Bölgenin geleceği
2650 Okunma, 42 Yorum
Mahir Kaynak - Star
Süleyman Karagülle

 19/08/2012

Ülkemizin tam ortasında yaşadığı bölgenin yeniden nasıl şekilleneceği merak ediliyor. Bu değişim yeni başlamış diyemeyiz. 11 Mart 1991de Zaman gazetesinde yayınlanan bir söyleşimde şunları söylemişim: Irak bölünecektir ara başlığını taşıyan yazı şunlara işaret ediyor: Körfez krizinde ilk olarak dört ülkenin haberdar edildiğini, bunlar aynı ölçüde olmamakla birlikte başta ABD;SSCB, İngiltere ve Türkiye olduğunu söyleyen Kaynak “ ABD yenilgisinden sonra Irak’ı olduğu  gibi bıraktığınız zaman bu yenilgiyi haz-medemeyen halkın bir süre sonra tekrar Batı aleyhtarı bir çizgiye oturması son  derece doğaldır. O halde yapılacak şey Irak’ın bir güç olarak ABD ve SSCB’nin çıkarlarına karşı koyacak bir potansiyele erişmesini engellemektir. Bu da bölmekle mümkündür.Muhtemeldir ki Irak bölünecektir.Bu bölünmenin kriteri bellidir. Öyle olmak zorundadır. Arap olan unsurlarla Arap olmayan, yani Kuzeyde Kürt ve  Türklerin Araplardan ayrı , bir ölçüde bağımsız bir devlet kurmaları muhtemeldir. İran ve Irak hep birbirine karşı kullanılan güçlerdir. Böyle olursa İran tek başına,  Batı aleyhtarı tek güç olarak kalacaktır.”

-1991 de Irak’ın bölüneceğini yazmıştım.

- Sermaye; Ortadoğu ülkelerini 10 milyondan az nüfuslu devletlere bölecek, silahtan tecrit edecek. İsrail’e atom dahil tüm silahları techiz edecek. İsrail’in yönetiminde bir Ortadoğu imparatorluğunu kuracaktır. Planı bu idi. Başaramadı. Şimdi şaşkın.

Irak’ın bölünmesi bu günlerde ortaya çıkan bir olay değildir. Birinci Körfez  Savaşında da .bu tartışılmaktaydı. ABD Irak’ı işgal edince siyasi yapılanmayı mezhep ve soy farkına göre şekillendirdi. Kuzey Irak’taki Kürt federatif yapısı  giderek bağımsız hale geldi.

- Irakta Kürt devleti federatif hale geldi.

- Obama ve Putin ile Sermaye ABD ve Sovyetleri kaybetti. Şimdi kendi derdinde.

Suriye’deki olaylar bu ülkenin de  bölüneceğini gündeme taşıdı. Kuzeyde  bir kürt federatif yapısının oluşması gündeme taşındı. Suriye’deki ayrışma daha çok mezhep farkından kaynaklanıyor. Ancak bunun Suriye’nin bölünmesine yol açacağını sanmıyorum. İç savaş sona erince  Suriye’nin ve Kürtlerin bütünlüğünü koruyacağını, ancak bazı Kürt grupların Kuzey Irak’la bütünleşeceğini sanıyorum.

-Suriye Kürtleri, kuzey Irak’la bütünleşecektir.

- Sermaye siyasi gücünü kaybetti, ekonomik gücünü koruyor. Üçüncü savaşı çıkararak yeniden siyasi güç elde etme peşinde.  Türkiye Suriye’ye müdahale ederse, İsrail de güneyden müdahale eder. İran katılmak zorunda kalır. Çin ve Sovyetler İran’ı destekler, NATO Türkiye’yi destekler üçüncü cihan savaşı başlamış olabilir.

Bölgenin geleceği yalnız bölge halkını ilgilendirmiyor. Büyük güçler bu bölgedeki değişimden daha çok etkilenecektir. Zaten buradaki devletler büyük güçler tarafından kuruldu ve onlar tarafından yönetildi. Görünen yerli yöneticiler orayı kontrol eden büyük güçler adına hareket ettiler. Bu güçler ülke ekonomisini kontrol ediyor ve bundan yaralanarak kendi adlarına hareket eden bir yönetim oluşturuyorlardı. Gerçekte buradaki demokrasilerle tek elden yönetimler arasında fazla bir fark yoktu. Şimdiki görünüm şudur: Büyük güçler enerjiyi kontrol etmek ve böylece dünya üzerinde egemenlik kurmak istemektedirler. Enerjide alternatif enerji kaynaklarına geçiş halen kullanılan enerji kaynaklarından vazgeçmeyi gerektirmiyor. Aksine yeni enerji kaynaklarına yönelme sürecinde eski kaynaklarının rekabetini engellemek için  bunların kontrol edilmesi gerekiyor.

- Ortadoğu’yu Ortadoğulular değil, etkin güçler yönetmiştir.

- Yalnız Ortadoğu’da yirminci yüzyıldaki bütün olaylar sermayenin yazdığı senaryonun oynanmasından ibaret olmuştur. Bugün oyuncular artık senaristi dinlemiyorlar. Faiz parasının yerini emek parası aldığı gün bu iş bitmiş olacaktır.

Buradaki ülkelerdeki değişimleri incelerken iç dinamiklere çok önem vermemek gerekir. Zaten iç dinamikler dış güçlerin kontrolü altındadır. Bu güçler kendi değer yargılarını yerli güçlere taşımak yerine onları kendi değer yargılarıyla kontrol ederler.

-  Ortadoğu’da iç dinamiklerden çok dış güçler hakim.

- İslam âlemi Kuran’a dönmektedir. Adil Düzen’i benimsediği zaman artık iç dinamikler harekete geçmiş olacaktır.

Geleceğin şöyle şekillenebileceğini söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşından sonra bölgeyi kontrol eden güçler, başta İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinin kurduğu düzen sona erecek hatta sınırlar bile değişecektir. Bu değişim şeklen olmayabilir ama sınırlar anlamını kaybeder.  Liderlik sadece uygun dış politikalarla sağlanmaz. Başta ekonomi olmak üzere bölge ülkelerinin kontrolü sağlanır ve devletler bir şekil unsuru olarak kalırlar

- Gelecekte bugünkü düzen değişecektir. Devletlerarası sınır anlamını kaybedecektir.

NOT: Yazıda yer alan italik ifadeler Süleyman Karagülle’ye aittir.

 

Yorum:

Geleceğin Düzeni,  Adil Düzen

Gelecekte Adil Düzen gelecek. Yeryüzü kıtalara ayrılacak. Ancak bunlar bağımsız olmayacak. İnsanlığın bir alt kuruluşu olacaktır. İnsanlık bağımsız ulusal devletlere ayrılacak. 30 milyon ile 100 milyon arasında nüfuslara sahip olacaktır. Devletler yüze yakın illere ayrılacak. İç işlerinde bağımsız olacaklardır. Lise öğrenimini kendi il dilleri ile yapacaklardır. İller yüze yakın bucaklara ayrılacak. İlköğrenimini kendi dilleri ile yapacaklardır.

İnsanlık, ülke, il ve bucak meclisleri olacaktır. Kendi kanunlarını kendileri yapacaklardır. Merkezi yasalar taşra yasalarının üstünde olmayacaktır. Taşrada taşra yasaları hakim olacaktır. Yürütme sivil yetkililer tarafından yapılacak. Kendi içtihatları ile yürüteceklerdir. Yasalara aykırı hareketler hakemlerden oluşan tarafsız bağımsız etkin ve saygın denetlenecektir. Hakem kararlarına herkes kendi rızası ile uyar. Uymayanlara ise silahlı güç, yönetim gereğini yapar.

Hakem kararlarına uyanlar, barış içinde olacaktır. Uymayanlarla ise meşru güç birlikte savaşacaktır. İnsanlık iki bloğa ayrılacak. Hakem kararlarına uyanlar ve hakem kararlarına uymayanlar. Ekseriyet sistemi ile kimse suçlandırılamayacak. Mesela Suriye aleyhine hakemlere gidilecek, Esad hakemliği kabul etmezse veya hakemlerin kararlarına uymazsa, uymadığı da hakemlerce tespit edilmek şartı ile isteyen devletler O’nunla savaşırlar ve ülkesini yağmalarlar.

Bugünkü düzen sermayenin karşılıksız faiz parası ile insanlığı sömürmesine dayanmaktadır. Uygarlaşmak için buna gerek vardır. Ömrünü doldurmuştur. Artık karşılıklı para, emek parası çıkacak. Her semt kendi senedini kendisi çıkaracak. Bucakların, illerin, ülkelerin ve insanlığın farklı paraları olacaktır.

Adil Düzen’e göre insanlık anayasasında gelecekle ilgili düzen anlatılmaktadır. Yeryüzü; Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Avrupa, Çin, Hint, Avustralya ve Adalar birer kıta olacaktır. Ortadoğu da ayrı kıta olabilir. Yahut Rusya ile birlikte Ortadoğu, Arabistan ve İran ile Avrupa’ya, Orta Asya ve Sibirya, Çin ve Hint’e bağlanabilir. Bu husus belirtilmiş değildir.

ABD sermayenin hâkimiyetinden kendisini kurtaracaktır. AB, Papa’nın önderliğinde sermayenin sömürüsünden kendisini kurtaracaktır.  Çin devletlere bölünecek ve Çin birliğini oluşturacaktır. Hindistan ve Müslümanlar farklı devletler olacak ve birlik sağlanacaktır. Afrika ve Güney Amerika da birliğe girecektir.

Birleşmiş Milletlerin meclisi olacaktır. Ne var ki burada dünya üniversitelerinin temsilcileri yer alacaktır. Birleşmiş milletlerin yargısı olacaktır. Ama askeri gücü olmayacaktır. Ulusal devletlerin üstünde askeri güç olmayacaktır. Hakem kararlarına uyan devletler insanlığın güvenliğini sağlayacaklardır.

 

 

Süleyman Karagülle


YorumcuYorum
Reşat Nuri Erol
26.08.2012
09:19

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

26 Ağustos 2012 Pazar

Ya isim ya muhteva

(İSLAMCILIK...)

İslamcılığı öldürenler, onun muhtevasından da rahatsız olanlar bir yana (onlarla tartışmada hem taraf olmak hem de üslub farklı olacaktır) bizimkiler diyeceğim zevat ile anlaşmazlık, islamcılığın muhtevası üzerinde değil, bu muhtevaya "islamcılık" demenin fayda, zaruret ve zararı üzerinedir. Aslında Müslümanlığa dahil olan vazifelerin "islamcılık" adıyla ayrılması ve üzerine hüküm bina edilmesinin zararlı olduğunu düşünen ve yazan dostlar, islamcıların hedeflerine karşı değiller. "İslam'ın tamamı veya mücadele alanlarının değişmesi sebebiyle belli bir kısmı" manasınadaki hedeflerde birleştiğimize göre tartışma öze değil, söze dönük hale gelmektedir. "Söz", yani bu kelimenin kullanılması kültüre, kaynaklara, iteratüre girmiştir; engellemek, buna son vermek -bize göre- mümkün değildir. Ama "Ben bu kelimenin belli islami vazifeler ve bunları dava edinen Müslümanlar için kullanılmasına karşıyım, benim için Müslüman vasfı tek başına yeterlidir" diyenlere saygımız tabiidir. Varsın onlar böyle düşünsün ve böyle adlandırılsınlar, farklı düşünen ve adı kullananları da anlayışla karşılamak gerekir. Ben yazılarımda "Said Halim Paşa, Ahmed Naîm Bey ve benzerleri kendilerine 'islamcı' dediler" demedim. Bu isim henüz yerleşmeden farklı sebeplerle "isme" karşı çıkanlar arasında bu iki isim de vardır; ama islamcılığın muhtevası bakımından bunlar birinci sınıf islamcılardır. Mesela Said Halim Paşa, o zamana kadar kullanılmamış ve Ziya Gökalp tarafından kullanılmış bulunan "islamlaşma" kelimesine itiraz etmemiş, bu kelimeyi kullanmış, islamlaşmayı bir dava olarak ortaya koymuş ve Paşa üzerinde güzel çalışmalar yapan Prof. H. Bostan'a göre Paşa bunu "islamcılık manasında kullanmıştır. Paşa "İslamlaşma"yı şöyle anlatıyor: "Bizim için 'İslamlaşmak' demek, İslamiyet'in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir. Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissedip, düşünüp, hareket etmesi gerekir. Bunu yapmadıkça, yani İslamiyet'in ahlak, hayat ve siyasetine kendini tamamıyla uydurmadıkça, yalnız Müslümanlığını itiraf etmek ona bir şey kazandırmaz. Hiçbir saadet de elde edemez. Bir Kant'ın yahut bir Spencer'in ahlak görüşüne inanan, ayrıca içtimai hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir (Buhranlarımız, s. 186 vd.) Hamza Türkmen kardeşimiz de HAKSÖZ dergisindeki makalesinde, Ahmed Naim Bey'in islamcılık kelimesine hangi ortamda ve niçin karşı çıktığını anlattıktan sonra kelimenin yerleşmişliğini şöyle açıklıyor: "...Ancak İslamcılık terkibi, İslam coğrafyasındaki 20. Yüzyıl ulus devlet yapılanmalarıyla birlikte dayatılan batılı değer ve politikalara karşı tavır alan ve İslam'ı yeniden kültürel ve siyasal planda alternatifleştirmeye çalışan müslümanları nitelemek veya suçlamak amacıyla batıcı, laik ve ulusçu unsurların gündemleştirdiği bir tanım olarak yeniden hayat buldu. İslamcılık terkibinin kullanımı, ayrıştırıcı ve tasnif edici özelliği dolayısıyla da resmi ideolojilere muhalif müslüman kesim tarafından genellikle onay aldı." Kendi tercihini de açıklıyor: "Şahsen İslamcı kelimesinden, hoşlanmamakla birlikte, özellikle oryantalist girişimler neticesinde, hüviyetinde İslam yazdığı halde İslam'ı yaşamayan hatta düşman olan Müslümanlarla, bir siyasi-sosyal duruşu, bakışı olan dini yaşamaya çalışan Müslümanları birbirinden ayırt etmek için kullanılan bir kelime olarak 'İslamcılığın' gereğine inananlardanım. Böyle bir ayrımsamayı yapmak ve anlamak gerek..." Tartışmanın adlandırma değil, muhteva üzerinde sürdürülmesinin daha yararlı olacağını düşünüyorum.

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
09:27

Yusuf Kaplan ykaplan@yenisafak.com.tr

26 Ağustos 2012 Pazar

İslâm'ı bertaraf etmenin yolu,

İslâmcılığı bertaraf etmek (1)

İslâm'ın, Batılılar için, ne anlam ifade ettiğinin farkında mıyız, gerçekten? Eğer bu sorunun cevabını bihakkın verebilirsek, İslâmcılığın, öncelikle Batı'da, sonra da derece derece İslâm dünyasında, neden şeytanlaştırılma, lanetlenme ya da devre dışı bırakma kaygısıyla hedef tahtasına yatırıldığını da bihakkın idrak edebiliriz. İslâmcılığın eleştirilemezliğinden filan sözetmiyorum. Öyle şey mi olur? Bırakınız İslâmcılığı, adam inanmıyorsa, karşı çıkıyorsa, İslâm'ı bile, istediği gibi eleştirebilir. Kimse, kimsenin zihnine pranga vuramaz. İsteyen inanır, istemeyen inanmaz. Ayrıca, hiç kimse de, hiç kimseye neden böyle inanıyorsun, neden benim inandığım gibi inanmıyorsun, diyemez. *** İslâm'ın, Müslümanlar için ne anlam ifade ettiği, sorusu da önemli bir soru. Ama bu başka bir yazının konusu. Burada yazının başında sorduğum sorunun izini sürmek niyetindeyim öncelikle. Evet, İslâm, Batılılar için ne anlam ifade ediyor? Öncelikle şunu: İslâm, Batılar tarafından, şu ân dünyada, diğer dinler ve medeniyetler arasında, Batı uygarlığına karşı geliştirilebilecek muhtemel medeniyet meydan okumasının tek adı ve adresi olarak görülüyor. Batılılar, İslâm'ın, gerek kaynaklarının muhkemliğini; gerek Müslümanların tarihî tecrübelerinin derinliğini, çapını ve kuşatıcılığını; gerekse bugün insanlığın en temel varoluşsal sorununu çözebilmiş, yani farklı kültürlerin, dinlerin, felsefelerin ve etnisitelerin farklılıklarını koruyarak hepsine yaşama ve varolma hakkı sunabilmiş tek medeniyet tecrübesinin İslâm medeniyet tecrübesi olduğunu bildikleri için, İslâm medeniyeti, Osmanlı'nın durdurulmasından sonra fiilen tarihten çekilmiş olmasına rağmen, bu üç temel gerekçeden ötürü, İslâm'ın, Batı uygarlığına "alternatif" olabilecek tek niteliksel kaynak olduğunu düşünüyorlar; bu yakıcı gerçeği, bizden, bizim metamorfoz yemiş entelijansiyamızdan daha iyi biliyorlar. *** İkincisi, Batılılar, İslâm'ın dışında, Batı uygarlığına "karşı", gerçek anlamda bir medeniyet meydan okuması geliştirebilecek başka bir aktör, bir "güç", bir medeniyet kaynağı olmadığını da çok iyi biliyorlar. (Japonya, Çin, Hindistan ve Rusya'nın kapitalist Batı uygarlığına karşı medeniyet meydan okuması geliştiremeyecek kadar nasıl fosilleştirildiklerini, kapitalistleştirilerek nasıl u/yutulduklarını ayrıca yazacağım). *** Bu nedenle, İslâm'ı, "alternatif" bir medeniyet sunabilecek, Batı uygarlığının önündeki tek "tehdit" olarak görüyor Batılılar. Soğuk Savaş'ın bitirilmesinin nedeni buydu: Fas'tan Malezya'ya kadar, İslâm dünyasında yerleştirilen diktatörlükler çatırdamaya, sosyalist, ulusçu vesair ideolojiler anlamsızlaşmaya başlamıştı ve İslâmcılık, İslâm dünyasının en güçlü sosyal, kültürel ve entelektüel söylemi ve "eylem"i olmaya doğru hızla ilerliyordu. Bu nedenle, İslâmcılık üzerinden İslâm'ın yükselişinin durdurulması gerekiyordu. Henüz "primitif" özellikler arzetmesine, esaslı hiçbir proje sun/a/mamasına rağmen, İslâmcılığın, İslâm dünyasında tabandan tavana doğru gerçekleştirdiği bu yürüyüş, durdurulmalıydı. İslâmcılığın bu önlenemeyen yürüyüşü, durdurulmadığı takdirde, sular seller gibi, bütün Batı-güdümlü diktatörlükleri, şeyhlikleri önüne katıp, sonuçta, 1648 Westfalya Düzeni'yle kurulan Batılı seküler-kapitalist küresel sistemin sonunun başlangıcını hazırlayabilirdi. İslâmcılığın, bir medeniyet meydan okuması filan yoktu. Ama ikinci aşama, eşyanın tabiatı icabı, medeniyet meydan okuması olacak, İslâm'ın, yeniden tarih yapacak, tarihin akışında rol alacak -Braudel'yen anlamda- anahtar bir "dünya-tarihsel" aktöre dönüşmesi önlenemeyecekti. *** İşte tam bu noktada, Soğuk Savaş bitirildi. Dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas, ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere'nin "demir leydi"si Margaret Thatcher, Brüksel'de vesaire adeta yeni bir "Yalta Konferansları" dizisi düzenleyerek, "İslâm'ın, küresel sitemin önündeki en büyük tehdit olduğuna" hükmettiler ve bunu açıkça deklare ettiler. Sonrasında, Bernard Lewis, Samuel Huntington ve diğer neo-concu İslamofobik stratejistler sahne aldılar ve İslamofobi'nin akademik ve entelektüel temellerini döşediler, özene bezene! Adına Yeni Dünya Düzeni denen şeyin, bu düzeni hayata geçirmek üzere alınan çok yönlü kararların, tek hedefi vardı: İslâm'ın yükselişini durdurmak. Eğer İslâm'ın yükselişi durdurul/a/mazsa, bu, küresel kapitalist Batı uygarlığının çöküşünün başlangıcı olabilirdi. *** İslâm'ın yükselişini durdurabilmenin tek yolu vardı: Bu yükselişin aktörünü, yani İslâmcılığı durdurmak, bertaraf etmek... O yüzden, İslâm değil, İslâmcılık hedef tahtasına yatırıldı... Hedef saptırmak için de, "İslâm'ın aslında barış demek olduğu" vurgulandı ve simülatif, sahte, konformist, hormonlu, "dilsiz", ruhu çalınmış, köle ruhlu ılımlı bir İslâm icat edilerek İslâm dünyasına pazarlandı. Peki, bu süreçte, ne oldu, ne tür projeler, nasıl uygulamaya kondu ve bu projeler nasıl algılandı dünyada ve İslâm dünyasında? Yarınki yazıda bu sorunun izini süreceğim...

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
09:31

Faruk Beşer faruk.beser@yenisafak.com.tr

26 Ağustos 2012 Pazar

"İslamcılık" tartışmalarına bir haşiye ya da savaşın kavramlar cephesi

"İslamcılık" kavramında başından beri bir olumsuzluk, bir iğreti duruş ve bir yabancılık seziyordum. Son günlerde bu konudaki tartışmalar alevlenince kavramı nesebi ve tevellüdü ile öğreneyim de hissettiğim bu iğretiliğin sebebini anlamaya ve anlatmaya çalışayım diye düşündüm. Anlaşılan bu hazırlığa zaman kalmadan tartışma aldı başını gidiyor. Şimdilik bu kadarını yapamayacağım. Yani konuyu tartışanlara , 'durun, öyle değil böyle!' diyecek yerde değilim. Hemen hepsi erbabı kalem insanlar, konu hakkında uzmanlığı olanlar bile var. Bendeniz tek tek söylenenleri değerlendirmeyi, yapabilirsem, başka bir zamana bırakarak, bu insanlara yardımcı olabilir düşüncesiyle şimdilik sadece kalbimi tırmalayanları yazmak istiyorum. Bir defa kendini başkalarının icat ettiği kavramlarla anlatma ihtiyacı duyan bir düşünce asla orijinal olamaz. Hele de İslam gibi enine ve boyuna evrensel bir din buna hiç ihtiyaç duymaz. Bazı müslümanlar ihtiyaç duyuyorlarsa bu, dinden değil onların eksikliğinden kaynaklanmış olabilir. "Kavramlaştırmaya itiraz edilmez" kuralı da sanırım burada geçerli olamaz. Çünkü bir defa bu kavramı biz üretmedik. İkinci olarak İslam'ın kendini tanımladığı temel kavramlar asla değiştirilemez, hatta bir başka dile çevrilemez. Kavramlar duygu ve düşünce yumaklarını anlatan kelimeler olduğuna göre elbette Müslümanlar da tarihi süreç içerisinde kendilerini ifade edebilmek için çeşitli kavramlar üretmişler ve üretmelidirler. Bu gün de bu ya ihya, ya da inşa tarzında olabilir. Birincisiyle var olan kavramların yeniden işlevsel kılınmasını, ikincisi ile de gerek duyuluyorsa içtihatla yeni kavramlar üretilmesini kastediyoruz. Ancak içtihadın geçerli olabilmesi için şu kuralları göz önünde bulundurmalıyız: 1.İçtihat yerinde ve ehlinden sadır olan görüştür. Buna göre kavramlaştırmanın içeriden yapılması gerekir. 2.Nas bulunan konularda içtihat olmaz. Şimdi şu ayet ve hadislere bakalım: "Allah'a çağıran, salih amel yapan ve ben Müslümanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (41/33) "Sizi daha önceki dinlerde de bu dinde de Müslüman diye isimlendiren Allah'tır". (22/78) Daha önce de, denmiş olması, daha sonra da böyle devam edecektir anlamına gelir. Efendimiz de buyurur ki: "Her kim bizim kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse o Müslümandır. Müslümanın hakları onun da haklarıdır, Müslümanın görevleri onun da görevleridir". Allah'ın isimlendirmesi eskimez ve O'nun hatırına sonuna kadar korunur. Burada, neden müslim değil de Müslüman, itirazı naif kalır, ona girmiyoruz. Elbette Müslümanlar Allah katındaki değerleri itibariyle aynı kademede değildirler. Hücrelerine kadar cihad ruhu taşıyanların yanında, abdestine namazına rağmen heyecanını yitirmiş olanlar da vardır. Ama onlar da zayıf da olsa Müslümandırlar. Yeter ki şirke düşmüş olmasınlar. Kaldı ki herkesin farklı bir "İslamcı" tanımının olduğunu görüyoruz. Eğer İslamcı ile; akideye, ibadete ve ahlaka önem vermeden şeriata dayalı siyası ve hukuki bir düzen kurmayı hedefleyen kimse kastediliyorsa bu insan İslamcı olsa da Müslüman değildir. Aksine akide, ahlak ve ibadetle yetinip İslam şeriatının uygulanmasına karşı çıkan biri de Müslüman olamaz. Demek ki "İslamcı", Müslüman demek değildir. Biz de "İslamcı" ile zaten sizin dediğinizi kastediyoruz diyorlarsa, o halde bu isimlendirmeye neden ihtiyaç duyuyorsunuz, diye sorarız. Şimdi bu durum savaşın kavramlar üzerinden yürütülmesi değil midir? Bizim tanımımızı bile başkalar yapıyor ve onların sınıflandırmasına göre yerimizi belirlememizi istiyorlar. Mesela, dini anlamada İslam'ın süregelen mirasını gözardı edemeyiz diyorsanız siz kendinizi gelenekçi olarak tanımlamalısınız. Yeni içtihatlar üretiyor ve geçmiş içtihatlarda hatalar olabileceğini söylüyorsanız modernist bir Müslümansınız. Bölgesel de olsa İslam ahlak ve geleneklerini yaşatmayı savunuyorsanız muhafazakâr ya da bunun biraz eskimiş haliyle mutaassıpsınız. İslam'ın temel kurallarından taviz vermeyen birisi iseniz radikalsiniz. Dilerseniz köktenci olmayı da seçebilirsiniz. Yeni fikirlere kapınız sonuna kadar açıksa aydın bir din adamısınız. İslam'ın sadece duygu boyutuna değer veriyorsanız, sufi ya da tarikatçısınız. Oysa ben bu isimlerden hiç birisiyle isimlenmek, kendimi başkalarının çizdiği şablona oturtmak istemiyorum. Ben Allah'ın isimlendirmesini, Allah'ın boyasını kabul ediyorum o kadar. Ben Müslümanım ve hedefim kâmil bir Müslüman olmak. Akidede, ibadette, ahlakta, siyasette... Bu hedefte ne kadar yol alabilirsem o kadar iyi bir Müslüman olmuş olurum.

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
09:38

Etyen Mahçupyan Müslümanlığın sınırı olarak İslamcılık

Sürdürülen İslamcılık tartışmasına birtakım aydınların fikir yarıştırması olarak bakmak epeyce yanıltıcı olacaktır. Her şeyden önce Müslümanlıkla İslamcılığın öyle kolayca birbirinden ayırt edilememesi nedeniyle. Çünkü her Müslüman bir miktar İslamcıdır, ancak bu kavramı bir melezleşme veya sentez olarak üretir. Öğrendiklerini, gelenekten miras aldıklarını kendi din algısı, tefekkür alışkanlığı ve dindarlık pratiği ile harmanlayarak kendine özel bir 'İslamcılık' konumu yaratır. Böylece beğendiği ve başkalarına da önerebileceği bir dine sahip olduğu kanısını pekiştirir ve nitekim kişisel düzlemde tebliğin meşruiyeti de böyle sağlanır. Öte yandan her tebliğ bir tür İslamcılığı ima eder, çünkü kişinin kendi çevresini ve bu arada başkalarının hayatlarını İslam'a uygun şekilde düzenlemeye davet etmesi anlamını taşır. Dolayısıyla İslamcılık tartışması her Müslüman'ın kendisiyle yüzleşmesi ve dindarlığını konumlandırmasıyla alakalı... Müslümanların bireyselleşmesi, onların bir ümmetçi hayalle bağlarını koparmalarını ifade etmiyor. Belki de şöyle bir tanımlama yapabiliriz: İslamcılık ve Müslümanlık birbiriyle dini inanç ve pratikler açısından iç içe geçmiş olan, ancak din dışı alanla ilişkiler bağlamında birbirinin sınırını çizen varoluş biçimleri. Dinin kendi konularına doğru yol aldığınızda Müslüman'la İslamcıyı ayırt etmeniz gerçekçi ve mümkün olmayabilir. Buna karşılık kamusal alanın düzenlenmesi ve siyaset konusuna geldiğimizde bu ikisi arasında içsel bir gerilim bulunmakta. Doğal olarak söz konusu gerilimi her Müslüman yaşamayacaktır. Ama bu durum, bazı Müslümanların İslamcılığı taşımakta zorlanmaları noktasına gelmelerini de engellemez. Diğer taraftan İslamcılık ile Müslümanlık arasında simetrik bir ilişki de bulunmaz: Müslümanlık İslamcılığı genişletir ve çoğullaştırırken, İslamcılık Müslümanlığı daraltıp tanımlar. O nedenle Müslüman'ın dünyası her genişlediğinde İslamcılık bir tür ayak bağı olarak ortaya çıkacaktır. Anlaşılacağı üzere mesele İslam'ın iktidara uzanmasıyla yakından ilgili. Çünkü cemaat halinde, 'bir başkası' veya kabul edilmiş bir otorite tarafından yönetildiğinde Müslümanlık ile İslamcılık arasında bir tenakuz olmaması doğaldır. Sonuçta İslamcılık cemaatsel pratikleri ve popüler fikriyatı, ümmeti aktörleştiren hayallerle birleştiren, pekiştirici ama aynı zamanda 'yumuşak' bir ideolojik tutumdur. Yönetenin 'düşmanlaşması' halinde bu hayallerle yaşanan sıkıntılar arasında bağlar oluşur ve İslamcılık bir anda Müslümanların 'kurtuluş' ideolojisi haline gelir. Bu durumda da yine Müslümanlar ile İslamcılık arasında bir gerilimden söz etmeyebiliriz. Velev ki İslamcılık şiddete meyletsin ve bu da bazı Müslümanları rahatsız etsin... Ancak İslami addedilen veya öyle olması beklenen bir iktidar söz konusu olduğunda, Müslümanlıkla İslamcılık arasında açık bir gerilim oluşur. Bunun bir veçhesi, iktidardan pay alarak zenginleşen Müslümanların İslami olmadığı düşünülen alışkanlıklara yönelmeleri ama hâlâ kendilerini Müslüman saymalarıdır. Ama asıl mesele iktidarda olan Müslüman'ın nasıl yönettiğidir... Çünkü Müslüman'ın yönetimi ister istemez onu İslamcılıkla karşı karşıya getirir ve ne denli İslamcı olacağı konusunda önünde geniş bir muhtemel hareket alanı bulur. Örneğin bugün Başbakan Erdoğan'ın bir dizi davranış ve tavrında kendi bireysel Müslümanlığı ile geldiği konumun ima ettiği İslamcılık arasında sıkışmışlığını sezebiliriz. Bir yanda ahlakı, vicdanı, adaleti, samimiyeti ve tevazuyu neredeyse asgari koşul kılan bir din, öte yanda ise İslami olmayan bir kamusal alanın yönetilmesini üstlenme ve yönetme kapasitesini koruma uğruna sapılabilen pragmatizm, popülizm ve oportünizm yolları... Bu çelişkili durumu salt Müslümanlık üzerinden taşımak zordur. İslamcılık bu noktada yardıma yetişir ve yöneten Müslüman'a bu yaptıklarının daha büyük bir zaviyede 'anlamlı' ve 'zorunlu' olduğunu fısıldar. Müslüman belki adaletten, tevazudan uzaklaşmaktadır, ama bunu daha İslami bir düzen için yapmaktadır. Örneğin kürtajın ve içkinin yasaklanmasını sağlayabilecek, ama belki de bir işkenceci polisi korumak zorunda kalabilecek, onlarca kişinin öldüğü bir devlet eyleminin üstünü kapatmaya çalışacaktır. Bu 'kayma' yöneticinin giderek daha az Müslüman ve daha çok İslamcı olması şeklinde algılanacak ve muhtemelen gerçeklik payı taşıyacaktır. Ancak mesele burada bitmiyor... Çünkü İslami bir iktidara rağmen iktidarın dışında duran Müslümanlar da var ve onların İslamcılığı artık farklı bir anlam taşıyor. Müslüman değerleri daha fazla vurgularken, İslamcılığı da katılaştırma peşindeler. Kelam'ın bizatihi siyasetin temeli olduğunu ve dolayısıyla da 'doğru' siyaseti 'bilenlerin' Kelam üstatları olduğunu söylüyorlar. Ne var ki ilişki tersine de işliyor... Eğer Kelam siyasetin kendisi ise siyasetçi de bir anda kendisini Kelam üstadı olarak görebiliyor. Böylece dini veya laik otoriteyle desteklenmiş ve kişiselleşmiş çeşitli Kelam'lar pratikte ortalığa dökülebiliyor. Bu da Müslümanların artık seküler alanda bulunduklarını onlara hatırlatıyor... e.mahcupyan@zaman.com.tr 26 Ağustos 2012, Pazar

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
10:19

Ergun Yıldırım ergun.yildirim@yenisafak.com.tr

26 Ağustos 2012 Pazar

İslamcılığın üç hali

İslamcılık, modernliğin tarihiyle eş bir akım. Modern tarihsel dönemlerde ortaya çıktığı için bu tarihselliğin endişelerini, arayışlarını ve düşüncelerini taşıyor içinde. Bundan ayrı düşünülemez. Ancak onunla kayıtlı değil. Modernliğin tarihsel zamanlarında onunla ayrışan, çatışan ve ona meydan okuyan bir çok özelliğe sahip. Osmanlı'nın bütün Müslüman coğrafyasında İslamcı aydınlar, hem modernlikle uzlaşmaya hem de onunla başa çıkmaya çalıştılar. Hem eylemlerinde hem de söylemlerinde bunu yaptılar. Bu nedenle İslamcılık, modern tarihsel zamanlarda varlık kazanırken, modernliğin normatif varlığıyla büyük bir hesaplaşma içinde oldu. Sadece üstat M. Akif'in söylemleri bile bu açıdan oldukça ufuk açıcı. Akif, "Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı" derken, modernlikle bir uzlaşma arayışında iken; "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" diyerek modernliğe meydan okumaktadır. Elmalı ve Musa Kazım, büyük alim kimlikleriyle beraber İslamcı söylemlerinde modern medeniyetin söylemsel varlığına büyük eleştiriler getirdiler. İslamcılık hem bir ideolojik arayış hem de bir entelektüel arayış. Batı hegemonyasının fiziki ve kültürel varlığıyla İslam dünyasına daldığı anda ideolojik söylemlerle Müslümanları savunmaya çalışır. Ancak buna karşın bilim, medeniyet, hürriyet vb. temalarla modernlikle büyük bir tartışma içine girişir. İslam'dan ilham alarak modern dünyada Müslüman varlığına bir anlam bulmak ve Müslüman kalarak modernleşmek ister. Garpçıların ve Türkçülerin entelektüel teslimiyetçiliğine karşın, Batı'nın normatif dünyası ile olan farklılıklarını vurgulayarak modernlikle farklı bir ilişki geliştirme arzusunu taşır. İslamcılık, İslam dünya görüşünden hareketle çağının sorunlarını okuma çabasıdır. Başka bir açıdan İslam dünyası fikriyatını, ulus devlet yapılanmalarına direnerek savunma mücadelesini veren akımdır. İslamcılık son iki yüzyılın en önemli İslam yorumu olarak üç politik aşamadan geçti. Devleti kurtarmak, devlet kurmak ve devleti değiştirmek. 19. Yüzyıl'da, Batı hegemonyasına karşı devleti kurtarma mücadelesi, 1924 yılından sonra devlet kurma ve 1990'lardan sonra devleti değiştirme misyonuna yöneldi. İşgal ve sömürgecilik dönemi, soğuk savaş dönemi ve küreselleşme dönemi olmak üzere üç tarihsel aşamada üç İslamcılık haliyle karşılaşıyoruz. Her bir tarihsel dönemin politik şartları İslamcılık üzerinde farklı biçimde etkili oldu. Modernliğin Batı hegemonyası olarak kendisini gösterime sunduğu zamanlarda, İttihat-ı İslam adıyla cihat başlattı. Sömürgeciliğe karşı en büyük savaşı vererek "devleti kurtarma" mücadelesini verdi. Din ü devlet varlığının en büyük savunucusu oldu. Hilafetin lağviyle beraber ise "devlet kurma" refleksiyle hareket etmeye başladı. Müslümanlığın siyasal varoluşunun reddedildiği ve dışlandığı bir tarihsel dönemde siyasal var oluşu merkeze alarak "İslam devlet" teorisine sarıldı. Soğuk savaş döneminde otoriter, çatışmacı ve ideolojik tonları öne çıkan bir İslamcılık yaklaşımı egemen olmaya başlarken "tek yol İslam"dı. 1970'lerde Batılı soğuk savaş siyasetlerinin kapitalizm ve komünizm ideolojilerine karşı kendi yolunu bulmaya çalıştı. Tarihsel dönemin ideolojik tornasından geçerken kendi havasıyla İslam'dan referansla bir yol inşa etme çabasına girdi. Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Ali Bulaç bunun entelektüel söylemlerini ürettiler Türkiye'de. Ortadoğu'da ise Seyyid Kutup'un "hakimiyet Allah'ındır" tezi baskın bir söylem haline geldi. Bu dönemde İslami hareketlerin siyasal talepleri, kuru bir ideolojiye, mutlakıyetçi bir siyasete ve eklemleyici bir stratejiye savruldular. İslamcılık önemli ölçüde otoriter, tahakkümcü ve mutlak ideolojilere büründü. Reddiyecilik, İslamcıların ana vasıfları haline geldi. Çağdaş düzenler( Bulaç), Batı medeniyeti(Karakoç) ve teknoloji-medeniyet(Özel) İslam diliyle reddedildi. Küresel dönemin yeni siyasal arayışlarında ise çoğulculuk, sivil toplum, insan hakları ve demokrasi söylemleriyle bütünleşen İslamcılık yaklaşımları gelişmeye başladı. İslamcılık, anti-emperyalist, Batı karşıtı ve İslam devleti talepleriyle yüzleşmeye yöneldi. Küresel gelişmelerden etkilenerek çatışmacı yönlerinden çok uyum yönlerini öne çıkardı. Müslüman demokrasi söylemi, İslam devleti teorisinin yerini aldı. Sonuçta üç tarihsel aşamada üç İslamcılık biçimi gelişti.

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
10:32

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr 25 Ağustos 2012 Cumartesi

İslamcılık tartışmasını nominalizmle harcamayalım

Tartışması açıldığı andan itibaren ortaya konulan tavır ve tepkiler İslamcılık hakkındaki temel bir gerçekliği iyice belirginleştirdi. O da bu tartışmanın aslında belli entelektüel çevreler arasında cereyan eden bir tartışma olduğu. Tartışmanın hem dili hem de kapsamı kitlesel bir boyut kazanmış veya kazanabilecek gibi değil. İslamcılığın karşısına Müslümanlığı konumlandırmakta ısrar eden, aslında özü itibariyle tamamen İslamcı bir kaygıdan hareket edenler, müsterih olsun. İslamcılık zaten hiç bir zaman Müslüman kavramının yerine geçecek bir kavram değil, aslında hiç bir zaman böyle bir iddiası da olmadı. Doğrusu belli bir entelektüel seviyedekilerin tartışmaya böylesine nominalist bir tepki vermelerini anlamlandırmakta zorlanıyorum. 1999'da başlayıp 2004 yılında tamamladığım Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce-İslamcılık (İletişim Yayınları) isimli kapsamlı çalışmanın giriş bölümünde Türkiye'de İslamcılığı çalışmanın bir zorluğuna işaret etmiş ve şöyle demiştim: İslamcılık olarak teşhis ettiğimiz bir siyasallık var ama bu siyasallığın en büyük sorunu aktörlerinin İslamcılık kimliğini nominal olarak üstlenmiyor olmasıdır. İslamcılık kavramının en azından ikili bir meşruiyet sorununa dikkat çekmiştim o zaman: Bir taraftan egemen siyasi söylem tarafından tamamen meşruiyet dışında görülürken bir yandan da belli bir kavramsal soyutlama ile İslamcı olarak intelenebilecek çevreler tarafından hor görülüyor. Yani ancak bir kavramsal soyutlama olarak "İslamcı" diye nitelenebilen çevreler İslamcı kavramı yerine Müslüman kavramını bir kimlik ifadesi olarak yeterli görüyorlar. Bir kısmı Müslümanlığın zaten İslamcılıktan kastedilen her neyse onu içeriyor olduğu için gereksiz görerek, bir kısmı ise aslında siyasal düzeyi tamamen reddederek bunu yapıyordu. Gelin görün ki, siyasal düzeyi reddedenler de sonuna kadar siyasal bir varoluş sergilemeye, siyasete etki etmeye, dünyayı değiştirmeye devam ediyordu. Belki Moliere'in Kibarlık Budalası gibi bir siyasallık içindeler ki, siyasalı bilmez durumdalar yani. Oysa Mümtazer Türköne'nin de kabul ettiği gibi bir soyutlama yoluyla da olsa İslamcı diye teşhis edilebilecek bir hareket var ve bu hareket Türkiye'yi otoriter bir rejim olmaktan daha açık, daha demokratik daha "iyi" bir noktaya doğru değiştirdi, geliştirdi. Bu hareket, bu etkiyi yaparken kendine en azından biraz daha özel bir vurguyla "Müslüman" diyenlerin hareketiydi. Bu "özel vurgu" geçiştirilebilecek gibi değil. Bu tam da İslamcı bir iradeyi, enerjiyi, talebi, hareketi görebileceğiniz yerdi ve bunu okuyabilmek için galiba biraz elifbasını bilmek gerekiyormuş işin. Dolayısıyla, Müslüman kavramının yerine ikame etmek gibi bir iddia taşımaz İslamcılık. Aksine böylesi bir soyutlama düzeyinde Müslüman olmanın gerçek anlamı herkes tarafından bilinip anlaşıldığında kendi işlevini tamamlanmış sayarak kendi kendini yok edebilecek bir kavram. Müslüman oldum demekle insanların terkedilmiş olmadıklarını, Müslümanlığın bedeli ödenmesi gereken bir sorumluluk olduğunu hatırlatmak üzere devreye giren bir uyarı görevi görür. Müslüman olmanın birincil anlamının Allah'tan başkasına kulluğu reddetmek olduğu unutulduğunda, Müslümanlık salt kültürel veya milli bir mensubiyete dönüştüğünde, Müslümanım diyenlerin Allah'tan başkalarına da kulluğu rutin bir şey gibi görmeye başladıklarında, Kur'an'ın bir bilgi ve rehberlik olarak devre dışı bırakıldığı bir ortamda devreye giren bir uyarıdır İslamcılık bahsi. Bu uyarının da nihai hedefi Müslüman kavramının restorasyonundan başkası değil. Şimdiye kadar söylediklerimde bir tasrih yapmam gerekiyorsa, İslamcılığı "bazı bağlamlarda" Müslüman kavramındaki "işlevsel daralmanın" bir sonucu olarak gördüğümü söylerken, İslamcılık kavramını Müslümanlığın yerine geçecek bir alternatif olarak önermiş olmuyorum. Ayrıca kavramın işlevsel daralması kavramın kendi yetersizliğinden değil, onu kullananların yanlış kullanmalarından kaynaklanır. Böylece aslında insanlık tarihindeki ezeli bir sorunla başetmenin yine ezeli bir yolunu işaret etmiş oluyorum. Ne yapalım ki, insanlar arasında hiç bir zaman tahrif edilmemiş ideal iletişim şartları işlemiyor. İdeal bir iletişim, sürekli olarak dilin veya daha özel bir deyimle kelime ve kavramların insanlar arasındaki dolaşımda nasıl bir dönüşüme uğradıklarını sürekli takip etmeyi gerektiriyor. İnsanlar Müslümanım dedikleri halde Kur'an'ı hayatlarındaki tek rehber olarak benimsememişlerse, Müslümanlıktan anlaşılan yerini bulmamış demektir. Müslümanım dedikleri halde ırkçılık, sınıfçılık, bölgecilik, zümrecilik, kabilecilik, aşiretçilik yapanlar, yapmaya devam edenler Müslüman olmaktan birşey anlamamışlar demektir. İslamcılığı modern şartlarda Batı emperyalizmine karşı bir tepkiye indirgeyip marjinalleştirmeye çalışanların İslamcılık tanımı çok dar ve fazla yüzeysel. İslamcı tepki asıl Müslümanların yozlaşmasına, İslam'ın değerlerinden uzaklaşmalarına, Müslümanım diyenlerin İslam'ın en temel değerleriyle çelişen tutumlar içine girmesine karşı verilen bir tepkidir. Münhasıran Batı'ya veya Müslüman olmayanlara karşı olmaktan ziyade veya bundan önce İslam'dan başka yollara tevessül eden sözümona Müslümanlara karşı bir harekettir İslamcılık. Bu haliyle de İslam'ın ilk zamanlarından itibaren sürekli ortaya çıkmıştır, adına İslamcılık denmemiş olsa da. İslamcılık isminin Eş'ari tarafından kullanılmış olduğunu söylemek, İslamcılığı ilk temsil etmiş olanın Eş'ari olduğu anlamına da gelmez, sadece kavramın İslam tarihinde hiç kullanılmamış olmadığını gösterir. Üstelik Eş'ari'nin kavramdan bugün anlaşılanları kast etmiyor olması da kuvvetle muhtemeldir, ama onun bir siyasi mücadelesi de vardır ki, sahih (diye düşündüğü) İslam'a bir davet olarak sonuna kadar İslamcıdır. Hz. Muhammed'in İslamcı olmadığını söylemek de nominalizmin bir ileri aşaması olsa gerek. Bu nominalizme bir katkı olsun diye biz de hatırlatalım ki, Hz. Muhammed Şafii de değildi, Hanefi de. Şii de değildi Sünni de. Selefi de değildi Sufi de. Buradan nereye varırız acaba?

*** Ali Bulaç İttihad-ı İslam

Abdülhamit'in önde gelen muhaliflerinden biri olan Ali Suavi, Osmanlı Devleti'nin çöküşünü hakka'l yakin yaşamadı, ama siyasi ve toplumsal olayları doğru okuyup net öngörülerde bulunması dolayısıyla ayne'l yakin gördü. Vefatının (1878) üzerinden 30 yıl sonra Osmanlı Mondros mütarekesini imzaladı. Balkanlar'dan sonra sıranın Ortadoğu'ya ve Afrika'ya geleceğini tahmin etmek zor değildi. Bunu Abdülhamit de görüyordu, hatta günün birinde Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı Vilayet-i Sitte'nin dahi elden çıkabileceğini hesap edip meseleyi İttihatçılar gibi 'katliam' yaparak değil, bölgeye imparatorluğun başka bölgelerinden -mesela Yemen, Libya vd.- Müslüman nüfus transferiyle çözebileceğini düşünüyordu. Ama padişah dahi yönetici kademesinde ne yapılması gerektiği konusunda berrak, gerçekçi, fizibilite değeri olan proje-program sahibi kimse yoktu. Padişahın projesi, çöküşü geciktirip bu arada idari ve sosyal kurumları modernleştirmekten ibaretti, yeni idari yapılanma arzularını kaale almak istemiyordu. Ali Suavi'ye göre olayların nasıl bir seyir takip edeceğini zamanında kestirip ona göre tedbir almayanlar, sonbahar yaprağı gibi kuvvetle esen rüzgara kapılıp giderler. Osmanlı Devleti'nin ıslahı ve ülkenin bütünlüğü herkesin kaygısıdır, var olan idari sisteme parlamento getirmek önemli bir adım olacaktı, hatta bununla da yetinilebilirdi, çünkü "bir devletin, 30-40 milyon reayenin hayat ve mematı üç-dört kimsenin elinde olmaktansa, birkaç yüz kişiden müteşekkil bir heyetin (meclis) elinde olması akla daha uygundur." Ama Osmanlı'nın sorunu bununla bitmeyecekti. Asıl merkezin dışında vuku bulmakta olan gelişmelere karşı önleyici tedbirler almak gerekirdi ki, bunlardan en önemli olanı, Afrika'daki Tunus, Trablus ve Mısır'ın günün birinde Cezayir gibi Osmanlı Devleti'nden kopma ya da koparılma noktasına gelmeden gerçekçi bir adım atmaktı. Mısır yöneticilerinden Riyaz Paşa'ya gönderdiği mektubunda bu görüşlerini dile getiren Suavi'ye göre Osmanlı'nın bu geniş sahayı elinde bulundurması açıkça anlaşılmıştır, sömürgeci Avrupalılardan önce davranıp bir "Afrika Devleti" adı altında Osmanlı'ya bağlı bir otonom yönetimin oluşturulması ve bunun bizzat Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilmesiydi. Cemal Kutay, 1908'deki vahim hatayı Suavi'nin çok önceden gördüğünü belirttikten sonra bunun bir "basiret" olduğunu söylemektedir. İyi niyetine rağmen Abdülhamit, kendisini etten duvar gibi ören belli bir zümrenin dargörüşlülüğünün dışına çıkıp olup bitene eleştirel bakan İslamcılara kulak asmadı. Bugün de yazık ki benzer bir süreçten geçiyoruz. Kürt, Alevi, gayrimüslimlerin durumu, bölge politikaları, Suriye'de takip ettiğimiz hatalı politikalar dolayısıyla komşularımızla içine düştüğümüz durum tarihin acı verici biçimde tekerrür etmekte olduğunu gösteriyor. Yeni çıkan tabloya bakalım: Irak mezhep ve ırk temelinde üçe bölündü; Suriye benzer bölünme sürecini takip ediyor. Onlarca çeyrek ve yarım kubbeyi birleştirici tek bir kubbe bulunamazsa, Türkiye ve İran da aynı akıbete uğrayacak. Eğer İran Rusya'ya, Türkiye Batı'ya güvenip siyasi birlik ve toprak bütünlüğünü koruyabileceklerini düşünüyorlarsa, bizatihi parçalanmanın ve bölünmenin hakiki faktörlerinin bunlar olduğunu bilmek lazım. Daha geniş, daha kapsayıcı, daha birleştirici bir şemsiyeye, kucaklayıcı bir kubbeye ihtiyacımız var. Kabul etmek ve görmek lazım ki, Ortadoğu denen büyük coğrafyanın tam kalbinde 25 milyon Kürt yaşıyor. Ve Kürtler dört parçaya bölünmüş eski statülerine artık rıza göstermiyorlar. Ama onlar da bilmeliler ki, Adem ve Havva'nın yüce Allah'ın uyarılarına rağmen acı meyveyi yiyip dünyaya indirilmeleri gibi, "Her ne olursa olsun, önce bizim de Araplar, Farslar ve Türkler gibi bir ulus devletimiz olsun, sonra oturup birliği düşünürüz" diyecek olurlarsa, büyük bir hatayı tekrar edecek, hem kendilerine hem başkalarına acı yaşatacaklardır. Tabii ki, Türkler, Araplar ve İranlılar da artık hiçbir sorun çözmediği ve eskisi gibi devam etmesi mümkün olmadığı anlaşılan ulus devlet, mezhepçilik ve milliyetçilik ısrarlarından vazgeçmelidirler. İslamcılar bütün kavimleri, dinleri ve mezhepleri içine alacak büyük bir bölgesel entegrasyon öneriyor; İttihad-ı İslam'ın bugünkü tercümesi budur. a.bulac@zaman.com.tr a.bulac@zaman.com.tr 25 Ağustos 2012, Cumartesi

Reşat Nuri Erol
26.08.2012
10:35

Operasyonal mekanizma 25 Ağustos 2012 Cumartesi HÜSNÜ MAHALLİ,

Akşam gazetesinden

İç ve dış medyanın haberlerine bakılırsa Ankara'da Suriye ile ilgili önemli bir toplantı var. Toplantının adını duyanların ödü kopabilir: Ortak Operasyonel Mekanizma Oluşturma Toplantısı. Medya haberlerine bakılırsa bu mekanizma Suriye'ye karşı. Bu işte bir gariplik var. Çünkü Suriye olaylarının başladığı ilk saatlerden itibaren (hatta öncesinde) Türkiye ile ABD arasında her alanda ve düzeyde ortak operasyonel mekanizma zaten vardı. Batı medyasında bununla ilgili yüzlerce haber var. Aksi olsaydı Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Obama ve Hillary yengeyle bu kadar bir araya gelmez ve telefon görüşmeleri yapmazlardı. Demek ki Suriye ile ilgili başından beri 'ortak mekanizma' vardı ve devam ediyor. Yok eğer bu mekanizmadan fiili müdahale amaçlanıyorsa o başka bir hikaye. Çünkü var olan uluslararası dengeler ve koşullar içinde bu olası görünmüyor. Geriye kala kala muhaliflere sağlanan desteğin artırılması konusu kalıyor. Oysa burada da bir sorun var. Çünkü birçok yerden gelen ya da CIA- Suudi ve Katar istihbaratlarının ortak operasyonuyla Türkiye'ye getirilen militanlar ya da 'paralı askerler' görünürde ABD ve genel olarak Batı için risk oluşturmaya başladı. Çünkü bunların büyük bölümü Kaideci çıktı ya da önceden biliniyordu. Durum böyle olunca ABD müttefiği Ankara'ya 'Gelin bu Kaidecilerden kurtulalım' demeye başladı. Bu ise Ankara'ya göre karşılanması zor bir istek. Çünkü Suriye'de savaşan militanların Allahu Ekber nidalarından anlaşılacağı üzere neredeyse tümü genel tanımıyla 'İslamcı'. Buna karşın Türkiye PKK'nın Suriye Kürdistanı'ndaki olası güçlenmesinden çok tedirgin. Bu ise ABD'nin umurunda değil. Çünkü son 30 yılda ABD ve Türkiye arasında PKK konusunda onlarca hatta yüzlerce toplantı yapılmış ve her seferinde ABD Türkiye'ye yalan söylemiş hatta el altından PKK'ya ve PKK'ya kol kanat geren Kuzey Irak Kürt Federe Yönetimi'ne destek vermiştir. Yani PKK ile savaşında Türkiye ABD'ye güveniyorsa şimdi varılan noktanın çok daha kötüsüne varacaktır. Benden söylemesi. Çünkü ABD'ye asla güven olmaz. Belki de bunun farkında olan Sayın Cumhurbaşkanı önceki gün gazetecilerle sohbetinde 'Hem ABD'nin hem de bazı komşuların teröre destek vermemesi önemlidir. Amerika'nın daha yapabilecekleri var mıdır? Elbette vardır. Daha çok şey vardır. Yeterli mi? Ben o kanaatte değilim' demiştir. Sayın Cumhurbaşkanı kesin haklı. Çünkü Amerikalıların kafasında her zaman bin tilki dolaşır. Belki de Ankara'daki görüşmelerde Türk heyetine 'Gelin şimdi ya da zamanı gelince Suriye'deki Kaidecileri PYD yani PKK'ya karşı kullanalım' demiştir. Yani Türkiye'deki Hizbullah olayında olduğu gibi. Belki Amerikalıların 'Ortak Operasyonel Mekanizma' dedikleri şey böyle bir amaca yöneliktir! Yine benden söylemesi 'Bu Suriye işi Türkiye açısından çok ama çok tehlikeli bir boyut kazanıyor.' Çünkü medyaya yansıyan haberlerin % 80'i yalan, abartılı ya da düzmece. Haberlerin detaylarıyla ilgili ise neredeyse hiç kimse ilgilenmiyor. Örneğin geçen hafta silahlı gruplar Halep'in bazı Ermeni ve Hıristiyan semtlerini ele geçirmeye çalıştı. Amaç onları da iç savaşın tarafı haline getirmek. Ama bu olmadı çünkü o semtlerin sakinleri ile ordu birlikleri, militanların büyük bölümünü öldürdü ya da yakaladı. Medya ise bu olayla ilgili şöyle bir haber veriyor 'Esad'ın askerleri Halep'te şu kadar adam öldürdü.' Suriye olayında binlerce önemli detay var. Bu detayları görmeyen ve anlamayanlar hep çuvallar ve çuvallayacaktır. Umarım birileri Sayın Başbakan'a tüm bu detayları iletiyordur. Bu anlamda Ertuğrul Özkök'ün dünkü köşe yazısı çok önemlidir. Çünkü başından beri hep vurguladığım gibi ABD'nin ipiyle Ortadoğu bataklığından asla çıkılmaz. Hele hele bu ip Suudi Vahabi Kral ve Katarlı Şeyh'in elinde ise. Allah hiç kimseyi onların eline baktırmasın ve düşürmesin. Çünkü o eller Amerikan domuz yağı ile yağlanmıştır. Dicle ve Fırat'ın tüm suları ile bir çuval Arap sabunu, o elleri temizlemeye yetmez. Türkiye bir an önce Suriye gerçeğinin tüm detaylarını kendi gözleriyle görmeli ve 'Operasyonel Mekanizma' dahil hiçbir konuda ABD ve Arap yandaşlarına güvenmemelidir... Yoksa hep birlikte büyük üstat Münir Nurettin Selçuk'un o olağanüstü yanık sesiyle dillendirdiği şu güzel ve anlamlı dizelerini söyler dururuz. Beni kör kuyularda merdinvesiz bıraktın Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın.

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
03:45

Yusuf Kaplan ykaplan@yenisafak.com.tr

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir tefekkür yolculuğu olarak İslâmcılık Hayrettin Karaman Hoca'nın 'İslâmcılığın muhtevası üzerinde yoğunlaşılması' uyarısı yerindedir. Yine Ali Bulaç, İslâmcılığın imkânları ve vaatleri üzerinde doludizgin yazmaya devam ediyor. Yasin Aktay'ın, Cumartesi günkü yazısı, İslâmcılık algısı, söylemi ve dili üzerine -Murat Güzel ve Aliye Çınar'ın Star'daki yazılarından sonra- yazılmış en güzel yazılardan biriydi. Ömer Lekesiz'in yazıları, İslâmcılık tartışmasına bir ruh kattı. Ahmet Turan Alkan'ın ahlâk fikrini hatırlatması, iyi bir katkıydı. Bu arada Zaman gazetesinde, dingin yazı, engin fikir diliyle, Türk basınında özgün bir yere sahip Ahmet Selim'in, İslâmcılık eleştirilerini nezih üslûbuyla tartışması, Mevlânâ'nın da, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin de 'İslâmcı' olarak görülmesi gerektiğini vurgulayarak, İslâmcılık kavramının zedelenmemesine dikkat çekmesi önemliydi. * * * Bütün bu tartışmaları zikretmemin bir nedeni var elbette: İslâmcılık, İslâm'ın anlaşılması ve yaşanması sürecinde bir tefekkür çabasıdır öncelikle. Bu tespitimin, 'İslâmcılık, entelektüel bir çaba değildir' şeklinde bir tepkiyle karşılanacağını, (zihin konforuna sahip olma -elbette ki, haksız ve tutarsız- ithamına maruz kalan biri olarak) biliyorum. Oysa 'fikrî çaba' ile 'entelektüel çaba' aynı şeyler değildir. Benzerlikleri vardır ama bambaşka şeylerdir. Entelektüel çaba, zihinle sınırlıdır ve hayatla irtibatı zayıf, soyut bir çabadır çoklukla. İkincisi, entelektüel çaba, yalnızca 'akıl'la gerçekleştirilir. Çağdaş Batı düşüncesi bile, özellikle Kıta Avrupa'sı felsefesi, artık salt akılla düşünce üretilemeyeceğini, aslında aklın düşünmeyi öldüren bir 'aygıt' olduğunu itiraf etmiştir. Meselâ Heidegger, bu düşünürlerin başında gelir. Hatta Heidegger, düşünmeyi salt akla indirgeme çabasının öncüsü Socrates'le birlikte düşüncenin bittiğini bile söylemiştir. Bu nedenle, felsefenin bitişinin çoktan ilan edildiği bir çağda yaşıyor olduğumuzu unutmayalım. * * * Fikrî çaba ile entelektüel çaba'nın aynı şeylermiş gibi algılanması, İslâmî kesimlerde de çok yaygın bir yanılsamadır ve bu, köklü bir algılama sorununun yaşandığını gösterir. Ayrıca bu, bizim de, dünyaya, eşyaya, insana, hayata yalnızca Batılı kategorik / parçalı algılama biçimleriyle baktığımızın, çağın ağlarının ve bağlamlarının dışına çıkamadığımızın, yıkıcı bir çağ körleşmesi yaşadığımızın ama bunun henüz farkına bile varamadığımızın çarpıcı bir göstergesidir. Düşünce, elbette ki, kategorilerle, tasnif, tefrik ve terkiplerle geliştirilir. Ama düşüncenin salt kategorilere, hayatınsa salt kategorik varolma biçimlerine indirgenmesi, düşünceyi de, düşünme faaliyetini de, hayatı da bitirir; bitirmiştir de nitekim. * * * Oysa gerçekte müslümanın dünyasındaki fikrî çaba, hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Dün gerçek buydu, bugün böyle değilse, yarın böyle olmalıdır ve olacaktır da: Çünkü fikriyattan yoksun bir hayat, sığ, derinliksiz ve ufuksuz; tatbikattan yoksun bir hayatsa, yoksul, meyvesiz ve ruhsuzdur. Bu nedenle, hâl ilmi olan fıkıh'ın tarifi, bir tefekkür tarifidir aslında: İmam-ı Azam'ın, fıkh'ı, 'kişinin lehinde ve aleyhindeki şeyleri fehmetme / anlama çabası' olarak tarif etmesi, tefakkuh'la tefekkür, fikriyat'la tatbikat arasında kategorik bir ayırımın olamayacağının apaçık bir işaretidir. İkinci olarak, tefekkür, Kitabımızın sarih ifadeyle, 'akleden kalb'in işidir. İslâm tefekkür hayatının öncüleri, Gazalî, Cürcânî, İbn Arabî gibi âlim, arif ve hakîm şahsiyetlerin tefekkür tarifleri ve tatbikatları da Kitabımızla paralel bir seyir izler: Tefekkür, öncelikle 'kalb'in fiilidir: Kalpsiz hayat düşünülebilir mi? İşte bu nedenle, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetleri hayatın tam kalbinden bakarlar dünyaya, eşyaya ve hayata. Oysa entelektüel, hayatın kıyısına itilmiş, hayattan kendisini soyutlamış biridir; böyle bir figürün, kendi başına bir 'figür' olmanın ötesinde, hayata katabileceği bir derinlikten, bir ruhtan sözetmek ne kadar mümkündür, çalkantılı modern tarihe bakın, göreceksiniz. * * * Yüksek / asil düşünce, hayatı derinlemesine yaşayan ve tam kalbinden yakalayan düşüncedir: Eğer kategorik / parçalı zihin dünyasından kurtularak düşünebilirsek, en 'soyut' düşünce'nin aslında en 'somut'tan / en derûnî tecrübeden yola çıkılarak geliştirildiğini görmekte zorlanmayız. Zâhirle bâtın, âfak'la enfüs arasında sürekli bir gidiş-geliş yolculuğu yapanlar, bu tür bir 'gerilim hattı'nda -Sezai Karakoç'un deyişiyle 'metafizik ürperti'yle- seyahat edenler, hayatımıza ruh üfleyen en derûnî ama en sade fikirlerin temellerini atabilmişlerdir: İbn Arabî, Yunus, Konfüçyüs, Mimar Sinan, Mevlânâ, hatta İmam İbn Teymiyye böyle biridir; yine Kierkegaard, Tao, Nietzsche, Gazalî, Bergson, Bediüzzaman gibi düşünürler, hayatı, kategorik / parçalı değil, bütüncül olarak kavrayan düşünürler oldukları için çağ aşan ve çağ açan önaçıcı şahsiyetler olabilmişlerdir. * * * İslâmcılığı, salt ideolojik / siyasî bir söyleme indirgeme çabası, İslâm'ın yükselişe geçişini önlemek amacıyla Batılıların son çeyrek asırda icat ettikleri ve dayattıkları, reddedilmesi gereken tehlikeli bir 'proje'dir. Gerçekte İslâmcılık, bütüncül bir tefekkür ve varoluş yolculuğu olarak doğmuştur ve bu özelliğini önümüzdeki süreçte yeniden kazanacaktır. Özetle... İslâmcılık, bizim hem İslâm'la, hem dünyayla, hem de Batıyla nasıl ilişki kurduğumuzu ve aslında bu ilişkinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok yönlü, bütüncül bir tefekkür, idrak ve varoluş yolculuğudur. * * * İslâmcılık, sunulmaya çalışıldığı -ve kısmen de olsa gözlendiği- gibi daraltıcı, 'boğucu' ve dışlayıcı değil, tıpkı İslâm'ın kendisi gibi, tıpkı bütün dinlere, medeniyetlere ve düşüncelere kapılarını açan, varolmalarını, yaşamalarını, kendi meyvelerini yeşertmelerini sağlayan tarihteki engin tecrübesi ve yansıması gibi, bütün peygamberî birikimi yeniden özümseyen, bütün sahici bilgelik, derinlikli düşünce, sanat ve hayat geleneklerine açık, onlarla teması teşvik edici, en iğreti ve yıkıcı sonuçlarını modernlikten sonraki süreçte gördüğümüz parçalı ve her şeyi parçalayıcı, savunma ya da yenilgi psikolojilerine prim vermeyen, bu psişe bozukluklarını aşabilecek, sözünü ettiğim anlamda hayatla tefekkürü birbirinden ayırmayan güçlü, köklü, bütüncül, herkesin, her geleneğin, her düşüncenin beslenebileceği derinlikte bir tefekkür ve varoluş yolculuğuna dönüşmeli, bunun yapı taşlarını döşeme, koridorlarını açma, yolculuğuna çıkma mücadelesi ve mücahedesi içinde olmalıdır. İslâmcılık, zaten bu sürece çoktan girmiş durumdadır: Sadece Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, İsmet Özel, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören'in, onların yetiştirdiği kuşakların, yeni düşünür, sanatçı örneklerinin varlığı ve ürünleri -bu ülkede- bile geleceğin gelmekte olduğunu gören gözlere göstermeye yeter, diye düşünüyorum... * * * Hayalî bir şeyden, ham hayal bir şeyden sözetmiyorum, gördüğünüz gibi. Ali Bulaç'ın bugünkü Zaman gazetesindeki yazısında da söylediği gibi, bugün, yüzyıl öncesine göre daha avantajlı durumdayız: Zaman zaman düşsek de, kendi ilkelerimizi hiçe sayacak ucuzculuklara ve ayartılara kapılsak da, bugün, düne göre, her bakımdan daha iyi bir yerdeyiz: Kaynaklarımızla doğrudan irtibat kurmaya, dünyayla ve kendimizle yüzleşmeye, hesaplaşmaya, özeleştirel düşünme biçimleri geliştirmeye çoktan başladık. Türkiye'de de, İslâm dünyasında da -henüz tanımasak da, değerlerini bilmesek de, gerekli değeri ve önemi veremesek de- yeni bir düşünür tipi yetişti. Bu isimleri, burada teker teker saymamama gerek yok; önceki yazılarda yeri geldikçe çokça zikrettim ayrıca... Yukarıda zikrettiğim öncüler bile çok şey söylüyor olsa gerek... Yine bugünkü Zaman gazetesinde Ahmet Turan Alkan'ın enfes bir şekilde özetlediği, bütün insanlık tarihine açılma, kendi tarih idrakimizi, gelecek tasavvurumuzu ve medeniyet fikrimizi geliştirme yönünde, henüz işin başında olsak da, emin adımlarla yürüyebileceğimiz tarihî ve zihnî, fikrî ve varoluşsal bir yolculuğa çıkabilecek muhkem bir zemine kavuşmak üzereyiz... * * * Hayal gördüğümü söyleyecekler, söyleyecek bir şeyleri olmayan, kendilerine güvenleri kalmayan, her şeyin bittiğini zanneden, her şeyi hâlâ Batı'dan bekleyen vurgun yemiş, metamorfoz yemiş, çağ körleşmesiyle malul, ödünç dünyalarda, ödünç akıllarla, ödünç dillerle, kötürüm zihinlerle sonsuza dek yaşayabileceğini vehmeden acınası insancıklardır sadece... Kaldı ki, içinden geçtiğimiz ve insanı, hayatı ve hakikati paçavraya çeviren, ezip geçen kaotik ve katastrofik neo-liberal süreç; insanı estetize yöntemlerle ayartmasını iyi bilen, hakikati topyekûn anlamsızlaştıran ve hayatımızdan silen postmodern simülatif süreç; artık sığ bile olsa ses getiremeyecek, heyecan üretemeyecek siyasî düşünce akımları bile geliştiremeyecek kadar bencilleşen, vulgerleşen, bayağılaşan, bakış açılarımızı iptal eden, en temel insanî ve varoluşsal değerlerimizi imha eden, Japon, Çin, Hint ve Rus ruhunu kapitalizmle 'boğan' küresel, kapitalist, seküler ve neo-pagan süreç, aslında İslâmcılığın, bu anlamda çok yönlü tefekkür ve varoluş yolculuğuna gebe olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren münbit bir süreçtir. Yeter ki, gören gözlere, akleden kalbe, işiten kulaklara, insanlığın, varlığın ve eşyanın, hakikati çağıran, hakikate çağıran örtük sesine, derûnî çığlığına ve isyanına pergellerimizi ve duyargalarımızı açmasını bilelim, vesselam... Not: Bugün yazacağımı söylediğim yazıyı, sonraki günlerde yazacağımı hatırlatmak isterim.

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
03:54

Yasin Aktay yaktay@yenisafak.com.tr

27 Ağustos 2012 Pazartesi

İslamcılığın ilk mesajı Batıya değil Müslümanlara

İslamcılık tartışmasında farklı tanım veya yaklaşımların ortaya çıkması gayet doğal. Konuyla ilgili tanım ve yaklaşım farklarından hemen sekülerleşmeye doğru bir ışık görmek, hele İslamcılığın tükenişine dair bir sevinç veya teselli ilginç ama ziyadesiyle acullük. Sadece hatırlatalım ki, İslam tarihinde Peygamber'in hayatta olduğu saadet yılları hariç İslam'ın en temel konularının bile tartışma konusu olmadığı bir dönem yaşanmış değil. Esasen bu tartışmaların zaman zaman şiddetli ihtilaflara sahne olduğu da görülmüştür ama bu ihtilaflar bile dinin dili içinde ifade edilmiş, sekülerleştirici bir rol oynamamıştır. İslamcılık tartışmasının daha sahih bir İslam iddiası taşıması da kaçınılmaz bir şey, bundan onun despotluğuna, mutlakçılığına dair bir işaret çıkarmanın da yine hem dinin hem de siyasetin diline dair naifçe bir tecahülün ifadesi olduğunu söylemek zorundayız. Zira kendini doğru, başkalarını yanlış görmeyen hiçbir din dili görülmüş değil. Siyaset zemininde de herkesi kendine göre haklı gören izafiyetçi bir dilin geçerli olabileceği bize liberallerin yutturmaya çalıştığı bir hurafeden ibarettir. Bu hurafeye inanmamızı bekleyen liberalizmin kendisinin dili haddinden fazla mutlakçıdır. Başta liberal dilin kendisi, kendisiyle uyumsuz siyasetleri mutlak surette yanlışlayıp dışlama konusunda alabildiğine mahirdir. Bu konuda sergilediği otoriter dışlayıcı söylem İslamcılık hakkındaki tanımlarında tipik bir örnek olarak ortaya konur. Oysa İslam'ın siyasal dili tarih boyunca insanların kendilerini en haklı gördükleri durumda bile başkalarının varlık hakkını da bir dava konusu olarak gören bir yaklaşıma sahiptir. Bu siyasal dilin bugünkü en radikal temsillerinden sayılan Seyyid Kutub bile, çağdaş İslamcılığın manifestosu niteliğindeki Yoldaki İşaretler'de cihadı insanların Müslümanlaştırılması çabası olmaktan ziyade insanların din ve vicdan özgürlüklerinin en radikal anlamıyla sağlanması olarak tanımlar: Siyasi baskılar ortadan kaldırıldıktan, insanlar vicdanlarıyla baş başa özgürce bırakıldıktan sonra kim neye inanıyorsa inanır. Bu tanımı İslam tarihinde cihat hareketlerini yönlendirmiş olan temel saik olarak da tespit eder. Bugün cihadı başka türlü anlayanlar da vardır kuşkusuz, ama olay budur. İslamcılık üzerinde konuşurken kavramın kendisinin Müslüman'a alternatif bir kimlik olarak önerilmediğini hatırlatmak gerekiyormuş demek. Oysa İslamcılığı tarihsel bir olgu olarak tespit edip üzerine konuşanlar bile İslamcı dedikleri şahıs veya hareketlerin büyük çoğunluğunun kendilerine İslamcı demediklerini göz ardı ediyorlar. İster Abdülhamid'in ister Jön Türklerin isterse de İslamcı olarak temayüz etmiş şahısların "İslamcı" vasıfları, bilimsel bir soyutlama ile yakıştırılan bir niteleme. Yoksa bu isimlerin büyük çoğunluğu kendilerine İslamcı diyor değil. Demek onlar kendilerine İslamcı demedikleri halde onlara İslamcı demeyi gerektiren "ayırt edici bir duruşları" varmış. O ayırt edici duruşa geldiğimizde, tarihsel olarak onu sadece 19. Yüzyıla ve batı emperyalizmine karşı bir tepkiyle sınırlamamızı gerektiren hangi ortak özellikleri var? Mehmet Akif Ersoy mesela, tipik bir İslamcı olarak sadece Batı karşıtı bir şahıs mıdır? Onun her daim muhalif karakteri mi baskındır, devletin bekasını ve ıslahını savunan yanı mı? Mehmet Akif bu dönemde İslam'a yeniden dönüş çağrısıyla temayüz etmiş bir kişiliktir ve mücadelesi Batı'ya karşı olmaktan ziyade içe, yani Müslümanlara dönüktür. Müslümanların Kur'an'ı sadece "mezarlarda okunmak ve fala bakmak için indirilmiş bir kitap zannetmelerine" karşı haykırmış. Ona göre Müslümanlar bidat ve hurafelerle İslam'ın gerçek anlamını bulandırmış, İslami değerlerden uzaklaşmış ve bundan dolayı da bugün başlarına gelen felaketlere zemin hazırlamışlardır. Müslümanların tevekkülcülükle meşrulaştırdıkları tembelliğine, kaderciliğine isyan etmiş. Körü körüne taklide karşı aklı kullanmanın, cehalete karşı ilmin ikamesine çalışmış. Mehmet Akif'in bu isyanında öne çıkardığı bütün temaları geriye dönük bütün tecdit veya ihya hareketlerinde bulabilirsiniz. Moğol istilasına gafil avlanan Müslümanlara isyanında İbn Teymiyye aşağı yukarı Akif'in söylediğinin aynısını söylüyordu. İkinci bin yılın müceddidi unvanına sahip İmam Rabbani'nin Hindistan'da kendini Hint mistisizminin etkisiyle bidat ve hurafelere salıvermiş Müslümanlara çağrısında da aynı şeyleri duyabilirsiniz. Dolayısıyla İslamcılığı Batı emperyalizmine karşı bir tepki bağlamına hapsederek bitiremezsiniz. İslamcılığın öncelikli işi Müslümanlarla; Müslümanların Kur'an'ı hayatlarının merkezine almaları, kabilecilik veya milliyetçilik sapmalarına karşı Müslüman kardeşliğini hatırlamalarını sağlamak. Bugün dünyada Müslümanların Kur'an'ı her geçen gün daha fazla okuyor olmaları, onu hayatlarına daha fazla yön veren bir düstur haline getiriyor olduğu, dünya Müslümanlarında birleşmeye dönük daha güçlü bir arzunun kendini hissettiriyor olduğu, bundan mütevellit bir iradenin ve siyasetin önplana çıkıyor olduğu bir gerçek. Öyle ise bu, İslamcılığın kendiliğinden hayatiyetine başka işaretler aramamızı da gereksiz kıla. Mümtazer Türköne İslamcılığı kökü dışarıda bir ideoloji olarak tanımlamış. Namık Kemal, Ziya Paşa veya diğer Jön Türklerin İslamcı diye nitelediği fikirlerini Londra ve Paris'teki ortamdan etkilenerek telif etmiş olduklarından hareket etmiş. Aslında bu da hâlâ Türköne'nin onların ifade ettiklerinden başka bir İslamcılık tanımıyor olduğunu veya İslamcılığı onların bir kere ve bütün zamanlar için telif etmiş olduklarını düşündüğünü gösteriyor. Oysa hem onlar ilk İslamcılar değildi, hem de sonradan İslamcı düşünce veya harekete katılanların hiçbirinde bu saydıklarının kayda değer bir etkisi olmamıştır. Nitekim, onların İslamcı fikirleri de olduğunu hatırlayabilmek için onlardan yüz yıl sonra Türköne'nin bir doktora tezi yazması gerekecekti. Ayrıca düşüncelerin "kökü dışarıda" olarak değerlendirilmesi de iflah olmaz bir yerlici anlayış. Bu anlayışı daha önce de burada birkaç yazıda eleştirmiştim. "Kökü dışarıda" diye düşünceleri yargılayacak olsak elimizde ne kalır bir düşünün. İslam'ın bizzat kendisi mi yerli? Bu bizi çeyrek aşama sonra Kabe de Arabın olsuna götürür mü götürmez mi?

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
04:14

Ali Bulaç Dünden bugüne İttihad

"Tıpkı bugünkü AK Parti iktidarının "dindar-muhafazakâr siyasi kimliği"ne rağmen AB reform paketi dışında bir reform ve değişme projesinin olmaması gibi."

19. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı yönetimi Hıristiyan tebaasının üzerinde yaşadığı toprakların çoğunu kaybedince geriye kalan Müslüman nüfusu bir arada tutacak çareler aramaya koyuldu. O günkü uluslararası konjonktürün telkinleri ve yönlendirmeleri ne olursa olsun, II. Abdülhamid'i İttihad-ı İslam (Panislamist) politika izlemeye sevk eden asıl sebep içeride ve dışarıda devletin içine girdiği zaafı giderme çarelerini İslam dininin imkânlarında aramak olmuştur. Abdülhamid İslami/İslamcı politikalar takip ederken üç önemli gayeyi tahakkuk ettirmeyi umuyordu: (1) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutacak birleştirici unsur; (2) Bir din olarak İslamiyet'i 'kalkınma ve modernleşme'de motive edici güce dönüştürme; bu sivil İslamcıların üç ana hedeften biri olan "cihad ruhunun uyandırılması" ilkesinin iktisadi kalkınmaya bakan yüzüyle örtüşme halindeydi. (3) İmparatorluğun İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı dünya üzerindeki varlığını koruma aracı. Hareket noktası olarak Abdülhamid doğru yerdeydi; fakat padişahın İslamcılık veya İslam Birliği üzerinden varmak istediği hedefler tartışmalıydı, bu yüzden Abdülhamid'in projesi muvaffak olamadı. Sebebi şuydu: (a) Farklı Müslüman kavimleri bir arada tutmak istiyordu, ama yaptığı reformlar felsefi ve idari referanslarını Avrupa'da yükselip Osmanlı'ya ulaşan "ulus devlet" fikrine dayanıyordu. Başka bir deyişle "İslamcı" görünüyordu, ama sosyal, iktisadi, idari reformları modern Batı'dan alınma idi. Tıpkı bugünkü AK Parti iktidarının "dindar-muhafazakâr siyasi kimliği"ne rağmen AB reform paketi dışında bir reform ve değişme projesinin olmaması gibi. (b) Kalkınma ve modernleşmede İslamiyet'ten istifade etmek istiyor, bu arada kültürel formları ve geleneği koruyordu, ama attığı adımlar dinin meşrulaştırıcı gücünü kullanarak dini zaman içinde etkisizleştirecek süreçleri açıyordu; (c) İngiliz, Fransız ve Rusya'ya karşı "İttihad-ı İslam"la Osmanlı'yı korumaya çalışıyordu, ama İttihad projesi "farklı unsur"ların varlığına yeterince özerk alan, idari özgür imkânlar tanımıyordu. Oysa zamanın İslamcıları "İttihad-ı İslam"dan, "İttihad-ı anasır-ı İslam"ı anlıyorlardı ki, Ali Suavi ve başkalarında bu fikir, gevşek markaj politikalarla farklı devlet entitelerinin kurulmasına kadar uzanıyordu. (d) Abdülhamid "İttihad-ı İslam"ı, merkezi ve merkeziyetçi, bir tür homojen, sıkı markaj ulus devlete uyarlamayı hedefliyordu; "İttihad-ı anasır-ı İslam" ise, bizim tarihsel geleneğimize ve Osmanlı'nın siyaseten merkezi, sosyo-kültürel olarak adem-i merkeziyetçi gevşek markaj tarihsel İslam modeline dayanır. Padişah, zamanının İslamcılarını yönetimden uzak tuttu, onlarla müşavere etmedi. Ancak zaman Abdülhamid'i değil, İslamcıları haklı çıkardı. Cumhuriyet döneminde süren sert mücadele ortamında rahmetli Necip Fazıl'ın Mustafa Kemal'e ve Ermeni-Yahudi propaganda makinesinin üretimi olan "Kızıl Sultan"a karşı icad ettiği "Cennetmekân Uluhakan Abdülhamit Han" profili bir yana, gerçek kişiliği ve hayatıyla Abdülhamid kamusal hayatında İslamcı ve doğuluydu, özel hayatında batılı zevklere sahipti. Tam aksine Mustafa Kemal ise kamusal hayatında batıcıydı, özel hayatında ise tipik bir doğulu gibi yaşıyordu. Bu da tarihimizin garip paradokslarındandır. Her neyse olan oldu, bugüne geldik. Dün ile bugün arasında bir muhasebe yapmak icab ediyorsa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan bizler, geçen yüzyılın başlarında yaşayan Müslümanlardan daha avantajlı sayılırız. 1) Geçen yüzyıl, tarihsel olarak diğer imparatorluklar gibi -Avusturya/Macaristan, Rusya'yla beraber- Osmanlı da çökme ve dağılma sürecine girmişti. Bugün dünya küreselleşmeyle beraber bölgesel entegrasyonlara doğru gidiyor. 2) Geçen yüzyılda ulus devlet akılları baştan çıkaracak bir cazibe konusu ve idealiydi; bugün miadı ve modası geçmiş bulunuyor; sorun çözmüyor, çatışmalara sebebiyet veriyor. 3) Geçen yüzyılda modernizasyon politikaları sorgulanamazdı, bugün modern durumda modernitenin yol açtığı krizlerin aşılması için türlü çareler aranıyor. 4) Dinin tarihten silineceği düşünülüyordu, bugün toplumsal ve kamusal hayatta çoğulculuğun ancak dinle mümkün olabileceği anlaşılmaya başlandı. Mevcut dinler içinde de en yüksek imkân ve potansiyel İslam'ın kaynaklarında bulunuyor. 5) İslam Dünyası milliyetçiliği, sosyalizmi ve liberalizmi tecrübe etti. Sonuç iflas. Bütün yollar İslam'a ve İslam Birliği'ne çıkıyor. a.bulac@zaman.com.tr 27 Ağustos 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
04:18

İbrahim Öztürk Ekonomide ne oldu, ne olacak? (I)

Ekonomi yazmak için elimde fazlasıyla malzeme birikmiş durumda. Açıkçası 'yazasım' da had safhada. Buna rağmen atalarımızın eskimeyen sözlerinden birinde 'alıcısı olmayan meta zayidir' derler. Yani müşterisi olmayan bir malı üretip pazara sunmak israftır. Şu sıralar ekonomi yazılarının çöpe gitmesi mukadder. Tatil, yaz rehaveti, Avrupa berbat iken Türkiye şimdilik 'sessiz', hem bir de istihdam artmaya devam ediyor. Yani yazsam da kimse takmaz. Keza, PKK terörü, Suriye'deki gelişmeler, ulusalcı-laikçi saldırganlığın yeniden azmaya başlaması gibi nedenlerle de ben hükümete 'vurmak' istemem. Gerçi bu son konuda bütün suç hükümette. Ergenekon süreciyle ilgili mücadelede kafa karıştıran hareketleri hükümetin kendisi sergiliyor. Ekonomi durmuş, reel sektör temsilcilerinden 'su verin' çağrısı yükselmeye başladı bile. Böyle bir ortamda basındaki bazı 'görevli arkadaşlar' var, lüzumsuz yere beklenti yapıyorlar. Neymiş efendim, Türkiye'nin kredi derecesi artacakmış! Geçmişte şöyle oldu böyle oldu, bir kenara bırakırsak, Türkiye'nin bugün kredi derecesinin artmasının mümkün olmadığını tespit etmek gerekiyor. Hareketlerimizi başkalarının övgüsü ya da yergisi yönlendirmemeli. Kendi artı ve eksimizi iyi görebilmeli ve yönetebilmeliyiz. Milletimize dönüp 'gaza gelme, söze gel' önerisini yapmalıyız. Övgülerle coşup sorunları halının altına süpürmekte üstümüze yok. 2010-2011'deki yüksek büyümenin emsalsiz bir cari açık ve enflasyon baskısı olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Küresel kriz ortamında büyümek güzel. Bunda kuşku yok. Ancak kriz ortamında hiç kimse de bizim gibi bir cari açık ve enflasyon baskısıyla uğraşmıyor. Hele cari açığımız, Türkiye ölçeğinde, Türkiye kadar cari açık veren bir ülke yok. Türkiye adeta giren çıkanın hesabını yapamayan bir kevgire dönmüş durumda. Şunun altını iddialı bir şekilde çizelim: Yüksek büyümenin kaçınılmaz sonucu bizde olduğu ölçüde cari açık ve enflasyon değildir. En iyisi süreci alt dönemlere ayıralım. Doğru anlayalım, doğru soru soralım, isabetli çözümler önerelim. Türkiye 2002-2006 arasında %7,2 büyüdü. Benzer yükselen piyasa ekonomileri (YPE) ile at başı giden bir başarı gösterdi. Bu dönem zarfında enflasyon, bırakın yükselmeyi, %30'lar bandından %7'lere kadar geriledi. Keza, Türkiye'nin cari açığı da yılbaşına göre milli gelirin (GSYH'nın) %4'lerini aşmış değildi. Hatta bu dahi çok görülüyordu. Bunu nasıl başardık? Bu dizide cevabını vereceğim. Sonra, 2007-2008'de olanlar oldu. Büyüme dinamiği zayıflarken, enflasyonda YPE ortalamasından sert bir şekilde koptuk. Büyüme %3'ün altına gerilerken, enflasyon %10'un üzerine çıktı, cari açık GSHY'nın %7'lerini gördü. Bu çok garip, çünkü büyüme bu kadar hızla gerilerken enflasyon ve cari açık da düşmeliydi. 2002-2006'daki başarının tersine bu dönemde neden böyle kapana sıkıştık, bunun cevabını dizide bulacaksınız. (Görüyorsunuz, ben de işi öğrendim, malzemeyi tek seferde vermiyorum artık! Az sonra!) 2009'da Türkiye %4,7 küçülürken ve işsizlik bir anda %16'lara fırlarken, bize benzer ülkeler (YPE) %2,2 oranında büyümeyi başardı. Bu kadar küçülen ekonomide %6,4'e inen enflasyonumuz ilk defa benzer ülke ortalamasına yakınsadı. %5'leri gören bir küçülmeye ve dibe çakılan enerji emtia fiyatlarına rağmen hâlâ GSYH'nın %4'leri civarında çıkan cari açık, Türkiye'de konjonktürel değil de yapısal olarak bir sıkıntının olduğunu ayan beyan gösterdi. Nitekim 2010-2011'de % 8,7 büyüyerek YPE'nin önüne geçtik. Ama onların hiçbirinde bizdeki gibi bir cari açık ve enflasyon baskısı geri dönmüş değil. Yani bizdeki virüs bünyede devam ediyor. 2012'de ekonominin boğazını sıkarak yeniden aynı ezbere döndük. Ekonomi durmuş, cari açık ve enflasyon ivme kaybetmiş, gündemden düşmemiş. İlaveten 'son çıpa' olan bütçede yırtık derinleşiyor. Ve birileri bize 'not artışı yolda' diyerek şirinlik yapıyor. 'Üç büyüklerden' not filan gelmez. Dağa bayıra vurursak belki öylesine bir kurum buluruz. i.ozturk@zaman.com.tr http://twitter.com/iozturk69 http://www.facebook.com/iozturk69 23 Ağustos 2012, Perşembe

****

İbrahim Öztürk Ekonomide ne oldu, ne olacak? (II)

Son yazımda Türkiye'nin son 10 yılını dört döneme ayırarak dünya ile mukayeseli olarak incelemeye başladım. Bu dört dönem şöyle: (i) Dünyada ve Türkiye'de işlerin çok iyi gittiği 2002-2006. (ii) Dış ve iç konjonktürün hızla bozulmaya başladığı 2007-2008. (iii) Kriz yılı olan 2009. (iv) Kriz sonrası olarak ifade edilecek 2010-2011. Ekonomiler için büyüme, istihdam ve gelir dağılımı adaleti üç temel performans göstergesidir. Öte yandan cari açık, enflasyon ve mali yapı ise bu performansının sürdürülebilir olup olmadığını gösteren 'çapraz kontrol parametreleri' olarak görülebilir. Son yazıda büyüme, cari açık ve enflasyon üzerinden bu dört dönemi kısaca özetlemiş, bu yazıda ise bütün bu dönemlerde olup bitenlerin arkasında gerçekten nelerin olup bittiğini yazmak üzere sözleşmiştik. Ancak bunu bir sonraki yazıya erteliyorum. Çünkü son yazıda 'bu şartlarda Türkiye'nin kredi notu filan artmaz. Görevli ve çıkarcı kalemlerin 'şirinlik ekonomisine' inanmayın. Üç büyükler en azından şu aşamada Türkiye'nin notunu yatırım seviyesine çekmez' demiştim. Çünkü böyle bir veri yok. Sen misin böyle iddialı konuşan! Yazı perşembe çıktı. Sadece bir gün sonra geçen cuma günü bütün gazetelerde 'Fitch Türkiye'nin notunu artırıyor' haberini görünce, kendi kendime 'oğlum İbo nihayet bütün karizman çizildi' dediğimi hatırlıyorum. Sahi, bize inanmak yerine illa da bir 'gâvur' bulup delil göstermekte maharetli olan 'uzmanlar' hemen devreye girdi. 'Noldu yavrum, daha bir gün geçmeden çuvalladın' türü eleştiriler arttı. Anlaşılan sadece bir cümlelik slogan vari sözü olan Twitter cemaati, sadece haberin başlığına bakıp kararını vermiş, metni bile okumamış. Bir kere not artmış filan değil. Artabilirmiş! Nasıl? Fitch'ten gelen haber, ekonomi basınının ters köşeye yattığı bir mahiyet arz ediyor. Fitch diyor ki, 'eğer Türkiye büyümesini, cari açığını ve enflasyonunu % 5 seviyesinde sabitleyebilirse o zaman notunu yatırım yapılabilir seviyesine çıkartabiliriz.' Biz buna daha önce '3 beşlik ekonomi' demiştik. Bunun anlamı nazikçe 'anca gidersin', ya da 'ölme eşeğim ölme, yonca biter de yersin.'dir. Çünkü Türkiye bunu yakın gelecekte tutturamaz. Türkiye bugün büyümesini % 2,5 bandına çektiği halde bu sene cari açık GSYH'nın % 7'sinin, enflasyon da hedefin bir hayli üzerinde kalacak. Şimdi lütfen gidin 8 Aralık tarihli '3 beşlik de 4 onluk da olmaz' başlıklı yazımı okuyunuz. % 10'a varan büyüme, cari açık, enflasyon ve işsizlik bandından tepetaklak geri kayarız demiştik. Kaydık. Şimdi hedef yukarıdaki 3 beşlik. Çok mütevazı. Ama korkarım şimdilik bu da gitti. Öte yandan Türkiye not alabilecek olsa ben neden 'alamaz' diyeyim ki? Bilakis, sevinirim. Ancak hükümetin 'ustalık döneminde' yapacağı hamlelerin özlemi içinde övgüler dizerken alkış tutup bize fazlasıyla inanan arkadaşlar, şimdi neden bizi eleştiriyor, anlamadım. Benim eleştirilerim tümüyle şu amaca hizmet eder: Dost acı söyler. Daha iyisi hem mümkün hem de gereklidir. Hem unutmayalım bu sahtekâr kredi derecelendirme kurumlarının notu ile amel de edilmez. Batak ülkelerin cümlesinin notu AA değil miydi? Bu yüzden 'gaza değil, söze gel' diye çağrıda bulundum. Ama nafile! Demem o ki; notlarımız uçmaya başladığında daha bir teyakkuza geçmemiz lazım. Hele hele kendi zaaflarımız ve meydan okumalarımızı fark edip 'Bayram değil, seyran değil, eniştem beni neden öptü?' diye sormalıyız. Beyler Türkiye fena halde cepten yiyor. 'İyi de Sayın Öztürk nap'cez?' dediğinizi duyar gibiyim. Bekleyin, yazcez! i.ozturk@zaman.com.tr http://twitter.com/iozturk69 http://www.facebook.com/iozturk69 27 Ağustos 2012, Pazartesi

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
04:42

27 Ağustos 2012, Pazartesi Fadime ÖZKAN İslam ekonomisi kapitalizmin çirkinleşmemiş halidir fozkan@stargazete.comtüm yazıları İKTİSAT TARİHÇİSİ, İSLAM EKONOMİSİ UZMANI PROF. DR. MURAT ÇİZAKÇA Prof. Çizakça: Serbest piyasa, sermaye ve girişim hakkı Kur’an’da var. İlk yorumlayan da Hz. Peygamber’dir ve kurumlar o yorumlardan doğmuştur. İslam ekonomisi kapitalizmin orijinal, etik ve çirkinleşmemiş halidir. Tartışması süren İslamcılık bahsinin bir cüzünü de “eski mücahitlerin bugün müteahhit” olmaları oluşturuyor. Eskiden bireyselleşmeye, “sermaye” biriktirmeye, kapitalizme, burjuva sınıfına karşıydılar, bugünse mal-mülk-para “muhafaza” ediyor ve ticari hesaplara dalıyorlar, piyasa adamı oldular, deniyor. Dindar Müslümanlara, Anadolu’dan yükselen yeni sermayedarlara ve buna paralel olarak beliren yeni burjuva sınıfa yönelik en ağır eleştiriler yine “Müslüman”lardan geliyor. Eleştirilerin, tepkilerin sahipleri kendilerine “Anti-kapitalist Müslümanlar” yahut “Sosyalist Müslümanlar” olarak tanımlıyorlar. Peki, gerçekten böyle mi? İslam, kapitalizmin sacayakları olan sermaye, piyasa ve girişimcilik konusuna nasıl bakıyor, sınırları nasıl çiziyor? İslam’ın modern bir ideoloji olan kapitalizmle ilişkisi nedir? Kapitalizm Müslüman’ın yitik malı mıdır yoksa bir an evvel terk edip tövbe etmesi gereken büyük yanılgısı mı? İslam’ın öngördüğü ekonomi politik nedir? Pratik nasıl gerçekleşmiştir? Kapitalizmin tarihsel serüveninde neyi atlıyoruz? Şeriat neyi emreder, siyaset nasıl pratize eder? AK Parti hükümetinin ekonomi politikası nasıl? Bu ve benzeri soruları değerli bir iktisat tarihçisine, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümünden emekli olduktan sonra ve halen Kuala Lumpur'da INCEIF Üniversitesinde görev yapan Prof. Dr. Murat Çizakça’ya sordum. Prof Çizakça’nın İslam ekonomisi ve Osmanlı vakıf sistemi üzerine yayınlanmış kitaplarıyla çok sayıda makalesi bulunuyor. Dindar Müslümanların zenginleşmesi bir süredir tartışma konusu yapılıyor malum. “Bir lokma bir hırka” ile yetinmedikleri, sermaye biriktirdikleri için eleştiriliyorlar. Kendine anti-kapitalist Müslümanlar, sosyalist Müslüman diyenler var. Siz İslam toplumlarında ekonomi çalışan bir akademisyen olarak ne diyorsunuz bu tartışmalara? Bence, tüm bu tartışmalar bilgisizlikten ve İslamiyet’i kendi kafalarındaki modelin içersine hapsetme gayretlerinden kaynaklanıyor. İslam ekonomisi nasıl bir ekonomidir peki kapitalizmi öngörür mü? İslam ekonomisi kapitalizmin ta kendisidir, orijinal, etik, çirkinleşmemiş halidir. KAPİTALİZMİ MÜSLÜMANLAR YÜKSELTTİ Kapitalizm Müslüman’ın yitik malıdır, diyorsunuz yani? Kesinlikle öyle. Müslümanlar kapitalizmi ilk keşfedenler olmasalar da 7. yüzyılla 12. yüzyıllar arasında dünyada bilinen en yüksek seviyesine çıkartmışlar, sonra da tam olarak henüz anlayamamış olduğumuz nedenlerle yavaş yavaş terketmişlerdir. Bu terkin nedenine ilişkin en güçlü argüman nedir? Bu terk etme olayının 12.-13. yüzyıllarda hem Batı’dan haçlı seferleri hem de Doğu’dan Moğol istilası dolayısıyla, Müslümanların hayatta kalabilmek için, devletlerini merkezileştirmek, güçlü ordular yaratmak ve bunları finanse etmek gereğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ama bu büyük sistem değişikliği konusunda elimizde sadece ipuçları var, kesin bilgiler henüz yok. KAPİTALİZMİN UNSURLARI KURAN’DA VE SÜNNETTE VAR Kapitalizm serbest piyasa, özel mülkiyet ve girişim özgürlüğü demek; bu kavramlar ve kavramların sınırları İslam tecrübesinde nasıl yaşandı peki? Bu ilkeleri önce Kur’an’da görmek mümkün. Hazreti Peygamber de Kur’an’daki ilkeleri insanların günlük hayatlarında kullanabilmeleri için yorumlayan ilk insandır. Peygamber’in bu yorumlarından kurumlar doğmuştur. Daha sonra büyük hukukçular da yorumlar yapmış ve sonuç olarak ahlaki değerlere bağlı ancak esasında kapitalist olan bir ekonomik sistem ortaya çıkmıştır. Bu sistemde serbest piyasa vardır, fiyatlara müdahale edilmez. Nitekim bu konuda sahih hadis vardır. Örnekler misiniz? Hazreti Peygamber’e sormuşlar, “bu fiyatlar çok arttı emret indirsinler” demişler. Hazreti Peygamber de “fiyatları Allah yapar” demiş ve müdahale etmemiş. Özel mülkiyet de kesinlikle vardır ve devletin koruması altındadır. Hatta “Hıfs al-mal” yani “özel mülkün korunması” Şeriat’ın amaçlarındandır. Girişimciliğin önü sonuna kadar açılmıştır. Hiçbir ortaklık türü İslami mudaraba kadar girişimciyi korumaz. Helal yollardan kazanmış olmak şartıyla yüzde bin kâr yapsanız buna izin vardır. Kâra konulmuş bir üst sınır yoktur. Ancak her Müslüman’a ahrette parasını nasıl kazandığı ve bu parayı nasıl harcadığı sorulacaktır. İnsanları sömürerek kazanılan, sonra da lüks ve gösterişe harcanan paralar cehennemin yolunu açar. HZ. PEYGAMBER DE TÜCCARDI Siz sömürüyü yasaklayan bir kapitalizmden bahsediyorsunuz… Elbette. Müslüman kapitalist kendi kendini kontrol eden, üzerinde kul hakkı olmayan kapitalisttir. Bunu rahmetli Prof. Sabahattin Zaim “İslam iş adamını önce ahlâkla donatır sonra da ‘şimdi git rekabet et’ der ve piyasa denen o ormana salar” diyerek ifade etmişti. İşte böyle ahlâk sahibi, üstünde kul hakkı olmayan dürüst tüccarlar Kur’an’da şehitlerle aynı mertebeye konmuşlardır. “Rızkın onda dokuzu ticarettir” diyen bizzat Peygamber Efendimiz’dir. Dahası kendisi de tüccardı ve Hz. Hatice ile mudaraba ortaklığına girerdi. Bütün bunların sosyalizmle yakından veya uzaktan ilişkisi olmadığı aşikârdır. BATI, KAPİTALİZMİ DOĞUDAN ALDI Burada bir duralım ve İslam ekonomisi tarihine bir bakalım isterim. Köşe başlarıyla özetleyin desem… “Pratik” nasıl olmuştur? Şöyle olmuştur: Klasik İslami kapitalizm tarihte ilk defa olmak üzere Akdeniz ve ardındaki Avrupa ile Hind Okyanusu ve ardındaki Çin’i birleştirmiş, dünyada ilk defa olmak üzere kıtalararası ticareti oluşturmakla kalmamış, bu ticarete 7. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar, yani bin yıl boyunca, hakim olmuştur. Kur’an’da var olduğunu belirtmiş olduğum ilkeler ve bu ilkelerden Peygamber tarafından yorumlanıp oluşturulan kurumlar olmasaydı bu başarı sağlanamazdı. Nitekim, bu sistemin en önemli ilke ve kurumları Batılılar tarafından 10. yüzyıldan itibaren alınmış ve Batı kapitalizmi de İslami kapitalizmin dümen suyunda gelişmiştir. Batı’nın bizden aldığı kurumlara örnek olarak iş ortaklıkları, vakıflar, deniz ticaret hukuku gibi olmazsa olmaz kurumları sayabiliriz. Nitekim meşhur Oxford Üniversitesi (Merton College) aslında bir medrese olarak vakıf formatında kurulmuştur! İngilizce ”College”kelimesi de zaten ArapçaKulliyah(Külliye) den gelir. AYDINLANMA KAPİTALİZMİ KİRLETTİ Şahidi olduğumuz, karşı olduğumuz Kapitalizmle sizin anlattığınız kapitalizm neredeyse birbirinin zıddı. Bu çağın insanları kapitalizmi, kârı yüceltirken insanı tüketim değerine indirgeyen, sömüren, perişan eden fena bir sistem olarak bilir. Siz ise İslami kapitalizmden bahsediyorsunuz… Makas nasıl bu kadar açılabildi peki? Klasik İslami kapitalizm İslamiyet’in koymuş olduğu ahlak ilkelerine dayanıyordu. Batı tarafından alındıktan sonra orada Batı’nın çok özel şartları dolayısıyla bir evrime tabi tutuldu. Örneğin faiz yasağı Batı’da da vardı, hem de çok güçlü bir yasak olarak vardı. Ancak daha sonra gevşedi. Ama esas olarak, merkezi kilise sistemine tâbi olan Batı, özellikle engizisyon kurumuna tepki olarak, Kilise’nin yolsuzluk ve zulmüne karşı ayaklandı. Bunu önce Almanya’da Martin Luther’in liderliğinde Protestanlığın ortaya çıkmasında gördük, daha sonra da Fransa’da 18. yüzyılda “Aydınlanma” hareketinde gördük. Fransız Devrimi sırasında papazlar giyotinin ilk müşterilerindendi! Tüm bu olaylar sonucunda Kilise’nin koymuş olduğu ahlaki kurallar bir köşeye atıldı ve kapitalizm sizin bahsetmiş olduğunuz o kötü, sömüren kapitalizm haline dönüştü. Bu Batı kapitalizmi ile İslami kapitalizm arasında büyük farklar oluşmuştur zira, İslam Dünyası’nda dinî öğretiler hiçbir zaman terk edilmediler. OSMANLI EKONOMİSİ BİR SAPMADIR Batı’da bunlar olurken burada durum nasıldı; Selçuklu Devleti’nin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik modeli için ne söylenebilir? Az önce de belirttiğim gibi, hem Haçlı seferleri hem de Moğol istilası arasında sıkışan Selçuklu ekonomik sisteminde giderek güçlü bir merkezin oluştuğunu ve liberal İslami kapitalizminden daha merkeziyetçi bir sisteme geçişin başlamış olduğunu düşünüyorum. Ama emin değilim. Osmanlı da ise eminim. Özellikle Mehmet Genç’in çalışmalarından bu konuda kesin bilgiler edinmiş bulunuyoruz. Osmanlı’da klasik İslami kapitalizmin ilkelerine aykırı olmak üzere, fiyatlara müdahale edilmiş, kârlar genelde yüzde 5 ile yüzde 10 arasında sınırlandırılmış ancak olağanüstü şartlarda nadiren yüzde 20’ye kadar izin verilmiş, sık sık müsadereler yapılmış ve kısacası benim “proto-quasi socialist” dediğim Osmanlı ekonomik sistemi ortaya çıkmıştır. GİRİŞİMCİ SINIF OSMANLI’DA BOĞULDU “Proto-quasi socialist”ten kastınız nedir? Burada “proto” ön, “quasi-socialist” ise sosyalizmsi manasına gelir. “Ön”den kasıt, bu sistemin Marx’dan yüzyıllar öncesi ortaya çıkması, “sosyalizmsi”den kasıt ise, Marxgil sınıf kavgasına dayanması değil, tam tersi, sınıflar arası armoniyi temin etmeyi amaçlamasıdır. Ama sonuçta, amaç ne olursa olsun, Mısır hariç olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nda genel olarak girişimci sınıf boğulmuş ve Batı’da görüldüğü türden büyük şirketler bizde ortaya çıkmamıştır. Sanırım Müslüman Sosyalistler kavramı Osmanlıların bu anlattığım özelliklerinden kaynaklanıyor. MÜSLÜMAN SOSYALİSTLER YANLIŞ BİLİYOR “Sosyalist Müslümanlar”dan, “Anti-Kapitalistler”den mi bahsediyorsunuz? Bu arkadaşlar Osmanlı’ya bakıyor orada belirtmiş olduğum proto quasi-socialist özellikleri görüyorlar, oradan da Osmanlı en güçlü İslami devlet olduğu için İslamiyet’in de bir tür sosyalizm olduğuna karar veriyorlar. Ancak tarihe sadece Osmanlı açısından baktıkları ve daha öncesine gidemedikleri için Osmanlı’nın aslında klasik İslami kapitalizminden çok önemli bir sapma olduğunu anlamıyorlar. Hepsi böyle değil, bazıları da Kur’an-ı Kerîm’deki al-Haşr suresinden hareket ediyorlar. Orada servetin belirli bir gurubun elinde dönüp durmaması gerektiği belirtilmiş. Ama buradan illaki sosyalizm veya anti-kapitalizm çıkmaz. Zira servet ahrete inanan Müslüman’ın eline geçerse, o mutlaka vakıf kurar ve servetini gönüllü olarak dağıtır. Yani al-Haşr suresindeki emri önce servet edinip sonra da gönüllü olarak dağıtarak da pekâla yerine getirebilirsiniz. Bu dediklerimin teoride kalmadığını geniş şekilde uygulanmış olduğunun yüzlerce örneğini de biz ülkemizde çoğu halâ faaliyette bulunan Selçuklu ve Osmanlı vakıflarında görüyoruz. Bazıları daha da ileri gidiyorlar ve mademki Osmanlı böylesine başarılı bir devletti, modern İslam Devleti de sosyalist olmalı diyorlar. Burada gene dostum Mehmet Genç’e atıfta bulunmak isterim.

BATI KAPİTALİZMİ SÜNNET EDİLMELİ! Buyurun. Hoca’ya, Osmanlı ekonomisinin bugüne uygulanıp uygulanamayacağını sormuşlar. Hoca da o her zamanki esprili haliyle cevap vermiş; “Hayır, yapılması gereken, Batı Kapitalizmi’nin sünnet edilerek günümüze uygulanmasıdır!!!” demiş. Ben de diyorum ki, Batı Kapitalizmi’ni sünnet edemezsin, o, İslami Kapitalizm’den türediği için zaten sünnetli doğmuş! İki defa da sünnet olunmaz ki! O yüzden yapılacak şey, klasik İslami kapitalizmi modernize ederek günümüze uygulamaktır. Bu gereklidir zira, sosyalizmin kapitalizm karşısında nasıl çöktüğünü hep birlikte gördük. Hal böyleyken günümüzdeki Müslüman ülkelere hâlâ Osmanlı’nın sosyalizimsi modelini önermek hiç de akıllıca gelmiyor bana. Ne de olsa sosyalizmsi Osmanlı modeli, Batı kapitalizmi karşısında çöken ilk “quasi-socialist” modeldir. OSMANLININ TC’YE MİRASI: DEVLETCİLİK Peki. Osmanlı ekonomik sisteminden biz neler devşirdik, Türkiye olarak? Birçok şeyi aldık ama bunların her halde en önemlisi devletçiliktir. 1923’ten Turgut Özal’a kadar 60 yıl bu sistemle kalkınmaya çalıştık ve çok zaman kaybettik. Murat Metinsoy’un “İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye” kitabına bakarsanız, büyük savaşta Türkiye Cumhuriyeti’nin uyguladığı iktisadi politikaların tamamen Osmanlı mirası olduğunu görürsünüz. BAŞBAKAN ŞERİATI UYGULASIN! Konuştuğumuz başlıklar üzerinden bakarsak Türkiye’deki mevcut genel durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Malûm, Türkiye dindar bir Başbakan tarafından yönetilen laik bir ülke. Bu durum genel kanının aksine şu ana kadar pek sorun olmadı ama bundan sonra, özellikle de Başbakan güçlü bir başkanlık sistemini getirirse, sorun olabilir mi diye bir soru düşerse akıllara, cevabım şu olur: Başbakan veya güçlü Cumhurbaşkanı Şeriat’ın amaçlarını doğru anlar ve bu amaçlardan esinlenerek politikasını belirlerse hiçbir sorun olmaz. LAİKLER KORKMASIN SEVİNSİN Aman Hocam, hep korkulan, çok tartışılan iki kavramı birden söylediniz! Hem başkanlık hem şeriat hem de sorun olmaz dediniz. Bunu biraz açar mısınız? Önce dindarlara bir sözüm var: Laikliğin kıymetini bilmek gerek. Zira laiklik olmasa ve bu ülke bir İslam Devleti’ne dönüşse, ilk sorulacak soru “hangi İslam” olur. Yani, devlet Sünnî mi olacak yoksa Şiî/Alevi’mi? Sonra da kan gövdeyi götürür. Türkiye bir anda Irak ve Suriye’ye benzer. Bu nedenle, Müslümanların da en az Batılılar kadar laikliğe ihtiyacı vardır. Bu durum zaten Irak ve Suriye’de tüm açıklığıyla ortada. Şimdi de laiklere bir sözüm var: Şeriat’tan bir öcü gibi korkmaktan vazgeçin. Zira Şeriat’a yüzeysel değil derinden bakarsanız onda, sizin çok değer verdiğiniz ilkeleri bulabilirsiniz. Şeriat’ın ve laikliğin özüne dair hatırlatmalar bunlar? Örnekler üzerinden konuşalım. Önce Sayın Başbakan’dan başlayalım. Başbakan, mâlum, dindar bir insan. O halde, esas referans noktası Şeriat’tır. ŞERİAT LAİKLİĞİN TEMİNATIDIR O böyle ifade etmiyor sanırım… Bazılarının aksine, ben bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Zira Şeriat öyle kolay kolay basite indirgenecek bir şey değildir. Sonuçta mademki dindar bir başbakanımız var, o zaman, kendisi Şeriat’tan esinlenerek görevini yapmak durumundadır. Yalnız burada esinlenerek kelimesinin altını çizeyim. Zira, motomot, yüzeysel, insanlara dayatarak uygulamak başka, esinlenerek, bir filosof gibi doğru anlayarak, içine sindirerek, danışarak, ikna ederek uygulamak başka. Birincisi ülkede büyük karışıklıklara neden olur ikincisi ise ülkeyi refaha götürür. Peki… Şeriat’tan nasıl esinlenilir derseniz, laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde dahi bu mümkündür. Zira, gene çoğunlukla sanıldığı gibi, Şeriat ile laiklik hiç de birbirine düşman kavramlar değildir. ŞERİATIN DÖRT AMACI Bunu açmalısınız… Bunu açıklayabilmem için, İmam al-Gazali ile İmam al-Shatibi’nin geliştirmiş oldukları makasid al-Şeriat kavramına gitmem gerek. Bu iki büyük düşünür “hudud” cezalarından hareketle, Şeriat’ın amaçlarını araştırmışlar ve şunları saptamışlar: 1) Aklın korunması 2) Dinin korunması 3) Malın korunması 4) Nefsin korunması 5) Neslin korunması. Bu koruma işini kimin yapacağına gelince, İbni Haldun’dan Nejatullah Sıddıqi’ye kadar birçok büyük düşünür bunun esasında devletin görevi olduğunda hem fikirdirler. ŞEİRAT FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KORUR Biraz somutlaştırırsak, aklın korunmasını devlet nasıl yapar? Aklın en önemli ürünü fikir olduğuna göre, fikir özgürlüğünü sağlayarak yapar. O halde, daha da somutlaştırırsak, fikirlerinden ötürü hapishanelerde çürüyen yazarların özgürlüklerine kavuşturulması aslında Şeriat’ın Hıfs al-akl amacı gereğidir. Hangi laik buna itiraz edebilir ki? Dinin korunmasına gelince, dikkatinizi çekerim. Burada Sünniliğe, Hanefiliğe vesaire spesifik bir şekilde atıf yoktur. İfade çok geniştir ve tüm dinleri kapsar. O halde, Alevilikten Ortodokslara kadar tüm dinlerin korunması gerekir. Somuta indirgersek, Cemevleri, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gibi özgürlüklerin sağlanması, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmeleri Şeriat’ın gereğidir. Tüm dinlerin korunması, vicdan ve ibadet özgürlüğü demektir ve bu kavram laikliğin temelidir. İşte bu nedenle az önce laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde dahi bir başbakan’ın Şeriat’tan esinlenebileceğini söylemiştim. Zira laikliğin en önemli unsurlarını İslamiyet’te bulmak pekala mümkündür. Tarihteki uygulama da böyledir. ATEİSTLERE SAYGI GÖSTERMEK ŞARTTIR Osmanlı tecrübesini kastediyorsunuz? Evet. Osmanlı’nın gayri müslimlere din ve ibadet özgürlüklerini vermiş olduğunu ve bu konuda tüm dünyaya örnek olduğunu, dahası Balkanlarda Hıristiyan reayanın sadakatini yüzyıllar boyunca bu şekilde sağlamış olduğunu biliyoruz. Bu sadakat sayesindedir ki 14-16. yüzyıllar arasında yapılan onca Haçlı seferi Balkanlarda hüsranla sonuçlanmış, Hıristiyan reaya bir türlü ayaklanıp Haçlı ordularına katılmamıştır. Ancak, Osmanlı aynı hoş görüyü Alevilere göstermeyince sonuçları çok kötü olmuş ve Osmanlı-İran savaşları kaçınılmaz olmuştur. Üstelik bu savaşlar yüzyıldan fazla bir zamana yayılmıştır. Osmanlı ile İran böyle boğazlaşırken Portekizliler Ümit Burnu’nu dolaşmış ve neredeyse ellerini kollarını sallayarak Hind Okyanusu’na hakim olmuşlardır. Kısacası, Başbakan’ın Hıfs al-din kavramını, yani dinin korunmasını, doğru anlayarak tüm vatandaşlara ibadet özgürlüğünü sağlaması gerekir. Hatta, dinsizliğin de bir tür din olduğu düşünülerek ateistlere dahi tolerans gösterilmelidir. Adam, “ben dinsizim” diyorsa, bu onun sorunudur, devletin değil. ZEKAT DAHİ YÜZDE 2 BUÇUKTUR Hıfs al-mal ne demekti? Hıfs al-mal, malın ve mülkiyet haklarının korunması anlamındadır. Bundan da tüm devlet kurumlarının ve belediyelerin vatandaşların mülkiyet hakları karşısında son derece dikkatli olmaları gereği anlaşılır. Günümüzde belediyeler imar planları yaparken çok pervasız bir şekilde vatandaşın malına el koymakta “dominium eminens” kavramını abartmaktadırlar. Bu gibi konularda ve yüksek vergi hadlerinde çok dikkatli olmak gerekir. Zira vergi, sonuçta, vatandaşın mülküne el koymaktır. İbni Haldun, yükselen devletlerin az, çöken devletlerin ise çok vergi aldıklarını belirtir. Nitekim Kur’an’da spesifik olarak belirtilen vergiler çok azdır. Zekât dahi yüzde 2 buçuk gibi çok düşük bir orandır. O halde bu durumda eğitim ve sağlık gibi çok önemli hizmetler nasıl yerine getirilir? Cevap: Vakıflar yoluyla. Burada hükümetin görevi vatandaşların vakıf kurmalarını mümkün olduğunca kolaylaştırmak ve vakıfları korumak olmalıdır. Bence İslamî ekonominin püf noktası buradadır: Vatandaş düşük vergi ve serbest piyasa yoluyla servet edinecek, sonra da bunu vakıflar yoluyla gönüllü olarak dağıtacaktır. HIFS-Al NEFS: İNSAN HAKLARINI KORUMAK Bir de “nefsin ve neslin korunması” amacı var Şeriat’ın. Onları da açalım. Hıfs al-nefs, insan haklarıdır. Somuta indirgersek, tüm ezilenlere haklarını vermektir. İşkence karşısında sıfır toleransdır. Burada Hazreti Ömer’i yad etmek gerekir. Halifelik makamına getirildiğinde o muazzam sorumluluğun altında ezildiğini, ve “Dicle kıyısında bir deve (yoksa kuzu muydu şimdi tam olarak hatırlayamıyorum) açlıktan ölse bunun sorumlusu benim” diyerek dehşete düştüğünü bilmemiz gerekir. Başbakanlık veya güçlü başkanlık da böylesine büyük bir sorumluluktur. Bu durumda Başbakan’ın neden tüm yetkileri elinde toplamak istediğini, çok güçlü bir başkanlık sistemini kurmak istemesini anlayamıyorum. Zira sorumluluk yetkiyle orantılı olarak artar. Tüm yetkileri elinde toplarsa bu koskoca ülkede vuku bulabilecek her türlü haksızlıktan ahrette kendisinin sorumlu tutulacağı düşüncesi karşısında Hazreti Ömer gibi dehşete düşmüyor mu? Ya hıfs al-nesl? Hıfs al-nesl gelecek nesillerin korunmasıdır. Burada eğitim ve sağlık son derece önemli bir konumdadır. Bu da bir kez daha bizi hem devletin hem de vakıfların bu konularda yapacakları yatırımın önemine getirir. DEMOKRASİYİ YÜKSELTMEK ŞERİATIN GÖREVİDİR Devletle vakıflar, devletle sivil toplum yani nasıl paylaşacaklar o alanı? Sıddıqi’ye göre, devletin bu konulardan hangisine ne kadar yatırım yapması kararı tek başına Başbakan’a bırakılamaz. Bu, vatandaşa danışarak yapılması gereken bir konudur zira söz konusu olan vatandaşın vergilerle toplanan parasıdır. Günümüzde vatandaşa danışmanın en etkin yöntemi ise parlamenter demokrasidir. Kısacası, demokrasi, makasid al-Şeriat’ın en sağlam bir şekilde uygulanmasını sağlayan bir tekniktir. Buna dayanarak, Mohammad Hashim Kamali ve Jasser Auda gibi modern düşünürler demokrasinin Şeriat’ın altıncı unsuru olarak kabul edilmesini talep ederler. Eğer bu doğruysa, o zaman Şeriat’dan esinlenen lider ve onun hükümeti demokrasinin önündeki engelleri de yok etmek ve demokrasiyi en yüksek seviyelere getirmekle yükümlüdürler. AK PARTİ EKONOMİDE ÇOK BAŞARILI AK Parti hükümetinin on yıldır uyguladığı ekonomi politiği nasıl buluyorsunuz peki? AKP bu konuda tartışmasız çok başarılı. Bu çok aşikâr konuda ayrıntılara girmek istemiyorum. Ancak benim büyük bir endişem var. Dünyadaki en zengin ülkeler hangileridir diye Google’a sorsanız. İlk ondan yedisinin demokratik ve özgür ülkeler olduğunu görürsünüz. Diğer üçüyse küçük petrol ihraç eden emirliklerdir ki önemsizdirler. Bu nedenle ekonomideki çok iyi giden performansın ülkedeki demokrasi ve özgürlüklerle yakından ilgili olduğunu biliyorum. Ancak, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin sınırlanması eninde sonunda ekonomiyi de vurur ve orta derecede gelir sahibi olan ülkeler sınıfından zengin ülkeler sınıfına atlamamızı engeller. Bu konuda Freedman, Sen, North gibi Nobel kazanmış iktisatçılar da ayni fikirdedirler. Sonuç olarak ben, demokrasi, özgürlükler ve insan haklarının Şeriat’ın esas amaçları olduklarını ve bunların sağlam bir şekilde yerleştirilmelerinin, önlerinin açılmalarının, aslında dinimiz tarafından da emredildiğini bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bu nedenle yüzeysel ve fıkhî değil daha derinden ve felsefî bir açıdan okunan ve yorumlanan Şeriat’ın laiklikle çatışmayacağını, tam tersine, bunların aslında birbirlerini desteklemeleri gerektiğini düşünüyorum.

Reşat Nuri Erol
27.08.2012
04:44

27 Ağustos 2012, Pazartesi Mustafa AKYOL Suriye aynasında İslamcılık mustafaakyol@stargazete.com Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne’ye borçlu olduğumuz “İslamcılık” tartışmasının hem dine hem de siyasete bakan boyutları var. Çünkü aşina olduğumuz İslamcılık, din ile siyaset arasında “köprü” kurmanın mümkün yollarından birine karşılık geliyor. Bu “köprü”nün iki tarafında farklı görüşler mümkün; hele de siyaset tarafı karman-çorman. Zaten bu yüzden tek bir meşru İslamcılık asla olamaz; mümkün İslamcılıklardan hiçbirine de “her Müslümanın uyması gereken yol” denemez. Bu teorik laflarla ne demek istediğimi gelin güncel bir örnekle açıklayayım: Suriye’de süregiden vahim durum. Evvela da işin dini tarafından başlayalım ki, burası kolay. Çünkü sanırım her Müslümanın üzerinde anlaşabileceği bir ilke var elde: Zulme karşı olmak. Yani Suriye’de kim zalim ise, ona karşı duracağız. Fakat işin siyasi kısmına gelince durum karmaşıklaşıyor. Çünkü burada kimin zalim, kimin mazlum olduğuna dair taban tabana zıt iki söylem var. İki zıt söylem Baas rejimi, İran ve Hizbullah’a (ve hatta Rusya, Çin ve Kuzey Kore’ye) bakarsanız, Suriye’de zalim olanlar, “emperyalizm ve onun terörist maşaları”. Müslüman Kardeşler, Suudi Arabistan ve Hamas’a (ve hatta ABD’ye ve Batı bloğuna) bakarsanız, Suriye’de zalim olanlar, “Baas rejimi ve onun kiralık katilleri”. Ben, kuşkusuz, bu görüşlerden ikincisini doğru buluyorum. Memleketimizdeki bazı İslamcı kalemlerin ise, ilk görüşe yakın durmakla veya en azından onun tarafından tereddüde düşürülmekle yanıldıklarını düşünüyorum. Çünkü bence söz konusu İslamcı kalemler, Suriye’deki gerçek durumun objektif bir analizinden ziyade, Batı’nın nerede durduğuna bakıyorlar. Batı’nın, hele de Amerika’nın da Suriye muhalefetinden yana olması, bu muhalefetten “işkillenmelerine” yetiyor. Bana göreyse, önemli olan Batı’nın nerede durduğu değil, Suriye’de sahiden ne olduğu: Acımasız bir tek parti diktası, demokrasi ve özgürlük taleplerini kanla bastırmak istiyor. Ülkedeki iç savaş, bu yüzden çıktı. Bu iç savaşta kim muhalefeti destekliyorsa, doğru bir iş yapıyor; Amerika dahil. Zaten bence Amerika daha önce de doğru şeyler de yapmıştı: Sovyetler’e karşı “Afgan cihadı”nı arkalaması, Sırplara karşı Boşnak ve Kosovalıları desteklemesi gibi. Öte yandan Irak işgali gibi korkunç şeyler de yaptı. İsrail işgalciliğine bağnazca çanak tutarak hala da yapıyor. Yani ne tümden ak, ne tümden kara. Ümmetin ulusalcıları Buradan varacağım nokta ise şu: Aşina olduğumuz ve akıbetini tartıştığımız “İslamcılık” türünün temel bir sorunu, “anti-emperyalizm” üzerinden aşırı bir Batı düşmanlığı geliştirmiş olmasıdır. Aynı anti-emperyalizmi “ümmet” değil de “ulus” düzeyinde yürüten ulusalcılığa zaman zaman yakın düşmesinin sebebi de budur. Kuşkusuz bu anti-emperyalizm sebepsiz ve tümden haksız değildir: İslam dünyası hakikaten Batı’nın her türlü tasallutuna maruz kalmıştır son iki yüz yıldır. Amerika, Filistin’de hâlâ baş belasıdır. Ama eğer dünyada Batı tasallutundan başka hiçbir şey görmezseniz (aynen ulusalcıların “Sevr’in hortlatılması”ndan başka bir şey görmeyişi gibi) yanılırsınız. Mesela İslam dünyasının iç sorunlarını görmekte ve tartışmakta zorlanırsınız. “Müstekbir” kavramını duyunca aklınıza bir tek Batılılar geldiği için, Müslüman kimlikli diktatörler veya günlük hayattaki sıradan kibir küpleri dikkatinizi çekmez. “Dört bir yanı düşmanlarla sarılı” olduğuna inanan herkes gibi, siz de öz eleştiriye uzak, farklı seslere kapalı hale gelirsiniz. “Ümmetin ulusalcıları” olmaya doğru gidersiniz yani; küreselleşen dünyanın yeni realitelerini fark etmeden...

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
07:55

Macahel Kafkas balının ‘baş fiyatı’ 250 TL Güngör Uras Olayların içinden guras@milliyet.com.tr Hafta sonunu Artvin-Borçka’nın biraz ötesinde, Gürcistan sınırında, Macahel’de geçirdim. Camili ve Düzenli köyleri arasında etrafını yüksek dağların çevrelediği çam ağaçları arasındaki bir düzlükte düzenlenen “Macahel Saf Kafkas Arı ve Bal Festivali”i izledim. Festivalde bu yılın “Kafkas Balı Baş Fiyatı” 250 TL olarak ilan edildi. Dağ köylerinde yaşayan genç kızlar genç erkekler horon oynadı. Şarkılar söylendi. Neşe ve mutluluk dolu bir gün geçirdim. Festivaller dağ köylüleri için çok önemli birliktelik vesilesidir. Bu nedenle tüm çevre insanı çocuğuyla yaşlısı ile katılıyor. Bu yazıda festivali değil de, Macahel’in kaderini değiştiren saf “Kafkas Arısı Projesi”ni ve bu projenin önderi Nihat Gökyiğit’in çalışmalarını anlatacağım. Macahel Artvin ili Borçka ilçesi sınırları içinde Karçal dağlarının çevrelediği, Gürcistan sınırına bitişik bölgenin adı. Yolu olmadığından ve de eski SSCB sınırındaki askeri bölge içinde olduğundan bu bölgedeki 6 köyde yaşayan 2 bin insan ekonomik bakımdan yoksul, çaresiz, ilgisiz ve yalnız kalmış. Ancak medeniyetten ve insan tahribatından uzak kalan bölge fauna çeşitliğine sahip. Şırıl şırıl akan dereleri, yemyeşil ormanları ile bir cennet. Nihat Gökyiğit (1925-Artvin) Tekfen grubunun kurucu ortaklarından. Ama zamanının çoğunu toplumsal etkinliklere ayıran bir aydın girişimci. Tema Vakfı’nın kurucularından. Dünyada 3 önemli arı ırkından biri olan Kafkas Arısı ırkının Macahel’de Camili Köyü çevresinde olduğunu keşfetmiş. Kendi adına kurduğu A. Nihat Gökyiğit Vakfı ve Tema Vakfı’nın ortaklaşa desteği ile bu bölgede Kafkas Arısı ırkını koruyacak, geliştirecek ve Kafkas Arısı Balı üretimini teşvik edecek bir projeyi başlatmış. Neler görürsün gezsen Anadolu’yu Tarım Bakanlığı bölgeyi Gen Koruma Alanı ilan etmiş. Uluslararası kuruluşlar bölgeyi dünyanın en önemli 25 karasal “Ekolojik Bölgesi” olarak tanımlamış. Devlet, yolu olmayan bu bölgeye, Borçka’dan ulaşımı sağlamak için dağları yararak 40 km.lik yol inşa etmeye başlamış. Camili Köyü Macahel’in merkezi konumunda 300 nüfuslu bir köy. Şimdi Tema ve A. Nihat Gökyiğit vakıflarının desteği ile köylüler bal yerine saf Kafkas Arısı kolonileri oluşturacak saf Ana Arı üretimi yapıyorlar. Bu saf ana arılarla bölgede Kafkas Arısı Balı üretiliyor. Bölgenin balı gerçekten saf. Sadece o kadarla da değil. Tema etiketi ile satılan balların menşei ve saflığı yurtiçindeki ve dışındaki laboratuvarlarda kontrol ettiriliyor. Tekrarda yarar var. Önemli olan (1) Macahel Bölgesi’ni Kafkas Arısı ırkı dışındaki arılardan tecrit etmek. (2) Bölgedeki tabiat şartlarından yararlanarak saf Kafkas Arısı Kolonileri ile Kafkas Arısı Balı üretimini artırmak. (3) Damızlık Kafkas Arısı üretmek. (4) Damızlık Kafkas Ana Arılarını isteyen üreticilere göndererek, Türkiye genelinde verimli ve kaliteli bal üretimini sağlamak. Macahel’de bugün yılda 7.500 damızlık ana arı üretiliyor. İsteyen arıcılara gönderiliyor. Bir kişi bir bölgeyi değiştirir mi? Sonuç: Festival alanında yanımda oturan köylü “Bak hocam” dedi. “Biz önceleri, bu adam buralarda neden gezinip duruyor diyerek Nihat Gökyiğit’in önemini kavrayamadık. Ama, o bizim Macahel’in kaderini değiştirdi. Biz bahçemizde dolanan arının kıymetini bilmezdik. Başkaları da bilmezdi. Bak şu arkamızdaki dağ Balıklaya Dağı. Onun öte yamacındaki insanlar bal üretiyor. Kilosu 25 TL. Biz Macahel’de bal üretiyoruz. Bu yıl baş fiyatı 250 TL. Bu farkın arkasında kalite var. Bunu kurslara giderek öğrendik. Bunun arkasında tanıtım var. Markamız ünlendi. Kimse Macahel nerede bilmezdi. Şimdi insanlar öğrendi. Şimdi hemen her köylü evini pansiyona çeviriyor. Yolumuz açıldı. Hayatımız değişti. Bütün bunlar bir yılda olmadı, Nihat Gökyiğit 14 yıldır buraya geliyor, gidiyor, insanları eğitiyor.” Gökyiğit’in Macahel Projesi’nden çok etkilendim. Bu vesile ile arıcılık ve bal konusunda çok şey öğrendim. İleride yazacağım. (Bal meraklılarına: Tema etiketli kavanozların etiketinde kavanozdaki balın özelliği anlatılıyor. Macahel ballarını da Tema ve Saklı Cennet etiketli kavanozlarda satın alabilirsiniz.)

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
07:57

Macahel

Kafkas balının ‘baş fiyatı’ 250 TL Güngör Uras Olayların içinden guras@milliyet.com.tr Hafta sonunu Artvin-Borçka’nın biraz ötesinde, Gürcistan sınırında, Macahel’de geçirdim. Camili ve Düzenli köyleri arasında etrafını yüksek dağların çevrelediği çam ağaçları arasındaki bir düzlükte düzenlenen “Macahel Saf Kafkas Arı ve Bal Festivali”i izledim. Festivalde bu yılın “Kafkas Balı Baş Fiyatı” 250 TL olarak ilan edildi. Dağ köylerinde yaşayan genç kızlar genç erkekler horon oynadı. Şarkılar söylendi. Neşe ve mutluluk dolu bir gün geçirdim. Festivaller dağ köylüleri için çok önemli birliktelik vesilesidir. Bu nedenle tüm çevre insanı çocuğuyla yaşlısı ile katılıyor. Bu yazıda festivali değil de, Macahel’in kaderini değiştiren saf “Kafkas Arısı Projesi”ni ve bu projenin önderi Nihat Gökyiğit’in çalışmalarını anlatacağım. Macahel Artvin ili Borçka ilçesi sınırları içinde Karçal dağlarının çevrelediği, Gürcistan sınırına bitişik bölgenin adı. Yolu olmadığından ve de eski SSCB sınırındaki askeri bölge içinde olduğundan bu bölgedeki 6 köyde yaşayan 2 bin insan ekonomik bakımdan yoksul, çaresiz, ilgisiz ve yalnız kalmış. Ancak medeniyetten ve insan tahribatından uzak kalan bölge fauna çeşitliğine sahip. Şırıl şırıl akan dereleri, yemyeşil ormanları ile bir cennet. Nihat Gökyiğit (1925-Artvin) Tekfen grubunun kurucu ortaklarından. Ama zamanının çoğunu toplumsal etkinliklere ayıran bir aydın girişimci. Tema Vakfı’nın kurucularından. Dünyada 3 önemli arı ırkından biri olan Kafkas Arısı ırkının Macahel’de Camili Köyü çevresinde olduğunu keşfetmiş. Kendi adına kurduğu A. Nihat Gökyiğit Vakfı ve Tema Vakfı’nın ortaklaşa desteği ile bu bölgede Kafkas Arısı ırkını koruyacak, geliştirecek ve Kafkas Arısı Balı üretimini teşvik edecek bir projeyi başlatmış. Neler görürsün gezsen Anadolu’yu Tarım Bakanlığı bölgeyi Gen Koruma Alanı ilan etmiş. Uluslararası kuruluşlar bölgeyi dünyanın en önemli 25 karasal “Ekolojik Bölgesi” olarak tanımlamış. Devlet, yolu olmayan bu bölgeye, Borçka’dan ulaşımı sağlamak için dağları yararak 40 km.lik yol inşa etmeye başlamış. Camili Köyü Macahel’in merkezi konumunda 300 nüfuslu bir köy. Şimdi Tema ve A. Nihat Gökyiğit vakıflarının desteği ile köylüler bal yerine saf Kafkas Arısı kolonileri oluşturacak saf Ana Arı üretimi yapıyorlar. Bu saf ana arılarla bölgede Kafkas Arısı Balı üretiliyor. Bölgenin balı gerçekten saf. Sadece o kadarla da değil. Tema etiketi ile satılan balların menşei ve saflığı yurtiçindeki ve dışındaki laboratuvarlarda kontrol ettiriliyor. Tekrarda yarar var. Önemli olan (1) Macahel Bölgesi’ni Kafkas Arısı ırkı dışındaki arılardan tecrit etmek. (2) Bölgedeki tabiat şartlarından yararlanarak saf Kafkas Arısı Kolonileri ile Kafkas Arısı Balı üretimini artırmak. (3) Damızlık Kafkas Arısı üretmek. (4) Damızlık Kafkas Ana Arılarını isteyen üreticilere göndererek, Türkiye genelinde verimli ve kaliteli bal üretimini sağlamak. Macahel’de bugün yılda 7.500 damızlık ana arı üretiliyor. İsteyen arıcılara gönderiliyor. Bir kişi bir bölgeyi değiştirir mi? Sonuç: Festival alanında yanımda oturan köylü “Bak hocam” dedi. “Biz önceleri, bu adam buralarda neden gezinip duruyor diyerek Nihat Gökyiğit’in önemini kavrayamadık. Ama, o bizim Macahel’in kaderini değiştirdi. Biz bahçemizde dolanan arının kıymetini bilmezdik. Başkaları da bilmezdi. Bak şu arkamızdaki dağ Balıklaya Dağı. Onun öte yamacındaki insanlar bal üretiyor. Kilosu 25 TL. Biz Macahel’de bal üretiyoruz. Bu yıl baş fiyatı 250 TL. Bu farkın arkasında kalite var. Bunu kurslara giderek öğrendik. Bunun arkasında tanıtım var. Markamız ünlendi. Kimse Macahel nerede bilmezdi. Şimdi insanlar öğrendi. Şimdi hemen her köylü evini pansiyona çeviriyor. Yolumuz açıldı. Hayatımız değişti. Bütün bunlar bir yılda olmadı, Nihat Gökyiğit 14 yıldır buraya geliyor, gidiyor, insanları eğitiyor.” Gökyiğit’in Macahel Projesi’nden çok etkilendim. Bu vesile ile arıcılık ve bal konusunda çok şey öğrendim. İleride yazacağım. (Bal meraklılarına: Tema etiketli kavanozların etiketinde kavanozdaki balın özelliği anlatılıyor. Macahel ballarını da Tema ve Saklı Cennet etiketli kavanozlarda satın alabilirsiniz.)

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
08:18

Akif Emre aemre@yenisafak.com.tr

28 Ağustos 2012 Salı

İslam kapitalizmin suç ortağı mı?

***

"İslam ekonomisi kapitalizmin çirkinleşmemiş halidir" diyen İKTİSAT TARİHÇİSİ, İSLAM EKONOMİSİ UZMANI PROF. DR. MURAT ÇİZAKÇA'ya

cevap...

***

İslam-kapitalizm çelişkisi ya da İslam-sosyalizm ayrışması tartışmaları başlıklarından da anlaşıldığı gibi eklektik bir yaklaşımın dışavurumudur. Benzer biçimde İslam'ın kapitalizmle nasıl uyuştuğu ya da tersinden İslam'ın aslında karşı-anamalcı olduğu tezleri 'Müslümanca düşünme biçimi'nden çok cari sistem içinde ona bir meşruiyet kazandırma çabasının ürünü. Niyet sorgulaması yapmadan, bu tür tartışmaların gerek akademik gerekse siyasal düzlemde sık sık gündeme gelmesinin ne anlama geldiğini kavramak, zihin açıcı okumaları gerekli kılıyor. Özellikle Türkiye'de son on yıl içinde yaşanan muhafazakar kökenli dönüşümün hem meşruiyet sağlayıcısı hem buna karşı çıkışın gerekçesi, bu eklektik yorumlama biçimleri oldu. 'İslam ekonomisi kapitalizmim çirkinleşmemiş halidir' başlıklı konuşmayı (Star gazetesi, F. Özkan'ın Murat Çizakça söyleşisi) görünce İslam-kapitalizm tartışmalarının zihinleri konjonktürel olarak nerelere savurduğunu düşünmeden edemedim. Öncelikle şunu tespit etmekte yarar var: Uzun süredir İslam ekonomisi tartışmaları unutuldu; bunun yerine entelektüel çabalar faizsiz banka tartışmalarında yoğunlaştı. Bunun arkaplanında 1970'lerden itibaren yükselen Arap sermayesinin karşı karşıya kaldığı sorunları çözmek için acilen gündeme getirilmesi, yönlendirilmiş akademik çabalar vardır. İslam ekonomisi kavramsallaştırması bu dönemden sonra epeyce gerilere düşmüştür. İslam ekonomisi kavramlaştırmasının içinin nasıl doldurulacağı, bu modellemenin modern iktisat teorilerinden hangi noktalarda farklılaştığı sorgulanmadan Körfez sermayesinin, artan petrol gelirlerine çözüm üretmek üzere, finanse ettiği üniversite kürsüleri, gündemi değiştirdi. Şimdilerde ise Türkiye'de gerçekleşen ve bir model olarak Arap Baharı'na ihraç edilmesi fikrinden hareketle, Müslüman ülkelerin küresel kapitalizme entegre edilmesi meselesinin meşruiyeti bağlamında, İslam-kapitalizm sorunu tartışmaya açıldı. Söz konusu konuşmada ileri sürülen tezlerde, tipik kapitalizm-İslam eklemlemesinin bahse değer tüm unsurları bulunuyor. Ticaret yapmayı, meşru sınırlar içinde mal edinmeyi kapitalizmle eşitleyen bu yaklaşım biçimi İslam'ın mülke, servete, ticarete, emeğe nasıl yaklaştığından, bütüncül anlamda nasıl bir toplum-insan ilişkisi önerdiğinden soyutlanmış peşin kabulleri yansıtıyor. 'Asıl olan kapitalizmdir ve İslam buna ne kadar yaklaşmıştır' temelinden hareketle geliştirilmiş cevaplar olduğu izlenimi veriyor. Murat Çizakça diyor ki: 'İslam ekonomisi kapitalizmin ta kendisidir, orijinal, etik, çirkinleşmemiş halidir.' İslam'ın kapitalizmi geliştirdiğini, Hz. Peygamber'in piyasaya hiçbir şekilde müdahale etmediğini ileri sürerek liberalizme yeşil ışık yakan bu yaklaşım tarzı siyasal olarak da şeriatın demokrasiyi hedeflediğini eklemeyi ihmal etmiyor. Osmanlı iktisat sisteminin piyasaya müdahale ettiği için İslam'dan saptığını ileri sürüyor ve kapitalizmin özünün İslam'da olduğunu, Batı'nın bunu alarak geliştirdiğini savunuyor. Bu durumda Batı'nın vahşi kapitalizminin temelini, İslam'da aramak gerektiğini, çirkinleşmemiş haliyle kapitalizmi pekala Müslümanların sahiplenmesi gerektiğini öne sürüyor. Helal ticaret, kazanç anlayışının kapitalizmi meşrulaştıran bir paradigmaya dönüşmesi, bir akıl tutulmasıdır. Hz. Peygamber'in fiyatlara müdahale etmediğini, modern anlamda rekabeti ve serbest piyasayı teşvik ettiğini ileri sürerek ve bundan hareketle de liberal ekonomik politikalara kapı aralayıp bir Müslüman kapitalizm modeli çıkartılması ne kadar mümkün? Hele hele daha yakın döneme gelerek Osmanlı modelinin tekelleşmeyi önlemek amacıyla yaptığı müdahaleleri İslam'dan sapma olarak görmek... Diğer yandan cevaplanması gereken husus, İslam'ın Batı'daki ahlaksız kapitalizme dönüşmesini neyin engelleyeceği sorusudur! Madem İslam ekonomisi kapitalizmin ahlaklı hali ise ve de serbest piyasayı düzenleme konusunda hiçbir müdahalesi söz konusu değilse, ahlak dışına çıkmasını önleyecek olan nedir? Daha da önemlisi faizi haram kılan bir dinden kapitalizm nasıl çıkarılabilir? Faiz olmadan kapitalistleşme mümkün mü? Servetin belli ellerde birikmesini yasaklayan bir dinin hükümlerinden kapitalizm nasıl üretilebilir? Dahası İbn Haldun örneğinde olduğu gibi 'asıl sermaye emektir' diyen bir iktisat anlayışı küresel kapitalizme nasıl eklemlenebilir? Asr-ı saadetten seçmeci bir yaklaşımla verilen örnekler, zorlama bir modelleme çabası gibi duruyor. Bu konuda yapılan en ciddi çalışmalardan birine imza atan değerli ilim adamı Cengiz Kallek'in çalışması (Asr-ı Saadet'te yönetim piyasa ilişkisi, İz Yayıncılık) Hz. Peygamber'in gerektiğinde pazara, istismara nasıl müdahil olduğunu çok güzel açıklıyor. 'Hz. Peygamber pazarın kuruluşu sırasında iki önemli kural koydu: 'Pazar vergisi alınmayacak' ve 'devamlı sabit yerler edinilmeyecek'. İlk kural vergi maliyetleri oranında fiyatları düşüreceği için hem satıcıların hem alıcıların o pazara rağbetini sağlamaya yönelik olsa gerektir. İkinci kural, diğer iktisadî emir ve yasaklarıyla birlikte düşünüldüğünde İslâm'ın kapitalizmin temel unsurlarından tekilciliğin ve rantçılığın açıkça karşısında olduğunu göstermektedir. Zira pazara erken gelen en iyi yeri kapacaktır. Zaten Hz. Peygamber daha öncesi ve sonrasında da tekelcilik ve rantçılık olarak adlandırılabilecek pek çok işlemi yasaklamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu hükümle, daha sonra kapitalizm diye ortaya konan ve aslında rekabetçi, serbest bir piyasa öngörüsüne rağmen uzun vadede rekabeti öldüreceği için tekelcilikle sonuçlanan sistemin en temel niteliklerinden birine, yani tekelciliğe, kaşı çıktığını söyleyebiliriz' (Dünya Bülteni, İslam Ekonomisi Konuşmaları, Cengiz Kallek, Konuşan: A. Erdoğan - 14 Ağustos 2008). Kapitalizmin tekelleşerek rekabeti, serbest piyasayı öldürdüğü gerçeği artık batıda bile tartışılıyor. Mahalle bakkalı ile tekelleşmiş küresel markanın ilişkisinin serbest piyasa şartlarında bir rekabet olduğunu kimse ileri süremez. Kaldı ki bu haksız ve adaletsiz ilişkiyi İslami gerekçelerle meşrulaştırılabilsin. Belli ölçüler dahilinde insani rekabetin ve piyasanın korunmasını önceleyen İslam'dan kapitalizm çıkarmak, İslam'ın hayatın bütün alanlarını kapsayan bir din/sistem olduğunu görmezden gelmek demektir. Bu ise, İslam'ın alternatif olmaktan çıkarılarak küresel kapitalizme eklemlenmesine yarar.

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
11:54

28 Agu 2012 (11:11) İşte Erdoğan'ın yeni A Takımı! Yaklaşan AK Parti kongresinin gündemini 'değişim ve yenileşme' sözcükleri oluşturuyor. Önümüzdeki seçimlerde AK Parti'nin yeni yüzleri kim olacak? Yaklaşan AK Parti kongresinin gündemini 'değişim ve yenileşme' sözcükleri oluşturuyor. Önümüzdeki seçimlerde AK Parti'nin yeni yüzleri kim olacak? Erdoğan'ın yeni gözdeleri arasında sürpriz isimler de var! Hürriyet gazetesinden Hüseyin Yayman bugün kaleme aldığı, 'AK Parti'de 2015 senaryoları ve yeni A Takımı' başlıklı yazısında Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AK Parti'nin geçmişi irdeledi. AK Parti hükümetinin uzun yıllardır rakipsiz oluşunun sebeplerini anlatan Yayman, Recep Tayyip Erdoğan'ın kafasındaki 'muhtemel yeni yol arkadaşları'nı da okuyucusuyla paylaştı. İşte Yayman'ın bugünkü yazısı: Başbakan Erdoğan büyük kongrede MYK, MKYK, Disiplin ve Demokrasi Heyeti gibi organlardaki kadroları değiştirerek, yeni bir vitrin ve yeni bir A takımı kuracak. Teşkilat ve isimler bazındaki yenilenmenin zaman içinde siyasete de yansıması bekleniyor. AK Parti iktidara geldiğinde Başbakan Erdoğan'ın 'Eski siyaseti tasfiye edeceği fakat yeni bir düzen kurma misyonu' olmadığı ifade edilmişti. Geçen on yılda koşulların değişmesine bağlı olarak AK Partiye dair yargılar da büyük oranda değişti. Muhalefetin topluma umut verememesi siyasette AK Parti tekelini yarattı. AK Parti on yıldır iktidarda olmasına rağmen sistemli bir düzen eleştirisi yaparak çoğu zaman muhalefetteymiş gibi davrandı ve büyümeye devam etti. Bu muhalif tavır onu diri tutarken, toplumla bağını zayıflatmasına izin vermedi. Geçen on yılda sistemde kısmi bir restorasyon yapan AK Parti önümüzdeki dönemde yeni Türkiye'yi de inşa etmek istiyor. Başbakan Erdoğan, yeni dönemin MKYK ve MYK'sını işte bu motivasyonla şekillendirecek. Siyasal muhalefetin bir kısmı parti içine taşınarak, partinin geleceği emniyet altına alınmaya çalışılıyor. 12 Eylül referandumundaki % 58'in bileşenleri partiye taşınarak Cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turda neticelendirilmek isteniyor. Yeniden yapılanmadaki temel kaygılardan birini de Tayyip Bey'den sonra partiyi sağlama alma stratejisi oluşturuyor. Hangi isimlerin davet edileceği önümüzdeki günlerde somutlaşacak fakat şimdiden sürpriz isimlerin olduğunu ifade edelim.

'Yeni düzen' tartışmaları ve Erdoğan! İktidarın ve muhalefetin tek çatıda toplandığı modeli Türkiye daha önce 1930'larda yaşadı. Bugün yaşananın o modele tam olarak benzemese de tek seslilik bağlamında o dönemi anımsattığını ifade etmemiz lazım. Yeni Türkiye ve yeni siyaset iddialarının en büyük problemi tam da bu noktada yaşanıyor. Tartışmanın ana sorusu, 'Eskimiş yapılar tasfiye edilirken, yerine ne geleceğidir?' Toplumunun büyük çoğunluğunun uzun zamandır 'Düzenin değişmesini' istediğini biliyoruz. Buradaki temel problem... Eski sistem değişirken yerine nasıl bir düzenin geleceği noktasında yaşanıyor... Yeni düzenin ortak keseni 'Demokrasi' olursa buna kimsenin itirazı olmayacak. Denge stratejisi değişiyor: Maksimalist dış politika! Kongrenin ana gündemi eski Türkiye'nin 'Yüzyıllık sorunları' olacak. Başbakan Erdoğan'ın, Kürt sorunu başta olmak üzere, demokratikleşme, yeni anayasa, başkanlık sistemi, Ortadoğu, terör ve özellikle 'Dışarıdaki Türkiye'yle ilgili net mesajlar vermesi bekleniyor. Yeni dönemle birlikte başkanlık ve yarı başkanlık sistemi tartışmaları hızlanarak ülke yoğun bir sistem tartışmasının içine girecek. Erdoğan, kongrede eski Türkiye'nin 'Denge stratejisini' değil, yeni Türkiye'nin 'düzen koyuculuğunu' tartışacak. 'Büyük Türkiye' kavramı bağlamında anayasal vatandaşlıkta anlamına bulan yeni bir demokratikleşme hamlesi ve 'maksimalist' bir dış politika perspektifi ortaya konulması bekleniyor... Değişim ve gençlik sözcüklerinin damga vurduğu kongrede kadınlar bir adım öne çıkacak. Görünen o ki Erdoğan, özneyi ve nesneyi değiştirerek yeni bir siyaset mühendisliği yapacak... Erdoğan'ın liderlik anlayışında karar verdiği bir konuyu zamanı gelmeden kimseyle paylaşmak yok. Bu defada öyle olacak son ana kadar elini kimseye göstermeyecek... AK Parti'nin muhtemel yeni vitrini... Parti Tüzüğündeki üç kuralı nedeniyle MYK'da 9, MKYK'da 40, kabineden 17 koltuk boşalırken, gruptan 73 isim yeni dönemde aday olamıyor... Bu isimlerin yerine kimlerin geleceği siyaset kulislerindeki en spekülatif tartışmalarından birini oluşturuyor. İşte Yalman'a göre partiyi yeni döneme taşıyacak muhtemel A takımının listesi: 1. Nabi Avcı(Eskişehir) 2. Mahir Ünal, Grup(K.Maraş) 3. Yalçın Akdoğan(Ankara) 4. Necdet Ünüvar(Adana) 5. İsmail Safi(İstanbul) 6. Ekrem Erdem, (İstanbul) 7. Zelkif Kazdal(Ankara) 8. Mehmet Şimşek(Batman) 9. Cevdet Yılmaz(Bingöl) 10. Ahmet Davutoğlu,(Konya) 11. Ömer Dinçer,(İstanbul) 12. Erdoğan Bayraktar(Trabzon) 13. Veysel Eroğlu(Afyonkarahisar) 14. İsmet Yılmaz(Sivas) 15. Zafer Çağlayan(Mersin) 16. Metin Külünk(İstanbul) 17. Ayşenur Bahçekapılı, (İstanbul) 18. Akif Çağatay Kılıç(Samsun) 19. Zeynep Uslu(Urfa) 20. Nihat Zeybekçi(Denizli) 21. Salim Uslu(Çorum) 22. Doğan M. Kubat(İstanbul) 23. İdris Şahin (Çankırı) 24. Menderes Türel(Antalya) 25. Ahmet Aydın(Adıyaman) 26. Fatih Çiftçi(Van) 27. Cengiz Yavilioğlu(Erzurum) 28. Nurettin Nebati (İstanbul) 29. Mustafa Şentop(İstanbul) 30. Erol Kaya(İstanbul) 31. Galip Ensarioğlu(Diyarbakır) 32. Ayşe Türkmenoğlu(Konya) 33. Tülay Selamoğlu(Ankara) 34. Naci Bostancı(Amasya) 35. Ertuğrul Günay(İzmir) 36. Fikri Işık(Kocaeli) 37. Mehmet Müezzinoğlu(Edirne) 38. Volkan Bozkır (İstanbul) 39. Feramuz Üstün(Gümüşhane) 40. Emrullah İşler(Ankara) 41. Hüseyin Bürge(İstanbul) 42. Mehmet Özhaseki 43. Ertan Aydın 44. Yılmaz Ensaroğlu 45. Numan Kurtulmuş 46. Teoman Rıza Güneri 47. Şeref Malkoç 48. Süleyman Soylu 49. Rıfat Hisarcıklıoğlu 50. Fatih Erbakan Kaynak: Hürriyet

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
11:59

AKP yeniden kurulacak 27.08.2012 - 22:50

E-Posta: ogonensin@gazetevatan.com Okay Gönensin

Parti tüzüğüne “en çok üç dönem seçilme” maddesi konulduğunda, ileride bu kadar büyük bir değişim gerekeceği herhâlde hesaba katılmamıştı. Bu madde dolayısıyla, AKP’nin yaşamak durumunda olduğu değişim, yenilenmenin çök ötesinde, “yeniden kurulma” boyutunda olmak zorundadır. Merkez Yönetim Kurulu’nun 13 üyesinden 11’i, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nun 50 üyesinden 40’ı bu görevlerinden ayrıldığında AKP’nin üst yönetimi tümüyle değişmiş olacaktır.(*) AKP’nin mevcut kadrosundan önümüzdeki seçimde bir daha milletvekili adayı olamayacaklar toplam 73 kişi. Bu sayı toplam milletvekili sayısı içinde az gibi görünebilir, ama AKP’yi 11 yıldır taşıyan hemen bütün isimler o 73 kişi arasında. İçlerinde AKP öncesinden de siyasi deneyimi bulunan, kamuoyunun tanıdığı birçok siyasetçi var. Meclis grubunun en deneyimli isimleri 2015 Meclis’inde olmayacak... *** Mevcut Bakanlar Kurulu’ndaki 17 isme bakıldığında, ekonomi yönetiminin tamamına yakının değişeceği görülecektir. On yıllık iktidar döneminde, “önemli icraat”larla anılan bakanlar, yargıda ciddi reformlarda imzası olan Adalet Bakanı Sadullah Ergin de 2015’te eve gidecekler arasında. Bu bakanlardan yerel seçimlerde büyükşehirlere aday olabileceklerin sayısı 10 dolayındadır. İstanbul’da Kadir Topbaş bir dönem daha görev yapma eğilimindedir ve yapmalıdır. İzmir Büyükşehir için uzun süredir Binali Yıldırım adı geçiyor. Ankara Büyükşehir’e de Ali Babacan gelebilir. *** Sonuçta yerel yönetimlerde görev bulma seçeneği oldukça kısıtlıdır ve bu durumun hem parti merkezinde hem yerel örgütlerde sıkıntılar yaratması da kaçınılmazdır. Bir yılı kuruluş olmak üzere hemen ardından iktidarla birlikte on iki yılda oturmuş olan bir siyasi yapının bu kadar köklü bir değişiklik geçirmesi sadece isimler üzerinden değil, değişimin fikri ve siyasi yönü üzerinden de konuşulmak durumundadır. “Yeni” AKP’ye gidilirken “muhafazakârlık” da “demokratlık” da enine boyuna tartışılmak zorundadır. AKP açık “iç tartışma” geleneği olan bir parti olmadığına göre bu durumun da tek belirleyicisi Erdoğan olacaktır. (*) Sayılar ve isim listesi için bkz. Hüseyin Yayman, Hürriyet, 22 Ağustos 2012 veya: www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21278160.asp)

Reşat Nuri Erol
28.08.2012
13:00

Mülteciler

HÜSNÜ MAHALLİ

28 Ağustos 2012 Salı 02:00

Twitter'da Takip et :@husnumahalli CHP'li vekillerin Hatay'daki durum ve Suriyeli mültecilerle ilgili raporu büyük tartışma yarattı. Vekillerin bazı mülteci kamplarına girmesine izin verilmemesi tartışmaya farklı bir boyut kazandırdı. CHP lideri Kılıçdaroğlu hükümete 'O kamplarda neyi gizliyorsunuz' diye sordu. Oysa başta ABD olmak üzere Batı medyası bölgedeki gizli ve özel kamplarda Hür Suriye Ordusu'na bağlı militanların CIA tarafından eğitilip silahlandırıldığını sonra da savaşmak üzere Suriye'ye gönderildiğini aylar önce yazmıştı. Aslında yazmalarına da gerek yok. Çünkü Hatay bölgesinde yaşayan herkes bu gerçeği bilmektedir. CHP Milletvekili Refik Eryılmaz Hatay'daki durumla ilgili onlarca açıklama yapmış ve Sayın Kılıçdaroğlu'na detaylı raporlar sunmuştu. Bense nisan sonunda bir konuşma için gittiğim Samandağ'da gerginlikleri gözlemledim ve oradaki durumu bu köşeye taşımıştım. Haziran başında da Hatay, Kilis, G.Antep ve Urfa taraflarında dolaşmış ve mültecilerden dolayı yaşanan gerginlikleri görmüştüm. Sayın Başbakan gerçekleri güvenilmez ve taraflı kaynaklardan öğrenmek yerine tüm partilerin katılımıyla Hatay milletvekillerinden oluşan bir komisyonun kurulmasını ve bölgeye gönderilmesini sağlayabilir. Çünkü Türkiye'nin Suriye konusundaki tavrından cesaret alan silahlı miltanlar yakın gelecekte çok farklı eylemlere kalkışabilir ya da yönlendirilebilirler. Unutulmamalıdır Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, Suudi, Katar ve diğer ve istihbarat örgütleri bu silahlı gruplarla ilişki içindedir ve istediklerinde bu grupları kullanabileceklerdir. Özetle nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun Hatay'daki Alevi, Sünni, Arap, Türk, Kürt, Ermeni, Hıristiyan ve az sayıda olsalar da Yahudiler hükümetin Suriye politikasından hiç hoşnut değiller ve Suriyeli mülteciler ve onların bir boyutunu oluşturan silahlı gruplardan dolayı çok tedirgin ve korkuyorlar. Bunda da çok haklılar. Yoksa hiç kimse nedeni ve koşulları ne olursa olsun 'Suriye'den gelen mülteciler kovulsun' demiyor. Denilen şey 'Bu mülteciler kontrol altına alınsın ve Türkiye için bir tehlike oluşturmalarına kesinlikle ve gerekçesi ne olursa olsun izin verilmemelidir'. Çünkü Suriye konusunda Ankara'nın müttefiği gibi görünen ülkeler bile gelecekte Türkiye'nin başını ağırtmak için pusuda bekliyorlardır. Hatay ise bu karanlık pusuların kurulabileceği en puslu mekandır. Böyle olmasaydı Hür Suriye Ordusu'nun kampları orada kurulmazdı. Böyle olmasaydı Angelina Jolie zahmet edip buralara kadar gelip endam göstermezdi. Böyle olmasaydı Türkiye'ye gelen tüm 'dost ve müttefikler' özellikle 'Şu Hatay'a da uğruyalım' demezdi. İnanın bana mülteciler hiç kimsenin umurunda değil. Herkes mülteciler içindeki 'özel' mültecilerle ilgileniyor çünkü onlar kendileri açısından çok fazla 'özellikleri' olan Hatay'da! Örneğin isteyen 'herkes' Hür Suriye Ordusu'nun yardımı ve Ankara'nın onayıyla Suriye topraklarına girer ve istediği her şeyi yapabilir. Örneğin Halep bölgesine giden meslektaşlarımız. Bunlar arasında Halep'te yakalanan Filistin kökenli Beşşar Fehmi ve kameraman Cüneyt Ünal. Anormal bir durumları yoksa derhal serbest bırakılmaları gerekir. 'Anormal' diyorum çünkü Beşşar'ı tanırım ve gazeteciliğin dışında bir amaç için gittiğini sanmıyorum. Ama çalıştığı kurum El-Hurra CIA'nın Irak işgali için kurduğu bir propaganda televizyondur. Arap aleminde sokaktaki çocuklar bile bunu bilir. Tıpkı Hatay sokaklarında çocukların da her şeyi çok iyi bildiği ve bundan dolayı da korktuğu gibi! Çünkü Hatay karışır ya da karıştırılırsa bu güzelim Türkiye çok sıkıntı yaşar. Başından beri söylüyorum: Batı'nın hedef tahtasında bölgenin en önemli ülkesi Türkiye var. Belki de Batı 90 yıl önceki Kurtuluş Savaşı'nın intikamını almak istiyor.

Reşat Nuri Erol
29.08.2012
02:45

HAS Parti'de Kurtulmuş isyanı! HAS Parti Genel Başkan Yardımcıları, Numan Kurtulmuş'a mektup yazdı.

28.08.2012 22:02 HAS Parti Genel Başkan Yardımcıları Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu ve Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan ile HAS Parti Kurucuları Prof. Dr. Cihangir İslam, Prof. Dr. Cem Somel ve Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve Kurucular Kurulu üyelerine bir mektup gönderdi. KURTULMUŞ'A TEPKİ 1 Kasım 2010 tarihinde birlikte Halkın Sesi Partisi'ni kurarken insana, topluma ve siyasete dair önemli şeyler söylediklerini belirten HAS Parti Genel Başkan Yardımcıları, "Görünen o ki başta Genel Başkan olmak üzere bazı arkadaşlarımız bu söylenenleri unutmuş, önümüzdeki günlerde Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katılacaklar. Sizlere bu mektupta bazı arkadaşlarımızın bu yönelişinin ne anlama geldiğini anlatmaya çalışacağız. Ancak önce talebimizi belirtmek istiyoruz. Biz Halkın Sesi Partisi'nin söylediği her söze inanıyoruz. Partinin ismi ile kuruluş manifestosundan seçim beyannamesine kadar her adımında imzamız var. Bugüne kadar partimizin mesajının insanlara ulaştırılması için canla başla çalıştığımızın sizler şahidisiniz" dedi. "İSTEDİĞİ YERDE SİYASET YAPABİLİR" Genel Başkan ve bazılarının bu yönelişi karşısında şaşkınlık içinde olduklarını belirten genel başkan yardımcıları, hayal kırıklığı yaşadıklarını ama hiç kimsenin iradesine ipotek koyamayacaklarını ve kimseyi engelleme niyetinde de olmadıklarını söyledi. Mektupta, "Neticede herkes kendinden sorumludur, yaptıklarının hesabını herkes kendisi verecektir. Herkesin istediği yere gitme, istediği partide siyaset yapma hakkı var. Fakat hiç kimsenin aşağıda özetleyeceğimiz gidişata karşı bir itiraz, bir feryat ve vicdan kanaması olan Halkın Sesi'ni susturma, Halkın Sesi Partisi’ni kapatma hakkı yoktur. Kimse kanunlar böyle, çoğunluk isterse kapatır demesin. Biz kanunlardan ve çoğunluktan söz etmiyoruz. Haktan söz ediyoruz. Talebimiz şu, AKP'ye katılacak olan arkadaşlarımız Halkın Sesi Partisi'nden istifa etsinler, partinin kaderi ile ilgili kararı partide kalanlar versin" ifadelerine yer verildi. KURTULMUŞ'A SÖZLERİ HATIRLATILDI Muhalefet partilerinin de demokrasiyi iktidar oyunu olarak algıladığı belirtilerek, onların da seçmeni kimlikler ve yaşam tarzları üzerinden taraftara dönüştürerek iktidarı devşirmeye çalıştığı ifade edildi. İktidarın ise imtiyaz elde etme, kamu kaynaklarının yağmalanması, yandaşlara aktarılması ve tahakkümün aracı olarak görüldüğü iddia edildi. Mektupta şunlar kaydedildi: "Sayın Genel Başkan verdiğiniz başka sözler de var. 1 Ekim 2010 tarihinde istifa ettiğiniz Saadet Partisi’nin önünde şunları söylediniz, 'Reel politiğin cazibesine kapılıp ideallerimizi terk etmeyeceğiz'. Şimdi, 'Muhalefette iken söylediklerimizi söylemeye devam edeceğiz, bu sadece bir stratejik karardır, iddia ve ideallerimizden vazgeçmiyoruz” diyorsunuz. Sayın Başkan, buna gerçekten inanıyor musunuz? Yani iktidar partisi size böyle bir fırsat veriyor, öyle mi? İktidar partisinin başkanı size “gel bizi baştan sona değiştir, biz yolumuzu şaşırdık bizi yola getir' diyor, öyle mi? Yani siz, şimdi iktidara gidiyorsunuz, iktidarın on yıldan beri uyguladığı ekonomik politikaları değiştireceksiniz, öyle mi? Yani şimdi sizi iktidar partisi çağırıyor, gidip nükleer enerjiyi yasaklayacaksınız, öyle mi? Sayın Başbakan, Suriye sınırında iki tane mermi patladı diye NATO'yu davet ediyor. Şimdi siz gideceksiniz, 'NATO sırtımızdaki gavur leşidir' demeye devam edeceksiniz ve NATO'dan çıkacak, seçim beyannamesinde belirttiğimiz gibi İncirlik Üssü'nü kapatacaksınız, öyle mi? Sayın Başkan, bu yaptığınız düpedüz reel politiğe esir olmaktır. Sizin stratejik karar dediğiniz reel politiğin peşine takılmaktan başka bir şey değil. Bu sözlerle belki kendinizi ikna ediyorsunuz ama bizi değil, Halkın Sesi Partisi’ni umut olarak gören bu ülkenin mazlumlarını, mağdurlarını değil." Mektupta, şunlar kaydedildi: "Dün bu siyasi programı hep birlikte imzalamıştık, bu duruşu birlikte sergilemiştik. Dünden bugüne değişen bir şey yokken başta Sayın Genel Başkan olmak üzere bu partinin yöneticisi olan bazı arkadaşlarımızın bu keskin dönüşünün anlaşılabilir tek açıklaması kısa yoldan ve zahmetsizce iktidara ulaşmak arzusudur. Çok açık ki arkadaşlarımız, ilke ve idealleri bir tarafa koyup reel politiğin ayartıcılığına kapılmaktadırlar. Elbette kendi iradeleridir, istedikleri gibi davranabilirler. Ama kendileri giderlerken partiyi kapatmak istemeleri kabul edilemez. Halkın Sesi Partisi elbette bir ilkesel duruş, vicdani bir itirazdır. Ama bunun ötesi de var; bu parti, insanlara hatırlatan, insanları kötülüğe karşı durmaya, iyiliği çoğaltmaya çağıranların toplandığı adrestir. Toplumun her kesiminden vicdanlı ve insaflı insanlar, Halkın Sesi Partisi’ni karanlığın çoğaldığı, fitnenin arttığı, fırtınaların, krizlerin yaklaştığı sırada sığınılacak bir çatı olarak görmüşlerdir. Bu çatıyı dağıtmak, bu partiyi kapatmaya çalışmak büyük insafsızlıktır. Sayın Genel Başkan, sizden ve sizinle beraber AKP’ye gitmek isteyen arkadaşlardan şu asgari ahlaki davranışı bekliyoruz. Parti programımıza, verdiğiniz sözlere tamamen aykırı bir iş yapıyorsunuz; partimizi terk ediyorsunuz. O halde partiden istifa edin, vedalaşıp-helalleşerek ayrılın. Aksi takdirde 'hakkı seslendiren bir grubu susturmuş', 'hayırlı işlerle anılan bir kurumu lağvetmiş', 'giderayak yakıp-yıkmış' olursunuz. Bu hiçbir ahlaki ölçüye sığmaz, bunu hiçbir kültür, hiçbir değer sistemi kabul etmez." İki aydan beri yaşananların bir birleşme ya da bütünleşmeyi göstermediğine dikkat çekilen mektupta, "Olamazdı da. Çok açık ki Sayın Kurtulmuş ve bir kısım arkadaşlar, Halkın Sesi'nin programını terk edip AKP'ye katılacaklar. Bunca söylenen sözler boşmuş, iki yıldır çoluk çocuğunun nafakasından kesip partimizi açık tutmaya çalışan teşkilat mensuplarımız sadece bir araç, atlama tahtası konumuna düşürülüştür" denildi. Bu habere 4 yorum yapılmıştır ALLAH BUNLARIN ŞERRİNDEN KORUSUN! - 29.08.2012 00:22:23 "Bir çuval inciri berbat etmek" diye bir deyim vardır. Bu şahıs ve yanındakiler hangi partiye katılsalar berbat ederler. Erbakandan sonra mirasına konmak için yanında kalırken daha fazla sabredemeyip maskelerini indirdiler Erbakanı tasfiye edemeyince gidip bir parti kurdular. En büyük destekçileri ülkemizde fitne tohumları ekmek isteyen çevreler oldu. Fitne odağı olmaktan çıkarmak için akp içine almak istiyor olabilir ama bu şahısların hiçbir partiye de bu ülkeye de hayrı dokunacağını hiiç sanmıyorum. Bu şahıslarla ilgili tek beklentim ALLAHTAN BİZİ BUNLARIN ŞERLERİNDEN FİTNELERİNDEN KORUMASI!

Reşat Nuri Erol
29.08.2012
03:11

Prof. MURAT ÇİZAKÇA'YA...

*

Cemil ERTEM Rekabet, piyasa, Ortadoğu ve İslam certem@stargazete.com Rekabet Kurulu, Biletix adlı internet bilet satış sitesinin, müşterileriyle yaptığı sözleşmelerde pazara girişi engellediği ve bu suretle rekabeti kısıtladığı iddiasına bağlı olarak soruşturma açtı. Rekabet Kurulu, Rekabet Kanunu’nun, rekabeti sınırlayıcı, pazara girmeyi uzun süre engelleyecek anlaşmaları rekabete aykırı saydığını belirtiyor ve Biletix’in, futbol ve canlı müzik gösterilerini düzenleyenlerle uzun süreli, ayrıcalıklı anlaşmalar yapıp yapmadığını araştırıyor. Pazara girmenin engellenmesi piyasanın doğru işlemesini engelleyen bir eylem ve suç. Bakın, Ortadoğu şu an niye alev topu, işte işin özü buraya dayanıyor; Suriye’de Esad’ın kuzeni Rami Maluf, ülkenin en zengin iş adamıdır ve Maluf imparatorluğundan izin almadan hiç kimse Suriye pazarına girip temel sektörlerde yatırım yapamaz(dı). Yine İran Molla diktasında Rafsancani başta olmak üzere, rejimin ileri gelenlerinin yönettiği Boyadlardan (sözüm ona vakıflar) izinsiz hiç kimse piyasaya giremez. Peki, bu durum, kapitalizme aykırı bir hal miydi; hayır, piyasaya aykırıydı ama kapitalizmin, şu ana kadar ki işleyişine pek aykırı değildi. Bu kriz ortaya çıkardı ki, devlete ve tekelci yapılara dayalı bir kapitalizm uzun ömürlü değil, çökecek ve herkes altında kalacak. O zaman, özellikle piyasayı, en azından, hiç piyasa yüzü görmemiş yerlerde aksak da olsa çalıştıralım ki, krizin kronik halini öteleyelim anlayışı hâkim oldu. Bunun için, şu sıralar bizim gibi ülkelerde, rekabet ve anti-tekel yasaları çalıştırılmaya başlanırken, Suriye ve İran gibi piyasa dışı diktalar çözülmeye çalışılıyor. Bu, tabii ki bölge ve insanlık için hayırlı bir gelişme. Peki, gerçek anlamda piyasanın (rekabetçi bir piyasanın) hâkim olduğu bir kapitalizm olur mu; olur ama bu çok kısa sürer. Nitekim Amerikalı iktisatçı Sweezy, serbest rekabet, kapitalizm için yalnız 30-40 yıllık bir dönemdir der. Kapitalizm, tarihsel ve iktisadi olarak tekelci bir düzendir. Zorunlu olarak oraya varır. Çünkü özünde, İslam’ın yasakladığı Riba vardır. (Riba yasağı yalnız faiz değildir, sömürüyü ve bütün eşitsiz, karşılıksız iktisadi ilişkileri kapsar) Şimdi Çizakça hocamız; ‘İslam ekonomisi kapitalizmin ta kendisidir, orijinal, etik, çirkinleşmemiş halidir;’ diyor ve ekliyor, ‘Müslümanlar kapitalizmi ilk keşfedenler olmasalar da 7. yüzyılla 12. yüzyıllar arasında dünyada bilinen en yüksek seviyesine çıkartmışlar, sonra da tam olarak henüz anlayamamış olduğumuz nedenlerle yavaş yavaş terketmişlerdir.’ (Bkz: Star, Fadime Özkan söyleşisi; 27.8.12) İşte sorun(yanlış) tam burada ve bu çok önemli bir sorun. Hoca, piyasayla kapitalizmi aynı ‘şey’ sanıyor. Değil işte, kapitalizm ücretli dönemdir, Said Nursi’nin dediği gibi ‘ecir’ -ücret-dönemidir. Ücret bağımsız, ‘özgür’ emek gücünün, karşılığı tam verilmemiş, hakkıdır. Emek gücü ya da emek kapasitesi dediğimiz zaman, insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun herhangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fiziksel ve zihinsel yeteneklerin tümünü anlıyoruz. İşte bu andan itibaren, yani emek gücünün bağımsız bir iktisadi değişken olarak, tarihin perdesini açtığı andan itibaren- ki 15. Yüzyılın son otuz yılı ve 16. Yüzyılın başlarından itibaren kendini gösterir ilk olarak- sermaye, ticari bir fikri değerlendirecek ‘zenginlik’ olmaktan çıkarak, kar etmek için üretimde kullanılan ve bunun için de emek gücünü ‘sömüren’ servet halini alır. Ama ücret araya girdiği andan itibaren de servet -birikmiş tüccar sermayesi- başka bir hal alır ve sistem de ‘başka’ bir sistem olur ki bu kapitalizmdir. Burada ücret ancak geçim araçlarına yeter ya da yetmezken sermaye üretim araçlarına yettiği gibi, tefeci sermayesini banka sermayesine dönüştürecek muazzam bir ‘artığı’ da ortaya çıkartır. Bu artık, finans-kapitale dönüşerek tekelci-devlet kapitalizminin (olgun kapitalizmin) temelini atar. Kahvehane ezberi! Bu anlamda kapitalizm ile piyasa aynı şey değildir. Kapitalizmden önce piyasa vardı, kapitalizmden sonra da -gerçek anlamda- piyasa olacak. Böyle olunca, İslam, piyasayı savunur ve piyasayı savunduğu için de kapitalizme karşıdır. Çizakça’nın yaptığı yanlış bugün çok klişe bir kahvehane ezberi ve Türkiye solunda da hayli hâkim. Şuna dikkat edelim; üç semavi din de, eşitsiz ilişkilere, zulme karşıdır. Ama son din olan İslam, diğer ikisinden farklı olarak, topyekûn bir iktisadi ve sosyal nizam vaz eder. Yani ilk ikisinin ‘eksikliklerini’ tamamlar. Bunun için riba yasağını getirir. Sermaye birikimini sınırlar, serveti dağıtan mekanizmaları öne çıkartır. Bu anlamda İslam politik ve kapsayıcıdır. Bu anlamda İslam, ‘ümmet’ tahayyülünü ortaya atar. Burada herkesin -tek ve tek- Müslüman olmasına gerek yoktur. Ama insanın onuruna, özüne uygun ona yakışır, eşitlikçi, özgür bir yaşam ve sınırların ortadan kalktığı barış ve ahenk bu ümmetin ortak paydasıdır. Bunun için de kapitalizmle alakası yoktur ve ona alternatiftir.

Reşat Nuri Erol
29.08.2012
03:18

29 Ağustos 2012, Çarşamba Mustafa AKYOL İslam, kapitalizm ve ezberler mustafaakyol@stargazete.com

Önce, izninizle, hayali bir örnek vereyim size. Diyelim ki bir tarihçi ortaya çıktı ve şöyle bir şey dedi: “Oxford Üniversitesi’ndeki ‘college’lar, yani kolejler, Arapça’daki ‘külliye’ kavramından gelmektedir aslında. Çünkü Batı’daki üniversite kurumunun kökeni aslında İslam medeniyetindedir.” Bunun üzerine aklınıza şöyle bir şey demek gelir mi: “Hmmm... Yutmayız biz bu numaraları... Biliyoruz, derdiniz İslam’ı küresel üniversite sistemine entegre etmek. Halbuki bilmiyor muyuz, Oxford’un kampüslerinde ne dolaplar dönüyor, ne ahlaksızlıklar yapılıyor.” Vallahi benim aklıma gelmez böyle bir itiraz. Ama bazı “İslamcı” yazarlarımızın aklına gelmesi muhtemel gibi. Çünkü tam da böylesi bir polemik gördük son iki günde. ‘İslam ekonomisi’ Önce, bu pazartesi, STAR’ın tecrübeli muhabiri Fadime Özkan’ın, Boğaziçi’nden emekli olan, halen Malezya İslami Finans Üniversitesi’nde ders veren Prof. Dr. Murat Çızakça ile yaptığı kritik bir söyleşi yayınladı gazetemizde. Prof. Çızakça, “İslam ekonomisi kapitalizmin çirkinleşmemiş halidir” başlıklı söyleşide, iktisat tarihinden şeriatın ilkelerine kadar bir dizi mevzuda çok önemli, çok ezber bozucu şeyler söyledi. Hocanın anlattıkları arasında modern Batı’daki pek çok iktisadi kurumun İslam dünyasından alınmış olduğu da vardı. Zaten yazının başında belirttiğim kolej-külliye bağlantısını da o belirtti. (Eğer kaçırdıysanız bu söyleşiyi, dönüp mutlaka okuyun derim.) Bu söyleşinin hemen ardından da, üstte karikatürize ettiğim türden bir itiraz geldi. Yeni Şafak yazarı (ve değerli dostum) Akif Emre, “İslam kapitalizmin suç ortağı mı?” başlıklı yazısında, Prof. Çızakça’ya itiraz etmekle kalmadı. Onun söylediklerini “Müslüman ülkelerin küresel kapitalizme entegre edilmesi meselesinin” (ve herhalde komplosunun) bir parçası saydı. Oysa Akif Emre, Prof Çızakça’nın çalışmalarına biraz daha yakından bakabilseydi, onun İslam dünyasını bir yere “entegre etmek” değil, tam tersine İslam’ın tarihsel birikiminden kaynaklanan bir iktisadi modeli modern dünyaya teklif ettiğini görebilirdi. (Hocanın geçen yıl İngiltere’de basılan ve şu günlerde okumakta olduğum “Islamic Capitalism and Finance” adlı değerli eseri, tam da bunu yapıyor, 2008 krizinden bu yana iktisadi model arayan Batı’ya bir alternatif sunuyor.) Aslında Prof. Çızakça’nın sadece STAR’da yayınlanan yorumlarını daha dikkatli okumak dahi işe yarayabilirdi. Çünkü Çızakça, “aç gözlülük, mal hırsı, sömürü” gibi gayrı ahlaki kavramlarla zihnimize yerleşmiş olan modern Batı kapitalizminin, kökeni İslam’da bulunan çok daha ahlaki bir kapitalizmin dejenere edilmiş hali olduğunu anlatıyordu. Bu dejenerasyonun çıkış noktası olarak, Batı’nın dinden yüz çevirdiği evre olan “Aydınlanma”ya işaret etmesi ise çok anlamlıydı. (Aslında ben buna “Fransız Aydınlanması” der, Anglo-Saksonları ayrı tutarım; ama o ayrı bir bahis.) Bu, “ekonomi, kendi çıkarcı âhlâkını yaratır” diyen materyalist-Marksist dogmaya karşı, “hayır, eğer âhlâk olursa, o ekonomiyi de terbiye eder” diyen idealist-dindarâne bir cevaptı aslında. Entegrasyon fobisi Mevzu uzun, ama şu kadarını söyleyeyim: İslamcı yazarlarımızın çoğunda bir “modern dünyaya entegre olmama” kaygısı var. Ancak kısmen anlaşılır olan bu endişe, dogmatik bir izolasyonculuğa sürüklüyor kendilerini. Çünkü, düşünsenize, modern dünyadaki her şeyi reddedeceksek, “demokrasi”yi de mi çöpe atacağız? Buna gerekçe olarak da, kimi demokratik toplumlardaki, mesela Hollanda’daki ateizm bolluğunu mu göstereceğiz? Veya Batı bilimi “sperm bankası” da üretti diye, bu bilimin İslam’dan öğrendiklerini yok mu sayacağız? Haftaya devam edelim...

Reşat Nuri Erol
29.08.2012
08:32

Mustafa Kutlu mkutlu@yenisafak.com.tr 29 Ağustos 2012 Çarşamba Bizim bakkal O, sokağın sevgilisi, ağabeyi, babası, dedesi, akrabası, bankası, kasası, limanı, korunağı, en nihayetinde ahlak timsali idi. Hemen her yaşta kadın-erkek-çocuk-yaşlı-genç onun güleç yüzünü gördüğünde sanki olanca elemini-kederini unuturdu. Dükkânında yok yoktu. Ne isterseniz isteyin bulup buluştururdu. Borç verir, deftere yazar, bağışlar, senet imzalamaz, kimseyi alacağı sebebi ile sıkıştırmazdı. Pek çok çırak yetiştirdi. Kendi evladı olmadığı için onlara evlat muamelesi yapardı. Çekebileceklerinden fazla yük yüklemezdi. Evi dükkânına yakındı. Cami eve yakındı. Sabah namazını cemaatle kılar, yandaki kahveden gelen taze çayla kahvaltısını dükkânda yapardı. Öğle yemeğini sefertası ile evden getirirdi. Kimsenin önünde yemek yemezdi. Dükkânın dibinde küçük bir ardiyesi vardı. Çırağa müşteriye bakmasını söyler, oraya girip yemeğini ağır ağır yerdi. Namazlarını da orada kılardı. Mahallenin fukarası, kimsesizleri, dul kalmış ve artık bacakları kendini çekemediğinden ancak balkona çıkabilecek ihtiyar kadınları, ciklet alacak parası olmayan çocukları, sarhoş koca derdi çeken çilekeş kadınları, işleri bozulup iflas eden bu sebeple veresiye hesabı kabardığından utanıp dükkâna uğrayamayan esnafının tüm giderlerini karşılardı. Herkesten, her şeyden haberi olurdu. Cenab-ı Hak bu adamın kazancına öyle bir bereket vermişti ki; o dağıttıkça hem malı hem sermayesi artıyordu. Buna kendi de şaşıyor, şükrüne şükür katıyor, otururken, yürürken, raflara paketleri dizerken zikrullaha devam ediyordu. Sabah namazından ağzında dualarla camiden çıkıp, yatağa girinceye kadar bu böyle devam ediyordu. Sanki bir mahalle bakkalının günlük telaşesi içinde değil de cennet bahçelerinde dolaşıyor gibi yüzünden bir tebessüm çalışıp duruyordu. Yüzü ve gözleri parıldıyor, ona bakan nedense bir iç ferahlığı duyuyordu. Para üstü verirken bile sesi bir duadan arta kalmış tınıyı taşıyordu. Bu adamın dünya ile işi yok muydu? Vardı tabii. Dünya işi nedir ki? Aldın-verdin-yedin-içtin-gittin-geldin-ağladın-güldün-hastalandın-iyileştin-evlendin-çocuğunu mektebe gönderdin-bir gömlek aldın-bir arsa sattın-berbere gittin-altına bir araba çektin. Dünya işi bitmez. Son nefes verilmeden dünyadan ayrı düşmek her kişinin harcı değildir. Ama bizim bakkal galiba 'ölmeden önce ölünüz' sırrına mazhar olmuştu. Hiç de öyle sofu bir görüntüsü yoktu. Bırakın kötü sözü, sesini yükselttiği dahi görülmemişti. Kendisi iyi, eşi ondan daha iyi idi. Cenab-ı Hak -ki hikmetinden sual olunmaz- bu iki iyi kişiyi birbirine yazmıştı. Bir elmanın iki yarısı gibiydiler. Mahallede kaç dul kadının kızını evlendirmişler, kaç delikanlıyı askere göndermişler, kaç hastayı hastaneye yatırmışlar, bırakın insanları mahallenin kedisine, köpeğine, kuşuna karda-kışta nasıl kol kanat germişler anlatmaya dil yetmez. Kadın da sabahtan akşama hiç boş durmaz, ya birine mevlit pilavı pişirir, ya bir hastaya çorba yetiştirir, ya kışın tanıdık-tanımadık herkese dağıtılmak üzere ayağını sıcak tutsun diye yün çarık örer, ya dantel, sabunluk yapar, ya yazma-namaz başörtüsü kenarlarına oya yapar, ya çalışan bir annenin çocuğuna bakardı. Hiçbir hizmetine karşılık para kabul etmez, ancak tatlı dil ile tatillerde komşuların çocuklarına Kur'an öğretmek üzere evine gönderilmesini isterdi. O çocuklara kurabiyeler, limonatalar, sahlepler, şerbetler hazırlar, Kur'an okumayı öğrenenlere bir çift çorap hediye ederdi. Çocuklarla beraber bazen anneleri, ablaları da Kur'an dersine gelirlerdi. Böyle Allah dostu insanların ne gücü tükenir, ne zamanı. Evlerinin önünde bir küçük bahçeleri vardı. Kadın bu bahçede hem meyve, hem sebze, hem çiçek yetiştirirdi. Bahçeden mahsul alınmaya başlandığında tüm komşulara organik domatesler, salatalıklar, kabak ve patlıcanlar sepet sepet giderdi. Okuldan eve dönen bir çocuğa seslenir, oracıkta çiçeklerden bir buket yapar, annesine götürmesini söylerdi. Gül reçeli, incir-vişne-çilek reçeli yapardı. Bunları hem dükkânda satışa sunar, hem birer kavanoz komşulara dağıtırdı. Bağ bozumu geldiğinde o küçümen bahçeden bidonlarla turşuluk olacak mahsul çıkardı. Kadının turşusu ilaç gibiydi ilaç. Bir yiyen bir daha isterdi. Yatsıdan sonra kırk yıllık karı-koca evin önündeki asma çardağının altına oturup sohbete dalar, bazen alçak sesle ilahi söylerdi. Böyle bir bakkal var mıydı? Yoksa bu bir masal mıydı?

Reşat Nuri Erol
29.08.2012
08:34

Ömer Lekesiz oflekesiz@hotmail.com

29 Ağustos 2012 Çarşamba Sanat ve tecdidi mümkün mü? İslamcılık tartışmasında 'tanımlama' ısrarını sosyolojizm tuzağına düşmek olarak gördüğüm için ilgili yazılarımda İslamcılığı tasavvuf hareketini de içine alacak şekilde genişletip onu 'mümin münevver sorumluluğu' çevresinde işlemeye çalıştım. Gelinen noktada kefenciyle, defincinin konuyu sosyolojinin kendisi haline getirme gayreti benim kuşkularımı teyid ettiği gibi, âkillerin tanım tartışmasından mahiyet tartışmasına geçmedeki ısrarları da tartışmanın doğru seyri ve hayrı açısından umutlarımı büyüttü. Mezkur konuda -siyasi boyutuyla- kabul ve ret makamında birçok kişi yazdı, konuştu. Ali Bulaç'ın itiraf tahtında İslamcılık-sanat ilişkisi üzerine söylediklerini ise -konunun mahiyetine dahil olduğu halde- tartışan henüz çıkmadı. Bir önceki yazımın da başlığı olan 'Sanat mı?' sorusunu İslam'da olmadığı halde son yüzyılda varmış gibi benimsenen sanatın sıhhatini ve aynı zaman dilimi içinde Müslümanlar tarafından sanat adına ortaya konulanların niteliğini sorgulamaya vesile olmak üzere sormuştum. Daha kim ne sorar, neyi nasıl cevaplar bilmiyorum ama tartışmanın mahiyetine olumlu bir katı sağlayacağı düşüncesiyle adını zikrettiğim yazıda kaldığım yerden yazmayı sürdürmek istiyorum: Bulaç'ın ne dediğini hatırlayalım: 'Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur' (Zaman, 12.08.2012). Konuyu doğru tartışabilmek için ilkin Bulaç'ın itirafını (kardeşlik hukuna yaslanarak) bertaraf etmem gerekir: Abbasi modelindeki 'sıfır etki', son yüzyılda Batı sanatının/edebiyatının taklidinde belirleyici bir rol üstlenerek ciddi bir yüzdeye ulaşmıştır. Bu durumda konuyu artık Abbasi devrindeki gibi ele alamayacağımız aşikardır. Öte yandan yerli İslamcılığın yumuşak karnındaki en ağrılı kısmı oluşturan sanatı ajitatif dille blokaj nedeni olarak ilan etmek, kulağında Glenn Miller'ın sesi, cebinde Joyce kitabı, dilinde Bukowski aforizmasıyla hayali atlara binip Üsküdar'ı geçmek üzere olan zamane Müslümanlarının alaycı tebessümlerinden başka bir şeye de yaramayacaktır. Çünkü Saray sanatından toplumcu sanata geçişimiz, üzerinde enine boyuna düşünülerek, projelendirilerek sağlanmış değildir. Daha çok Batılı gerçekçiliğin istilasında el yordamıyla bulunmuş ve giderek nazariyatından bunalımcılığına kadar her şeyiyle Batı'dan aktarılmıştır. Vaki etkinin şiddetine muhatap olmak bakımından Müslümanın Müslüman olmayandan bir farkı yoktur hatta bugün bir 'Müslüman'a Kafka gibi yazıyor' demek onu övmek demektir. Şimdi sorulması gereken şudur: Taklitçiliğin hakimiyetinde son yüzyıldır yapılmış olan sanatı hem toplumsal kaderimiz sayarak içe çekip, hem de geriye döndürülemez, iptal edilemez bir genel kabule ve ilgiye mazhar olması nedeniyle –geçmişte Helenistik felsefeyle ilgili yaptığımız gibi- onu ihata ederek, Müslüman kimliğimizle tanımlanacak şekilde tecdit edemez miyiz? Ki, söz konusu içe çekmeyi benimsemediğimiz, eksisiyle-artısıyla mevcut sanatı asıl hedefe ulaşmak için uğranması gereken menzillerden bir menzil saymadığımız takdirde son yüzyıldır yapılanı –niteliği ne olusa olsun- inkar etmekle yüzyüze gelebilirz. Bu da bizi inkarda fahşaya ve giderek münkirlik ahlakına düşürebilir. Öte yandan söz konusu inkarla, bu devrin İslamcı edebiyatını temsil edenlerin Müslüman kimliğiyle var olma çabasını da inkar etmek zorunda kalacağımız için, ancak onların sayesinde bugün kurmaya çalıştığımız doğru cümlelerin de farkında olmadan içini boşaltmış oluruz. Bu bağlamda 'Sanatın kabulü, mevcut sanatın tecdidiyle yeni bir imkana dönüştürülebilir mi?' sorusunu eğer bir mümkünün içinden cevaplamaya talip isek o zaman mevcuda ilişkin belirlemelerimiz hem bir itiraf olarak kalmayabilecek hem de gözümüzü kör den edebiyat kara-sevdası yüzünden düçar olduğumuz akide sapmaları tashih edilebilecektir. 'Nedenli, nedenli olması yönünden nedenin varlığını gerektirir' (İbn Arabi). O halde söz konusu teklifimi dil, estetik, kurgu, tür vb. husular çevresinde temellendirmeye geçmeden önce Bulaç'ın nedenlerini kapalı bıraktığı itirafın aslını konuşmak üzere şu soruyu da cevaplamalıyım: İslamcı edebiyatçıların aynı zamanda mütefekkir olmalarının (ya da olmak zorunda kalmalarının) nedeni nedir?

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
10:33

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

30 Ağustos 2012 Perşembe

Müslüman sıfatı yetmemiş

İslam ile müslüman arasındaki ilişki her fert, topluluk ve toplum için "tam uyumluluk" olmamış, müslümanım diyen ve inancımıza göre de müslüman kabul edilmesi gereken insanlarda "ilim, iman, amel, ahlak" bakımından önemli –ama zayıflık veya eksikliği insanı İslam dairesinden çıkarmayan- farklar var olagelmiş. İslam her bir ferdi ve toluluğu, iki cihanda mutlu ve Allah'ın muradına ve rızasına uygun kılacak kabiliyet, ahkâm ve çözümleri ihtiva ettiği halde müslümanım diyen insanlarda –İslam'a göre- pek çok kusur, eksiklik, ihmal, gevşeklik.. görülmüştür. Bir de imanda ve amelde farklı yorumlar, anlayışlar, usul ve uygulamalar olmuş; bunları benimseyenlerin bir kısmına "sünnî", bir kısmına "gayr-i sünnî" denmiştir. Sünnî olanlara da selefî, Eş'arî, Mâtürîdî, Nakşî, Kadirî, Mevlevî, Rifâ'î.. sıfatları eklenerek bölüklere ayrılmıştır. Her bir bölükte müctehid (bilgiyi vahiy kaynağından alan), mukallid (bilgiyi, deliline bakmadan müctehidden veya ondan alandan... alan), müttebi' (bilgiyi müctehidden, deliline bakarak alan) müslümanlar bulunmuştur. Sıra amele gelince ibadetlerde, muamelatta (buraya bütün siyasi, hukuki, ictimai alanlar girmektedir) ve ahlakta eksikli olan müslümanlar çokça bulunmuş; bu yüzden müslüman sıfatının yanına "salih, takva sahibi, kamil", "fâsık, facir, günahkâr" sıfatları eklenmiştir. Evet Allah Teâlâ "Allah'a davet eden, salih amel sahibi olan ve 'şüphesiz ben müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!?" buyuruyor; ama bu sözün (müslümanım sözünün) güzel olabilmesi için bunu söyleyenin: a) İnsanları Allah'a (İslam'a) davet etmesi, b) Kendisinin de başkalarını davet ettiği İslam'ı eksiksiz uygulaması gerekiyor. Fussılet suresinin bu 33. âyetinin tefsirinde İmam Ebu Mansur Mâtürîdî şöyle diyor: "Allah'a çağırmaktan maksat bir Allah'a kulluğa ve O'nun dinine çağırmaktır; yahut dince iyi ve meşru olanı yapmaya, kötü ve gayr-i meşru olanı terk etmeye çağırmaktır; bunu hem kendisi uygulayacak hem de başkalarını ona davet edecektir. Bu ifade bütün iyi, güzel ve hayırlı olan şeyleri ve Allah'a itaatın tamamını ihtiva etmektedir". Müslümanım diyenlerin ve inancımıza göre de müslüman kabul edilmesi gerekenlerin yüzde kaçı bu ayetteki tarife uygun müslümandır? Tarife uyanlar az, uymayanlar çok olduğuna göre bunları –dince gerekli olduğu için, eksikliklerine göre bazı hükümlere tabi olacakları için- birbirinden ayırmak üzere müslüman sıfatının yanına bir de "salih, fasık, sapkın..." gibi sıfatlat eklenmiştir. Mesela "Her salih kul müslümandır, ama her müslüman salih kul değildir". İmam Matürîdî'nin açıkladığı geniş çerçeveli "dava ve daveti" temsil eden müslümanları ifade etmek üzere "mücahid, müctehid, müceddid, dâ'î, mürşid" gibi sıfatlar kullanılmıştır. Bir tarihte, İslam'a ve müslümanlara yönelen saptırıcı ve bozucu bazı tehlikeri, meydan okumaları fark eden gayretli bazı müslümanlar, mesela turancılık ve batıcılık ideolojilerine karşı "çareyi İslam'da arayalım" diye yola çıkmışlar, mücadele etmişler ve bunlara da –kim derse desin, birileri- İslamcı demiş. Başta bu kelimeye takılanlar olmuş, ama sonra kelime yerleşmiş. Bu insanlar mesela medeniyet, kültür, siyaset gibi bir alanda yoğunlaştıkları için "iman, ibadet ve ahlaka önem vermediklerini" söylemek çirkin bir iftiradır. Şimdi tekrar edelim: Her müslüman islamcı değildir, ama her islamcı müslümandır. Bir de şu var: Her müslüman, ismi kullansın kullanmasın –mana, mefhum ve muhteva olarak- islamcı olmak mecburiyetindedir. Müslüman kelimesi/sıfatı yeterli diyenler önemli bir hususu/sakıncayı gözardı ediyorlar: Eksiğinin farkında olmadan, kamil olanla ilgilenmeden, kendi halinden memnun olarak hayatına devam eden "eksikli müslüman" için kendini ıslah ve ikmal kapıları kapanmış olur.

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
10:39

Akif Emre aemre@yenisafak.com.tr

30 Ağustos 2012 Perşembe

İslam'ı kapital/izm/e biat ettirmek

'İslam hayatın tüm alanlarını kuşatır' cümlesi bazılarını neden rahatsız eder? Ya da İslam'ın kapitalizme de, sosyalizme de eklemlenemeyeceğini dile getirmek liberalleri neden ürkütür? Başka sorular da sorulabilir bu bağlamda... Liberalizm salt bir teori midir? Siyasi ve ekonomik bir teori ise ahlaktan bağımsız mıdır? Liberalizmin bir dinin, özellikle İslam'ın, sınırlarını çizmeye yetkisi var mıdır? Tüm bu soruları da çoğaltabiliriz. Meşru ticaretin, ekonominin İslam'da yeri olmadığını savunmak nasıl abesle iştigal ise İslam'dan kapitalizm çıkarmak da 'gayrı ahlakilik', en hafif tabirle sapmadır. Tıpkı İslam'ın, servetin tekelleşmesine, sömürüye karşı olması ilkesine dayanarak her türlü ekonomik faaliyeti dışlamanın; İslam'dan antikapitalizm adına sosyalizm çıkarmanın anlamsızlığı gibi... Kapitalizmin doğasını anlamadan her tür ekonomik faaliyeti kapitalizm etiketi altında İslam'la bağdaştırmak ekonomi-politik düzlemdeki yanlışlığından önce bir ahlak sorunudur. İslam'ı kapitalizme eklemlemek; tarihsel süreç içinde kapitalizmin hiç de arızi olmayan, doğasında var olan günah galerisine İslam'ı ortak etmek, -en hafif tabirle- iyi niyetli, tutarlı bir çıkış değil. Finans kapitalizmini doğuran sürecin, kapitalizmin altın devrini yaşadığı sanayi kapitalizminin vahşi kapitalizmle eşleştiği sürecin, sömürgeciliğin yedeğinde gelişen sınıf ayrımının, emeği sömüren tarihsel gerçekliklerin kapitalizmin ayrıksı uygulamaları olduğunu söyleyen, en azından, batı kapitalizminin gelişiminden bihaber demektir, eğer bilinçli bir seçkicilik yapmıyorsa. Bir Müslüman olarak, kesin emirle faizi yasaklayan İslam'ı kapitalizme eklemlemek isteyenler, bunun aynı zamanda Müslümanlıktan neleri alıp götürdüğünün cevabını vermek zorundalar. Liberal ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü savunmanın Müslümanlıktan neleri alıp götüreceğinin cevabını vermek zorunda oldukları gibi... İslam hayatın içindedir... Bizzat Hz. Peygamber siyasetten ticarete hayatın tüm alanlarında örnek olmuş, İslam toplumunun temellerini atmıştır. Bu nedenle İslam medeniyeti boyunca Müslümanlar ticaret hayatında da aktif oldular. Dünyayı siyaseten, iktisaden, kültürel olarak şekillendirdiler. Bu süreçte farklı medeniyetlerle temas etmekten çekinmediler. Temel ilkelerini koruyarak farklı deneyimlerden yararlanmasını, dönüştürmesini bildiler. Hiçbir komplekse girmeden felsefeden, teknolojiye insanlığın bütün birikimiyle yüzleşmesini bildikleri gibi istifade de ettiler. Bunu yaparken aldıkları birikimi eleştirdiler; süzgeçten geçirerek kendi malları haline getirdiler. Bugün İslam'ın kapitalizmle uzlaşmasını hatta kapitalizmin kendisi olduğunu söyleyenler, İslam'ın kapitalizme biat etmesini, kapitalizm içinde erimesini istemektedir. Tersinden anakronizmi Müslümanlara dayatan bu tutuma karşı çıkmanın adı 'komploculuk' olabiliyor. İslam'ın iktisadi görüşünün kapitalizmle uyumlu hale getirilmesi, temel ilkelerinden vazgeçilmesi; İslam'ı küresel sisteme adapte etmekle, kaynakları tükenen Batı dünyasına Müslümanların müşteri haline getirilmesiyle sonuçlanabilir. İslam dünyasının önündeki en önemli sorun, özellikle 'Arap Baharı'yla yaşanan dönüşümle birlikte, Müslümanların küresel sisteme karşı bir alternatif mi sunacağı yoksa müşteri mi olacağı sorusudur. İslam dünyasının maddi sorunlarının başında, sadece elinde bulundurduğu ve hâlâ üzerinde söz hakkı olamadığı zenginliğin sahibi olup olamaması sorunudur. Ve de bu zenginlikten, adil bir paylaşımla, bölgenin faydalanması kadar sistem önerisiyle de hegemonik sisteme karşı alternatif olma iddiasını sürdürüp sürdüremeyeceği sorusudur. Müslümanların kapitalist sisteme biat etmesine, İslam'ı da kapitalizmin destekleyici ve mistik bir unsuru haline getirmeye çalışmak; evrensel, ahlaki ilkelerinden vazgeçip İslam'ı sekülarize etmeyi teklif etmektir. F. Braudel'den beri artık kapitalizmin tüm efsanelerine rağmen piyasa düşmanı olduğunu tüm dünya ezberlemişken ve Hz. Peygamber'in güç ve iktidara karşı verdiği mücadele örnekliğine rağmen İslam'ın adaletsiz paylaşım ve tekelleşmeye tâbi, hatta onun motive edici bir unsur olarak yedekte bir din olma durumuna dönüştürülmesi oyunu bozulmalı. Müslümanlar reaksiyoner biçimde hayatın kaçan değil düzen kuran, alternatif üreten, tarihsel süreçte de tecrübe edilmiş birikimi ile modern zamanlara da teklif sunan bir medeniyetin varisleri olarak kendi dilini kurmak, sistemleştirmek zorundadır. Ödünç kavramlar, eklektik kavramlar, ilkesiz durum alışlar İslam dünyasının da insanlığın da son umudunu tüketir.

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
10:58

SINIR YAZILARI 30.08.2012 Cihan Aktaş

İslâmcılık, bir sınır aşma hareketi.. İslâmcılık tartışmaları sürüyor. Farklı açıklamalar olacak, bu çokseslilik doğal; İslâm tek, İslâmcılıklar muhtelif. İslâm tamamlanmış bir din, İslâmcılık kaynaklara dönerek “hâl”i anlama, dönemsel sorunları açma ve aşma, zamanın gündeminin dilini kavrama ve bu dili etkileme çabası. İslâmcılık İslâm’la aynı şey değil, tamam, her Müslüman İslâm’a ilişkin anlama ve anlatma, yaşama ve katılma sorumluluğunu aynı ölçüde üstlenmediği için kimi Müslümanlar daha faal, duyarlı, katılımcı olmaya zorunlu. Dinen her şeyin yolunda olduğunu düşünmeye meyyal Müslüman, koruduğu huzuruyla yeni sorular ve sorunlar olduğunu hesaba katmayabilir. Yıllarca Demirel’e oy vermeyi anlamlı bulan Müslüman seçmen için “İslâmcı” diyemiyoruz mesela. Kadınların erkekler için yaratılmış eksik etekler, etekli şeytanlar olduğunu düşünen Müslümanlar, Veda Hutbesi’ni ezbere okumayı sürdürdükleri için İslâmcı olamıyorlar. Sait Halim Paşa aynı hayatiyet kaygısıyla Buhranlarımız’da “İslâmlaşmak”tan söz etti. Onun İslâm’ın inanç, ahlak, hayat tarzı ve siyasete ait esaslarının tam olarak uygulanmasından anladığı şeydi, “İslâmlaşmak”. İslâmcı özne sözkonusu olduğunda olumsuz anlamda yakıştırılan sözcüklerden biri, romantizm. Mesela Adil Medya başta olmak üzere pek çok yerde eş zamanlı olarak yayımlanan yazısında Mehmet Sait Çakar, Hakan Albayrak’ı “Romantik ergen İslâmcı” diye tanımladı. Çakar’ın cümlesi, Atasoy Müftüoğlu’nun Suriye politikası eleştirileri nedeniyle karşılaştığı yakışıksız muamelenin eleştirisiyle bütünleşiyor. Suriye politikası, İslâmcılar arasında yeni, bölünmelere yol açtı. Fakat, İslâmi kesimdeki kolay insan harcama alışkanlığını anlatırken önemli tesbitler yaptığını gördüğüm Çakar, AKP politikalarıyla özdeşleşmesi nedeniyle eleştirdiği Albayrak’ın Ali Akel’in Yeni Şafak’tan uzaklaştırıldığı dönemde sergilediği asil tutumu niye hatırlamıyor? Bana kalırsa Atasoy Müftüoğlu ve Hakan Albayrak bir yandan AKP’nin Suriye politikalarını eleştirebilir, aynı zamanda da Esad rejimine muhalefet edebilirler. Yazının devamını okumak için tıklayın.

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
11:05

Ali Bulaç Bitirenler

(İslamcılık)

Somut verilere dayanmayan değerlendirmelerde bulunanların önemli bir bölümü "İslamcılık bitti" derken, aslında "bitmeli" diyenlerdir. Buna olayların tahrifi yoluyla bilginin suistimali adını veriyorum. Sosyal bilimciler bunu çokça yaparlar. Sözde nesnel olarak "olanı tasvir ediyoruz" derken, gerçekte "olması gereken"e atıfta bulunuyorlar, ama bunu yaptıklarını kabul etmezler, çünkü açığa çıkması durumunda söz konusu yöntem onların akademik ve bilimsel kariyerlerine halel getirir. Modern devlet ve bir şekilde iktidarla ilişkili olan bütün bilgi üretim süreçlerinde bu yöntemin tahrifatı ve suistimali söz konusudur, zira üniversiteler ve akademik çalışmalar olmasa modern iktidar mümkün olamaz. Yakından bakalım: İslamcılığın bitmesini isteyenler, bugün meydanı liberal kapitalizme ve eğer dirilebilirse sosyalizme bırakmak istiyorlar. Ulus devlete ve kolektivizme meydan okuyan liberalizm ile vahşi piyasaya meydan okuyan sosyalizm, her ikisi de 'sistem-içi kavga'nın taraflarıdır. Sisteme kendi içinden tehdit gelmez. Tehdit bir başka paradigmadan eleştiri getiren muhaliflerden gelir. İslamcılığı nefret diliyle eleştirenlerin bir bölümü tabii ki her türlü versiyonuyla milliyetçi ideologlar ve siyasetçilerdir. Milliyetçiler, hem koca imparatorluğun parçalanmasında öncü rol oynadılar hem bugün Müslümanların ümmet olarak birleşmesine engel olmaya çalışıyorlar. "Nice Müslüman ve dindar" var ki, açık reddine rağmen özünde milliyetçidir, en azından "Türkiye'nin liderliğinde İslam Birliği" fikrine sahiptir. İslam âlemini sıkı markaj politikalarla kıskıvrak yakalamış bulunan küresel güçler (AB ve Avrupa), ehlileştiremedikleri takdirde İslamcı akımları ötekileştirirler, 'terörist' ilan ederler, bu doğaldır, zira ancak seçeneksiz kalması durumunda Müslüman toplumlara boyun eğdirilebilir. Bunun tercümesi İslam'ın Batı'yla uyumlu hükümetlere, küresel ekonomiye entegre olmuş ulusal pazara, ahlaki hayatı paramparça eden bireysel özgürlüklere, dinin kişisel tercihe indirgenip diyanetle sınırlandırılmasına, şirretliğin saldırı ideolojisi olan feminizme, İsrail'in zulümlerine meşruiyet ve hoşgörü sağlamasıdır. 2001 yılında Mustafa Karaalioğlu'nun teşvikiyle Yeni Şafak'ta başlattığımız ve yine bugünkü gibi dal budak salan İslamcılık tartışması sürerken, Cengiz Çandar, Amerika'nın başını çektiği yeni dünya düzenine uyum sağlamayacak olurlarsa, İslamcıların 21. yüzyılın 'Kızılderilileri' olmaları ve 'soyları'nın tükenme ihtimali olduğunu" yazıyordu (14 Ekim 2001, Y. Şafak). (NOT: Mustafa Karaalioğlu, unutmuş olabilir, benimle ve Yalçın Akdoğan'la tam sahife yaptığı "İslamcılık" röportajı ve arkasından kaleme aldığı "Üçüncü nesil İslamcılar" başlıklı yazısını (Y. Şafak, 6 Haziran 2001) bugün sipariş yazılar yazdırdığı Mehmet Ocaktan'a okutsun.) "İslamcılık bitti" diyenlerin bir başka bölümü bundan bir süre önce iktidar umudunu gördüğünde İslamcılıktan çarçabuk istifa edenlerdir, bunlar zamanı kollayanlar olarak her dönemde kazanan ata oynarlar. Bu istifanın gerekçesi, reel politik veya toplumsal kapasiteyi zorlayan ideal politik İslamcılık değil, insanların servet ve statü (cah-u mal) ile sınanmalarıdır. (Bkz. 18/Kehf, 32-34; 41/Fussilet, 50; 37/Saffat, 51-61. ayetlerde anlatılan dramatik sahneler.) Zamanında dini ve İslamcılığı istismar etmiş olanlar, şimdi bu defterin bir daha açılmasından rahatsızlık duymaktadırlar. "Mesele kapanmıştı, bu konu nereden çıktı?" diye söyleniyorlar. Batı'da, özellikle Amerika'da yaşayan Müslümanların başka ve anlaşılabilir endişeleri var: Bizim "İslamcılar" dediğimiz şey "İslamist"lerdir ki, Hegelyen imaj üretimi yapan Batı medyasının çizdiği resme göre İslamcılar terörist, fanatik, fundemantalist, Batı ve uygarlık düşmanı nefret objeleridir. Cemaat, tarikat, grup, örgüt saikiyle başından beri kendilerini İslamcı çizgiden ayırmış kimseler vardır, onlar temel tez olarak zaten İslamcılığın iyi bir şey olmadığını savunmaktadırlar. İslamcılıktan hiç hazzetmeyen ulusal ve uluslararası birtakım güç odakları var ki, bunlar sahte din ve suya sabuna karışmayan diyanet ve dindarlığı bir lütuf olarak kabul etmemizi istemektedirler. Mümtaz'er Türköne İslamcılığı "Büyük Doğu" mecmuasına benzetir. Tashihe muhtaç bir teşbihtir bu: Büyük Doğu kendi döneminde elbette değerliydi; ama İslamcılığın fikri ve bilgi birikimi değildi; İslamcılığın polemiği ve şiiriydi. a.bulac@zaman.com.tr 30 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
11:46

Şahin Alpay İslam ve İslamcılık Arap ülkelerinde otokratik rejimlere karşı halk ayaklanmaları ve bu ayaklanmalarda İslamcı akımların ön plana çıkışı, gerek İslam'a gerekse İslamcılığa olan ilgiyi canlandırdı. Bu canlanışı anlamaya çalışırken yapılması gereken bazı hatırlatmalar var. Bunların başta geleni, özellikle Batı'da ama Doğu'da da yaygın olan, İslam ile İslamcılığı özdeş ve yekpare (monolitik) görme (ve gösterme) eğilimi. Oysa hemen bütün dinlerde olduğu kadar İslam'da da zengin bir çoğulculuk olduğu gibi, İslam'dan esinlenen siyasi akımlar olarak İslamcılığın da çok farklı yorumları var. Bu yorumlar köktenci-otoriter ya da yenilikçi-özgürlükçü olabiliyor. İslam'ın yorumları arasındaki çeşitliliği belirli kategorilere sığdırmak çok zor. Ama başta (Sünni, Şii, Vahhabi, Alevi, Nusayri, vs.) her biri katışıksız (ortodoks) ve katışıklı (heterodoks) yorumlarıyla mezhepler var. Mezheplerin ulema (din adamları) tarafından geliştirilen yorumlarının yanında, sufiler (tasavvuf erbabı) - tarikatlar tarafından geliştirilen (bizdeki Nakşibendî, Kadirî, Mevlevî, Rufaî, Melamî vs. gibi) çeşitli halk (volk) yorumları var. Bu tarikatların içinden evrilen (bizde Said Nursi'nin öncülük ettiği Nurculuk benzeri) cemaatler ve dini akımlar, bunların da çeşitli kolları var. Cemaatlerden evrilen (bizde Fethullah Gülen'in öncülük ettiği Hizmet Hareketi gibi) inanç-temelli sivil toplum hareketleri var. Bir de genellikle laik eğitim gördükten sonra, İslam'ın gerek ulema tarafından, gerekse sufi tarikatlar tarafından temsil edilen yorumlarına meydan okuyan entelektüellerin geliştirdiği, kısmen İslam dininden, kısmen (sosyalizm, milliyetçilik, liberalizm gibi) Batılı-modern ideolojilerden esinlenerek geliştirilen İslamcı siyasi akımlar var. İslamcı akımlar yelpazesinin bir ucunda Mısırlı Seyyid Kutub ve Pakistanlı Ebu'l âlâ Mevdudi'nin temsil ettikleri (Lenin'den esinlenen) türden radikal-totaliter-şiddetli İslamcılık (başlıca örnekleri Mısır'da Cemaat-i İslami, El Cihad ve diğerleri, Cezayir'de Silahlı İslami Grup - GIA ve diğerleri, enternasyonalist yorumu El Kaide olan) var; öteki ucunda İranlı Abdülkerim Soruş'un (Karl Popper'den esinlenen) liberal-demokratik İslamcılık ve tabii iki uç arasında sıralanan çeşitli tonlarda İslamcı akımlar (Mısır'da Müslüman Kardeşler, Tunus'ta Annahda, Türkiye'de Milli Görüş Hareketi gibi) akımlar var. İslamcılığın sert (anti-demokratik) türleri İslam'ı bir din olduğu kadar siyasi bir ideoloji olarak görüyor. İslamcılığın yumuşak (demokratik) türleri ise İslami değerlerde siyasi aktivizm-eylem için yol gösterici yönler buluyor. İslamcılığın yumuşak türleri evrilerek, İslamcı çerçevenin dışına çıkabiliyor. Bunun tabii ki en önemli örneği Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi. AKP'yi Müslüman Demokrasi'nin ilk temsilcisi olarak görmek mümkün. Milliyetçi, Sünni muhafazakâr ve liberal değerlerin bir karışımını sergileyen AKP'nin siyasi kimliği evrim halinde. İslam yorumlarındaki çeşitliliğin belki en çarpıcı örneklerinden biri de Şii din adamları arasındaki büyük bölünme. Bir yanda Şii mezhebinin geleneksel yorumuna bağlı, din adamlarının yorumu var. Bunlar din adamlarının siyasetten uzak durmalarını ve görevlerinin halkın manevi ve sosyal ihtiyaçlarına cevap vermek olduğunu savunuyor. Humeyni'nin geliştirdiği, radikal İslamcılık'tan esinlenen Şiilik yorumu ise din adamlarına siyasi rol yüklüyor. İran'da İslam Devrimi'ne öncülük eden yorum bu. Bütün bunların anlattığı üzere, İslam diniyle bir siyasi akım olan İslamcılığı birbirine karıştırmak büyük (bazen kasıtlı) bir yanlış. Türkiye'de hem İslamî, hem de laik kesimde yaygın Müslüman = İslamcı özdeşleştirmesinin politik saikleri olduğu muhakkak. Bütün Müslümanların İslamcı olmadığı ortada. Bütün İslamcıların Müslüman oldukları iddiası da tartışmalı. Müslümanların büyük çoğunluğunun, masum sivilleri katleden El Kaide ve benzeri radikal İslamcıları, Müslüman kabul etmedikleri malum. s.alpay@zaman.com.tr 30 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
11:51

Etyen Mahçupyan Birkaç değinme Süregelen İslamcılık tartışmasını, sırf adım zikredildiği için birkaç not daha koyarak kendi adıma bitirmek uygun olacak. Bundan sonrası 'İslamcıların Müslümanlarla imtihanı' olarak bir süre daha yaşanacak, ama değişen Müslüman'ı anlamayan hiçbir ideolojinin İslam'a sırt dayayarak etkili olması mümkün olmayacak... Ali Bulaç'la başlayalım. Bulaç daha önce yaptığı gibi, benimle ilgili olmayan bir yazının içine "Mahçupyan ve diğerleri" gibi bir tabir koyarak kendince 'öteki' yaratma peşinde. 'Modern yanılgı' başlıklı 11 Ağustos tarihli yazısında şöyle diyor: "İslamcıları 'cemaatçi yapı, ataerkil kültür, hiyerarşik düzen ve değişime zorunlu olarak maruz kalmış kitleler' olarak tasvir eden Mahçupyan ve diğerleri, bu son derece şaibeli ve şüpheli argümanları postmodernizmden devşirirken, nasıl oluyor da kendi sol-sosyalist veya milliyetçi geçmişlerini unutabiliyorlar?" Acaba 'İslamcılar' kelimesi niye benden yapılmış olan alıntının dışında? Çünkü ben İslamcılar değil, İslami cemaatten söz ediyorum. Öte yandan söylediklerimin acaba hangisi yanlış? İslami cemaat cemaatçi yapıda, ataerkil kültürle yoğrulmuş, hiyerarşik ve zorunlu değişime maruz kalmış bir kitle değil mi? Bulaç herhalde bu tespitlere karşı argüman öne süremediği için bir de üstüne epeyce gülünç bir 'postmodernizm' referansı çıkarmış ve ne alakası varsa cümleye sosyalizmle milliyetçiliği katmış. Ben ancak kendisine kaçak güreşmemesini ve İslamcılığın asıl derdinin Müslüman'ı kaybetmekten ve rehberliği siyasetçiye kaptırmaktan kaynaklandığı gerçeği üzerinde durmasını önerebilirim... Bazı genç arkadaşlar da sağ olsunlar yazılarında bana referans verdiler... Emre Demir'ın bu gazetedeki, Hilal Kaplan'ın Yeni Şafak'taki yazılarında ortak nokta benim İslamcılık ile sekülerleşmeyi zıt konumlar olarak tanımladığım, oysa gerçeğin öyle olmadığıydı. Belki de genç nesil artık hızlı okuma tekniklerini kullanıyor ve anladığı duygusuna hızlı varıyor. Çünkü bu tez Bulaç gibi İslamcıların tezi... Bense tam aksini savunuyorum ve sekülerleşmenin bir karşı uç olarak tanımlanmasının bizatihi İslamcı ideolojinin sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu arada Emre Demir'e iki küçük notum daha var: Hizmet hareketinin kamusal alandaki dünyevi başarıya kutsiyet atfettiğini yazmış... Herhalde bunun ne denli tehlikeli, nasıl yorumları tetikleyebilecek bir önerme olduğunun farkında değil. İkincisi, "İslami hareketler bir yandan sekülerleşirken, diğer yandan seküler kamusal alana İslam'ı taşıyor" demiş. Acaba hangi İslam'ı? Mesele şu ki, İslami hareketler İslam'ı sembolik olarak ama Müslüman'ı gerçek bir aktör olarak kamusal alana taşıyor... Dolayısıyla İslami sembolik dünyada hiçbir şey insanı ve zamanı aşan bir özelliğe sahip değil ve bugünün Müslüman'ının İslam algısına ve 'kullanımına' bağımlı. Nihayet Yasin Aktay'ın 11 Ağustos'ta Yeni Şafak'ta çıkan 'İslamcılık, çoğulculuk ve sekülerleşme' yazısına sırf kendi bakışıma daha fazla berraklık kazandırabileceğini düşünerek değineceğim. Aktay "Çoğullaşmanın veya siyasallaşmanın zorunlu olarak sekülerleşme getirdiği çıkarsaması bana göre aceleye getirilmiş bir çıkarsama." diyor. Bence de öyle... Zaten o nedenle 'çoğullaşma ve dünyevileşme' demiştim, çünkü bizatihi çoğullaşmanın bir zihni farklılaşmayı ima etmeyeceği açık. Oysa dünyevileşme, dünyevi olanın içinden üretilen bir dindarlık pratiği ve onun getirdiği bir 'de facto' din okuması. Bunun içinde yaşanan bir çoğulculuk sekülerleşmeyi tetikler, çünkü her dindarın kendi dindarlık algısından giderek genelde vaaz edilen dindarlıkla ve dolayısıyla dinle arasına mesafe koymasına yol açar. İkinci olarak Aktay, "Tarih boyunca İslam içinde bir sürü ayrışma olmuş... bu ayrışmaların grupları daha fazla sekülerleştirmiş olduğu veya olacağı söylenemez." diyor. Teorik olarak doğru... Ancak bu ayrışmaların sekülerleştirmeyeceği de söylenemez ve mesele bu dinamiğin nasıl bir dünyayı muhatap aldığıyla yakından ilişkilidir. Üçüncüsü, Aktay'ın dediği üzere çoğul bir tartışma dini daha fazla gündemde tutabilir ve dini söylemin otoritesini daha da fazla pekiştirebilir. Ne var ki bu, yaşanan çoğul tartışmanın çerçevesi ile belirlenecektir. Eğer o çoğulluğun bir kanadında sekülerleşen bir dindarlık varsa, dindarlık düzeyi yükselse bile bu dindarların 'İslamcı' olacakları son derece şüphelidir. Dördüncüsü, Aktay siyasi fırkaların çoğulculuğunun sekülerleşmede bir gerileme, "İslam'ın iktidarında bir artış" ortaya çıkaracağını, "çoğulculaşmanın bizatihi İslamcılık aleyhine sekülerleşme lehine işleyen bir durum" yaratmayacağını söylüyor. Burada İslamcılıkla sekülerleşme acaba niçin karşı karşıyalar? Çünkü çoğulculuk İslamcı siyasi fırkalar bağlamında tanımlanıyor. Oysa çoğulculuk bir kişiselleşme halinde yaşandığında sonuçlar epeyce farklı olacaktır. Ya toplum İslamcı fırkaları anlamlı bulmaz ve kendi çoğul dindarlık yollarını üretirse? Nihayet Aktay benim dindara siyaset yolunu kapadığıma hükmetmiş... Oysa ben dindarın siyaset yolunun sekülerleşme, çoğullaşma ve dünyevileşme dalgası içinde daha da açıldığını ve bunun 'iyi' bir şey olduğunu düşünüyorum. Öte yandan İslamcı siyasetin kendi yolunu tıkadığını ve giderek bunun da 'galiba iyi' bir durum olduğuna kanaat getiriyorum. e.mahcupyan@zaman.com.tr e.mahcupyan@zaman.com.tr 30 Ağustos 2012, Perşembe

Reşat Nuri Erol
30.08.2012
11:56

30 Ağustos 2012, Perşembe İbrahim KİRAS Kapitalist İslam, sosyalist Müslüman İktisat iktisatçıların tekeline bırakılamayacak kadar mühim bir konu. Değerli iktisat profesörü Murat Çizakça’nın arkadaşımız Fadime Özkan’a verdiği ilgi çekici röportajı okuyunca bunu düşündüm. İktisadi konuların izahını iktisatçılara bırakmamalıyız çünkü iktisat toplumsal hayatın temeli. Hatta Marks’a göre toplumsal düzeni oluşturan hukuk, din, siyaset gibi ideolojik üst yapı kurumlarının dayandığı altyapıdır iktisat. Demek ki toplumu anlamaya çalışan bütün disiplinlerin ortak konusu. Tarihçiler için de, sosyologlar için de, siyaset bilimcileri için de bir toplumdaki iktisadi düzenin niteliklerinin anlaşılması toplumsal hayatın bütün boyutlarını anlamak için kilit derecede önem taşıyor. Kabul etmemiz lazım ki İslam bugünün dünyasında sadece bir inanç olarak yaşıyor. İslam dünya görüşünün ürettiği bir uygarlık ve bu uygarlığın kurumları yok ortada. Dolayısıyla Müslümanların yaşadıkları toplumsal çevrede İslami kuralların geçerliği de söz konusu değil. O halde pratik geçerliği olan kurallara sahip yapıların aslında inancımızın gereklerine uygun olduğunu düşünmek bazı zihinlere pratik bir çözüm sağlıyor! Bizim de ister istemez bir parçası olduğumuz dünyadaki mevcut iktisadi işleyiş çerçevesinde iki temel yaklaşım var: Kapitalizm ve sosyalizm. Böyle olunca inandığımız dinin ya kapitalizme ya da sosyalizme yatkınlığından veya benzerliğinden söz etmek durumunda kalıyoruz. Oysa İslam’ın getirdiği özgün dünya görüşünün iktisat alanında da kendine ait bir bakış açısı ve temel prensipleri var. Bu bakımdan İslam bir tür kapitalizmdir demek de, bir tür sosyalizmdir demek de indirgemecilik. Bu noktada kendimize şu soruyu da sormamız lazım: İslam’ı kapitalizmle veya sosyalizmle bağdaşır göstermeye çalışmak, özünde, “üstün” medeniyet karşısında duyulan aşağılık kompleksinin ve özür dilemeci tutumun ifadesi olmasın? Hayata bakışımızı belirleyen temel değerleri “paket halinde” Hıristiyan batı medeniyetinden alacaksak Müslüman olmaya ne gerek var? İslam’ın sadece şekil kısmını uygulayıp buna mukabil getirdiği bütüncül dünya görüşüne boş vermek ne kadar tutarlı? Kuşkusuz İslam’ın kapitalizme cevaz verdiğini ileri sürenlerin -bence- hatası İslam’ın iktisadi hayata hangi esaslarla yaklaştığını bilmemekten değil, kapitalizmi “bardağın dolu tarafına bakarak” değerlendirmekten kaynaklanıyor. Buradaki hata kapitalizmi serbest piyasa ve hür teşebbüs sistemi olarak görmek. “İslam kapitalist bir dindir” benzeri sözler söyleyen arkadaşlarımızın aslında “serbest piyasa” yerine “kapitalizm” demekle hata yaptıklarını daha önce de yazdım: “Çünkü kapitalizmin değerleriyle piyasanın değerleri aynı değildir ve İslam’ın temel değerleriyle uyumlu olan sistem kapitalizm değil, serbest piyasadır... İkisi arasındaki fark en azından Braudel’den bu yana biliniyor. (Mustafa Özel’in kulakları çınlasın!) Weber’in İslam kültüründeki piyasacı özden habersizliği yüzünden teorisinin eksik kaldığını da Ülgener’den bu yana biliyoruz. Ama farkında olmadan da olsa neticede Weber’i haklı çıkaran bazı temel farkların varlığını unutmayalım. Sosyal adaletin temini meselesini, devletin denetleyici rolünü vs. söz konusu etmeyelim; hatta ‘tekel’ konusunu da geçelim, ama hiç değilse modern finansal kapitalizmin olmazsa olmazı olan ‘faiz’ ve hatta ‘káğıt para’ kullanımı İslam’ın ekonomi anlayışına uygun sayılabilir mi? Hayır diyorsak, kapitalizmde ‘hikmet’ aramayı boş verip, ‘biz dünyaya ne verebiliriz’ diye düşünmeye yönelmeliyiz.”

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
01:13

31 Ağustos 2012, Cuma Sibel ERASLAN İslamcı düşünce ve kapitalizmle sınav sibeleraslan@stargazete.com

İslamcılık merkezinde süren tartışmalar “mücahitten müteahhite” özeleştirisinden yola çıktı. Müslümanın para ve mülkle ilişkisi olarak sadeleştirebiliriz bunu.Çıplak anlamda bir servet düşmanlığı değildir bu, paylaşılarak arındırılmış, muharrik, köleliğe sebep olmayacak, onur ve refahın esas alındığı bir ilişkidir bahsolunan. Kuranı Kerim’i okuyan hemen herkesin ana kaideleriyle çıkarabileceği sonuçlardan birisidir: Mülk, Allah’ındır. Eğer evrak üzerinden bir tartışmadan ibaret olsaydı konuşulanlar, bu elbette daha kolaydı. Ama önceki yazılarımda da söz ettiğim İslamcılığın çıkış gailelerinden belki de en önemlisi olan “zaman ve hayat” bağlamı, Kuranı idrak edişin hayati karşılığı konusunda zihin yormamızı icap ettiriyor. Tamam; Mülk Allahındır. Da, biz bu mülke nasıl davranacağız, onunla ilişkimizi nasıl kuracağız? İslam ve Kapitalizm konusunda Prof. Çızakça’yla yapılan söyleşi İslam dinini ve İslam Peygamberi’ni neredeyse kapitalizmin mucidi olarak işaret ediyor. Arkadaşımız İbrahim Kiras’ın bu konudaki acil ve önemli tashihini dün okudunuz, kendisine teşekkür ediyorum. Çızakça’nın “Kapitalizm, Müslümanın yitik malıdır” veya “Sünnetli kapitalizm” gibi kaba saba bir halde karikatürize ettiği bu yorumlar “hariçten gazel” hükmündedir, Kuranı Kerim’in vazettiği hukukun maksat, hakikat ve hikmet gayelerinden kopuktur. Hayatı İslam yaşantısının canlı örneği olan Hz. Peygamber’i hatırladığımızda bile mezkur iddia suya düşer. Bugüne değin Hz. Peygamber’e çok şey isnat edilmişti ama kapitalistti diyen çıkmamıştı. *** Hz. Peygamber evet tüccardı, ama o ve eşi Hz. Hatice, bütün mal varlıklarını hicretten evvelki son üç yıllık ambargo günlerinde ilk müslümanlara infak etmişler, dağıtmışlardı. Hicretten sonraysa yaşam koşulları ambargo günlerinden ileri gitmemiştir. Günlerce yemek pişmeyen bir evin mensuplarıydı onlar. İnsan suresinde anlatılan “ebrar”ın (hakiki iyilik mertebesi) örnekleriydiler. Yani, fazlası veya biriktirdiği olup da ondan verenlerden değil, sevdiklerinden ve kendi yaşamları için gerekli olan zaruri ihtiyaçlarından kısıp verenlerdendi onlar. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir peygamberin vazettiği dinden söz ediyoruz. İyilik veya fazilet değildir sadece sözkonusu olan. Maun suresinde bahsi geçen yetim hakkını korumak ve infak bahsinde de perçinlendiği gibi; vermek, paylaşmak, dayanışmak, yoksullukla mücadele, dinin asli hükümlerindendir.Yani insanların vicdanına veya sosyal sorumluluk hobilerine terkedilmiş bir iyilik konusu değildir sosyal adalet. “Kapitalizmin mucidiydi” diye lanse edilen kişi vefat ettiğinde, zırhı yiyecek karşılığında rehinde tutuluyordu, sevenleri aralarında para toplayıp, zırhından rehini kaldırdılar diye anlatır tarih... Sadece Tekasür Suresi bile yeter İslamın kapitalizmi önermediğine. Çoklukla övünmenin cehennemlik bir iş olduğunu beş kere yeminle söyler sekiz ayetlik bu kısa surede Rab... “Rab” kelimesini bilinçli olarak kullandım. Çünkü İslamcı düşüncenin çağımız düşünürlerinden Mevdudi, “Dört Terim” adlı eserinde, İlah, Rab, Din ve İbadet bahislerini tevhidi bilinç olduğu kadar, hayat ve hareket manivelası olarak da ifade eder. Dini ve ibadeti Allah içinleştirmek diyebiliriz bu hulasaya. Yediğinden içtiğinden başlayarak hayata, insana, doğaya, mülke Kurani sorumlulukla yeniden bakmak. Hiçbir şeyin, hiçbir gücün hegemonyası altında kalmadan kulluğu Allah içinleştirmek. Dolayısıyla bizde iş, sadece kağıt paradan, faiz hadlerinden, borsadan, petrolden ibaret değildir. İktisat ilmi, özü güzel ahlaka dayanmış, güçlünün zayıfı ezdiği değil dayanışmacı, insanları köleleştirici değil hürriyet ve onurla yaşatıcı bir hayat bağlamıdır. “Paranın, dünyanın ve gücün karşısında ne kadar özgürüz” sorusunu sormadan geçiştirilecek bir iktisat kuramı, ismi ister kapitalizm isterse sosyalizm olsun farketmez, İslamın özünü ıskalamıştır.

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
01:17

31 Ağustos 2012, Cuma İbrahim KİRAS İslamî kapitalizm: Dört köşeli üçgen ibrahimkiras@stargazete.com

Her medeniyetin kendine ait değerleri ve bu değerler üzerinde yükselen kurumları vardır. Kurum derken Türk Dil Kurumu gibi kurumlardan değil, inanç başta olmak üzere hukuk, estetik, bilim ve iktisadi hayat gibi bir medeniyetin isterseniz bileşenleri, isterseniz tezahürleri diyebileceğiniz soyut kurumlardan söz ediyoruz. Kapitalizm öncelikle kuzey-batı Avrupa’da neşvünema bulan burjuva medeniyetinin bir ürünü. Burjuva medeniyeti diyorum, evet... Önce pagan, sonra Hıristiyan Roma Medeniyetinin yıkılışından sonra yaklaşık bin yıl süren ve her bakımdan kuraklık dönemi olan Avrupa Ortaçağı’nın sonunda ortaya çıkan yeni bir medeniyetten söz etmek durumundayız. Bu medeniyet burjuva medeniyetidir. Yeni bir dünya görüşü vardır temelinde. Rönesans’la yeşeren, Aydınlanma ile berraklaşan, Kilise’nin otoritesini ve feodal yapıyı tasfiye ederek hümanizm adı altında bireyciliği öne çıkaran bir dünya görüşü... İnsanın tanrıyla, insanın kâinatla, insanın toplumla ve insanın insanla ilişkisinde yeni bir perspektif getiren yeni bir dünya görüşü... Bugünkü batı medeniyeti bu yeni dünya görüşü temelinde şekil ve yön buldu. *** Şu da var ki Avrupa’da Roma medeniyeti zevale yaklaşırken batı Asya’da İslam medeniyetinin ilk ışıkları görünmeye başlamıştı. Asırlar sonra İslam medeniyeti ağacının dalı yaprağı kurumaya başlarken de yine Avrupa’da yeni bir medeniyet (yani yeni bir insan, toplum ve kâinat telakkisine dayanan bir değerler sistemi) ortaya çıktı. Bu da ilginç bir tecelli... *** Burjuvazi bu yeni medeniyetin banisi. Peki burjuvazi ne, burjuva kim? Ortaçağın sonlarına doğru kentlerde yaşayan ticaret ve zenaat erbabı için kullanılmaya başlanan bir adlandırma aslında bu. Roma düzeninin sona ermesinin ardından bin yıllık bir uykuya dalmış olan Avrupa’nın -dış dünyadan gelen etkilerle- önce kuzey-batı bölgesinde başlayan ekonomik canlanma o günün şartlarında bu sınıfın gelişmesini sağlıyor. Feodalitenin çözülüp ticari hayatın canlanmasıyla birlikte aslında yeni bir insan türü ortaya çıkıyor. Yeni bir insan türü, çünkü ortaçağ insanlarında olmayan ihtiyaçları, amaçları, yöntemleri ve bakış açıları var bu insanların. Bu insanlar Kilise’nin ve feodalitenin otoritesiyle birlikte ortaçağın dünya görüşünü de yıkıp yerine bireyin merkezinde yer aldığı yeni bir dünya görüşü, yeni bir medeniyet inşa ettiler. Rönesans da, dinî reformlar da, ulus devlet düzeni de, doğa bilimlerinin gelişimi de, sanayi devrimi de bu sınıfın eseri. Burjuvazinin bina ettiği yeni medeniyetin bir diğer adı da modernite. Şimdi “Kapitalizm mi bu yeni dünya görüşünü meydana getirdi, yoksa bu yeni dünya görüşü mü kapitalizmi?” sorusunun kesin bir cevabını verebilmek zor ama her birinin bir diğeriyle kaim olduğu belli. *** Gelelim “kapitalist İslam” tartışmasına... İslam medeniyeti içinde teşekkül eden bütün kurumlar ve değerler gibi iktisadi değerler de başka bir medeniyete ait kurumlara ve değerlere indirgenemez. İslam itikadı bir çeşit Hıristiyanlıktır diyebilir misiniz mesela? İslam’ın hukuk alanında ürettiği değerler için diyelim ki Roma hukukunun “orijinal, etik, çirkinleşmemiş halidir” denebilir mi? İslam estetiğinin sözgelimi Yunan sanat anlayışından hiçbir farkı yok mudur? Müslüman toplumların yapısı örneğin Avrupa’daki sosyal düzenin aynısı mıdır? Bugün Avrupa burjuva medeniyetinin bütün dünya üzerinde fiili bir egemenlik kurmuş olması ve İslam toplumlarının da ister istemez bu medeniyet dairesinin içinde varlıklarını sürdürüyor durumda olmaları yine de İslam’ın özgün bir dünya görüşü olarak kendine ait birtakım değerlere ve ölçütlere sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı? Bugün dünya üzerinde İslami anlayışa uygun bir iktisat düzeninin mevcut olmayışı İslam’ın iktisadi hayata dair (de) birtakım prensipleri olduğu gerçeğini geçersiz kılar mı?

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
01:22

Ali Ünal AK Parti'ye 2014 ayarı

AK Parti'nin kongresine bir ay var. Kulisler başladı. Başbakan Erdoğan önceki gün son kez bir araya geldiği MKYK üyelerine 'parti yönetiminde kimleri görmek istediklerini' sordu. Parti yapısında 'büyük değişimin' yaşanacağı kesin gibi. Bir kere partiye yeni katılımlar olacak. Numan Kurtulmuş ve arkadaşları AK Parti'ye iltihak edecek. Sıradan bir katılım değil bu. Kurtulmuş yeni yönetimde görev de alacak. Onu başka isimler izleyecek. Demokrat Parti'nin eski başkanı Süleyman Soylu bunlardan biri. Soylu 12 Eylül referandumunda evetlerin yüzde 58'e ulaşmasında pay sahibi olanlardan biriydi. İki kişiyle sınırlı kalacağını sanmıyorum. Başka sürpriz isimler de gündeme gelebilir. Başbakan Erdoğan elini göstermeyen bir lider. O yüzden 2014'ün 'oyun planını' kestirmek güç. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi sadece Erdoğan ve AK Parti değil Türk siyaseti için de dönüm noktası. Bütün hesaplar 'Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması' üzerine yapılıyor. Ya aday olmazsa... Muhalefetin bile 'B planı' yok. Seçim sistemi değişti. Yeni cumhurbaşkanını vekilleri değil bizzat milletin kendisi seçecek. Erdoğan'ın hedefi yüzde 50'nin üzerinde oy alarak ilk turda seçilmek. İkinci turda risk var çünkü. Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması durumunda yerine kimin geleceği Ankara kulislerinin cevabını en çok aradığı soru. Siyasetin mekânlarında isim toto oynayanlara rastlamak mümkün. Cumhurbaşkanı Gül aktif siyasete geri döner mi? Dönmek isterse kimsenin itirazı olmaz. Partinin başına geçer. Başbakan, 2014 için kurguladığı 'oyun planının' ilk bölümünü bir ay sonraki kongrede sahneye koyacak. Ben Kurtulmuş gibi, Soylu gibi isimlerin partiye katılımlarının 2014 senaryosuyla ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Yanlış da anlaşılmasın Erdoğan'ın kendisinden sonrası için 'lider transferi' yaptığı gibi anlamlar yüklemiyorum. Parti vitrini yenilenecek. Yönetime genç ve yeni isimler gelecek. Malum, AK Parti'de 'üç dönem kuralı' var. Üç dönem üst üste milletvekilliği yapanlar mola vermek zorunda. Bu kurala takılacakların sayısı çok fazla. Aralarında parti ve hükümette görev yapmış isimler de var. Bir ara kuralın esneyeceği veya bazı istisnalar getirileceği söylendi. Bu yönde çalışmalar da yapıldı. Ama sonuçsuz kaldı. Erdoğan 'kesinlikle olmaz, aklınızdan bile geçirmeyin' dedi. Üç dönem kuralına takılacakların yerine yenilerin gelmesi sürpriz olmayacak. Bu da yenilenme ve gençleşme demek. Değişim parti yönetimiyle sınırlı kalmaz. Kabineyi de etkiler. Erdoğan ekibini sık değiştiren bir lider değil. Partiye 2014 ayarı yaparken kabineyi bunun dışında tutmasını da beklememek lazım. Kongreden sonra geniş çaplı revizyona gideceğini düşünüyorum. Hükümeti ve partiyi 2014 ve sonrasına taşıyacak yeni kadroları kongre sürecinde belirleyecek. Bir buçuk ay önce Eskişehir'de söylediği şu cümlenin mesajı açık değil mi: "Türkiye'yi nasıl değiştirdik, nasıl dönüştürdüysek parti teşkilatımızın da hücre yenilenmelerini yapacağız." İsimlendirmeden anlatmak zor, biliyorum. Ben sadece kongrenin anlamını ve genel çerçeveyi çizmek istedim. Hiç şüphesiz gelecek ve gideceklere ilişkin isimler vermek yazıyı daha ilgi çekici ve heyecanlı kılabilir. Bu konuda, bilgiye dayanmasa bile el yordamıyla doğru tahminler de yapılabilir. Bugün sadece bir ay sonraki AK Parti kongresine dikkat çekmekle yetineceğim. Başbakan Erdoğan 2014'ün ilk adımını kongrede atacak... m.unal@zaman.com.tr ali.unal@zaman.com.tr 31 Ağustos 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
08:37

önemli bir "İSLAMCILIK" yazısı...

***

Yusuf Kaplan ykaplan@yenisafak.com.tr

31 Ağustos 2012 Cuma

İslâm'ı bertaraf etmenin yolu, İslâmcılığı bertaraf etmek (2)

Soru şu: Müslüman toplumların, hem İslâm'la, hem dünya'yla, hem de Batı'yla kurdukları ilişkiler nasıl bir nitelik arzediyor acaba? Kısaca söylemek gerekirse, son derece çarpık, 'sahte' ve sığ bir nitelik arzediyor, maalesef. Sadece İslâm'la değil, dünyayla ve (modernliğin meydan okumasından itibaren üç asırdır dünyaya yön veren) Batı'yla kurdukları ilişkiler, Müslüman toplumların, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da 'neyse o olarak' anlamaktan son derece uzak, etken değil edilgen, 'özneleştirici' değil nesneleştirici, hayatın ve tarihin akışına müdahale edilmesini imkânsızlaştırıcı problemli ilişkilerdir. Müslüman toplumlar, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da, neyse o olarak kavrayamadıkları sürece, kendi kaderlerini kendi ellerine alamayacaklarını da, tarihin akışının şekillendirilmesinde yeniden belirleyici roller oynayamayacaklarını da, insanlığın varoluş macera'sına müslümanca katkılarda bulunamayacaklarını da, -bu yüzden mecrâ'larını yitirdiklerini de- ne yazık ki fark edebilmiş değiller hâlâ. * * * İşte İslâmcılığın önemi, âciliyeti ve hayatiyeti, tam da bu noktada karşımıza çıkıyor. İslâmcılık, bize, Müslüman toplumların öncelikle İslâm'la kurdukları ilişkilerin, İslâm üzerinden, İslâmî idrak, hayat ve hakikat tasavvuru ve kaynakları üzerinden değil, dünyada hâkim kılınan tek algılama, düşünme, yaşama ve varoluş biçimi olan seküler Batılı zihin kalıpları ve anlam haritaları üzerinden kurulduğunu hatırlatıyor. Başka bir ifadeyle, İslâm'la kurulan ilişkilerin doğrudan olmadığı için doğurgan olamadığını, dolaylı ve arızî olduğu -seküler Batılı algılama biçimleri üzerinden kurulduğu- için sürekli arıza ürettiğini hatırlatıyor... * * * Burada asıl can alıcı noktalardan biri şu: İslâmcılık, sadece İslâm'la değil, dünyayla ve Batı'yla kurulan ilişkilerin de çarpık olduğunu, dünyayı ve Batı'yı 'neyse o olarak' anlamayı da zorlaştıran bir algı kırılması, zihin körleşmesi ve yön yitimi yaşandığını da hatırlatan en güçlü küresel bakış açılarından biri. İslâmcılığın dışındaki hiçbir söylem, İslâm'ı da, dünyayı da, Batı'yı da çarpıtmadan, neyse o olarak idrak etmeyi mümkün kılabilecek bir dil, bir 'yer', bir perspektif sunmuyor bize. Sunmuyor ve sunamaz da. Çünkü İslâmcılığın dışındaki bütün mevcut söylemler -liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk vesaire- zaten hâkim seküler Batı uygarlığının ürünü olan söylemler. * * * İşte tam bu noktada, yalnızca İslâmcılık, üçüncü bir alan sunabiliyor bize (Burada 'üçüncü bir alternatif' sığlığından filan sözetmediğimi -nedense?- hatırlatma ihtiyacı hissediyorum). Peki, nedir üçüncü alan? Herkesin, bütün inanç ve düşünce sahiplerinin, neyse o olarak 'görülmesini' mümkün kılan varoluşsal alandır: Hem varedici, hem de herkesin kendince varoluş yolculuğunu tetikleyici bir düzlem. * * * Birinci alan, içinde yaşadığımız -ya da sürüklendiğimiz ama idrak kapılarımız kapandığı için sürüklendiğimizi bile göremediğimiz- dünyadır: İçinde yaşadığımız dünya, varoluşuna bizim hiçbir katkımızın olmadığı, yalnızca Batılı seküler-kapitalist hegemonya tarafından tanımlanan, belirlenen, içeriklendirilen ve biçimlendirilen bir dünya... İkinci alan, İslâm'ın kendisidir. Bir İslâm dünyasının varlığından iyi-kötü sözediyor olsak da, bu dünyanın 'İslâm'ın dünyası', İslâm'ın her bakımdan varolduğu ve varettiği, yaşadığı ve yaşattığı bir dünya olduğunu maalesef söyleyebilecek durumda değiliz, iki asırdır yaşadığımız, tarihimizdeki ilk fetret döneminden, ikinci büyük medeniyet buhranından bu yana. * * * İşte üçüncü alan, İslâmcılığın açtığı (Foucault'nun deyişiyle, 'paradigma dışı') taze bir koridor, yepyeni bir düzlem, kanatlandırıcı bir yer ve perspektiftir. Üçüncü alan olarak İslâmcılık, öncelikle, İslâm'ın olmaktan çoktan çıkan İslâm dünyasını, yeniden 'İslâm'ın dünyası' hâline getirebilecek zihin ve ufuk açıcı bir idrak ve hayat, hakikat ve varoluş alanı sunuyor bize. Batı-merkezciliği deşifre etmeyi başaran, 'paradigma dışı' bir yer ve dil sunduğu için de, yalnızca Müslümanların değil, bütün dünyanın çocuklarının 'dünyalarının, hayatlarının, tasavvurlarının' kendi dünyaları, kendi hayatları ve kendi tasavvurları olmasını mümkün kılacak öz-ü-gürleştirici yegâne 'yer' ve 'dil' bu. * * * Peki, seküler Batılı paradigmanın dışında bir yer'in ve dil'in varlığı, ne demektir küresel sistem için, hiç düşündünüz mü? Elbette ki, insanı ve hayatı, Tanrı fikrini ve hakikati bitiren, hükümranlığını artık ayartıcı, estetize yöntemlerle idame ettirmeye çalışan, haksız, zorba, seküler-kapitalist Batı uygarlığının büyük bir sarsıntı geçirmesi demektir. İslâmcılığın, çeyrek asırdan bu yana hedef tahtasına yatırılmasının nedeni, -kaçınılmaz olarak seküler-kapitalist küresel sistemin sonunu haber verecek- İslâm'ın İslâmcılık üzerinden kendi dünyasına kavuşma yolculuğunu, baştan bertaraf etmek amacıyla şeytanlaştırılmasıdır; sadece İslâm dünyasında değil, bütün dünyanın gözünde...

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
08:44

Hayrettin Karaman hkaraman@yenisafak.com.tr

31 Ağustos 2012 Cuma

Bu İsrail'in hakkından kim nasıl gelecek?

Yahudi milleti değil, Siyonist İsrail ve siyonistler için 'Allah haklarından gelsin' bedduasında bulunuyorum. Çünkü bunlar dünyanın başına beladırlar. Batılılar bunlardan yaka silkmiş, Madagaskar adası gibi bazı yerlerde tecrid edilmelerini bile düşünmüşler, ama sonunda -Osmanlı'nın hakkından gelince- boşluktan istifade ederek Filistin topraklarına yerleştirmişler. Müslümanlar, farklı din mensupları ile bir arada insanca yaşamaya alışıktırlar ve asırlar boyunca hakim oldukları zaman ve mekanlarda gayr-i müslimlere, bütün temel insan haklarını tanıyarak birlikte yaşamışlardır. Yahudiler, Katolik İspanya'nın katliamından kaçınca onlara kucak açanların başında Osmanlı'nın geldiğini herkes biliyor. Gel gör ki, siyonistlerin hedefi, haksız ve hukuksuz olarak yerleştikleri, gasp ettikleri, durmadan sınırlarını genişlettikleri Filistin topraklarında Müslümanlar ve Hristiyanlarla -hak, hukuk, edep, dayanışma çerçevesinde- birlikte yaşamak değil, Nil'den Fırat'a kadar yayılan ve başkenti Kudüs olan büyük İsrail devletini kurmak ve başta Sahra ve Aksa meccidleri olmak üzere İslam mabetlerini yıkmak, Aksa'nın yerine Süleyman mabedini yeniden inşa etmektir. Bu niyetlerini gizlemiyor, gelip giden turistlerin ziyaret ettikleri yerlerde asılı levhalarda, maketlerde açıkça ilan ediyorlar. Siyonist İsrail'in şimdiye kadar yaptıkları yanında hafif kalsa da Müslümanları rencide edecek olan son marifetleri, müzeye çevirdikleri bir caminin bahçesinde şarap festivali yapmaya kalkışmalarıdır. İsrail'in Beerşeva kentindeki Beerşeva Camii, dönemin Kudüs mutasarrıfı Abdülkerim Bey tarafından 1906 yılında yaptırılmış. Osmanlı buraları kaybedince cami müzeye çevrilmiş. Koca ülkede başka bir yer yokmuş gibi bir eski camiin bajhçesinde şarap festivali yapılması, her bahane ile Müslümanları döven ve öldüren siyonistlerin yeni bir tahriki olsa gerek. İsrail ABD'ye, ABD de Ortadoğu'da en güvenilir partner olarak İsrail'e dayanıyor. İsrail'i mağlup etmek, ABD'yi mağlup etmek demektir; bunun da -imkansız değil, ama zor olduğu ortada. Filistin vaktiyle Rusya'nın desteğine dayandı, ama bundan da bir şey çıkmadı. Kur'an-ı Kerim onlarca ayette 'kâfirlere bel bağlamanın hüsran ile sonuçlanacağını' söylüyor, Müslümanları birlik, kardeşlik ve dayanışmaya davet ediyor. Bugün parçalanmış İslam dünyasını bir bütün olarak ele aldığımızda 'politikadan savaşa kadar' her alanda önemli bir güç teşkil edecek insan, mal, bilgi ve teknoloji birikimine sahip olduğumuz apaçık ortada. Ümmete ait olan değerlere Batı'nın ne kadar muhtaç olduğu da görülüyor. Bu güç, kendi çıkarlarını korumaktan aciz olsun ve küçücük İsral ve benzerleri, tamamına kafa tutabilsin diye İslam dünyasının parçalanması hem sağlanmış hem de destekleniyor. Kendimize gelmedikçe, birlik ve dayanışmaya dönmedikçe, İslam barışını Müslüman gücüyle sağlamadıkça daha pek çok camimizde şarap festivali yapabilirler. Onlara değl, kendimize kızalım, kendimizi ayıplayalım!

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
09:02

AK Parti 8 puan düşüşte…

Bu çok mu şaşırtıcı bir sonuç sizce? 30.08.2012 - 20:59

E-Posta: saltan@gazetevatan.com Sanem Altan

Yıllar önce bütün dünyayı etkileyen bir moda yayılmıştı… ‘Nasıl olsa üçüncü dünya savaşı çıkacak ve hepimiz öleceğiz’ diyen gençler yarını unutup bugünü yaşamaya karar vermişlerdi… Kendilerine de ‘çiçek çocuk’ adını takmışlardı… Ve ‘yarının önemi yoktur, önemli olan bugündür’ inancıyla işe güce boş vermişlerdi… Uyuşturucu kullanmayı hızlandırmışlar. Hayata aldırmaz döküntü kılıklarıyla her yanı kaplamışlardı. Sonra bir sürpriz oldu… Üçüncü dünya savaşı çıkmadı. Sevdiğim bir söz var; Yarını tehlikeye atacak eğlencelerden uzak durmalısın… Çünkü gelmeyecek sandığın yarın gelebilir. Savaş çıkmayınca gençliklerini avare geçiren bu çiçek çocuklar da ortalıkta kalakaldılar… Hiç düşünmedikleri ve gelmeyecek sandıkları yarın birdenbire gelivermişti. Yarına hazırlıksız yakalanan gençler de bir hayatı ‘bugün’ için yakmış oldular. Birçoğu gençliklerindeki eğlenceyi, yaşlılıklarındaki sıkıntılarla ödediler. *** Bizim politika dünyamız da ‘yarını boşver, gününü yaşa’ diyen çiçek çocuklarla dolu. Dün Andy-Ar’ın yaptığı son araştırmayı okudum… Halkın 60.4’ü yeni bir siyasi parti ve yeni bir lidere ihtiyaç olduğunu düşünüyormuş. Çok mu şaşırtıcı bu sonuç? Bence değil. Yarın olmayacak zanneden bir hükümetin kaçınılmaz akıbeti. Bizim çiçek çocukların lideri başbakan nedense geleceğin hep onun düşündüğü gibi geleceğini sanmasının sonuçlarını yaşıyor… Tıpkı avare bir genç gibi kendi tercihlerine, hayatın bir cevabının olmayacağını zannediyor. *** Araştırmaya göre AK Parti sekiz puanlık bir oy kaybı yaşıyormuş. CHP de düşüş yaşarken MHP ve BDP yükselişteymiş. Siyasal Gündem Ağustos 2012 araştırmasının sonuçları bunlar… Son genel seçimlerde ve 12 Eylül referandumu öncesinde yaptığı araştırmalar gerçeğe en yakın olan araştırma şirketinden bahsediyoruz… Çiçek çocuklar gibi biz de istersek bu araştırmaya güvenmeyebiliriz ama ya doğruysa sonuçlar… 21 ilde 3 bin 251 denekle yapılmış bu araştırma… AK Parti sekiz ayda yüzde 54,2’den yüzde 46,7’ye gerilemiş… CHP yüzde 21.9’dan 19.5’e… MHP yüzde 13.3’ten 16.1’e… BDP ise 7,6’dan 8.0’e çıkmış. *** Sanırım Suriye konusunda “geleceğin kendi hayal ettikleri gibi olacağına” duydukları güvenle yaptıkları hatalar ve bunların sonuçları toplumda bir “liderlik” eksikliği olarak değerlendirildi. Suriye krizinin iyi yönetilmediğine dair neredeyse ortak bir algı oluştu. Kürt sorununda “milliyetçiliğe” büyük ağırlık vermek ise “milliyetçilik” kalesinin asıl sahiplerine yaradı. Yaratılan öfke, Türk ve Kürt milliyetçilerinin oylarını artırdı. Gelecekte olacakları öngörememenin ilk ciddi bedelini ödüyor AKP. Hayallerini gerçek sanmaktan vazgeçmezlerse herhalde ödeyecekleri bedel daha da artacak. Ama bence asıl tehlikeli olan, onların öngörüsüzlüğünün bedelini bütün toplumun da ödemek zorunda kalma ihtimali. Umarım AKP toplumun mesajını alır. Gelecek gelmeyecekmiş gibi davranan çiçek çocuklarına özenmekten vazgeçer.

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
09:07

Levent Gültekin

Ahmet Altan'ın bu görüşü ne kadar doğru?

Levent Gültekinacikcenk@gmail.com

Geçtiğimiz günlerde Ahmet Altan bir yazısında “köşe yazarlığının çok kolay bir meslek olduğunu” ileri sürdü. Köşe yazarlığı gerçekten de Ahmet Altan’ın dediği kadar çok kolay mı? Veyahut derdini, düşüncelerini yazıya dökmekte zorlanmayan herkesin rahatça yapabileceği bir meslek mi? Eğer meseleye salt düşünceleri bir kağıda dökme olarak bakarsak bu soruya “evet” cevabını verebiliriz. Çünkü günümüzde herhangi bir konuda herhangi biri internet üzerinde yapacağı küçük bir araştırma sonunda esaslı bir yazı çıkarabilir. Günceli yorumlayan yazılar için zaten bir araştırmaya, bilgiye de gerek yok. Fakat mesele sadece yazmak mıdır? Köşe yazarlığı demek kelimeleri güzel şekilde yan yana dizip herkesin “vay be” diyeceği cümleler ortaya çıkarmak mıdır? Yazıyı yazınca, köşe yazarının sorumluluğu da bitiyor mu? Eskiden köşe yazarları aynı zamanda birer kanaat önderiydiler. Hatırlıyorsunuz değil mi? İnsanlar köşe yazarlarını okuyarak kendilerine bir istikamet, bir düşünce sistematiği belirliyorlardı. Son dönemde kanaat önderliği niteliği taşıyan bir köşe yazarlığı kaldı mı Türkiye’de? Köşe yazarlığının içinden ‘kanaat önderliği’ni çekip aldığınızda geriye kahvehane muhabbetinden başka ne kalıyor ki? Bence mesele burada. Köşe yazarlığının zor veya kolay olması insanlara istikamet vermesiyle bir anlam kazanıyor. Yoksa birkaç cümleyi alt alta sıralamak iş değil. Kabul etmek gerekir ki köşe yazarları artık bir kanaat önderi olarak kabul edilmiyor. Çünkü artık 'herkes her şeyi' biliyor. Okurların da görüşlerini değiştirmeye niyeti yok. Hal böyle olunca da herkes kendi inandığı doğruları onaylayan, meselelere kendi baktığı pencereden bakan köşe yazarlarını okuyor. Yeni bir yön bulmak, bir mesele hakkında ufuk açıcı sözler duymak, o meselenin farklı bir boyutunu öğrenmek için köşe yazısı okuyan neredeyse yok denecek kadar az. Okuduğu yazılarda kendi düşüncelerini, kendi doğrularını bulmak insanlara yetiyor. Böyle olduğu için mesela AK Parti’yi övdüğü dönemlerde bütün AK Partililerin gözdesi, AK Parti muhaliflerinin hedefi olan Ahmet Altan; bugün AK Parti’nin politikalarını eleştirdiği için bütün AK Partililerin öfkesini, AK Parti muhaliflerinin de takdirini topluyor. Bu durum sadece Ahmet Altan için geçerli değil. Bütün yazarlar benzer bir açmaz içerisinde. Mesela Yılmaz Özdil çok okunan bir yazar öyle değil mi? Yılmaz Özdil’i kimlerin okuduğunu hepimiz az çok tahmin edebiliyoruz. Yılmaz Özdil’i okuyanlar o yazılarda kendi doğrularını bulduğu için ve o doğruları en şık şekliyle Özdil’in dile getirdiğini düşündüğü için büyük bir heyecanla okuyorlar. Bir düşünün bakalım etrafınızda “Yılmaz Özdil şu meselede haklı” diyen bir AK Parti’li görüyor musunuz? Bu listeye bugün köşe yazarlığı yapan birçok kişiyi dahil edebiliriz. Mesela Mehmet Barlas’ın, Engin Ardıç’ın Fehmi Koru’nun, Ahmet Hakan’ın, Bekir Coşkun’unun, Ali Bulaç’ın, Ahmet Taşgetiren’in, Hasan Cemal’in, Hüseyin Gülerce’nin, Cengiz Çandar’ın, bir kanaat önderliği yaptığını söyleyebilir miyiz? Sizce bu yazarları okuyanlar bir kanaat edinmek için mi yoksa kendi kanaatlerini onaylatmak için mi okuyorlar? Toplum giderek daha çok kamplaşıyor. Giderek ‘karşı’ tarafın dertlerine, sorunlarına, düşüncelerine daha da ilgisiz hale geliyor. Kendi doğrularını herkesin duyması, okuması için büyük bir çaba sarfediyor. Bunu sosyal medyada da rahatça görebiliyoruz. Her düşünceden insan kendi doğrusunu bulduğu yazarın yazısını takipçileri ile paylaşıyor. Peki bu niçin böyle? Niçin köşe yazarlığı kanaat önderliği gibi önemli bir misyondan uzaklaşıp, kanaat tasdik eden bir pozisyona geriledi? Üstelik düştüğü durumdan şikayetçi görünen köşe yazarı da neredeyse yok. Sanırım köşe yazarları ahlaki hassasiyeti, dürüstlüğü, cesareti, aydın sorumluluğunu köşelerini korumak için feda ettiler. Sanki köşe yazarları da yazılarını sadece o okurlar için yazıyorlar. Onların da derdi insanların düşüncelerinde az da olsa bir değişiklik yapmak değil, mevcut okurlarının doğrularını onaylamak. Tabloya buradan baktığınızda Türkiye’de gerçek bir köşe yazarlığı yapılıyor diyebilir miyiz? Köşe yazarlığı zor olduğu için, sağlam bir ahlaki yeterliliğe, cesarete ve bağımsızlığa ihtiyaç duyduğu için öldü. Bugün yapılan köşe yazarlığı değil, kahvehane muhabbeti. Ahmet Altan’ın “Kolay” dediği köşe yazarlığı değil, gazetecilerin müdavimi olduğu kahvehanede laf yarıştırmaktır. O kahvehaneye girmek için çok okumaya, çok bilmeye gerek yok. Ağzın birazcık laf yapsın yeter.

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
09:20

NAZLI ILICAK

AK Parti geriliyor mu?

Andy-Ar'ın Ağustos 2012 gündem araştırmasına göre, AK Parti'nin oyları geriliyor. Tabii gene en büyük parti, AK Parti ve CHP'ye göre açık ara önde. Ama seçimlerden hemen sonra, Temmuz 2011'de % 54, Kasım 2011'de % 55'e kadar yükselen oranlar, Nisan 2012'de % 49.6'ya düşmüştü; ağustosu kapsayan son araştırmada % 46.7. Buna mukabil, CHP'de de ilerleme göze çarpmıyor. Andy-Ar, sonuçları kararsızlar dağıtıldıktan sonra veriyor ama, % 6'lık "hiçbir partiyi desteklemediğini" belirten bir protesto oyu var. Seçimlerden sonra yükselen tek parti MHP. Temmuz 2011 % 13.3 iken, MHP'nin oy oranı ağustos araştırmasında % 16. Bence, PKK terörü ve Suriye politikası AK Parti'ye oy kaybettirdi. Andy-Ar sormuş: - Hükümetin Suriye konusunda attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz? % 18 Olumlu, % 67 Olumsuz (% 14.6 Fikrim Yok) V atandaşlarımızın pek çoğu, Suriye'deki iç savaşın Türkiye'ye yansıyan sonuçlarından kaygılı. Barışsever bir halkız ve savaşın eşiğine gelindiği endişesini yaşıyoruz. Ayrıca, PKK terörünün yaygınlaşmasının temelinde de, Suriye ve İran ilişkilerinin bozulması görülüyor. Bir başka ilginç sonuç, yeni bir partiye duyulan ihtiyaç: - Yeni bir siyasi lider ve partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz? Evet % 60.4, Hayır % 28.9. Bu netice üzerinde Tayyip Erdoğan'dan ziyade, Kemal Kılıçdaroğlu düşünmeli. AK Parti ve lideri % 50'ye yakın bir desteğe sahip olduğuna göre, yeni bir parti ihtiyacını seslendirenler, muhtemelen muhalefeti yetersiz görenler.

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
09:22

Hüseyin Gülerce Ergenekon ve ordumuz... Dün 30 Ağustos 1922 Dumlupınar zaferinin 90. yılını kutladık. Yakın tarihimizle ilgili tartışmalar bir yana, bu zafer aziz milletimize bir diriliş, yeniden ayağa kalkma fırsatı verdiği, işte 90 yıl sonra bölgesinde yıldızı parlayan bir ülke olmanın kapılarını açtığı için büyük değer taşıyor. Bu zaferin mimarlarını, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, kahraman ordumuzun ebediyete göç etmiş vatansever bütün mensuplarını şükranla yâd ediyoruz. Evet, bugün askerî vesayet rejiminden demokratikleşmeye doğru büyük bir değişim yaşıyoruz. Bir sorgulama, yüzleşme döneminden geçiyoruz. Ancak dikkat etmemiz gereken çok önemli bir husus var. Kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu kurumun içinde cuntacılık mayalamış, bir dönem "sol devrimi" ordumuza ihale etmeye kalkmış olanları ayırt etmek lazım. Ordu bizim ordumuzdur. Bulunduğu coğrafyada, tarihî ve milli müktesebatıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin caydırıcılık vasfının yüksek bir güce ulaşması, geleceğimiz adına hayatidir. Güçlü demokrasisi, güçlü ekonomisi, iç bütünlüğünü sağlamış, barış içinde kalkınan güçlü Türkiye'nin güçlü ordusu; dostlara güven, hasımlara da "ne yapacaksan bir defa daha düşün" ihtarını yapar. Onun için vesayetten demokrasiye geçiş tartışmalarında, kurum olarak TSK ile onun bünyesinde bir ur gibi zaaf oluşturan cuntacılığı karıştırmamak gerekir. Tarihin ikazlarını da hatırlamalıyız. Osmanlı'da uzun dönem Yeniçeri'nin birtakım azgınlıkları olmuştur. Kendi hükümdarlarını işkence ile öldürmüşler, zehirlemişler, Yavuz Sultan'ın çadırına ok atılmış... Taht kavgalarında en büyük rolü üstlenmişler. Ama aynı Yeniçeri, Belgrat'ta savaşmış, Viyana'da savaşmış... "Dört asır, beş asır milletin namusunu, şerefini, haysiyetini, toprağını, istiklâlini; başındaki komutanlarıyla korumuş..." Tarihteki olayları, o günün kahramanlarını ve aktörlerini yargılarken, insaf ve objektiflik elden bırakılmamalıdır. Bugünün mantalitesiyle, dünün şartlarını, imkânlarını, algılarını, tertiplerini dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler yanlış olur. Bir de bunlara önyargıları, öfkeleri eklerseniz, sadece at gözlüğü takmış olursunuz. Ergenekon davasıyla özdeşleşen yargılama sürecine de bu hassasiyetle bakılmalıdır. Kabul etmeliyiz ki bu konuda pek çok hata yapıldı, üslup kaymaları oldu. Makul insanlara şimdi düşen bir sorumluluk var. Yeni bir değerlendirme yapmalıyız. Şahıslara takılmadan, hissiyata kapılmadan ayarları kontrol etmeliyiz. Evvela yargı nihai kararını verinceye kadar kimse "yargısız infaz" insafsızlığına sapmamalıdır. Yaşanan hukuki bir süreç var. Kesin hükümlerden kaçınmalıyız. Her defasında, "iddiaya göre, iddia edildiğine göre" kaydı düşülmelidir. Eldeki delillere, belgelere, ifadelere göre o darbe teşebbüslerinde bulunduğu iddia edilen şahıslar, güçlü oldukları dönemlerde kendilerinden olmayanlar için fişlemeler, ihraçlar, düşmanlıklar, yargısız infazlar yapsalar bile, üslubunu namus bilenler onlara benzememelidir. "Ergenekoncular"a bakıp, cuntacılara bakıp, geçmişte bakan, başbakan asan darbecilere bakıp, bütünüyle Türk Silahlı Kuvvetleri'ni karalayamayız, zan altında bırakamayız. Biz millet olarak bu müesseseye "Peygamber Ocağı" demişiz. Bir yönüyle tarihimiz onun omuzlarında bayraklaşmış. Yanlış yapan kadrolara, kendi milletinin değerlerine itibar etmemiş adamlara bakıp bu ocağı bütün bütün karalamak kendi ayağımıza kurşun sıkmak olur. Bugün toplumun makul çoğunluğunun arzusu şudur: Böylesine hayati bir müessese milletin değerlerine, sevgisine layık olmalıdır. Çağımızda ülkeleri güçlendiren evrensel insani değerler üzerinde yükselen, eşit vatandaşlık, genişletilmiş özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ile taçlanmış bir demokrasidir. Güçlü ordu, güçlü demokrasiyle, huzur ve refah içinde kalkınan bir toplumun askerleriyle olur. Asıl gaye; ordusunu seven bir halk, halkına saygı duyan bir silahlı kuvvetlerdir... h.gulerce@zaman.com.tr h.gulerce@zaman.com.tr 31 Ağustos 2012, Cuma

Reşat Nuri Erol
31.08.2012
09:30

Ahmet TAKAN

ahmethtakan@gmail.com Çiçek’in AKP’deki misyonu bitti mi? Koray Aydın, 'İktidar için' sloganını belirledi;

'Yönetimde Değişim, Fikirde Öze Dönüş'

MHP’de demokrasi şöleni, yarın saat 13.00’te, Ankara Türk Ocağı caddesinde bulunan Anadolu Gösteri Merkezi’nde, Trabzon Milletvekili Koray Aydın’ın 4 Kasım’da yapılacak kurultayda genel başkanlığa aday olduğunu açıklaması ile büyük bir coşku içinde başlayacak. Koray Aydın ve ekibi yarınki programın tüm detaylarını titizlikle tekrar ve tekrar gözden geçirdi. Tüm Türkiye’den toplantıya büyük bir katılım talebi geldiği için hazırlıklar ona göre yapıldı. Yarınki adaylık açıklaması için Ankara’ya çeşitli illerden 150’den fazla otobüs ve 2 bini aşkın özel araba ile Ülkücülerin gelmesi bekleniyor. Toplantıya çok sayıda delegenin yanı sıra MHP’li il, ilçe başkanları, belediye başkanları, diğer teşkilat yöneticileri ve yan kuruluşların temsilcileri de katılacak. Burada çok dikkat çeken bir husus; Van, Ardahan, Bitlis, Muş, Bingöl, Urfa gibi Doğu ve Güneydoğu illerinden oldukça kalabalık bir katılım olacağı bilgisinin Ankara’ya ulaşması. Adaylık açıklaması ve bundan sonrası için yapılan takım çalışmasına baktığımda Koray Aydın’ın yarınki konuşmasında açıklayacağı ve değineceği bir çok hususun, yalnızca MHP camiasında değil tüm siyasi cenahta bomba etkisi yaratacağı görüşündeyim. Koray Aydın konuşmasında, iktidar vurgusunu öne çıkaracak. MHP’nin temel fikirlerine bağlı kalarak önemli projelerini sıralayacak, yönetim, siyaset tarzı ve tüzük ile ilgili önerilerini anlatacak. Belirlenen bazı sloganlar ise şöyle; “Yönetimde değişim, fikirde öze dönüş”. “Ülküde birlik, Ülkede birlik”. “Milletin partisi siyasetin merkezi”. “Umut var, hareket var, bereket var”. “Gelenekten geliyoruz geleceği seçiyoruz”. “Şimdi hareket zamanı, şimdi iktidar zamanı”. Koray Aydın’a konuşmasının flaşını sordum, “Birlik beraberlik duygusu içinde neler yapacağımı anlatacağım. Gelin, izleyin, görün” dedi. ***

Çiçek’in AKP’deki misyonu bitti mi? TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in “teröre karşı ulusal mutabakat” metni Tayyip Erdoğan’ın gardını bozmaya yetti. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de de bu çıkış sıkıntı yarattı ama şu anda kulak hastalığı(?), (!) gündemde olduğu için hastaneden pek ses gelmiyor.Yalnızca tarafındaki gazeteciler inceden dokunduruyorlar. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere üst düzey AKP’lilerin tam kadro saldırdıkları Cemil Çiçek hakkında önce bazı hatırlatma notları sunalım. Cemil Çiçek, Refah Partisi’nin kapatılması ardından kurulan Fazilet Partisi’ne katıldı ve orada da milletvekilliği yaptı. Çiçek, AKP’nin de kurucular kadrosundaydı. O zamanlar, “AKP vitrininde neden çok ANAP kökenli isim olduğunu” sorduğumda Abdullah Gül’ün ağzından çok ilginç değerlendirmeler dinlemiştim. Gül, tek tek isimleri sıralayarak onların özelliklerini ve kendilerinden nasıl istifade edileceğini (bunlar mahrem konuşmalar değil. Zaten ileriki satırlarda da değineceğim hususlar AKP’nin kilit noktalarında konuşuluyordu-aht-) sıralamıştı. Abdullah Gül, Cemil Çiçek için de, “Devleti çok iyi tanıyor. Genelkurmayla ...........’larla arası ve ilişkileri çok iyi.” demişti. Gül, devlette bazı hassas noktalarda ilişkileri milli görüşten gelen kadrolara bırakamayacaklarını belirtip kapatılan partilerindeki örnekleri sıralamıştı. Cemil Çiçek’i kimlerle görüştürdüklerini ve elde edilen “olumlu” sonuçlar hakkında da kısa kısa değerlendirmeleri Gül’ün ağzından dinlemiştim. Yani; AKP ve lider kadroları o zamanlar “köprüyü geçene kadar ayıya dayı” deme anlayışı içinde bazı isimlere ihtiyaç duymuştu. O günlerden bu günlere geçelim.. Her ne kadar “siyasi hayatımda dolmuşa binmem” dese de Cemil Çiçek’in gönlünden Çankaya Köşkü geçtiği konusu uzun süredir Ankara’da konuşuluyor. Bu yeni bir hadise değil. Cemil Çiçek ile Tayyip Erdoğan arasındaki gizli çekişmenin en somut noktası ise yeni anayasa çalışmalarının başlangıcıdır. Tayyip Erdoğan, kendi anayasa metni cebinde olduğu için TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun göstermelik olmasını istedi fakat Cemil Çiçek öyle yapmadı ve işe tüm gövdesi ile yüklendi. Cemil Çiçek ile Pazartesi günü yaptığımız kahvaltılı toplantıda ağzından ilk kez “Komisyon yavaş çalışıyor. Hızlanmamız lazım” sözlerini duyunca hayret ettim. Çünkü basına açık hiç bir toplantıda Meclis Başkanı çalışmalara o güne kadar toz konduracak en ufak bir imada bile bulunmamıştı. Nedeni konusunda ufak bir araştırma yaptım. CHP’li ve MHP’li kaynaklar AKP’li üyelerin işi nasıl ağırdan aldığını anlattı. CHP’liler, “AKP’liler komisyonda uzun konuşup bir şey söylemiyorlar” dedi. Bir MHP’li, “Türklük ve bunun gibi çok tartışmalı konularda bize geliyorlar, ‘çok iyi yapıyorsunuz devam edin arkanızdayız’ diyorlar komisyona gelince sus pus oturuyorlar” dedi. Çiçek, “yavaşlama” uyarısını son toplantılarda çok sık yapmış. Anlayacağınız!.. “Muhtıra” krizi daha çok su kaldıracak.

Reşat Nuri Erol
01.09.2012
08:20

Ali Bulaç Modernliğin ötesi

1998'de İngiliz The Guardian'ın "çağın olağanüstü düşünürü", Amerikan The Wall Street Journual'ın "Siber-uzayın ilk büyük filozofu" ilan ettiği Manuel Castelles, referanslarını İslam'dan alan İslamcı akımların bizi "geçmişe dönük bir projeye çağırmadıklarını, aksine hiper-modern, modernlik-üstü bir dünyaya işaret ettiklerini" söylüyordu. Bu sözleri bir 'durum tespiti' olarak anlamalıyız. İslamcılığın 19. yüzyılda "modern bir durumda ve modernliğe bir cevap olarak" doğduğu yönünde genel bir kabule sahip isek "modernlik, post-modernizm ve hiper-modern durum" söz konusu oldukça İslamcılık da var olacaktır, zira doğası bunu gerektirir. Ve eğer hiper-modern duruma cevap verilecekse bu cevap sadece İslamcılardan gelir. Bunun Müslümanlığın kendine "bir öteki inşa" edip tepkisellik ve karşıtlık şeklinde tanımlaması yanlıştır. Esasında "tepkisellik ve karşıtlık" argümanı da çok anlamlı değildir. Zira tevhid inancını, adaleti ve yüksek ahlakî hayatı tebliğ eden bütün peygamberler şirke, zulme ve ahlakî yozlaşmaya tepki göstermiş, "Hakk"ın tesisi durumunda "batıl"ın ortadan kalkacağını bildirmişlerdir. Modern dünyanın saldırısı sadece eşitsizliklere, adaletsizliklere; kitlesel yoksullaşmaya ve çatışmalara; maddî tabiatın ve canlı hayatın tahribine sebebiyet vermesinden ibaret değildir. Dini izafileştirmek, marjinalleştirmek, bireysel akla ve vicdana indirgemek istiyor. Hakikat'in tekliğine ve tek olana çok ve çoğulcu yollardan gidildiğine; ana akımın sekülerlik değil, ed-Din olduğuna ve bireysel akıl ve vicdanın üstünde evrensel kriter ve hükümlerin bağlayıcılığına inanan Müslümanlar -ki bu inanç yoksa 'iman' da yoktur- modernlikle hesaplaşma içinde olacaktır. Eş'ari'den Gazali'ye, İbn Teymiye'den İbn Arabi'ye Molla Sadra'dan Şah Veliyullah'a ve Said Nursi'ye bütün Müslüman müceddit, ıslahatçı ve ihyacı âlim ve müçtehidin mesleği ve yolu bu olmuştur. Müslümanlar her ne ile suçlanıyorlarsa (fundamentalizm, fanatizm, terör, radikalizm, mutlakiyetçilik, teokrasi, totalitarizm, monarşi, ırkçılık vs.) bunların arkatiplerini Batı tarihinde ve modern Batı'da bulmak mümkün. Bu virüsler bize oralardan geldi. Söz konusu olan Müslümanlardan çok İslam'dır. Baudrillard, Batı'nın kendisiyle mücadele halinde olduğu aktörler değil, İslam'ın kendisi olduğunu söyler. Baudrillard'a göre "Amerika ve Batı bir gerçeği anlamıyor: Esas mesele bir çeşit düşmanlıktan ziyade, kendi benmerkezcilikleri, bencillikleridir. Buna İslamiyet itiraz ettiği için Amerikalılar dünyada İslamiyet'i bloke ve nötralize etmek istiyorlar. Amerikalılar mert kahramanlar gibi savaşmıyorlar, imha ediyorlar ve misyoner gibi çarpışıyorlar. Müslümanlar, bu virtüelleştirilmiş bilinmezlik ve simülasyonlarla dolu hayat tarzının içine çekilmek istemiyorlar. Biz Batı'da bu yüzden Müslümanları hor görebiliyoruz. Ama artık Batı bir kültüre sahip değil. Hakikat'in özlemini duyuyoruz. Bu profesyonelce virtualize edilen dünya ile barışık değiliz." (Der Spigel, 4 Şubat 1991). Müslümanların meydan okuyuşu ve Batı'da yaşamaları kendi kusur ve zaaflarını hatırlamalarına, kendi gerçekleriyle yüzleşmelerine yol açıyor. Batı, İslam'a baktıkça kendi zayıflıklarını hissediyor, bu yüzden bastırmak istiyor. Batı, İslamiyet'i kendine benzetmedikçe, Protestanlaştırıp sekülerleştirmedikçe rahat edemeyeceğini düşünüyor. 1990'da Papa Vatikan'da Kardinaller toplantısında şöyle diyordu: "Bildiğim ve olayların seyrinden keşfedebildiğim kadarıyla Ortadoğu'da İslam'a karşı bir komplo hazırlanmış durumda. İslam'ın Avrupa'ya ulaşmasının engellenmesi amacıyla terörizm ve fanatizm bahanesiyle ABD'nin liderliğindeki komplo 1991'de uygulanmaya konulacak." Bernard Lewis, Huntintong, Fukayama vd.'nin doktrinleri, İslamafobia ve İslam ülkelerinde süren işgaller, sivil katliamlar, etnik ve mezhep kışkırtıcılığı ve yağmaların bilinenden farklı açıklaması var. İslamcıları, kendi dar siyasî ve aktüel gündemleri içinden bakarak eleştirenlerin hiper-modernliğin ötesine geçerken süren derin krizin ve İslam'ın krizden çıkışta sunduğu imkânların yeterince farkında olduklarını sanmıyorum. Not: İslamcılık tartışmasına değerli kalemler katıldı, özellikle Hayrettin Karaman Hoca ve Yasin Aktay tartışmaya hem derinlik hem zenginlik kattılar. Eleştiriler de geldi; Türköne'ye yeri geldikçe atıfta bulundum. Mahçupyan'ın eleştirilerine yazı takvimim içinde cevap vermeye çalışacağım, inşallah. a.bulac@zaman.com.tr a.bulac@zaman.com.tr 01 Eylül 2012, Cumartesi





Sayı: 167 | Tarih: 26.08.2012
Mahir Kaynak
Bölgenin geleceği
Geleceğin Düzeni, Adil Düzen
2650 Okunma
42 Yorum
Süleyman Karagülle
Ahmet Hakan
Peygamber’e ‘en büyük devrimci’ demenin tarihi
İslamiyet - Sosyalizm
1219 Okunma
1 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Mehmet Barlas
İhtiyacımız akıllı telefonlar değil akıllı insanl
Sanal Nesiller
1199 Okunma
Tayibet Erzen
Yusuf Kaplan
Paganlaşma,etnik'barbarlaşma' ve İslamcılık
Abdurrahman Dilipak ve Bahri Zengin(r.ah)nerede?
1100 Okunma
3 Yorum
Ali Bülent Dilek
Mehmet Şevket Eygi
Allah'ı Puta Benzeten İslamcı
Görünmeyene İnanamamak
1018 Okunma
Emine Hocaoğlu


© 2024 - Akevler