KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 211. SEMİNER Yorum 41 İstanbul, 07 Haziran 2003
Tefsir İstanbul, 07 Haziran 2003
بِاِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا(1) فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا(2) فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا(3) فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا(4) فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا(5) إِنَّ الْإِنسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ(6) وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ(7) وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ(8)
أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ(9) وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ(10) إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ(11)
وَ (Va): “Ve” “yemin vavı”dır. Bir şeyin doğruluğunu teyit etmek istersek başına “Ve” getirerek yemin ederiz. Yeminsiz ifadelerde teminat yoktur. Yani, yemin etmeden söylediklerim yanlış da olabilir. Ben bunu böyle biliyorum. Doğru olmayabilir. Yanlış olursa sorumluluğu kabul etmem. Sözümü doğru kabul edip etmemek sana aittir anlamındadır. Ama yemin ederek bir şey söylerse onu garanti altına almış olur. Sözün doğruluğuna teminat vermiş olur. Yanlış çıktığında zararları tazmin edeceğini bildirmiş olur. Biz daha çok Allah’a yemin ederiz. Allah ise yarattıklarına yemin ede; bu nasıl gerçekse size haber verdiklerim de o kadar doğrudur demektir. B sûrede gelecekte icat edilecek bomba ve füzelerden haber vermektedir. O nasıl gerçek ise benim size verdiğim haberler de öyle gerçektir. Burada Allah Âhiret’ten yani öldükten sonra dirilmekten haber vermekte ve bunu ileride keşfedilecek bomba ve füzelerle temin etmektedir. Kur’an nâzil olduğu zaman bu elbette bir kanıt değildi. Ama bugün başlıbaşına büyük bir kanıttır.
الْعَادِيَاتِ (eLGAVDıYAVTı): “Adavet edenler”, “saldıranlar” yahut “karışanlar” anlamına gelir. Adv, vâdinin bir yakasıdır. İnsanlar gruplanınca iki yaka olurlar. Adavet yani düşmanlık, başkasının yakasına geçme yani sınırı aşma demektir. Burada kurallı dişi çoğul kullanılmıştır. Zâriyât Sûresi’nde de böyle çoğul kullanılmıştır, Mürselât Sûresi’nde de böyle çoğul kullanılmıştır. Bu çoğul daha çok bir sistem oluşturan çoklu parçacıklara verilir. Atom ve moleküllerden oluşan çokluğa verilir. İnsan toplulukları için de böyledir. Sâffât Sûresi’nde de bu çoğul kullanılmıştır. Bu insan toplulukları olarak anlaşılabilir. O takdirde saldıran askerî birlik demektir.
Bugün savaşların hemen hepsi böyle olmaktadır. Önce bombalanmakta, sonra içeri girilmektedir. Böylece karşı taraf alınmaktadır. Bu Zâriyât’ta olduğu gibi molekülleri anlarsak aslında karıştıkları zaman tehlikeli olan maddeleri, patlayacak maddeleri karıştırmak demektir. Yani cephe ortadan kalkar ve asker birbirine girer. Birbirleriyle birleşip ısı çıkaracak moleküller de bir araya getirilir. Karışım yapılır. Bütün patlayıcı maddeler böyledir. İlk patlayıcı madde kara baruttur. Güherçile (sodyum nitrat) ile kömür ve sülfürün karışımıdır. Toz hâline getirilir ve karıştırılır. Mermi içine doldurulur. Sonra çakmakla ateşlenir ve aniden kükürtteki oksijen kömürle birleşir ve büyük ısı çıkar, ısı da basınç yaparak mermiyi uzaklara götürür. Âdiyât, patlayıcı karışım demek olur. Ateşlenmezse patlamaz. Bir defa başladı mı ondan sonra onu durdurmak son derece zor olur. Bu ifadenin ilmî tanımını yapabilmemiz için enerjiler hakkında kısa bilgi vermemiz gerekir.
Bir kayayı yerden alıp kamyona yüklediğiniz zaman iş yapmış olursunuz. Sonra bu kaya kamyondan düşerse o da iş yapmış olur. Böylece iki çeşit enerji vardır. Biri bir maddenin hızını artırmak için ona hız verirsiniz. Sonra o serbest kalınca onu durdursanız enerjiyi depolar. Serbest bırakırsanız kendisi hızlanır. Bir salıncak yukarı çıkar ve hızı sıfır olur. Orada tutarsanız o enerjiyi depolamış olur. Serbest bırakırsanız en aşağıya indiği zaman en büyük hız alır. Birine “saklı güç” diyoruz. Diğerine de “etkin hız” diyoruz. Her iki enerji de ikiye ayrılır. Kömür ile oksijen birbirinden ayrı iken belli hızlar vardır, ama bunlar birleştikleri zaman tek olan hızları çok büyük hâle gelir. Yani etkin enerjileri artar. Sonra onları ayırabilmek için sizin onlara enerji vermeniz gerekir. Kimyasal enerji budur. Atom enerjisi budur. Bunlar depolanmış enerji taşırlar. Birleşince de enerji verirler. Bu enerji basınç hâline gelir. Duvarlara tazyik yapar. Eğer bu duvarlardan biri hareketli ise o duvar hızlanır. Böylece ısı enerjisi mekanik enerjiye çevrilir. Âdiyât, patlamaya hazır moleküller karışımıdır. Yahut birbirini öldürmeye hazır insan karışımıdır. Yine fizik modeli ile sosyal model bir arada zikredilmektedir.
ضَبْحًا (WaBXan): Bir odunun ucunu yaktığınız zaman üstü kömürleşir. Sonra o ağaç oradan çürümez. Direklerin alt taraflarını böyle kömürleştirirler. Buna “debuh” denmektedir. Sonraları bazı madenlerin yüzleri böyle karartılır. Böylece dayanıklı hâle gelir. Pik aslında böyle biraz kömürleştirilmiş demirdir. İş hayvanları ancak eğitildikten sonra iş yaparlar. Binek hayvanı olurlar veya yük çekerler. Eğitilmiş hayvanlara mesela yorga atlara ve saban çeken öküzlere de “debh” denmektedir. Bunlar iş yaparken özel ses çıkarırlar, bu seslere de “dabh etmek” denmektedir; kişnemek anlamındadır. Bu anlamda “dabh” eğitilmiş anlamındadır. Eğitim demek, bizim istediğimiz zaman bizim istediğimiz işi yapması demektir. Bu anlamda askerî tâlim görmüş eğitilmiş ordular anlamını alır. Yani savaş eğitimini bilen ve saldırıya geçen askerlerden bahsedilmiş olur. Diğer taraftan “dabh” patlamaya hazır ama patlamamış karışım demektir. Eğitilmiş hazırlanmış emri bekleyen moleküller anlamına gelmiş olur. Allah buna yemin etmektedir. Gerek moleküllerin özellikleri, gerekse insan toplulukları böyle bir eğitimi alacak şekilde yaratılmıştır. Ordu nedir? Gerektiğinde bir hücum emri ile ortalığı yakıp yıkmaya hazır bir birliktir. Patlayıcı da bir kıvılcımla yine her tarafı yakıp yıkacak bir moleküller yığınıdır.
فَالْمُورِيَاتِ (Fa elMUvRıYATı): “Fa” Bir olaydan sonra hemen ikinci olay cereyan ediyorsa o zaman “Fa” harfi kullanılır. Birinci olay tamamlanacaktır. Karışacak ve bekleyecek. Emir almayı bekleyecek. Emir alır almaz harekete geçecek, ani olarak harekete geçecektir. Saldırı ani bir emirle başlar. Beklenir beklenir, zamanı gelince bir emirle saldırıya geçilir. Karışım gaz da bir kıvılcımla harekete geçer. “Fa” harfi bunu ifa eder. Bundan sonraki âyetlerde hep “Fa” harfi ile ifade edilmektedir. Zâriyât’ta da Mürselât’ta da aynı üslup vardır.
الْمُورِيَاتِ (eL MuRıYaTı) “Vera” tepenin arkası demektir. “Evin Menası” ön taraftır; “Evin Verası” arka tarafıdır. Dağın arkası vardır, vechi vardır. İnsanın da vechi vardır, verası vardır. “İrae etmek” demek arkaya atmak demektir. “Ateşi irae etmek” ateşi kapalı yerde yakmak demektir. Ateş açıkta yakılırsa bir taraftan hava akımı olmadığı için ateş yanmaz, diğer taraftan rüzgâr onu söndürür. Kapalı yerde ocak veya sobada yakılırsa hava akımı olur, ateş tutuşur ve yanar. Onun için Araplar ateşi böyle yerde yakmaya “irae” demektedir. “Ikad” da açık yakmaktır. Kur’an’da; Kapalı olarak yaktığınız ateşi görmüyor musunuz? denmektedir. Böylece ısıdan mekanik enerji elde etme tekniğine işaret etmektedir. İnsanlar ilk defa barut ile mermi attılar. Sonra bu tekniğe dayanarak patlamalı motorları geliştirdiler. Bugünkü uygarlık bu motorlar sayesinde vardır. Bununla gidebiliyoruz, uçabiliyoruz, yüzebiliyoruz.
Burada “irae edenler” insanlar olabilir, yani ateşleyen insandır. Bununla beraber ilk ateşleme de çakmakla olur. Çakma, ilk anlamda birleşen molekülleri üretmedir. Bunlardan çıkan sıcaklık o çevreyi yüksek sıcaklığa ulaştırır. Sonra oradaki moleküller birleşir, çevrede sıcaklığı artırır, böylece kısa zamanda bütün kapalı yer patlamış olur. Gerek yakıt motorlarının gerekse bombaların patlaması, atom reaktörleri hep bu esasa dayanmaktadır. Kapalı yerlerde patlama oluyor. Hareketli taraf yürümeğe başlıyor.
قَدْحًا (QaDXan): “Kadeh” çakmak taşıdır. “Kadhetmek” demek, çakmak çakmak, kıvılcım çıkarmak demektir. Ateşli silahların kullanılması hattâ motorların çalıştırılması için çakmağa ihtiyaç vardır. Eskiden çakmak taşı ile kıvılcım çıkarılır ve onunla kav üzerinden ateş yakılırdı. Şimdi mağnetik bobinlerden çıkarılan elektrikî kıvılcımlarla ateşleme yapılmaktadır. Mermiler de iğne ile sıkıştırılarak patlatılırdı. Ne şekilde olursa olsun, sıcaklığı belli dereceye çıkardıktan sonra bir noktadan patlama başlar ve her tarafa yayılır. Yukarıda “dabh” kelimesi hâl idi. Onun için nekire gelmişti. Müfret olarak kullanılmasının sebebi müennes çoğullara zamir müfret tekil olarak gider. Haller de öyle getirilir. Mürselât ve câriyâtlarda da böyledir. Burada “kadh” kelimesi müfrettir. Çakmanın tek yerden başlaması sebebiyle böyle olabilir. Yahut da patlamada sonunda molekül kıvılcım çıkararak birleşir. Elektronlar enerji vererek hızlarını düşürürler. Bu enerji birer dalga demektir. Renk bize böylece oluşur. “Kadh”, dalga demetleridir. Parçacıklar hâlinde yayılırlar. Işık bundan dolayı hem dalgadır, hem de parçacıktır.
فَالْمُغِيرَاتِ (FaLMUvĞIyRAvTı): “Arkasından tağyir edenler, değiştirenler.” Önce karışıyor, alevleniyor, sonra da değiştiriyor. “Ğar”, mağara demektir. Fiil olarak görünmez olmak demektir. Suyun yer altına girmesine “ğavr” denmektedir. “Ğayr”, başka anlamına gelir. “Gayri”, başkası demektir. “Tağyir”, değiştirmedir. Kur’an’da “tebdil” ve “tahvil” kelimeleri kullanılmaktadır. “İğare” kelimesi geçmektedir. “Tahvil” varlığın durumunu değiştirmedir. “Tebdil” birinin yerine başkasını koymadır. “Tağyir” ise var olan bir şeyi başka bir şey yapmadır, başkalaştırmadır.
Bir ordu bir yeri işgal ettiği zaman oraları başka düzene sokar. Bombalar ve füzeler de bir yeri bombaladıkça orasını harabeye çevirirler. Sonra bu yıkıntılar üzerinde başka yapılar ve başka kentler doğar. Kent aynı kent olarak kalır ama başkalaşmış olur. Eskiler yıkılmadan yeniler ortaya çıkmaz. Bunun içindir ki binaları dinamit koyarak ateşleyip çökertmektedirler.
Irak’ın fethi de böyledir. Eskimiş kent şimdi yenilenecektir. Yeni Bağdat ortaya çıkacaktır. Irak halkı da başkalaşacaktır. Tarihte Irak halkı önce kuzeyden gelen Sümerlerin gelmesiyle başkalaşmış ve yeni uygarlık oluşturmuştur. Sonra buraya sürgün gelen İbraniler başka uygarlık getirmişlerdir. Mısır’dan öğrendiklerini buraya taşımışlardır. İskender’in istilasıyla Grek kültürü de buralara gelmiştir. Sonraları Müslümanlar burasını uygarlıkların merkezi yaptılar. Türklerin hakimiyeti ile Ortaçağ uygarlığı bütünüyle buralara taşındı. Şimdi Amerikalıların istilası ile bugünkü uygarlık oraya taşınacaktır. Gelecekte Bağdat başka bir Bağdat olacaktır.
Uygarlıkların bir karışımdan oluştuğunu bu âyetler de teyit etmektedir.. Bizim için şer zannettiğimiz hayır olmuştur. Biz Türklerin Araplarla savaşmasını uygun görmemiştik. Elbette Saddam yaşamaya devam edemezdi.
صُبْحًا (ÖuBXan): “Subhan/ Aydınlatarak” kelimesini kullanmaktadır. “Mısbah”a kehribar denmektedir. Sürttükçe ışık çıkararak kıvılcım saçar. Aydınlık anlamına gelir. Sabah Güneş doğmadan ortaya çıkan aydınlıktır. Aydınlatarak değişiklik yapanların sosyal anlamı yeni uygarlık getirerek değiştirirler. Tarihteki bütün uygarlıklar başka bir uygarlığın oraya gelip onları uyandırmasıyla olur. Bundan belki tek istisnası Kur’an uygarlığıdır. O da öyle yapmıştır. Allah’tan gelmiş ve ortalığı aydınlatmıştır. Fizikî olarak da hazırlanan bomba bir karışımdır. Sonra ateşleme ile bomba fırlatılır ve hedefe gider. Hedefte çarparak patlar ve ışık çıkarır. Bu ışıkla birlikte ortaya çıkan sıcaklık veya parçalar çevreyi tahrip eder.
Böylece Bağdat semalarında seyrettiğiz patlayan bombalar burada tesbit edilmiş olur. Eski uygarlık yıkılmadıkça yeni uygarlık doğmaz. Baas Partisi ve Saddam yaşlanmış olan İslâm uygarlığını yıktılar. Buna memur idiler. Onları da ABD’nin bombaları yıktı. Şimdi Iraklılar yeni dünyayı hazırlamalıdırlar. Birkaç sene sonra ABD saldırı gücü de başka saldırı gücü tarafından yok edilecektir. Irak hür bir ülke hâline geçecektir. Yeter ki onlar “III. Bin Yıl Uygarlığı” ile uyum sağlayabilsinler.
“Subh”u sabah olarak anlayıp saldırıların sabahleyin yapılacağına da işaret vardır. Sabah vakti insanların uykuda olduğu bir zamandır. Baskın hareketi o saatlerde gerçekleşir.
فَأَثَرْنَ (Fa EaÇaRNa): “Onu eser edenler. Etki yapanlar.” “Eser”, iz demektir. Hayvan veya insan yürüdüğünde bıraktığı şeylere “eser” denmektedir. Bir varlığın ulaştığı yere yaptığı etkiye “eser” denmektedir. Varlık yer kaplar. Oraya başka varlık gelemez. Oysa etkiler bir yerde toplanırlar. Yani başka varlıkları etkiler ve bir yerde toplar. “Eser”, etkilenme demektir. “Bi” harfi ile müteaddi hâle gelirler.
İnsanlar bir yere girip orasını işgal edince yerli halk ile etkileşime girerler. O halkı değiştirirler. Mağlup olan halk galip olanları taklit etmeye başlar. Kendi kültür ve âdetlerini yakıp yıkarlar. Avrupa kültürü bütünleşmektedir. Bunu bütünleştiren nedir? Birinci ve ikinci Cihan Savaşları sonunda mağlup olan Kara Avrupası bugün birleşmektedir. Fransız ve Almanlar etkilenmişlerdir. İngilizce hâkim dil oldu. Amerikalılarla birleşen İngilizler Kara Avrupasını baskı altına aldılar. Şimdi Avrupa Birliği doğuyor. Para birliği ortaya çıktı. İlk olarak Kara Avrupası Avrupa’ya hâkim oldu. Şimdi İngilizce ile rekabet hâlinde olan Almanca, Farsızca ve Latince vardır. Avrupa dil birliğini de sağlarsa o zaman Anglosakson kültürüne karşı direnmiş olur. Ama onun etkisiyle yeni bir oluşuma gider. Bu dil bence yine Latince olmalıdır. Avrupalılar doktoralarını Latince yapmalıdırlar. O zaman İngilizce’nin hakimiyetinden kurtulurlar. Fransızca veya Almanca tek başına hâkim olamaz. O zaman aralarında kavga çıkar. Bu millî dillerin ortadan kalkması anlamında değildir. Sadece ilim dilinin Latince olması demektir. Doğu’da da ilim dili Arapça olacaktır.
بِهِ (BiHi): “Onunla” yani patlayan bomba ile yahut sabahları yapılan saldırılarla etkilemişler ve değiştirmişlerdir. Burada savaşın ve bombaların hikmeti izah edilmektedir. Savaş olmasaydı nüfus dengelenmezdi. Doğum kontrolü gibi mekanizmalarla bu sağlansa bile evrim yerine çöküş olurdu. Savaş, ömrünü doldurmuş uygarlık kalıntılarının ortadan kaldırılmasıdır. Cenazesinin kılınıp toprağa gömülmesidir.
Kur’an bu gerçekleri anlatmakla beraber, Kur’an dini İslâm dinidir. Çünkü savaşlar barış içindir. En zorunlu durumlarda savaşa başvurulur. Mü’minler uyarı yaparlar, savunma savaşı yaparlar. Saldırı savaşı yapmazlar.
نَقْعًا (NaQGan): “Nakg” “lakh” kelimesine çok yakındır. Kur’an’da bazı kelimeler birer defa kullanılmıştır. Bunları Araplar da çok az kullanırlar. Manâları ancak özel ihtisasla anlaşılabilir. “NQG” toz diye geçmekte ise de toz “ğubar”dır. Kur’an’da çoğul olarak “ğabare” geçmektedir. Yapışan toz anlamına gelir. Çiçek tozlarının adı olabilir. “Lıkah” da tozlaşmadır. Tozlaşmada erkek ve dişiler vardır. Türkçede “aşılama” kullanılır. Yani değişik tür hücreler bu sayede aşılanarak yeni tohum oluştururlar. Yakın evlilik bunun için muteber değildir. “Laqxan” anlamındadır. “Lıkah” çiftleşme demektir. “Lıkah”ın anlamı şudur. İki eski arabamız olsa, sağlam parçaları alıp birleştirirsek yeni araba yapmış oluruz. Sonra onu kopya edip sağlam arabayı çoğaltırız. Ama sakat arabayı kopyalarsak hep sakat arabalar çıkar. Canlılar bunu yaparlar. Ayrı yabancı hücreleri birleştirir, tek sağlam hücre yapar, ondan sonra onu çoğaltarak yeni canlı yaparlar.
Topluluklar da böyledir. Birleşirler, iki taraf da kötü alışkanlıkları bırakıp iyilerini birleştirir. O zaman daha ileri yeni topluluk oluşur, sonra o topluluk diğer toplulukları da kendilerine benzeterek yeni uygarlığı kurarlar. Tarihte bütün uygarlıklar böyle olmuştur. Bugün de böyle olacaktır. Batı Uygarlığı ile İslâm Uygarlığı’nın iç içe giriştiği bir ülkede yeni uygarlık doğacaktır. Buna en müsait ülke Ortadoğu’dur; başta Türkiye’dir. Bakınız, Kur’an baştan beri bize anlattıklarını nasıl her sûrede teyit etmektedir. “Nak’an” kelimesi başlı başına bir mucizedir.
فَوَسَطْنَ (Fa VaSaONa): “Vasat” orta demektir. Okun baş tarafına “sadr” denmektedir. Arka tarafına “zenb” denmektedir. Orta yere de “vasat” denmektedir. “Vasata” demek ortaladı demektir. Sayıların vasatı toplamlarının sayılarına bölünmesidir. “Evset” ise ortada olan değerdir. İki ayrı hızdaki moleküller bir araya gelince bir grubun hızı yüksek, diğerinin ise düşük olur. Ama zamanla bir arada bulunmaları sebebiyle ikisinin ortalamasında bir hız oluşur. Buna “vasatlamak” denmektedir. Ortasına girme, karışma, ortasından geçme anlamları da verilebilir. Ayrı ayrı topluluklar bir araya gelince genellikle gelenler az olur, ama galip oldukları için üstün durumdadırlar. Yerliler çok olur ama mağlup durumdadırlar. Zamanla bu güç birleşerek tek topluluğa dönüşür. İşte bu karışım içinde orta değerlere uygun hızlara ulaşma “vasatan”dır. Gerek gaz moleküllerinde gerekse insan topluluklarında herhangi değer dağılımı aynı kanunlara tâbidir.
a) Değerler üyelere eşit olarak dağılmaz. Herkes aynı boyda olmadığı gibi aynı ilme ve zenginliğe de sahip değildir.
b) Topluluk tam olarak oluşmuşsa, yeter zaman geçmiş ve engeller kalkmışsa, öyle bir değer vardır ki onun civarında üyelerin sayısı en fazladır. O boya sahip olanlar en fazladır. Yahut servete sahip olanlar en fazladır. Buna tepe noktaları diyoruz. Oluşmuş ve dengelenmiş topluluklar bir tek noktaya sahiptirler. Oysa sınıflı toplumlar iki tepe noktasına sahip olurlar. Zamanla ya bu ikilik büyür ve ayrı topluluk oluştururlar veya birleşir tek tepeli topluluk olurlar. “Vasatna” kelimesi bu birleşmeyi ifade etmektedir. Yani herkes ortaya gelir.
بِهِ جَمْعًا (BiHi CaMGan): “Onunla cem’an olarak.” Buradaki “onunla” yanı nekih ile, ilkah ile demek olur. Eğer çiftleşmede kromozom ve gen uyuşması varsa onlar eşleşerek daha ileri ve daha güzel bir hücre oluştururlar. Bu döllenme ile eşleşme ile olmaktadır. Bozuk parçaları atıp düzgün parçalarla yeni örnek oluşturulmaktadır.
“Cem ederek veya cem olarak.” Yani karışım sonunda topluluğa dönüşmektedir. “Cuma” yumruk demektir. Parmakların birleşip yumruk olması gibi insanlar da birleşerek tek varlık olurlar. Sınıflaşmış topluluklar zamanla birleşerek daha ileri bir topluluk oluştururlar. Bütün bunların tekil gelmesi, dişi çoğulların tekil ve müzekker olarak tavsif edilmesi sebebiyledir.
إِنَّ (EinNa): Harf-i tahkiktir. Karşı taraf aksini zannediyorsa veya biliyorsa onu uyarmak için bu harf getirilir. İnsanlar kendilerinin Rab’larına kenut olmadığını zannediyorlar, bu sebeple bu uyarı gelmiştir. Sonra “La KaNUvDun”da “La” eklenmiştir. Yalnız zan etmekle kalmıyor, aynı zamanda ısrar etmektedirler demektir. Burada bir harf-i atıf da getirilmemiştir. Yukarıda anlatılanların bir açıklaması olduğu için “Va” getirilmemiştir. İnsanlar arasında çatışma, savaş ve bu savaşların geliştirilmiş silahlarla olması insanın kenud olmasından dolayıdır.
الْإِنسَانَ(elEiNSANa): “İnsan” cins isimdir. İnsan kenud yaratılmıştır. Bu sebepledir ki savaşmaktadır. Rabbi’ne kenuddur. Kendisini yetiştirene karşı kenuddur. Kenud olduğu için savaşmaktadır. İnsan bunun bilincindedir. Hayrı sevmede şedittir. Demek ki hayrı seviyor, bana karşı kenuddur. Arapların değişik kabileleri bunu farklı anlamlarda kullanırlar. Asi anlamında kullananlar var, nankör anlamında kullananlar var, cimri anlamında kullananlar var, uyumsuz anlamında kullananlar vardır. İnsanın bir özelliğidir.
لِرَبِّهِ(Lı RabBiHi): “Yetiştirici’sine karşı kenuddur.” İnsanın diğer canlılardan temel olarak iki farkı vardır. Bunlardan biri diğer canlılarda biyolojik evrim vardır, sosyal evrim yoktur. İnsan ile biyolojik evrim durmuş, onun yerine sosyal evrim başlamıştır. Bu yani Allah’ın rab sıfatı insanda tevvelli etmiştir. İnsan onu halife olarak alıp götürmektedir. Bunu yapabilmesi için de seleksiyon kurallarına uyulması gerekmektedir. Diğer canlılarda seleksiyon yani ayıklanma işi türler arası besin zinciri içinde gerçekleşmektedir. Kurtlar kuzuları, kuzular da otları yemektedir. Otlar azalınca zayıf olanları kurtlar yiyerek ayıklama yaparlar. Güçlüler bol otlarda daha çok beslenerek güçlenirler. Kurtlar ise kuzular azaldığı için yem bulamaz ve zayıflarlar. Bu sefer güçlü kuzular zayıf kurtlardan daha çok kaçarak çoğalırlar. Böylece denge canlılar arasında korunur. İnsanı yiyecek insandan daha güçlü bir canlı var olmadığı için insanın arındırılmasını yapacak başka canlı yoktur. İşte aralarında konan savaşlarla insanlar bunu kendi aralarında paylaşırlar. Rabbi’ne karşı kenuddur.
لَكَنُود (La KaNUvDun): “Kenuddur.” “Kenud” ot bitmeyen veya otu cılız olan yerdir. İnsan cüz’i iradeye sahiptir. Rabbi’ne karşı gelebilmektedir. İsyan edebilmektedir. Allah’ın emirlerini dinlememektedir. İnsana bu güç verilmiştir. Evrimin olabilmesi için mevcut düzeni yıkacak güçlere ihtiyaç vardır. Eskinin üzerinde yenilik yapılamaz. Bunu diğer canlılarda başka canlı yapar. İnsanda ise yine insan yapar. İnsanın mikropları yine insanlardır. Bir varlığa iki ayrı görev verilmiştir. Bunu yaparsan daha büyük mükâfata erersin, bunu yaparsan cezalanırsın. Evrimin gerisine düşersin. İnsan adeta kendi Rabbi ile yarışa çıkmıştır. Onun halifesidir ama söz dinlemeyen halifesi. Bu özelliği onu kenud kılmaktadır.
“Kenud” kelimesi “Anud” kelimesine yakındır. “Kenud”u verimsiz toprak olarak belirledik. Yani sürersin, ekersin, sularsın, gübrelersin ama sana bir şey vermez. Bir türlü mahsul alamazsın, buna “kenud” denmektedir. İnsan Rabbi’ne kenuddur. Onun şeriatına girmeye karşı direnmektedir. Altı milyar insan isyan içinde bile bile karşı çıkmaktadır. Çok az sayıdaki kimse bu kenudluktan uzak kalabilmektedir. O da ancak îman nûru ile kitap nûru ile bunu başarmaktadır. Kenud olmamak için ibadetler yapıp Allah’ın kelâmını hep anar olmak gerekir.
وَإِنَّهُ (Va EınNAHUv): “Ve o” diyerek “İnne” sözüne iki atıf daha yapmıştır. Yine insanın ikinci vasfını burada söylemektedir. Biri, insanın kendi soyu ile savaşır durumda olması, bu onun Rabbi’nin halifesi olmasıdır. Allah dengeyi var etmiştir. İnsanın buna göre yaşamakta olduğunu belirtmektedir. Buna “şuhud” etmektedir. Bu düzen içinde nazır bulunmaktadır. İnsanın kendisinin kenud olmasının yanında çevresinde de bu savaşı görmektedir. Kendi savaşını da görmektedir. Herkes kendisinin hak yolda olduğunu sanır ve Rabbi için savaşır. Bu haklı görme ilkesi kenudun ifadesidir.
عَلَى ذَلِكَ (GaLAy ÜALiKa): “Buna insan şahiddir.” “Şuhud” orada bulunma, hazır olma demektir. İnsan bu kenud durumuna göre yaşamaktadır. Bunun içinedir. Şeytan Allah’ın düşmanıdır. Oysa o onu yaratmıştır. Allah istese onu bir saniyede yok eder. Ama buradaki “aduv” karşı cephede olmak demektir. Allah kendi kullarını eğitmek için karşı takım kurmuş, o takımın da sahibidir. Ama gaye onun varlığı değildir, gaye iyilerin daha iyi olmasını sağlamaktır. Onun için kendisi de bu mü’minlerin cephesine geçmiştir. İnsanlar işte böylece kimi kendi, kimi de karşı cephede yer almaktadırlar. Buna da bilinçli olarak şehadet etmektedirler.
لَشَهِيدٌ (La ŞaHIyDun): “Bunu görmekte ve bilmektedir.” İnsan bile bile aksi yollara gider. Bilerek yanlış yola gittiği için cezalandırılacaktır. Yoksa bilmeden gittiği yerde elbette sorumlu olmayacaktır. İnsan savaşları görmekte, savaşları bilmekte, yine de savaşmaktadır. Çünkü insan kenud varedilmiştir. Bu âyeti tam anlayabilmek için savaş psikolojisine girmek gerekir. Barış dünyasında birtakım kurallar içinde yaşama çabasında bulunuruz. Yenmeyi yaşamak için isteriz. Oysa savaş psikolojisine giren kimse yenmek için savaşır. Yani onun için yaşamak yenmek içindir. Ölümü göze alma demektir. Bunu sadece hayvanlarda olduğu gibi ölümden korkulduğu için değil, kendi idealleri içindir. İnsan mecbur olmadan da savaşmaktadır. İnsan böylece savaş ruhiyatını yaşayarak bilebilecek durumdadır.
وَإِنَّهُ (Va EınNAHUv): “Ve o” yani “insan” ikinci defa tekrar etmektedir. Burada insanın üç özelliğini belirtmektedir. Biri, insan hafıza sahibi olup geçmişini hatırlayabilmekte ve geleceğini bilebilmektedir. Beyinde iki çeşit hafıza vardır. Geçici hafıza, bu bilince ulaşmış hafızadır. Diğeri ise depolanmış hafızadır. Onu bilince çağırdığımız zaman anılır olur. Bilgisayarı kullananlar bunu bilirler. Yaptığınız işlemleri bilgisayar önce ekranda tutar, onu korur. Bilgisayarı kapatmak istediğiniz zaman tekrar sorar; “Saklamak ister misiniz?” der. Sen de “Evet” dersen onu kalıcı belleğe alır. Hayvanlarda geçici bellek vardır, kalıcı bellek yoktur. Onlar gününü yaşarlar. Oysa insan kalıcı hafızası ile geçmişi ve geleceği bilir ve zihninde yaşar. Hayal kurar. Bu onun bir vasfıdır. “Şehid” kelimesi ile ifade edilmiştir. İkinci olarak zikretmiştir. Birinci özellik olarak “kenud” kelimesini kullanmıştır. Üçüncü vasıf olarak da “hubbi hayırda şedid” ile ifade edilmiştir. Onun için özel isim kullanmamıştır. Çünkü hayvanlarda ve bitkilerde depolama vardır. Ama insanınki aşırı durumdadır.
لِحُبِّ (La XubBi): “Sevmek” demektir. “Habbe” tane demektir. Su kaynadığı zaman çıkan kabarcıklar, kubbemsi şeylerdir. “Habbeyi kubbe yapmak” tâbiri uygun bir tâbirdir. Zaten kelimelerde de akrabalık vardır. Sevgi insanda hasret sıcaklığını oluşturur. Sanki yürekte bir şey kaynıyor gibidir. Sevgiyi duyan beyin olduğu halde göğüsteki yürekte hissedilir. Sevgi yakınlık ilişkisidir. Yani insanlar birbirine sevgi ile bağlanmışlardır. En büyük sevgi annenin çocuğuna duyduğu sevgidir. En büyük sevme de annenin çocuğuna süt vermesi durumudur. Bunlar da göğüstedir. Allah sevginin varlığını oraya yerleştirmiştir. Bugün suni kalple geçici olarak insan yaşatılmaktadır. Ancak acaba insandaki sevme hissi ne olmaktadır? Henüz araştırılmış değildir.
الْخَيْرِ (eLPaYRı): “Hayrı hubbetmekte şiddetlidir.” Diğer canlılar da kendilerine yarayan şeyler edinirler. Depolarlar. Ancak diğer canlıların üretim araçları yoktur. Oysa insan sahip olduğu servetini iki yöne yönlendirir. Bunlardan biri kendisine ve çalıştıranlara gelir sağlayacak üretim araçlarıdır. Buna “hayır” denmektedir. Kur’an bu mallarla kullanma malları arasını ayırmıştır. Hayırlarda iki çeşit mülkiyet teşri etmiştir. Biri yararlanma mülkiyetidir. Buna herkes mâlik olur, herkes kendi payını istediği kimseye devredebilir, miras yoluyla bölüştürülür. Oysa işletme payına herkes mâlik olamaz. Ancak ehliyetliler mâlik olur. Mülkiyet tecezzi etmez. Ancak sıra ile kullanılabilir. Miras yoluyla değil vasiyet yoluyla intikal eder. İşte insana bunu sevme özelliği verilmiştir.
لَشَدِيدٌ (La ŞaDIyDun): “Şiddetlidir.” Burada en önemli husus, insan elde ettiği hayrın kendisinden sonra da devam etmesini ister. Her anne-baba çocuğunun geçinmesi için gerekenleri miras yoluyla bırakmak ister. Ama ayrıca işletmenin dağılmasını istemez. Bu sebeple içinden benimsediği bir çocuğuna her şeyi bırakma arzusunda olur. Miras kaçırma çabasına girer. İşte bu sebepledir ki hayırda vasiyet esas alınmıştır. İşletmeyi biri yapar ama diğerleri de ondan yararlanır. Yani gelir onlara bölüştürülür. İnsan hayrı sevmekte şediddir. Yani çokça sever manâsındadır. İşte bu özellik de yine insana ait bir özelliktir.
Bu âyetlerde insan tasvir edilmiştir. Hayvanlardan farkları anlatılmıştır. Bu hasleti ile insan kötü değil iyi olmaktadır. At arabası ile giden kişi otomobile bindiği zaman elbette daha yüksek dereceye ulaşmıştır. Ama şoförlüğü bilmezse, yahut arabayı sarhoş olarak kullanırsa kendisini helâk eder, arabasını da parçalar. İnsan yüksek varlık olarak yaratılmıştır. Ancak kendisini koruyamazsa helâk olur.
İnsan kendi servetini sevmekte, Rabbi’ne karşı ise kenud bulunmaktadır. “Adil Düzen”in en büyük zafiyeti budur. Bizdeki başarısızlığın sebebi de budur. İnsanlar kendi mallarını, kendi işlerini şiddetli bir sevgi ve azimle yürütürler de; topluluğa ait işlerde ve mallarda zoraki sürüklenirler. Çevre hemen kıskanmaya başlar. Yakınları hep bize versin ister. Başkalarına harcamasın, onlara zaman ayırmasın ister. İnsan o zaman Rabbi için iş yapmaktan da zevk almaz olur. Çünkü çevre onu soğutmuştur.
İnsanın bu zafiyetinin yenilmesi için Allah insanlara aşağıda sayılan özellikler vermiştir:
a) Topluluk işlerini de özelleştirme. Hanedanlık sistemi budur. Topluluk değerlerine sahip çıkılmadığı için ancak babadan oğluna intikal ederek o müessese yaşamaktadır.
b) Büyük şirketler veya dernekler oluşturulmaktadır. Buna kişiler sahip olmakta, istediklerine bırakmak suretiyle müessesenin devamı sağlanmaktadır.
“Adil Düzen”de yer alanlar topluluğa ait değerleri kendilerine mal etmemektedirler. Bunu inançlarına aykırı bulmaktadırlar. Ama bu sefer de topluluğa ait işlerle ilgilenmemektedirler. Rab’lerine kenuz duruma düşmektedirler. İşte “Adil Düzen” bu sorunları çözememiştir. Bu sorun nasıl çözülecektir?
a) Bu sorun “müslim” olmakla yetinmeyip “mü’min” insanların bir araya gelerek Allah için bir topluluk oluşturması ile mümkün olacaktır. Allah cennet karşılığı onların mallarını ve canlarını almıştır. Kur’an’ın ifadesi ile onlar kendilerine ve yakınlarına Allah için kıyabilen kimseler olacaklardır. Müslimler ise topluluğun mallarını kendilerine geçirmezler ama topluluğun mallarını koruma kaygıları da yoktur.
b) Kişi çıkarları ile topluluk çıkarlarını paralelleştiren bir düzen kurmakla bu sağlanacaktır. Bu öyle bir düzen olmalıdır ki, herkes kendi çıkarı için çalışırken topluluğun da çıkarı olsun. Allah genel olarak insanları böyle yaratmıştır. Kişi malını severken, kendisi malını artırırken, diğer taraftan topluluğun da çıkarı olacaktır. Adil vergi sistemi bunu sağlamalıdır. Mesela, verilen zekât nisbetinde faizsiz kredi alabilme müessesi bunu sağlayacaktır.
c) İslâmiyet’in geliştirdiği en önemli müessese “şirket-i mufavada”dır. Kamu değerleri böyle bir ortaklığa konur. Başkanlar ve eski başkanlar buna mâlik olurlar, kendi mülkleri gibi olur. Bu mülk kendilerinden sonraki başkanlara intikal eder. Başkanlık o kuruluşun sahipliği şeklinde düşünülür. O şekilde anılırlar. Başkan oldukları zaman kazandıkları mülk varislerine intikal etmez. Hayrın hubbu böylece yararlı hâle getirilir. Tarikatların hep böyle geçmiş şeyhlerini anmaları bu amacı gütmektedir. Bir ocak başkanı, bir bucak başkanı o ocakta veya bucakta ileride anılmalıdır. Kendisinin zincirin bir halkasını oluşturduğunu bilmelidir.
d) Vakıf müesseseler oluşturulur. Kamu hizmetleri bu özel vakıflarla yapılır. Yöneticilere çıkar paralelliği sağlanır. Böylece ortak değerler korunmuş olur. Böylece oluşturulmuş vakıflar binlerce yıldır yaşamaktadır. Tarihte dinler hep böyle vakıflara dayanmıştır. Eski dinler hâlâ varlıklarını bu vakıflar içinde korumaktadırlar. Devletler yıkılıyor ama mabetler varlıklarını bu sayede her şeye rağmen sürdürebiliyor.
أَفَلَا يَعْلَمُ (EaFaLAv YaGLaMu): “İlm etmiyor mu?/ Bilmiyor mu?” Biliyor. Burada Âhiret ile ilgili bir haber vermekte. “Bunu bilmiyorlar mı?” demektedir; yani “Biliyorlar!” demektedir. Mezarlardan dirilme zamanının bilineceğini, sadırlarda hâsıl olma zamanının bilineceğini bilmiyor mu? Biliyor! Bunu bilmek zordur. Ancak o gün Rabbin onlardan haberli olacaktır. Bunu bilmiyor mu? Biliyor!
Bugünkü ilmin belirlediği bazı ana kurallar vardır:
a) Kainat tek varlığın eseridir ve var edilmiştir; gelişmektedir ve ölüme doğru gitmektedir. Bugün bunları inkâr eden bir fizikçi ve astronom yoktur. İnsanın duyguları da bunu böyle söylemektedir.
b) Kâinat’ta her şeyin bir amacı vardır. Boşu boşuna gereksiz bir şey yoktur. Abes olarak bir şey var edilmemiştir. İnsan da elbette boş yere gereksiz var edilmemiştir. O halde insanın de görevleri vardır. Görevlerini yapmadığı zaman cezasını çeker.
c) Ölüm daha iyi hayat içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür ki ilkbaharda taze yapraklar ortaya çıksın, ağaçlar biraz daha büyüsün. Yaşlanan ağaç kırılıp çürür ki onun üzerinde daha gür ağaç bitsin. Çünkü çürümekle yeni ağaca gübre olur. O halde ölüm yok olmak değil, daha üstün hayata geçmedir. Kâinat’ın kara deliklerde yok olduktan sonra yeniden daha iyi hayatın başlamasını varlık kanunları ile izah edemeyiz.
d) Nihayet Kâinat’ın tümü yok olduktan sonra Âhiret hayatı başlayacaktır. Biz insanlarda sorumluluk duygusu vardır. İnsan yalnız başına olsa da kötülük yapmaktan korkmaktadır. Zalim insanlar bile “Ben güçlüyüm, zulmederim!” diyememekte, kendisini haklı çıkaracak uydurma da olsa bahaneler ortaya koymaktadır. Amerika Irak’ı alırken birtakım uydurma haklılık senaryoları üretmek zorunda kalmıştır. “Ben güçlüyüm! Ben bunu yapıyorum!” diye mertçe ortaya çıkamamaktadır. Çünkü insan kendisine sıra geldiğinde inanmasa bile başkaları arasında hak duygusuna sahiptir. Adaleti istemektedir. Hakkın galip geleceği duygusu vardır.
“Bilmiyor mu?” sorusu insanın bu duygusunu ortaya koymaktadır. “Tanrı yoktur!” diyenler bile haklılık anlayışını ve evrensel sorumluluk anlayışını beyinlerinden atamamaktadırlar. Bu sebepledir ki en ilkel insan bile cennet-cehennem kavramını bilmektedir. Tasvirleri farklı olabilir.
Burada fail olarak “insan”ı ele alıp yorumladık, Fail “Allah” olabilir, yani “Rabbihim” kelimesine gitmiş olabilir. “Bilmeyecek mi?” sorusunu soruyor. “Ea Fa LaM YaGLaMu/ İlmi bilmedi mi?” şeklinde olsaydı, o zaman bu manâ daha uygun olurdu. Oysa “İnsan bilmeyecek mi?” deyince; gelecekte bilecek demektir. Buradaki failin “insan” olması daha uygundur. Âhiret hakkında bilgi edinmesi gelecekte olacağından bu da bir mucizedir.
إِذَا بُعْثِرَ (EiÜAv BuGÇıRa): “İza” olması beklenen gelecek vakit için getirilir ve hem zarf hem de şart olur. “Bagseret ettiğinde Rableri’nin onları bileceklerini insan bilmiyor mu?” Yani “Âhirette bilmeyecek mi? Bilecek.” demek olur. “Basete” ve “Bahsere” aynı manâda kullanılmaktadır. “Ba’setmek” göndermek demektir. “Bahs etmek” eşip araştırmak demektir, altını üstüne getirip aramak demektir, karıştırmak demektir. Âhiret günü mezarda olanlar karıştırılıp aranacaktır. İnsanın bütün bu dünyada yaptıkları teker teker kontrol edilecektir. Dört boyutlu uzayda insanın bütün yaptıklarının filmleri üç boyutlu uzayda alınmış durmaktadır. İnsanın hayatına mezarından girilip soruşturmaya başlanacaktır. Önce en son yaptıkları gösterilecektir. Sonra gerisin geriye gidilerek çocukluk yıllarına varılacaktır. Çünkü önemli olan son durumdur. Bunun için “Bu’sire” denmektedir. Başka âyette de “Kabirler karıştırılınca nefis yaptıklarını bilecektir.” denmektedir. İnsana yaptıkları gösterilerek hesap sorulacak. Filmi üzerinden ifadesi alınacaktır.
مَا فِي الْقُبُور (MAv FIy elQuBUvRı): “Kabirde olanlar alt-üst edildiğinde. Rabbin onlara her şeyi haber vereceğini bilmiyorlar mı?” Burada “Men” değil de “Ma” getirilmiştir. Yani araştırılacak olan insan değildir. Araştırılacak olan insanın bedenidir. Cansız beden gözetlenecektir. Burada insan bedeninin dört boyutlu olduğu ama ruhun ise boyutsuz olduğu anlaşılmaktadır. İnsan geçmiş bedenlerini gelip bilecektir. Ama ruh bir olarak kalacaktır. Dört boyutu değiştirebilecek ama üç boyuttan çıkamayacaktır. Yani zamanda üç-dört boyut göremeyecektir. Çünkü dört boyutu görebilmesi için orada seyreden ışığa ihtiyaç vardır. O da ancak beş boyutta varolabilir. Böyle olsa bile insanın o zaman iradi hareketi kalmaz. Yahut altıncı boyuta gidilmesi gerekir. O zaman arşın dışında da bir boyut söz konusu olmalıdır. Kur’an’da buna rastlayamıyoruz. O halde ruh mezarın kapısından girip bedenini seyretmeye başlayacaktır. Geçmiş bedenlerini film gibi seyredebilecektir. Filmi ters çalıştıracaktır. “Kabirde olanları” demek suretiyle kabirdeki bedenleri demek olacaktır. Ancak bu dünya hayatı orada bir kabir gibi olacaktır.Çünkü ruhsuz bedenler silsilesi olacaktır. Yalnız kendi bedenimiz değil diğer bedenleri de görebileceğiz. Kim ne yapmış göreceğiz. Allah göstermek istemediklerini de devre dışı bırakacaktır.
ِوَحُصِّلَ (Va XuöÖiLa): “Tahsil olununca, ortaya çıkarılınca.” Burada “Va” harfi ile atıf yapılmış. Yani ikisi birden ortaya çıkacaktır. İnsan ruhu neyi dilemişse o zaman o hafızaya girmiştir. Dört boyutlu uzayda beyin disketine yazılmıştır. Bugün biz başkasının beynini okuyamıyoruz. Ancak kendi beynimizi okuyabiliyoruz. O gün ise dört boyutlu uzay yoluyla başkalarının beyinlerine ulaşabilecek, onların o gün ne düşündüklerini görebileceğiz. Herkesin bugün beyninde saklı bulunan düşünceler o gün ortaya çıkacaktır. Bu önemlidir. Çünkü insanlar yaptıkları ile değil, kasıtlı yaptıkları ile sorumlu olacaklardır. O gün o kişi o işi yaparken kasdının olup olmadığı beyin ekranında okunabilecektir.
“Hussıle” kelimesi de Kur’an’da bir defa geçmektedir. Meyvenin kabuğundan soyulması anlamındadır. Madenin filizden çıkarılması demektir. “Hasad” ile yakın kelimedir. “Hasad” daha çok tohumların ayıklanması için kullanılır. “Husul” ise diğer mahsuller için kullanılır. “Hasal” kelimesinde ıslah anlamı da vardır. Yani istediğimiz sonuca girme vardır. Dünya hayatı insan düşüncelerinin iyileştirilmesi için bir deneme yeridir. “Beyinde olanlar ıslah edildiğinde” anlamı da taşımaktadır.
مَا فِي الصُّدُورِ (MAv FIy elÖuDUvRı): “Sadırlarda olanlar tahsil edilince.” “Sadr” baş demektir. İnsan beyni bir bilgisayardır. Bizim bütün iradî davranışlarımız oradan yönetilmektedir. İnsan ruhu orası ile irtibat kurmaktadır. İnsanın davranışları üç boyutlu filme alındığı gibi insanın düşünceleri beyin disketine alınmıştır. Ruhun zaman zaman girdileri de hep kayıt içindedir. Bunlar da ekranlara getirilecektir. Yani inanlar yalnız bedenî işlerini değil, ruhî işlerini de göreceklerdir.
Bu âyet bize çok önemli bir hususta bilgi vermektedir. Fiillerdeki niyet, suçlardaki kasıt, hukukun esasını oluşturur. “Ameller niyet iledir.” hadisi ile Mecelle’nin “Hukuk kasıtlara göredir.” kuralı en önemli hukuk konusudur. Bir kimse kasıtla adam öldürürse “kısas” yapılır. Hata ile öldürürse “diyet” verir. Ceza hukuku kasda dayanmaktadır. Kasdın varlığı ise dünyada davranışlarla veya kendi beyanları ile sabit olmaktadır. İnsanın düşüncelerini dünyada tesbit edemediğimiz içindir ki hiçbir fiile kesin gözü ile bakamıyoruz. Dünyada adalet bunun için gerçekleşemez. Bu sebepledir ki mahkemelerin karar alanları çok daraltılmış bulunmaktadır. “Beraat-ı zimmet asıldır.” kuralı konmaktadır. Âhirette ise bu beyin kartının okunması ile ortaya çıkacaktır.
Her ne suretle olursa olsun bize hükümlerin maksatlara göre olduğu kuralını getirmektedir. Ne var ki, sadece maksat da yeterli değildir, fiil de olması gerekir. Fiiliyata intikal etmemiş düşünceler de sorumluluk alanı içine girmemektedir. “Ve” harfi ile atıfta bulunulması bunu ifade etmektedir.
إِنَّ (EinNa): “İnsan bilmiyor mu?” veya “Allah bilmiyor mu?” sorusu ile başlayan cümledeki “İza” “İnne” ile başlayan cümle ile cevaplandırılmaktadır. Bunlar olunca Rabbi insana mutlaka haber verecektir. Burada “İnne” ile Âhiret hayatı teyit edilmektedir. Ama başka bir sorunun cevabı daha vardır. İnsanın yaptıkları ve düşünceleri ortaya konunca bunu herkes mi görecek yoksa yalnız hesap soran Allah mı gösterecek? Bu cümle ile bunun cevabı verilmektedir. İnsanlar haberdar olmayacak, Allah haber verecektir.
رَبَّهُمْ (RabBaHuM): “Rab’leri” denmektedir. “Kenud oldukları Rab’leri onlara haber verecektir.” “Rab” kelimesi tekrar edilmiştir. Kendilerine haber verecek, başkalarına değil demektir. Bir de Rab’leri verecek, başkası değil demektir.
بِهِمْ (BıHıM): “Onlar haber verecektir.” “Bi” tediye içindir. “Habir” kelimesi “Haberdardır” anlamına geldiği gibi; “Haber verme” anlamına da gelir. “Yevmeizin” kelimesi onun için kullanılmıştır. Yoksa şimdi haberi yok da o zaman haberi olacak gibi bir manâ çıkar. Onlara bildirecektir, başkalarına değil. Davalı ve davacıya bildirecektir. Rabbin adaletine herkes kanaat getirecektir. Biz buna dayanarak hakemlerin tanık dosyalarını tetkik etme hakları olduğunu kabul ediyoruz. Ret veya kabul ederler, ama kendileri soruşturma yapamazlar. Hakemler muttali oldukları olayları hakemi oldukları kimselere aktarabilirler. Dosyayı göstermezler.
يَوْمَئِذٍ (YevMaEiÜin): “Ol yevmde.” Yani kabirler araştırılınca ve başlar ekrana getirilince, bu “kıyamet günü”dür, “hesaplaşama günü”dür. Burada verilen hesaba göre insan cennete veya cehenneme gidecektir. “Mahşer günü” de diyoruz. Geçiş dönemidir.
لَخَبِيرٌ (PabıYRun) “Habir” sıfat-ı müşebbehedir. İsm-i fail, ism-i mef’ul olabildiği gibi; müteaddi fiilde fail ve mef’ul olarak da sıfatlanmış olur. Habirun İhbaren diyebiliriz. Haber, daha çok gelecek hakkında bilgi vermektir. Allah mezarlarda ve naaşlarda olanı kolay bulmaları için yerlerini gösterecektir. Haber ise zaten ekranda varolacaktır. Yani bilgisayar dosyalarını açacaktır. Dört boyutlu uzay içindeki seyahatlerini gösterecektir. Bu seyahatte geçmiş gelecek olacaktır. Onun için “Habir” denmiştir.
Dabh, Kadh, Nakg, Kenud ve Husul kelimeleri sadece bu sûrede birer defa geçmektedir. Kelimeler Araplarca da az kullanılan kelimedir. Tamamen özel manâlar yüklenmiş bulunmaktadır.
Âyetlerin sonları: Xan Xan Xan Gan Gan
Udun IDün IyDün
Uru Uru Iyrun
ÂDİYÂT SÛRESİ
Cüz no : 30
Cüz sayfa no : 19
Sûre adı : 1. ayette geçen "ÂDİYÂT" kelimesinden almaktadır.
Sûre no : 100
Dönemi : Hicretten önce.
Âyet sayısı : 11
بِاِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا(1) فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا(2) فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا(3) فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا(4) فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا(5) إِنَّ الْإِنسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ(6) وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ(7) وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ(8)
أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ(9) وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ(10) إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ(11)
Rahmân Rahîm Allah’ın ismine
Udve: Vadinin bir yakasıdır. Karşı yakadakilerden kinaye olarak düşmanlara “aduv” denir. “Teaddu” saldırmak demektir. Burada “saffât” gibi müennes çoğul kullanılmıştır. Birlikleri ifade eder.
Dabh: Köz külü demektir. Kızartılmış şeye de dabh denir. “Kızgın bir şekilde saldıranlar” anlamında kullanılmıştır.
Vera: Arka yan demektir. Saklamak, kapatmak anlamına da gelir.
Kadh: Çakmak taşı veya patlayıcı madde demektir.
Ğar: Mağara demektir. Ğayr, değişme demektir. İğare, değiştirmek demektir.
Sabah: Tan demektir.
Eser: İz demektir.
Neka: Yıkıntı, çöküntü demektir. Göğe kalkan toz anlamına da gelir.
Vesat: Orta yer demektir.
Cuma: Yumruk demektir. Toplanma anlamına gelmektedir.
İnsan: Üns, ok yayının iç tarafı; Vahş, yayın dış tarafının adıdır. “İns” kelimesi buradan gelişmiştir. Cins isim olarak da “insan” olarak kullanılmaktadır. “İns”in çoğulu “ünas”tır.
Rabb: Ribve, tümsek demektir. Çöllerde tümseğe benzeyen yer yer serpilmiş ağaçlıklara da “rabve” kelimesi kullanılmaktadır. Sonra yavaş yavaş gelişme karşılığı kullanılmıştır. Birden oluş “hilkat” ile ifade edilir, evrimle gelişmeler “rabvet” ile ifade edilir. “Rebebe” kelimesi de “rabve”den dönüşmüştür. “Terbiye” kelimesi bunlardandır. Türkçe olarak “yetiştiren” veya “yetiştirici” olarak tercüme edilir.
Kened: “Anud” sürüden ayrılan ve tek başına otlayan hayvandır. “Kenud” “anud”dan dönüşmüştür. İcmaa karşı görüşünde direnen kimse demektir.
Şuhd: Petekteki baldır. Bir şey karışmamış ve saf olmasından dolayı kesin bilgilere “şuhud” denir. Bu nedenle şehadet için görme şartı yoktur. Belgeler yeterlidir.
Habbe: Dane demektir. “Habbe”, fiil olarak buğdayın başak bağlaması, insanın içinde de başka şeye veya kimseye neşeli meylin doğmasına “mahabbet” denir.
Hayr: At sürüsü demektir. Hayr servet demektir. Nisaptan fazla mal veya gelir getiren mal anlamındadır. Heyr kelime olarak şerre karşılık tercih edilen şey anlamında da kullanılmıştır.
Şüdde: Sicim bağıdır. Şedid, bağlı demektir.
İlm: Dağın sivri noktası demektir. İnsanlar o tepeye bakarak bulundukları yerleri belirlerler. Sonraları yeryüzü beyler arasında bölüşülünce, her bey hakim olduğu çevrenin tepesine o çevrenin kendisine ait olduğunu belirleyen işaret koymuştur. Buna “alem” denir. Bugünkü “bayrak” o dönemin geleneği olarak devam etmektedir. “Arefe”, üstü düzlük dağ veya yayla demektir. İnsanlar ilk zamanlarda burada yıllık veya daha kısa zamana ait toplantılar yaparlardı ve birbirleri ile tanışırlardı. “Arafat”taki “arefe” kelimesi buradan gelmektedir. Hâlâ orada toplanılmaktadır. İlim, varlıkları sınırlamak suretiyle tanımlamak ve aralarındaki ilişkileri riyazi bir şekilde belirlemektir. Marifet ise, varlıkları diğerlerinden ayıracak özellikleri ile belirlemektir.
Bu’sir: Ba’s, eşilen yer demektir. Eşmek araştırmak ve ortaya çıkarmak anlamlarında kullanılmıştır.
Kabir: Kabr, mezar demektir. Ölülerin gömüldüğü yer demektir. “Hufr” ve “ğufr” ile akrabalığı var.
Hasal: Buğday başağından ayrılmış buğday yığını demektir. Hasl, elde etmek manâsına gelir.
Sadr: Okun ön yarısına denir. Sonraları “baş” kelimesi olarak kullanılmıştır. Kur’an’daki “sadırda bulunan kalp” o zamanki biyoloji bilgisinin eksikliği nedeniyle göğüs anlamında kullanılmıştır. “Sadr”, boynun üst kısmı anlamına gelen “baş” demektir. “Re’s” ise başın saçlı olan kısmıdır. Biz “baş” olarak tercüme edeceğiz.
Haber: Doğurmadan evvel devenin memesinde görülen süttür. Doğuracağının habercisi olur. Sonra gelecekte olacak olaylar hakkında verilen bilgilere haber denir. “Nebi” tepe üzerinde oturan gözcüye denir. Geçmişten bilgi vermeye de “nebe’” denir.
بِاِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا(1) فَالْمُورِيَاتِ قَدْحًا(2) فَالْمُغِيرَاتِ صُبْحًا(3) فَأَثَرْنَ بِهِ نَقْعًا(4) فَوَسَطْنَ بِهِ جَمْعًا(5) إِنَّ الْإِنسَانَ لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ(6) وَإِنَّهُ عَلَى ذَلِكَ لَشَهِيدٌ(7) وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ(8)
أَفَلَا يَعْلَمُ إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ(9) وَحُصِّلَ مَا فِي الصُّدُورِ(10) إِنَّ رَبَّهُمْ بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَخَبِيرٌ(11)
OSMANLI TÜRKÇESİ METİN:
1. Debhe adavet edip, 2. kadhi ira edip, 3. subhi iğyar edip, 4. neki onunla eser edip, 5. cemi’ onunla vasat edenler 6. için insan Rabbı’na kenuddur. 7. Ve kendisi buna şehiddir. 8. Kendisi hayrın hubbine şediddir. 9. Kuburda olanlar ba’ser olduğunda 10. ve sudurda olanlar tahsil olduğunda
11. onların ol yevmlerini Rab’larının onları habir olduğunu ilmetmiyor mu?
TÜRKÇE METİN:
1. Kora saldırıp, 2. çakışı kapatıp, 3. tanı değiştirip, 4. tozu dumana katıp, 5. topluluğu yaranlar için...
6. İnsan yetiştiricisi ile direnendir. 7. Kendisi de buna tanıktır. 8. İyiliği sevmeye tutkundur.
9. Gömütlerde olanlar ortaya çıktığında 10. ve başta olanlar elde edildiğinde
11. Yetiştirici’lerinin onların o günlerinin bilincinde olduğunu bilmiyor mu?
AÇIKLAMA: Âdiyât Sûresi. Bu sûrede savaş tasvir edilmektedir. Savaşanların hangi tarafta oldukları açıklanmamaktadır. Meleği de şeytanı da var eden Allah’tır. Nasıl futbol sahasında iki takım aynı kimseler tarafından finanse ediliyorsa, nasıl takımlar olmadan oyun olmuyorsa... İnsanlığı da Allah iki takıma ayırmıştır. Bir takım için teknik direktörleri olarak melekleri ve peygamberleri, diğer takım için de şeytanları ve kâfirleri var etmiş ise hâsıladan ikisini de hissedar etmiştir. “Dünya hayatı lehv ve la’b (oyun ve oynaş)den ibarettir.” âyetinin bir manâsı da budur. Oyun bittikten sonra galip gelen takım cennete, mağlup gelen takım da cehenneme gidecektir. Ne var ki, görünürde ilk attığı gollerle mağlup olacak takım baştan galip görünür. Ama akıl ve oyun taktiğini iyi izleyenler hangi takımın galip geleceğini bilirler ve görünüşe göre değil de ilme göre taraf tutarlar. Bu şekilde takımları ile birlikte hoşlanacakları hayata kavuşurlar. Diğerleri ise baştan gol heyecanı ile sevinirler, sonunda da yenilginin üzüntüsünü yaşarlar. Bu sûre bu haleti ruhiyeyi değil de, insanları yaşadıkları bu dünyada hangi tarafı tutmaları gerektiği hususunda aydınlatmaktadır.
Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92