KUR'AN'I UYGULAMA METODU
Süleyman Karagülle
1422 Okunma
KAYNAKLAR

II- KAYNAK

Öğrenme, bizden öncekilerin bize aktardıkları bilgilerdir.

Biz bunları dört kanaldan öğreniyoruz:

1. Atalarımızın yaptıkları her türlü eserlerini görüyor ve örnek alıyoruz.

2. İkincisi, onların söyledikleri kulaktan kulağa intikal etmiş ve bize kadar gelmiştir.

3. Nihayet, onların yaptıkları resimler ve çizimler bize özel masajlar taşımaktadır.

4. Bir de, bize yazılarını, metinlerini ve kitaplarını bırakmışlardır.

Selimiye’ye baktığımızda atalarımızın mimarisini görüyoruz. Haydarpaşa Garı karşımızdadır. Yaptıkları ile çizdikleri gözümüze hitap etmektedir. Onların ne düşündüklerini bilemiyoruz. Resmi ne amaçla yaptıklarını anlamamız zordur. Oysa, söz ve yazı bizi onların beyinlerine götürür. Bize söyledikleri cümlelerle onların beyinlerine gireriz. Onları ruhları ile tanırız. Bu sebepledir ki biz daha çok onların söylediklerini ve yazdıklarını değerlendirme durmundayız.

Tartışabilmek ve bizden sonrakilere aktarabilmek için de gördüklerimizi veya diğer duyu organları ile algıladıklarımızı cümlelere çevirmeliyiz. Yahut, eskilerin cümlelerini almalı ve aktarmalıyız.

O halde, “kaynak” dediğimiz zaman, bizden öncekilerin söyledikleridir. Ne var ki, nasıl biz karnımızı çevremizdeki bitki ve hayvan artıkları ile doyurur, ama bunun için seçerek almak zorunda isek; aynı şekilde, bize gelen cümleleri de seçmek zorundayız. Bize yarayanları alıp kendi bilgi dağarcığımıza koymalıyız.

Ne var ki, doğruyu-yanlıştan ayırabilmemiz için yanlışları da doğrular kadar öğrenmek zorundayız. Dolayısıyla, biz bir cümleyi bu bize yaramaz diye atamayız, o cümleyi de doğru kadar bilmek zorundayız. Bu yanlıştır diye hafızamıza öyle koymalıyız. Yarın benzer cümle gelince hemen doğru mu, yanlış mı, belirsiz mi, bilmek zorundayız. Doğru ise kullanmalıyız. Yanlışsa, uzak durmalıyız. Belirsiz ise, araştırmalıyız. Baştan, bir cümle sdöylenmeden, nasıl onun yanlış veya doğru olduğunu bilebiliriz? Her söze kulak vermek ama en iyisine uymak bunun için gerekmektedir.

Böyle olunca, geçmişten bize gelen iki ana kaynak vardır:

1. Müsbet ilme dayalı olarak ilim adamlarının bize getirdikleri kaynak vardır.

2. Diğeri, ilâhî kitaplara dayanan peygamberlerin getirdiği kaynaktır.

Biri tamamen yanlış olabilir. Ama biz yanlışları da öğrenmek zorunda olduğumuz için her ikisini de değerlendirmek zorundayız. İşte “müslim insan” budur. Bunlardan birini baştan reddeden “kâfir”dir. Bu kâfir Doğu kâfiri de olabilir, Batı kâfiri de olabilir. “Batılılar kâfirdir, onların söylediklerine kulak vermeyeceğim!” diyen, kendisi kâfirdir. “Doğulular ne bilir, benim onları öğrenmem gerekmez!” diyen de yobazın tâ kendisidir.

Türkiye’de maalesef hem “kâfir” hem de “yobaz” olanlar kol gezmektedir.

Adil Düzenciler ise;

-“Biz peşin fikirli değiliz.

-Biz her söze kulak veririz.

-Doğrunun yanında yanlışı da öğreniriz.

-Her şeyi öğrendikten sonra, doğru olanlara uyarız.”

İşte böyle diyenler “Adil Düzenciler”dir. Bunlar “mü’minler”dir.

1960’larda İzmir’de kurulan “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi” bu yolu seçmiştir. Küfürden de, yobazlıktan da kaçmıştır. Millî Görüşçüler de bu yolu seçmişlerdir. Nur talebeleri de bu yolu seçmişlerdir. Anadolu sermayesi de sonra bu yolu tutmuştur.

Bizim için öğrenirken iyi-kötü yoktur. Yanlışı yanlış olarak bilmek, doğruyu doğru olarak bilmek kadar iyidir. Kötü olan, yanlışı doğru veya doğruyu yanlış bilmektir.  

1- DİN KANALI

Dinler bize nasıl yapacağımızı değil, ne yapmamız gerektiğini bildirmektedirler. Dinler, ne yaptığımızı değil, ne yapacağımızı bildirirler. İlim ise ne yaptığımızı ve nasıl yaptığımızı bildirir.

Tarihte peygamberler gelmiş, kitaplar getirmiş ve insanlara ne yapmaları gerektiğini öğretmişlerdir. Bu öğretilere uymayanlar helâk olmuş, bu öğretilere uyanlar ise yeni ve ileri uygarlık kurmuşlardır.

-Toplayıcılığı (meyve toplamayı) ilk insan ve peygamber Hz. Adem dinî motif içinde öğretmiştir.

-Avcılık döneminde mağaralarda av dersleri verenler peygamberlerdi. Ders veren Hz. İdris (AS) örneği.

-Sonra, “Mezopotamya Uygarlığı” peygamberlerin uygarlığıdır. Mabet uygarlığıdır.

-Hazreti Musa (AS) “Tevrat”ı getimiş ve insanlğa yepyeni ileri uygarlığı kurmuştur.

-Hazreti İsa (AS) bu uygarlığı “İncil” ile beşerileştirmiş ve dünyaya yaymıştır.

-Sonra, Son Peygamber “Kur’an”ı getirmiştir. Bugünkü uygarlık O’nun etkisiyle doğmuştur.

Doğuda da Vedalar, Avestalar, Brahmanizm ve Budizm kitapları buradaki uygarlıkların kaynağı olmuştur. Mısır, Yunan, kapitalizm ve sosyalizm uygarlıkları yeni uygarlıklar olmayıp, bu uygarlıkların batıda değişerek geliştirilmiş biçimleridir.

İşte, bu sebepledir ki, biz dinlerin bize olan öğretilerini öğrenmek zorundayız.

Ateistlere göre bu dinlerin tamamı bâtıldır. Bu iddiaları doğru da olsa, bâtıl inançlar asgari olarak 10 000 yıldır insanları kendi peşinden sürüklemiştir. Bugünkü uygarlık da onun eseridir. Bundan dolayı bu bâtılı öğrenmek zorundayız. Yoksa, o bâtıla karşı kendimizi koruyamayız.

2- İLİM KANALI

Uygarlıkları peygamberlerin getirdiği kitaplar oluşturmuştur. Bunu kimse inkâr edemez. Ama oluşan uygarlıkları bize aktaranlar da ilim adamlarıdır. Batıda filozflar, sonra ilim adamları, mevcut uygarlıkları bize tanıtmaktadırlar. Ne yapılması gerektiğini değil, ne yapıldığını anlatmaktadırlar. Ne yapılması gerektiği üzerinde değil de, naqsıl yapılabileceğini ortaya koymaktadırlar.

Sigaranın içilip içilmemesi gerektiğine ilim karar vermez. O dinin işidir. Ama sigara içildiği zaman ne tür zararların doğduğunu ilim belirler. Ne yapacağımıza karar verdikten sonra, ilme başvurup nasıl yapacağımızı öğrenmek durumundayız. Geçmiştekilerin yaptıklarını öğrenmek suretiyle, nasıl yapacağımızı da öğrenmiş oluruz.

Türkiye, yaptığı inkılâplarla Batı dışındaki ülkeler içinde en çok öğrenebilmiş olan bir ülkedir. Bugün ilkokuldan doktora çalışmalarına kadar herkes Batı dünyasını öğreniyor. Yani, nasıl yapacağını öğreniyor, ama, ne yapması gerektiğini bilmiyor.

Biz Adil Düzenciler, yani mü’minler;

-Batı’yı öğrenmeye devam etmeliyiz...

-Ayrı ilâhiyat, ayrı imam-hatip okulları kurmamalıyız.

-Devletin resmî okullarında, düz lise ve fakültelerinde Batı’yı öğrenmeye devam etmeliyiz.

-Diğer vatandaşlarımızın neyi bildiklerini bilmeliyiz.

-Bu öğrendiklerimize ilâveten özel dersler almalıyız...

-İmtihan olmalıyız, sertifika almalıyız...

Böylece hem ayrımcılık yapmayız, hem de biz güçlü oluruz.

Çünkü onlar bizim bildiğimizi bilmez, biz onların bildiğini biliriz.

Meşrutiyet döneminde böyle oldu. O zaman Batı üniversiteleri İslâmiyet’i tedris ediyordu, ama medreseler Batı’yı tedris etmiyordu. İşte bundan dolayı medreseler zayıf kalmıştı ve okullara düşman kesilmişti. Sonunda medrese mağlup oldu. Bu sefer ters yobazlık başladı. Bugünkü çağdaş yobazlar İmam-Hatip Okullarına bunun için karşılar. Çünkü bunlar çift kültür alıyor ve muasır medeniyetin fevkine çıkıyorlar. Onlar ise sadece Batı Medeniyeti bilgilerini ezberliyorlar. Çünkü zıddı ile tartışılmayan her bilgi sonund ezberlemeden ibaret olur.

Yapılacak olan son derece basittir. Yapılacak iş her iki uygarlığı öğrenmektir. Resmî tedrisle değil, halkın kendi serbest tedrisi ile. Resmî İmam-Hatip Okulları kapanmalıdır. Halk din derslerini her yaşta, yani, beşikten mezara kadar alabilmelidir; hem de istediği yerden ve itediği kimseden. İnanmayanlar da din derslerini öğrenmelidirler. İnananlar da ateistleri öğrenmelidirler. “Lâiklik” budur, bu demektir.

Bir şey dinî olduğu için yasaklanamaz, bir şey dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz. Devlet bazı şeylerin öğrenilmesini isteyebilir, ama, vatandaşına şunu öğrenme diyemez. Ama şunu yapma diyebilir.

Bu basit ilke sizleri her yerde korur.

3- SENTEZ GÖREVİ

İnsanlık tarihinde medeniyetler 1000’er yıllık ömre sahiptirler.

Doğu medeniyetleri “hukuk”ta ve “yönetim”de inkılâp yaparlar, Batı medeniyetleri ise “teknik”te ve “ekonomi”de inkılâp yaparlar. Batı medeniyetleri doğu medeniyetlerinden 500 sene sonra gelirler. Bütün medeniyetle “sentez medeniyetleri”dir.

“Sentez” yapacak topluluklar birkaç asır önce hazırlanmaya başlanır. Hz. Nuh (AS) 300, Hz. Musa (AS) 200, Kur’an 400 sene önce gelip uygarlığını hazırlamıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı yapmaya Türkler hazırlanmıştır. 200 yıldır Batı Uygarlığı’nı öğrenmeye çalıştık.

Şimdi bizim yapacağımız şey; “Doğu İslâm Uygarlığı” ile “Batı Avrupa Uygarlığı”nı “sentez edip” daha “ileri uygarlığı” oluşturmaktır.

Mustafa Kemal 1933 yılında bu hedefi koymuştur.

Batı’nın ilimleri ile çağın sorunlarını öğreneceğiz ve ilmin yorumları ile Kur’an’da sorunların çözümlerini bulacağız. Böylece ortaya çıkan sonuçlar “sentez sonuçlar” olacaktır.

Türkiye’de bu yolu;-

-İlk başlatan “Akevler” olmuştur.

-Buna “Fethullah Gülen” katılmıştır,

-“Necmettin Erbakan” siyaseten katılmıştır,

-Nihayet “Anadolu halk sermayesi” de bu yola girmiştir.

1900 sentezi, 1800 Islahat Fermanı ile başlamıştır. Ordu millîleştirilmiştir. Yeniçerilik kaldırılmıştır. Çünkü o İslâmî ordu tipi değildi. Tanzimat’la Batı tipi bürokrasi gelmiştir. Soya dayanan yönetime son verilmiştir. Meşrutiyet döneminde Batı tipi üniversiteler açılarak müsbet ilim öğrenilmiştir.

1900’larda, resmen İslâm düşmanlığı başlamış, bu saldırılara karşı savunma ihtiyacını duyan Müslümanlar içtihat kapısını açmışlardır. 1910’larda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Kuvva-yı Milliye doğmuştur. Sonra Cumhuriyet’i bunlar kuracaklardır. 1920’lerde inkılâplar olmuş, bunun yanında Anadolu din bakımından saflaşmıştır. 1930’larda, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefi konmuştur. Müsbet ilim rehber kabul edilmiştir. 1940’larda, Türkiye’ye demokrasi gelmiştir. Halk dinini seçmekte serbest bırakılmıştır. 1950’lerde, Türkler ezanı Arapçalaştırarak İslâmiyet’i seçmiştir. Adnan Menderes; “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır” demiştir. 1960’larda, Müslümanlar organize olmuşlardır. 1970’lerde, iktidara ortak olmuşlardır. 1980’lerde, Kenan Evren Türkiye’yi resmen İslâm safına çekmiştir. 1990’larda, Müslümanlar iktidar oldular. 2000’lerde Anayasa ekseriyeti elde ettiler.

Müslümanlar, Türkiye’nin siyasetine, ekonomisine, ilmine ve dinine hakim olmuşlardır. Uluslararası sahada en üst seviyeye yükselmişlerdir.

Bir eksiklikleri vardır. Bütün bunları “Batı düzeni” içinde yaptılar.

Şimdi, bundan sonra, artık “Adil Düzen” içinde yapacaklardır:

-“Adil Düzen”e göre “partiler” kuracak;

-“Adil Düzen”e göre “şirketler” kuracak;

-“Adil Düzen”e göre “eğitim” yapacak ve;

-“Adil Düzen”e göre “dinî cemaatler” oluşturacaklardır.

-Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenini getireceklerdir.

Bu asrın ilk üçte birinde bunlar görülecektir.         

4- KUR’AN:

Biz, hem Batı’yı hem Doğu’yu, hem ilmi hem de dini öğrenmekle yükümlüyüz.

Batı’yı bütün devlet okullarında öğreniyoruz, ama, Doğu’yu yani dini ve ilmi kendimiz özel çalışmalarımızda öğrenmeliyiz. Doğu içinde Tevrat ve İncil de vardır. Ayrıca Vedalar, Avestalar, Brahmanlar ile Budistlerin din kitapları da yer alacaktır. Ancak, bunların hepsini hepimiz ele alamayız. İçimizde işbölümü yaparak bunları öğrenmekle yükümlü olacağız. Bunlardan her birini bir insan öğrenmelidir. İşte biz bunu yapmaya çalışıyoruz.

“Kur’an”ı neden bütün insanlar ele almak zorundadır?

İnanalım, inanmayalım; içindekilerin tamamı bile yanlış olsa, yine onu öğrenme zorunluluğu vardır.

Dindarlar onu öğrenmelidirler. Çünkü dinleri ne olursa olsun, dindarlarla dinsizler arasındaki çatışmada ancak onunla zafer kazanabilirler.

Ateistler de onu öğrenmek zorundadırlar. Çünkü, ondan ancak onu bilerek korunabilirler.  

Bugün İslâm teröründen(!) bahsedilmektedir. Böyle bir şeyin olup olamayacağını ancak Kur’an’ı bidikten sonra karar verebiliriz. Bu bakımdan bu kitapla herkes meşgul olmak zorundadır.  

Nasıl, kapitalizmi ve sosyalizmi herkes öğreniyorsa; bunu da daha çok öğrenmek zorundadır. Kapitalizmin etkisi yüzeyseldir. Sosyalizm zorakidir. Oysa, Kur’an insanların tarihine de, ciğerlerine de işlemiştir.

a) -KİTABIMIZDIR

Kur’an”, her şeyden önce bizim kitabımızdır. Bizim bin yıllık azmimiz “Kur’an” ile yoğrulmuştur. Bugün de hemen her evde en az bir Kur’an kitabı bulunur. Her Müslüman Kur’an’dan birkaç sûreyi ezbere bilmektedir. Çoğu Müslüman hayatında mutlaka namaz kılmış ve oruç tutmuştur. Herkes işlediği şeyin günah olup olmadığını bilmektedir.

Biz bu toplulukta bunları bilmezsek bir yabancı gibi yaşarız. Onların dilinden biz anlamayız, bizim dilimizden onlar anlamaz. “Kur’an”ı ister karşımıza alalım, ister yanında olalım, onu bilmek zorundayız.

Onu bilmezsek, ondan yararlanamayız. Onu bilmezsek, -varsa- kötülüğünden korunamayız. Aramızda Hıristiyan olsaydı, önce Hıristiyanlığı; Budist olsaydı, önce Budizmi öğrenelim diye önerirdik. Ateist bir topluluk olsaydı, biz de orada yaşasaydık, önce ateizmi öğrenirdik. Ne yazık ki, ateistler böyle bir şansa sahip değiller. Bununla beraber yine de Marksizmi öğrenebilirler.

Bugün yaşadığımız sosyal müesseseler hep “Kur’an”ın etkisi ile oluşmuştur.

Mustafa Kemal dindar bir adam değildir, ama İslamiyet’i iyi bilmektedir, Batı’yı da bilmektedir. O sebepledir ki en sağlam temellere dayalı olan bir cumhuriyeti kurabilmiştir. 50 yıldır bu devleti yıkmak için iktidarda olanlar düşmanlarla işbirliği hâlindedirler. Hâlâ yıkamadılar. Şimdi yıksalar bile, deneyimli ulusumuz II. Cumhuriyeti yeniden kuracaktır. “Gençliğe Hitabe”yi okuyup ne yapacağına karar verecek ve uygulayacaktır.

b) -UYGARLIĞIMIZIN KİTABIDIR

“Kur’an” bugünkü uygarlığı doğurmuştur. Bunu nasıl yaptığını kısaca anlatmaya çalışalım.

Araplar okur-yazar olmayan bir topluluktu. 600 satırlık şiirden başka herhangi bir yazılı kültürleri yoktu. Devletleri yoktu. Mekke’de okuma-yazma bilen sadece 17 kişi vardı. “Kur’an” ortaya çıkınca herkes “Kur’an” okuma ve dinleme merakı içinde kaldı. Halk “Kur’an”ı ezbere okumaya başladı. Böylece, tarihinde ilk defa Arabistan bir eğitim seferberliğine başladı. Ona inananlar canları pahasına onu savundular.

Kur’an” Medine’de Arabistan’ı en ileri devlet aşamasına getirdi. “Adil Düzen”i o zaman kurdu. Demokrasiyi, lâikliği ve sosyal dayanışmayı Medine halkına öğretti. Halifeler devrinde okur-yazarlık yagınlaştı.

Kur’an” sayesinde Arapça en ileri yazıya kavuştu. Hem harf hem şekil yazısının güzelliğini koruyordu.

Sonra yine “Kur’an”ı anlama amacıyla tümevarım metodu ile ilmî metotlar ortaya kondu.

Kur’an”ı anlayalım diye Arapça ilim olarak ele alındı.

İnsanlar mirası taksim amacıyla matematiği, kıbleyi bulmak amacıyla trigonometriyi, namaz vakitlerini tayin etmek amacıyla astronomiyi, yıldızları gözetelim diye optiği, alkollü içikileri ayırd edelim diye kimyayı, eti helal olan hayvanları bilelim diye biyolojiyi öğrendiler. Kıblename olan pusulayı, iftar vakitlerini duyuralım diye topu, “Kur’an”ı yazalım diye kâğıdı bulduloar.

Bu buluşlar önce Endülüs’ten Güney Avrupa’ya yayıldı. Medrese tipi okullar açıldı. Batılılar bunlara üniversite dediler. Sonra Osmanlıların tesiriyle barut, kâğıt, astronomi, coğrafya ve pusula Avrupa’ya geçti.

Avrupalılar bunlar sayesinde Amerika’yı keşfettiler. Haçlı Seferleri Avrupalıları uygarlaştırdı. Roma İmparatorluğu Kuzey Avrupa’yı kaybetmişti ama, Roma’yı işgal eden Germenler İslâmiyet’e karşı durabilmek için Hıristiyan oldular; MüslümanTürklere karşı kendilerini korumak için Hıristiyan oldular. Böylece Avrupa’da bugün de varolan uygarlık doğdu.

Kur’an” olmasaydı, Arabistan devlet aşamasına gelemeyecekti. Tümevarım metodu bulunamayacak, Yunan ve Mezopotamya mirası yeraltında gömülü kalacaktı.

Kur’an” olmasaydı, ne Germenler, ne de Slavlar Hıristiyan olmayacak, Amerika keşfedilmeyecek, Haçlı Seferleri yoluyla yeni uygarlık Avrupa’ya gelmeyecekti.

Bunun aksini iddia eden çıkabilir. Başka bir şey olurdu diyebilir. Bunda haklı olabilir.

Ama bize göre “Kur’an” bunların müsebbibi olmuştur. O halde “Kur’an”ı hem biz, hem dünya ele alıp incelemeliyiz. İster onun yanında olalım, ister ona karşı olalım; her hâlükârda onu öğrenmek zorundayız. Çünkü her adımımızda onun izleri vardır.

c) -SON KİTAPTIR

İlim Avrupa ilmi değildir. Mezopotamya’dan başlayıp gelen bir ırmağın bazen doğuda batıp batıda ortaya çıktığı, bazen de batıda batıp doğuda ortaya çıktığı görülüyorsa; din kitapları da böyledir.

Avrupa son uygarlığı, İslâmiyet de son dini sunmaktadır. Dolayısıyla, biz ilmi Avrupa’dan, dini de İslâmiyet’ten öğrenmeliyiz. Konuları incelerken gerisin geriye gidebiliriz. İncil’i, Tevrat’ı, Vedalar’ı, Avestalar’ı inceleyebiliriz. Ama şimdi ilmi Avrupa’dan öğrenmek zorundayız. Dini de İslâmiyet’ten ve Kur’an’dan öğrenmek zorundayız. Bunun için “Kur’an”a öncelik verilmiştir. “Kur’an” son kitaptır.

d) -ULAŞABİLDİĞİMİZ TEK KİTAPTIR            

Kur’an”ı ele almamızı gerektiren en önemli dördüncü sebep de “Kur’an”ın aslına ulaşmamız ve değişmeden bize kadar gelen son kitap olmasıdır. İlimde metot olarak bilinenlerden bilinmeyenlere gidilir. Önce elimizde mevcut bulunan “Kur’an”ı bir inceleyelim. Sonra diğer bilinmeyenlere de gidebiliriz.

Tevrat ve İncil’in asılları elimizde yoktur. Olsa bile, onların yazıldığı dili bilmiyoruz. İncelenmemiştir. Diller her zaman değişme halindedir. Yazılan lugatlar ve gramerler de durmadan değişmektedir. Dilciler çağlarını geriden takip ederler. Ama çok uzaklaşamazlar.

Dolayısıyla, “Kur’an”dan başka hiçbir kitabın aslına diliyle beraber sahip değiliz. Tercümeleri biliyoruz. Yahut, bu kitaplar ölü diller ile yazılı bulunmaktadır. “Kur’an Arapçası” konuşma dili olarak ölü dil olsa da; yazı dili olarak, ilim dili olarak bütün tazeliğini korumaktadır.

Lâtince de böyle bir dildir. Onu da ölü dil kabul etmiyoruz. İncil Latince değildir. Latince, İncil dili olarak ele alınıp incelenmelidir. Latince Hıristiyanlıktan önce uygarlık dili idi. Bir eser yazısıyla, sözleriyle, diliyle ve yorunuyla bilinebilir.

Kur’an” bu bakımdan eşsiz bir kitap olarak elimizdedir. Yazısı ve kıraati kesinleşmiş olarak bize gelmektedir. Çağının dili en ince noktaları ile ele alınmıştır.

Ayrıca “usûlü fıkıh” olarak örnekleriyle açıklanmıştır.

Yahudilik ve Hıristiyanlık” “Kur’an”ın hazırlık uygulamasıdır.

Sünnet” de örnek uygulamadır.

 

 

 


KUR'AN'I UYGULAMA METODU
1-ÖĞRENME
1647 Okunma
2-KAYNAKLAR
1422 Okunma
3-KUR'AN'IN MUCİZESİ(ÖZELLİKLERİ)
1493 Okunma
4-KUR'AN DEĞİŞTİRMİŞTİR
1539 Okunma
5-TEDRİS
1524 Okunma