ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
YEREL BİRİMLERDEN
KÜRESEL BARIŞ DÜZENİNE
TEMEL İLK SOSYAL BİRİM: BUCAK
Anahtar Kelimeler: sosyal hücre, bucak modeli, denge, seçkin sayılar, sadelik, hukukun üstünlüğü, kişinin önceliği, bucak meclisi, bucak şurası, bucak yasaması, bucak yürütmesi, bucak yargılaması, bucak yönetimi, başkan, bakanlar, hizmetler, semt, ocak, aile, kişi, dayanışma, kamu görevleri, tüccar, kooperatif, vakıf, hicret/göç demokrasisi.
İnsanlık anayasası kavramı ile tanım verilip tarihî süreç ile günümüzdeki durum belirlendikten sonra, bir sentez çerçevesinde çözüme yönelik bir model önererek yaklaşım ve görüşlerimizi1 bu bölümde ortaya koymak istiyoruz. Önce modelin dayandığı ilkelerle varsayımların belirlenmesi gerekmektedir. Burada ileri sürülen ilkelerden hareket edilmediği takdirde günümüzdeki sorunların çözümlenmesi çok zor görünmektedir. Bu ilkeler iyi anlaşıldığı takdirde bu bölümde önerilen “bucak modeli” daha kolay anlaşılmış olacaktır.2
Her model, birtakım ilke ve varsayımlara dayanır. Varsayımlara en fazla mevcutlardan farklı bir proje veya model geliştirilirken başvurulur. Bu husus, özellikle sosyal bilimler alanında, var olan statükoyu değiştirmede çok önemli bir yer tutar. Hatta bu tür ilkelere ve varsayımlara dayalı tasarımlar geliştirilip yeni projeler kurulmadıkça, insanlığın gelişmesi düşünülemez. Kurulan model gerçeklere (müspet bilimin verilerine) dayanmalı ve insanların sorunlarını çözmelidir. Ancak bunun için önce düşüncenin gelişmesi gerekir. Bu nedenle, statükocular önce düşünce özgürlüğünü yasaklayıcılar olarak karşımıza çıkar. Çünkü her değiştirici ve yenileyici teorinin ilk adımı, düşünce bazında ortaya atılır. Bu kısa açıklamalardan sonra, modelimizde dayanılan ve insanlık anayasası kavramına da temel teşkil eden ilke ve varsayımlara geçebiliriz.3
I- DAYANILAN İLKE VE VARSAYIMLAR
A- Parça İlkesi
Kâinat parçalanmaz parçaların birleşmesinden oluşmuştur. Eski Yunan’da kâinat, sürekli tek varlık olarak kabul edilmiştir. Bu görüşe karşı, kâinatın “parçalanmaz parça(cık)lar”ın (cüz’ün lâ yetecezzâ) sentezinden oluşan bir varlıklar topluluğu olduğu ileri sürülmüştür. İslam felsefesinde (kelam) “cüz’ün lâ yetecezzâ/tecez- zi etmeyen cüz/parçalanmayan parça”4 olarak ileri sürülen, Batı’da M. Planck tarafından geliştirilen ve “kuantum teorisi” adı verilen bu görüş, günümüzde fizikte egemen duruma geçmiştir. Bu görüş, enerjinin sürekliliği düşüncesini temelden sarsmıştır. Kara-cisim radyasyonunda enerjinin kesik kesik veya sıçrayarak değiştiğini ispatlamak suretiyle düşünce dünyamızda büyük değişikliklere yol açmıştır. Bugün zaman ve mekân dahi parça(cık)lar içinde düşünülmektedir.5
Birleşik cisim: Parça(cık)lar (kuantumlar) arasında çekme kuvvetleri vardır. Bunlar birleşmek isterse de belli bir mesafeden sonra itme kuvvetleri ortaya çıkar, birbirlerinden ayrı kalırlar. Böylece ayrılık ile birlik arasında bir denge oluşur, birleşik cisimler meydana gelir. Birleşik cismin dışa karşı görünüşü ve özellikleri birleşenlerden farklıdır. Oksijen ve hidrojenin ikisi de gaz olduğu hâlde, birleşince su olurlar. Hidrojen ve oksijen sıvı durumunda dahi az sayıda maddeyi çözdükleri hâlde, bileşik madde olan su maddelerin çoğunu çözer. Bu açıklamalardan hareketle, bir şeye ayrı varlık denilebilmesi için elementlerinde mevcut olmayan özelliklerin ortaya çıkması gerekir. Bu ayrı maddenin tanımı ancak bu ayrı özellikler ile yapılabilir. Bu durum canlılarda çok daha bariz olarak ortaya çıkar. Canlı belli birliğini yitirince canlılığını yitirir ve ölür. Bu nedenle canlıların varlığı çok daha kolay tanımlanabilir. Bütün varlıklar komşu varlıklarla alışveriş yapar. Böyle bir alışverişi olmayan iki varlık birbirine göre yok sayılır. Bu alışverişler, bir bedel biçiminde de ortaya çıkmaz. Varlık kendisinde olanları dışarıya bırakır; buna karşı dışarıdan gelenlerin bir kısmını alır. Ne var ki bunlar tam bir takas niteliğinde olmaz.
O hâlde, toplumsal yapıyı oluşturan ilk parça ile ilk hücrenin belirlenmesi ve bu parçalarla hücreler arasında ilişkilerin cereyan ediş şekli üzerinde durulması gerekir.6 Fiziki parçalarla doğal hücreler arasında nasıl ve ne tür bir ilişki kuruluyorsa, sosyal oluş ve oluşumlarla kurumlar arasında benzer ilişkiler olacaktır demektir. Bu varsayım, bilimler arasındaki ilişkiler ile ortak noktalar ve benzerlikler olduğu esasına dayanmaktadır. Topluluğun oluşmasında kabul edilecek ilk sosyal hücre ve bu hücreyi meydana getiren elementler bu varsayımın sosyal tarafını belirlemektedir.
B- Denge Varsayımı7
Kâinatta her şey bir denge içindedir. Kâinat içinde asıl olan dengenin kurulmasıdır. İki varlık arasındaki ilişkiden yeni bir varlık meydana geldiği gibi bu iki varlığın tamamen birleşmesi hâlinde de bu birleşen iki varlık tek varlığa dönüşür. Birleşen bu iki varlığın tamamen ayrılması ise oluşan üçüncü varlığı yok eder. Demek ki yeni varlığın varlığını devam ettirebilmesi, iki varlık arasındaki ilişkinin sürekli olmasını gerektirir ki buna “denge” diyoruz. Denge için mutlaka en azından ikinci bir varlığa ihtiyaç vardır. Bu nedenle, denge varsayımı matematikte ikili sistemle ifade edilmiştir. Kâinat, yok olmalarla var olmalar arasında bir gidiş geliş olduğuna göre var olma, dengede olma şeklinde tanımlanabilir. Örneğin, çekim kuvvetleri ile merkezkaç kuvvetlerinin sağladığı denge, atomlardan galaksilere kadar cisimlerin varlığını korumaktadır. Dünya, bu suretle sağlanan denge sayesinde yaşanır bir iklime sahip bulunmaktadır. Canlıların yok olmasına ve dejenerasyonuna karşı çiftleşme ve seleksiyon kanunları dengeyi sağlamaktadır.8 Kâinat, entropinin büyümesi ile kendisinin genişlemesi arasında kurulan denge ile varlığını korumaktadır.9
Denge; fen, doğa ve mühendislik bilimlerinde olduğu gibi, sosyal bilimlerde ve sosyal yapı ile düzende de da aynı şekilde geçerlidir. Oluşan her kurum ve kuruluş arasında da dengenin kurulması ve kurulan bu dengenin korunması gerekmektedir.
C- Dengede Seçkin/Standart Sayılar10
Kâinattaki dengenin ikili sistemle kurulmuş olduğu biraz önce ifade edilmişti. Günümüzdeki bilgisayarların geliştirilmesi, bu ikili sistem sayesinde mümkün olmuştur. Varlık ve yokluk (1 ve 0) olarak ifade edilir, bütün işlemler buna göre yapıldıktan sonra istenilen dile çevrilir. İkili sistem ile (1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512, 1024...”) geometrik dizi ifade edilir.11
İkili sistemin yanında bir de onlu sistem bulunur. En küçük 4 asal sayının (2-3-5-7) birleşmesi 10 (on) sayısını doğurur. 2 ile 5’in çarpımı 10 eder. 3 ile 7’nin toplamı da 10 eder (Asal sayı, bir ve kendisinden başka hiçbir sayıya bölünemeyen sayılara verilen addır).
Böylece 1, 2, 3, 5, 7, 10 sayıları bir takım oluşturur. Bu takım, en sade ve basit olan sayılar takımıdır. Kâinat bu sayılar takımı üzerine oluşmuştur. Bu takım sayılarına dayanılarak oluşturulan sisteme seçkin (norm-standart) sayılar denilir.12
İkinci örnek olarak kâinatın yapısını ele alabiliriz. İnsan boyu iki metre kabul edilirse en yüksek dağ ile en derin çukur arasındaki mesafe 10.000 insan boyu kadardır. Yağmur tabakasının kalınlığı en yüksek dağ kadardır. Ondan sonra hava tabakası gelir. O da yağmur tabakasının 10 katıdır. Ondan sonra ışık (elektrik) tabakası gelir ki o da hava tabakasının 10 katıdır. Yer kabuğunun kalınlığı toplam hava tabakası kadardır. Magmanın kalınlığı, yer kabuğunun 10 katıdır.13 Yer merkezinin kalınlığı bunların toplamı kadardır. Ay, atmosferli yer çapının 50 katı uzağındadır. Atmosfersiz yer çapının ise 60 katıdır. Güneş’in yere uzaklığı, Ay’ın yere uzaklığının 400 katıdır. Yerin Güneş’e olan uzaklığı 10 kabul edilirse, gezegenler arasındaki mesafe 3’lünün ikili değişik katları olarak karşımıza çıkar. En yakın yıldızdan 4 senede bize ışık gelmekte, Samanyolu galaksisinin çapı yüz bin, kalınlığı ise 10.000 ışık yılı olarak hesaplanmaktadır. Galaksiler arası ortalama mesafe iki milyon ışık yılıdır.14
Görülüyor ki gerek mikroda gerekse makroda 10’lu takım sistemi kullanılır. Tevrat veya Kur’an’ın getirmiş olduğu hukuk/şeriat sisteminde de bu 10’lu takım sistemine yer verilmektedir. Sene, 12 aydır (3x4=12). Kamerî yıl 50’ye bölünmüş, 7 güne bir hafta denilmiştir. İbadetler hafta olarak yapılır. Günde 5 vakit namaz ve toplamda 40 rekât kılınır. Bunun yansı farz, yarısı nafiledir. Nafile ve farzlardan yarısı gündüz, diğer yarısı gece ibadetleridir. Yani 10’ar rakamlıdır. Senede bir ay oruç tutulur (Yılın 12 de biridir).
Önerilen modelde ve geliştirilecek insanlık anayasasında da doğanın ve tarihî sosyal gelişmenin kullanmış olduğu seçkin sayılardan hareket edilebilir. Buna göre konular tasnif edilebilir, maddeler buna göre sıralanarak düzenlenebilir. Bu madde çalışmaları bilimsel olarak yapılacağından bütün insanlık standart sayılara dayalı maddeler hâlinde düzenlemeye gidebilir. Böylece her konunun bir maddesi olabilir, karşılaştırma ile tartışma kitapta o madde üzerinde yapılabilir. Bu sayede insanlar arasında ortak çalışma imkânı doğabilir, insanlık anayasası tüm insanların birlikte çalışması ile elde edilebilir hâle gelebilir.
Matematikte çokça kullanılan ve toplumların oluşumunda dikkate alınan onlu sistem de ikili sistem gibi gerek fizik gerekse sosyal bilimlerde yer alması gereken standart sayılar içinde yer alır. Onlu sistem ile “1, 10, 100, 1.000, 10.000, 100.000, 1.000.000...” dizisi kastedilir.15 Dikkat edilecek olursa ikili sistem ile onlu sistem 1024 sayısında %2,4 toleransla birleşir. İkili ve onlu sistemlerin tabanları “1” alınabileceği gibi, toplamı “10” sayısını meydana getiren ve bir asal çift olan “3” ile “7”den birine de dayanabilmektedir. İşte, gerek kâinatın yapısı gerekse insan vücudu bu iki sistemin senteziyle oluşmuştur.16 Biraz sonra açıklanacağı üzere doğal oluşlarla sosyal oluşlar birbirinin benzeridir, analoğudur. İnsanlık anayasası düşüncesi ve kavramı ortaya konulurken bu iki sayısal sistemden yararlanılabilir.
Sosyal yapılar dahi bu sayılara göre oluşmaktadır. Bu çalışmada bu sayılara bilinçli olarak yer verilecektir.17 Yani, model oluşturulurken ve insanlık anayasası kavramı geliştirilirken bu doğal ve seçkin sayılar özellikle kullanmış olacaktır. Denge, her zaman sadece iki varlık arasında oluşmaz. Çok sayıda varlıklar da bir araya gelerek aralarında birlik sağlamak suretiyle dengeyi oluşturabilir. Bunlar, daha çok onlu (10’lu) sayı sistemine dayanır. Doğadaki denge yasaları, sosyal olaylar için de geçerlidir.
D- Basitlik/Sadelik İlkesi (Basitten Mürekkebe Gidiş İlkesi)
Kâinatta israf yoktur.18 Her şey en az (asgari) imkânlarla gerçekleştirilir. Buna paralel olarak kâinatın yapısında basitten mürekkebe gitme esası vardır: Kâinat bir birimin katı olan atom ağırlıklarının artması ile oluşan elementlerden meydana gelmiştir. Bu elementlerin en hafiflerinden en ağırlarına doğru gidildiğinde, aynı özellikleri taşıyan çeşitli maddelere rastlanır. Ancak örneğin canlılar bunların daima en hafifini tercih eder. Örneğin, karbon ve silisyumun her ikisi dört değerli elementlerdir. Canlılar âlemi silisyum üzerinde kurulabilecekken silisyum yerine ondan daha hafif olan karbon seçilmiştir. Hidrojen, oksijen ve azot da böyle kendi türleri içinde en hafif elementlerdir.19 Işık daima en kısa zamanda hedefine ulaşacak şekilde bir yol seçer.20
Görülüyor ki kâinatta israf yoktur. Daima en az girdiler kullanılarak en çok verim elde edilen yollar tercih edilmiştir. Örneğin, ateş- böceği enerjiyi harcayarak ışık üretir. Verimi %98’dir. Buna karşılık, üretilen ampullerin verimi henüz bu düzeye yaklaşabilmiş dahi değildir. Başka bir deyişle kâinat ekonomik çalışır.21
Kâinattaki basitten mürekkebe gidiş gelişigüzel olmayıp bir düzen içinde gerçekleşir. “Düzen; bir bütünü oluşturan parça ve unsurların metodik bir biçimde birbirleriyle örgütlenip bağlanması ve birbirine oranla insicamlı ve uyumlu bir tarzda hareket etmesi olarak tanımlanabilir.”22 Bu hâl, doğada nedensellik yasası (causalite)23 ile birbirine bağlanan olayların düzenli ve birbirleriyle ilişkili bir biçimde birbirini izlemesi ve birbirine oranla illet-netice rolü oynaması biçiminde ortaya çıkar. Buna “doğal düzen” (naturel order) denir.24
Dikkat edilecek olursa kâinatın, baştan sona tüm zerreleriyle böyle bir düzen içinde olduğu görülür. Her şey ve tüm olaylar, birtakım belirli yasalara ve bu yasalardan meydana gelen doğal bir bütüne bağlıdır. Fizik, kimya, biyoloji ve benzeri ilimler bu yasaların kurallarını bulup ortaya koymak için araştırmalar yapmaktadır.
Sosyal olayların kuralları da aynı biçimde, basite indirgenerek ortaya konulabilir, anlatılabilir ve şekillerle gösterilebilir.
E- Belirsizlik İlkesi
İnsanın fiziki yapısına ve davranışlarına doğal ve sosyal çevrenin etki yaptığı düşüncesi oldukça eskilere dayanır. Bireyin davranışları bir yandan doğal çevrenin, öte yandan yine insanların oluşturduğu sosyal ve kültürel çevrenin etkisi altında biçimlenir.25 19. yüzyıl düşünürlerinin çoğunluğu, sosyoloji ve psikoloji yeterince gelişmediğinden, sosyal ve ruhsal olayları insanlara özgü sanmış, bu tür olayları doğa dışı değerlendirmiş, determinizmi sosyal olaylarda kabul etmemiştir.26 Bir başka ifadeyle, bireylerin kendi iradeleriyle davrandıklarını, davranış yasalarının bulunamayacağını, bu nedenle sosyal olayların, fizik, kimya ve biyolojide olduğu gibi açıklanamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Oysa mikrodaki belirsizliğin makroda da var olduğunu ileri sürmek yanlıştır. Pazarda, bir satıcının, bir alıcıya sattığı veya satacağı malın fiyatı önceden bilinemeyebilir. Çünkü bu alıcı ile satıcının durumlarını bilmek, pazarlık yaparken verecekleri kararları önceden tahmin etmek mümkün değildir. Oysa pazarda, o gün pazara gelen mal ile halkın satın alma gücünü bilinirse, oluşacak fiyat da önceden yaklaşık olarak tahmin edilebilir ve hesaplanabilir. Böyle bir pazarda “arz-talep kanunları” adı verilen oluş caridir.27 Bu tür sosyal kanunları, bireyler tek başlarına belirleyemez. İktisat politikalarının biçimlenmesinde ve ileriye yönelik yatırım kararlarının verilmesinde “tahminleme-forecas- ting” yöntemleri kullanılır; yapılan hesaplarla, hatalar olmakla beraber, gelecekteki gelişmeler doğruya çok yakın olarak bilinebilir.28
Diğer taraftan, belirsizlik sorununun özellikle 19. yüzyılda, sadece sosyal olaylarda var olduğu sanılmıştır. Oysa bir balon içinde bulunan gazın miktar ve sıcaklığı bilinirse basıncı hesaplanabilir. Ama balonun içerisinde bulunan bir molekülün ne zaman ve nerede bulunacağını hesaplamak mümkün değildir. Ünlü fizikçi Heisenberg, tüm fizik olaylarında mikroya varıldığında belirsizlik ile karşılaşılacağını deneylerle ispat etmiştir.29
20. yüzyılda bir taraftan sosyal ve ruhsal kanunlar bulunarak toplumların da değişmez yasalara tabi oldukları ortaya konulurken diğer taraftan fizik âleminde de atomların ve moleküllerin hareketlerinde belirsizlik olduğu ortaya konulmuştur. Bugün bu belirsizlikler de ihtimaller hesabı ile belirli hâle getirilmeye çalışılmaktadır.30 Örneğin, bir adam bir zar attığında yek gelip gelmeyeceğini bilemez. Ama yek gelme ihtimalinin 1/6 olduğunu bilir. Bu da bir bilgidir ve determinizmin içinde mütalaa edilebilir. O hâlde, sosyal olayları doğa olaylarının dışında mütalaa edip onları determinizmin dışında tutmak bizi sosyal araştırmalardan alıkoyar.
F- Doğal - Sosyal Olay Benzerliği İlkesi31
Sosyal yapı da kâinatın bir parçasıdır ve oluşlar analogdur. Eski çağlarda insanlar kâinatı değişik doğa üstü varlıkların, ayrı ayrı istedikleri zaman istedikleri şekilde oluşturdukları bir kaos/kargaşa olarak kabul etmiş, bu doğa üstü ruhların sırlarına, isteklerine vâkıf oldukça, onlarla dostluk kurdukça geleceklerini güven altına alacaklarına inanmıştır. Çok tanrılı dinlerde her olayın bir tanrı tarafından yönetildiği kabul edilmiş, tapınaklarda bu tanrılara yer gösterilmiştir. Yağmur tanrısı ile rüzgâr tanrısı farklı sayılmıştır. Benzer duruma Eski Yunan ile Anadolu sitelerinde de rastlanmıştır.32 Çin hükümdarları ise sosyal ve doğal felaketlere karşı, farklı tanrılarla ilgisi olan rahiplerden yardım istemiştir.33
Buna karşı peygamberler kâinatın tek Tanrı tarafından yaratıldığını, değişmez ilahî (bir başka deyiş ile doğal) kanunlar olduğunu ortaya koyarak insanlığın bu sihir/batıl/yanlış inanışları ile mücadele etmiştir. Ne var ki o zamanlarda insanların bu batıl inanışlarım ortadan kaldıracak bilim düzeyi yeterli olmamıştır. Çağlar ilerleyip bilimsel araştırmalar gelişince doğadaki olayların, doğaüstü varlıkların istedikleri zaman ve keyfî değiştirebilecekleri bir düzensizlik içinde değil, değişmez karakterli oldukları ortaya çıkmıştır. Buna determinizm/gerekircilik adı verilmiştir.34 Determinizme göre, her olay başka bir olayın sonucudur, önceden oluş zamanı ve miktarı hesaplanabilir. Kaotik değil, tersine kozmos içinde olup hesaplanabilirdir (calculable).
Yine eskiden kâinatın, değişik kuvvetler arasında bir çatışma sistemi içinde olduğu kabul edilmiştir. Oysa bilimsel araştırmalar kâinattaki doğal kanunların işlevinin birbirine zıt kuvvetleri oluşturarak denge ve ahenk içinde var olmayı sağlamak şeklinde olduğunu ortaya koymuştur. Evrendeki sistemin kendisi, dengenin açık bir yansımasıdır. Galaksi ve gezegenlerin hareketleri tamamen denge esasına dayanmaktadır. Bir başka deyişle zıt kuvvetler birbirini yok etmek için değil, birbirine dayanarak dengeyi kurmak için bulunmaktadır. Bir tek düzen içinde olan kâinatı ayrı güçler, ayrı kanunlar değil, tek güç ve tekdüzen yönetmektedir. Fizikte, kimyada, biyolojide bunların kesin ispatı yapılmış olup bütün bilim insanları tarafından tartışmasız kabul edilmektedir.
19. yüzyılda Avrupa’da gelişmiş bulunan psikoloji ve sosyoloji de aynı şekilde insanın hiç olmazsa bedeniyle kâinatın bir parçası olduğunu, onun tek kuvvet ve düzenin içinde, genel yasalara tabi bir varlık olduğunu ortaya koymuştur.35 Fizik, kimya ve diğer bilimlerin gelişmediği dönemlerde, insanlar, kâinatın sihir denilen değişik kuvvetlerle yönetildiğini sanmıştır. Maddenin fiziksel ve kimyasal yasaları ortaya konulunca, maddede sihir olmadığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Biyoloji yasalarının bilinmediği dönemlerde ise sihri canlının içinde düşünmüşlerdir.36 Bugün ise amino grup asitlerden oluşmuş genlerin canlıyı nasıl oluşturduğu, onların da bir bütün olan doğa yasaları ve düzeni dışında bir şey olmadığı artık bilinir hâle gelmiştir.37
İnsanlar, şimdilerde sosyal olayları böylesi sihir ve benzeri keyfi isteklerden kurtarmak durumundadır. Sosyal olaylar da kâinat içinde ve onun bir parçası olarak doğal düzene tabidir. Varlık olarak insan, diğer bütün cisimler gibi, genel fizik ve mekanik yasaların ve bütün canlı varlıklar gibi biyolojik, fizyolojik ve psikolojik yasaların hükmü ve etkisi altındadır. Keza, insanlardan meydana gelen toplumlar da genel yasaların etkileri ve hükümleri altında yaşar. Bu bakımdan kâinattaki dengelere benzer dengeler, sosyal hayatta da vardır; onları keşfederek kurmak sadece ve sadece insana aittir. Bize göre, sosyal yasalar da doğa yasalarının bir parçasıdır. Kâinatın tek düzeni içinde yer almaktadır. Bu bir kabul olup çalışmalar buna göre yürütülmektedir. Bu kabulün ne dereceye kadar geçerli olduğu, elde edilecek sonuçlarla bilinir. O sonuçlar ise daha sonra yapılacak denetimli uygulama ile belirlenebilir. Bu nedenledir ki parça, denge ve basitlik ilke ve kabullerinin yanına sosyal yasaların doğallığı kabulü de eklenmelidir.
G- Gaye ve İrade Varsayımı38
Sosyal düzenlemeler sosyal kanunlarla yapılabilir: Doğa içinde zaman ve mekânı içeren varlık; madde ve enerjiyi içeren etki; çoğalma ve hayatı içeren gaye ile bireyi ve toplumu içeren irade mertebeleri vardır. Varlık derken odada duran iki cisim düşünelim. Bunlar vardır ama birbirlerine etkileri yoktur. Bir otobüste yan yana oturan iki insan düşünelim, konuşmuyorlarsa birbirlerine etkileri bulunmamaktadır. Kâinattaki mekân ve zaman parçaları (kuantum) böyledir. Oysa odada bulunan bir soba, yanında bulunan bir cismi ısıtmaktadır. Böylece iki varlık arasında etki ortaya çıkmaktadır. İşte, iki varlık arasında etkinin olması bir öncekine göre yeni bir olaydır. Bir başka deyişle, birbirine etki etmeyen varlıklardan, birbirine etki eden varlıklara geçilmiştir. Böylece zaman ve mekân çiftine madde ve enerji çifti eklenmiş olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, madde ve enerjinin zaman ve mekânın dışında düşünülemeyeceğidir. Eğer madde ve enerjiye bir etki yapılmak isteniyorsa, başka bir madde ve enerji kullanılmak zorundadır. Sırf zaman ve mekân ile madde ve enerji düzenlenemez. Bu durum kimyada, “Hiçbir şey yoktan var olmaz.” kuralı ile belirtilmiştir.39
Madde ve enerji zamanla bozulur, dağınık hâle gelir. Buna fizikte entropinin büyümesi adı verilmektedir.40
Buna karşın atom ve moleküllerin bir maksadın temini için özel bir biçimde düzenlenmesi gerekir. Bu sayede dağınıklık yok olmuş, entropi küçülmüş olur. Madde ve enerjinin doğasına aykırı bu oluş, iki yeni özellik ortaya çıkarır: Biri, varlığın entropisini küçültmeye çalışması ve dolayısıyla varlığını koruması, yani yaşamayı gaye edinmesi; diğeri ise kendisine benzer varlıkları çoğaltmaya çalışmasıdır. Böylece madde ve enerjide bulunmayan yaşama ve çoğalma gayesiyle yeni varlıklar oluşmaktadır.41 Nasıl madde ve enerji mekân içinde meydana geliyorsa, canlı da ancak madde ve enerji içinde oluşabilmektedir.
Canlı varlıklara etki edilebilmesi ve canlı varlıkların düzenlenebilmesi için yine canlılardan yararlanılması zorunludur. Bir canlı kullanılmadan cansız maddelerden canlı üretme gücü bulunmamaktadır. İnsanın diğer canlılardan farkı ise fizyolojik yapısında bir tekâmül olmadan, yani genetik yapısı değişmeden sosyal ve ruhsal yapısını değiştirip geliştirme gücüne sahip olmasıdır.
Canlılardaki biyolojik evrim insana kadar sürmüş, insan bu evrim sonucunda oluşmuştur. Ancak bu oluşma tamamen biyolojiktir. Arılar, çok iyi yapı ve kimya mühendisidirler. Ne var ki milyonlarca sene önceki mühendislikleriyle bugünkü mühendislikleri arasında bir fark bulunmadığı söylenebilir. İnsanın yaratılmasıyla biyolojik evrim sona ermiş, sosyal evrim başlamıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark buradadır.
Bu gelişmeyi sağlayan insanın kendi beyin yapısı olduğu kadar, beyinler arasında diyalog kurmasıdır. Ben düşünüyorum, deniyorum, bir şeyler buluyorum, sonra onu başkalarına aktarıyorum. Onlar da düşünüyor ve başkalarına aktarıyor. Bu deneyimler birikiyor, insanlık bugünkü düzeye ulaşıyor. İnsanın deneyerek yeni keşiflerde bulunmasına “şuur” (bilinç), bunu başkalarına aktarmak suretiyle ortaklaşa düşünme ve deney yapmaya da “maşer” (ortak bilinç) adı verilmektedir. İşte insandaki bu şuur ve maşer yeteneği insanı farklı şekillerde davranma gücüne eriştirmektedir.42 Yani diğer canlılar kodlanmış ve programlanmış bir şekilde hareket ettikleri hâlde, insanlar kendi hareketlerinin programını kendileri yapabilmektedir. Buna “irade” adı verilmektedir. Bu bakımdan insanın ve toplumun iradesini serbestçe kullanabildiği toplumlarda sosyal, siyasi ve özellikle ekonomik gelişmeler çok hızlı olmaktadır. İnsanlar, geçmişteki birikimlerinden ortaklaşa yararlanmak suretiyle geleceklerini daha iyi bir biçimde düzenleyebilmektedir.43
Burada unutulmaması gereken esas nokta şudur: Nasıl madde ve enerji, zaman ve mekânsız; yaşama ve çoğalma, madde ve enerjisiz olamazsa şuur ve maşer de yaşama ve çoğalmasız olamaz. Yani insanın iradesi mutlak değildir. Biyolojik yasalara tabidir. Bundan dolayıdır ki insanda mevcut olan iradenin cüzi olduğu belirtilmiştir. Yani insanda irade vardır ama bu külli değil, cüzidir.44 İnsanın biyolojik, fizyolojik yapısındaki eksiklikler ve bilgisinin sınırlı oluşu, hareket etme gücünü de sınırlamaktadır. Bu nedenle insan, bir taraftan kendisinden öte yandan dış çevresinden kaynaklanan sınırlar içinde iradesini kullanabilir. Bu sınırlarla uyum ne ölçüde sağlanabilirse, gelişme de o ölçüde dengeli ve hızlı olur.45
Son bir nokta daha üzerinde durmak gerekir. Madde ve enerjiyi ancak madde ve enerji ile düzenleyebiliyor, yoktan bir şeyi var edemiyor, yaşamayı ve çoğalmayı ancak başka yaşama ve çoğalma ile sağlayabiliyor, cansızlardan bir canlıyı yaratamıyorsak aynı şekilde sosyal ve ruhsal olayları da ancak başka sosyal ve ruhsal olaylarla düzenleyebiliriz. Bir başka deyişle, insan iradesi ancak sosyolojik ve psikolojik yasalar içinde kullanılabilir. İşte, yine bundan dolayı, insanın iradesi cüzidir diyoruz. İradeyi tamamen inkâr etmek, insandaki tekâmülü inkâr etmek anlamına gelir ki böyle bir kabul yanlıştır; buna karşılık insanı tamamen özerk sayıp istediğini sınırsız yapabilme gücüne sahip kabul etmek de sosyal ve ruhsal yasaları inkâr etmek demektir ki bu da doğru değildir.
Böylece bu ilkeler ve kabullerle doğal kanunların yanında sosyal kanunların olduğu ve insanın iradesini bu kanunlar içinde kullanabildiği ortaya konulmuş olmaktadır. Sosyoloji ile iktisat ve siyaset bilimleri ve diğer bütün fen ve mühendislik bilimleri ile tıp bilimi bu kuralları bulup ortaya koymayı amaçlamaktadır.
H- Neslin Devamı ve Çoğalma Güdüsü46
İnsan, kâinat içinde canlı bir varlıktır. O nedenle, canlılıkla ilgili yasalara tabidir. Canlılarda devamlı çoğalma güdüsü vardır. Sayıları artıp durur. Ama her canlının yem olduğu başka bir canlı veya canlılar vardır. Sayıları arttıkça onlar tarafından daha kolay yakalanırlar ve düşman canlılar çoğalır. Bu sebeple düşmanları tarafından ortadan kaldırıldığı için sayıları azalmaya başlar. Bu sefer de düşman canlının sayısı gıda azlığı sebebiyle azalır. Bunun sonucu yem olan canlılar çoğalmaya başlar. Böylece tabiatta canlılardaki sayı dengesi korunmuş olur.
Buna karşılık, insanı yenebilecek canlı olmadığı için sayı dengesi kendi içinde korunur. Bu sayede nesiller devam eder. Dejenerasyon önlenir. İnsanı yenecek güçte canlı olmadığından insanlardaki sayı dengesi düşman canlılarca sağlanamaz. Bunun için dört müessese gelişmiştir.
a-Evlilikler: İnsan topluluklarında serbest cinsî ilişkiler yasaklanmış, hukuk düzeni içinde evlilik ve aile müessesesi konulmuştur.
b-Savaşlar: Nüfus dengesini sağlayan ikinci etmen ise savaşlardır. Toplumlar zaman zaman savaşa girmiş, güçlü toplumlar zayıf ve geri toplumları ortadan kaldırmıştır. Böylece bir taraftan sosyal evrim sağlanırken diğer taraftan nüfus dengesi korunmuştur. Savaş ortadan kaldırıldığında insan nesli dejenere olabilir ve sosyal evrim durabilir.
c-Keşifler: İnsanlar, nüfusları artıp yiyecek bulamadıklarında, zekâları ile buluşlar yapmış, sorunlarını çözmüştür. Sorunlar çözülünce de daha fazla nüfusu besleyecek duruma gelmişlerdir. Böylece bir taraftan insanın buluşları artarken diğer taraftan gittikçe daha fazla nüfus besleyecek hâle gelmişlerdir. Böylece büyüme ile gelişmeyi bir arada götürebilmişlerdir.
d-Yenilikler ve Uygarlaşma: Nüfusun artışı dışında bir de tabii olaylarda ve iklimlerde değişmeler meydana gelmiş, bu nedenle de mevcut nüfusun beslenemez hâle geldiği durumlar olmuştur. Bu gibi zamanlarda da insanlar yeni çeşit gıda, giyim ve diğer araçlar üretmeye başlamış, böylece yeni medeniyetler oluşturmuştur.
I- Hukukun Hakka Dayanması ve Hukukun Üstünlüğü İlkesi47
Zayıf da olsalar, haklılar bir araya gelerek haklıyı kuvvetli kılarlar. Doğal oluşlarda olduğu gibi sosyal oluşlarda da kuvvet, dağınık kuvvetlerin tek tarafa yönlendirilmesiyle meydana gelmektedir. Birleşenlerin kuvvetli olması, diğer birleşmeyenleri de zorla birleştirerek daha güçlü hâle getirmektedir. Bu suretle, bir gücün zorla birleştirilmesi sonunda doğan üstün güç, birleştirici merkezî gücün aracı hâline gelmekte, antidemokratik bir düzeni meydana getirmektedir. Tarih boyunca insanoğlu bu şekilde oluşan merkezî gücün etkisini azaltmak veya ortadan kaldırmak için uğraşmıştır. Ne var ki merkezî gücü ortadan kaldıran güç veya güçler, zamanla kendileri merkezî güç hâline gelmiştir. Antidemokratiklik ismen kaldırılmış ise de aslında devam etmiştir. İşte merkezi üstün tutan bu görüşe göre, halkın emrinde bir kuvvet yoktur ve oluşamaz. Dolayısıyla daima kuvvetli haklıdır.48 Bundan dolayı tüm sistemler buna göre düşünülüp geliştirilir.
Bunun karşısında olması gereken diğer yaklaşım ise merkezî gücün baskısı olmadan birleşme sağlanabilmesi esasına dayanır. Bu yaklaşımda merkezin halk üzerinde egemenlik kurması yerine, halkın birleşmeyi sağlayarak doğacak kuvvetten yararlanması yöntemi öne çıkar. Bir başka deyişle merkezî kuvvet olmadan da insanların birleşerek ortaya koyacakları sistemle hukuk düzenini oluşturabilirler. Oluşan bu kuvvet haklının yanında yer alabilir.
İlk dönem toplumlarında, yeterli sosyal bilgilere sahip bulunulmaması merkezî kuvveti zorunlu kılmışta. Ancak çağımızda insanlığın ulaştığı bilimsel ve düşünsel düzey, merkezî kuvvete ihtiyaç duymak şöyle dursun, merkezî kuvvetin varlığını birliğe engel bile görmektedir.49 Bize göre geleceğin dünyası hukukun göstermelik olmaksızın üstün tutulduğu, yani hakkın ve haklının güçlü olduğu esasına dayanacak sistemlerin öne çıkarılması ile kurulacaktır.
Yeri gelmişken öneminden dolayı hukukun üstünlüğü ile nelerin anlaşılması gerektiği üzerinde de durmak istiyoruz. Hukuk düzenlerinde, ilkesel olarak kişi ile toplum ve kişi ile diğer kişiler arasında karşılıklı yükümlülükler düzenlenir. Borç ve alacak ilişkileri ortaya konulur.50 Bunun nedeni, doğa içinde ve canlılar arasında borçlu ve alacaklı olabilen tek varlığın insan olmasıdır. İş bölümü içinde birlikte üretim yapan insan, üretilen şeyden emeğinin karşılığı olan hakkını ve payını ve/veya pay belgesi olan parayı elde eder, tek başına ve ayrı olarak kendisi veya ailesi içinde kullanır. Elde etmiş olduğu para karşılığında almış olduğu mal ve hizmetleri tüketir. Birey olarak kişiliğini korurken toplum içinde de varlığını sürdürür. O kadar ki toplum olmadan varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Kişinin bireysel yönünün olması, toplum içinde yaşaması gereği ve gerçeği hukuk düzeninin ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkar. Bu şekliyle hukuk düzeni, Doğu-Batı ayrımı olsun olmasın her toplumun vazgeçilmez bir unsurudur.
Tarihî gelişmeler içinde hukuk sistemleri hak anlayışları bakımından ikili bir ayrım öne çıkarmıştır: Birincisi, peygamberlerin önderliğini yapmış olduğu topluluklar içinde gelişen “hakkı üstün tutan uygarlıklar ve hukuk düzenleri”; İkincisi ise buna karşı olanların önderliğini yapmış oldukları “Gücü üstün tutan uygarlıklar ve hukuk düzenleri”dir.51 Burada her iki uygarlığın hak anlayışına kısaca işaret etmek istiyoruz.
Peygamberlere dayalı uygarlıklarda hakların kaynağı, insan olma (İnsan olma, yakınları/akrabaları içine alır ve akrabalıkla başlar), komşuluk (car), emek ve sözleşmeler olup tamamen doğal (İlahî) hukuk anlayışının bir sonucu kabul edilir. Bir hakkın tanımlanabilmesi için bu kaynaklardan birine dayanılmış olması gerekir. Kutsal metinlerde yer almış olan bu konudaki ayetler doğadaki dengenin bir tezahürü olarak karşımıza çıkar.
Buna karşılık gücü üstün tutan uygarlıklar ve hukuk düzenleri, bu dört hak kaynağını tanımakla birlikte52 ek olarak yeni kaynaklar eklerler ve imtiyazlı olmayı,53 güce sahip bulunmayı,54 zulmü (başkasının zararına çıkarı)55 ve çoğunluğu elde etmeyi de hakkın kaynağı olarak kabul ederler.56 Pozitif hukuk anlayışının da getirmiş olduğu yasa koyma yetkisi ile farklı bir hukuk düzeninin doğmasına neden olurlar.57 Bu durum suyun içine sirke veya şarap koymaya benzer ki bize göre iki sistem arasındaki temel fark burada kendini gösterir. İçine sirke veya şarap konulan su, su olmaktan çıktığı gibi içine imtiyazlar, çıkarlar, kuvvetler ve ekseriyetler/çoğunluklar yerleştirilen hukuk sistemleri, hukuk düzeni olma iddiası taşımakla birlikte dikta, baskı, terör, mafya, rüşvet, sömürü, gelir dağılımında dengesizlik, açlık, işkence ve ayrımcılık... gibi sosyal/toplumsal hastalıkları ve hukuk ihlallerini de beraberinde getirir.
Birinci uygarlıklarda peygamberlerin rolü son derecede önemlidir. İnsanlık tarihine katkıları çok büyüktür ve sanıldığından da fazladır. Adeta peygamberler sosyal ve hukuk düzeni mimarları olarak karşımıza çıkmış; insanları zulme, haksızlıklara, düzensizliklere ve aşırılıklara karşı örgütlü mücadele yöntemlerini öğretmiştir. Hatta bütün mücadelelerinin bu yönde olduğu dahi söylenebilir. Peygamberlerin getirmiş oldukları kutsal kitaplarda ve metinlerde bu oluşumun ve örgütlenmenin ilkeleri ve kuralları ortaya konulmuştur.
Peygamberlerin uygulamaları örnek yaşama biçimleri olarak hayata geçirilmiştir. Böylece teori ve pratik bir arada yaşanılarak gösterilmiş, öğretilmiştir. Bu nedenle dinler, çıkışlarından bu yana binlerce yıl geçmesine, alanları tamamen daraltılmasına rağmen etkilerini ve varlıklarını sürdürebilmiştir.
Bu iki uygarlık ayrımı arasında gelişmiş olan hukuk sistemlerinin dayanmış olduğu esaslara bakmak ve farklara dikkat etmek gerekir. Peygamberlerin getirmiş olduğu hukuk sistemi ve düzeninin temeli, Hz. İbrahim peygamberin temellerini attığı Mezopotamya uygarlığı (Suhuf - Sayfalar), Hz. Musa’nın temellerini attığı İbrani uygarlığı (Tevrat ve 10 Emir), Hz. İsa’nın temellerini attığı Hristiyanlık (Tevrat, Zebur ve İncil-Eski Ahit ve Yeni Ahit-laiklik) ve Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an’a dayanır. Onun da temeli büyük ölçüde eşitlik ve denge temeline dayanan “doğal hukuk öğretisi”dir.58 Buna karşılık Batı hukukunun temeli Mezopotamya’nın etkisindeki Eski Mısır’a, Tevrat’ın etkisindeki Roma hukukuna, İncil’in ve Tevrat’ın etkisindeki Bizans’a, İslamiyet’in (Kur’an’ın) etkisi ile günümüzdeki Batı hukukuna dayanır ve yasa temeline dayanan “pozitif hukuk öğretisi”dir.59 Peygamberler tarafından kutsal metinler aracılığıyla konulan hukuk, doğal hukuk öğretisiyle gerçekte doğa ve kâinattaki mevcut yasaları ortaya çıkarır, Batı hukuk sistemi ise pozitif hukuk öğretisiyle kabul ettiği yasalarla hukuk üretme çabası içine girer.60
Hukuk düzeninden ve hukukun üstünlüğünden söz edebilmek için öncelikle hak kavramını doğal sınırları içine çekmek, hukuk düzenini bozan imtiyaz, güç, çıkar ve çoğunluk gibi kaynaklardan arındırmak gerekir.
J- Hukuk Üretmede Kişinin Önceliği Varsayımı
Günümüzde hukuk parlamentolar tarafından çoğunluğu elde eden siyasi partiler aracılığı ile yasa yapma yöntemiyle üretilir. Bu konuda emredici ve siyasi vekâlet sistemi araç olarak kullanılır. Böylesi bir hukuk üretme tekniği bir kısım insanları memnun ve mutlu ederken diğer bir kısım insanları çileden çıkarabilmektedir. Bu sorunun da çözülmesi gerekir. Kişiyi merkeze alınca onun hürriyeti, gücü ve yetkileriyle sorumlulukları belirlenmelidir. Burada kişi ile ilgili temel alınması gereken esaslara kısaca işaret etmede fayda görüyoruz. Bize göre sivil inisiyatifin esas kabul edildiği yeni dönemde, şimdiki “mevzuat düzeni” adı verilen dönemden “içtihat düzeni” adım verdiğimiz yeni bir düzene geçilerek kişiler öne çıkarılmış olacaktır. Bu düzenin kurulmasında ikinci adım ve hareket noktası “yerinden yönetim” ilkesi ile gerçekleşmiş olacaktır. Kişiyi öne çıkaran düzen nasıl olabilir? Aşağıda bu husus ile ilgili bir düzenin ilk temel ilkelerine dikkat çekmek istiyoruz.
a- Yeni dönemde insanın kişiliği öne çıkacaktır. O kadar ki herkes kendi hayatının kurallarını kendisi koyacak, bunda kişi tamamen serbest olacaktır. İstediği zaman değiştirebilecektir. Ama kendi koyduğu kurallar yürürlükte iken onlara uyacaktır. Bu konu İslam fıkhında “içtihat” olarak ele alınmıştır, b- Her insan diğer insanlarla serbest olarak istediği sözleşmeleri yapacaktır. Sözleşme yapmakta ve sözleşmeyi sona erdirmekte serbesttir. Ancak sözleşme yürürlükte iken ona uyma zorunluğu vardır. Fıkıhta bu bahis “icma” adı ile ele alınmıştır, c- Çıkan her türlü nizalar “tahkim/hakeme gitme” yoluyla çözülecektir. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçecektir. Başhakemi hakemler seçecektir. Hakemleri seçmek serbesttir. Ama hakem kararlarına uyma zorunluğu vardır. Her nizada hakem seçimi yeniden yapılacaktır, d- Bu yeni düzende “sözleşmeler” ile “ocaklar” ve “bucaklar” oluşacaktır. Ocaklar “ortak yaşama birliği”, bucaklar “ortak çalışma merkezleri” kabul edilecektir. Ocak ve bucaklar yeter ortak bulmak şartı ile “sözleşmeler” ile oluşacak, sonradan katılanlar o “sözleşmeler”e ve o “sözleşmelerin yetkili kıldığı kimseler”e uyacaklar, uymayanlar o ocağı veya bucağı terk edecektir. İç güvenliği sağlamak üzere il ve ilçe merkez bucakları, dış savunmayı yapmak üzere ülke ve bölge merkez bucakları oluşturulacaktır. “İnsanlıkta sosyal evrimi sürdürmek ve geliştirmek” için de insanlık ve kıta merkez bucakları oluşturulacaktır. Merkez bucaklar hadim bucaklardır, hâkim bucaklar değildir. İç işlerine karışamazlar. Merkez bucaklarının silahlı gücünün görevi hakem kararlarını infazdan ibarettir. Kişi bucağını ve ocağım değiştirmekte serbesttir. Bulunduğu bucağın kamu düzenine uymak ve yetkilileri dinlemekle yükümlüdür. İşte bu düzen “kişi yönetimi” ve “mevzuat yönetimi”nden sonraki ileri “içtihat yönetimi”dir. “İnsanlık anayasası” böyle bir düzeni öngören anayasasıdır.
Hâsılı, insanlık anayasası kavramında bu ilke ve kabuller esas alınacak, insan ve insanlık öne çıkarılacaktır. Açıklamaların bir bölümü okuyucuların anayasalarla ilgili sahip oldukları bilgilerine ters düşebilir. Bu gibi durumlarda, konulan bu ilke ve kabullerin hatırlanması, bunlardan hareketle tersliklerin giderilmesi ve ileri sürülenlerin buna göre değerlendirilmesi gerekir. Farklı teoriler, dayandıkları ilke ve kabullerle anlam kazanır. Bu nedenle, eserimiz okunur ve incelenirken hep bu ilke ve kabuller göz önünde bulundurulmalıdır.
İnsanlık anayasası, yeryüzündeki insanların tamamına hitap etmekte ve muhatap almaktadır. Böyle bir anayasanın yapılmasına ve geliştirilmesine katkıda bulunmak isteyen devletler, devletlerin içinde isteyen iller, iller içinde isteyen bucaklar katılabilir. İnsanlık anayasası yürürlükteki anayasa metinlerinden hareket etmek yerine, anayasaların nasıl yapılacağını içeren hükümleri öne çıkarmaktadır. Bu konuda ilk adım, tahkim/hakemlik sistemini kabul etmekle atılmış olmaktadır. Yeryüzündeki toplumlar hakemlik sistemini kabul edenler ve hakemlik sistemini kabul etmeyen toplumlar olmak üzere ikiye ayrılacaktır. Bu sistemi kabul eden toplumlar, hakem kararlarına uyacakları için hakem kararlarının oluşması ve uygulanması için gerekli kuralların öncelikle belirlenmesi gerekmektedir. Kendi aralarında ve topluluklar arasındaki sorunlar hakemler yoluyla çözülecektir. Hakemlerin kararlan en üst karar olarak kabul edilecektir. Mamafih, insanlık anayasasını kabul etmeyen yani hakemlik sistemini benimsemeyen toplumlarla da ilişkiler devam edebilir. Bu kişiler ve toplumlarla nasıl ilişkiler kurulacağı hususu da insanlık anayasasında tek taraflı olarak yer alacaktır. İnsanlık anayasasına katılmayanlara karşı davranışlar da bu belirlenecek anayasaya göre yapılacaktır. Onlarla da barış ve uzlaşma yolları aranacak, uzlaşmayanlardan uzak durulacak, saldırmaya devam ederlerse insanlık anayasasını kabul edenler tarafından birlikte karşı koyulacaktır. Bu karşı koyma sisteminin nasıl olacağı da insanlık anayasasında yer alacaktır.
İnsan bedenen nasıl hücrelerden oluşuyorsa, insanlık ve toplumlar da birer canlı gibi hücrelerden meydana gelmektedir. Hücre olmadan canlı olmaz. İnsanlığın hücreleri ise en küçük birim kabul edilen bucaklardır. İnsanlık anayasası, öncelikle bir bucağın anayasasını ortaya koymayı hedeflemektedir. Yeryüzünde yalnız bir bucak varmış gibi düşünülmekte, sorunların nasıl çözüleceği bucak anayasası ile ortaya konulmaktadır. Diğer bütün dünyadaki insanlar insanlık anayasasını kabul etmemiş varsayılmakta, ona göre sorunlar çözülmektedir. Böylece, bu anayasasının uygulanması için bir bucağın örnek oluşturulması gerekli ve yeterli kabul edilmektedir.
Bucaklar ocaklardan oluşur. Her ocakta bir ocak kooperatifi kurulur. Birlikte yaşama ocaklar içinde bu kooperatifler tarafından düzenlenir. Bunlar, yaşama kooperatifleridir.61 Ayrıca, yüze yakın ocak bir araya gelerek bir çalışma kooperatifi kurar. Bu kooperatifin oluşturmuş olduğu topluma bucak adı verilir. İnsanlığın hücresi, bu şekilde kooperatifleşme yoluyla kurulan bucaklardan meydana gelmiş olur. İlk hücre olan bucakta, kamu hukuku, ceza hukuku dâhil bütün hukuk tedvin edilir. Bugünkü merkezî sistemde böylesi uygulamalara izin verilmez. Bu sebeple kurulan bucak kooperatifi, ceza uygulamalarını yapamaz. Ancak kooperatif ortağı her zaman ortaklıktan çıkarabildiği için çıkarma müeyyidesi ile bucak içinde düzen sağlanmış olur. Bucak kooperatifinin kurulmasına tek başına tedricî olarak başlanabilir. Önce ocak kooperatifleri kurulur ve ocak düzeni oluşturulur. Ocak kooperatifinin sözleşmesine göre 10’a yakın ocak kooperatifi, bir semt işletmesini kurar. Böylece orada birlikte çalışmaya başlarlar. Orada oluşturacakları 10 semt işletmesini birleştirip bir bucak kooperatifini kurabilirler. İlk canlı yaratıldığı zaman nasıl tek hücreli olarak başlamış, bölünerek ve çoğalarak denizleri doldurduktan sonra deniz kirliliğini gidermek için çok hücreli canlılar gelmişse, aynen buna benzer şekilde insanlar da bucak kooperatiflerini geliştirebilir, yaygınlaştırabilirler. Daha sonra bunların birleşmesiyle ilde, ülkede ve insanlıkta merkez kooperatifleri kurulur.
Ocak ve bucak kooperatiflerinin kurulmasının bir başka yararı daha vardır. Sosyal olaylarda insan üzerinde deneme yapmak zordur. Dolayısıyla sosyal olayların deneme yoluyla incelenip bilimselleştirilmesi bugün mümkün olamaz. Oysa ocaklar ve bucaklar çoğalıp her bir bucak kendi düzenlemelerini/yasalarım kendileri yapınca farklı uygulamalar ortaya çıkar. Bu farklı uygulamalar, bilimin gözlemlerine konu olur. Nasıl, yıldızlarda deneme yapılamıyor ama yıldızlar üzerinde gözlemler yapılarak bilim oluşturabiliyor ve yapılabiliyorsa, aynı şekilde ocaklar ve bucaklar üzerinde gözlem yapılarak sosyal bilimler de müspet bilime çevrilebilir.
II- TEMEL İLK SOSYAL BİRİM (SOSYAL HÜCRE): BUCAK62
Model çerçevesinde bir bucağın yerinin ve sınırlarının belirlenmesi, bucağın yapısı ve içinde yer almış olan bucak meclisi ile dinî, İlmî, iktisadi ve siyasi şuralar, bucak başkanı, hizmetleri yürüten bakanlıklar, bucak içinde yer alacak semtler, ocaklar, aileler ve kişiler anlatılacaktır. Yine bucak içinde teşkil edilecek dinî, siyasi, iktisadi ve ilmî dayanışma kuruluşlarına yer verilecektir. Kamu görevleri, tüccarlar ve esnaflar da bucağın temel unsurları içinde yer almış olacaktır. Bu kısa tanıtmalardan sonra modeli teşkil eden ana unsurları anlatmaya geçebiliriz.
A- Bucak Yerinin Tayini ve Sınırları
İnsanlar yeryüzünde sınırlı alanlarda yaşar. Yani yeryüzünü büyütemezler. Ayrıca yerlerin içerdiği maddeler de sınırlıdır. Yeryüzünde düzen kurmak ve insanlık anayasasını yapmak isteyenler, bu sınırlı oluşu göz önünde tutmak zorundadır. İnsanlar maddeleri kullanarak onlar aracılığı ile güneş enerjisini harcayıp yaşar. Güneş’in yeryüzüne gönderdiği ışık da sınırlıdır. Yani, madde sınırlı olduğu gibi enerji de sınırlıdır. Bu sınırlılığın da anayasa yapımında göz önüne alınması gerekir. Bu sebeple kurulacak kooperatifin alanı sınırlanmış olur. Orada yaşayanlar, oradaki maddeler ile oraya gelen güneş ışığından yararlanarak yaşar.
Kurulacak bucağın ve/veya bucak kooperatifinin sahasını öyle seçilir ki hiçbir ihracat ve ithalat yapmasa bile o bucak ve/veya kooperatif yaşayabilmelidir. Başka bir ifade ile ihracat kadar ithalat yapılmalıdır. O bucaktaki enerji, o bucaktaki faaliyetlere yeterli olmalıdır. Bu enerji, fosil enerjisi veya atom enerjisi olmamalıdır. Çünkü bu enerjiler ileride bitmiş olacaktır. Bu bucağın alanı o kadar büyük olmalıdır ki buraya gelen güneş enerjisi o topluluğa yetmelidir.
Bugünkü uygulamalarda sera tarımında 1 açık tarımda 10 dönümlük bir yer bir aileyi, yani ortalama 5 kişiden oluşan bir aileyi yaşatabilmektedir. Bugünkü teknoloji ile bu yeterli görülmektedir.
1.000 ailelik bir topluluk bucak olarak ele alındığı için demek ki
10.000 dönüm yer, bir bucak için yeterli olmaktadır. Bu da 10 km2 eder. 10 km2nin km olarak düşünecek olursak, demek ki bir bucak için 3-4 km’lik çaptaki bir yerde deneme yapılabilir.63 Bu yerin merkezi, pahalı bir yer olması yerine orada suyun bulunması, yolun ulaşmış ve elektrik enerjisinin varmış olması yeterlidir. Enerji ortak şebekeden satın alınır, ona karşı orada üretilmiş olan bitkilerden elde edilen odun veya kömür piyasaya satılmış olur. Yani alınan enerji kadar verilen enerji olur.
Böyle bir alan hangi devlet tarafından tahsis edilirse ilk uygulama orada yapılır. Böyle bir bucağı kurmak isteyen 10 kişi anlaşır. Devletlere başvurur. O devlet meskûn olmayan 10 km2ye yakın yeri bunlara tahsis eder. O devletten buraya yol ve elektrik getirilmesi istenir. Bundan sonra bu yerde kurulacak sitenin hisse senetleri satılarak yeryüzündeki insanlardan ortak olmaları talep edilir. Anayasa üzerinde araştırma çalışmalarını yapmak isteyen özel ve kamu kuruluşları bu hisse senetlerinden satın alabilir. Özellikle, büyük din mensupları olan Müslümanların, Hristiyanların, Budistlerin ve Hinduların bu senetleri almaları ve/veya böyle girişimlere ön ayak olmaları istenir.
Kurucular, elde mevcut olan arazi üzerinde planlama çalışmasını yaparak sitenin tüm plan ve projeleriyle sözleşmelerini hazırlar. Yapılaşmada çalışacaklar sonradan orada kalmayı düşünenler arasından oluşturulur. Yani, orada çalışmak isteyenler, çalıştıktan sonra da orada kalmayı kabul eden kimselerden tercih edilir. Bunlar ocaklar hâlinde örgütlenir. Yani her 10 aile bir kooperatif kurar. Kendi yaşama biçimlerini daha site kurmadan oluşturmuş olurlar. 100 adet ocak oluştuktan ve yapılar bittikten sonra, bu 100 ocağa 10’ar daireli ve 2 sosyal tesisli birer kat tahsis edilir.
Şehir içi yapılaşmalarda 100 lojmanlı apartman sistemi projesi öne çıkarılır. Apartmanın altında 3 bodrum inşa edilir; alt bodrum garaj ve sığınak, orta bodrum depolar ve kömürlükler, üst bodrumda o apartmanda oturanların çalışacakları iş yerleri projeye konulur. Burada üretilenler, bucak tüccarları tarafından dış piyasaya pazarlanır ve dış piyasalarından satın alınan mallar ile o bucakta yaşanır. Bu apartmanların her bir katında 12 lojman bulunur. Lojmanların 10’unda ocak mensupları oturur, diğer ikisi ise sosyal faaliyetlere ayrılır.
Bu apartmanların iş yerlerinde üretilen mallardan, bu siteye ortak olanlara kira payı verilir. İnsanlar bu kooperatife ortak olurken bir taraftan proje gelişmesine de katkılarda bulunur. Bu düşünce ve inançla hizmet etmiş olurlar. Diğer taraftan kira paylarım da alırlar. Hatta bu senetler alınıp satılacağından senetlerin değerlenmesi ile kâr da ederler. Böylece kurulacak ilk bucak uygulamasında bucak anayasası (toplumsal sözleşmesi/ana sözleşmesi) hazırlanmış ve kabul edilerek düzenlenmiş olur. Bunu örnek alan başka girişimciler de benzer bucakları kurar. Böylece sistem adım adım büyümüş ve çoğalmış olur.
B- Bucağın Yapısı 1- Bucak Meclisi
Diğer canlılardan farklı olarak insanlar tüm hayatları boyunca aile şeklinde ve aile içinde yaşar. Aile içindeki yapı, biyolojik bir yapıdır. Gelişmiş diğer canlılarda da aile mevcuttur. Ancak yavrular olgunlaşınca aile dağılır. İkinci yavrulama başka eşle olur. İnsanlarda ise hem eşlerin hem de diğerlerinin birbirlerine olan ihtiyaçları devamlı olduğu için aile süreklilik arz eder. Başka bir ifade ile aile dışı fertlerin yaşaması yoktur, varsa bile çok istisnadır.
Aileler kendi ihtiyaçlarını giderebilmeleri için diğer ailelerle birlik oluşturmak zorunda kalır. Ona yakın aile, bir aşiret (Arapçada onlu demektir) - ocak olarak en küçük toplumu oluşturur. Bu topluluk, biyolojik ve sosyolojik oluşların arasında, psikolojiye dayanan bir geçiş kuruluşudur. Sosyolojik olmakla beraber, kişiler arasında ilişkiler ikili olduğundan sosyal yapı oluşturacak seviyeye ulaşmaz. Örnek olarak birbirlerine karşı utanma yok gibidir. Kişilerin birbirlerinden gizlemiş oldukları pek az şeyleri vardır.
Ona yakın ocak birleşerek bir ekonomik birlik oluşturur. Örnek olarak tarlalarına birlikte su getirirler. Hayvanlarını ortak çobana otlatırlar. Yollarını imece usulü ile beraberce yaparlar. Aile içinde zor durumda olanlara yardım ederler; yapamayacağı işlere koşarlar. Bunlar arasında sosyal yapı oluşmaya başlar. Ne var ki aşiret gruplanmaları nedeniyle tam bir hukuk düzeni oluşamaz. Bu birliğe köy denilir. Kentleşme başladıktan sonra köylerin yerini sokaklar almıştır. Ne var ki sokaklar sadece birlikte oturanların topluluğudur. Herkesin işi kentte ayrı ayrı yerlerdedir. Dolayısıyla kentte sokak topluluğu çok zayıf durumda kalmıştır. Bugünün en büyük sorunu, bu zayıflıktan kaynaklanır. Köy dayanışması ve köydeki sosyal baskı kentlerde bulunmadığı için insanlar kendilerini sokaklarda daha özgür hisseder. Buna karşılık, geleceklerinden emin olmadan güven sorunu içinde yaşamak zorunda kalırlar.64
Tarım yerlerinde esas çalışma tarlalarda ve özel mülkiyet içinde, kentlerde ise esas çalışma lojmanlardan uzak olmayan merkezî büyük fabrikalar içinde gerçekleşir. Ulaşımda trafik sorunuyla karşılaşılmadığı gibi kendisi de trafiğe sorun olmaz. Böylece her semt, kendi ekonomik hücresini oluşturmuş olur. Semtlerin sosyal ve genel güvenliklerini sağlamak amacıyla 10’a yakın semt halkı birleşerek bir merkez ocağı oluşturur. Bu ocak, o semtlerin oluşturduğu topluluğun yönetimini de yapmış olur.
Yönetim, bucağın sosyal düzeniyle ilgili çalışmalar yapar ve kararlar alır. Haftada bir defa toplanan halk bu kararları orada tebellüğ eder. O kararların ilanı bugünkü Resmî Gazete ilanları hükmünde kabul edilir.65 Böylece, haftada bir gün bucağın halkı toplantıya katılır, konular doğrudan doğruya o toplantılarda müzakere edilir ve kolektif olarak alınan kararlar halk tarafından uygulanır.
Bu çalışma, yönetim birimi içinde yer almakla beraber uygulamada terk edilen bucakların yeniden ve yeni bir yapılanmayla gündeme getirilmesine de ön ayak olmaktadır. Bucakların azalmış ve hatta yok olmuş fonksiyonlarını yeniden iade etme çabasını taşımaktadır. Bu iade aynı zamanda merkezde sorunların yeterince çözülmemesine ve bugünkü mevzuat sıkıntısına karşın küçük birimleri harekete geçirmeyi ve sorunları işin başında ve ilk yönetim birimi olan bucakta çözmeyi de sağlamış olmaktadır. Bucaklar halkın doğrudan katılımı ile yönetildiğinden bucak halkı, aynı zamanda meclisin üyeleridir.
2- Şuralar: Dinî - İlmî - İktisadi - Siyasi Şuralar
Bucaklarda halk, aynı semtte oturmasa da dıştan evlenme sebebiyle birçoğu birbirine akrabadır. Çalışırken semtteki insanlarla karşılaşırlar. İşler daha çok semtlerde yapılır. Dolayısıyla nizalar da semtler içinde görülür. Semtlerdeki sorunların çözümü, semtlerin üstündeki bucakta gerçekleşir. Bucak içinde özellikle evliliklerle doğan ilişkiler, semt içinde değil de semtler arasında olur. Böylece her bucak bir toplum oluşturur. Halk birbirini tanır ama birbirlerini yakından bilemez. Herkesin bucak içinde iki kişiliği vardır. Biri kendi ocağı içinde kişiliğidir ki olduğu gibi görünen ve bilinen kişiliktir. Diğeri ise bucak içindeki kişiliğidir ki tamamen farklıdır. Kişi, o bucağın isteklerine göre, kendisini dengeler ve uydurmaya çalışır. Bu kişilik, herhangi birinin kişiliği değildir. O toplumun oluşturduğu soyut (hayalî) bir kişiliktir. Bazen o topluluğun hiçbiri tarafından benimsenmediği hâlde, eskiden oluşmuş sosyal düşünce ve yapılar o toplum içinde sürüp gider, istenilse bile değiştirilemez.
Nasıl bir mıknatısın iki kutbu varsa, mıknatıs ortadan bölündüğünde her birinde yeniden iki kutup teşekkül ederse, sosyal yapıda da böylesi kutuplaşmalar vardır. Sosyal yapıdaki kutuplaşmanın mıknatıstan farkı çok kutuplu olabilmesidir. Toplum içinde belli kişiler ortaya çıkar, halk bunların etrafında gruplaşır. Bu gruplaşma kendiliğinden meydana gelir. İnsanın psikolojik yapısı sosyolojik yapıyı oluşturacak şekilde var edilmiştir. Bu da iki kişi bir araya geldiği zaman biri diğerine doğal olarak tabi olur. Kimin kime tabi olacağı tamamen o iki kişinin özelliklerine bağlıdır. Eğer biri diğerine tabi olursa, o birlik devam eder. Bir tabi, bir metbu olmadıkça birlik devam etmez. Yani eşitlik içinde iki kişi bir arada yaşayamaz. Bu insanın fıtratı gereğidir.
Bu yapı, toplumların oluşmasına sebep olur. İki kişiden biri diğerine tabi olunca diğer insanları kendilerine çekerler. Üçüncü kişi bunların arasına girer ve genel olarak onları birbirinden ayırır. Bu kural, uzaydaki moleküller arasında da aynıdır. Bazen üçüncü kişinin de onlara katılmasıyla üçlü grup oluştururlar. Bu grup daha çok insanı kendilerine çeker. Sonunda ise bir bucağın içinde on civarında sosyal grup oluşur. Çatışma veya birleşme bu gruplar arasında başlar. Gruplar arasında çatışma olursa o bucak dağılır. Gruplar anlaşır ve uzlaşırsa artık o bucak, grup sorumluları tarafından yönetilmeye başlanır.
İnsanda his, fikir, irade ve ünsiyet olmak üzere dört meleke vardır. Hisler, neyin yapılması gerektiğini, fikirler nasıl yapılacağını öğretir. İrade, yapılma zamanını tayin eder; ünsiyet ise elde edilen ürünün harcama ve kullanma zamanını belirler. İnsanlar, sanat aracılığı ile ortak hisler oluşturur. Buna iman (din) denilir. Dil ile ortak fikirler oluşturulur. Buna bilim adı verilir. Teknik, ortak iradelerle oluşur ve buna ekonomi denilir. Hukuk, ortak ünsiyetlerle meydana gelir ve buna da yönetim adı verilir. Dört meleke, dört sosyal kurum, dört tür sosyal gruplaşmayı gerektirir. Dinî, İlmî, mesleki ve siyasi sosyal gruplar oluşur. Bu grupların her birinin sayısı on civarında gerçekleşir, toplum içinde çoklukta denge kurulur.
Bilim toplumu oluşturan kuralları ortaya koyar. Buna yasama adı verilir. Dinler bu kuralları halka anlatırlar ve ikna yoluyla kabul ettirir. Mesleki kuruluşlar içtihatlarına göre yasalara uyarak uygulama yapar. Uygulama sonunda doğan haksızlıklar, bu haksızlıkları giderecek hakemlik müessesesi ile giderilir. Hakemlerden birini bir taraf diğerini diğer taraf seçer. Hakemler de başhakemi seçer. Hakemlerin kararlarına herkes kendisi zorlanmadan uyar. Hakem kararlarına uymayanlar için topluluktan dışlama en ağır müeyyidedir. Asıl olan, zorlama olmadan kararlara uyulmasıdır. Her bireyin mensubu olduğu dayanışma ortaklıkları, zararlara karşı kefaleten sorumludur.
Sosyal grupların sorumluları bucak içindeki şuraları oluşturur. Ne yapılacağına dinî şuralar, nasıl yapılacağına İlmî şuralar, kimin yapacağına mesleki şuralar ve ürünlerin kime ait olacağına (nasıl paylaşılacağına) siyasi şuralar karar verir. Şuralar, bucakta merkezî ocaklar oluşturur ve haftanın her gününde çalışır. Sonuçlan hafta içinde toplantı günü halka arz ederler. Bu sistem, yazılı yasaların henüz olmadığı zamanlarda örf hâlinde Mezopotamya’da ve Eski Yunan’da uygulanmıştır. Bugün de hemen her yerde uygulanmaktadır. Eski Yunan’da Solon yapmış olduğu kanunlarda bu sistemi “ekseriyet” kararı olarak düzenlemiştir. Tevrat’ta ve Kur’an’da ise ekseriyet kararı dışında kolektif karar alma şekilleri ile düzenlenmiştir.
3- Başkan
Bucak, yaklaşık 1.000 aileden oluşur. Ailenin normal nüfusu üç kişi ile on kişi arasında ortalama olarak da beş kişi kabul edilirse, demek ki bir bucak ortalama 5.000 kişiden meydana gelir. Meclisleri ve şuraları oluşmuş bucak toplumunun başkanını da seçmek suretiyle örgütlenme tamamlanır. Başkanın seçimi usulü son derecede önemlidir. Başkanları ilmî şura üyeleri ittifakla, ittifak sağlanamadığı durumlarda sıralama usulü ile seçer. Sıralama seçicinin adayları kendisine göre sıralaması ve bir adayın değişik seçicilerden aldığı sıraların terslerinin toplamı ile belirlenen derece ile yapılır. İlk dereceyi alan, başkan olmuş olur. Başkanın bu şekilde seçilmesi onun başkanlığını halkın kabul etmesiyle kesinleşir. Bunun için bucak başkanı semtlere birer yönetici atar. Halk, bu yöneticilerden kendi semti dışındaki yöneticilerden birisine tabi olur. Atanmış olan yönetici o bucağın içindeki halkın %5 oyunu alırsa yöneticiliği kesinleşir. Bütün yöneticilerin yöneticiliği kesinleşen başkan artık kesin başkan olur.
Bucakta yasama işleri meclisteki şuraların istişaresi sonunda aldıkları kararlarla oluşur. Bucak, bağımsız bir hukuk düzenine sahiptir. Yani il, ülke ve insanlık merkez bucaklarının oluşturmuş olduğu yasalar taşra bucaklarında geçerli değildir. Taşra bucakları kendi hukuk düzenlerini kendileri koyar ve kendi yönetimlerini kendileri oluşturur. Bucak içinde, kişinin durumu da böyledir. Kendi işlerini kendi içtihadı ile yürütür. Ancak hakemlerin kararlarına uyma zorunluluğu vardır. Yöneticiler ancak ortak işlerde birlikte hareket etme imkânını sağlar ve geçici hakemlik yapar. Son karar, tarafların seçtiği hakemlerin kararıdır. Yargı üstünlüğünün manası budur.
Başkanın en etkin yetkisi, istediği kimseyi bucaktan uzaklaştırabilmesidir. Bucak sakini istediği zaman bucağı terk etme hakkına sahiptir. Buna karşılık bucak başkanı da istediği kimseyi istediği zaman bucak dışına sürebilir.66 Ancak bucaktan ayrılan kişilerin bütün hakları korunur. Taşınır mallarını alıp götürebilir, taşınmazlarını ise bucak yönetimi içindeki kooperatiflerce satın alınır.
Bir bucağın nüfusu 3.000’in altına indiğinde o bucak dağılır. Başkanın başkanlığı da sona erer. Ayrıca bucakların il, ülke ve insanlık içindeki hakları o bucaktaki sakinlerin sayısıyla orantılı olduğundan bucak yönetimi halkını daima memnun etmek durumunda kalır.
Bugünkü demokrasilerde ekseriyet sistemi içinde kararlar alınır. Başkanın değil de halkın bir fazlasının kararına uyulma gibi pratik değeri hemen hemen yok olan bir kural kabul edilmiştir. Bu sistem gerçekten çalışmış olsa bucağın en zayıfları veya kararsızları, yönetimlerde en etkili kişiler hâline gelir. Doğal olarak bu kişiler, gruplanan insanlardan hangisine katılırlarsa, onların dedikleri yapılmış olur. Bu sebepledir ki bucakta uygulama başkanın kararları ile gerçekleşir. Başkanın kararları da yargının denetimindedir. Mağdur olanlar, hakemler kararı ile her zaman mağduriyetlerini giderir. Ayrıca, herkesin bucağını değiştirme hakkı olduğu gibi bucağın içinde de istediği ocakta yaşama hakkı vardır. Bucak içindeki ocaklar da bağımsızdır. Yani, bucak yönetimi, ocakların iç işlerine karışamaz.
Demek ki ekseriyete dayalı demokrasisinin yerini yeni uygarlıkta göçe/hicrete dayalı demokrasi alır. 100 lojmanlı apartmanlar sistemi kişilerin hicretlerini son derecede kolaylaştırır. Çünkü gittiği yerde işini ve evini hazır olarak bulur. Oturduğu evde kiracı mahiyetinde olduğundan, o yeri bırakmak onun için kolaylaşır. Ayrıca, herkesin dinlenme sitelerinde kendilerinin özel mülkü olan devre mülkleri olacağından iş yerindeki hicret dinlenme evlerine etki etmez.
4- Bakanlar: Hizmetliler
Uygarlaşmadan önce insanlar kendi yerlerinde üretmiş ve tüketmiştir. Toplum küçük olduğundan ortak işleri çok az olmuştur. Zamanla insanlar çoğaldıkları gibi aralarında iş bölümü yaparak üretimin verimini de artırmıştır. Ayrıca ürettiklerini satarak başkalarının ürettiklerini satın almak suretiyle tüketimin verimini de çoğaltmışlardır. Böylece, bir taraftan toplum daha ileri bir yaşayışa ulaşmış, diğer taraftan da iç içe örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Bu da uygarlaşmayı getirmiştir.
Uygarlaşmada üretim işçiliğinin yanında ortak işler ortaya çıkmıştır. Ortak işlerin yapılması üretimi gerçekleştirmemekle beraber, üretimin yapılması için ortak işler de zorunlu hâle gelmiştir. Dağ başında buğdayı üreten köylü kendisi buğdayı tüketerek yaşayamamış, onu satmak zorunda kalmıştır. Onun için buğdayını kasabaya indirmesi gerekmiştir.
Gerçekten, yol olmayınca, buğdayın kasabaya indirilmesi, dolayısıyla satılması ve karşılığının alınıp diğer ihtiyaçların satın alınması mümkün olamaz. Hâsılı varlığını ve yaşamını sürdüremez. Bununla beraber yolun varlığı, buğdayı üretmez. Bu tür olması gereken ama olması üretimi doğrudan etkilemeyen sebeplere şart adı verilir. Şartları kişiler ayrı ayrı oluşturamaz. Ancak birlikte çalışmak suretiyle gerçekleştirebilirler. Bu şartlara “hizmetler” adı verilir. İnsanın yaratılışı esas alınarak ortak işlerin tasnif edilmesi mümkündür. Bunlar, altı grup altında toplanabilir.
1-Kayıt işleri: İnsanların hayatlarını kayıt altına almaları zorunluluğu vardır. Çünkü bütün hak ve vecibeler geçmişte yaptıkları ile ilgilidir. Ayrıca borç ve alacaklarının da kayda geçirilmesi gerekir. İnsan hafızası bunları aklında tutmaya yeterli olmadığı gibi gerekli belgelemelerin de yapılabilmesi için kaydedilmesi gerekir. Ayrıca insanların birbirine devrettikleri eşyalar vardır. Bunların da nerede oldukları ve kimlere ait olduklarının bilinmesi gerekir. Ayrıca yeryüzü parsellenmiş, insanların kullanımına hasredilmiştir. Bunların da gelirleri ve giderleri vardır. Ayrıca taşınmazlar birer maldır. Dolayısıyla bunların da kayıtlarının tutulması gerekir. Bunlara evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtları adını veriyoruz.
2-Eğitim işleri: Canlılar genetiklerinde yapacakları işleri bildikleri gibi bir tür içinde herhangi bir değişme ve gelişme olmaz. Hâlbuki insanlarda devamlı değişme ve gelişme olduğu için insanlar doğumlarından ölümlerine kadar eğitim almak zorundadır. Bu eğitimi veren ve gerektiğinde danışmanlık yapan onların yaptıkları işlere kefil olan bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. İlmî, ahlaki, mesleki ve sosyal eğitimlerini genel hizmet içinde alırlar.
3-İletişim işleri: Toplum içinde kişiler birbirleriyle ilişki kurarak yaşar. Bu ilişkiler ikili ilişkiler hâlinde olduğu gibi, merkezî ilişkiler şeklinde de olur. İnsanlar fikirlerini basın, hislerini yayın yoluyla ifade eder. Mallarını eşyalarını ulaşım yoluyla birbirlerine ulaştırırlar. Ayrıca, haberleşme yoluyla birlikte düşünme imkânını bulurlar. Bunlar da ortak işlerdendir. Tek başına ulaşım olmadığı gibi haberleşme de olmaz.
4-Korunma işleri: Her canlı daima saldırı içindedir ve tehlikeler altındadır. Kendisini korumak zorundadır. İnsanlar bilgilerini planlama içinde, bedenlerini sağlık içinde, eşyalarını bakım içinde, topluluğu da güvenlik içinde korur ve birlikte gerçekleştirir.
5-Depolama hizmetleri: İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak ürettiklerini ürettikleri zaman tüketmez. Ürettiklerini insanlığa verirler karşılığında tüketeceklerini alırlar. Dolayısıyla elde edilen ürünlerin depolanması gerekir. Mallar ambarlarda depolanır. Karşılığında çıkarılan belgeler bankalarda depolanır. Talepler takip hizmetlerinde depolanır. Bilgiler ise araştırma hizmetlerinde depolanır.
6-Uzlaşma hizmetleri: Topluluk, sözleşmelere dayanarak varlığını korur. Sözleşmelerin kayda alınıp belgelenmeleri gerektiği gibi tip sözleşmelerin de hazırlanması ve yapılması gerekir. Sözleşmeye göre yapılan işler kontrol edilerek sözleşmeye uygun olduğunu belirleyen belge ile ambara verilir. İleride çıkacak nizalar için geçmişteki olayları tespit etmek soruşturma hizmetine aittir. Sonunda nizaları çözecek bir yargıya-hakemler kuruluna ihtiyaç vardır.
Başbakanlık da genel hizmetlerdendir. Başbakan ile beraber 24 bakan bu hizmetleri bucak içinde organize eder.
5- Semtler
Bucak, 10 kadar semtten oluşur. Her semt 100’e yakın aileden meydana gelir ve en küçük ekonomik ünite olur. Bugün, üretim birlikte yapılır ve elde edilen ürün piyasaya satılır. Bazı tarım üretimi dışında tek başına üretim mevcut olmadığı gibi artık kimse kendi ürettiğini kendisi tüketemez. Ortak üretim, büyük firmalar tarafından organize edilir. Sanayi üretimi gibi büyük firmaların yapacakları işler kolayca yapılabilir. Oysa tarım benzeri işler ve emeğe yoğun işler büyük firmalar tarafından başarılamaz.
Küçük işletmelerin bugünkü şartlar altında yaşama imkânı çok zordur. Bunun iki sebebi vardır: Biri, küçük işletmelerin ortak işleri yaptıramaması ve bu manada genel hizmetleri alamaması, diğeri ise ürünlerin markalaşamaması nedeniyle piyasaya satılamamasıdır. Bu sebeple köyler boşalır ve kentler işsizlerle dolar. Oysa ekonominin temel işlerinden biri, tarımdır. Diğerleri hep tarım ürünlerinin değerlendirilmesinden ibarettir. Yapılarda kullanılan fayansın ana girdisi enerjidir. Bugün kullanılan enerjinin %99’u biyolojik enerjidir.
Uygarlığın sürebilmesi için büyük işletmelere ihtiyaç vardır. İster sermaye ister kamu işletmeleri olsun bunlar varlıklarını sürdürür. Ama küçük işletmeler olmadan hayat olmaz. Yani uygarlık için büyük işletmelere, hayat için küçük işletmelere ihtiyaç vardır. Demek ki küçük işletmelerle büyük işletmeler arasında uyum sağlanacak projelere ihtiyaç vardır. Bir başka deyişle, küçük işletmelerin yaptıklarını küçük işletmeler yapar, yapamadıklarını büyük işletmeler gerçekleştirir. Bu durum ancak kooperatifleşme ile sağlanabilir.67 Halkın küçük işletmeler olarak üretebildiğini, kooperatifler içinde gerçekleştirir, ürünleri tüccarlar aracılığı ile büyük işletmelere aktarır. Büyük işletmeler onları tüccarlara devreder. Tüccarlar da kooperatiflerin bakkallarına satar. Böylece halk kendi semtleri içinde üretip tüketmiş olur. Mikroekonomiyi kooperatifler düzenler, makroekonomiyi ise sermaye veya kamu düzenler.
Her semtte bucak kooperatifinin o semtte hizmet veren genel hizmetlileri olur. Bu sayede küçük firmalar büyük firmalar gibi genel hizmetleri alır. Uygarlık içinde uygarlaşmış olarak yaşama imkânlarını bulurlar.
Her semtin bir semt senedi olur. Semt içinde bütün girdiler ve çıktılar, bu senetlerle yapılır. Fiyatlar, ücretler, kiralar ve vergiler bu semt senedi ile değerlendirilir. Her semtte ortak ambar olur. Herkes ürettiklerini ortak ambara koyar ve pay sahiplerine (ücret, fiyat, kira ve ortaklık payı) belgeler verilir. Pay sahipleri bu belgeleri istedikleri değerle bucak tüccarlarına bucak parası ile satar. Böylece elde ettikleri bucak parası ile bakkalların tüketecekleri malları satın alırlar. Bu yolla halk ürünlerini pazarda doğrudan doğruya satmış gibi olur. Yani eskiden malları pazara götürüp sattığı hâlde, şimdi ise malları değil belgeleri satar. Belgelerin muhafazası ve nakli çok kolay olduğundan hem pazarlama sistemi çok ileri şekil almış olur hem de pazarlama alanı büyür. Böylece üretici ile tüketici bütün dünya çapında karşı karşıya gelmiş olur. Üretici malı ambara teslim ettiği zaman nakliye ve depolama karşılığını bir yüzde olarak verir, tüketici bir bedel ödemeden istediği yerde malı teslim alabilir. Böylece yer ve zamana göre fiyatlar arasında fark kalmaz. Nasıl insan bedeninde kan basıncı her tarafta aynı ise fiyatlar da yeryüzünde birbirine çok yakın olur.
Burada en önemli nokta, halk ayrı ayrı veya kendi kuracağı ortaklıklar içinde tamamen özgürce üretim ve tüketim yapar ama makroda sermaye veya kamu aracılığıyla bunlar bütün dünya ile ilişkiye girmiş olur. Arz ve talep kanunları, böylece eksiksiz olarak ve en büyük çapta işlemiş olur.
6- Ocaklar
Semtler, bir üretim hücresidir. Bugün artık semt dışında üretim yapmak hemen hemen mümkün değildir. Üretilenler dış piyasaya satılır ve karşılığında dış piyasalardan alınanlar bakkal ve mağazalarda o semt sahipleri tarafından tüketilir. Üretimin ortak işleri olduğu gibi, tüketimin de ortak işleri olur. Birlikte tüketilmesi zorunlu olan mallar vardır. Bu amaçla ortak yaşama birimleri oluşturulur. Bunlar semt içinde 10’a yakın sayıdadır. Kur’an’da bunların adı onlu anlamında aşirettir. Türkçede buna ocak diyoruz. Bugünkü mevzuatta ise apartman yönetimi olarak tanımlanır.
Tüketimin bazı değişmez yasaları vardır. Her insanın insanca yaşayabilmesi için asgari ihtiyaçları bulunur. Bu ihtiyaçlar giderilmeden kişi yaşayamaz. Bugün, bu ihtiyaçlar aile içinde karşılanır. Günümüzde kişi güvenliğine ilişkin primli veya aidata dayalı sigorta sistemleri geliştirilmiştir. Sosyal devlet ilkesini benimseyen ülkelerde kamu yardımları zorunlu hâle gelmiştir. Bu tür zaruri ihtiyaçların toplumlar tarafından giderilmesi gerekir. Nedeni, bunlarda arz ve talep kanunlarının işlememesidir.
Yeryüzü bütün insanlarındır; yeryüzünden çalışarak ürün elde edenlerin emek payları elbette kendilerine aittir. Ne var ki bu üretim bütün insanlara ait olan yeryüzü kaynaklarından elde edilmiştir. Öyleyse bu kaynaklara ait olması gereken kiraların ödenmesi gerekir. Bir başka deyişle, çalışarak paylarını alanlar çalışmayanlara da bir pay ayırırlar. Vergi, bu varsayım üzerine oturur. İşte ocaklarda zaruri ihtiyaçlar bu kaynaklardan giderilir.
İnsanlık anayasasında, bu kaynakların arz ve talep kanunları içinde bölüşülmesini sağlamak için yeni bir bölüşme usulü önerilmektedir. Örneğin, bir ocak dışarıdan elektrik enerjisi alır. Bu enerji emekle sağlandığı için üreticilerin bir payı vardır. Bu pay %50 kabul edilir. Ama bir de yeryüzünde yaşayan insanların doğal hakları vardır. Demek ki ödenen bedelin yarısı emek karşılığı, diğer yarısı ise doğa payı karşılığı alınmıştır. Ocak içinde alınan elektriğin ücretin iki misli bedelle satılmaya başlanır. Böylece elektrik işletmesinden satılan elektriğin iki misli elektrik alınır. İşte bu kalan elektrik, ocak sakinlerine eşit olarak bedelsiz dağıtılır. Böylece, halkın bir kısmı iki misli bedel ödeyerek elektrik belgesini almış olur. Diğer taraftan bütün halk elektrik belgesini bedava almış olur. Senet borsası kurulur. İsteyenler az elektrik kullanır, senetlerini borsaya satar. İmkânı olanlar çok elektrik kullanır, borsadan senet alır. Böylece arz ve talep kanunları eksiksiz çalışmaya başladığı gibi, zaruri ihtiyaçlar da bedelsiz olarak temin edilmiş olur. Demek ki ocağın/aşiretin manası yaşamak için ortak bölüşmeyi sağlamaktır. Isıtma gibi, merdiven aydınlatması gibi ortak harcamalar bu fondan yapılır ve herkes bedelsiz yararlanır. Nelerin asgari ihtiyaç olduğunu tespit etmek, her ocağın kendi işidir. Örneğin, ekmek zaruri ihtiyaçlardan kabul edilerek yarısı bedava, yarısı iki misli ücret olarak paylaşılabilir.
Her ocağın kendi yönetimi vardır. Aralarında çıkan nizalar bucak yönetimi tarafından çözülür. Her ocağın bir başkanı vardır. Ocakta yaşayanlar, sözleşmelerindeki hükümlere göre başkana uymak zorundadır. Başkana uymak istemeyenler o ocaktan ayrılır. Herkesin kendi ocağından ayrılma hakkı olduğu gibi, başkanın da sürme hakkı bulunur. Bir ocak en az 30 kişiden oluşur. Ayrı ocak kurmak isteyenler, 30 ortak buldukları takdirde bucak yönetimi onlara kendi ocaklarını kurmaları için yeter büyüklükte arsayı tahsis etmek zorunda olduğu gibi yeni ocağa göç edeceklerin eski ocaklardaki taşınmazlarını da cari değerle satın alma zorunluluğu vardır. Böylece hicret demokrasisi çalışır. Bu sistem, yeni bucak, yeni il ve yeni devlet kurmak için de uygulanabilir bir sistemdir.
7- Aile
Canlılarda kuşlar ve memeliler, yavrularını büyüterek nesillerini sürdürür. Büyümelerinden sonra yavrular ayrılıp gider. İnsanlar ise doğup ölünceye kadar beraber yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Kuşlar ve memeliler, sadece yavrulayacakları zaman cinsî arzu duydukları hâlde, insanlar tüm hayatı boyunca cinsî arzu duyar. Diğer canlılarda utanma hissi olmadığı hâlde, insanlarda alenen cinsî ilişki yapmaya karşı büyük utanma hisleri vardır. Bir taraftan istedikleri serbestlik içinde devamlı cinsî ilişki kuramamaları diğer taraftan devamlı cinsî arzu duymaları sebebiyle özel anlaşmalar yaparlar, hayatları boyunca birlikte yaşama ihtiyacını duyarlar. Çocuklar, anne babaların onları yetiştirmesiyle büyür. İnsanlığa borçlanırlar. Sonra kendileri aile kurarlar. Çocukları yetiştirmek suretiyle insanlığa olan borçlarını öderler. Ergin yaşta iken artırdıkları miktarları insanlığa emanet olarak verirler. Yaşlandıkları zaman da alacaklarını alarak hayatlarını sürdürürler. Böylece insanlık aile içinde varlığını devam ettirir.
Diğer canlılardan farklı olarak insanlar, uygarlaşır. Her gün yenilikler yaparlar. Kendileri doğada diğer canlılara kıyasla daha zayıf birer varlık olmalarına rağmen bütün diğer canlıların üstüne çıkabilirler, çıkmışlardır. Bugün insanlar elde ettikleri ulaştırma, haberleşme, aydınlanma ve bilgisayar imkânlarıyla tüm dünya üzerinde tek bir toplum hâline gelmiştir. Her gün süratle yenilikler yapılmaktadır. Bunlardan yararlanabilmeler için insanların beşikten mezara kadar eğitilmeleri gerekmektedir.
İnsanların ömrü ortalama 100 yıl civarındadır. Eskiden biraz daha uzun yaşayabilmişlerdir. Şimdilerde ise biraz daha kısa yaşıyorlar. Ama nominal ömürlerini 100 sene kabul edebiliriz. Bunun ilk üçte birinde eğitim alırlar, üçte birinde üretim yaparlar, son üçte birinde ise torunlarını eğitirler. Böylece aile aynı zamanda bir eğitim kurumu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kişi, toplumla sürekli ilişkidedir. Topluma bir şeyler verir. Toplumdan bir şeyler alır. Ama bunu aile aracılığı ile yapar. Anne ve baba, aileyi temsilen topluma karşı görevlerini yerine getirir. Toplum da anne babayı destekleyerek oğulların aile içinde görevlerini kolaylaştırır.
Aile, çocuk yetiştirme ortaklığıdır. Biyolojik yapıları, erkek ve kadının ayrı ayrı çocuk yetiştirmesini mümkün kılmaz. İş birliği içinde ortak olarak çocukları yetiştirmek zorundadırlar. Bir kadının iki erkekle cinsî ilişki kurması, hem neslin devamı hem de biyolojik bakımdan sakıncalıdır. O nedenle, bir kadının bir döllenme döneminde yalnız bir erkekle cinsel ilişki kurması, çocuğun babasının belirlenmesi bakımından ayrı bir önem kazanmıştır. Kadının rahmi toplumun kabul edilmiş, onu bir dönemde birden fazla erkeğin kullanması yasaklanmıştır. Toplum bunu zina yasağı ile teminat altına almıştır.
Peygamberlerin getirmiş olduğu sistemlerde ortak sorumluluk kabul edilmemiştir. Bir iş bir insana verilmiş, görevli olduğu gibi sorumluluk da ona ait sayılmıştır. Yetkiler onundur; o hâlde bundan doğan haklar da ona ait kabul edilmiştir. Bu sebepledir ki karı koca arasında doğal olarak iş bölümü yapılmıştır. Erkek çocuk doğuramadığı ve süt verip büyütemediği için bu görev kadına verilmiştir. Buna karşılık erkeğe ailenin giderlerini karşılama ve aileyi savunma mükellefiyeti yüklenmiştir. Böylece iş bölümü doğmuş, herkes kendi işinde yetkili ve sorumlu sayılmıştır.
Kadınlar, kendi görevlerini ocak içinde ortaklaşa yapabilmiştir. Erkekler ise görevlerini küçük toplum içinde başaramamıştır. Bu sebeple erkekler geniş bir örgütlenme işine girmek zorunda kalmıştır. Avcılık döneminde başlayan takım kurma işi, beraberinde örgütlenmeyi getirmiştir. Daha sonraları gelişen semtleri kurma, bucakları ilçeleri, illeri, bölgeleri, ülkeleri ve tüm insanlığı ortaklık içinde organize etme işlerinde daima erkekler ön plana çıkmıştır. Esasen bütün bu yerlerde elde edilen ürünler, savunma güçleri de dâhil tamamı aileye hizmet vermiştir. Bu örgüt kadınlara hizmet verme amacıyla oluştuğundan, kadınlara bu örgütler içinde iş yapma yetkileri verilmişse de zorunlulukları olmamıştır. Erkeklere ise bu örgütlere üye olma dışında bir seçenek tanınmamıştır. Sonuç olarak aile ile toplum karşı karşıya kalmış, toplum içinde üretim yapılmış; buna karşılık aile içinde ise tüketilmiştir.
8- Kişi
Canlı, gözle görülmeyecek kadar küçük hücrelerden oluşur. Esas olan canlı, hücrelerdir. Demek ki canlı denilen varlıklar birer hücreler bütünüdür. Aynı şekilde, bir toplumun da hücresi bulunur. Yukarıda açıklandığı üzere o hücre, bucaktır. Bucakta ekonomik yapı semtlerde oluşur, sosyal yapı ise ocaklarda meydana gelir. Toplum, bucakların bir ortaklığıdır. Bütün olaylar hücrelerde cereyan ettiği gibi toplumda da bütün olaylar bucaklarda cereyan eder. Toplumun hücresi insan değildir. İnsan ise hücrenin içinde yer alan yapılardan “çekirdeği” ifade eder.
Biyolojik bir hücre de dört çeşit çekirdek asidi bulunur. Canlıdaki sinir sistemini bunlar oluşturur. Bu çekirdek asitlerinin üçer üçer bir araya gelmesiyle bir dil meydana gelir. Ayrıca hücre içinde yirmi çeşit amino grup asit vardır. Bu dille bu asitler taşınır ve yerleştirilir ve hücre içinde organel denilen faklı işler yapan gruplar meydana gelir. Sonra bu hücreler canlının yapısını meydana getirir. Sonra da bütün canlılar, canlılık âlemini oluşturur.
İnsanlıkta da çekirdek ve amino grup aitlerin yerini kişiler alır. Bucak içinde bunlar, çeşitli şekilde organize olarak bucağı oluşturur. Hücre içindeki organeller toplum içindeki semtlere benzer. Hücre, toplumun küçültülmüş bir modelidir. Toplum ise bir hücrenin büyütülmüş modelidir. İnsanlık, bucaklardan oluşur. Bucaklar, kişilerden oluşur. Bucak insanlığın küçültülmüş modeli; insanlık ise bir bucağın büyütülmüş modeli olarak karşımıza çıkar.
Bir bucak üzerinde yapılacak, araştırmalar aynı zamanda tüm insanlık üzerinde yapılacak araştırmalara tekabül eder. O hâlde, insanlık anayasası kavramı üzerinde çalışılırken bucaklar üzerinde özel olarak durulması gerekir. Bucak sorunları büyüteç altına alınıp çözüldüğünde, insanlığın da sorunları çözülmüş olur.
Başka bir bakış açısıyla, insanlık kavramı insandan ayrı bir anlam taşır. Yani insanlık denilen bir varlık, bir de insan vardır. “Bilinçli”, görevli, hak sahibi olan insandır. Diğer bütün kura/umların “bilinçleri” yoktur. Aslında hak sahibi olmamaları gerekir. Ama bilinçlerin bir araya gelmesiyle “ortak bilinç” doğar. Dolayısıyla toplum da bu ortak bilinç sebebiyle hak sahibi hâline gelir. Toplumların başkanları, onların bilinçlerine karşılık gelir. Onun bilinci toplumun bilinci sayılır. Bu sebepledir ki başkanın kişiliği ile toplumun kişiliği tek kişi kabul edilir. Bu anlayışın bir sonucu olarak peygamberler sisteminde başkanın mameleği topluluğun mameleği sayılmış ve varislerine değil, haleflerine kalmıştır.
İrade sahibi kişiler olduğundan yasaların toplumlara değil, kişilere görevler vermesi gerekir. Peygamberler sisteminde kişilerin hakları doğal kabul edilir. O nedenle yasalarla sayılmaları veya ilan edilmeleri gerekmez. Yasalar, kişilerin görevlerini sayar, o görevlere karşı doğan hakları belirler. O haklar başka kişilerin görevleridir. Bugünkü merkezî yönetim sisteminde yasalarda kişilerin hakları sayılmış, bu hakların görevlisi devlet kabul edilmiştir. Devlet de bilinçsiz olduğu ve cezalandırılamayacağı için yasaların söyledikleri bir temenniden öteye gidememiştir. Oysa peygamberler sisteminde kişilerin görevleri sayılmış, görevleri yapmayanların nasıl cezalandırılacakları da belirtildiğinden yasalar etkili şekilde uygulanır hâle gelmiştir.
İnsanlık anayasası kavramı ancak bu görevlerin sayılması prensibine dayanabilir. Yani insanların görevleri, bu görevlerden doğan hakları sayılmak suretiyle herkese ne yapacağı anlatılır. Herkes hakkını elde edebilmek için görevini yapmak durumunda kalır. Sosyal düzen için bir başka gücün düzenlemesine gerek kalmaz. Yani bugün kamu gücü, insanların görev ve yetkilerini belirler. Bir başka deyişle, insanların bir kısmı diğer kısmına esir edilmiş olur. Oysa peygamberler sisteminde herkes özgürlük içinde insanlık anayasasının kurallarıyla görev yetki sorumluluk ve haklarını öğrenir ve yapar. Yapmayanlar hakemlerden oluşmuş yargının kararları ile tespit edilir. Siyasi güç, bu yargı kararlarının uygulanmasını sağlar. Yani bugünkü düzende siyasi güç düzenleyici olduğu hâlde, peygamberler sisteminde koruyucudur.
9- Dayanışma Ortaklıkları
Küçük toplumlarda herkes birbirini tanıdığından kimin neyi yapabileceği ve nasıl yapacağı çevresi tarafından bilinir. Herkes, herkesin davranışlarını bildiği için sosyal denetim kendiliğinden ortaya çıkar. Kişiler başka kişilere devamlı muhtaç olduğundan herkes başka kişileri memnun etmek ister. Dolayısıyla çevresine zarar vermeden yaşamak zorunda kalır. Böylece sosyal kurallar oluşur ve toplum yaşamaya devam eder. Bu sebepledir ki bucak yönetimi birbirlerini tanıyan halktan oluştuğundan düzenli bir sosyal yapıya sahip olur. Bucaktan daha küçük olan toplumlar psikolojik yapıya, bucaktan daha büyük toplumlar ise biyolojik yapıya benzer. Bu sebepledir ki toplum en uygun büyüklüğe ancak bucak şeklinde sahip olabilir. Daha büyük toplumların merkez bucakları oluşur. Onlar sayesinde sosyal değil, biyolojik yapı ortaya çıkar.
Bugün insanlar sadece bucak içinde yaşamazlar. Teknolojinin sağladığı imkânlarla tüm dünya ile haberleşirler, her tarafa ulaşabilirler. Günlük hayatlarında bazen hiç tanımadıkları insanlarla karşılaşırlar. Onların yapılarını ve karakterlerini bilemezler. Dolayısıyla yaptığı anlaşmaların birçoğu ya yerine getirilmez veya ihlal edilir. Bu sebeple, anlaşma yapılan kimsenin anlaşmaya riayet etmesini sağlayacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bugün bu ihtiyaç aidatla/ primle, yani paralı sigorta müessesesi ile karşılanmakta, sadece varlıklı olan insanlar yararlanabilmektedir. Oysa bu sigorta sistemine çalışıp günlük hayatını sürdürebilen halkın ihtiyacı çok daha fazla olmaktadır.
Peygamberler siteminin en önemli özelliği, uygarlaşma sayesinde doğmuş olan yeni sorunları da çözecek kuramlara ve kurallara sahip olmasıdır. Bugünkü sorunların belki % 1’inin dahi bulunmadığı dönemlerde ortaya çıkan büyük dinler, içermiş oldukları kurallar ve kurumlar sayesinde, birçok sorunu bugünkü yasalardan daha ileri seviyede çözmüştür. Örneğin, prime dayalı sigorta yerine, olay sonrası ödeme taahhüdünü esas alan dayanışma ortaklıkları sistemi bunlardan biridir. Dayanışma ortaklığını kuranlar, aralarında muhtemel beklenmedik zararları birlikte giderme anlaşmasını yapar. Örneğin, içlerinden biri hastalanırsa, hepsi hastalanmış gibi hastalığın doğurduğu kötü etkileri birlikte giderebilir. Tedavi masrafları ve hastayken çalışamadığı giderler birlikte karşılanır. Yani önceden prim yatırma yerine olay olduktan sonra taksitlerle masraflara ve zararlara katılma sistemi geliştirilir. Ortaya çıkan beklenmedik kötülüklerin defi, nöbetleşe veya taksitle ödeme şeklinde gerçekleştirilir. Ortağın ödeme imkânı yoksa başkalarına çalışarak ödemeye imkân verilir. Kural şudur: Kişi eğer zararı kendisi karşılayabiliyorsa yani çökmeden giderebiliyorsa kendisi giderir. Büyük zararlar ocak halkı tarafında giderilir. Daha büyük zararlar bucak içinde dayanışma ortaklığı tarafından giderilir. Bucaktaki dayanışma yetmiyorsa aynı dayanışmanın ildeki ortakları tarafından, o da yetmiyorsa ülkedeki ortakları tarafından, o da yetmiyorsa insanlıktaki ortakları tarafından karşılanır. Yine de yetmiyorsa taksitler çoğaltılarak ve uzatılarak karşılanır. Çok büyük felaketlerde diğer dayanışma ortaklıkları da devreye girer.
Bu sistemde doğacak herhangi bir zarar herkes için zarar olur. Zarar doğmadığı takdirde hiçbir şey ödenmez. Dolayısıyla ortaklar birbirlerini yardımlaşarak korudukları gibi aynı zamanda zarara sebebiyet vermemeleri için birbirlerini uyarır. Bu sistem, yalnız mağdur olanları korumakla kalmaz, aynı zamanda tüm sosyal yapıdaki akışın sağlanmasını gerçekleştirir. Borçlu, borcunu ödemediğinde mağdur sadece alacaklı değildir. Alacaklıdan alacaklı olanların tamamı mağdur hâle gelir.
10-Genel Hizmet Ortaklıkları
Uygarlaşma kavramı içinde iş bölümü önemli bir yer tutar. Bir kimse çok iş değil de bir iş yaptığı zaman çok daha verimli üretim yapabilir. Öncelikle iş değiştirmeyle harcanan ara zamanlardan tasarruf etmiş olur. Örneğin biri, bir makineyi üretirken on çeşit iş yapar ve ancak birkaç gün içinde bir makineyi imal eder. Bir işten diğerine geçerken daima bir miktar zaman kaybeder. Hâlbuki on kişi ayrı ayrı birer iş yaparlarsa bu kaybedilen zaman fazlasıyla kazanılmış olur. Bir iş, bir makinede yapıldığında, o iş için “ayarlama” gerekir. On çeşit iş yapıldığında, bu ayarlama zamanları boşa harcanmış olur. Hâlbuki on kişi ayrı ayrı işleri yaparsa bir defa ayarlamayla devamlı çalışılmış olur. Demek ki iş bölümü ayarlama zamanlarının da tasarrufuna sebep olur. Diğer taraftan on çeşit iş yapılırken değişik araçlar kullanılır. Birini kullanırken diğeri boş kalır. Ancak onda birinden yararlanılabilir. Hâlbuki iş bölümü yapılıp herkes bir makineyi kullanırsa makineler daima dolu çalışmış olur. Bu da üretimi büyük bir şekilde verimli hâle getirir, maliyetleri de düşürür. İnsan araba kullanmayı öğrenirken büyük sıkıntılar çeker. Öğrendikten sonra ise artık alt bilinç ile farkında olmadan arabayı kullanır hâle gelir. Hatta daha çok kullanmaya başlandığında, araba kullanmak sıkıntı olmaktan çıkar, ihtiyaç hâline gelir. Bir kimse bir işi sürekli yaptığı zaman onunla o kadar bütünleşir ki sanki iş yapmıyormuş gibi en kaliteli bir şekilde işlere devam eder.
Bu sebepledir ki iş bölümü sayesinde verim birkaç misli artar. Uygarlaşma, iş bölümünün artmasına sebep olur. Bu da işletmelerin büyümesini zorunlu kılar. Küçük firmalar büyük firmaların yanında yaşayamaz duruma gelir. Küçük firmalar elenir, büyük firmalar tekelleşir. Bu durum, başka bir bakımdan işletmeyi hantallaştırır ve verimini düşürür. 20. yüzyılda büyük firmalar, dünyayı tekelleri altına alacaklarını sanmış ama başaramamıştır.
Tarım ancak küçük boy işletmeler hâlinde yapılabilir. İnşaat, büyük boy işletmeler tarafından yürütülebilir. Sanayi ise orta boy işletmelerin işidir. Dolayısıyla öyle bir ekonomik düzen kurulur ki her üç işletme çeşidi de kendi sahalarında yaşayabilir ve iş bölümlerini büyütebilir.
Küçük işletmelerin büyük işletmeler gibi iş bölümü suretiyle üretimi ileri seviyede yapabilmeleri için iki araca başvurulur: Biri, “standartlaşma”dır. Her parça ayrı bir malmış gibi üretilir. Sonra bu parçalar birleştirilerek tek makine hâline gelir. Parçalar ayrı ayrı kimseler tarafından üretildiği hâlde, proje ve kontrol sayesinde her parça ayrı bir mal olur. Böylece büyük makinelerin küçük parçaları küçük işletmeler tarafından üretilmiş olur. Diğeri ise “genel hizmetler” olup bu hizmetleri kesintisiz sağlayacak sistemin kurulmasıdır. Küçük firmalar emek vererek parçaları üretebilir ama gerekli olan hizmetleri küçük parçalar hâlinde yapamaz. Çünkü hizmetler ancak büyük işler içinde finanse edilebilir. Küçük işletmelerin de muhasebeye ihtiyaçları vardır. Ancak bu, vermiş oldukları emeklerin %1’i kadardır. Bir işçi, bir üretim yaparken başka bir çalışandan muhasebe hizmetini almak zorunda kalır. İşte üretici olmayan ama üretim için gerekli olan ve ortaklaşa yapılması zorunlu bulunan işleri iş bölümü içinde yapan bir hizmet sınıfı vardır. Bunlar, bir işletmenin değil, küçük birçok işletmenin hizmetlerini yaparak küçük firmaların eksikliklerini tamamlar. Küçük firmaların da büyük firmalar gibi iş yapabilme imkânını sağlarlar. Bu hizmetlerde arz ve talep kanunları geçerli olamaz. Nedeni, yaptıkları işe göre üretim olmamasıdır. Bununla beraber serbest rekabete de ihtiyaç vardır. Ekonomide rekabet olmazsa müdahale zorunluluğu doğar. Bu da insanların serbest iradesini yok eder. Bu sebepledir ki buradaki ücret harcanan saatlerle değil, sorumlulukla orantılı olarak gelirlerden paylaştırılır. Doktor hastayı iyi ettiği için değil; sağlam olan insanı hasta etmediği için bir pay alır. Yani kaç kişinin sağlığını korumayı tekeffül etmiş ise o kadar sağlık gelirinden pay almış olur.
Bugün kamu görevleri bakanlıklar hâlinde yerine getirilir. Bakanların sayıları ve görevleri gelişigüzel hükümetler tarafından belirlenir. Oysa fıkıhçıların kabul etmiş oldukları bir sistem vardır. Delile dayanmayan ve delillerden istinat edilmeyen hiçbir hüküm geçerli değildir. Fıkıhçılara göre bütün kurallar, kâinatı ve insanı var eden kuvvet tarafından ortaya konmuştur ve doğaldır. İnsan, kâinatın yapısını değiştiremez. Kendisi yeni varlıklar ve yeni kurallar üretemez. Sadece onlardan yararlanır. Dolayısıyla fıkıhçılara göre yasa yapmak, yasa koyucunun takdirine bırakılmış bir faaliyet değildir. Yasmanın görevi, mevcut olan yasaları ortaya çıkarmakla yükümlü olmasıdır. Bu da ancak bilimler aracılığı ile ortaya konulabilir veya çıkarılabilir.
Bakanlıkların görev ve yetkileri tespit edilirken de bilimsel bir dayanağa ihtiyaç vardır. Kâinat ilk olarak kullanılmak üzere düzenlenmiş canlı ve cansız varlıklardan oluşur. İkinci olarak ise bu kâinatı kullanarak yaşayan sahibi sıfatıyla insan vardır. İnsan ile kâinat arasındaki ilişki, varlık âlemini oluşturur. İnsan bilen ve yapandır. Kâinat ise bilinen ve yapılandır. Yani insanda öyle meleke vardır ki onunla kâinatı bilir ve onda değişiklik yapar. Kâinatta da öyle özellikler vardır ki gönderdiği işaretlerle onu insan bilir ve ona göre kendisini tanıtır. Sonra da onun iradesine uyarak onun istediği şekle girer.
Genel hizmetin içinde bu dört işlemin kaydedilmesi gerekir ve yukarıdaki şekilde ve tabloda gösterildiği gibi bunlar dört çeşittir: evrak işleri, zimmet muhasebesi, envanter işleri ve demirbaşlar muhasebesi. Böylece dört hizmet ve dört bakanlık ortaya çıkmış olur.
Kâinatta parçacıklar ve bir de dalgalar vardır. Parçacıkların birleşmesi ile bitkiler ortaya çıkar. Dalgalar sayesinde sinir sistemi elektronik devreler meydana getirir. İnsanların parçaları idrak etmesi fikirleriyle, dalgaları idrak etmesi ise hisleriyle gerçekleşir. Fikirler toplumda bilim müessesesini, hisler ise din müessesesini oluşturur. Bunların eğitimi ve araştırılması birer bakanlığa tekabül eder. Bilimsel eğitim okullarda, dinî eğitim ise mabetlerde yapılır. Dinler insanların ihtiyaçlarını tespit eder, toplumdan bu ihtiyaçların karşılanmasını talep eder. Bilimler ise bunların nasıl yapılacağını tespit eder. Böylece “ahlaki eğitim, talep oluşturma, araştırma ve bilimsel eğitim” bakanlıkları olmak üzere dört bakanlık daha ortaya çıkar.
Diğer taraftan kâinatın sahibi olan insan da iki şekilde kendisini gösterir. Biri, her bir insan ayrı ayrı kâinatla ilişki kurar, çalışır ve yaşar. Diğeri ise topluluk oluşturur ve ortak ürettiklerini bölüşerek ayrı ayrı yaşar. Kişinin topluluğa uyabilmesi için mesleki eğitime ve ehliyete ihtiyacı vardır. Ortak üretimlerin bölüşebilmesi için da ortak kuruma ihtiyacı vardır. Böylece, insanın mesleki eğitim alması ve birlikte yaşaması için savunma eğitimi alması gerekir. Elde edilen ürünlerin depolanması ve sonra da bölüşülmesi söz konusu olur. Böylece dört bakanlık daha ortaya çıkar: Mesleki eğitim bakanlığı kimlerin yapacağına, siyasi eğitim bakanlığı elde edilen ürünlerin kimlere ait olacağına karar verir. Ortak malların depolanması için depolama bakanlığı (bütçe bakanlığı), elde edilen ürünlerin bölüşülmesi için de kredileşme bakanlığı da (bankalar) eklenerek dört bakanlık daha ortaya çıkmış olur.
Buraya tablo girecek
Bu bakanlıklar, 6 kutup ve merkeze bağlı olan 6 bağlantı ile sağlanır. Bunun yanında daha yan bağlantılar vardır. Kâinat ile bilim arasında basın, kâinat ile din arasında yayın, kâinat ile ekonomi arasında ulaştırma, kâinat ile siyaset arasında haberleşme bakanlıkları oluşur. Ayrıca bilimle insan arasında planlama, din ile insan arasında sağlık, ekonomi ile insan arasında bakım ve siyaset ile insan arasında güvenlik bakanlıkları meydana gelir.
Bilimle ekonomi arasında noterlik, ekonomi ile din arasında kontrol, din ile siyaset arasında soruşturma, siyaset ile bilim arasında yargılama hizmetleri vardır. Bunların her biri, ayrı bakanlıklar tarafından yürütülür. Bunların başında başbakan bulunur, ayrıca İlmî, dinî, mesleki ve siyasi bakanlar başbakan yardımcısı görevlerini yapar. Diğer bakanlıklar bunların koordinasyonunda çalışır. Böylece bakanlıkların sayısı gelişigüzel değil, kâinatın ikili yapılı sistemi içinde bilimsel olarak ele alınmış ve belirlenmiş olur.
11- Tüccarlar ve Esnaflar
Üretim ve tüketim bucaklarda yapılır. Gelişmiş ekonomilerde bucaklar, ürettiklerini tüketmez. Ürettiklerini başka bucaklara satarlar. Başka bucakların ürettiklerini sattıklarına karşılık satın alırlar. Böylece tüm dünya hücreleri birer bucak olan bir tek sosyal canlı hâline gelmiş olur. Buradaki zorluk, bucakların neleri üretmeleri gerekti- ğinde ortaya çıkar. Her bucak mümkün olduğu kadar az tür mal üretir ve dünyadaki diğer bucaklara dağıtır. Oralarda üretilmiş olanlar da bu bucağa gelir, bucak o gelenlerle yaşar.
Bucak içindeki üretim yapma işi, doğrudan ücretle ilgilidir. Yani, elde edilen ürünler harcanan emeklere göre bölüşülür. Her ürünün emek cinsinden değeri bulunur. Örneğin bir kg buğday yarım saat veya bir otobüse binme çeyrek saattir deriz. Yani ortalama bir işçinin bu mal veya hizmetleri yarım saat veya bir çeyrek saat çalışması sonucu elde eder, demiş oluruz. Bunu tüccarlar alırlar. O mala ihtiyacı olanlara götürürler. Onlara bu malları verirler. Onlardan karşılığında aldıkları malları o bucağa götürürler. O bucaktakilere verirler. Böylece bucaktakiler ürettiklerini başka bucaktakilerle değiştirmiş olur. Bu değiştirme tüccarların bu mallara olan ihtiyaç sahiplerini bulmaları sayesinde gerçekleşir. Malların fiyatları doğar. Bir insanın yaşattığı gün sayısı, onun yararını ortaya koyar. Malın değeri, gün bölü saattir. Yani bir saat çalışan kimsenin bir günde yaşatabildiği kişi sayısıdır. Bu malların, bölüşülürken kaç saat karşılığı olarak verileceği miktar ise malın fiyatını gösterir. İşte tüm insanların, neyi üreteceklerine ve neyi tüketeceklerine bu “fiyat mekanizması” karar verdirir. Herkes pahalı satabileceği malı üretir, ucuz alabileceği malı tüketir. Dolayısıyla bütün malların stok miktarları “fiyat” sayesinde dengede kalır.
İnsan vücudunda şekerin eksilmesi, kanın bir özelliğini değiştirir. Hormonlara az şekerli mal gelir. Hormon bezleri buradan anlarlar ki şekere ihtiyaç vardır. Hormon bezleri bir hormon salgılar. İnsanın bütün hücrelerine şeker üretme emrini verirler. Vücut içinde şeker miktarı dengede kalır. İşte fiyat da bir tür hormon vazifesini görür. Bu şekilde malın daha çok üretilmesi veya daha çök tüketilmesi emrini bütün dünya insanlarına vermiş olur.
Ne var ki bu emrin üreticiden tüketiciye veya tüketiciden üreticiye ulaşabilmesi için aracılara ihtiyaç vardır. Fiyatları aynı zamanda bunlar belirler. Burada istenen şudur: Fiyatların rekabet içinde belirlenebilmesi için fiyatlara müdahale edilememesi gerekir. Tüccarların arasında da tekelleşme olmamalı, asgari masrafla mal üreticiden tüketiciye ulaşabilmelidir.
Peygamberler sisteminde tekeli önlemek için faiz yasaklanmış, gelir vergisi yerine sermaye vergisi konulmuştur. Faiz yerine de selem farkı ve kredileşme hakları ikame edilmiştir. Ayrıca depolama ve nakliye kamu tarafından yapılarak tüccarların kolayca ticaret yapmaları sağlanmıştır. Bu sayede fiyatlar bütün dünyada eşit hâle getirilmek istenmiştir. Bugün bir bilgisayar alınmak istendiğinde, nerede olunursa olunsun birbirine yakın fiyatlarla karşılaşılır. İşte bu ve benzeri durumlar, peygamberler sisteminde pazarda satılan patates, domates, elma, üzüm gibi bütün mallara yaygınlaştırılmıştır. Ticarette kâr haddi konmamış, tamamen serbest bırakılmıştır. Ama sermayeye ihtiyaç olmadan ve başka hiçbir şart bulunmadan ticaret yapma imkânı ile kâr minimize edilmiştir. Bugün bir malı ucuz alıp beklettikten sonra onu pahalı satarak ticaret yapan tüccar, peygamberler sisteminde az malı alıp sattıktan sonra yeniden tekrar alıp satma imkânına sahip kılınmış, böylece tüccar yıl içinde kazanacağını kazanır hâle gelmiştir. Merkezî sistemin aksine ortaklık sisteminde aracı kârı asgariye inmiş ama fiyatlar da tamamen üretici ve tüketici arzusuna göre oluşmuştur. Böylece bir bucak kendi içyapısı içinde tamamen bağımsız bir sosyal/ toplumsal hücre olarak varlığını sürdürebilir hâle gelmiştir. Hücreler özelleşerek merkezî hücrelere (dokulara) dönüşmüş, böylece topluluklar arasında iş birliği ortaya çıkmıştır.
12-Kamu Görevlileri
Bucak, barış ve güven üzerine kurulur. İsteyenler bir kooperatif kurar. Kooperatife ortak olanlar, bir yerde toplanarak çalışmada ve yaşamada anlaşmış olanlarla bir arada yaşar. Kendileri bir kooperatif bono senedini çıkarır. Kendi içlerinde bunu değişim aracı, bir nevi nakit olarak kullanırlar. Bucak dışı ile olan ilişkileri ise o ülkenin para birimi ile yaparlar. Ayrıca kendi aralarında çıkan nizaları tahkim usulüyle çözerler. Kooperatiflerin ceza verme yetkisi olmadığı için ortaklarına ceza veremezler. Ancak ortaklarını her zaman kooperatiflerinden çıkarabilirler. Kooperatifteki taşınmazlar, kooperatife tescilli olduğu için ortağın bu çıkarmaya karşı direnme gücü yoktur.
Bugünün merkezî yönetimi esas almış dünyasında, bucağa kamu ile ilgili işleri yapma yetkisi verilmemektedir. Ne var ki ortaklık düzeni makroda da yayıldığı zaman, yani merkez bucakları da ortaklık sistemiyle yönetilmeye başladığında yine taşra bucaklarının kamu düzenini silah zoruyla tesis etme görev ve yetkileri olmamalıdır. Taşra bucakları halkın kendi rızalarıyla kurallara uyan insanlardan oluşur. Bucaklarını beğenmeyenler başka bucaklara gidebilir. Taşınma hâllerinde herhangi bir zarara ve sıkıntıya uğranılmaması için kooperatiflerin ana sözleşmelerine gerekli düzenlemeler yapılır, çözümler konulur.
100 kadar taşra bucağı birleşerek bir il merkez bucağı kurar. Hakem kararlarına kendi rızalarıyla uymayanlara karşı müeyyideler burada uygulanır. İlçe merkez bucakları, bu il merkez bucağına bağlı olur. Genel hizmetin sorumluları bu kooperatifte yer alır. Gerektiğinde hakemlerin kararı ile hakemlerin kararlarına uymayan kişilere müeyyideler uygulanır. İç güvenlik, bu suretle iller tarafından sağlanmış olur. Dış savunma ise 100’e yakın ilin bir araya gelerek ülkede kuracakları merkez bucağı tarafından yapılır. Bu, aynı zamanda ülkenin merkez ili olur. Bölgelerdeki merkez iller de buraya bağlanır.
Uluslararası ortak bir silahlı güç olmaz. Hakem kararlarıyla savaşılmasına karar alınan devletlere karşı isteyen devletler, ortak askerî ittifaklar kurarak o devletle savaşır ve o devleti yıkarak paylaşabilir. Hakem kararlarına uyan devletler barış devletleri, aksine hakem kararlarına uymayan devletler ise savaş devletleri kabul edilir. İbrahim Peygamber tarafından gerçekleştirilmek istenen “dünya barışı” Tevrat’ın İncil’in, Kur’an’ın, Vedaların ve Budizm’in ana hedefleri olmuştur. İbrahim Peygamber buna “silm kökünden gelen İslam/barış düzeni” adını vermiştir. Bugün yanlışlıkla sadece Kur’an ehline verilen “İslam” kelimesi aslında bugünkü büyük dinlerin ortak adıdır. Yani Tanrı’yı ve Tanrı’nın göndermiş olduğu kitapları kabul eden 4 büyük uygarlığın ortak adıdır. Kapitalizm ve sosyalizm, bu uygarlıklarla savaşa girişmiş, Tanrısız bir dünya düzenini kurmayı hedeflemiştir. İnsanlık anayasası kavramı, buna karşı bir savunma tezidir. İnsanlık anayasası ne sosyalizmin ne de kapitalizmin kendi düzenlerine karşıdır. İsteyenler istedikleri düzen içinde yaşayabilir. Kendi bucaklarını istedikleri gibi yönetebilirler. Kuracakları il merkez bucakları ile iç güvenliğini de istedikleri gibi sağlayabilirler. Hatta devletlerini de kurabilirler. Kendi sosyalist, kapitalist veya karma sistemleriyle devletlerini yönetebilirler. Bunların hiçbirisine insanlık anayasası mani değildir. İnsanlık anayasasının karşı çıktığı ana konu, “merkezî yargı sistemi”dir. İnsanlık anayasasına göre yargı tahkim sistemine ve usulüne dayanır. Tahkime dayalı yargı kararları bütün diğer kurumların üstünde kabul edilir. Yargı kararlarına uyan bucaklar, iller ve ülkeler barış ülkeleri sayılır. Uymayanlara karşı bir olup kendilerini savunurlar. İnsanlık anayasası kavramının ana esası ve kısaca özeti budur.
Genel hizmetler ile kamu görevleri arasında bir beraberlik vardır. Genel hizmette ne varsa kamu görevlerinde de o vardır. Aralarındaki tek fark, genel hizmette son söz hizmet alanın iken kamu görevinde ise son söz görev yapanındır. Barışın demokratik yoldan sağlanamadığı yerlerde meşru silahlı güç oluşturulur, askerî yöntemlerle barış sağlanır. Asıl olan, genel hizmetlerdir. İhtiyaç duyulduğu zaman kamu görevi söz konusu olur. Dolayısıyla kamu görevi yapanlar, genel hizmet yapanlar arasından görevlendirilir ve arızi ücret verilir. Bugünün en büyük sorunu olan bürokrasi hastalığı da böylece şimdilik hiç olmazsa bucaklar içinde çözülür. İleride merkez bucakları kurulduğunda makroda da çözülmüş olur.
DEĞERLENDİRME
VE
SONUÇ
Bu çalışmada, mevcut düzenlerde hukuk uygulamasının yürürlükteki anayasa metni ile gerçekleşeceği, buna karşılık düzeni değiştirme ve geliştirmenin anayasa bilimi ile olacağı esasından hareketle anayasa bilimi çerçevesinde sonuçlara varılmıştır. Sorunların kaynağının kişilerde ve uygulayıcılarda olmadığı, siyasi iktidarlar eliyle veya daha fazla eğitim verme yoluyla çözülemeyeceği, temel sorunların özellikle siyaset kurumunun teşkil ediliş şekline dayalı çarpıklıklardan kaynaklandığı belirlenmiştir. Toplumsal yapının teorik temellerine inilmiş, olması gereken şekli ortaya konulmuş, yapısal nitelikte düzen değişikliğine gidilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu sonuca varılmasında, tarihi süreçte yer alan toplumsal kuramların karşılaşılan sorunları çözme şekilleriyle düzen değişikliği gereken yerlerde bu değişikliği yapabilenlerin başarılı oluşları ve çıkan sorunların üstesinden gelebilişleri etkili olmuştur. Ayrıca günümüz şartlarında bu değişikliğin yapılması gerektiği sonucuna varılmış, bu nedenle gelecekle ilgili önce kavramlar geliştirilmeye çalışılmış, bu maksatla ilke ve varsayımlar belirlenerek bir model önerilmiştir.
Çalışmanın Birinci Bölümü’nde, insan, toplum ve insan ile toplumun arazları temel kavramlar olarak ele alınmış, çalışmada devleti merkeze almak yerine insanı ve insanlığı merkeze almak gerektiği sonucuna varılmış; bu kabul, olaya bakış açısını tamamen değiştirmiştir. İnsanın bir canlı olduğu, canlılar arasındaki biyolojik evrimin insana kadar geldiği, onunla birlikte biyolojik evrimin durduğu, buna karşılık yeni bir toplumsal evrim sürecinin başladığı, söz konusu sürecin insanla birlikte biyolojik olmaktan çıktığı, toplumsal evrim olarak yeni bir şekil aldığı tespit edilmiştir. Diğer canlılardan doğaya uyum ve doğal korunma bakımından daha zayıf olan insanın, bu eksikliğini sosyal/toplumsal yönüyle giderebildiği görülmüştür. Önce aile içinde yaşamış; sonra ocak, bucak, il ve nihayet devlet gibi hiyerarşik düzenler oluşturarak hiçbir canlıda bulunmayan olağanüstü bir güce erişmiş, diğer canlılara egemenlik kurabilmiştir. Sonunda, toplumsal evrim sayesinde, insanın diğer canlılardan ayrıldığı, diğerlerine üstünlük kurabildiği bir diğer önemli sonuç olarak karşımıza çıkmıştır.
Ayrıca genetik üzerinde yapılan araştırmaların homo sapiens sapiens insanın bir anne ve babadan meydana geldiği, ilk insanla günümüzdeki insan arasında genetik bakımdan bir fark olmadığı görülmüş, bu çerçevede olmak üzere insanlık kavramına ulaşılmış ve tanımı yapılmıştır. Bu tanım çerçevesinde ilk insanın iktisadi bakımdan meyve toplayarak hayatını sürdürmeye başladığı; avcılık, çobanlık, tarım, pazar ve sanayi dönemlerini yaşadığı; siyasi bakımdan önceleri aile ve aşiret hâlinde sosyal disiplin içinde yaşadığı; kabile, site/kent devletleri, devletler ve imparatorluklar kurabildiği göz önüne alınmıştır. İnsanın bu özelliği, sosyal evrimin açık bir tezahürü olarak karşımıza çıkmıştır.
Burada insanın biyolojik, psikolojik, sosyolojik olarak tanımlanmasının, aynı zamanda toplumun da o derecede aydınlanması veya aydınlatılması demek olduğu gerçeğine ulaşılmıştır. İnsanın merkeze alınmasının, bütün bu ve benzeri bilim alanları arasında interdisipliner ve multidisipliner bir yaklaşımın içine girilmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Her bilimin gelişmiş olduğu düzey esas alınarak bunlar arasında ortak alanlar bulunarak bir toplumsal yapı üzerinde durulması gerektiği, yaklaşımlar yapılabileceği anlaşılmıştır.
“İnsanlık” ve “insanlık anayasası” kavramlarının tanımı yapılırken ilk insandan günümüze kadar geçen aşamalarla birlikte günümüzde bulunduğu nokta göz önünde tutulmuş, gelecekte bu genetik özelikleri içinde hayatını sonuna kadar (biyolojide biyolojik ömrün tamamlanmasına, dinlerde ise kıyamete kadar) sürdürecek olan bir canlı türünün tamamı kastedilmiştir. Bu tanımla, insanlığın da diğer bütün canlılar gibi doğduğu, büyüyerek geliştiği, hâlen yaşamını sürdürdüğü, gelecekte yaşamını sürdüreceği ve nihayetinde ömrünü tamamlayarak hayat sahnesinden çekileceği sonucu ortaya çıkmıştır.
Çalışmanın İkinci Bölümü’nde, günümüzün tespitinin yapılabilmesi için toplumsal kurumların tarihî gelişimleri ele alınmıştır. Bu bölümde toplumsal yapıyı oluşturan iktisat, siyaset, din ve bilim olmak üzere dört temel kurum üzerinde durulmuş; bu dört kurumun ayırıcı özellikleri öne çıkarılmış, toplumsal yapıdaki önemlerinden dolayı ayrı ayrı ele alınmıştır. Bilimsel gelişmeler kadar peygamberlerin getirmiş olduğu toplumsal yapıya ilişkin sistemler de bilimsel verilerle araştırılmış, günümüz şartları ve toplumsal/sosyal kurumların gelişmişlik düzeyi göz önüne alınmış, günümüz şartlarında bilimsel verilerle ortaya konulmuştur. Peygamberlerin sadece dinî konularda önderlik yapmadığı, toplumsal yapıya ilişkin kurumlar konusunda da o kurumların kriterleriyle hareket etmiş oldukları gerçeğine ulaşılmıştır.
Bu bölümün İkinci Ayrımında sosyal kurumların ana sorunları ele alınmış, bu sorunların başında toplumsal yapının esasını teşkil eden kuvvetler ayrılığının teşkil edilişindeki çarpıklığa dikkat çekilmiştir. Bu çarpık teşkil edilişe bağlı olarak sorunların çözülemediği, çözüldüğü sanılan düzenlemelerin tersine sorunları artırdığının tespit edilmesi üzerine üçlü kuvvetler ayrılığı uygulamasının yetersizliği üzerinde durulmuş; iktisat, siyaset (idare), din ve bilim kumullarının dörtlü oluşu çerçevesinde yasama, yürütme, yargılama (denetleme) ve yönetme fonksiyonlarını kapsayan dörtlü ayrımın teorik temelleri belirlenmiştir. Fonksiyon eksikliğine ve karmaşasına dayalı toplumsal yapıların çarpıklığı ortaya konulmuştur. Sosyal evrim sürecinde insanın hislerine dayalı inançlarının dinî kurumları, düşüncelerine dayalı keşif ve buluşlarının İlmî kurumları, iradesiyle yaptığı işlerle sarf ettiği emeğinin iktisadi kurumları ve ünsiyetine ve sosyal bir varlık oluşuna dayalı hiyerarşik iş bölümlerinin siyasi kurumları oluşturduğu görülmüştür. Bu kurumların toplumsal yapı anlamında anayasalarda kuvvetler dengesi adı ile yer alması; yasama, yürütme, yargılama (geniş anlamda denetleme) ve yönetme (dar anlamda idare) işlevlerini görev olarak yerine getirmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu çerçevede olmak üzere yasama işlevinin siyasilerin tekelinden alınıp bilim insanlarından teşkil edilecek bilim kurumuna, yürütme işlevinin yine siyasetin hegemonyasından kurtarılarak iktisat kurumuna, yargılama işlevinin ahlak ve din kurumuna, yönetme işlevinin ise diğer kuramlarla denge içinde kalması şartıyla siyaset kurumuna tevdi edilmek suretiyle bir denge kurulması gerektiği ortaya konulmuştur. Bu kapsamda olmak üzere kuvvetler ayrılığı kavramının kuvvetler dengesi şeklinde anlaşılması gerektiğinin önemine işaret edilmiştir. Ayrıca bu konuda ciddi bir yapısal değişiklik gerektiği vurgulanmıştır. Bu değişikliğin devletler tarafından devlet düzeyinde gerçekleştirilmesinin zorluğu göz önünde tutulmuş, uygulamaların bir bucak düzeyinde pilot denemelerle yapılması önerilmiştir. Bu yaklaşım aynı zamanda Üçüncü Bölüm’de takdim edilen bucak modeline de zemin oluşturmuştur.
Karşılaşılan sorunlar arasında merkeziyetçilik sorununa ayrı bir paragraf açılmış, yerinden yönetimin teorik temelleri ortaya konularak yerinden yönetim ile merkezî yönetim arasında bir denge kurulması gerektiği yaklaşımı üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda Üçüncü Bölüm’de önerilen bucak modeli, yerinden yönetimin bir örneği olarak geliştirilmiş ve önerilmişse de merkezî yönetim ile iş birliği ve iş bölümü de ihmal edilmeyerek yerelsellik ile küresellik arasında bir denge kurulmuştur.
Yine bu ayrımda iktisadi alanda ileri sürülen çağdaş görüşlere yer verilmiş, bunlardan kapitalizm ve sosyalizm üzerinde durulmuş, tekelciliği esas alan veya tekelleşmeye yol açan görüşlerin sorunları çözmesi bir tarafa, karşılaşılan sorunları artırdığı tespit edilmiştir. Bu kapsamda olmak üzere karşılıksız para çıkarma, mutlak mülkiyet anlayışının ortaya çıkardığı sorunlarla planlama yapma, kamu özel sektör ayrımındaki belirsizlik sorunları, kamu hizmeti ve görevi sorunlarına yer verilmiştir. Bu sorunların giderilmesinde küçük ve yerel birimlerin önemine işaret edilmiş, örneğin bir sosyal hücre kabul edilen bucak düzeyinde ele alınmadan devlet düzeyinde çözümlere ulaşılmayacağına dikkat çekilmiştir.
Çalışmanın Üçüncü Bölümü’nde, Birinci ve İkinci Bölümlerde ortaya konulanlar ışığında bir senteze ulaşılmış, bir model önerilmiştir. Önerilen model takdim edilmeden önce, modelde dayanılan ilkelerle varsayımlar sıralanmıştır. Bu ilke ve varsayımlar aynı zamanda insanlık anayasası kapsamında ileri sürülmüştür.
Bu çalışmada kabul edilen varsayımlar:
-Birleşik cisimlerin parçalardan oluştuğu göz önünde tutularak “parça varsayımı”.
-Kâinatta her şeyin bir denge içinde olduğu ve kâinat içinde asıl olan dengenin kurulması olduğundan bahisle denge “varsayımı”.
-Kâinattaki dengenin başta ikili sistem ve onlu sistem olmak üzere standart sayılarla kurulmasından dolayı “dengede seçkin/standart sayılar varsayımı”.
-Kâinatta israf olmadığı, her şey en az (asgari) imkânlarla gerçekleştirildiği, buna paralel olarak kâinatın yapısında basitten mürekkebe gitme esasının bulunduğundan dolayı “basitlik/ sadelik varsayımı (basitten mürekkebe gidiş varsayımı)”.
-Sosyal yapının kâinatın bir parçası olduğu ve oluşların analog sayılması gerektiğinden dolayı, “doğal-sosyal olay benzerliği varsayımı”.
-Canlılarda ve insanlardaki “gaye ve irade varsayımı”.
-Canlılarda devamlı çoğalma güdüsü bulunduğu, sayılarının artıp durduğundan dolayı “neslin devamı ve çoğalma güdüsü varsayımı”.
-“Hukukun hakka dayanması ve hukukun üstünlüğü varsayımı”.
-“Hukuk üretmede kişinin önceliği varsayımı”.
Bu varsayımlar gerek insanlık anayasası kavramının ortaya konulmasında gerekse önerilen bucak modelinin geliştirilmesinde esas alınmış, modelin tamamı bu varsayımlar çerçevesinde yürütülmüştür.
Bu ilkeler ve varsayımlar ışığında ilk sosyal/toplumsal hücre, “bucak modeli” adıyla takdim edilmiştir. Modelin geliştirilmesinde doğal hukuk görüşü ile pozitif hukuk arasında bir senteze ulaşılmıştır. Biyolojik görüş ile toplumsal sözleşme görüşü arasında bir denge kurulmuştur. Bu çerçevede olmak üzere insanlık bir canlıya benzetilmiş, sorunların tespiti ve çözümünde bu görüş öne çıkarılarak insanlığın hücresi olarak bucak kabul edilmiştir. Bucaklarda sorunların yeterince çözülmedikçe, devletlerin ve insanlığın yeterince çözümlere ulaşmasının mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır. Böyle bir kabul, küçük birimlerden hareket etmeyi gerektirdiğinden öncelikle sivil inisiyatifi ve demokratikliği de öne çıkarmıştır. Dememelerde başarı elde edilirse diğer bucaklara teşmil edilmesi esası getirilmiş, bucaklar arası yarışın önü açılmıştır. Böylece bütün insanlık camiası tarafından yeni bir düzen araştırılmasına girilmesi, sanayi dönemi ve bilgi çağı dönemi anayasasına uygulamalı olarak ulaşılması sistemi ortaya konulmak istenmiştir. Anayasa metinlerine aşağıdan yukarıya, yerelden küresele doğru geliştirilen ortak uzlaşma suretiyle varılması gerektiği sonucu elde edilmiştir. Anayasa metinlerinin gelişmesinden çok, topluma ait düzenlerin oluşması ve gelişmesi esas alınmıştır.
Diğer taraftan anayasaların düzenleri yansıtması gerektiğinden hareketle asıl olanın düzen olması esası da kabul edilmiştir. Düzenin kendisinin fiilî anayasa olduğundan hareketle yazılı anayasaların o düzenin metin olarak bir ifadesi olması gerektiği ortaya konulmuştur. Düzen değişikliğinin temelinde, anayasaların yaşanan düzenin sözleşmelere dayalı metin şeklinde ifade edilmesi, bir kuvvetin veya ekseriyetin dayatması olmaması, kişilerin onu bilerek ve isteyerek rızalarıyla kabul etmeleri ve uygulamaları öne çıkarılmıştır. Tarihî gelişmelerin ortaya koymuş olduğu gerçeğin toplumların mevcut yazılı anayasalardan çok fiilî hayattaki düzeni esas almış olduklarını ve uyduklarını göstermesi, bu varsayımda etkili olmuştur. Dolayısıyla daima halk ile uygulayıcılar arasında ortaya çıkan anayasal çatışmalar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
Devlet ve insanlık gibi büyük düzeylerde deneme yapmanın zorluğu hatta imkânsızlığı üzerinde durulmuş, sosyal bilimler ve hukuk alanında deney yapacak bilim insanlarının emrine ne insanlığı ne de devletleri vermek mümkün olmadığı gerçeği ortaya çıkmıştır. Esasen bir bucağın dahi bu konuda farklı olmadığı anlaşılmıştır. Bu nedenle yerinden yönetim sistemi çerçevesinde bucak düzeyinde pilot uygulamalar öne çıkarılmıştır. Pilot veya doğrudan bucak uygulamalarının bilim insanları için ayrı ayrı gözlenebilecek birer deney yeri hâline gelmesi üzerinde durulmuştur. Bilim insanlarının bucakları ve bucak içindeki ocakları gözlemlemesi, bu sayede bilimsel sonuçlara kolayca ulaşabilmesi, bu şekilde oluşturulacak metinlerin bilimsel hâle getirilmesi esas alınmıştır.
Bucak modeli ile öncelikle etkin bir “yerinden yönetim” öne çıkarılmıştır. Buna ek olarak göçü ilke edinen “hicret/göç demokrasisi” adını verdiğimiz bir diğer varsayım da geliştirilmiştir. Ekseriyete dayalı demokrasilerde siyasi partilerden en çok oy alanın isteklerine ve dayatmalarına diğerlerinin uyması düşüncesi yerine demokratik birimlerde karar alma mekanizması küçük birimlere aktarılmış, kararlara muhalif olanların veya uymak istemeyenlerin önüne mağdur olmaksızın göç seçeneği getirilmiş, toplum içinde denge ve ahenk korunmaya çalışılmıştır. Demokrasilerde sorunların en küçük yerel yönetim birimleri olan bucaklarda çözülmesi gerektiği, illerin ve devletlerin yönetiminin ise merkez bucaklarda gerçekleşeceği, sonuçta her sorunun bucak veya bucak merkezi olmak üzere yine bir bucakta çözüleceği bir sistemin temel ilkelerine yer verilmiştir. Taşradaki bucaklara merkez bucaklar tarafından hükmedilmediği, her bucağın kendi yasaları ve düzenleri olduğu, bunların içinde birinin merkez bucak kabul edildiği, merkez bucağın yasaları ve düzenleri sadece kendi sınırlarında geçerli sayıldığı bir model geliştirilmiştir. Bu modelde siyasi ve iktisadi birimler olarak on civarında bucak bir ilçe, on civarında ilçe de bir il meydana getirmiştir. Kuralların siyasi birimler olan bucaklarda konulması, hizmetlerin ise iktisadi birim olan ilçelerde görülmesi sistemi kurulmuştur. Bu sayede merkezin, taşradan gönderilen temsilciler tarafından yönetildiği, merkezin taşraya değil, taşranın merkeze egemen hâle geldiği bir sistem geliştirilmiştir.
Önerilen sistemde yüze yakın ocak birleşerek bir bucağı, yüze yakın bucak birleşerek bir ili, yüze yakın il birleşerek bir devleti oluşturmaktadır. Yüze yakın devlet de insanlığı meydana getirmektedir. Geliştirilecek insanlık anayasasının kişi hak ve hürriyetlerinin yanında ocakların, bucakların, illerin, ülkelerin ve insanlığın haklarını, örgütlenmelerini ve yetkilerini düzenleyen bir metin olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Her ocağın, her bucağın, her ilin ve her ülkenin yasasındaki farklılıklar doğal kabul edilmiştir. Bu bilimsel araştırmada sayılan yerel birimlere “Şöyle yapın, böyle yapmanız gerekir.” diye bir öneride bulunulmaması, sadece “Şöyle yapılırsa böyle olur, diğer şekilde bir uygulama yapılırsa başka sonuçlar alınır.” denilmesi gerektiği öne çıkarılmıştır. Uygulamacılara bilim insanları tarafından sadece doğal veya toplumsal/sosyal kanunların anlatılması, uygulamacıların kendi zevklerine ve isteklerine göre kendi yasalarını kendilerinin yapması gerektiği üzerinde durulmuştur. Anayasa biliminin görevi bu şekilde belirlenmiş, çözümlerin varyantlarını bulması, her kademedeki toplumsal birimlere ve temsilcilere yardımcı olması, onlara dayatmaması, alternatifler sunması öne çıkarılmıştır.
Bu çalışmada ekseriyet sisteminin sakıncalarının giderilebilmesi için ocak ve bucak sistemi ön plana çıkarılmış, bucak başkanları tarafından alınacak kararların istişare sonunda alınması üzerinde özellikle durulmuştur. Başkanın bu kararlarına karşı hakemler nezdinde itiraz edilebileceği, hakemlerin kararlarının nihai kabul edileceği ve başkanları da bağlayacağı esası kabul edilmiştir. Böylece bucaklarda yönetimin etkinliği kadar hukukun üstünlüğü de sağlanarak denge kurulmuştur. Bucak başkanın kurallara uymayanları sürmesinin yanında, o bucağı veya başkanlarını beğenmeyenlerin başka bir bucağa gitme hakkına ve imkânına sahip olması kuralına yer verilmiştir. Ortaya mağduriyet çıkmaması için taşınmazlarının bir vakıf veya bir kooperatif tarafından satın alınabileceği sistemlerin kurulması gerektiği ortaya konulmuştur. Bu kişilerin gidecekleri bucaktaki taşınmazlar ile değiştirebilmeleri imkânı da getirilmiştir. Ayrıca yeter sayıyı bulanların, ocaklarını ve bucaklarını kurma hakkına sahip olmalarına da imkân tanınmıştır. Böylece insanların hem özgür yaşayabilmelerinin hem de anlaşabildikleri ile bir araya gelebilmelerinin önü açılmıştır.
Son olarak bu çalışmada bir anayasa taslağı yapılması hedeflenmemiş, öncelikle kavramların geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. İnsanlık anayasası ile insanlığın yerinden yönetime göre en küçük yönetim birimleri olan bucaktan itibaren bağımsız ve özerk olarak örgütlenmesi kastedilmiştir. Elli bin yıllık “göçebe dönem” ile on bin yıllık “tarım dönemi”nin ürünü hukuk düzenlerinden yararlanılmış, insanlığı sanayi dönemi ve bilgi çağı hukuk düzenine taşıyacak kavramlar geliştirilmiş, yöntemler belirlenmiştir. Doğuş uygarlığı hukuk düzenine “insanlık anayasası kavramı” adı altında bir başlangıç ve giriş yapılmıştır. “İnsanlık anayasası metni” çalışmaları ise bir ekip çalışması olarak devam etmektedir.
Dipnotlarr
1- Varsayım, eski dilimizde “faraziyenin” karşılığıdır. Bu sözcük, matematikte “usbilimsel sonuçlar çıkarmak üzere dayanak olarak öne sürülen önerme veya önermeler takımı” şeklinde tanımlanır. Eski dilimizde “kaziye” olarak adlandırılan önerme ise sav anlamında “verilen belirli varsayımlar altında kanıtlanması önerilen genel vargı” olarak tanımlanır. Çöker, D. - Karaçay, T., Matematik Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s. 292, 215. Ayrıca argüman kavramı için bk., Işıktaç - Metin, s. 11. Argüman (argument): Bir iddiayı, bir tezi, bir görüşü desteklemek, doğrulamak ve güçlendirmek amacıyla bir ya da daha fazla sayıda öncül ya da kabulden belirli bir sonucun çıkarsandığı kanıtlama tarzı ya da formuna argüman denir. Bir argüman geçerli ya da geçersiz olabilir, güçlü ya da zayıf olabilir ama bir argümanın kesin olarak doğru ya da yanlış olduğu söylenemez. Argümanların ancak birleşenlerinin yani öncüllerinin çıkarımının ya da sonucunun ayrı ayrı doğru veya yanlış olduğundan bahsedilebilir. Çünkü argüman “bir önerme veya bir görüş ileri sürmek için oluşturulan birbirine bağlı bir dizi ifade” olarak tanımlanmaktadır.
2- “Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yerel yönetimlere ve yerinden yönetime ağırlık veren bir politika izlenmiştir. 1921 Anayasası’nda, geniş yerel yetkilerle donatılmış ve üyeleri seçimle gelen vilayet şurası ve nahiye şurası gibi yerel yönetim biçimleri öngörülmüştü. 1924 tarihli Köy Kanunu ve 1930 tarihli Belediye Kanunu, yerel yönetimlere verilen önemi göstermektedir. Ancak daha sonraları kurulmaya başlanan merkezî yapılar, yerel yönetimlerin görevlerini birer birer üstlenmeyi başarmış ve kaynakları da kendilerinde toplamak suretiyle güçlü bürokratik ve merkeziyetçi kültür oluşturulmasına kaynaklık etmiştir. Merkezî yönetim kurumları, her türlü hizmeti kendi bünyelerinde toplamaktan dolayı aşırı büyümüş, günlük uygulamaların ve sorunların içinde boğulmuş, vizyon ve stratejik yönetim perspektifinden uzak olarak asli görevlerini yapamaz hâle gelmiştir.” Eryılmaz, Bürokrasi, s. 261-2.
3-Bu varsayımlann bir kısmı, daha önce yazmış olduğumuz Sosyal Denge I Devlet Yapısının Tarihi Seyri (İstanbul 1990, İşaret Yayınlan); Sosyal Denge Modeli II, Devletin Unsurları ve Kuvvetler Dengesi (İstanbul 1991, İz Yayıncılık) isimli eserlerimizde yer almıştır. Bu eserimizde yer almış olan varsayımlara ilaveler yapılmış ve önemlerinden dolayı güncellenerek yeniden yer verilmiştir.
4- Kur’an, Zariyat 51/1-2, 7-8; bu surede parçacıklardan (zerveden) bahsedilir. Bu ayette zervin kurallı dişi çoğulu (zariyat) kullanılmaktadır. Bir şeyin çoğul olabilmesi için sayılması gerekir. O hâlde zervler sayısaldır. Yani en küçük parçaları vardır. Zerven mastar olarak müfrettir. Bunun anlamı, bütün parçacıkların aynı fiili gerçekleştirdiğidir. Türü aynıdır ama sayıları çoktur. Bir şeyin çok olması demek, sayılabilir olması demektir. Yeri gelmişken Arapça dilinin çoğullarla ilgili özelliklerinden söz açmak gerekir. Arapçada üç çeşit çoğul vardır: 1- Kurallı müzekker çoğul ifadeleri tüzel kişiliği olan toplulukları ifade eder. 2- Kurallı müennes çoğul, sistem ve organizasyonları ifade eder. 3- Kuralsız çoğullar ise varlıklar arasında bir ilişki olmayan sayısal çokluğu ifade eder. Bir şeyin çoğulu olması için onların sayısal (digital) olması gerekir. Surede geçen, zariyat, hamilat, cariyat, mukassimat ifadelerinde kurallı müennes kullanılmıştır ve zerven, vikran, emren, yusren kelimeleri mastar olarak tekil kullanılmıştır. Yani bu taneler birbirine benzer tanelerdir. Sadece sistemli olarak (birbirine bağlı olarak) sayıları çoktur. Zirve etmek, etkisi altına almak demektir. Elektrikteki Maxwel formüllerinin 4 kanunu (elektrik), bu dört ayetle izah edilebilir. Allah bu surede yaratmış olduğu dört şeye yemin eder. Manası bu varlıklar nasıl gerçekse bu varlıklarla ilgili söylenenler de öyle gerçektir, anlamına gelir. Zerre, molekül demektir. Zerrenin küçüğünden (miskale zerretin) bahsetmektedir. Kur 'an, 10/61. Bu konuda ayrıntı için bk., Karagülle, Süleyman, http://www.akevler.0rg/AkevlerSeminerler/928/S0nEk/2/ HAMİLAT-YUKLER-K-M-31, Erişim Tarihi: 24.04.2016.
5- Yıldırım, Bilim..., s. 181.
6- “Biyolojik bir sistem son derece küçük olabilir. Hücrelerin çoğu ufacıktır ama çok etkindir; çeşitli maddeler üretirler, çevrede gezinirler, kıpırdanırlar ve her çeşit hayranlık uyandırıcı şeyi yaparlar; bunların hepsi de çok küçük bir ölçekte olur.” Feynman Richard, Tabanda Bol Bol Yer Var, Amerikan Fizik Topluluğu Toplantısı’nda Konferans 1959, zik. Hoffmann, Yaşamın..., s. 125; “Biyolojik sistemlerin moleküler makinelere dayanıyor olduğu ve bizim bu çeşit şeyler tasarlayıp inşa etmeyi öğreniyor olduğumuz gerçeğinden etkilenmişimdir.” Drexler K. Eric, Amerikan Fizik Topluluğu Toplantısı’nda Konferans, 1959, zik. Hoffmann, Yaşamın..., s. 125. Biyolojide en geniş ve etkili buluşlardan biri, hücre kuramıdır. Bu suretle bütün canlıların en küçük yapı taşlan olan hücrelerden oluştuğu kabul edilmiştir. Hücre kuramı, hücrelerin yaşamın atomları olduğu bir tür biyolojik atomculuğa denk gelir. Bk., Hoffmann, Yaşamın..., s. 50-51.
7- Kur’an Rahman, 7-9.
8-Evrim teorileri, çiftleşme ve seleksiyon kavramları ve ayrıntı için bk., Zaloğlu, Ş., "Evrim Teorileri," ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul 1986; “İşte, uygun bireysel farkların ve değişimlerin korunmasına ve zararlı olanların ortadan kaldırılmasına ‘doğal seçilim ya da en güçlünün yaşamını sürdürmesi’ diyorum.” Darwin, Charles, Darwin Kuramı: Seçme Yazılar-Eleştiriler, çev. Cem Taylan, Hürriyet Vakfı Yayınlan, İstanbul 1986, s. 63; Kur’an 15/21.
9-Entropi kavramı sosyal bilimlere de uygulanmıştır ve “entropi (entropy) sistemin düzensizliğe yönelişi, kaynak değişimi ve kanun yokluğu ve nihayet ölümü” olarak tanımlanmıştır. Negatif veya pozitif geriye besleme entropiyi bertaraf etme ya da azaltma yollarından biridir, bk., Kast, F. E. & Rosenzweig, J. E., General Systems Theory: Application for Organization and Management, “Academy of Management Journal”, 1972, Vol. 15, s. 450, zik. Dereli, Toker, Organizasyonlarda Davranış, 1. Cilt, İÜ Yayınlan, İstanbul 1976, s. 105.
10-Kur’an Zariyat 49; Bakara 2/196; http://www.akevler.org/AkevlerKitaplar/997/82/25- KAMIL-SAYILAR-KURALI-ADIL-DUZENE-GORE-INSANLIK-ANAYASASI-K, Erişim Tarihi: 24.04.2016.
11-İkili sistemi genetiğe uygulayan ve kromozomları bu sistemle açıklayan James Watson ve Francis Crick isimli bilim insanları Nobel kazanmıştır, bk., Johnson, L. G., Biology, W. C. Brown Publishers, Iowa 1983, s. 58-60.
12-Örnek olarak insan vücudu ele alınabilir. İnsanda 20 parmak vardır. 10’u ayaklarda 10’u ellerdedir. Her ikisinde de bir sağ biri sol olmak üzere birleşilmiş, 5’li dört takım oluşmuştur. Ellerdeki parmaklar önce l’i bir, diğeri 4 olmak üzere 2’ye ayrılmıştır. 4 parmakta üçer parça vardır. Üç de bir asal sayıdır. Toplam parça sayısı 14 eder ki bu da 7’nin 2 katıdır. İşaret parmağının uzunluğu birim alınırsa insan vücudunun bütün ölçülerinin bu birime göre oluşturulmuş olduğu görülür. Örneğin, sağ el başparmağının ucu ile sol meme arasındaki uzaklığa kulaç denmektedir. Bunun uzunluğu 10 parmaktır. Bilek, parmaklar arasına alınırsa tam sarar. Burnun uzunluğu yarım parmaktır. Çene ile dişin üstü de yarım parmaktır. Bütün bu ölçüler, insanın bedenî yapısında mevcuttur.
13-http://www.deu.edu.tr/DEUWeb/Icerik/Icerik.php?KOD=2182, Erişim Tarihi: 24.04.2016.
14-Ayrıntı için bk., http://maddeveevren.tumblr.com/post/100309369349/yildizlar-ve- galaksiler-arasindaki -mesafe, Erişim Tarihi: 26.07.2016.
15-Onlu sistemin gücü hakkında bk., Morrison, P. & Morrison, P., Powers of Ten, Scientifıc American Libraıy, New York 1982, s. 112.
16-Canlılarda hep bu sayılar kullanılmıştır. Bir ele bakıldığında, beş parmağın olduğu, iki eldeki parmak sayısının 10’u bulduğu görülür. Bir parmakta 3 boğum bulunur, başparmakta ise 2 boğum yer alır. Toplam 14 boğum eder ki bu da 7’nin iki katı eder. Görülüyor ki bir elde bütün temel ve asal sayılar kullanılmıştır. Canlılar bu sayılara göre oluşturulmuştur. Gezegenler ve uzaklıkları da bu sayılara göre düzenlenmiştir. Bk., Karagülle,Kur’an’ıAnlama..., s. 38.
17-Sosyal bilimler alanında tasnifler yapılırken gelişigüzel yapılmakta ve böylesi seçkin sayısal özellikler üzerinde durulmamaktadır. Örneğin John Finnis, iyileri sıralarken 7 rakamına ulaşmakta ancak bunun bilinçli bir tercih olmadığını ifade etmektedir. “Hayatımızı anlamlı kılmak istediğimizde gerçekleştireceğimiz ve yücelteceğimiz belirli objektif değerler yani ‘iyiler’ vardır. Temel değer olarak ‘iyi’; yaşam, bilgi, oyun, estetik deneyim, sosyallik (dostluk), pratik akıl ve dindir.” demektedir. Bk., Sevtap Metin, Yeniden Doğal Hukuk Modellemesi: John Finnis, IÜHFM, C. LXÎI. s. 1-2, 165-207,2004.
18-Kur’an 6/141; israf, gereksiz işleri yapmama demektir. En sade ve basit olanı seçme ve kullanma anlamına gelir. Ockham’m Usturası teorisi temel olarak “Her şeyin birbirine eşit olduğu bir ortamda, en basit açıklama doğruya en yatkın olandır.” felsefesi üzerinde şekillenir. 14. yüzyıl filozofu Ockham’lı William tarafından ortaya atılmıştır. Latince “Entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem” olarak ifade edilen ilkeye göre zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmamak gerekir. Bilimsel düşünüşte önemli bir yeri bulunmaktadır. Başka bir deyişle şöyle özetlenebilir: Bir olayı, fenomeni açıklamak için kullanılacak olan iki açıklamadan daha basit olanı yani daha az varsayımda bulunanı tercih edilmelidir. Söz gelimi dünyanın uzaydaki hareketini açıklamak için daha önce geliştirilmiş olan genel cisim hareket yasalarını kullanmak bu duruma özgü yepyeni varsayımlar geliştirmeye kıyasla daha makbuldür.
19-Periyodik cetvelde aynı özelliği taşıyan en küçük elemanlar, hayat için seçilmiştir. Örneğin, karbon ve silisyum dört değerlidir. Organik birleşikler bu dört değerliliğe dayanır. Karbon daha hafif olduğu için hayat onun üzerine kurulmuştur. Silisyum canlılarda kullanılmamıştır. Karbon konusu ile ilgili bk., Kargıoğlu Aysel, Dünya Yaşamının Temel Elementi “CARBON", www.vaklasansaat.com. Erişim Tarihi: 08.09.2015.
20-Işık hızının aşılıp aşılmayacağı tartışılmıştır. Einstein ışık hızı için “evrenin hız limiti” demiştir. İddiasına göre ışıktan hızlı gitmek nedensellik prensibini ihlal etmek demektir. “Nedensellik” ilkesi, basitçe bir neden ile sonucu arasında ilişki olması demektir. “Neden-sonuç ilişkisi” olarak da bilinir. Nedensellik ilişkisinin bozulması ise mantık hatalarına neden olur. Buna bir örnek olarak henüz tetiği çekmemişken silahınızdan çıkacak merminin hedefi vurması örneğini verebiliriz. Işık hızını aşmak, bazı temel enerji yasalarını ihlal etmek anlamına gelir. Ancak bu yapılabilecek olursa, zamanda yolculuk bile mümkün olacaktır. Teorik olarak ışık hızım aşmamız imkânsızdır çünkü bu evren ona izin vermemektedir. Belki öncelikle bir başka evrene geçer, ondan sonra ışık hızını aşabiliriz ancak muhtemelen o evrenin de kendi sınırlan olacaktır. Bunlar, doğanın “dokusundan” kaynaklanan durumlardır. Bk., http://www.evrimagaci.org/makale/515, Erişim Tarihi: 02.01.2016.
21-İnsan ekonomi bilmese bile, kendi bilgi ve çevresine göre ekonomik hareket eder. Ayrıntı için bk., Ersoy, A., İktisadî Müesseseleşme Tarihi-İktisadî Kalkınmanın Tarihi Seyri, AABAM Yayınlan, İzmir 1986, s. 1.
22-Düzen: “karşılıklı işlevsel bağlılıklar içinde bulunan bir dizinin oluşturduğu bütünlük.” Ozankaya, O., Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Savaş Yayınlan, 3. Baskı, Ankara 1984, s. 41. Sistem kavramı için bk., Ünsal, A., Siyaset ve Anayasa Mahkemesi ("Siyasal Sistem" Teorisi Açısından Türk Anayasa Mahkemesi), AÜ Yayınlan, Ankara 1980, s. 11- 13; Kur’an, Mülk, 67/3.
23-İnsan beyni sebep-sonuç ilişkilerini izleyecek donanıma ve programa sahiptir. İnsanı diğer canlılardan ayıran önemli farklardan biri budur. Hayvan ayağını ateşe soktuğu zaman onun yanacağını bilir. Sokmaz ama o ateşi kimin yaktığını, neyin çıkardığını bilmez, böyle bir soruyu kendi kendine soramaz. Oysa insan elini ateşe soktuğu zaman, onun yaktığını bilir. Elinin yanacağını o da hayvan gibi anlar. Ama hemen bu ateşi yakanın kim olduğunu ve hangi sebeple yangın çıktığını sormaya başlar. Hayvan ise böyle sorular soramaz. İnsanı diğer canlılardan ayıran bu farktır. Böylece insan bilimsel manada sebep-sonuç arayan varlık olarak karşımıza çıkar. Sebepsiz bir şey olmayacağını bilir. Örneğin, masada çiçekli bir vazo varsa onu birileri koymuştur. Oradan kalkmışsa onu birileri kaldırmıştır. Tarih de bugünkü olayların sebeplerini araştırır. İlk sebeplere gider. İşte günümüz çözümlenmeye başlandığında ilk sebebe varılır. Ondan sonra o ilk sebeple yeniden tarih örülebilirse, sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. “İlk sebebi hesaba katmayan bir anlayış” ile “ilk sebebi hesaba katan anlayış” arasında tartışma devam eder durur.
24-“Determinizm; zorunsuzluk ve hür iradeyi kabul etmeyip fizik, ruhi ve ahlaki bütün olayları birtakım zaruri sebepler zincirinin zaruretle tayin ettiğini iddia eden teori.” Ayrıntı için bk., Bolay, Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yayınlan, 3. Baskı, İstanbul 1984, s. 61 vd. Determinizmin kritiği içi bk., Gurvitch, G., Sosyal Determinizmin Çeşitleri ve İnsan Hürlüğü Üzerine Altı Konferans, çev. N. Şazi Kösemihal, İstanbul 1958, zik. Bolay, s. 64.
25-Gurvitch, Sosyal..., s. 64.
26-Scherif. M. & Scherif, C. W, Social Psychology, HarperfeRow Publishers, New York 1969, s. 17; Montesquieu, C., Kanunların Ruhu Üzerine I, çev. Fehmi Baldaş, MEB Yayınlan, Ankara 1963, s. 415.
27-Piyasada fiyat oluşumu ve denge fiyatı için bk., Aren, Sadun, 100 Soruda Ekonominin El Kitabı (Türkiye Ekonomisinden Örneklerle), Gerçek Yayınevi, 10. Baskı, İstanbul 1990, s. 98 vd.
28-“ABD Ulusal Ekonomi Araştırma Bürosu’nun temel işlevi ileriye yönelik tahminlerde bulunmaktır. Belli gösterge verilerinden hareket edilerek elde edilen sonuçlar geleceğe yönelik kararların isabetliliğini arttırmaktadır.” Bk., Reynolds, L. G., Macroeconomics, V. ed. Richard D. Inving Inc., Illinois 1985, s. 253-258.
29-“... Heisenberg, kuantum mekaniğine üstün katkılarıyla ün yapmıştır. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, fizikte olduğu kadar dünya görüşümüzde de önemli bir devrimi simgeler. Bu ilke ile Newton mekaniğinin sıkı determinizmi yerini olasılık yasalarının egemen olduğu yeni mekanik bir anlayışa bırakmıştır, denebilir.” Yıldırım, Bilim..., s. 287; “Modem fizikte; dünya, farklı nesneler gruplarına değil, farklı bağlantılar gruplarına ayrılmıştır. Artık ayrıştırabildiğimiz tek şey, bazı fenomenler için çok önemli olan bağlantı türleridir. Yeni dünya, birleşik bir olaylar dokusu gibi belirmektedir. Bu dünyada farklı türdeki bağlantılar sürekli olarak değişmekte, birbirine geçmekte ya da birleşmekte ve böylece bütünün özelliklerini belirlemektedir.” Bk., Heisenberg, W., Physics & Philosophy, Harper: Torchbooks, New York 1958, s. 107, zik. Capra, F., Fiziğin Tao ’su, çev. Ökten, K. H., Arıtan Yayınevi, İstanbul 1991, s. 360.
30-Bk., Akkaya, Ş. - Hasgür, î., Uygulamalı İstatistik, İzmir 1989.
31-Kur’an En ’am 6/38; Kur’an Araf İM.
32-Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985, s. 33.
33-Shi, N. & Zuo, G., OutLaws of The Marsh, Foreign Languages Press, c. I, Beijing 1988, s. 14.
34-Neden-sonuç ilişkisi hakkında ayrıntı için bk., Yenişehirlioğlu, Şahin, Felsefe ve Diyalektik Bilgi Kuramı (Epistemoloji), Alkım Yayınevi, III. Baskı, Ankara tarihsiz, s. 284.
35-“Bugün için psikoloji alanına iki genel görüş hâkimdir. Bunlardan biri olan insancıl görüş, insan yaşantı ve davranışlarının, belirli bir kişinin davranışlarının yanı sıra hislerini, güdü ve isteklerini inceleyerek daha iyi anlaşılacağını belirtir. Diğeri olan modem davranışçı görüş ise psikolojinin hisler gibi gözlenemeyen içsel durumları değil de gözlenebilen davranışı incelemesinin en uygun olacağını savunur.” Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş Ders Kitabı, çev. Hüsnü Arıcı..., Hacettepe Üniversitesi Yayınlan, 7. Baskı, Ankara 1989, s. 8. Çalışmamızda bu iki görüşün sentezine yer verilerek değerlendirmelerde bulunulacaktır.
36-İnsanlık tarihinde sihrin etkisi hakkında bk., Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu?, çev. Mete Tunçay - Alaeddin Şenel, Alan Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul 1990, s. 17, 58, 64, 65.
37-Nükleik asidin iki tipi olan DNA ve RNA’nın keşfi ile biyolojide büyük atılımlar yapılmıştır. Ayrıntı için bk., Johnson, L.G., Biology, ed. II, London 1983, s. 57-58; Bemek, E., Hücre Yapı Taşları, Oluşum, Yapı ve İşlevleri, ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 259 vd.
38-Kur’an, Bakara 2/30; Kur’an, Yunus 10/14; Kur’an, Bakara 2/29; Kur’an, Ahzab 33/72.
39-“Lavosier ilk kez kütlenin korunumu ilkesini açıklamıştır. Kimyasal bir değişimde kütle ne yitirilir ne de kazanılır; sonuçta elde edilen maddenin kütlesi başlangıçtaki maddenin kütlesine eşittir.” Yıldırım, Bilim..., s. 144.
40-Canlıların entropiye karşı koydukları Schrödinger isimli bilim insanı tarafından ispatlanmıştır: “Schrödinger was concemed about the spontaneous tendency of ehemical systems to become increasingly less organized. This tendency toward disorganization, termed entropy, seemed to contradict the high degree of organization among many organisms. Schrödinger concluded that living things must continually obtain energy from their environments to counter the tendency toward entropy and maintain their highly ordered organization.” zik. Johnson, Biology, s. 12.
41 “Canlı sistemlerinin özellikleri: 1. kompleks bir organizasyon, 2. uyum (adaption), 3. metabolizma (bir hücrenin içindeki kimyasal reaksiyonların hepsi veya bir organizasyondaki hücresel faaliyetler), 4. irkilme (irritability), 5. büyüme ve gelişme, 6. üreme.” Bk., Johnson, L. G., Biology, W. C. Brown Publishers, Iowa 1983, s. 12; “Canlı varlıkların türlerinin devamı çoğalıp yeni bireyler oluşturarak ölenlerin yerine yemlerinin konulmasını gerektirir. Üreme olayının özü, atasal soya benzeyen yeni bir dölün üretilmesidir. Aseksüel ve seksüel olmak üzere iki temel gruba ayrılır.” Zaloğlu, Ş., Canlılar Alemi, Editör: Türkan Erbengi, Biyoloji, s. 181.
42-Rafıuddin, M., Geleceğin İdeolojisi, çev. B. Tuna, Akabe Yayınları, İstanbul 1988, s. 27, 37, 109.
43-Hook, S., Political Power & Personal Freedom, Criterion Books, New York 1959, s. 65.
44-Külli irade kavramı daha çok İslam felsefesi ve özellikle kelam ilminde geliştirilmiş bir kavramdır. Külli irade ve cüzi irade kavramları kelamda Mutezile ve Cebriye mezheplerine göre çok farklı anlamlara gelmektedir. Bu konuda bk., Şerif, M. M., İslâm Düşüncesi Tarihi, çev. Âltay Ünaltay, insan Yay., İstanbul 1990, s. 236, 263, 290; Aydın, A. A., İslâm İnançları (.Tevhid ve İlm-i Kelâm), Gonca Yayınevi, 7. Baskı, Ankara 1984, s. 303 vd.
45-Schrag, C. C. & Carsen, O. N. & Catton, W. R., Sociology, IV. ed. Harper & Row Publishers, New York 1968, s. 109.
46- Kur’an, Tur 52/21.
47 -Ön hakemlik için Kur’an, Nisa 4/65; mahkemeye davet için bk., Kur’an, Nur 24/48; rızaya dayalı hükmü kabul için bk., Kur’an 24/51.
48-Kökü eski Mısır ve Yunan sofistlerine uzanan kuvvet teorisine göre devlet, kuvvetin zayıfa hükmetme kanununun bir deyişinden ibarettir. Kuvvetlinin zayıfa hükmetme kuralı nasıl bir doğa yasası ise aynı şekilde devlet de sosyal hayatta kuvvetlinin zayıfa hükmetme kuruluşudur. Doğa yasalarını nasıl değiştirmek mümkün değilse, kuvvetlinin zayıfı ezmesi de değiştirilemez. Bu görüşe göre devlet, kuvvetliler için işleyen ve zayıfları sömüren bir kuruluştan başka bir şey değildir. Daha kuvvetli olanın daha zayıf olana tahakküm etmesi haklıdır. “Hak en kuvvetlinin daha çok yararına olan şeydir.” Bu konudaki yazarlar hakkında ayrıntı için bk., Del Vecchio, G., Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul 1955, s. 279; Versan, Vakur, Amme İdaresi, İst. İTİA Yayınları, in. baskı, İstanbul 1967, s. 9-10. Buna karşılık, “Hukukun kuvvete eşit olduğu iddia edilecek olursa, hak ile haksızlık arasında bir ayrım yapmak imkânı ortadan kalkacaktır. Ortada bir hukuk varsa, bu mantıken kuvvete üstün olma demektir.” bk., Del Vecchio, G.,Lezioni di Filosofla del Diritto, DC. ed., Milano 1953, s. 210, zik. Erman, H, Del Vecchio ’nun Hukuk Görüşü, IHFM, c. XXXVn, S. 1-4, s. 270.
49-Schumacher, E. F., Küçük Güzeldir, çev. Osman Deniztekin, Cep Kitapları AŞ, 2. Baskı, 1989, s. 48, 179.
50-Borçlanma insan hayatı için o kadar önemlidir ki din kelimesinin etimolojisine bakıldığında bu kelimenin deyn/borçlanma anlamına geldiği görülür. İnsanın Allah’a yaradılışı karşılığı borçlandığı ve yükümlülük altına girdiği anlaşılır.
51-Ayrım içinbk., Ersoy, İktisadi Müesseseleşme..., s. 9-11.
52-“İktisadi liberalizmin kurucusu olarak görülen Adam Smith’e göre insanlar genelde doğal özgürlük hakkına, özelde ise ekonomik özgürlük haklarına sahiptir. Ona göre haklar, doğal haklar ve kazanılmış haklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır... Smith’e göre hayat ve özgürlük hakları doğal hakları oluşturmaktadır. Kazanılmış hakları oluşturan fiilî haklar kısmında mülkiyet hakkı, bağlı haklar, vaade dayanan haklar ve özel imtiyazlar yer almaktadır. Kişisel haklarıysa sözleşmelerden doğan haklar, yarı sözleşmelerden doğan haklar ve kural dışı davranışlardan doğan haklar oluşturmaktadır.” Değerlendirmeler için bk., Dural Baran, Çağdaş Siyasal İdeolojilerde Kuram-Yöntem-Güncel Yaklaşımlar, Paradigma Akademi Yayınları, Ankara 2013, s. 51-52.
53-Kur’an’ın Hud suresi 27 inci Âyet’inde “Min nefsin vahidetin” denilerek bütün insanların tek nefisten yaratıldığı ifade edilmiş, hiçbir insanın imtiyazlı olmadığı söylenmiştir. Ayrıca aynı konuda bak; Kur’an Şuara 111; Kur’an Munafikun 63/8
54-Kur’an Fatiha 1/1 ile “Hamt alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”, denilmek suretiyle üstünlüğün ve gücün sadece Tanrı’da olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca bak; Kur’an Nisa 4/139; Kur’an Fatır 35/10
55-İnsan elbette çıkarını düşünür. Burada karşı tarafın zararına olan çıkarların da bir hak kaynağı kabul edilmesi kastedilmektedir. Faiz, buna örnektir. Adl ile hükmedin denildiğine göre, zulümden kaçınmak gerekir.
56-Günümüz demokrasilerinin en önemli sorunlarından biri, ekseriyet sisteminin bütün kararlarda kabul edilmiş olmasıdır. Sayısal çoğunluk, salt çoğunluk, nitelikli çoğunluk yol ve yöntemleriyle karar alma şekilleri basitleştirilmiştir. Ancak alman kararların tarafları tatmin etmesini de o derecede de zorlaştırmıştır. Mamafih, çoğunluğun hukuk üretme ve yaratmadaki sorunları yeterince tartışılmış değildir. Bu konuda çoğunluğun kararı yerine karar alma şekilleri üzerinde yapılan çalışmalar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu konuda tarafımızdan sunulan tebliğ çerçevesinde içtihat, icma, ittifak, istişare ve benzeri karar çeşitlerinin yer almış olduğu tebliğimize bakılabilir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi de 22.12.1964 tarih 1963/166 E. 1964/76 sayılı kararında “Hukukun temel prensiplerine dayanmayan ve sadece belli bir anda hâsıl olan geçici çoğunluğun sağladığı kuvvete dayanılarak çıkarılan kanunlar toplumun vicdanında olumsuz tepkiler yaratır.” değerlendirmesini yapmıştır. Bk., Işıktaç - Metin, Hukuk..., s. 279.
57-Bu konuda hakların kökeni ve kaynağı bakımından sosyalist hukuk ile burjuva insan hakları arasında bir karşılaştırma demesi ile ilgili olarak bk., Gemalmaz, Mehmet Semih, Devlet Birey ve Özgürlük, Legal 2. Baskı, İstanbul 2012, s. 297 vd.
58-Akdemir, Sosyal Denge I, s. 26,49,52, 77,90, 130,221.
59-Akdemir, Sosyal Denge I, s. 26-28, 33, 50-52, 230,235.
60-Bu konuda bk., Karagülle, Süleyman, İslamiyet’e Yapılan Saldırılara ve Prof. Dr. İlhan Arsel’in Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına Reddiye, İslam Devlet - Dünya Düzeni II, Koba Yayınevi, İstanbul 1998, s. 186; Işıktaç - Metin, Hukuk..., s. 278; Diğer taraftan doğal hukuk öğretisi oldukça eski zamanlara dayanır. Günümüzde bu konuda yapılacak başvurularda John Finnis öne çıkmaktadır. Finnis, 1988 yılında yayınladığı “Natural Law and Natural Rights - Doğal Hukuku ve Doğal Haklar” isimli eserinde klasik doğal hukuk geleneğindeki pek çok şeyi reddederek saf doğal hukukçu tutumundan kurtulmaya çalışmaktadır. J. Finnis, başka bir hukuk türü olduğunu düşünmekte, bu doğal hukuku insan aklıyla, farklı bir kurgu içinde ilişkilendirmektedir. Gerçi bir Hristiyan olan Finnis’in teorisinde Tanrı kendine geniş bir yer bulsa da modern klasik Grotius gibi o da doğal hukuk teorisini Tanrı koşuluna bağlamamaktadır. Finnis’in teorisinde doğal hukuk, Tanrı’nın varlığı herhangi bir a priori (ön) kabule bağlı olmadan, laik temeller üzerine oturtulmakta ve doğal hukuk dinî bir doktrine ihtiyaç duyulmadan ayakta kalmaktadır... Finnis’in bu yaklaşımı kabul edildiğinde Tanrı’nın evrenin sebebi olmayan (sebepsiz) nedeni olduğuna inanmak için güçlü bir gerekçeye sahip olunmaktadır. İşte bu yüzden Tanrı’nın varlığı şartına bağlı olmayan doğal hukukun objektifliğinin ispatlanması için mantıksal akıl yürütme ve sonuç çıkarma operasyonuna girişmeye ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü doğal hukukun doğruluğu kendiliğinden apaçıktır. Bu konuda bk., Metin Sevtap, Yeniden Doğal Hukuk Modellemesi: John Finnis, IÜHFM, C. LXII, S. 1-2, s. 165-166. Buna karşılık, “Grotius doğal hukuku Tanrı’nın iradesinden bağımsız değerlendirir. Tanrı olmasaydı ve insani şeylerle ilgilenmeseydi bile, doğal hukuk yine de olacaktı. Tanrı matematiksel doğruları nasıl değiştiremezse, doğal hukuku da değiştiremez. O hâlde doğal hukuku teolojik temellendirmelerden kurtarılmalı, sadece dünyevi yasalar ve insanın gözlemlenebilir doğasına uygun bir şey olarak görülmelidir. Doğal hukuk insan aklının saptadığı kuralların toplamıdır.” Bk., Metin Sevtap, Hukuk..., s. 165. Teolojik temellendirilmeden uzaklaşılması gerektiği fikri bir İslam düşünürü olan H. Hanafi tarafından da ifade edilmiş ve bu konuda “Teoloji mi Antropoloji mi?” adını taşıyan makalesinde bu husus üzerinde durmuştur. Yazar, antropolojiye bir insan bilimi, yani insanların sorunlarının incelenmesi ve araştırılması geniş manasını vermekte, antropolojiyi, çağdaş görüş açısından insanın aranışı, insanlık tarihinin araştırılması olarak değerlendirmektedir. Yazara göre söz konusu olan, antropoloji yapmak için teolojiyi ortadan kaldırmak gerekmemekte fakat teolojinin antropolojiye dönüştürülmesini, yani kültürün zirvesinde bir mihver değişikliğine gidilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bk., Hanafi Hasan, “Teoloji mi Antropoloji mi?", çev. Yazıcıoğlu Mustafa Sait, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXII, s. 507 vd. Not: Bu makale, Belçika’da 1972 yılında DUCULOT Yayınevi tarafından basılan “Renaisance du Monde Arabe” adlı kolektif eserden tercüme edilmiştir (s. 233-264). Eser A. Abdel-Malek, A. A. Belal ve H. Hanafi tarafindan yayma hazırlanmıştır. Bu konuda ayrıca bk., Ulukütük Mehmet, Politik Teolojide Din Dilinin Stratejik Ağırlığı-Din Dilinin Politik işlevleri Üzerine Bir Deneme, Academia, Erişim Tarihi: 25.09.2015.
61-Kanlı, “... Yepyeni bir sosyal yapı ve yaşam biçimi hareketi olarak ‘mahalle kooperatifleri’, yeni ve sürdürülebilir gelişmeye dayalı bir toplumsal yapı oluşturmada, başka bir ifade ile yeni bir medeniyetinin oluşumunda stratejik bir görev alabilir ve 21. yy.ın kronik sorunlarının çözümünde anahtar rol üstlenebilir.” demek suretiyle, sürdürülebilir gelişmeyi sağlama bakımından mahalle kooperatifleri üzerine bir model önerisinde bulunmaktadır. “... Kooperatif kavramı, bugün geldiğimiz noktada, ilk çıkış nedeni olan ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması fikriyle artık tanımlanmamakta, kavrama sosyal, kültürel ve hatta siyasal anlamlar da yüklenmektedir... Bu açıdan bakıldığında kooperatifler ekonomik çıkarların yanında, ortak duygu anlayışı içinde toplumsal hayatın konuları içinde de yerini almaktadır. Kooperatiflerin; kaynak tasarrufu sağlaması, hizmet sunumunda, rekabet ve pazarlık gücünü arttırarak kalitenin yükselmesini sağlaması ve ortak hareket etme bilincinin gelişmesini sağlaması gibi üç temel fonksiyonu yerine getiriyor olmaları, bu anlamda önemlidir. Müşterek çıkarlar doğrultusunda bir araya gelen insanların, dayanışma, yardımlaşma, uzlaşma duyguları gelişmekte, örgütleme, demokratikleşme, kitle eğitimine olumlu katkı sağlama, yaşadığı mekâna sahip çıkma ve aidiyet duygularını artırmakta, bu da yerel sorunların çözüm bulmasında kolaylaştırıcı rol oynamaktadır. Yaşanabilir bir toplumsal mekânın kurgusu olan sürdürülebilirliğin de buradan geçtiğini kolayca görebiliriz. Bu bağlamda; kooperatifçiliğin aslında yepyeni yaşanabilir bir sosyal sınıf ve yönetişim ağı oluşturmaya katkı sağladığını söyleyebiliriz. Aslında bu durum, en küçük mekânsal yapı taşı olan mahallerimiz için de geçerlidir. Ülkelerin ve şehirlerin sürdürülebilirliği mahallelerden geçmektedir. Analojik olarak hücre-vücut ilişkisi mahalle-ülke ilişkisine dönüştüğünde mahalle kavramının aslında ne kadar da önemli olduğu ortaya çıkar. İşte tam bu nokta da sürdürülebilirlik ve mahalle kavramlarının ara kesitini tarif ettiğini düşündüğümüz bir kavram olan ‘mahalle kooperatifleri’ karşımıza çıkmaktadır. Kooperatifçiliği mahalle ile bağdaştırdığımızda aslında karşımıza çok daha anlamlı ve sosyal bir sınıf oluşturucu yönetişim modeli çıkmaktadır. Yaşanabilir mekânlarının oluşumuna giden yapı taşını oluşturması açısından bu son derece önemlidir.” Kanlı, Sürdürülebilir..., s. 33-34.
62-Bizde Osmanlı döneminde “nahiye” adını taşıyan bucak, İmparatorluğun temel esaslarından biriydi. Hatta toplam 23 maddeden oluşan 1921 Anayasası’nın 6 maddesi (mad. 16-21) tamamen nahiyelere bahsine ayrılmıştır. Konumuzla ilgisi olduğundan madde metinlerini burada hatırlatmak istiyoruz. Mad. 16- Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir. Mad. 17- Nahiyenin bir şurası, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır. Mad. 18- Nahiye şurası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap azada terekküp eder. Mad. 19- İdare heyeti ve nahiye müdürü, nahiye şurası tarafından intihap olunur. Mad. 20- Nahiye şurası ve idare heyeti kazai, iktisadi ve mali selahiyeti haiz olup bunların derecatı kavanini mahsusa ile tayin olunur. Mad. 21- Nahiye, bir veya birkaç köyden mürekkep olduğu gibi bir kasaba da bir nahiyedir. Değerlendirmeler ve metin için bk., Armağan Servet, En Son Değişikliklerle 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 1876, 1921, 1924, 1961 Anayasalarımızın Doğru ve Eksiksiz Metinleri, Çağrı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2014, s. 384.
63-Doğadaki seçkin sayılar, toplumsal yapılarda da kullanılabilir. Bu çalışmada bu sayılar bilinçli olarak varsayım olarak kabul edilmiştir. Normal bir ailenin en az sayısı anne, baba ve 1 çocuk olmak üzere 3 ’tür. Anne, baba ve çocuklar olarak da normal ailenin en büyüğü 10 kişi kadardır. Vasat ailenin sayısı ortalama 5 olarak kabul ediyor, on aileyi ocak adı altında ilk sosyal birim sayıyoruz. On ocak bir köyü veya sokağı oluşturur. Biz buna semt adını veriyoruz. Yaklaşık 10 semt bir bucağı, on bucak bir ilçeyi, on ilçe bir ili, on il bir bölgeyi, on bölge bir ülkeyi, on devlet bir kıtayı 10 kıta yeryüzünü oluşturur, diyoruz. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika ve Avustralya doğal kıtalardır. Büyük kıta parçası olan Asya’yı Avrupa, Çin, Hindistan ve Orta Doğu olmak üzere 4 kıta olarak düşünüyoruz. Normal devletleri 30 ile 100 milyon arasında bir nüfus olarak ele alıyoruz. Bundan az olanlar kendilerini savunamayacakları için bundan çok olanlar ise iç güvenliklerini yeterince sağlamayacakları için yine dengeli bir devlet olamazlar. İnsanlık anayasası, bugün mevcut olan ve yukarıda belirtilen sayı sınırları içinde kalmayan devletleri ortadan kaldırmayı önermez. Onlar, kendi varlıklarını sürdürmeye devam eder. Ancak nüfusları 100 milyondan fazla olan devletler, sorunlarını kendileri çözmelidir. İnsanlık anayasasına ihtiyaçları yoktur. Nüfusları 30 milyondan az olan devletler birleşip tek devlet imiş gibi ortak orduları ve ortak devlet paraları olursa, o zaman insanlık anayasasından yararlanabilirler. Bunun dışında insanlık anayasası onların sorunlarını çözmekle uğraşmaz. Yukarıda sayılan kuruluşlardan devlet, il, bucak, ocak ve kişi, kişiliğe sahip olup doğrudan borçlu ve alacaklı olabilir. Bunların yönetimi halkın seçmiş olduğu temsilcilerin oluşturmuş olduğu meclislerle, meclislerin oluşturduğu yürütme, yargı ve yönetme kurumlarıyla gerçekleşir. Kıta, bölge, ilçe, semt ve aile, ekonomik kuramlar olup bunlar, merkezden yönetilir. Böylece merkezî yönetim ile yerinden yönetim arasında denge kurulmuş olur. Yerinden yönetimlerin kendilerine özgü anayasaları vardır. Merkezden oluşturulanlar ise merkezlerin yapmış olduğu düzenlemelerle yönetilir. Kendilerinin yasama organları olmadığı gibi anayasaları da yoktur. İnsanlık anayasası üzerinde çalışacaklar, yeryüzünü kendi anlayışlarına göre mevcut durumu da göz önünde tutarak anayasalar yapar. Örnek olarak insanlık anayasası, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Batman ili anayasası, Camili bucağı anayasası ve Yenibosna Kaçkar Apartmanı anayasası örnekleri yapılır. Herkes kendi ocağının anayasasını yaparken bucağının, ilinin, devletinin ve insanlığın anayasalarını da ortaya koymaya çalışır. O bucakta çalışan anayasacılar, bucak anayasalarını uzlaştırıp ortak anayasaya doğru gitme çabasını gösterir. Sonra ildekiler, sonra ülkedekiler, sonra insanlık anayasaları yapanlar, uzlaşıp tüm insanlığı tek anayasaya doğru yönlendirmeye gider.
64 -Bu konuda Akevler Kooperatifi tarafından geliştirilmeye çalışılan 100 lojmanlı apartmanın iş yerleri, apartman altındaki bodrum katlarında projelendirilmiştir. Bu apartman köy tipi o yer sakinlerinin iş yerleri şeklinde düşünülmüştür. Böylece birlikte yaşayanlar, birlikte çalışma imkânını bulacak, sokaklar/apartmanlar da köyler gibi etkin bir yapıya sahip olacaktır. Köylerde de benzer 100 lojmanlı apartmanlar yapılabilir. Onların alt katlarında da sanayi üretimini yapan iş yerleri düşünülebilir. Köylüler, tarlada işleri olduğunda tarlada, artık zamanlarında ise bu iş yerlerinde çalışabilir.
65- Mezopotamya ile Eski Yunan’da gelişmiş olan ilk uygarlıklar doğrudan halk meclislerine dayanmıştır. Avcılık döneminde avlanma ay ışığında yapıldığı için ayı dörde bölmüşler ve ayın parlaklığına göre avlanmalarını düzenlemişlerdir. Bu gelenek avcılıktan sonra 7 gün olarak devam etmiş, 7 günde bir toplanma günümüze kadar gelmiştir. Tevrat, İncil ve Kur’an, 7 günde bir toplanma günleri ilan etmiştir.
66- Evrensel însan Haklan Bildirgesi mad. 9’da yer verilen sürgün yasağı üzerinde durmak gerekir. Sürgün etmek veya sürgüne göndermek, bir kişiyi mutat (olağan) olarak yaşadığı yerden başka bir yere zorla göndermek anlamına gelmektedir... Sürgün yasağı denildiğinde akla ilk etapta ve genellikle bir kimsenin bulunduğu ülkenin dışına gönderilmesi gelmekteyse de bu kavram aslında “ülke içi sürgün”ü ve ayrıca görece daha yakın zamanlarda kavramsallaştırılan kişilerin yerlerinden edilmesi/uzaklaştırılması uygulamalarını da kapsamaktadır. Bu konuda kapsamlı değerlendirme için bk., Gemalmaz Mehmet Semih, Ulusalüstü İnsan Haklan Hukukunun Genel Teorisine Giriş, Cilt I, 8. Baskı, Legal, İstanbul 2013, s. 185. Tarafımızdan önerilen sistemde bu yetki sadece bucak başkanına verilmektedir.
67-Batılı ülkelerde ve özellikle de ABD’de kooperatifler son derece önemli stratejik önemi haiz kuruluşlardır. Sadece yerel ekonominin canlanması değil aynı zamanda ulusal ekonomiye yaptığı katkılarda göz önünde tutulduğunda kooperatifler ekonomik ve sosyal sistemin ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir. Ülkede neredeyse hemen hemen her sektörde ve hemen her ölçekte; yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde kooperatifler bulunmaktadır. Her üç Amerikalıdan birinin bu kuruluşlara üye olduğu düşünüldüğünde, kooperatifçiliğin ülkede neredeyse bir yaşam tarzı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Kooperatiflerin çoğu üyeleri tarafından kurulurken bazı kooperatiflerin kurdukları kooperatifler de bulunmaktadır. ABD, makroekonomi düzeyinde başarı elde etmenin mikro düzeyden geçtiğini görmüş ve yerelleşmeye verdiği önemi, kooperatifçilik anlayışı ile bütünleştirmiş ve böylece sürdürülebilir toplumlar oluşturmak için gerekli motivasyon ilacını “kooperatifler” eliyle tesis etmiş görünmektedir. Kooperatifler ister ekonomik olsun, isterse sosyal, hayatın her alanında yer almakta, insanlara kazanma ve kazandıklarını paylaşma duygusunu katmaktadır. Bunu sağlarken yönetime katılma, hesap verme ve demokrasi kültürünün gelişmesine de olumlu katkılar sağlamaktadır. Kooperatifler yerel ölçekten küresele yerine getirdikleri sosyal ve ekonomik hizmetlerle, bu anlamda devletin bazı sorumluluklarını da yerine getirmeleri sebebiyle anahtar role sahiptir. ABD’de kooperatifçilik, bir anlayış bir yaşam biçimi olarak ülke yönetim sistemindeki yerini almış ve hayatını sürdürmektedir. Bk., http://cdi.coop/wp-content/ uploads/2G14/01/CDIcompletestart-uppkt2010.pdf, Erişim Tarihi: 31.08.2016.
KAYNAKÇA
Adıvar, Adnan A., Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969.
Akalın, Cüneyt, Taş Devri’nden Ortaçağ’a... Uygarlık Tarihi, Derin Yayınları, İstanbul 2010.
Akgündüz, Ahmet, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul 1989.
Akın, F. İlhan, Temel Hak ve Özgürlükler, İstanbul 1971.
Akdemir, Süleyman, Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, AABAM Yayınları (Doktora Tezi), İzmir 1988.
Akdemir, Süleyman, Sosyal Denge I Devlet Yapısının Tarihi Seyri, İşaret Yayınları, İstanbul 1990.
Akdemir, Süleyman, Sosyal Denge Modeli II, Devletin Unsurları ve Kuvvetler Dengesi, İz Yay., İstanbul 1991.
Akdemir, Süleyman, “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılanmasında Yerinden Yönetim Merkezi Yönetim Dengesine İlişkin Bir Model Denemesi, ” Yeni Türkiye Dergisi, Mayıs-Haziran 1995.
Akkaya, Şahin - Hasgür, İbrahim İ., Uygulamalı İstatistik, İzmir 1989.
Akman, Şefik Taylan, Hukuk ve Politika İlişkisi, İmge Yayınları, Ankara 2016.
Aktaş, Sururi, Eleştirel Hukuk Çalışmaları, XII Levha Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2011.
Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası,
İstanbul 1978.
Altın, Hilmi, Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Köy Politikaları (1950- 2000), Doktora Tezi, 2003.
Aren, Sadun, 100 Soruda Ekonominin El Kitabı, Gerçek Yayınevi, 10. Baskı, İstanbul 1990.
Aristoteles, Politika (Çev. Mete Tunçay), Remzi Kitabevi, İstanbul 1975.
Armağan, Servet, En Son Değişikliklerle 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 1876, 1921, 1924, 1961 Anayasalarımızın Doğru ve Eksiksiz Metinleri, Çağrı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2014.
Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 2006.
Armağan, Servet, Din-Vicdan Hürriyeti ve Laiklik (Teori-Pratik), İnsan Yay., 2. Baskı, İstanbul 2012.
Aron, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri (Çev. K. Alemdar), Ankara 1989.
Arsal, S. Maksudi, Teokratik Devlet ve Lâik Devlet, İstanbul 1940.
Arslan, Süleyman, Türkiye’de ve İngiltere’de Merkezi İdarenin Mahalli idareler Üzerindeki Denetimi, Ankara 1978.
Ateş, Toktamış, Demokrasi, Kavram - Tarihi Süreç- İlkeler, İstanbul 1976.
Aydon Cyril, İnsanlık Tarihi 150.000 Yıl Öncesinden Bugüne İnsanın ve Uygarlığın Öyküsü, Çev. Ilgın B. Yıldız, Say Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Aydın, A. A., İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), Gonca Yayınevi, 7. Baskı, Ankara 1984.
Barthold, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, Çev. M. Fuad Köprülü, Ankara 1963.
Başgil, A. F., Din ve Lâiklik, İstanbul 1979.
Bemek, E., “Hücre Yapı Taşları, Oluşum, Yapı ve İşlevleri, ” ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, İstanbul 1986.
Ben-Amitiay, J., Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. M. A. Kılıçbay - L. Köker, Ankara 1983.
Berki, Ali Himmet - Keskioğlu Osman, Hz. Muhammet ve Hayatı, Ankara 1960.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1984.
Cerrahoğlu, Nilgün, “Batı” Batarken, 18.08.2011 T. Cumhuriyet Gazetesi.
Childe, Gordon, Kendini Yaratan İnsan, Zik Şenel Alaettin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Bilim ve Sanat yayınları, 6. Bası Ankara 2001
Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu? (Çev. Mete Tunçay - Alaeddin Şenel), Alan Yay., 5. Baskı, İstanbul 1990.
Clar J.G.D. ve Stuart Piggot, The History of Human Society; Prehistoric Societies, London 1965 Hutcinson of london, Zik: Şenel Alaettin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Bilim ve Sanat yayınları, 6. Bası Ankara 2001
Cohen, Ira J., Yapılaşma Teorisi ve Toplumsal Praxis, Günümüzde Sosyal Teori, Editörler: Giddens Anthony - Tumer.
Çam, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul 1981.
Jonathan, İngilizceden Çev. Tatlıcan Ümit, Say Yayınları, İstanbul 2013.
Çağlar, Bakır, Anayasa Bilimi Bir Çalışma Taslağı, İstanbul 1989.
Çelik, Nur Betül, İdeolojinin Soykütüğü Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2005.
Çöker, D. - Karaçay, T., Matematik Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983.
Dal, K., Türk Esas Teşkilat Hukuku, Ankara 1986.
Darwin, Charles, Darwin Kuramı: Seçme Yazılar-Eleştiriler (Çev. Cem Taylan), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986.
Dauphin, M., Bankacılık Tarihi (Çev. A. Akıncılar), İstanbul 1969.
Daver, Bülent, Türkiye Cumhuriyetinde Lâiklik, Ankara 1955.
Del Vecchio, G., Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul 1955,Versan, Vakur, Âmme İdaresi, İstanbul İTİA Yayınları, İstanbul 1967.
Del Vecchio, G., Lezioni di Filosofla del Diritto, DC. ed., Milano 1953, Zik. Erman, H„ “Del Vecchio ’nun Hukuk Görüşü, ” İHFM, c. XXXVn S. 1-4.
Dicleli, V., İktisadî Gelişme Tarihi, Zik. Ersoy.
Dönmezer, Sulhi, Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara 1984.
Drexler, K. Eric, Amerikan Fizik Topluluğu Toplantısında Konferans 1959, Zik. Hoffmann, Yaşamın...
Dural, Baran, Çağdaş Siyasal İdeolojiler’de Kuram-Yöntem-Güncel Yaklaşımlar, Paradigma Akademi Yay., Ankara 2013.
Durkheim, Emile, Les Formes Elementarles de la Vie Religieuse, 1912, Zik. Aron, R., Sosyolojik Düşüncenin Evreleri (Çev. K. Alemdar), İstanbul 1989.
Dursun, Davut, Siyaset Bilimi, Beta Yay., 7. Baskı, İstanbul 2014.
Duverger, Maurice, Siyasi Partiler (Çev. E. Özbudun), İstanbul 1974.
Duverger, Maurice, Siyaset Sosyolojisi, Çev. Şirin Tekeli, Varlık Yay., İstanbul 2014.
Ebu Ubeyd, Kasım b. Sellâm, Kitabul-Emvâl (Çev. C. Saylık), İstanbul 1981.
Ebu Yusuf, Kitabu’l Haraç (Çev. A. Özek), İstanbul 1970.
Engin Kamil Yavuz, Yehud ve Nasara Vahyin Geçmiş Varisleri, İşaret Yayınları, İstanbul 2014.
Ekin, Nusret, Gelişen Ülkelerde ve Türkiye’de İşsizlik, İstanbul 1971.
En-Nebhan, M. F., İslâm Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları
(Çev. S Armağan), İstanbul 1980.
Erbengi, T., “Hücrede Canlılık Belirtileri ve Çevreye Uyum-Hücre Farklılaşması ve Dokuların Oluşumu,” Editör: Türkan Erbengi, Biyoloji.
Erdoğan, Mustafa, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, 10. Baskı, Ankara 2013.
Eren, Abdurrahman, Anayasa Hukuku Ders Notları, İÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul 2014.
Erişen, Ali, Faizsiz Banka Muhasebesi ve İşleyişi, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli-Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Ersoy, Arif, İktisadî Müesseseleşme Tarihi İktisadî Kalkınmanın Tarihi Seyri, İzmir 1986.
Ersoy, Arif, İktisadî Düşünceler Tarih*, İzmir 1986.
Ersoy, Arif, İktisadi Teoriler ve Düşünceler Tarihi, Nobel Yayınlan, Ankara 2015.
Eskicioğlu, Osman, İslam Ekonomisi, İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı, Yüksek Lisans Tezi, 1979.
Eryılmaz, Bilal, Bürokrasi ve Siyaset Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, Alfa Yay., 5. Baskı, İstanbul 2013.
Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi, İstanbul 1990.
Esposito, John L. - Piscatori, James P., Democratization and İslam, Middle East Journal vol 45, n.3 1991, Zik. Yayla, Siyaset...,
Frankfort, Henri, Uygarlığın Doğuşu (Çev. A. Şenel), Ankara 1989.
Feynman Richard, “Tabanda Bol Bol Yer Var”, Amerikan Fizik Topluluğu Toplantısında Konferans 1959, Zik. Hoffmann, Yaşamın.
Feyzioğlu, Turhan, Türk İnkılâbının Temel Taşı: Lâiklik, Atatürk Yolu, Ankara 1987.
Firidin, Mete, Hz. Musa’nın Kanatları ve Yaşadığı Dönem, İstanbul 2016.
Freud, Sigmund, Mutluluk Dediğimiz Şey Aforizmalar, Çev. Demirel, Peren, Aylak Adam Yay., İstanbul 2015.
Freyer, Hans, Din Sosyolojisi (Çev. T. Kalpsüz), Ankara 1964.
Freyer, Hans, İçtimaî Nazariyeler Tarihi (Çev. T. Çağatay), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara 1968.
Garçon, M., Ceza Hukuku (Çev. Dönmezer-Şensoy), İHFM, CX, 1945.
Garaudy, Rene, İslâm’ın Vadettikleri (Çev. N. Uzel), İstanbul 1983.
Gemalmaz, Mehmet Semih, Devlet Birey ve Özgürlük, Legal, 2. Baskı, İstanbul 2012.
Gemalmaz, Mehmet Semih, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, Cilt I, 8. Baskı, Legal, İstanbul 2013.
Goleman, Daniel, Working Emotional Intelligence, Bloomsbury Publishing Pic., London 1998, s. 6 Zik. Güney, Sosyal...
Gorbaçov, Mihail, Glasnost Asıl Neyi İstiyorum? Çev. Tuba Tarcan Çandar - Ahmet Cemal, Dönemli Yay., İstanbul 1988.
Gorbaçov Mihail, Perestroika Ülkemiz ve Dünya için Yeni Düşünce, Çev. Kasım Yargıcı, Güneş Yay., İstanbul 1988.
Goloğlu, Mahmut, Halifelik Ne idi? Nasıl Alındı? Niçin Kaldırıldı?, Ankara 1973.
Gurvitch, G., Sosyal Determinizmin Çeşitleri ve İman Hürlüğü Üzerine Altı Konferans, Çev. N. Şazi Kösemihal, İstanbul 1958, Zik. Bolay..,
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985.
Göker, Levent, Matematik Tarihi ve Türk - İslâm Matematikçilerinin Yeri,
Ankara 1981.
Göze, Ayferi, Liberal Marxist Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, İstanbul 1977.
Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul 1986.
Guenon, Rene, Doğu ve Batı (Çev. F. Arslan), İstanbul 1980.
Guenon, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı (Çev. N. Avcı), İstanbul 1977.
Günaltay, Şemsettin, Türk Tarihinin İlk Devirlerinden Yakın Şark Elam ve Mezopotamya, Ankara 1987.
Güney, Salih, Sosyal Psikoloji, Nobel Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2012.
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, M. S. Mutlu, 1, İstanbul 1966.
Hamidullah, Muhammed, Resulullah Muhammed (Çev. S. Tuğ), İstanbul 1973.
Hanafi, Haşan, Teoloji mi Antropoloji mi?, Çev. Yazıcıoğlu, Mustafa Sait, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi XXII.
Harari, Yuval Noah, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, İnsan Türünün Kısa Tarihi, Çev. Ertuğrul Genç (Özgün adı: Sapiens A Brief History of Hu- mankind), Kollektif Kitap, 63, İstanbul 2015.
Hatemi, Hüseyin, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul 1988.
Heaton, H., Economic History of Europe, New York 1948.
Heisenberg, W., Physics & Philosophy, Harper: Torchbooks, New York 1958, s. 107 (zik. Capra, F., Fiziğin Tao’su, Çev. Ökten, K. H.), Arıtan Yayınevi, İstanbul 1991.
Hobsbavvn, Eric, Tarih Üzerine, Çev. Akınhay Osman, Bilim ve Sanat Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2001.
Hocaoğlu, Mehmet Lütfı, Usulü Fıkıh, Tarihsiz.
Hoffmann, Peter M., Yaşamın Kökeni, Moleküler Makineler Karmaşadan Düzene Nasıl Ulaşır?, Say Yayınları, Çev. Mehmet Ali Döke, İstanbul 2016.
Honneth, Axel, Eleştirel Teori, Günümüzde Sosyal Teori, Editörler: Giddens Anthony - Tumer Jonathan, İngilizceden Çev. Tatlıcan Ümit, Say Yayınlan, İstanbul 2013.
Hook, Sidney, Political Power & Personal Freedom, Criterion Books, New York 1959.
Hunke, Sigrid, Avrupa Üzerine Doğan İslâm Güneşi (Çev. S. Sezgin), İstanbul 1972.
Huntington, Samuel P, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyanus Yayınları, 13. Baskı, Çev. Mehmet Turhan, Y. Z. Cem Soy demir, İstanbul2015.
Işıktaç, Yasemin - Metin, Sevtap, Hukuk Metodolojisi, Filiz Kitapevi, İstanbul 2013.
İbni Haldun, Mukaddime, C. I s. 243-244, T. Dursun çevirisi, Zik. Uygun Oktay, İbni Haldun’un Toplum ve Devlet Kuramı, XII Levha Yayınlan, İstanbul 2008.
İbni Kesir, Kasas’ul Enbiya II (Tahkikli Abdülkadir Ahmet), Beyrut 1982.
Jestaed Matthias, Disiplin Olarak Anayasa Teorisi, Anayasa Teorisi, Çev. Hilal Kafkas, Lale Yayıncılık, 2014.
Johnson, L. G., Biology, W. C. Brown Publishers, Iowa 1983.
Depenheuer, Otto - Grabenwarter, Cristoph, Anayasa Teorisi, Lale Yay., İstanbul 2014.
Kalaycıoğlu, Ersin, Çağdaş Siyasal İlim Teori Olgu ve Süreçler, İstanbul 1984.
Kanlı, İmam Bakır, Sürdürülebilir Gelişmeyi Sağlamada Stratejik Bir Araç: “Mahalle Kooperatifleri ” Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt 25,2016, s. 1.
Karagülle, Hira, Senetlerin Tedavülü ve Fiyatlandırılması, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli-Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Karagülle, Süleyman, İslamiyet’e Yapılan Saldırılara ve Prof. Dr. İlhan Arsel’in Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına Reddiye, İslam Devlet - Dünya Düzeni II, Koba Yayınevi, İstanbul 1998.
Karagülle, Süleyman, Kur’an’ı Anlama Metodu, Medhal Yayınları, İstanbul 2012.
Karagülle, Süleyman, Adil Düzende Genel Hizmetler, Medhal Yayınevi, İstanbul 2014.
Karaman, Hayrettin, İslâm Hukukunda İçtihad, Ankara 1975.
Karaman, Hayrettin, Başlangıcından Zamanımıza Kadar İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1975.
Kargıoğlu, Aysel, Dünya Yaşamının Temel Elementi “Carbon”, www.yak- lasansaat.com, Erişim Tarihi: 8.9.2015.
Kast, F. E. & Rosenzweig, J. E., General Systems Theory: Application for Or- ganization and Management, Academy of Management Journal, 1972, Vol. 15, p. 450, Zik. Dereli, Toker, Organizasyonlarda Davranış, 1. Cilt, İÜ Yayınlan, İstanbul 1976, s. 105.
Kempen, Bemhard, Anayasa Teorisi - Anayasa ve Siyaset, Çev. İsmet Macit, Lale Yayıncılık, İstanbul 2014.
Keynes, J. M., The General Theory of Employment, Interest &Moııey, New
York 1936.
Kılıç, Süleyman, Bina ve Fabrika İnşasının Senetle Kredilendirilmesi, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli-Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Kışlalı, Ahmet Tahir, Siyaset Bilimi, Ankara 1987.
Kıvanç, E., -Yetkin, C., Sosyo Ekonomik Temelleriyle Siyasal Düşünceler Tarihi I, İstanbul 1985.
Kottak, Conrad Phillip, Antropoloji İnsan Çeşitliliğinin Önemi, Çev. Atamtürk Derya, Duyar İzzet, Özler Okan, İçen Utku, Deki Yayınlan 15. Baskı, 2014 Ankara.
Kösemihal, Nurettin Ş., Sosyoloji Tarihi, İstanbul 1956.
Kunter, Nurullah, Muhakeme Hukuku Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul 1986, s. 55-57.
Kuyucuklu, N., İktisadî Olaylar Tarihi, İstanbul 1982.
Leakey, L.S.B., İnsanın Ataları, Çev. Güven Arsebük, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971.
Leakey, Richard - Roger, Lewin, Origins, London 1977, s. 162, Zik. Şenel, İlkel...
Lijphart, Arend, Çağdaş Demokrasiler Yirmi Bir Ülkede Çoğunlukçu ve Oydaşmacı Yönetim Örüntüleri (Çev. E. Özbudun, E. Onulduran), Ankara, 1986.
Lijphart, Arend, Çağdaş Demokrasiler (Çev. E. Özbudun - E. Onulduran), Ankara 1988.
Lipson, Leslie, Demokratik Uygarhk (Çev. H. Gülalp-T. Alkan), Ankara 1984.
Lukes, Steven, Bireycilik, Çev. İsmail Serin, Bilim Sanat Yay., 2. Baskı, Ankara 2006.
MacCormack, Geofîrey, “Anthropology and Legal Theory ”, The Juridical Review (1978), Antropoloji ve Hukuk Teorisi, Çev. Onur Sinan Vatansever, İÜHFM, C. LXVII, S. 1-2, 2009.
Mahmud, Es’ad b., Emin Seydişehri, Hukuk Tarihi Tarihi İlmi Hukuk, Matbaai Amire, 1331-1332 İstanbul. Editör: Dr. Hasan Özket, Çev. Hasan Özket, Bünyamin Demir, Abdulkadir Altınhan, Ahmet Kırtekin, Mehmet Seyyar, Recep Yıldırım, Sedat Aksakal, Veysel İpekçi.
Marx, Karl, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 1997.
Mcneil, Wlliam H., A World History, New York 1971, Oxford University Press.
Mcneill, William H., Dünya Tarihi, Çev. Alaettin Şenel, Sistem Ofset Matbaa ve Yay., İstanbul 1985.
Montesquieu, C., Kanunların Ruhu Üzerine I (Çev. Fehmi Baldaş), MEB Yayınlan, Ankara 1963.
Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş Ders Kitabı (Çev. Hüsnü Arıcı...), Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 7. Baskı, Ankara 1989.
Molla Hüsrev, Miratul-Usûl, Tarihsiz.
Morrison, P. & Morrison, P., Powers of Ten, Scientifıc American Library, New York 1982.
t
Murat D. Mirza, Türk müsünüz? http://www.prossolutions.com.tr/, Erişim Tarihi: 02.11.2015.
Nordhaus, W. D. & Andrew, J., eds., The Share Economy: A Symposium, published by the Journal of Comperative Economics, X, 1986.
Nordhaus, W., Can The Share Economy Conquer Stagflation, The Quarterly Journal of Economics, February 1988.
Nordhaus, W. D., Introduction to the Share Economy, in Nordhaus and John, 1986.
Norstag, K. - Meyerriecks, A. J., Biology, Charles E. Merili Publishing Company, London 1983.
Okandan, Recai Galip Umumi Hukuk Tarihi Dersleri, İstanbul 1951.
Otacı, Cengiz, Hukukun Laikleşme Serüveni, Seçkin Yayınevi, Ankara 2012.
Ozankaya, Ö., Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Savaş Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1984.
Özek, Çetin, Devlet ve Din, İstanbul Tarihsiz.
Özket, Hasan, XIX. Asır İslam Hukuk Usulü Çahşmaları (1800-1923), Doktora Tezi 2003.
Özket, Hasan, Molla Hüsrev ve Mir’atü’l Usul adlı eserinin kaynakları,
Yüksek Lisans Tezi 1992.
Parmaksızoğlu, i., - Çağlayan, Y., Genel Tarih,Eski Çağlar ve Türk Tarihinin İlk Dönemleri, Ankara 1976.
Peck, M. J., Is Japan Really a Share Economy?, in Nordhaus and John, 1986.
Popper, Kari, Açık Toplum ve Düşmanları I, II, Platon, İstanbul 1989.
Rafiuddin, M., Geleceğin İdeolojisi (Çev. B. Tuna), Akabe Yayınları, İstanbul 1988.
Reynolds, L. G., Macroeconomics, V. ed. Richard D. Inving Inc., Illinois 1985.
Ribard, Andre, İnsanlığın Tarihi (Çev. E. Başar - Ş. Yalçın, H. Bektay), İstanbul 1983.
Rodinson, M., Hz. Muhammed (Çev. A. Tokatlı), İstanbul 1968.
Rousseau, J. Jacques, Toplum Sözleşmesi (Çev. V. Günyol), İstanbul 1982.
Russel, Bertand, Bilimin Toplumsal İşlevi (Çev. E. Esençay), İstanbul Tarihsiz.
Samuelson, Paul Anthony, İktisat (Çev. D. Demirgil), İstanbul 1973.
Sartori, Giovanni, Demokrasi Kuramı (Çev. D. Baykal), Ankara Tarihsiz.
Savaş, Vural E, Anayasal İktisat, Beta Yay., İstanbul 1989.
Sayı, Ali, Faiz ve Faizin Tarihi Gelişimi, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli-Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Sayılı, Aydın, Mısırlarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp, Ankara 1982.
Scherif. M. & Scherif, C.W., Social Psychology, HarperfeRow Publishers, Ne w York 1969.
Shi, N. & Zuo, G., OutLaws of The Marsh, Foreign Languages Press, c. I, Beijing 1988, s. 14.
Johnson, L.G., Biology, ed. D, London 1983.
Schrag, C. C. & Carsen, O. N. & Catton, W. R., Sociology, IV ed., Harper & Row Publishers, New York 1968.
Schumacher, E. R, Küçük Güzeldir (Çev. Osman Deniztekin), Cep Kitapları AŞ, 2. Baskı, 1989.
Schwarz, A. B., Roma Hukuku Dersleri (Çev. T. Rado), İstanbul 1956.
Sevtap, Metin, Yeniden Doğal Hukuk Modellemesi: John Finnis, IÜHFM, C. LXII. S. 1-2, 2004.
Spengler, Oswald, Batının Çöküşü I, Çev. Giovanni Scognamillo, İstanbul 1978.
Soysal, Mümtaz, Anayasaya Giriş, Ankara 1969.
Şenel, Alaettin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Bilim ve Sanat Yayınları, 6. Baskı, Ankara 2001.
Şenel, Alaeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi Tarih Öncesinde İlkçağda, Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş, Bilim Sanat Yayınevi, 5. Baskı, Ankara 2014.
Şerif, Mian Muhammed, İslâm Düşüncesi Tarihi (Çev. Altay Ünaltay), İnsan Yay., İstanbul 1990.
Taberî (İbni Cerîr), Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk I (tahkikli Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim), Beyrut Tarihsiz.
Tablot, Michael, Holografik Evren, Çev. Güray Tekçe, Omega Yayınları, İstanbul 2015.
Talaş, Cahit, Ekonomik Sistemler, Ankara 1969.
Tanilli Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, 1. Cilt, İlk Çağ: Doğu, Yunan, Roma, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları İstanbul 2015
Tekelioğlu, M. Sayım., Senetlerin Karşılıkları ve Teminatı, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli - Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Tekir, Sabri, Faizsiz Sistemde Kredileşme ve Kredi Müessesesi, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli - Faizsiz Kredileşme Sistemi, İstanbul 1989.
Topdemir, Hüseyin Gazi - Unat, Yavuz, Bilim Tarihi, Pegem Akademi Yayınları, 7. Baskı, Ankara 2014.
Toprak, Binnaz, Türkiye 'de Dinin Denetim İşlevi (eds. E. Kalaycıoğlu - A. Y. Sarıbay), Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, Beta Yayıncılık, İstanbul 1986.
Toynbee, Amold, Medeniyet Yargılanıyor (Çev. U. Uyan), İstanbul 1988, s. 1845.
Toynbee, Amold, A Study of History I.
Turan, Şerafettin, Türk Kültür Tarihi, Ankara 1990.
Tunaya, Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1980. Turhan, Mehmet, Anayasa ve Anayasacılık, Amme İdaresi Dergisi, C. 27. Tütengil, Cahit Orhan, Az Gelişmenin Sosyolojisi, İstanbul 1984.
Ulukütük, Mehmet, Politik Teolojide Din Dilinin Stratejik Ağırlığı -Din Dilinin Politik İşlevleri Üzerine Bir Deneme, Academia, Erişim Tarihi: 25.09.2015.
Umur, Z., Roma Hukuku, İstanbul 1982.
Ülken, Y., 20. Yüzyılda Dünya Ekonomisi, Günümüzün İktisadi Sorunları ve Başlıca Tahlil Aletleri, İstanbul 1974.
Ünsal, A., Siyaset ve Anayasa Mahkemesi (“Siyasal Sistem” Teorisi Açısından Türk Anayasa Mahkemesi) AÜ Yayınları, Ankara 1980.
Weber, Max, Sosyoloji Yazıları, Dünya Dinlerinin Sosyal Sosyolojisi (Çev. T. Parla), İstanbul 1986.
Weitzman, M., The Share Economy, Cambridge 1984.
Welsh, G., Kısa Dünya Tarihi, İstanbul 1972.
Wilson, Thomas P., Sosyoloji ve Matematiksel Yöntem, Günümüzde Sosyal Teori, Editörler: Giddens, Anthony - Tumer, Jonathan, İngilizceden Çev. Tatlıcan Ümit, Say Yayınları, İstanbul 2013.
Yalvaç, K., - Tosun, M., Sümer, Babil, Assur Kanunları ve Ammî Saduka
Fermanı, Ankara 1975.
Yavuz, Fehmi, Türk Mahallî İdarelerinin Yeniden Düzenlenmesi Üzerinde Bir Araştırma, Ankara 1966.
Yavuzer, M. Salih, Yeni Bir Faizsiz Banka Modelinde Senet Çıkarılması ve Çeşitleri, Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, İstanbul 1987.
Yayla, Atilla, Siyaset Teorisine Giriş, Kesit Yayınevi, 5. Baskı, İstanbul 2012.
Yenişehirlioğlu, Şahin, Felsefe ve Diyalektik Bilgi Kuramı (Epistemoloji), Alkım Yayınevi, III. Baskı, Ankara Tarihsiz.
Yıldırım, Cemal, Bilim Tarihi, İstanbul 1983.
Yücel, Mustafa Tören, Hukuk Sosyolojisi, Türkiye Adalet Akademisi Yayınları, Ankara 2014.
Zaim, S., Çalışma Ekonomisi, İstanbul 1977.
Zaloğlu, Ş., ‘‘Evrim Teorileri, ” ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul 1986.
Zeytinoğlu, Erol, İktisat Tarihi, İstanbul 1976.
Erişen Ali, Erten Kazım, Özdemir Harun, Demir Bünyamin, Karagülle Süleyman, Akdemir Süleyman, Hocaoğlu Mehmet Lütfi, Erzen Tayibet, Okta Leyla, Hocaoğlu Emine, Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası Kamu Görevleri, www.akevler.org, Erişim Tarihi: 18.10.2015.
Avrupa Birliği Üyesi Bazı Ülkelerin Anayasaları, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara 2011.
İnternet Kaynakları
http://www.dr.com.tr/Kitap/Bati-Uygarliginin-Cokusu/Erik-M-Conway/ Bilim/Ekoloji-Cevre-Bilim/ urunno = 0000000662852, Erişim Tarihi:
03.01.2016.
http://www.un.org/ar/events/cooperativesday/pdf/more.background. info.pdf, Erişim Tarihi: 05.01.2016.
http://www. akevler.org/AkevlerSeminerler/928/SonEk/2/HAMILAT- YUKLER-K-M-31, Erişim Tarihi: 24.04.2016.
http://www.akevler.org/AkevlerKitaplar/997/82/25-KAMIL-SAYILAR- KURALI-ADIL-DUZENE-GORE-INSANLIK-ANAYASASI-K, Erişim Tarihi: 24.04.2016.
http://www.deu.edu.tr/DEUWeb/Icerik/Icerik.php?KOD=2182, Erişim Tarihi:
24.04.2016.
http://maddeveevren.tumblr.com/post/100309369349/yildizlar-ve-galaksiler- arasindaki-mesafe, Erişim Tarihi: 26.07.2016.
http://www.evrimagaci.org/makale/515, Erişim Tarihi: 02.01.2016.
http://chttp: //www.turkcebilgi.com/ibrahim, Erişim Tarihi: 11.04.2016. http://ufouzayevrenbilim.blogspot.com.tr/2012/01/kainatn-yas-tekrar- hesapland.html, Erişim Tarihi: 10.01.2016
. www.kuark.org.gunessistemininolusumu, Erişim Tarihi: 06.07.2016. http://www.halkansiklopedisi.com/lavoisier-yasasi-nedir.html, Erişim Tarihi:
06.07.2016.
http://www.ruhsalfenomenler.com/makaleler/113-eneijinin-korunumu-yasasi. html, Erişim Tarihi: 06.07.2016.
http://www.fizikbilimi.gen.tr/gunes-sistemi/, Erişim Tarihi: 10.01.2016.
http://www.turkcebilgi.com/entropi, Erişim Tarihi: 10.01.2016.
http://www.intemethaber.com/iste-kainatin-sonu-icin-olasi-tarih-297222h. htm, Erişim Tarihi: 10.01.2016.
http://www.fizikbilimi.gen.tr/gunes-sistemi/, Erişim Tarihi: 10.01.2016. http://www.forumlordum.net/egitim-ogretim-genel/57484-su-dongusu- nedir-su-dongusu-hakkinda-bilgi-su-dongusu-nasil.html, Erişim Tarihi: 10.01.2016.
http://www.turkcebilgi.com/entropi, Erişim Tarihi: 06.07.2016. http://www.cangungen.com/2011/04/20/1066/, Erişim Tarihi: 06.07.2016. http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/jeolojik/KambrOncesi/, Erişim Tarihi: 10.01.2016.
https://tr. wikipedia.org/wiki/Sosyal_Darwinizm, Erişim Tarihi: 08.10.2016. https://genographic.nationalgeographic.com, Erişim Tarihi: 24.04.2016. http://maddeveevren.tumblr.com/post/100309369349/yildizlar-ve-galaksiler- arasindaki-mesafe, Erişim Tarihi: 26.07.2016.
http://www.fenokulu.net/yeni/Fen-Konulari/Konu/DNA-ve-Genetik-Kod- Konu-Anlatimi_551.html, Erişim Tarihi: 09.02.2016. di.coop/wp-content/ uploads/20 ] 4/0 l/CDIcompletestart-uppkt201O.pdf, Erişim Tarihi: 31.08.2016