gerçeklerdir. "Dünya yuvarlaktır" bilgisi böyledir.

 

Müfesser: Her yerde geçerli olmakla beraber her zaman geçerli olmayabilir, nesh kabul edebilir. "Ayda hayat yoktur" sözü bu kabildendir.

 

Nas: Başkalarına göre değişmekle beraber kişide değişmeyecek hükümlerdir. Kişinin içtihadını tamamladıktan sonrakioyu böyledir.

 

Zahir: Bir kişide bile zamanla değişmeyecek ilimlerdir. İçtihadı tamamlamamış olmakla beraber vakit kaybetmemek için geçici içtihatla amel eden kimsenin bilgisi böyledir. Kıbleyi bilmeyen kimse geçici bilgi ile kıbleyi bulur ve namazını kılar.

 

Bunlar bilinenlerdir.

 

Bilinmeyenler için de dört mertebe vardır: Hiç bilinmeyecekler; ileride bilinebilecekler; kişinin şimdi bilemiyeceği ama ileride bilebileceği ve nihayet kişinin çalışsa hemen bilebileceği bilgiler vardır.İlmî tasnif budur. Şatibi'nin tasnifi ise felsefî mütalaadan ibaret olup şer'i bir sonucu yoktur.

 

 

Şatibi Dokuzuncu Mukaddimesinde :

 

Akıl ile nakli karşılaştırıyor ve hangisinin öne alınacağını söylüyor.

 

Deliller bütündür. İçtihatta bütün delilleri birlikte değerlendirme esası vardır. Sadece aklı veya sadece nakli esas alan bir içtihat, içtihat değildir. Deliller arasında tercih ise varsayımlara göre yapılacaktır. Yani müçtehit varsayımlar koyacak, o varsayımlara göre sistemi oluşturacaktır. Delillerproblemi çözerken, değişik varsayımları teşkil ederken gereklidir. Varsayımlar aklî ve naklî delillerle kontrol edilir. Kat'î delillere aykırı varsayımlar bâtıldır. Zanni delillere aykırı hükümler zaten atılacaktır. Bu itibarla aklî veya naklî delil değil, önce kat'î delil zannî delile tercih edilir. Kat'î aklî delil ile kat'î naklî delil arasında çelişki varsa o din bâtıldır. Kat'î akıl zannî nakle, kat'î nakil zannî akla terciholunur. Zannî akıl ile zannî nakil tearuz ederse varsayımlara uyan alınır.

 

 

Şatibi Onuncu Mukaddimesinde :

 

"Sadece şer'î delillere başvurma mükellefiyeti vardır, diğer delillere gerek yoktur" diyor.

 

Bu tartışmalar Avrupa'da yapılmış ve hukukta pozitif hukukçular ortaya çıkmıştır. İslâmiyet kanun sistemini bırakmış, yerine içtihat sistemini getirmiştir. İçtihatta hüküm kanunun bir maddesine, hattâ kanuna göre verilmez. Bütün kanunlar değerlendirilir ve bütün ilimlerin muvacehesinde hükme varılır. Şatibi bu hükmü ile içtihadı anlamamıştır.

 

 

Şatibi Onbirinci Mukaddimesinde :

 

İlimleri zaruri ve kesbi olarak ikiye ayırmaktadır.

 

Eskiden beri tartışılan bu konuda da Şatibi yanılmaktadır. Evet, insan da bir hayvandır ve hayvan olması nedeniyle onda da yaratılışta kendisine verilen insiyaklar vardır. Ne var ki, bu insiyaklar ilim değildir. İlim, dile ait bir bilgidir, kelimelerle ve cümlelerle bilinir. Doğuşta insan hiçbir dil bilmemektedir. Dolayısıyla hiçbir ilme sahip değildir. O sadece dili öğrenme kabiliyetine sahiptir. Hz. Adem peygambere öğretildiği gibi, şimdi biz de sonradan öğreniyoruz.

 

Şatibi devamla 'ilmin muallimlerden öğrenileceği'ni ifade etmektedir.

 

Bu görüşü de hatalıdır. Eğer ilim sadece muallimler tarafından öğretilseydi ilimler gelişmez ve keşifler olmazdı. Halkın taklit edeceği ilmin muallimlerden öğrenileceği hususu doğrudur. Muallimlerden yararlanma gereği de doğrudur. Ne var ki, ilim tek muallimden değil, muallimlerden öğrenilebilir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm bize açık yollar göstermiştir:

 

a) Her söze kulak vermek, herkesten öğrenmek ilkesi (Kendisini herkesten cahil görme).

b) İlimde tartışma ilkesi (Kendisini herkesle eşit görme).

c) Özüne içtihat etme ilkesi (Kendini kendin için herkesten üstün görme).

d) İlimde sebat ilkesi (İlimle amil olma).

 

Şatibi ilimle amel etme, üstadların elinde yetişme, üstadlara uyma şartını getiriyor. Şatibi'nin kendi devri için belki doğru olan bu üç ilkeyi bugün uygulayamayız. Bir medeniyetin içinde kelimeler tanımlanıyorsa ve başlamış bir medeniyeti inşa ediyorsak, elbette onlar arasında yetişmek ve onların tanımlarından ve icmalarından hareket etmek gerek. Ama medeniyet çökmüşse, yeniden de peygamber gelmeyeceğine göre, ski tanımları atıp yeni tanımlara girişmek gerekir. İlmi artık üstadlardan değil yeni araştırmalarla kitaplardan öğrenmek gerekir. Eski gelenekleri yıkıp atmak gerekir. Bizim izlediğimiz metod şudur:

 

a) Klasik arapçayı ve İslâmi ilimleri klasik kitaplardan öğrenmek.

b) Batı ilimlerini ve matematiği batı üniversitelerinin ders kitaplarından öğrenmek.

c) Bir ekip çalışması yaparak yeniden tanımlar yapmak ve yeni tanımlara göre hayatı yaşamaya başlamak.

d) Ömrün yettiği kadar bu hususta eserler yazmak.

 

BİZCE USUL BUDUR. BEN BİR ÜSTATTAN YETİŞME ŞARTINI KOŞMUYORUM. YENİ BİR MEDENİYETİN OLUŞMASI İÇİN EKİP ÇALIŞMASI GEREKTİĞİNE KANİİM. EKİBİ KURAN KİŞİ ÖLDÜKTEN SONRA DA EKİP DEVAM EDERSE BAŞARIYA ULAŞILIR. BUNUN İÇİN 'UYGULAMALI BİR SİTE'NİN OLUŞMASI GEREKİR. BU İŞİ YAPMAYI DÜŞÜNEN VARSA, 'AKEVLER'İ TETKİK ETMESİ VE BİZİM ÇALIŞMALARIMIZDAN YARARLANMASI MÜMKÜN OLABİLİR. ERGEÇ BU OLACAK VE GELECEĞİN MEDENİYETİ KURULACAKTIR. ALLAH İNSANLARI CEHALET İÇİNDE BIRAKMAYACAKTIR.

 

Şatibi 'ilmin tahsili için üstadlarla yüzyüze konuşmak veya kitapları mütalaa etmek gerekir' diyor. 'Esas olan yüzyüze konuşmadır' diyor.

 

BİZE GÖRE, İLMİ İNSANLARA UYGULAMADA ÖĞRETMELİYİZ. BİR İŞ YAPMALIYIZ VE O İŞİ YAPARKEN ONLARA ANLAMAYA ÇALIŞMALIYIZ. KURU KURUYA İLİM ÖĞRENME VE ÖĞRETME YERİNE, BİR İŞ YAPIP ONUN ÜZERİNDE ÇALIŞMAK GEREKİR. BİZ 'AKEVLER'İ BUNUN İÇİN KURDUK. ORTA ASYA'YA DA BU MAKSATLA HİCRET ETTİK. HER YERDE İNSANLARIN PROBLEMLERİNİ ÇÖZMEK AMACIYLA İSLÂMİYET'İ ANLATTIK. BU HUSUSTA BİZİM İLMİMİZ VE BİRİKİMİMİZ ÇOKÇA ARTTI. NE VAR Kİ, BAŞKALARINA ANLATMAKTA BAŞARISIZ OLDUK. ÇÜNKÜ İNSANLAR UYGULAMAK İSTEMİYORLAR. O ZAMAN İLİMDEN DE KAÇIYORLAR. ALLAH ONLARI KÖRELTİYOR...

 

ANCAK BİZ ÇOK İYİ BİLİYORUZ Kİ, İLİM TOHUM GİBİDİR. SİZ SAÇACAKSINIZ; NEREDE VE NE ZAMAN YEŞERECEĞİNİ BİLMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR. HİÇ BEKLENMEDİK BİR YERDE BİR SÖZÜNÜZ VEYA DÜŞÜNCENİZ BİR ORMAN OLABİLİR. EĞER KUR'ÂN-I KERÎM'DE "ZİKRİ BİZ İNDİRDİK, ONU BİZ KORUYACAĞIZ" AYETİ OLMASAYDI; EĞER "SEN ACELE ETME, ONU BİZ OKUTACAK VE AÇIKLAYACAĞIZ" AYETİ OLMASAYDI, BİZİM ÇALIŞMALARIMIZIN BOŞA GİTTİĞİNİ SANIR VE ENDİŞE DUYARDIK. BAŞARI EKİP OLUŞMASINDA VE ÇALIŞMASINDA, DAHA SONRA DA DEVAMINDADIR. BUNU BAŞARAN EKİP, GELECEĞİN DÜZEN, SİSTEM VE MEDENİYETİNİ KURACAKTIR.

 

 

Şatibi Onikinci Mukaddimesinde :

 

'Alimin amel ve vera sahibi olması gerektiği'ni söylemektedir.

 

Burada ilim adamını diğer insanlardan ayıran hususlara işaret etmek isterim. Meslek, din ve siyaset adamları, kurulu düzen içinde çalışırlar ve kendi çevrelerine halkı toplarlar. Din adamlarının cemaati ne kadar artarsa, o kadar başarılı olurlar; kendileri de nüfuz kazanır ve nimetini de dünyada görürler. İş ve ticaret adamlarının müsterisi ne kadar çok olursa, o kadar fazla kazanır ve zengin olurlar; dolayısıyla dünya nimetlerine boğulurlar. Devlet ve siyaset adamları ne kadar çok asker ve seçmeni çevrelerine toplayabilirlerse, partilerine ne kadar fazla üye kaydedebilirlerse, o kadar güçlü olup hizmet ederler; ve bunun sonucunda elde ettikleri gücün nimetlerinden yararlanırlar. Bunların hepsi halka uymak, halk ile uyum içinde olmak zorundadırlar ve halkın emrindedirler; ve o nisbette de halktan yararlanırlar.

 

İlim adamları ise topluluğa ve insanlığa yeni şeyler getirirler  İnsanları bilmedikleri ve alışmadıkları bir hayata doğru götürürler. Gelişme ve yeni düzenin kurulması böyle sağlanır. Ancak onların bunu gerçekleştirmek için kalabalık halka ihtiyaçları yoktur. Allah din, ticaret ve siyaset ehline verdiği imkanları onlara vermemiştir. Gerçek ilim adamları, sürekli olarak dışlanır ve dünyada yalnızlığa itilirler. Hayatları sıkıntı ve çile içinde geçer. Zulüm ve sefalet içinde ömür sürerler. Ancak öldükten sonra din, siyaset, iş ve ticaret hayatının insanları, onların dediklerini yapmak dışında başkaca bir imkan ve çıkış yolu bulamazlar. Onlar daha çok öldükten sonra şöhret kazanır ve bütün insanlığa yararlı olurlar. Dünyada gayret ve çalışmalarının nimetlerine eremezler. Alim olan kimsenin bunu bilmesi ve çevresinin baskısına dayanması gerekir. Dünya hayatından ve nimetlerinden vazgeçmeyen kimse, gerçek alim olamaz. Acil ve ham meyveler devşirmek isteyenler, gerçek alim olamazlar. İşte böylesine vera ve fedakârlık sahibi arkadaşlar bulmak zor olduğu için 'ekip' kurmak da zordur. Kim bilir, belki ileride bu yeni buluşlarımız toplulukça benimsenince, o ekip de kendiliğinden ve tabii olarak oluşacaktır. Böylece yıllardır ve bir ömür boyu yaptığımız çalışmalarımızdan yaralanma ve geleceğin düzenini kurma mümkün olacaktır. Sokrates ve İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin daha hayattayken başlarına neler geldiğini bilirseniz, bu sözlerimi daha iyi anlarsınız. Hayatlarında gördükleri zulme rağmen, çağımızda bile hâlâ insanlığın piri ve önderi olarak okunuyorlar.

 

Sonuç olara diyebiliriz ki, Şatibi mukaddimelerinde önemli meselelere temas etmiş, ancak Karaman'ın, Carullah'ın, Draz'ın ifade ettiği anlamda ve seviyede, çağımıza ışık tutacak köklü çözümler getirememiştir. Kendi çağında geleceği sezinlemiş olması büyük bir başarıdır. Medeniyetin artık çökmeye başladığını anlamış ve bir şeylerin yapılması gerektiğini anlatmak istemiştir. Ancak çözüm üretememiştir."

 

 

 

Üstad Süleyman KARAGÜLLE'nin yazdıkları burada bitiyor.

Son paragraflar da öyle gösteriyor ki, umutlarımızın ve hayallerimizin gerçeğe dönüşmesi için daha çok bekleyeceğiz!..

Evet, umutlar başka bir bahara kaldı!

Ne diyelim?

Umarım o bahar yakındır...

 

 

 

 


ŞATİBİ'NİN EL MUVAFAKAT'I ÜZERİNE
1-GİRİŞ
1631 Okunma
2-EL MUVAFAKAT KRİTİĞİ
2161 Okunma

© 2024 - Akevler