بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ ASR SÛRESİ TEFSİRİ KUR'AN'IN YAPISI Kur'an sûre sûredir. Her sûrenin başına "Besmele" getirilmiştir. "Tevbe Sûresi" ayrı sûre sayılır ama başında "Besmele" yoktur. "Fatiha Sûresi" Kur'an'ın fihristidir. "Büyük Kur'an" Tevbe ayrı sûre sayılmazsa 112 sûredir; bu 7'nin 16 katıdır. Fatiha Sûresi 7 âyettir ve Büyük Kur'an'daki Besmele sayısı kadar yani 112 harf vardır. Baştaki vasık "E" de sayılacak olursa 113 harf kadardır. "İhdi"deki kesre de Y harfi olduğu için 114 harf olmuş olur. Böylece toplam harf sayısı toplam sûre sayısı olan 114 eder; bu da 19'un 6 katıdır. Kur'an'ın üslûbu çok farklıdır, Kur'an'dan olduğu hemen anlaşılır. Ayrıca Mekkî sûrelerin üslûbu ile Medenî sûrelerin üslûbu da farklıdır. Sûreler başlarına konan harflerle ve Medenî veya Mekkî olmalarına göre gruplanmışlar, karışık olarak sıralanmışlardır. Sûreler aşağıdaki şekilde dizilmişlerdir. 1+[(4*2(-1)+4*3+(3+1+3)+4*7+10)]+32+16=1+64+32+16 7*16+1+1=7*19=114 Kur'an 30 cüzdür. Her cüz 20 sahifedir. Her sahife 15 âyettir. Âyetler sahife sonunda noktalanırlar. Sahifeler de "Allah" kelimeleri üst üste gelecek şekilde yer almışlardır. KUR'AN'IN İNİŞİ Kur'an Allah kelamının Arapçasıdır. Allah kelamı mahluk değildir, Allah'ın bir sıfatıdır. Kendisinden ne ayrıdır, ne de aynıdır. Kur'an Cebrail'in riyasetinde meleklerden oluşan bir heyet nezaretinde Allah kelamından Arapçaya çevrildi. Kitap olarak tamamlandı. Cebrail Kur'an'ı bazen sûre sûre, bazen âyet âyet, bazen da kelime kelime Hazreti Muhammed aleyhisselâma öğretti. 23 senede aralar doldurularak tamamlandı. Cebrail önce daha önce inmiş âyetten başlar, sonra yenisini eklerdi. İnne'l-İnsane Lefî Husrin إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ der, ondan sonra İllellezîne Âmenû إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا olarak devam eder. Sûrelerin arasında ise "Besmele" okurdu. Böylece âyetlerin ve sûrelerin yerini bilirdi. Cebrail her yıl Ramazan ayında gelir ve o zamana kadar gelen Kur'an'ın otuz cüzünden ayrı ayrı her gece birisini tekrar eder ya da ettirirdi. Kur'an'ın otuz cüze ayrılması böyle idi. Kur'an inmeye başladığı zaman kâğıt yoktu. Kemik, deri, taş, tahta parçaları üzerinde yazarlardı. Bir âyet veya sûre indiği zaman onun uzunluğu kadar yazılacak şeyi seçerler ve Cebrail'in söyledikleri gibi yazarlardı. Her parçanın sondaki kelimelerini diğer sahifenin başına geçirirler ve devam ederlerdi. Hangi parçanın devamı olduğu böyle bilinirdi. Rakamlama yoktu. Olsa bile kullanılmazdı. Çünkü bugünkü bilgisayar tekniği ile yazılıyordu. Araya giriliyordu. Bu usûl son zamanlara kadar devam etmiştir. Ben yazılanları gördüm. Kur'an iniş sırasına göre inmediği için iniş sırası hakkında sahabelerden parça parça anlatımlar vardır. Şu sûre şu olay üzerine inmiştir diyorlar. Tutarsız rivayetler vardır. Yahut Mekke'de indi derler. Bunun dışında sûrelerin iniş sırasına dair herhangi bir rivayet yoktur. Ne kitapta, ne sünnette, ne icmada, ne de kıyasta bir mahalli vardır. Bir iki asır sonra tarihçiler içeriğine bakarak tahminlerde bulunmuşlardır. Bu tahminlerin şer'î bir hükmü yoktur. Esasen bazı sûreler 20 senede tamamlanmıştır. KUR'AN'IN TOPLANMASI Hazreti Peygamber aleyhisselâmın ölümü ile Kur'an tamamlanmıştı. Suffe raflarında levhalar hâlinde sıralanmış olarak duruyordu. Hangi parçanın nereden sonra geldiği de yazılı idi. Yüzlerce hafız yetişmişti. Hazreti Ebu Bekir kendisine bunlardan bir mushaf yaptı. Deriden yapılmış kâğıtlar üzerinde cilt yaptı. Hazreti Osman zamanında hafızlar azalmaya başladı ve ülke genişledi. İstişare ettikten sonra resmi mushaf yapılmasına karar verildi. Altı hafız kâtibi seçerek bunlara Kur'an'ın cem edilmesini (toplanmasını) emretti. Verilen talimat şu idi: Sahabelerde bulunan Kur'an parçaları bunlara teslim edilecek, diğer hafızlarla da istişare edecekler. Suffe raflarındaki Kur'an parçaları ve Ebu Bekir'in nüshası daima göz önünde bulundurulacak. İhtilaf ettikleri hiçbir şey girmeyecek. Altı nüsha yazılacak. O zamanki yazı çok ilkel idi. Farklı kıraatler aynı hat ile yazılabiliyordu. Sesli harfler yoktu. Noktalar da yoktu. "Y" "T" olarak okunabiliyordu. İhtilaf edilen hiçbir şeyi geçirmediler. Çok az kelimede iki kıraatin de Hazreti Peygamber tarafından geldiğinde ittifak ediyorlar, ancak bunlar tek olarak yazılamıyordu. O zaman bazıları öyle, bazıları öyle yazdılar. Bugün yeryüzünde mevcut 100 milyondan fazla Kur'an nüshası vardır. O zamanki ilk yazılı altı nüshadan elimizde olanları vardır. Bunların hepsi birbirine uymaktadır. Kur'an'ın sırasında asla ihtilaf etmediler. Tek ihtilafları "Tevbe Sûresi"nin ayrı sûre olup olmadığında oldu. Onu da ayıralım ama "Besmele" koymayalım diyerek anlaştılar. Bunun dizide ne kadar gerekli olduğunu bugün anlayabiliyoruz. Kur'an'ın altı nüshası değişik bölgelere gönderildi. Arkalarından bunları doğru okutacak kurralar gönderildi ve bu kurralar oralarda kıraat okulları açtılar. 150 sene sonra o kurraların yetiştirdikleri bir araya getirilerek "kıraat ilmi" yazıya geçirildi. Çünkü yazı gelişmiş ve "ses ilmi" ilerlemişti. Artık sesler notaya alınabiliyordu. Bu sefer Kur'an kıraati ile yazılı hâle geldi. Ondan sonra bu o kadar kesinleşti ki kimse buna dokunamaz olmuştur. Bu hafızların hepsi Kur'an'ı bugünkü yazılış şekliye notaya aldırdılar. Böylece 7 ana kıraat ortaya çıktı. Bu kurraların hiçbiri diğer kıraatleri hatalı görmüyordu. Bu yedi kıraat da Kur'an'dandır. Kıraatin birini inkâr küfür sayılmıştır. Ayrıca üç kıraat daha vardır. Bu kıraatleri kabul etseniz de olur, etmeseniz de olur. Küfre gitmezsiniz. Bunun dışındaki kıraatleri Kur'an'dan saymak küfür sayılmıştır. Yazılışta ise zaten ittifak vardır. Kur'an'ın yazılışı da okunuşu da artık yazılı hâle gelmiştir. İcma hâsıl olmuştur. Muhalefet etmek İslâmiyet'ten ayrılmak demektir. Biz öyle inanırız. Bu bilgiyi verdikten sonra, bir hususu hatırlatmakta yarar vardır. Yahudiler dünyayı sömürgeleştirerek Avrupalıların emrine vermek istediler. Bu arada Müslümanların da sömürgeleştirilmesi istendi, ama bir türlü başarılamadı. Bir raporda; "Müslümanların elinden Kur'an'ı almadıkça onları fethedemeyiz." diye yazıldı. Bunun üzerine Yahudi sermayesi bir plan hazırladı; Kur'an Müslümanların elinden alınacaktı. Yapılacak iş Hıristiyanlarda olduğu gibi Protestan mezhepler oluşturmak, herkese başka başka Kur'an vermekti. Bunun için şunlar yapılacaktı: 1. Önce Kur'an'ın dünya dillerine çevrilmesine gayret edilecek, asıl yerine tercümeler ikame edilecektir. Bugünkü Araplar da Kur'an Arapçasını konuşmadıkları için bugünkü irapsız Arapça yapılacaktır. Böylece zamanla asıl Kur'an raflarda çürüyecektir. 2. Bu arada tercüme yapılırken sûrelerin yerleri uydurma da olsa iniş sırasına göre sıralanacak, Kur'an hayat kitabı olmaktan çıkarılıp masal kitabı hâline getirilecektir. İnsanlar onu sadece geçmişteki bir vaka olarak okuyacaklardır. 3. Bundan sonra âyetlerin de yerleri değiştirilecek ve iniş sıralarına göre yerleştirilecektir. Tabii bu sefer sûreler allak bullak olacak, bazı sûreler ortadan kalkacaktır. 4. Sonra da bir işe yaramadığı görüleceği için kendilerinin bozarak ortaya çıkardıkları yanlışları düzelteceğiz derken istedikleri şekle sokacaklardır. İşte bu faaliyet bir asırdır devam ediyor. İniş sırasına göre metinsiz tercümeler Batı'da yapılmaya başlanmıştır. Türkiye'de de bundan 20-30 yıl önce "Türkçeciler" ortaya çıktılar ve tercümelerle hem de iniş sırasına göre Kur'an okunmaya başlandı! Hattâ namazları da Türkçe kılmaya başladılar! Herkes bunlara karşı çıktı, ben onları destekledim; "Siz Kur'an'ı bozamazsınız ama siz okudukça Kur'an sizi adam eder." dedim. Çalışmalarına katıldım. O zaman CIA'nın parası ile hızlı bir şekilde çalışmakta idiler. Sonra ne oldu? Türkçe Kur'an okurken, değişik tercümelerle karşılaştılar. Biz de tercüme edelim dediler. Bu sefer Arapça öğrenmeye başladılar. Sonunda benim dediğim oldu; onlar Kur'an'ı bozamadılar ama Kur'an onları sağlam mü'min yaptı. Tabii bunu gören CIA desteğini çekti. Tavsiyem; böyle bir faaliyetle karşılaşırsanız karşı çıkmayın. Böylece onları Kur'an'la temas eder hâle getirirsiniz, sonra onlar sizden daha ileri Müslüman olurlar. Yaşar Nuri'nin uygulamaları da bunun benzeridir. *** Asr Sûresi 103'üncü sûredir. Son 16 sûrenin 5. sûresidir. Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu ihtilaflıdır. Üslûbu ile ilk iki âyeti Mekkîdir. Son âyet ise Medenîdir. Birinci kısmı insanlığın çökmüş olduğunu bildirmekte, Mekke'deki durumu anlatmaktadır. İkinci kısmı ise Medine'deki aydınlık dönemi anlatmaktadır. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ وَالْعَصْرِ(1) إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ(2) إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ(3) KELİME SAYISI
HARFLER | MEBNİ | MEBNİ | KÖKLÜ KELİMELER |
و َوَ و وَ لَ | الَّذِينَ | HARFİ TARİFSİZ | آمَنُوا عَمِلُوا تَوَاصَوْا تَوَاصَوْا خُسْر ٍ |
بِ بِ فِي إِلَّاِإنَّ | | HARFİ TARİFLİ | الْعَصْر الْإِنسَانَ الْحَقِّ الصَّبْرِ الصَّالِحَاتِ |
(2+3)+(2+3)=5+5=10 | 1=1 | | (4+1)+(4+1)=5+5=10 |
| | 10+1+10=21=3*7 | 3+4=7 7+ (6+1)=7+7=14 =2*7 |
(N=10 :P=5 :Q=5)*2 : (N=21 :P1=10 :P2=10 P3=1:) KELİME SAYISI
| TİTREK | DİL | MED | DUDAK | HEMZE | BOĞAZ |
| ن ل ر | ضظزذ دط شصسثت | ا ى وا | ب م ف و | ا ء | ه ح ع خ غ ق ك ج ي |
| ننننر للل رر | صسس | ى | ف و | ا ءء | ع خ |
MEKKÎ | (2+3)+5=5+5=10 | 2+1=3 | 1=1 | 1+1=2 | 2+(1)=3 | 1+1=2 |
| 10+3+1=14=2*7 | | | | | 2+3+2=7 |
MEDENÎ | الل لل ال ل ل نن ر | الص الص صص ذ تتت | ااا ى وا | ووووووو ببب مم | ءء اا | ع حح قق |
| 7 +2+1=10 | (6+1)+3=10 | 3+1+1=5 | 7+3+2=12 | 2+2=4 | 2+2+1=5 |
| 10+10=20 | 3+10=13 | 1+5=6 | 2+12=14 | 3+4=7 | 2+5=7 |
| 20+13=33 | | 1 | | | 5+4*7=33 |
(N=10: P1=5:P2=5) *2 : (N=10: P1=7:P2=3)*2: (N=21: P1=14+:P2=7)*2 : (N=20: P1=10+:P2=10) (N=28: P1=14+:P2=7+7) ; (N=67: P1=33+:P2=33+1) ; (N=63: P1=42+:P2=21+1) : Toplam harf sayısı 67'dir. "İnnel İnsan" "İnne Linsan" okunmaktadır. O zaman 1 hemze ortadan kalkar 66 eder. 66 ve 67 100'ün üçte biridir. Sesli harfler Arapçada ayrı harf sayılmaz, harfin özelliği kabul edilir. Ancak bazen "V" ve "Y" harfleri "A"ya dönüşür, o zaman harf sayılır. "SÂlihât"taki "A"lar "V"lerden dönüşmüştür. "Âmenû"daki "A" da "V"den dönüşmüştür. Bunlar çıkarılırsa 64 kalır. Bu da yemin edilen Şaf sayısıdır. Buradan "İnnel İnsan"daki "İ" de düşürülürse 63 kalır. Bu da emeklilik yaşıdır. 63 21'in üç katıdır. Oysa 21 kadar kelime vardır. Demek ki Asr Sûresi'nde kelime ortalaması 3'tür. Bunlar bize neyi gösterir? 1) Bu metin Kur'an'ın bir sûresidir. Çünkü Allah'tan başka kimse böyle bir şeyi istese de ayarlayamaz. 2) Bu sûre toplam olarak ortak standarda, seçkin sayıya sahiptir. Ancak ilk iki âyetle son âyetin sayı oranları farklıdır. O halde bu metnin ilk kısmı ile son kısmı ayrı ayrı zamanlarda nâzil olmuştur. Gerek söz gerek mana üslûbu ile bu çok kolay görülmektedir. Bir torbaya eşit sayıda siyah ve beyaz bilyeler doldurunuz. İçine çok az da -mesela onda bir kadar da- sarı renkte bilye katınız. 66 çekim yaptıktan sonra baktınız ki 33 siyah, 33 beyaz var. 67'inci çekimi de yaptınız, o da sarı renk geldi. Acaba bunun rastlantı olarak olasılığı nedir? Diğer kısımları bırakalım, sadece bir tanesinin hesabını yapalım. P= 66!/(33!*33!) * (1/2)^66 Bazikte hesaplama programı. ASR SÛRESİ TEFSİRİ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ وَالْعَصْرِ (Va eLGaÖRı) "Asr için" "Asr" nasıl gerçek ise insan da öyle gerçekten hüsran içindedir. Biz Allah'a yemin ederiz. Eğer benim söylediklerim doğru değilse, o zaman ben Allah'a inanmıyorum demek olur. Allah da muhataba, "Asr" nasıl gerçek ise söylediklerim de o kadar doğrudur demiş olur. Dikkatimizi asra çeker. "Usare" meyve suyudur. "Asretmek" demek, meyveyi sıkıp suyunu çıkarmak demektir. Meyve toplayıcılık döneminden beri insanlar gündüzün topladıkları yemişleri akşama doğru cenderenin başına getirir, ağırlıkla bastırarak sıkar ve meyve suyunu çıkarırlardı. Onu ısıtır ve pekmez veya reçel yaparlardı. Bundan dolayı Güneş batmaya yaklaştığı zamana sıkma zamanı olarak "asr vakti" demektedirler. Sonra bir sıkmalık zaman anlamımda tüm güne o ad verilmiştir. Sonra meyvenin devşirilme zamanına da "asr ayı" denmiştir. İnsan ömrüne "asr" adı verilmiştir. "Muasırdır" demek, aynı olgunluk zamanlarını yaşadılar demek olur. Her insanın asrı başkadır. Yaşdaş olanlar asırdaştırlar. Ortalama ömür 60 ile 70 arasındadır. Ama öldükten sonra da etkinliği sürdüğü için 100 yıla bir asır denmektedir. Bununla beraber uygarlıkların asrı yani ortalama ömürleri 1000 yıldır. Uygarlık için 100 yıl 10 yıl demektir. İnsan ömrü nasıl 10'ar yıllık devrelere ayrılırsa, 1000 yıl da 100'er yıllık devrelere ayrılır. 100 yıl da üç döneme ayrılır. Çünkü bir neslin yönetime hâkim olması 30 yıl civarında sürer. 33 yıllık dönem de asırdır. Herkesin kendi asrı vardır. Burada insan ayrı ayrı ele alınıyor. Her insanın kendi asrına dikkat etmesini emretmektedir. إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْر (EınNa eLEıNSANa La FIy PuSRın) "İnsan hüsran içindedir." "İnsan" cins isimdir. Ademoğlu olarak herkes insandır. Burada herkesin, insan yapısının hüsran olduğu bildirilmiştir. İnsan "zalum ve cehul" yaratılmıştır. Kur'an böyle diyor. İnsana zulmedilmiştir. Bütün diğer varlıklara gerekli her şey eksiksiz verilmiştir. İpek böceği çok büyük tekstilcidir. Arı çok büyük kimyagerdir. Karıncalar mimardırlar. Ne bilgi bakımından ne de beceri bakımdan bir eksiklikleri yoktur. "İnsan" bilgisizdir. Kendisine gerekli olan şeylerin çoğunu doğarken bilmemektedir. Sonra uzun çabalar sonunda bilgi sahibi olabilmektedir. Oysa hayvanlarda öğrenme yeteneği yoktur, doğuştan ne biliyorlarsa milyonlarca yıldır hep aynı şeyi biliyorlar. Yapma, korunma ve avlanma bakımından onların pençeleri ve çeneleri yeterli olduğu halde, insan ise bilgisiz olduğu kadar da beceriksizdir. Bunları öğrenerek ve alışarak yapabilmektedir. Böylece insanın "zalum ve cehul" olması öğrenme ve yapma kabiliyetleri ile giderilmiştir. "İnne" ve "Le" harfleri münkirlere karşı kullanılır. Yani, insanlar aksini iddia etmekte iseler de insan "hüsran" içindedir. "Hüsran" "Hasır" kelimesiyle alâkalıdır. Kamışlar yere serilir, onunla hasır yaparlar. "Hasar var" deriz, yani yıkıntı var demektir. Bir kimsenin gerek bedenen gerekse mâlen zarara uğraması hasardır. "Husr" çökme demektir, ziyanda olma demektir. Burada şu sorulur. "Asır" ile "Hasr" arasında kelime benzerliği var da, manâ yakınlığı nedir? İnsanlık öyle yaratılmıştır ki evrimleşmektedir. İnsanlığın her asır daha ileri bir asır olmaktadır. Hayvanlarda türden türe evrim varken, insanda tür içinde evrim vardır. Hazreti Adem'in genleri, zekâsı ve çalışkanlığı bugün bizde de vardır. Bir şey değişmiyor. Ama mağara devrinde yaprakla örtünen insan bugün uzaya gidiyor. Uzay elbisesi dikebiliyor. Bu değişme bizim elimizde değildir. İnsanlığın yaratılışı insanlığı devamlı ileri götürmektedir. Bu sebepledir ki her insan çağına uyabilmelidir. Çağdaşlaşabilmeli, hattâ çağın ilerisine geçebilmelidir. Yoksa çöker gider. Nasıl havada uçan uçak dursa düşerse, insan da gayret göstermezse düşer. Yani her insan bir asrın başında dünyaya gelir, asrının sonunda gider. Ama onun asrında dünya değişmiştir. Hayata uyabilmek için onun da bazı şeyleri yapması gerekir. İşte bu sûre bunu anlatmaktadır. Mekke'de nâzil olan bu sûre o karanlık günleri hatırlatmıştır. Arabistan'da evrim olmuştur. Bu evrime ayak uyduramayanlar yok olup gitmiştir. Oysa Arabistan'daki bu yeni evrime ve gelişmelere uyanlar ise dünyanın hakimi olmuşlardır. Bugün de insanlık karanlıklar içindedir. Çünkü bin yılda bir gece olur, kış olur. Doğu uygarlıkları Miladi takvimin 1000'li yıllarında çökerler ve yeniden oluşurlar. Batı uygarlıkları 500'lü yıllarda çöker ve yeniden oluşurlar. Günümüz işte böyle gecenin sona erdiği ve fecrin sükun ettiği gündür. Bin yılın asrını yaşıyoruz. İnsanlık "tarım dönemi"nden "sanayi dönemi"ne geçti ama insanlar bu yeni duruma ayak uyduramadı, perişandır hüsran içindedir. 1- Çevre kirliliği var; toprak, hava, su ve canlı kirleniyor. İnsanlık bir bütün olarak topyekün ölüme doğru gidiyor. Nesil dejenere oluyor. Zina aile müessesesini çökertiyor. İlaç tedavisi insanın irsi yapısını, genetik yapısını bozuyor. Doğum kontrolü genetik seleksiyonu önleyerek neslin seleksiyonunu önlüyor. Nihayet sosyal güvenlik de insanları tembelleştirerek çocuk yapmaktan alıkoyuyor. 2- Kimyasal, biyolojik, tahrip edici ve atom silahları insanlığı kitle hâlinde imha ediyor. Durmadan artan ve dünyayı patlayıcı deposu hâline getiren bu silahlar birden patlarsa yeryüzünde kimse kalmaz. 3- İş mafyası, senet mafyası, rüşvet mafyası ve terör mafyası hayatı çekilmez hâle getirmiştir. Bu gidişle bir gün insanlar birbirini kıracaklardır. 4- İşsizlik, açlık, borç, yolsuzluk, rüşvet, baskı, isyan ve işkence sorunları peş peşe birbirini doğurmaktadır. Bu konuların her biri doktora tezi seviyesinde incelenmesi ve çözümler üretilmesi gereken konulardır. Ama ne var ki bu çalışmalar yapılmamaktadır. Bundan dolayı asrımız insanı hüsran içindedir. O günkü Mekke'nin durumu da bizim bu asırdaki hâlimize benzemektedir. Onun için sûredeki bu kısım Mekke'de nâzil olmuştur. Bundan sonraki kısım Medine'de nâzil olmuştur. إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا (EılLAv elLaÜIyNa EAvMaNUv) "İman etmiş olan kimseler bunun dışındadır." Burada istisna yapılmıştır. "İllâ" kelimesi, ‘bunlar hüsran içinde değildir' demek değildir. Ebu Hanife'ye göre mefhumu muhalefet geçerli değildir. Aşağıda sayılan özelliklerin yapılması şarttır, ancak yeterli değildir. Çünkü aşağıda sayılanlar uhrevî kurtuluşu göstermez, ama bu dünya için şarttır. Ayrıca Allah'a ve âhirete de iman etmek gerekir. Yalnız amel-i sâlihi işlemek yetmez; aynı zamanda amel-i hasenatı da işlemek ve amel-i seyyiattan kaçınmak gerekir. Hakkı tavsiyenin yanında; tayyibatı helal, habisatı haram etmek gerekir. Emri bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münker yapmak gerekir. Bu sûrede bunlara işaret edilmiştir. Çünkü bu sûrede istisna vardır. İstisna şartı getirir, ama mucibi getirmez. Bu sûrede anlatılanlar bütün insanları ilgilendiren dünyevi hükümleri içermektedir. "Mena" karşılıklı kurulan binaların ortak avlularıdır. Eskiden çadırlar, çardaklar, kulübeler bir avlunun çevresinde kurulur, burası güven altına alınırdı. Bu yere giren kimse "Mena" olurdu. İf'al bâbından "Emena" "Menaya" yani avluya bir şey koydu veya kendisi girdi anlamları ile fiil olmuş, sonra sonundaki "A" düşmüş ve sülasiye (yani üç harfli kök fiile) dönüşmüştür. Arapçada böyle kelimeler çoktur. Ebed, Ezel, Ehad menfileştirilmiş kelimelerdir. Zail olmaz, badiyeleşir, hudutlu veya hudutsuz anlamlara gelir. "Âmenû" faale bâbından da olabilir, if'al bâbından da olabilir. Her ikisi sonunda manâ olarak güven altına almak olur. "Amene Lehu" ona emanet etti, "Amene Alyhi" onu emanet etti, "Amene Bi" onunla emniyete aldı demek olur. Harfsiz söylendiği zaman da, kişiler birbirlerini emniyete aldılar anlamı çıkar. Burada harfsiz geldiği için Allah'la, âhiretle, meleklerle, resullerle kendini veya başkasını emniyete aldı anlamı verilemez. Birbirlerini güven altına alma demektir. Dayanışma ortaklığı kurmak, âkileyi kurmak, velâyeti kurmak demektir. Bu İslâmî sigortadır. İslâmî sigortada aidat istenmez. Dayanışma ortaklığı kurulur. Mesela, sağlık sigortası şöyle kurulur. İçimizden biri hasta olursa biz ortaklaşa aramızda eşit olarak bölüşüp onun tedavi masraflarını karşılayacak, ayrıca ona vasat ücret kadar da maaş vereceğiz. Yüz kişiden bir kişinin böyle hasta olduğunu kabul edersek, yüz lokmadan birini onunla paylaşacağız demektir. Bu ortaklığın temelinde olan özellik, hasta olmayanların hiçbir şey almamalarıdır. Aidatlı sigortanın yerini dayanışma sigortası almıştır. Aynı şekilde içimizden birine saldıran olursa, hepimize saldırılmış kabul edip birlikte karşı koyacağız. Eğer diyet ödeme sözkonusu ise hepimiz paylaşarak ödeyeceğiz ve onu kısastan kurtaracağız. İçimizden nakden ödeyemeyen olursa, onun çalışarak bunu ödemesine imkân hazırlayacağız. İslâmiyet'te bu âkile sisteminden kadınlar ve çocuklar da yararlanırlar, ama onlar ödeme yapmazlar. İslâmiyet'te emeklilik demek bu ödemeden kurtulma yaşı demektir. İşte uygarlığın ilerlemesi ile insanlar artık kendi ürettiklerini kendileri tüketmiyor. Sanayi döneminde herkes çalışıyor ve emeğini satıyor. İnsanlar işçidir. Dayanışma sigortası ile sigortalanmak zorundadır. İşsizlik, aşsızlık, hastalık gibi âfetler; işte zelzele, işte sel... Bunların dayanışma içinde giderilmesi gerekir. Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye gelir gelmez, orada ilk olarak siyasi dayanışma ortaklığı kurdu. Kur'an üç çeşit "dayanışma ortaklığı"ndan daha bahsetmektedir; Vicha siyasî, Şir'a ilmî, Minhac ahlâkî, Mensek meslekî dayanışma ortaklıklarıdır. -Bilgisizlikten doğan zararlar ilmî; -Beceriksizlikten doğan zararlar meslekî; -İhmalden doğan zararlar dinî; -Kasten iras edilen zararlar siyasî dayanışma ortaklıkları tarafından karşılanır. Hubr, rahib, ruhban ve kıssis bunların sorumlularıdır. Savamı, biye, salavat ve mesacid bunların toplanma yerleridir. Bugün ‘aidatlı sigorta' müesseseleri doğmuştur. Çünkü başka türlü hayat yürümez. Aidatlı sigorta ise insanları hasardan kurtaramıyor. Bundan dolayı ‘dayanışmalı sigorta' müessesesi getirilmelidir. Buna zaruret vardır. Yoksa birbirini tanımayan insanlar aralarında nasıl güvenlik işleri yapacaklardır? Bu sûre en çok asrımıza hitap etmektedir. Çünkü "sanayi aşaması" gibi önemli bir insanlık dönemine geçme tarihte ikinci defa olmaktadır. Birincisinde insanlar "çobanlık dönemi"nden "tarım dönemi"ne yani yerleşik hayata geçtiler. Asrımızda ise "tarım dönemi"nden "sanayi dönemi"ne geçiliyor. Bütün dünya, bütün insanlar hareket hâlindiler. "Nuh Tufanı" gibi "sosyal tufan" beklenmektedir. İnsanlığı tufandan kurtaracak olan da "sosyal gemi"dir; o da "dayanışma ortaklığı"dır. "Kur'an'a göre İslâm Anayasası" bu ortaklığa dayanmakta ve bunun hükümlerini beyan etmektedir. Demek ki bu âyet sigortalan(a)mayanların hüsran içinde olduğunu ifade ediyor. Sigortalanmak yetmez, "dayanışma sigortası"nı kurmak gerekir. وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMıLUv eLöÖAvLıXAvTı) "Salihleri amel ettiler." Uygun olanları işlerler. "İman etme"de hemen "Allah'a iman" akla geldiği gibi; burada da "sâlih amel" demek "hasen amel" olarak akla gelmektedir. "Hasen amel" iyi ameldir; "Sâlih amel" ise uygun ameldir. "Uygun amel" demek, işbirliği içinde yapılan amel demektir. Aramızda işbölümü yaparız, her birimiz ayrı ayrı işler yaparız, ama yaptığımız işler birbirini bütünler. Bunun için yapılan işler kurallı olacak ama ortak kurallı olacaktır. Benim yaptığım iplik senin yaptığın tezgahta işlenebilmelidir. Benin yaptığım tekerlek senin yaptığın arabalara takılabilmelidir. Bunu insanlığa Davut Peygamber öğretmiştir. "Tekstilde serdi tahdir et." (Sebe'[34],11) deniyor. Bu İslâm âleminde loncalar tarafından yapılmakta idi. Osmanlılarda pek çok standartlar vardı. Bu mesele Avrupa'da ancak 20. yüzyıl içinde kavrandı. Bunu Almanlar yaptı. Onlar ‘norm' dedi. Sonra İngilizce ‘standart' kelimesini kullandılar. "Sâlihât" denmektedir. Kurallı dişi çoğuldur. Kurallı erkek çoğul toplulukları, kurallı dişi çoğul ise sistemleri ifade eder. Sistem içinde iş yaparlar anlamı çıkar. Arapçada sade sayı fazlalığı olan çoğullar mükesser çoğullarla ifade edilir. Sâlihîn, Sâlihât ve Sevâlih çoğulları arasında bu fark vardır. Görülüyor ki "sâlih" amel" demek "uygun amel" olup iyi amel değildir. Adam öldürmek istesen de yine işbölümü yapıp sâlih amel yapmak gerekir. İş yapabilmek için sâlih amel etmek gerekir. Ayrıca cennete gitmek için amelin hasen olacaktır. Bu sebeple istisna ile ifade etti. Demek ki aramızda "dayanışma ortaklıkları" kuracağız, bir de "standartlar" yapacağız ve o standartlara göre amel edeceğiz, üretim yapacağız ki yaşayalım. Tarım döneminde ise herkes kendi ürettiğini tükettiği için böyle bir sorunla karşılaşmamıştır. Herkes zaten birbirini tanıyordu. Malları da biliyordu. Bu sûre asrımız için nâzil olmuştur. Çünkü Kur'an'dan sonra böyle büyük inkılâp ilk defa oluyor. Bundan sonra da ancak denizlere taşındığımız veya göklere çıktığımız zaman benzer olaylar olabilir. Bu inkılâp karalardaki hayatta son inkılâptır. Bundan sonra insanlar bu âyetlere uymak zorundadırlar. "Ev/veya" değil de "Ve" harfiyle eklenmekte olduğu için her dört iş birlikte yapılırsa hüsrandan kurtulunabilir. Dayanışma ortaklığı ile birlikte standartlara göre üretim yapmak, kaliteli üretim yapmak gerekir. وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ (Va TaVAÖaV Bı eLXaqQı) "Hakkı tavsiyeleşirler." "Hak" "Bâtıl" karşılığı kullanılan bir kelimedir. İnsanlar arasında hakları adaletle bölüşme anlamına geldiği gibi; hata olmama, gerçeklere uyma anlamına da gelir. "Hak" nedir? Herkesin asrı farklı olduğu gibi hak olanlar da herkes için ayrıdır. Bana göre doğru olan size göre doğru olmayabilir. İslâmiyet'te ihtilâflı konular hak olmaz. Hak bir tanedir. Onun için buradaki "Hak" kelimesi marife ve müfret gelmiştir. Topluluğu ilzam eden iki çeşit hak vardır. Hakemlerin verdiği kararlara herkes uyacaktır. Hakemlerin kararları dışına çıkmayacaklardır. Bir de icma ile sabit olan kararlara uyulacaktır. "Sigara içmek kötüdür" kuralını kabul ediyorsak, o zaman sigara içenleri uyarma hakkımız vardır; "sigarayı bırak" deme yetkimiz vardır. Her toplulukta ittifakla alınmış kararlar o topluluk için haktır. O topluluk içinde kaldıkları müddetçe ona uymalıdırlar. Uymayanları diğerleri uyarmalıdırlar. Burada çok önemli bir husus olarak "Tavsiye" kelimesini kullanmıştır. Tefaul bâbı çok kimselerin karşılıklı tavsiyede bulunmasıdır. Bu sistem İslâm devlet sistemini ortaya koyar. O da nedir? İslâm devlet sisteminde "başkan" dışında bir ‘memur sınıfı' yoktur. Herkes başkanın emrinde memurdur. Gerek hakkın ortaya konması, gerek uygulanmasında tamamen topluluk yetkilidir. Herkes polistir. Herkes savcıdır. Herkesin kamu davasını açma yetkisi vardır. Herkesin silah taşıma yetkisi vardır. Polisin ne yetkileri ve görevleri varsa, halkın da o yetki ve görevleri vardır. Bunlar zorlama değil tavsiye şeklinde olmalıdır. Bugünkü terörü başka türlü önleme imkânı yoktur. Devlet halkın elinden silahını alıyor, ondan sonra toplumu polislerle korumaya çalışıyor! Yapılan saldırılara karşı halka da silahla müdahale hakkını tanımıyor. Bunlar hüsranın alâmetleridir. Adam öldürmek serbest, katili öldürmek yasak! İşte burada "Tavsiye" fiilinin tefaul bâbında ve cem' hâlinde gelmesinin önemi buradadır. Bununla beraber kimse hakka zorlanamaz. Ancak tavsiyede bulunulabilir. "Tavsiye" kelimesi de bu kadar önemlidir. Demek ki; (1) "dayanışma ortaklıkları"nın yanında (2) tavsiyeleşme, (3) hakemler sistemine gitme ve (4) hakkı bulma yani icma yapma da hüsrandan kurtulmak için şarttır. "Hakemlik sistemi" zorlama sistemi değildir. Sen bir hakem seçersin, o bir hakem seçer; baş hakemi hakemler seçer. Onlar kimin haklı olduğuna karar verirler. Hakemler ondan sonra tarafların kararlara uyup uymadıklarına karışmazlar. Dolayısıyla hakem kararları tavsiye mahiyetindedir. "Hak" ise icma ile sabit olan şeydir. "Halkın yönetimi" böyle oluşmaktadır; icma ve hakem kararları. Demokrasi budur. Yoksa ekseriyet sistemi demokrasi değildir. O ekseriyetin yönetimidir. Oligarşidir. وتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ (Va TaVÖaV Bı elÖaBRı) "Sabrı tavsiyeleşirler." "Tevasav" kelimesi tekrar edilmiştir. "Hakk"ın karşısına "Sabr" konmuştur. "Hakk" icma ile sabit olan şeylere karşı müdahale hakkının oluşmasıdır. "Sabr" ise eğer icma yapılmamışsa, görüşler farklı ise o hak değildir. Kimse kimseyi ihtilâflı konuda zorlayamaz, hattâ dâvet edemez. Bunun bir misalle anlatalım. Şafii'ye göre kan akmakla abdest bozulmaz, ama kadına değmekle bozulur. Ebu Hanife'ye göre de kanla bozulur, kadına değmekle bozulmaz. Bir Şafiinin kanı çıkmış olmasına rağmen abdest almadan imam olsa, Hanefi de buna uysa namazı sahih olur. Namazı Şafii'nin içtihadına göre kılmıştır, namazı sahihtir. Ama kadına değmiş ve abdest almamışsa, ona uyan Hanefinin namazı bozulur, yeniden kılması gerekir. Çünkü Şafiinin Hanefiye göre kıldığı namaz fasittir. Yani kimse başkasını kendi içtihadına çağıramaz. Herkesin kendi içtihadında amel etmesi gerekir. İşte böylece herkes başkasının kendi içtihatları ile amel etmelerine tahammül edecek ve sabredecektir. Yani burada ortaya konan içtihat hükümleridir. İcma haktır. Onu tavsiye ederiz. Ama içtihat ise amel edilmesi gerekendir. Herkes kendi içtihadına göre amel eder. Burada da "Tevasav" kelimesi gelmiştir. Burada hakemlerin denetimi vardır. Hakemini kişi kendisi seçer. Baş hakemi de onun seçtiği kendi hakemi seçmiştir.O halde bunların kararına uymalarını istemek, hakem kararlarına sabırlı olmayı tavsiye etmek de topluluğa yüklenmiş görevdir. "Subre" granit demektir. İnsan kararlarında, içtihat ve icmalarda granit gibi sağlam olmalıdır. İcma ile içtihat arasındaki fark şudur. İçtihatlar yine içtihatlarla değişir. Oysa icmalar ancak icmalarla değişir. Bir örnek verelim. Burada her hafta belli bir günde akşam saat 7'de toplanmaya karar verdik. Bunu icma ile tesbit ettik. Bundan sonra bu saati ve bu yeri değiştirebilmemiz için yeniden ittifak etmemiz gerekir. Ama biz toplanıp gün ve saate ittifakla karar veremediysek, o zaman başkanın geçici karar almasını isteriz. O bizimle istişare eder ve gün ile yeri belirler. Biz de başkanın bu kararına uyarız. Ama başkan yeniden istişare yapmak şartıyla yeni karar alabilir. Demek ki başkanın aldığı kararlar hak değildir. Sadece amelen uyulur. *** Bundan sonra gelen sûreler insanın neden hüsranda olduğunu anlatmaktadır. "Kevser Sûresi"nde ise bu istisna edilen kimselerin ne yapmaları gerektiğini, Kur'an'ın gösterdiği yoldan gitmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Ama dünya hayatında yine zorlamanın olmadığını anlatmak için "Kâfirûn Sûresi" gelmektedir. Yani "Tevasav"ın nasıl uygulanacağını ifade etmektedir. "İzâ Câe Sûresi" yani "Nasr Sûresi" ile İslâmiyet'in zaferini haber vermektedir. "Tebbet Sûresi" ile işte hüsran anlatılmaktadır. Son sûreler ise insanın yaratıcı Allah'a dönüp âhirete mü'min olarak, şeytandan kurtulmuş olarak gitmesi emredilmektedir. Asr Sûresi'nin anlatılması için dört saatlik bir konferans düzenlenebilir. 14-17 Ocak 2005 Fiyatı: Seminere katılmak veya (akevleronline) www.akevler.org *KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 287. SEMİNER Yazan ve Anlatan: SÜLEYMAN KARAGÜLLE Yayına Hazırlık ve Yönetim: REŞAT NURİ EROL www.akevler.org (0532) 246 68 92 |