Hayrettin Karamanın-ADİL DÜZEN DEĞERLENDİRMELERİ VE CEVAPLARIMIZ
Süleyman Karagülle
1820 Okunma
ALTERNATİF ADİL DÜZEN-14 İLİM ADAMININ/MÜŞTEREK TEKLİFİ

(Ali Bülent dilekin notu)

(HEYETE  AİTTİR.ASLINDA YAZARI BELİRTİLMEMİŞ)

(14.08.2014 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/1001.htm

hayretttin karaman- Âdil Düzen Nasıl Olmalıdır?-adıyla  Bir bölümünü neşretmiş.)

1

 

Bismillahirrahmanirrahîm

Allah'a hamd, Resulüne, Resulü'nün âl ve

 ashabına salat ve selâm olsun.

ADİL DÜZEN

I-GİRİŞ

A-Adil Düzen" Kavramı

Adil sözü Türkçe'ye Arapça'dan geçmiş geniş anlamlı bir sıfattır; adaletle iş gören, adaletten, haktan ayrılmayan, hakkı yerine getiren, hakka uygun, haklı ve dengeli anlamına gelir.

Düzen, belirli bir yapı içinde o yapıyı oluşturan öğelerin birbirine göre uyumlu ilişki ve bağıntılarıyla oluşan sistem anlamına gelir.

Sözlük anlamıyla Adil Düzen, adaletli , dengeli düzen ve düzenlemeler demektir. Terim olarak "İnsanların yaratılış amaçlarına uygun bir hayat yaşamaları, birer olgun insan olmaları, dünya ve ahiret mutluluğunu hürriyet ve eşitlik içinde yakalayabilmeleri için gerekli bulunan hayat düzeni anlamına gelir.

Buna göre, Adil Düzen iyi seçilmiş bir kavramdır. İnsan tabiatına uygun olduğu için de herkesçe benimsenir ya da benimsenmiş görünür. Adil Düzen'i reddeden insan bir bakıma insanlıktan uzaklaşmış sayılır. Herkes adil olduğunu sanır ve adil olduğunu söyler.

B- Kaynağı

Adil Düzenin bilgi kaynağı Kur'an-ı Kerim,Sünnet ve icma-i ümmet ile vahyin ışığında işletilen akıl, deney, ilham, örf ve diğer beşeri bilgi vasıtalarıdır. Bu bakımdan fıkıh, tefsir, tarih ve benzeri kitaplarda kaydedilen görüşler,tarihe karışmış olan veya halen var olan devletlerin yönetim uygulamaları ve insanlığın tecrübeleri bu çalışmanın kaynağı olarak değerlendirilmelidir.

Bütün çağlara rehber olsun diye sınırlı tutulan vahyi usulüne uygun olarak yorumlamayan, belli bir zamana mahsus yorum ve uygulamaları evrensel olanlarından ayırmayan ve içtihada yer vermeyen bir

 

metodla Adil Düzen bulunamayacağı gibi aklın ve beşeri bilgi kaynaklarının vahyi devreden çıkararak ortaya koyduğu çözümler ve düzenlemeler ile de Adil Düzen bilinemez ve kurulamaz.

Bilgi kaynağı itibariyle saf ve sağlam, tarihi sıra bakımından da son ve tamalayıcı yegane din İslam'dır. Bir manada bütün semavi dinler İslam ise de Hz. Muhammed Mustafa'nın dünyayı şereflendirmelerinden itibaren "hak dini” temsil eden tek din İslam'dır. Diğer dinlerin ne ölçüde hakka sadık kaldıklarının ölçüsü de bu son dindir

Adil bir düzen kurma iştiyakında olan insanlık, bu son ve tamalayıcı dinin irşadına muhtaçtır. Onu dikkate almadan amaca ulaşmak mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığı tecrübe ile sabit olmuştur. En azından son üç asır içinde dinden koparak ideal düzen arayan insanlık bir türlü ruh ile beden, fert ile toplum, dünya ile ebediyet, eşya ile insan, olan ile olması gereken,fiil ile karşılık arasındaki dengeyi  kuramamış, hem kendine, hem de dünyaya ve gelecek nesillere yazık etmiştir.

Bu çalışma ile hedeflenen, fert ve toplum planında bazı temel prensipleri tespit ederek bunlara hem fertlerin hem de toplum kuruluşlarının sahip çıkmalarını ve geliştirmelerini sağlamaktır. Bu, siyasi partiler dışındaki kurum ve kuruluşların siyaset üretmeye başlaması demektir. Böyle bir gelişme ülkenin geleceği açısından büyük önem taşır. Bu sayede herkes ülkesine sahip çıkar, toplumun problemlerini kendi problemleri olarak bilir ve toplu yaşamanın bilincine ulaşmış olur. Bunu başarabilen ülkeler öne geçerler. Bu çalışmada mümkün mertebe teferruattan kaçılmasının sebebi budur.

II- DEĞİŞİM SÜRECİ VE YAKLAŞIMI

Adil Düzen’in bir toplum modeli olarak sunulduğu günümüz Türkiyesinin mevcut yapısı bir gerçektir. Bu gerçek yok sayılarak, A'dan Z'ye her şeyin değiştirilmesi gereken bir öge olarak düşünülmesi hem yanlış hem de gereksiz olur. Nitekim Türk toplumunun hayat tarzını bütünüyle değiştirmeye yönelik çabalar, yetmiş yıldır istenen sonucu vermemiştir. Türk toplumunun İslâmi kimliği yıllardır reddedilmekte ve fakat halk bu düşünceyi benimsememektedir.

Toplumun sadece inanç sistemleri değil, yapısal ve maddi sistemleri de bir gerçektir. Bu gerçekten hareket etmeyen hiçbir değişim stratejisi başarıya ulaşamaz. Ayrıca mevcut durum yapılacak

 

faaliyetler için bir kaynak teşkil eder. Yeni bir kaynak mevcut toprak, teknoloji, insan, bilgi ve yapı kullanılarak temin edilebilir. Öyleyse, toplumu bütünüyle değiştirme çabası yerine, değiştirilmesi ve asla olmaması gereken unsurların ortadan kaldırılması, kısmen düzenlenecek öge ve değerlerin gözden geçirilmesi ve devam edebilecek unsurların bırakılması icab eder. Böylece hem daha az masraf edilecek, hem de değişikliğin başarılma şansı artacaktır. Bu tür bir değişim stratejisinin insan ve toplum fıtratına daha uygun olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu, İslâm dininin genel yapısına ters bir yaklaşım olarak da değerlendirilemez.

Nitekim, İslamın ilk geldiği yıllarda, Cahiliye toplumunda inanç sistemi, içki ve zina yasağı gibi bir çok öge ve değer değiştirilirken nikâh, ortaklık ilişkileri ve ticari muameleler gibi bir kısmı gözden geçirilmiş ve kısmen değiştirilmiş; para, yapılanma ve şehircilik gibi bir kısmı hiç değiştirilmezken namaz ve oruç gibi yepyeni unsurlar dahil edilmiştir.

 

Mesela, bugünkü A.Ş.'lerin dini veya din dışı olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Ancak İslâm dinine uygun olmayacak yönlerinin bulunduğu da şüphe götürmez. Böyle bir durumda A.Ş.'yi reddetmek yerine, İslâm’ın kabul etmediği hususlar yeniden tanzim edilerek A.Ş.'in kullanılabilir hale getirilmesi mümkündür.Mesela, İslâm dininde şirketlerin kuruluşunda, sermayenin mutlaka ortaya konulması gerekiyorsa, A.Ş. kuruluşuyla ilgili bu düzenleme yapılır ve taahhüt edilen sermaye kaldırılabilir. Veya A.Ş. bir tüzel kişilik olarak var olurken, onu kuran şahısların sorumluluğunun sermaye ile sınırlı olması, sömürü kaynağı oluyorsa ve bu İslâm dininin öngörmediği bir durumsa, kurucular şahıs olarak sorumlu tutulabilir. Aksi bir tutum ve davranış ciddi sıkıntılara sebep olabilir.

III. İNSAN VE TOPLUM TANIMI

Cenab-ı Hak, insanı akıl ve irade sahibi olarak yaratmış, onu kendisine muhatap kılmış, emirlerini ve yasaklarını ona yöneltmiştir. Melekler onun için secdeye kapanmışlardır.

"Hani Rabbin meleklere demişti ki, Ben kupkuru bir çamurdan,şekillenmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip ruhumdan üflediğim zaman onun için secde edeceksi-

 

                                                                                                                                                       niz. Yaratılması üzerine melekler hep birden secdeye kapanmışlar fakat iblis secde edenlerle beraber olmamakta direnmişti“(Hicr,15/28-31)

insan diğer varlıklardan farklıdır.

"Adem oğullarını gerçekten yüce özelliklere sahip kıldık, karada ve denizde bineklere bindirdik. Kendilerini güzel şeylerle rızıklandırdık.Onları yarattıklarımızın bir çoğundan da üstün kıldık.”(Isra ,17/70)

Ayrıca insanı yücelten, onu adeta kainatın mihrak noktası haline getiren, "Allah'ın yer yüzündeki halifesi” olduğunu belirten ayetler de vardır.(Bakara 2/30)

Aşağıdaki ayetler insanın bazı özelliklerini ortaya koymaktadır.

1-insan    zalim ve nankördür

"Allah size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür." (İbrahim 14/34)

2-Şımarması da umutsuzluğa düşmesi de çabuk olur.

"Biz insana ne zaman bir iyilik etsek o yüz çevirip yan çizer. Ne zaman da başına bir kötülük gelse hemen umutsuzluğa düşer." (Isra 17/ 83)

3-"insana nimet verdik mi yüz çevirir, yan çizer. Ama başına bir sıkıntı geldi mi bu sefer de bol bol yalvarır." (Fussilet 41/ 51)

4-Çok acelecidir.

"insan hayrı istediği gibi şerri de ister, insan pek acelecidir. ” (Isra 17/11)

5-Pek hırıslıdır.

"Doğrusu insan pek hırslı yaratılmıştır. Başına bir sıkıntı geldi mi çığlığı basar, iyiliğe kavuşunca da cimri kesilir. Ancak Şunlar öyle değildir : Namaz kılanlar ki, onlar sürekli namaz kılanlardır, mallarından dilenenler için ve yoksullar için pay ayıranlar, yargı gününün doğruluğuna inananlar      dır.” (el-

 

Meâric 70/19-26)

6- İnsana her istediği verilmemelidir.

Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "İnsanlara dava ettikleri şey verilseydi bazı insanlar bir kısım kimselerin kanlarını ve mallarını dava ederlerdi." (Müslim,akdiye.1)

A-İnsana Gerçekçi Yaklaşım

Burada özellikleri belirtilen insan, müslüman olabileceği gibi kafir de olabilir. Her şeyini borçlu olduğu Allah'a karşı nankörlük edip haksız davranışlara giren insan kendi hem cinslerine karşı öncelikle nankörlük ve haksızlık edebilir.Bu sebeple İslâmdâ ne ekonomik İnsan modeli esas alınmış ne de müslüman insan modeli düşünülmüştür. Bütün duygu ve düşünceleriyle insan gerçeği olduğu gibi ele alınmış ve ilahi sistem buna göre tesis edilmiştir. Müslüman alimler de kendi düşünce yapılarını bu esasa göre kurmuşlardır.

Adil Düzen'de insanların birbirlerine karşı her türlü haksızlık ve adaletsizliği yapabileceği ve bunun için her fırsatı değerlendirebileceği kabul edilerek fesada götüren yollar tıkanırken fertlerin olgun birer vatandaş olmaları için her türlü tedbir alınmıştır.

B-Adil Düzenin Hedeflediği İnsan

1-Üstün ahlaki meziyetlere sahip, fazilette yarışan ve daha iyiye ulaşmaya gayret eden, buna teşvik edilen bir konumdadır.

2-Tevhid inancına sahiptir ve hakkı üstün tutar.

3-Çalışmayı ibadet bilir..

4-İktisatlı davranır, israftan uzaktır, (infak eder, helal ve haram inancına sahiptir.)

5-Önce kendi nefsini ıslaha çalışır, fakat bununla yetinmeyip başkalarının da ıslahına gayret eder.

6-Elinin emeğiyle geçinir, dünya hırsına kapılmaz.

7-Her işte dürüstlüğü esas alır.

8-İktisadi kalkınmanın temelinin ahlak olduğunu kabul eder.

 

9-İyiliklere koşar, kötülüklerden uzak durur.

10-Yaratana saygılı, yaratılmışlara şefkatli, insanlarla geçimlidir.

11-Toplumun menfaatini kendi menfaatinin üstünde tutar.

12-Üstünlüğü ırk, soy ve cinsiyet farkında değil, kişinin kendi gayretiyle elde edebileceği ve yarışabileceği ahlaki meziyetlerde arar.

13-Herkesi insan bilir ve onların hukukuna saygılıdır.

14-Kendisinde olanı insanlarla paylaşır.

C-Adil Düzenin Hedeflediği Toplum

1-Toplumda örnek ve önder insanların çoğalması sağlanır.

2-Haklının ve ahlaklının üstün sayıldığı bir toplum oluşturulması hedeflenir.

3-Çalışmadan kazanmak söz konusu olamaz.

4-İdare edenleri, idare edilenler seçer ve aynı zamanda denetler.

5-Fikir, inanç, ibadet, mülkiyet ve tenkid hürriyetleri garanti altına alınır.

6-İdarecilerin zulmüne karşı çıkma ve bunu bir görev kabul etme bilinci geliştirilir.

7-Adalet, ülkenin her yerinde yaygınlaştırılır, bütün haksızlıkların üzerine gidilir.

8-Aile toplumun temeli kabul edilir ve ailenin bir mektep haline getirilmesi sağlanır.

9-Evlilik teşvik edilir ve kolaylaştırılır.

10-Servetin ve mülkün topluma ve şahsa zararlı hale gelmemesi için bütün tedbirler alınır.

11-Kadın, cemiyette layık olduğu yere yükseltilir, hakları eksiksiz korunur.

 

 

12-Toplum düzeninin sağlanması esas kabul edilir. Bu yapılırken

a-Tevhid esası içinde,

b-Sevgiyi yaygınlaştırarak,

c-Müsamaha ve hoşgörüyü öne çıkararak,

d-Kötülükleri işlemeyerek ve işletmeyerek,

e-Kötülüklerin kaynaklarını kurutarak ve bunların gelişeceği ortamı izale ederek,

f-Lüks ve konfor teşvik edilmeyerek, neticeye ulaşılır.

13-Rüşvet, çürümenin, kişilerin ve ülkenin harap olmasının,

hâzinenin ve devletin gücünün zayıflamasının, adaletsizliğin, işlerin

düzelmemesinin, haksızlıkların artmasının, alçakların mevki sahibi

olmasının, memuriyetlerin layık olmayanlara verilmesinin sebebi

kabul edilir ve mutlaka kaldırılması gereğine inanılır.

14-Her işe ehil olanlar tayin edilir. Tayinlerde sadece liyakat  aranır.

15-Ahlaksız ve hilekarlara değer verilmez ve onlar hakir görülür.

16-Adalet mutlak hâkim kılınırken, merhametli ve hoşgörülü

bir toplumun oluşması sağlanır ve bunların birbirini tamamlayan

parçalar olduğu kabul edilir.

17-Hakseverlik temel düsturdur.

18-İş ahlakı geliştirilir. Bu sebeple :

a-İş hayatında dürüstlük esastır,

b-Aldatmak ve kandırmak haramdır,

c-Hilekarlık ve karaborsa haramdır,

d-Çalışan sorumluluğunu bilmek zorundadır,

e-İşçinin ücreti zamanında ve hakkaniyetle verilir,

 

f. Patron, işçisini himaye eder.

g-İşçi ve işveren sınıflaşmasını yumuşatmaya ve kaldırmaya

yönelik çalışmalar yapılır.

19-Cemaatler, sivil toplumun dinamiği kabul edilir.

20-Fertlerin ve toplumun maddi ve manevi gelişmesini sağlaya-

cak her türülü meşru kurum ve kuruluş teşvik görür ve desteklenir.

21-Eğitim ve öğretim genel ahlak kurallarına uygun tarzda düzenlenir.

22-Herkesin ferdi kabiliyetlerini geliştirmesine imkan sağlanır.

23-Toplumun hukukuna tecavüz edenlere müsamaha olunmaz.

24-Kültür sömürgeciliğine müsaade edilmez.

25.Aşırı kavmivetçilik. ırkçılık ve bölgeciliğe göz yumulmaz.

Bunların hiçbiri, kişiye imtiyaz sağlamaz

IV . SİYASİ DÜŞÜNCELER VE DEVLET YAPISI

İç ve dış her türlü güvenlik tedbirlerinden sorumlu olan devlet,

fert ve cemiyet arasında denge esası üzerine kurulur.

 Cemiyet ferdin karşısında ayrı bir varlık değildir. Aksine cemiyet fertlerden ve gruplardan oluşan, kollanması ve kayırılması gereken bir bütündür. Ama fert de ona kurban edilemez, her ne kadar ferdin kişiliğinde cemiyetin payı varsa da, ferdin de kendine has bir kimliği olduğunu unutmamak gerekir.

A-Devletin Amacı

İslam’da devlet kurmak bir amaç değil, çeşitli hikmetlerin gerçek-

leştirilmesini sağlayan bir vasıta ve araçtır. İslam'a göre devlet, insan

 

unsuruna hizmet etmeyi gaye edinir. Yani devletin varlık sebep ve

hikmeti, kollektif ihtiyaçların tatmini ve kamu için faydalı olan şeyle-

rin yapılması zaruretidir. Başka bir ifade ile ferde, dünya ve ahiret

mutluluğunu kazanacak ortamı sağlamaktır.

B-Devletin Yönetim Biçimi

İslami nasslar, devlet yönetimine yön veren genel prensipler dı-

şında, belirli bir yönetim biçimi belirlememiştir. Tarihte ortaya çıkan

veya doktrinde ifadesini bulan İslam devlet yönetim biçimi, bazı yön-

leriyle günümüz devlet yönetim biçimlerine benzeyebilir; ancak bütü-

nüyle değerlendirildiği takdirde hiç birisinin ne aynısıdır ve ne de eş

değeridir. İslamî nasslar ve tarihi uygulamalar dikkate alınırsa, bu gü-

ne kadar uygulanmış olan İslam yönetim biçiminin kendine özgü bir

yönetim biçimi olduğu veya olması gerektiği anlaşılır.

İslam’ın temel kaynaklarında, özel hukuka ait detaylı bilgi ve hü-  kümler bulunduğu halde, kamu hukukuna ilişkin genel prensipler dı-şında detaylı kaide ve hükümler bulunmaması İslamın çağlarüstü ol-masından dolayıdır. Her kültürün ve her çağın ihtiyaçları ve müesse-seleri farklı olacağından, cihanşumul bir dinin kamu hukuku sahasında detaylı hükümler koymaması tabiidir.

C- Eşitlik

İslam'da insanların ırk, renk, dil, cinsiyet ve soy farklılıklarının

önemi yoktur. Kanunların uygulanmasında eşitlik esastır. İslamda hü-

kümran ve burjuvazi denen bir sınıf yoktur.

D-Din ve Laiklik

Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'de kurulan İslam devletinin hem

siyasi ve hem de dini liderliğini yürütürken, Hz. Davud ve oğlu Hz.

 

Süleyman aleyhimesselam gibi hem peygamberlik, hem devlet baş

kanlığı yapmış, dinî ve dünyevî liderliği şahsında toplamıştı. Bu se-

beple İslam'da işleri, dinî olan ve olmayan işler olarak ayırıp dinî işle-

ri devletin ilgi alanı dışında bırakmak mümkün değildir. İslam’da dev-

let bütün işlerini dinin hükümlerine uygun bir biçimde yürüterek va-

tandaşlara kendi inancına uygun yaşama ortamı hazırlar.

Hz. Peygamber’den sonra gelen devlet başkanları halife unvanını

kullanarak her konuda Hz. Peygamber'e halef olduklarını göstermiş-

lerdir. Bu sebeple İslam'da din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ay-

rılması anlamında bir laiklik söz konusu değildir.

Bunun yanında herkese din ve vicdan hürriyeti ile inandığı gibi

yaşama hürriyeti tanınmıştır. Meselâ içki ve domuz eti müslümanlara

haramdır, içki içen veya domuz besleyen bir müslüman cezalandırılır.

 Fakat bugünki hırıstiyanlıkta bu iki şey yasak olmadığından ötedenberi hırıstiyan unsurlara içki üretme, domuz yetiştirme ve kendi mahallelerinde meyhane açma ruhsatı verilmiş ve bu konuda himaye edilmişlerdir.

"Dinde zorlama yoktur” ayeti, laikliğin değil, gayrimüslimlere tanınan din ve vicdan hürriyetinin delilidir.

V- ALT SİSTEMLER VE ÖZELLİKLERİ

A. GEÇİŞ SURECİ

Adil Düzen ilkeleri ve kısmen örnek uygulamaları ile kaynaklarımızda

ve geleneğimizde mevcuttur. Bu kaynaklardan yararlanarak her çağ

için uygun olan düzeni anlaşılır, uygulanabilir ve sistematik bir bütün-

lük içinde ortaya koymak alimlerin vazifesidir. Ortaya konan düzen

 teorisinin pratiğe geçmesinin şartı, ona inanan insanların fert ve top-

lum hayatlarında sistemi uygulamaya çalışmaları, bunu denemeleri,

 sonuçları değerlendirerek tamamlama yoluna girmeleridir. Sisteme

inananlarla inanmayanların birlikte yaşadıkları bir toplumda ise toplu-

 

luklar arası uzlaşma yolunu aramalı, bu uzlaşma çerçevesinde müm-

kün olduğu ölçüde her topluluğa kendi inandığı düzeni yaşama imkanı

verilmeli, böylece fertlere ve topluluklara serbest olarak seçebilecekle-

ri alternatif düzenler sunulmalıdır. Bu aşamada iki ilkenin titizlikle ko-

runması gerekecektir:

1-Bütünüyle toplumun varlığını, bütünlüğünü, ortak değerlerini,

genel ahlak ve asayişi tehdit eden veya bozan fiili tehlike ve davranış-

lar karşısında ortak irade, karar dayanışma ve davranış ilkesi.

2-Birinci maddenin zaruri sınırlamaları dışında kalan alanlarda

gruplardan birinin güç ve iktidarı ele geçirerek diğerleri üzerinde baskı

kurmasını, hürriyet ve özerkliklerini ortadan kaldırmasını engelleme ilkesi.

B-İBADET VE AHLAK DÜZENİ

İbadet ve ahlak düzeni’nden maksat, kul ile Allah arasındaki iba-

det ilişkisini düzenleyen kural ve kurumlardır. Bu alan üç unsurdan

oluşmaktadır: îman, ibadet ve ahlak. İnsanların dünya ve ahirette

mutlu olmaları İslam imanı, ibadet ve ahlakını öğrenmelerine ve yaşa-

malarına bağlıdır. Din, insanlara bunu baş ödev olarak vermiş, diğer

düzenleri buna araç kılmıştır, insanlar bu ödevlerini yerine getirebil-

mek için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler.

Fert olarak Allah'a ibadet ve itaat etme yanında toplum olarak da

din eğitimi ve öğretimini, ibadet imkan ve kolaylıklarını, ahlâkî deneti

mi (emir bi'l-ma'ruf nehiy ani'l-münkeri), İslamın sınırlamaları içinde

din ve düşünce hürriyetini sağlamak gerekir. Böyle bir düzenin kuru-

lup işletilmesi Adil Düzende, tek başına devletin veya toplumun so-

rumluluğunda değildir. Bu konuda devletle vatandaşın işbirliği yap-

ması da, işbölümü yapması da mümkündür. Önemli ve gerekli olan

düzenin kurulup amaca uygun olarak işletilmesidir.

 

Ülkemiz nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olduğu için yu-

vadan üniversite öğrenimine kadar her seviyedeki eğitim ve öğretim

kurumlarında îslamın inanç, ibadet ve ahlâkının öğretilmesi, eğitimi

nin yapılması, isteyenlerin ibadet edecekleri yer ve imkanların hazır-

Ianması tabiidir. Bu, insan haklarının bir gereğidir.

Ülkemizde yaşayan gayr-i müslim vatandaşlar, isterlerse îslamı

öğreten derslere girebilirler. Bunun yanında kendileri için özel din eği-

timi ve öğretimi imkanları da hazırlanır; kendi dinlerini öğrenir, eğiti-

mini alır ve uygularlar.

Geçiş döneminde uygulanan laik yönetimlerde ibadet ve ahlak

düzeninin cemaatlerce kurulması, işletilmesi, devletin buna müdahale

etmemesi, bunlara mali ve idari özerkliklerinin sağlanması uygun olur.

 Cemaatlerin görüşleri alınarak teşkilatların mevzuata kavuşturulması da gereklidir.

C- ÎLÎM VE ÖĞRETİM DUZENÎ

1- Genel Prensipler

İlk emri "oku" ile başlayan İslam'da ilim her iki dünyanın anahta-

rı kabul edilmiştir. Devlet, halkın dînî olan ve olmayan her türlü eği-

tim ve öğretimi için imkanlarını seferber etmeye mecburdur. Zira İs-

lam’da dünya ile ahiret kesin olarak birbirinden ayrılmazlar, birbirle-

riyle iç içedir, birbirlerini etkilerler.

Ayrıca İslam, ilmin her türlü maddi ve manevi ürünlerinin şerre

değil, hayra, güzele ve hakka vesile olacak bir biçimde kullanılmasını

amirdir.

Dini nasları yorumlayacak, gerekli bilgiyi üretecek, bunlardan

yaralanarak düzen teorileri oluşturacak ve bunları belli amaçları ger-

çekleştirmek için uygulaycak olanlar insanlardır, insan unsuruna önem

vermeyen, yeteri kadar yetişmiş insan gücüne sahip bulunmayan top-

 

lumların ve düzenlerin başarı şansı yoktur.

"Farzı tamamlayan farzın ifası için gerekli bulunan da farzdır" il-

kesine göre Adil Düzen, insanlığın yüce amaçlarını ve yaratılış gayesi

ni gerçekleştirmek için çalışacak insanları yetiştirmeyi, onların maddi

ve manevi ihtiyaçlarını karşılamada rehber olacak ilmi üretmeyi birin-

ci iş edinecektir. Bu maksatla toplum ile devlet işbirliği yapacak, biri-

nin yetişemediğini diğeri tamamlayacak, ilim ve öğretim faaliyeti hem

özel kesimin, hem de kamu kesiminin iştiğal sahası olacaktır.

İlim ve öğretim faaliyetlerinin başarısı ehliyet ve liyakata değer

vermeye ve hürriyete bağlıdır. Ehil ve layık olanı objektif ölçülerle

belirlemek; siyasi etki ve müdahalenin bulunmadığı bir hürriyet orta-

mında amaca en uygun usullerle öğretim ve ilim faaliyetlerini yürüte-

bilmek için gerekli tedbirleri almak toplumun ve devletin vazifeleri

cümlesindendir.

2-örgün eğitim

Örgün eğitimkurumları, yukarıdaki prensiplere göre yeniden göz

den geçirilecektir.

3-Yaygın   eğitim

İnsanlar bilgisiz ve görgüsüz olarak dünyaya gelir-

ler. Gördükleri eğitim ve öğretim onları görgülü ve bilgili hale getirir ama insanlarda unutma özelliği vardır.

 Bu sebeple bir zamanlar çok iyi bildikleri bir şeyi bir

müddet sonra bilemez olurlar. Unutulan şeylerin yerini başka şeyler alır. İnsanda cahillik esas olduğu için bununla mücadelenin sürekli olması, eğitim ve öğretimin devamlı yapılması gerekir. Bu sebeple öğrenme

beşikten mezara kadar devam etmesi gereken bir iştir. Öğrenme herkesin tabii olarak ihtiyaç duyduğu bir

 

şey olduğundan bunun hava gibi su gibi ya da en azından ekmek gibi kolayca elde edilebilecek bir konumda olması gerekir. Her toplumda öyle bir eğitim ve öğretim kurumu olmalı ki, orada, herkesin ihtiyaç duyaca-

ğı bilgiler ilkokul seviyesinden üniversite, hatta lisans üstü ve doktora seviyesine kadar öğretilebilmeli ve oraya giriş için hiç bir formalite aranmamalı, orası herkesin çekinmeden girebileceği bir yer olmalıdır.

Yaşı, bilgi seviyesi, sosyal durumu ve cinsiyeti farklı

olan her insan, bu farklılığın önemsenmediği bir eğitim ve öğretim kurumuna, hiç kimseye sormadan, hiç kimsenin bakışlarıyla rahatsız edilmeden ve masrafa girmeden canı istediği zaman girme imkanına sahip olmalıdır.

Bu manadaki ilk açık eğitim ve öğretim kurumu,

Medine-i Münevvere'deki Mescid-i Nebevî'dir. Buranın ilk hocası olan Hz. Muhammed (s.a.v.) yaşları, kabiliyetleri, kültürleri ve sosyal durumları birbirinden farklı olan erkek ve kadın sahabilerini burada yetiştirmiştir. Kalacak yerleri ve maddi imkanları olmayan bir kısım sahabiler için de Suffa adı ile Mescidin arkasında bir yer inşa edilmiş ve orası yüze yakın sahabi için yurt olmuştur. Bu zatların başka meşguliyetleri olmadığı için Hz. Peygamber'den daha çok istifade etme imkanı bulmuşlardır. Meşguliyetleri dolayısıyla her zaman Hz. Peygamberin yanında bulunamıyanlar ise diğer arkadaşlarının yardımıyla eksik bilgilerini

tamamlamaya çalışmışlardır.

Bu sahabiler daha sonra hem Hz. Peygamber(s.a.v.)'den görüp öğrendiklerini aktarmak, hem de ba-

 

zı yeni konularda şahsi görüş ve tercihlerini ortaya koymak suretiyle dini, hukuki, siyasi, iktisadi, ahlaki ve sosyal konularda yapılan bütün ilmi çalışmalarda kendilerine başvurulan önemli bir kaynak olmuşlardır.

 Hz. Peygamber'in yetiştirdiği bu zatlardan intikal eden bilgiler bugün İslam aleminde yapılmakta olan ilmi çalışmalarda paha biçilmez bir değere sahiptir.

Cami, ilmi çalışmaların merkezi olma hüviyetini

asırlarca devam ettirmiştir. Bugün arapçada üniversite anlamında "cami veya camia" kelimesi kullanılmaktadırr. Yüzyüze eğitim ve öğretim faaliyetlerinin yürütüldüğü cami, ilk günden beri bir açık üniversite-

dir. Buraya devam etmek için bir okulu bitirmek ve bir imtihanı kazanmış olmak gerekmez. Her yaşta ve her kültür seviyesindeki kadın ve erkek buraya devam edebilir. Müslümanlar normal üniversite binalarını da camilerin etrafına inşa etmişler, buralarda okuyan öğrencilerin ve okutan hocaların her türlü ihtiyacının karşılanması için vakıflar kurmuşlardır. Böylece üniversiteler devlete, yük olmamıştır.

Her cami bir okul

Bazı camilerimizin, etrafındaki medreselerle birlikte birer üniversite haline getirilmeleri bir hedef olarak zihinlerimizde durabilir. Fakat bütün camilerimiz, ilk ve orta dereceli okul seviyesinde bir kısım derslerin okunacağı birer mekan haline dönüştürülebilir. Açık öğretim imtihanı gibi bir imtihan düzenlenerek bu derslere katılmış olan veya bu dersleri başka yerlerde, kendi özel imkanlarıyla almış olan kimselerden başarılı olanlara birer sertifika verilir. Serti-

 

fikalar kendi aralarında bir sıralamaya tabi tutulur. Şu şu derslerin sertifikalarına sahip olanlar ilkokul, daha başka bir bölümüne sahip olanlar da lise veya İmam Hatip Lisesi mezunu kabul edilebilir. Böylece hem öğretimde kalite artmış olur hem de yediden yetmişe herkese hitaben ciddi ve yaygın bir öğretim seferberliği yapılmış olur.

Ayrıca ömrünün bir döneminde okumamış veya

arzuladığı bir dersi alamamış olan kimselere okuma kapısı daima açık kalmış olur. Belirlenecek miktarda sertifika sahipleri üniversiteye de girebilmelidirler. Bu sayede devletin Milli Eğitime yapacağı harcamalarda

büyük bir tasarruf da söz konusu olur. Bu gün dünya bu sisteme doğru kaymaktadır. Bu sistemi İngilizlerin bir süredir uyguladığı ve sertifikaları da O-level ve A-level diye gruplara ayırdığı malumdur.

Bu sayede, cami olarak yapılmış o mükemmel binalar, İslam tarihindeki birer öğrenim ve eğitim merkezi olma fonsiyonlarına yeniden kavuşmuş olurlar.

4- Camide dini eğitim

Halkımızın ve bilhassa gençlerimizin dine olan ilgi ve bağlılığı gün geçtikçe artmaktadır. Bunların çoğu dini bilgi ve eğitim eksiklikliğini sağlıksız ve dengesiz bir biçimde karşıladığı için Fatiha suresini doğru okuyamadığı halde hocaları beğenmeyen, namazın ve abdestin farzlarını bilmediği halde önemli dini konularda kendini yetkili sayıp tartışmalara giren ve halk arasında huzursuzluğa sebep olan insanlara sıkça rastla-

mak mümkün olmaktadır. İsteklerinin esiri olmuş bazı

 

kimselerin etrafına adam toplama ve bir varlık gösterme gayretiyle saf, temiz ve iyi niyetli bir kısım şahısları yanlış yönlendirdikleri herkesin bidiği bir husustur. İslami hizmetler, Türkiye'deki islami gelişmenin gerisinde kalmaya devam ettiği sürece bu durumu normal kabul etmek gerekir. Bu konuda ihtiyaç duyulan islami hizmetlerin verileceği tek mekan camidir.

Haklı olarak bu hizmetler Diyanet teşkilatından beklenmektedir. Bunun için cami hizmetleri aşağıdaki biçimde yeniden düzenlenebilir.

a- İmam ve müezzinler

Günde beş vakit kılınan namazın doğru olarak kılınabilmesi için namaz surelerinin ve duaların yanlışsız ve usulüne uygun olarak okunması gerekir. Ayrıca boy abdesti, namaz abdesti, kadınlara mahsus özel haller, örtünme elbise temizliği, namaz kılınan yerin temizliği, namaz vakitleri, kıble ve namaz kılarken dikkat edilecek hususlar her müslüman tarafından bilinmesi gereken hususlardır. Ayrıca herkes bir müslümanın neye inanması ve nasıl inanması gerektiğini de bilmelidir. Allah'a, peygamberlere, meleklere, kitaplara ve ahiret gününe imanla ilgili dini bilgilerden haberdar olmalıdır. Müslüman vatandaşın zekat, oruç ve hac konusunda da bilgilendirilmesi gerekir. Bunların öğretilmesinde ve halkın bu konularda eğitilmesinde sürekliliğe ihtiyaç vardır. Bu sebeple her caminin imam ve müezzini bölgenin şartlarına göre belirlenecek bir saatte camide cemaata sürekli bu bilgileri öğretmelidir. Bir çok yerde akşam namazı ile yatsı namazı arasında bu hizmet yapılabilir. Bu husus her caminin kapısında ilan edilmeli, günü ve saati baştan

 

iyice tespit edilerek hiçbir zaman değiştirilmemelidir.

 Hiç kimse gelmese bile cami görevlileri o saatte camide bulunmalıdırlar. Bunun yanı sıra Peygamberimizin hayatını anlatan güzel bir siyer kitabı, insan ilişkileri ve ahlak kurallarını anlatan bir kitap okutulmalıdır.

Namazlardan sonra camide sesli olarak aşr-i şerif okuma adeti bırakılarak onun yerine namazdan önce kur'an okuma adeti yerleştirilmeli, camiye erken gelenlerin orada Kur'an dinlemelerine imkan verilmelidir. Namazın başlangıcından bitimine kadar imam ve

müezzinlerin camideki görevleri standart bir hale getirilmelidir. Gerek bazı müezzinlerin müezzinliği uzatmaları ve gerekse namazdan sonra kur'an okunması adeti halkın camiden daha geç çıkmasına sebep ol

makta bu da cemaatin sayısını azaltıcı bir etki yapmaktadır.

b- Vaizler

Dini hizmette vaizlerden, maalesef yeterince yararlanılamamaktadır. Bugünki uygulamada haftada dört kez vaazetmek zorunda olan vaizlerin vaaz proğramı üç ayda bir değişmektedir. Sürekli karşılarında değişik cemaat gören vaizler aynı konuları tekrarlayarak, kendilerini yenileme ihtiyacını pek duymamaktadırlar. Diğer taraftan kendi günlük işleriyle meşgul olan vatandaşların, vaizlerin programlarını takibetmeleri mümkün değildir.

Bu sebeple vaazlar eskiden olduğu gibi kürsü dersleri şeklinde yapılmalı, vaizlerin vaaz ettikleri ca-

 

miler değiştirilmemelidir. Bu şekilde vatandaş kimin nerede vaaz ettiğini bilecek ve boş vakti olduğu zaman gidip vaaza katılabilecek, yahut kendi vaktini ona göre ayarlayabilecektir. Vaizler, sürekli aynı yerde vaazetme mecburiyetinden dolayı kendilerini devamlı yenileme ihtiyacı hissedecekler, buna ayak uydurmak istemeyenler kendiliğinden meslek değiştirmek zorunda kalacaklardır. Dikkat edelirse vatandaş üzerin-

de etkili olan vaizler, sürekli aynı yerde vaaz edenlerdir. Bu vaazların serbest konular yerine hadis ve tefsir dersleri şeklinde yapılması, hem vaizler için kolaylık sağlayacak hem de vatandaş için daha faydalı olacaktır.

Vaiz, imam ve müezzin gibi bir camiye günde beş vakit bağlı olmayacağından halkla yakından ilgilenmeli ve onların dini konulardaki ihtiyaçlarına yardımcı olmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı vaizleri, hakla

ilişkiler konusunda daha çok eğitmelidir.

c- Müftüler

Müftülerin giderek halktan uzaklaştığı ve kendilerini kapalı kapıların arkasına çektiği gözlenmektedir. Bu sebeple her müftü bölgesindeki belli bir camide en az haftada bir kere kürsü dersi yapmalı; tefsir, hadis, fıkıh veya İslam tarihi dersi vermelidir. Her vesileyle halkla kaynaşmanın yollarını aramalıdır.

d- Cuma Hatipleri

Cuma hutbeleri çok mühimdir. Öteden beri İslam aleminde bu işe büyük önem verilmiştir. Çünkü o gün bölgenin bütün erkekleri o saatte camide bulunmak ve ses çıkarmadan hutbeyi dinlemek zorundadırlar.

 

Cemaat; yaşları, anlayışları, sosyal durumları ve kültür seviyeleri birbirinden farklı insanlardan oluşmakta ve herkes hocanın konuşmasının kendisi için tatminkar olmasını beklemektedir. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde namaz kılma hususunda gevşek

davranan kimseler cumaya gitmemenin yolunu rahat bulunabildiği halde küçük yerlede psikolojik baskı altında camiye gitmek zorunda kalmaktadırlar. Hutbe aynı zamanda böylelerini camiye ısındırıcı mahiyette olmalıdır.

Bu sebeple hutbenin hem hazırlanışı hem de sunuluşu çok önemlidir. Cami imamları içerisinde bu işi yapacak kapasitede olanların sayısı azdır. Yapılacak iş, eskisi gibi "Cuma hatipliği"ni ihya etmektir. Bunun için bir kadro ihdasına gerek yoktur. Bugün üniversitelerde, okullarda ve diğer mesleklerde bulunup bu işi yapabilecek kapasitede insanlar vardır. Böyleleri bu iş için sözleşmeli olarak istihdam edilebilirler. Ya da bu iş okullara veya üniversiteye hariçten derse gitmek gibi kabul edilebilir ve o şekilde bir ücret sistemi geliştirilebilir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bir çok ilim adamımızın yetişmesi için büyük imkanlar sağlamıştır. Her biri Başkanlığın personeli olan bu kişiler yetiştikten sonra ayrılarak üniversitelere geçmişlerdir. Yetişen personelin Başkanlıktan ayrılması, hizmette kalitenin artmasına yönelik çalışmaların beklenen sonucu vermemesine yol açmıştır. Bu yolla, yetişmiş elamanları tekrar cami görevine çekme imkanı ortaya çıkacaktır.

 

D - SİYASI DÜZEN

Adil Düzende siyasi yapı iki unsurdan oluşmaktadır : 1. Devlet

Başkanı 2. Meclis.

Adil Siyasi Düzenin güçlü bir yürütme ile bu yürütmeyi etkin bir

biçimde denetleyecek ve hakim hukuki esaslar çerçevesinde danışma

ve yasama görevinde bulunacak meclis esası üzerine bina edilmesi ön

görülmüş, başkanlık sistemini andırır bir düzenleme biçimi düşünül

müştür. Bu düzen, Devlet Başkanının şahsında güçlü bir yürütme,

 Meclis'in şahsında da etkin bir denetim, danışma ve yasama esasına dayanmaktadır. Devlet başkanının halk tarafından seçilmesi ve geniş yetkilerle donatılması uygun olur. Böyle bir seçimde halkın sağduyusu ve feraseti bir çok oyunu bozacak bir teminat sayılmalıdır.

Bunun yerine bir başkanın başkanlığında kurulan ve bugünki sis-

teme temel unsurlarda benzerlik gösteren parlamenter hükümet modeli

de düşünülebilir. Bu durumda devlet başkanını Meclis seçebilir. Ancak devlet başkanının halk tarafından seçilmesi ve geniş yetkilerle do-natılması bu makamı güçlendirecektir.

Güçlü bir devlet başkanının mevcudiyeti hem dini ve tarihi gele-

neklere daha uygun ve hem de siyasi ve idari maslahat bakımından da

ha elverişlidir. Günümüz devletlerinde devletin iki başı arasında zaman zaman görülen iktidar çekişmeleri bizzat devlet için bir çok zararları beraberinde getirmektedir. O halde Adil Siyasi Düzen, iktidarı güçsüzleştirici düzenlemeler yerine etkin bir denetim altında güçlendi-

recek düzenlemelere öncelik vermelidir.

1. Devlet Başkanı

Devlet başkanının nitelikleri, seçim şekli, görevde kalma süresi

ve yetkileri bir kanunla belirlenir. Aşağıda konuyla ilgili bir teklif yer

almaktadır.

 

a-Seçimi

Devlet başkanı doğrudan halkın genel oyuyla beş yıllık bir süre

için seçilir. Seçimde hiç bir aday mutlak çoğunluğu elde edemezse

makul bir süre sonra en fazla oy alan iki adayın iştirakiyle tekrar se-

çim yapılır. Bu seçimde en fazla oy alan kimse başkan seçilmiş olur.

 Devlet başkanının en fazla iki veya üç dönem için seçilmesi siyasi

maslahata daha uygun gözükmektedir.

İslam hukuku ile ilgili eserlerde genellikle devlet başakanının sü-

resiz olarak seçileceği belirtilmekteyse de bu amir ve değişmez bir hü-

küm değil, ilk dönem uygulamalarının ortaya koyduğu bir düzenleme

biçimidir. Devlet başkanının süreli olarak seçilmesi de mümkündür.

 Hukuk ve adaletten ayrılan devlet başkanını bu yolla, her hangi bir

sarsıntıya meydan vermeksizin değiştirmek mümkün olduğundan bu,

İslam hukukuna uygun olur. Zira İslam hukukçuları fasık devlet baş-

kanının değiştirilmesi gerektiği noktasında ittifak etmişler fakat fitne

ye ve anarşiye yol açacağı endişesiyle silahla değiştirilmesini pek uy-

gun bulmamışlar, işlerliği olan bir değişim yolunu da ortaya koyama-

mışlardır. Devlet başkanının sınırlı süreli seçilmesi, adil ve hukuka uy-

gun davranmadığı durumlarda sarsıntısız değişmesine imkan tanıya-

cak, böyle bir kimsenin devlet başkanı olmasının doğurduğu mahzur-

lar hiç değilse bir dönemle sınırlı olacaktır. O halde bu yolun İslam

hukukunda temel prensip olan adil ve hukuka bağlı devlet başkanları-

nın işbaşına gelmelerine imkan verebilecek bir yol olduğunu kabul et-

mek gerekir.

Devlet başkanlığı seçiminin halkın genel oyuyla olması da bir

mahzur değildir. İslam hukukçuları devlet başkanının ehlü’l-hal ve'l-

akd tarafından seçileceğini söylemekte ve ehlü'l-hal ve’l-akd'i de âkil,

bâliğ, rey ve tedbir sahibi kimse olarak tarif etmektedirler. Sonraki dö-

nem hukukçuları bu kimseleri devlet adamları ve alimler olarak daralt-

mışlardır. Ancak kabul etmek gerekir ki bu daraltma o günkü siyasi ve

 

sosyal şartların ortaya koyduğu bir vakıadır. Bilindiği gibi ilk halife-

nin seçim usulü sonraki dönemlerin seçimlerine örneklik etmiştir. İslam hukuçuları bu konudaki hukuki esasları bu ilk örnek ve örnekler ışığında ortaya koymuşlardır. İlk seçimde de Hz. Ebubekr'e, Mescid'e namaz kılmak için gelen herkes biat etmiş, yani seçime iştirak etmiştir. Hiç kimse Mescid'e gelenleri gerekli vasıfları taşımadığı gerekçesiyle geri çevirmemiştir. O halde seçmen olmak için maslahatın gerektirdiği bir takım vasıflar aransa bile bunları alimler veya devlet adamları şeklinde daraltmak doğru değildir. Genel oyla yapılan bir seçim İslam hukukuna uygundur. Bu sebeple burada genel oydan bahsedilmiştir. Seçmen olacaklarda aranacak vasıflar kununlarla ayrıntılı olarak düzenlenebilir.

b-Görev ve Yetkileri

Devlet Başkanı esas itibariyle yürütmenin başıdır. Ancak yasama ve yargı alanında da önemli yetkileri bulunmaktadır. Bunları ayrı ayrı şu şekilde sıralayabiliriz.

(1) Yürütme alanında

Seçimi müteakip kendisine bir yardımcı ve Meclis üyeleri arasından veya dışardan bakanlar seçer. Başkan yardımcısı ve bakanlar Meclisin onayına gerek olmaksızın göreve başlarlar. Ancak bunlar icraatlarında Başkanın yanısıra Meclise karşı da sorumludurlar. Devlet Başkanı bakanlar kuruluna da başkanlık etmektedir. Başkan yardımcısı ve bakanlar dilediği zaman Devlet Başkanı tarafından değiştirilirler.

 Meclis tarafından düşürülen bakanların yerine Başkan tarafından yenileri atanır.

Adil siyasi düzende güçlü bir yürütme öngörüldüğünden Devlet

Başkanı buna uygun yetkilerle donatılmıştır. Bu sebeple halkın genel

oyuyla seçilen devlet başkanının tayin ettiği hakanların hemen işin ba-

şında Meclis tarafından tasdiki aranmamış, görevini ihmal ettiği veya

 

kötüye kullandığı yahut hukuka aykırı davranışlarda bulunduğu du-

rumlarda düşürülmesi esasıyla yetinilmiştir. Böylece halkın teveccü-

hünü kazanmış bir başkanın güçlü bir şekilde icraata yönelmesi hedef-

lenmiştir.*

Milli savunma ve güvenlik hizmetleri, ilgili birimlerce yürütülür.

Devlet Başkanı ordunun da başkomutanıdır.

                          (2) Yasama alanında

Meclis tarafından hazırlanan kanunlar Devlet Başkanının ona-

yıyla yürürlüğe girer. Başkan uygun görmediği kanunları tekrar görü-

şülmek üzere Meclis’e geri gönderebilir. Meclis kendisine iade edilen

kanunları 2/3 çoğunlukla aynen kabul ederse Başkan, Anayasa Mah-

kemesinin olumlu görüşünü alarak bu kanunları kabul etmek mecburi-

yetindedir. Anayasa Mahkemesinin olumsuz görüş bildirdiği kanun ta-

sarıları kesin olarak reddedilmiş olur.

Devlet Başkanı, acilen düzenlenmesine gerek gördüğü konularda

kanun kuvvetinde kararname çıkarabilir. Bu kararname ilgili bakanın

imzasını da taşır. Kararnameler yayınlandığı tarihten itibaren iki yıl

içinde Meclis tarafından tasdik edilmelidir. Belirtilen süre içinde bu

tasdik gerçekleşmezse ikinci yıl sonunda kendiliğinden yürürlükten

kalkar. Devlet Başkanı, Meclis yeni bir seçimle değişmeden, Meclisin

açıkça oylayıp mutlak çoğunlukla reddettiği kararname yerine aynı

mahiyette bir kanun kuvvetinde kararname çıkaramaz.

Adil siyasi düzende denetim, danışma ve yasama alanında esas

yetkili organ Meclistir. Bu sebeple devlet başkanının bu alandaki yet-

kisi sınırlıdır.

Burada Anayasa Mahkemesi*, hazırlanan kanunları Anayasa ve

Anayasa'da korunması emredilen hakim hukuk sisteminin değişmez

esaslarına uygunluk açısından denetleyen bir organ olarak düşünül-

 

müştür. Bu sebeple asıl danışma ve yasama organı olarak düşünülen

 Meclis tarafından ikinci defa daha kuvvetli bir oy çoğunluğuyla kabul

 edilen ve böylece tek kişinin kararına nisbetle daha doğru bir düzenle-

me olma ihtimali bulunan kanunlar sadece hakim hukuk sistemine uy-

gunluk noktasından Anayasa Mahkemesinin tetkikine sunulmuş, bu

 noktadan bir mahzur yoksa devlet başkanı tarafından kabul edilmesi

 esası getirilmiştir. Burada Anayasa Mahkemesi devreye sokulmayıp,

 devlet başkanının doğrudan tasdiki ve daha sonra dilerse Anayasa

Mahkemesine başvurması usulü de düşünülebilir. Ancak bu durumda

 Anayasa ile kurulmuş ve korunmuş hukuki yapıya uygun olmayan bir

 düzenlemenin yürürlüğe girmesi gibi bir mahzur ortaya çıkabilir. Ana-

yasa Mahkemesi kanunda belirlenen sınırlı bir süre içinde bu konuda

cevabını vererek devletin işleyişini yavaşlatmamış olur.

Yasama konusunda Devlet Başkanının bazı yetkileri bulunmak-

taysa da burada bu yetkiler daha çok Meclis'e devredilmiş görünmek-

tedir. Unutmamak gerekir ki îslam hukuku devlet başkanına bu konu-

da yetki vermekle birlikte onun müçtehit olmasını da şart koşmuştur.

 O halde yasama yetkisinin müçtehit hukukçuların da bulunduğu ve görev yaptığı Meclis'e devredilmesini daha uygun bir çözüm yolu olarak

düşünmek gerekir. Ancak Meclisin zaman zaman yavaş çalışması ve

devletin acil yasama ihtiyacı,yürütmeyi temsil eden devlet başkanının

kanun kuvvetinde kararname çıkarmasını gerekli kılmıştır. Fakat bu

konuda da son söz Meclis’e ait kabul edilmiş ve devlet başkanının bu

yolla sahip olduğu yasama yetkisine belirli sınırlama getirilmiştir. Ak-

si bir çözüm yasama yetkisinin sınırsız olarak devlet başkanının eline

geçmesi sonucunu doğururdu ki bu da diktatörlükten başka bir şekille

sonuçlanamazdı.

                                 (3) Yargı alanında

Yargı faaliyetleri yedi üyeden oluşan Yüksek Hakimler Kurulu

tarafından düzenlenir. Her derecedeki hakimlerin tayin ve terfileri de

 

bu kurul tarafından yapılır. Bu kurulun oluşmasında Devlet Başkanına belirli bir yetki ve etkinlik verilmeli, ancak seçilen üyelerin Başkan tarafından azledilememesi ilkesi benimsenerek kurulun bağımsızlığı sağlanmalıdır.

Yargının düzenlenmesinde Devlet Başkanına bir etkinlik tanınmıştır. Ancak bu etkinlik Yüksek Hakimler Kurulu üyelerinin seçimiyle sınırlıdır. Tayin ettiği bu üyeleri değiştirememesi de hakimler üzerinde muhtemel etkilerini kaldırmak gayesiyle düşünülmüştür. Hakim tayinlerinin tek kişi tarafından değil de bir kurul tarafından yapılması tarafgirliği azaltma düşüncesiyle faydalı görülmüştür. Bu konuda başka türlü düzenlemeler de düşünülebilir.

                                         2. Meclis

Meclis üyelerinin nitelikleri, seçim şekilleri, üye sayısı, meclisin görev ve yetkileri, çalışma usulleri, Devlet Başkanının bu meclis ile ilişkisi, mahalli idareler ve benzeri konular kanunlarla düzenlenir.

Aşağıda konuyla ilgili bir teklif yer almaktadır:

a-Kuruluşu

Meclis, genel oyla seçilen 500 üyeden oluşur. Şeçim, her üye için bir seçim bölgesi olacak şekilde dar bölge ve mutlak çoğunluk esasına göre yapılır. Meclisin iki önemli fonksiyonu vardır: Kanun yapma ve yürütmeyi denetleme.

b- Kanun Yapma

Kainattaki denge ve düzenin kanunlarını da, beşer hayatını denge ve düzen içinde yürütecek ve ilişkileri düzenleyecek kanunları da koyan Allah'tır. İlim adamlarının işi bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Siyasi ve hukuki kanun ve kararlara temel teşkil edecek olan bilgi ve görüşleri ilgili ilim adamları hür bir ortamda üretip ortaya ko-

yarlar.

İslam'da ancak ictihadi konularda ve Kur’an ve sünnete uygun olarak kanunlar yapılabilir.

Kanun yapma fonksiyonu Anayasa‘da belirtilen alanlarda ve Ana- yasa’da belirtilen esaslara ters düşmeyecek bir biçimde Meclis tarafından yürütülür. Milletvekilleri tek tek veya topluca kanun teklif etme hakkına sahiptirler. Kanun tasarıları ilgili komisyonlarda ve son olarak Anayasa Komisyonu'nda görüşülüp kabul edildikten sonra genel kurulda görüşülüp kabul edilirler. Devlet Başkanı ve bakanlar da tek tek veya topluca kanun tasarıları teklif etme hakkına sahiptirler. Kanun yapma esasları ilgili kanun ve tüzüklerle belirlenir.

İslam’da hukukun temel çerçevesi Kitap, Sünnet ve îcma ile çizilmekte, bu çerçevenin doldurulması belirli esaslar dahilinde insana bırakılmaktadır. Bu bakımdan Meclis'in yukarıda belirtilen çerçeveyi bozmayan ve esasen çoğu idari düzenlemeler mahiyetinde olan yasama faaliyetleri İslam hukukuna aykırı olmayacaktır.*

İslam hukukuna uygun bir yasama, bugünkü yasama meclislerinde var olan usullerle de sağlanabilir. Bilindiği gibi bugün yasama meclisleri tarafından kabul edilen kanun tasarılarının tamamına yakını ilk önce hükümette veya mecliste yahut siyasi partiler bünyesinde var olan mütehassıs hukukçular tarafından hazırlanmakta, daha sonra meclis bünyesindeki komisyonlarda tekrar gözden geçirilmekte ve bu esnada özelllikle hukuk tekniğini gerektiren kanunlar yine hukukçuların denetiminde son şeklini almaktadır. Daha sonra da mevcut anayasaya uygunluk noktasından denetlenmek üzere Anayasa Komisyonu’na gitmektedir. Aynı prosedürü İslam hukukuna uygunluk noktasından da işletmek için bir engel yoktur. Kanun tasarıları Adil Düzende İslam hukukçularının denetiminde siyasi ve idari maslahatlar göz Önüne alınarak hazırlanacak, Meclis'in ilgili komisyonlarında yer alan hukuçu-

(* Kerim AYTEKİN'in teklifine göre hükümet Devlet Başkan tara-

 fından kurulmalı hükümet listesi Hukukçular Meclisi ile Şura Meclisinin müşterek toplantısında onaylanmalı ve göreve başlamalıdır. Şura Meclisi burada sözü edilen Meclistir. Hukukçular Meclisinden kasdedilen de Anayasa Mahkemesi'dir.)

 

 

lar tarafından bu yönüyle de incelenecek ve en sonunda Anayasa Ko- misyonu’nda İslam hukukuna uygunluk yönünden son bir denetime tabi olacaktır. Bu noktada bir problemin olmayacağını düşünmek mük- mündür. Kaldı ki gözden kaçan veya siyasi menfaat kaygısıyla dikkate alınmayan bazı hükümlerin İslam hukukçularından oluştuğunu varsaydığımız Anayasa Mahkemesinde son bir defa daha denetlenmesi ve gerektiğinde iptal edilmesi imkanı daima vardır.

Hukuki ve adli muhtariyet verilmiş bulunan gruplar kendilerine bırakılan konulardaki kanunlarını kendi meclislerinde karara bağlarlar.

c- Denetleme

Meclis Devlet Başkanını ve bakanları denetleme yetkisine sahiptir. Meclis'in 2/3 çoğunlukla işbaşındaki bakanları düşürme hakkı da bulunmaktadır. Ayrıca Meclisin yine aynı veya daha büyük bir çoğunlukla işbaşındaki veya eski bir bakanı yüce divana sevk etme yetkisi bulunmaktadır. Meclis Devlet Başkanını da vatana ihanet suçundan yargılanmak üzere 4/5 çoğunlukla yargılanmak üzere yüce divana sev- kedebilir. Bu durumda Devlet Başkanlığı sıfatı askıya alınır ve suçu sabit olursa sona erer. Adam öldürme ve kanunlarda gösterilen diğer ağır suçlarda da bakanların ve Devlet Başkanının yargılanması aynı usullerle sağlanır.

Meclis ayrıca her türlü kamu kurum ve kuruluşlarını denetlemek üzere soruşturma yetkisine sahiptir. Bunun için kurulan komisyonların, bakanların ve hakimlerin dışındaki kamu görevlilerini görevlerinden alma ve yargılanmak üzere ilgili mahkemeye sevk etme yetkileri vardır. Bu konudaki kararlar Meclis’in onayından sonra yürürlüğe girer.

E- HUKUKİ VE ADLÎ DÜZEN

                               I- Genel Esaslar

(* Hayrettin KARAMAN' ın teklifinde yer alan "Danışma Meclisi" kavramı ile Kerim AYTEKİN'in teklifinde yer alan "Hukukçular Meclisi" kavramı , Mehmet Akif AYDIN' ın teklifinde yer alan Anayasa Mahkemesi anlamın da kullanıldığından Anayasa Mahkemesi kavram tercih edilmiştir.)

 

 

1-Din ile devlet, etki ve sorumluluk bakımından birbirinden ayrılamaz. Din ve devlet ayrı kurumlar ve kavramlar olmakla beraber her ikisi de insanın maddi ve manevi bir takım ihtiyaçlarını karşılama amacını gütmektedir.Müslümanlar, “ferdi, içtimai, siyasi, hukuki, iktisadi, ahlaki... hayat ve davranışlarını, Allah Teala’nın, Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah’ın Sünnetinde tecelli eden iradesine uygun düşürmekle yükümlüdürler. Devlet de bununla yükümlüdür. Devlet vatandaşın üzerinde, gücünü kendinden alan bir otorite, adeta bir tanrı olmak için değil, gücünü kendilerinden aldığı ümmete hizmet için vardır. Ümmetin varlık sebebi ise Bir Allah’a kulluktur.

2-Hakimiyet asıl sahiplik bakımından Allah’a, temsil ve kullanma bakımından ümmete aittir. Ümmet müslümanlar ile onlara tabi olan diğer gruplardan oluşur.

3-Müslüman olmayıp kültür ve hukuk açısından bir cemaat teşkil eden vatandaş gruplarına, istedikleri takdirde adlî ve kültürel muhtariyet verilebilir.

Bu cemaatlar, dinlerinin ve inançlarının gereğini kamu düzeni, genel ahlak, kamu yararı, başkalarının hak ve hürriyetlerini koruma amacına yönelik sınırlamalar dışında serbestçe yerine getirirler.

4-Ümmete ait bütün topraklar vatandır; vatanın birlik ve bütünlüğü esastır. Ümmet bunu iç ve dış tehlikelere karşı korumakla yükümlüdür. Bu bütünlüğün fiilen gerçekleşemediği dönemlerde her parça (millet) kendi ülkesini vatan olarak bilir ve korur, ancak diğer parçalarla bir şekilde bütünleşerek birlikler oluşturup ümmet birliğini gerçekleştirmeyi amaç edinir. Ümmetin de amacı bütün dünyada adalet ve hürriyeti hakim kılmaktır.

5-Adil Düzende devletin şekli değil, yapısı, amacı ve bu amacı gerçekleştirmedeki başarısı önemlidir. Devlet otoritesinin kaynağını teşkil eden ümmet, bu otoriteyi hangi organlarla ve nasıl kullanacağı-

 

na, Kur'anı Kerim, Sünnet, Örnek uygulamalar, akıl, bilim ve çağın gereklerini göz önüne alarak danışma yoluyla karar verir.

6- Kuvvetler birliği, ayrılığı, yerinden veya merkezden yönetim gibi konular çağlara, ihtiyaca ve fayda-zarar prensibine bağlı bulunduğundan bu gibi karar ve tercihler 5. maddedeki esaslara tabidir.

                                 2- İnsan Hakla

Adil Düzen, eşref-i mahlukat ve kemale aday olarak yaratılmış bulunan ve yeryüzünde Allah'ın halifesi olan insan anlayışına dayanır. İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir, dünya fani ahiret bakidir, îmtihan insanın, hür iradesiyle dünya hayatını, Allah’ın iradesi doğru- ltusunda yaşayıp yaşamıyacağı ile  ilgilidir. Allah Teala insana, dünya hayatının gerektirdiği bütün hak ve hürriyetleri bahşetmiştir. Bu hak ve hürriyetlerden bir kısmı "insan olarak yaratılmış" olmaya bağlı olup “statü hakları", bir kısmı ise hak etmeye bağlı olup "ehliyet ve liyakat" hakları adını alır. Hayat hakkı birincisine, belli bir devlet hizmetinde bulunma hakkı İkincisine örnektir.

İnsan haklarının başlıcalarını şu maddelerle özetlemek mümkündür:

1-İnsanın bedeni ve kişiliği ile ilgili haklar:

İnsanın mutluluğu can, namus ve malının güven altına alınmasına bağlıdır. Bunun için İslam devletinde dinlerine ve inançlarına bakılmaksızın insanların can, mal ve namusları mukaddes kabul edilerek koruma altına alınmıştır. Bununla ilgili üç hak vardır:

a) Yaşama hakkı, b) Hür kişilik hakkı, c) Haysiyetin korunması hakkı.

2-Özel hayatın gizliliği, aile, mesken ve şerefin dokunulmazlığı.

 

 

3-Sığınma, oturma, seyahat ve vatandaşlık hakları.

4-Din ve vicdan hürriyeti

Hiçbir insan belli bir dini, inanç veya inançsızlığı seçmeye zorlanamaz. Din olarak İslâmî seçenler bu dinin kurallarını uygularlar,onları açıkça ihlal edemezler. Açık ihlaller, kamu düzeninin ve genel ahlakın korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi ilkeleri gereği engellenir.

5-Düşünce ve ifade hürriyeti.

                                       3-Siyasi haklar:

a-Seçme hakkı: Belli bir yaşa ve zihni olgunluğa gelmiş her vatandaşın seçme hakkı vardır.

b-Seçilme hakkı: Seçimle iş başına getirilecek devlet hizmetlilerinin belli nitelikleri taşımaları gerekir. Bu nitelikleri taşıyan her vatandaşın seçilme hakkı vardır.

c-Kamu görevlerine atanma hakkı: Bu hakka sahip olmak için belli nitelikleri taşımak gerekir. Mesela İslam ümmetinin hakimiyetine dayalı devletlerde devlet başkanı, hakim, vali gibi kamu görevlilerinin müslüman olmaları şarttır. Bu/laik rejimlerdeki vatandaşlık şartına benzer; bilindiği gibi bir ülkenin vatandaşı olmayan o ülkenin devlet başkanı olamamaktadır.

d-Toplanma ve dernekleşme hakkı.

e-Hukuk karşısında eşitlik ve kanun hakimiyeti.

Statü hakları bakımından eşitlik bütün vatandaşlar için geçerlidir. Ehliyet ve liyakat hakları bakımından eşitlik, aynı ehliyet ve liyakate sahip olanlar arasında söz konusudur.

(*Prof. Hayrettin KARAMAN' n teklifi, ilim adamlarının üzerinde ittifak ettikleri görüşlerin bütün toplumda uygulanacak kanun olmasını  ancak bunun Mecliste görüşüldükten sonra Devlet Başkan tarafından ilan edilmesini öngörmektedir. Üzerinde ittifak edilemeyen görüşlerden birini seçerek kanunlaştırma hakkı Devlet Başkanına ait olacak, Meclis ise denetim ve danışmanlık görevi yapacaktır. Ancak KARAMAN, yukarı da belirtildiği gibi Meclise kanun yapma yetkisinin verilmesini de kabul etmektedir.)

8. Sosyal ve ekonomik haklar.

a-Aile kurma hakkı.

İslam, neslin nikah bağı ile devam etmesini istemiş ve gayrimeşru ilişkileri yasaklamıştır. Yine İslam, aileyi cemiyetin çekirdeği olarak kabul etmiştir. Ailenin temeli olan kadın ve erkek, hayatın değişik yönlerini bütünleştirirler. İslama göre, kadın ile erkeğin hak ve vecibelerinde genel olarak bir farklılık bulunmamaktadır. Ancak erkeğin biyolojik bakımdan daha güçlü olması yüzünden kadına nazaran sorumlulukları daha fazladır.

İslam ailesi müslüman erkek (koca) ile müslüman veya gayr-i müslim (kitabî) kadından, çocuklardan, usul ve yan hısımlardan oluşur. Taraflar sınırı genişletemeye razı olmadıkça evde oturacak aile fertleri karı, koca ve küçük çocuklardan ibarettir (çekirdek aile). Gençler de kendilerine yeterli hale gelinceye kadar aile evinde oturup yaşama hakkına sahiptirler.

Cemiyetin temelini aile teşkil eder. Ailenin kurulması, gelişmesi ve işlevini yerine getirebilmesi için ümmet, gerekli yardım ve destekleme vazifesini yerine getirmelidir.

                              b-Sosyal güvenlik hakkı

Adil Düzende devletin bütün vatandaşları önceden bir ödeme yapma mecburiyeti olmaksızın sosyal güvenlik hakkına sahiptirler. Ülkede bütün insanlar aç ve açıkta, temel ihtiyaçlardan mahrum kalmadıkça bir kişi de aç ve açıkta kalamaz.

                                        c-Mülkiyet hakkı.

Özel şahısların, meşru yollardan elde ettikleri her nevi servete malik olma ve bu sıfatla tasarrufta bulunma hakları vardır.

 

 

                        d) Çalışma hakkı,

İşsize iş bulmak, işçinin ve işverenin haklarını korumak devletin görevleri arasındadır.

                            9-Eğitim ve öğretim hakkı.

Her vatandaşın kabiliyeti yönünde eğitim ve öğretim görme hakkı vardır. Kamu ve özel kesim, bu hakkın kullanılabilmesi için imkanlarını seferber eder.

                       10-Siyasi bağımsızlık hakkı

Adil düzende her toplumun ve müstakil grubun devlet kurma, geleceğini belirleme, ülkesinin nimetlerinden bizzat faydalanma, kültür yaratma ve medeniyete katkıda bulunma hakkı vardır. Yabancı devletlerle ilişki ilke olarak barış, yüce amaçlar uğrunda işbirliği ve dayanışma çizgisinde yürütülür. Hasmane ilişkinin sebebi karşı tarafın saldırısı, sömürüsü, zulmü ve baskısıdır.

                               3- Yargı

Yargı özel kanununa bağlı olarak Devlet Başkanı tarafından atanacak olan Yüksek Hakimler Kurulunun tayin edeceği hakimler ile anlaşmazlığın taraflarınca seçilen hakemler tarafından yürütülür. Devlet Başkanı ve Meclis yargıya müdahale edemez. Hakimler hür ve güvenceli olup, Yüksek Hakimler Kurulunun denetimine tabidirler. Hakimlik ve hakemlik ehliyetini belirleyen nitelikler ve diğer hususlar, özel kanunlarla düzenlenir.

 Mahkemeler tek derecelidir. Ayrıca mahkeme kararlarını usul yönünden inceleyen bir de Temyiz mahkemesi (Yargıtay) vardır. Ülkede ihtiyaca göre yerleşim birimlerinde özel veya genel mahkemeler kurulabilir      

Taraflar (davalı ve davacı) kendi rızalarıyla sadece özel hukuktan

 

doğan ihtilaflarını hakeme başvurarak çözümleyebilirler. Tahkim yoluna başvuran taraflar hakiki şahıslar olacağı gibi hükmi şahıslar da olabilir. Hakemin verdiği hüküm usulüne uygunsa, hakimin hükmü gibi tarafları bağlar.

Muhakeme usulü kaidelerinin büyük önemi vardır. Çünkü adalet mekanizması iyi ve çabuk işlemez, hakkı bulup yerine getiremezse hakkın özüne ilişkin kaideler ne kadar iyi ve yerinde olursa olsun, hiç bir fayda sağlamaz. Hukuk kaidelerinin mükemmel bir biçimde uygulanması; iyi bir adliye teşkilatı, iyi bir usul ve icra mekanizması ile mümkündür. Muhakeme usulünün bozukluğu memleketin iktisadi, siyasi, ahlaki, sosyal her sahasında kendini gösterir. Adliye mekanizmasının bozukluğu bütün bu saydığımız sahalardaki kıymet hükümlerinin müeyyidesiz kalmasına, müesseselerin yavaş yavaş çözülmesine ve çökmesine sebep olur. İşte bu itibarladır ki, her zaman ve her yerde adliye mekanizmasına büyük bir önem verilmiştir iyi bir muhakeme usulünün vasıfları; sür'at, sadelik ve ucuzluktur. Ayrıca hakkın ortaya çıkmasını geciktiren karışık formaliteler bulunmamalıdır. Çünkü adaleti geciktirmek zulümdür.

Mahalli mahkemeler dışında Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay da görevini sürdürür.

a- Anayasa Mahkemesi: Kanunların Anayasa'ya ve Anayasayla teminat altına alman değişmez hukukî esaslara uygunluğunu denetler. Anayasa Mahkemesine sair mahkemelerin yanı sıra, Devlet Başkanı, bakanlar, belli bir sayıdan oluşan Meclis üyeleri ve hukukçu ilim adamları başvurabilir. Devlet Başkanı geri gönderdiği için Meclis tarafından ikinci defa görüşülerek aynen kabul edilen kanunlar Anayasa'ya ve hakim hukuk sistemine uygunluk bakımından denetlenmek üzere Anayasa mahkemesine otomatik olarak gelir.

Anayasa mahkemesi yirmi üyeden oluşur. Üyelerin nasıl belirle-

 

neceği anayasa metninde yer alır. Anayasa Mahkemesi üyelerini Devlet Başkanı doğrudan seçebileceği gibi Meclis’in ve diğer yargı ku- rumlarının önereceği adaylar arasından da seçebilir. Üyelik bir süre ile sınırlı değildir. İstifa veya emeklilikle sona erer.

b-Yüksek Hakimler Kurulu : Yüksek Hakimler Kurulu on beş üyeden oluşur. Üyeler on beş yıl hakimlik veya Hukuk Fakültelerinde öğretim üyeliği yapmış kimseler arasından yedi yıllık süre için Devlet Başkanı tarafından atanır. Devlet Başkanlığı makamı her hangi bir sebeple boşalırsa yüksek hakimler kurulunun görev süresi de yeni devlet başkanının göreve başlamasıyla sona erer.

c- Yüksek Adli, İdari ve Mali Mahkemeler Kuruluş esasları işleyişleri kanunla belirlenen bu mahkeme üyeleri Yüksek Hakimler Kurulu tarafından atanır.

F-DEVLETİN ORGANLARI VE GÜÇLERÎ

Eğitim, emniyet, sağlık ve yargı gibi kamu hizmetleri parasız ve karşılıksızdır. Özel eğitim kurumları , belirlenecek esaslar çerçevesinde paralı olabilir. Devletin gelir kaynakları kamu hizmetlerinin görülmesinde yeterli olmazsa, bu hizmetlerden yararlananlardan makul ölçüde ücret alınabilir.

                                  1-Milli  Eğitim

Eğitim ve öğretimin planlanıp denetlenmesi, özel kanun ile kurulacak özerk bir kurum tarafından yapılır.

                                   2-Milli Savunma

Tarihimizde ordu millet olarak yaşamış bir ulusuz. Bazı yanlış uygulamalar bizi ordusu ayrı milleti ayrı bir hale getirmiştir. Askeri okulda öğrenciliğe başlamasından itibaren bir ordu mensubunun halkıyla ilişkisi kesilmekte ve ayrı bir dünyada yaşatılmaktadır. Mezun

 

olduktan sonra halk ile doğrudan teması onu karşısında er veya yedek subay olarak görmekten ibaret kalmaktadır. Araya giren kötü niyetli kişiler halka orduyu dinsiz ve ahlaksız, orduya da halkı gerici ve yobaz olarak tanıtmakta, bu durum düşmanlarımıza bulunmaz bir fırsat vermektedir. İç ve dış düşmanlarımıza karşı güçlü olmanın tek yolu yeniden ordu-millet olmaktır. Dünyada gelişen son olaylar bu görüşü pekiştirmektedir. Bunun için:

1-Ordu mensuplarının lojmanlarının halkın yaşadığı bölgelerde halkla iç içe olması temin edilmelidir.

2-Ordu mensuplarının alış-veriş ve dinlenme tesisleri halka açık hale getirilmelidir.

3-Spor tesislerinde düzenli askeri eğitim verdirilerek halkın her an savaşa hazır hale gelmesi ve silah sanayiindeki yeni gelişmeleri yakından takip etmesi sağlanmalıdır.

4-Her yerde halka açık atış poligonları meydana getirilerek ordu mensuplarının gözetiminde isteyen her kese atış eğitimi verilmelidir.

5-Gerekli kanuni düzenlemeler yapılarak halkın silah taşıması kolaylaştırılmalı her vatandaş iç ve dış güvenlik konusunda duyarlı hale getirilmelidir.

6-Ordu ile millet arasında birlik ve bütünlüğü engelleyici her şey ortadan kaldırılmalıdır.

                         3-İç Güvenlik ve Asayiş

Devletle millet arasında kopukluk vardır. İç güvenlik ve asayişin bozulmasından doğrudan halk etkilendiği halde bunun temini için bir gayret sarf etmemektedir. Bunun sebebi büyük ölçüde yanlış uygulamalardır. Apartman, sokak, mahalle ve köylerde güvenlik ve asayişin

 

halk tarafından aktif bir şekilde sağlanması için tarihimizdeki uygulamalara uygun tedbirler alınacaktır.

1) Herkes, apartmanının, sokağının, mahallesinin ve köyünün emniyet ve asayişinden doğrudan sorumlu tutulacaktır. Bunun için :

a-Köy ve mahalle bekçileri halk tarafından görevlendirilecek ve ücretleri o yerin sakinlerince karşılanacaktır. Böylece halk ile bekçi arasında bütünlük sağlanacak, halkın bekçiye yardımcı olması ve onu denetlemesi mümkün olacaktır. Bu gün hiç kimse mahallesinin bekçisini tanıyamamakta tanısa bile onunla bütünleşememekte ve onu denetleyememektedir.

b-Tarihimiz boyunca uygulanmış olan kasame sistemi yeniden ihdas edilerek köy ve mahalle sakinlerinin emniyet ve asayiş konusunda duyarlı olmaları sağlanacaktır.

Bir mahallede, bir köyde , bir apartmanda veya bir şahsın mülkünde, meskeninde yahut beldeye ses işitilecek derecede yakın olup kimsenin mülkünde bulunmayan boş bir mahalde faili meçhul bir cinayet işlendiği taktirde o yerin halkı, ya suçluyu bulurlar veya özel olarak yapılan muhakeme sonucu ölünün kan bedelini ödemek zorunda bırakılırlar. Burada uygulanan muhakeme usulüne kasâme denir.

Kasâme kısaca şöyle yapılır:

Meselâ bir köyde, kimsenin mülkü olmayan bir mahalde öldürülmüş bir insan cesedi bulunur ve ölünün velisi, "Onu siz öldürdünüz" diyerek hakim huzurunda köy halkı aleyhinde dava açıp kasâme talebinde bulunursa, hakim köylülere iddia karşısında ne diyeceklerini sorar. Köylüler iddiayı reddederlerse ölünün velisi köyün erkeklerinden elli kişiyi seçerek hakime gösterir. Hakim bunlardan her birine yemin teklif eder. Bunlar da ölüyü kendilerinin öldürmediğine ve katilini bilmediklerine yemin ederler. Eğer hepsi böyle yemin ederlerse, o köyün

 

erginlik çağına girmiş bütün erkeklerine ölünün diyeti pay edilir. Bu

hususta oranın zenginleriyle fakirleri arasında bir fark gözetilmez. Bu

diyetin ödenmesine, mevcutsa akileler de iştirak ederler. Bu diyet ölü

nün yakınlarına üç yıl içinde ödenir.

İçlerinden yemin etmekten kaçınanlar olursa hakim bakar, eğer

ölünün velisi kısası gerektiren bir iddiada bulunmuşsa bu kişiler yemin edinceye veya o şahsı öldürdüklerini itiraf edinceye kadar hapis edilirler. Fakat ölünün velisi diyet cezası verilmesini gerektiren bir iddia da bulunmuşsa o taktirde yemin etmekten kaçınan kim ise bütün diyet  onun âkilesine ödettirilir.

Kendine yemin teklif olunanlardan biri, katilin kim olduğunu bilirse yemin ederken, ”Onu ben öldürmedim, falandan başka katilini de bilmem"diye yemin eder.

Kadınlar, bulundukları yerleşim biriminin korunmasından sorum-

lu tutulmayacakları için kendi mülkleri dışında bulunan bir ölüden do-

layı kasameye ve diyete dahil edilmeyeceklerdir.  

Kasame sistemi, yerleşim birimi sakinlerinin o yerin güvenlik ve

huzuru hususunda duyarlı olmalarını sağlayacak, kolluk kuvvetlerinin

işini büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.

2-Savcılara ait yetkilerden bir kısmı vatandaşa da tanınacaktır.

Kamu hukukunun ihlal edildiğini gören her kes mahkemeye doğrudan

başvurarak dava açabilecek ve kendini kamu adına yetkili kabul ede-

rek mahkeme sonuçlanıncaya kadar davayı takibedebilecektir.

Bu sayede her kesin şikayetçi olduğu nemelazımcılık ortadan kal-

dırılmaya çalışılacaktır.

3-Suçüstü hallerde suçlu kişiler, her fert tarafından cezalandıra

bilecektir. Eğer aşırı gidilmemiş ve cezalandırmanın suçüstü olduğu

ispat edilmişse o şahıs sorumlu tutulmayacaktır. Mesela, geceleyin ka-

 

palı bir kapıyı açıp içeri giren bir yabancıyı ev sahibi öldürebilecektir.

4) Hata yoluyla meydana gelen ölümlerde kan bedeli suçlunun

meslektaşları veya erkek akrabası arasında pay edilerek ödettirilecektir.

 Böylece hem ölünün yakınları korunmuş alacak hem de ilerisinde zararı kendisine dokunacağı için her fert, yakınlarını ve çalışma arkadaş-

larını uyarmayı ve suç işlemelerine engel olmayı kendine görev bile-

cektir.

Bu yolla, özellikle trafik kazaları, iş kazaları ve meslek hastalık-

ları, yanlış tedaviden kaynaklanan sakat kalma ve ölüm olayları bü-

yük ölçüde önlenmiş olacak ve aynı zamanda meydana gelen hasarlar

tamamen sigorta edilmiş bulunacaktır. Mesela, yolda yanlış sollama

yapan veya aşırı yük yüklemiş bulunan şoförü bütün şoförler ikaz ede-

cek, daha az trafik polisiyle daha düzgün bir trafik düzeni elde edile-

cektir. Meydana gelecek bir kazanın tazminatını üstlenecekleri için

bu konuda müdahalede bulunan şoförlere karşı çıkılamayacaktır.

Bu tedbirler, vatandaşın devletine sahip çıkmasına, huzur ve gü-

venlik konusunda duyarlı olmasına ve güvenlik kuvvetleriyle omuz

omuza çalışmasına sebep olacak, kötü niyetli kişilerin arzularının kur-

saklarında kalmasını sağlayacaktır.

                            4-Kamu Hizmetleri

Vatandaşların kamu hizmetlerine aktif bir şekilde katılması sağla-

nacaktır. Bunun için

1-Sokakların temizliği o yerin sakinleri tarafından tutulan temiz

lik işçileri tarafından yapılacaktır. Böylece vatandaşların çevre temiz

liği konusunda duyarlı hale gelmeleri sağlanacaktır.

2-Yolların, caddelerin ve kamuya ait bina, köprü, bahçe ve diğer

tesislerin tamir ve onarımı yapılırken o yerin ileri gelenlerinden bazı

kişilerin, yapılan işi kontrol etmeleri ve usulsüz davranışlara müdaha-

 

lede bulunmaları sağlanacak, böylece bu gibi konulardaki rüşvet ve il-

timas dedikodularının Önüne geçilecektir.

3) Kamuyu rahatsız eden her konuda vatandaşa müdahale hakkı

tanınacaktır. Kamu topraklan üzerinde ihdas edilen gecekondular, iş-

galler ve nizama aykırı hareketler bütün kamuyu ilgilendirdiğinden

her vatandaş tarafından engellenebilecek ve devlet bu hususta vatanda-

şa yardımcı olacaktır.

Cadde ve sokaklarda halkın gelip geçmesine engel olan her türlü

işgale mani olma vatandaşın yetkisi dahilinde olacaktır. İşportacıların,otosunu yanlış park etmiş olanların veya izinsiz inşaat yaparak çevreye rahatsızlık verenlerin engellenmesi işi bizzat vatandaş tarafından yapılabilecek, devlet kuruluşları da bu gibi konularda vatandaşa yardımcı olacaktır.

                            5- Çalışma Hayatı

Çalışma hayatında yeni düzenlemelere gidilerek işe girme ve çık-

malar kolaylaştırılacak, sınıflaşmalar önlenecektir. Bunun için :

a- Emeklilik sistemi değiştirilecektir.

Kazanılmış haklar saklı kalmak şartıyla emeklilik sistemi, belli

bir takvim izlenerek kaldırılacak onun yerine ihtiyacı olan her vatan

daşı kapsamı içine alan ve detayı aşağıda gelecek olan bir sosyal yar-

dımlaşma sistemi konacaktır.

Bugünki emeklilik sisteminin bazı zararlı yönleri vardır. Bunlar :

  

2-Emekliliğin, işçi ve memurları işlerine bağlı kılma gibi bir faydası var ise de bu durum, bir çok kimsenin emekliliği hak etme uğruna teşebbüs gücünü kaybetmesine sebep olmaktadır.

3-Emeklilik sistemi, çalışanların kabiliyetlerini geliştirmesine ve Böylece işsiz, güçsüz bir çok insanın topluma bir başka

şekilde yük olması söz konusu olmaktadır.

işsizlik anlayışını da değiştirecektir. Bu anlayışın değişmesine de ihtiyaç vardır. Çünkü emekli sandığına veya sosyal sigortalara bağlı olarak çalışmayan kişiler kendilerini işsiz sayıp

ve mutsuz olmakta ve ayrıca emekli olabilecekleri bir işe girmeleri hususunda çevrelerinin baskısına maruz kalmaktadırlar.

çekemez

hale gelmişler ve emeklileri geçindirmek için genç nüfusun, dişinden tırnağından kesilmesine zaruret hasıl olmaya başlamıştır. Mevcut sistem, giderek büsbütün kilitleneceğe benzemektedir.

b- Kıdem tazminatı uygulamasına son verilecektir.

Bir müddetten beri işyerlerinde uygulanan kıdem

işçiyi işten çıkarma gibi durumlarda altından kalkamayacağı maddi yükler altına girmesidir.

İşçiye zararı ise iki de bir işten çıkarılıp asgari ücretle uğramasıdır, Ayrıca daha iyi bir iş bulduğu zaman kıdem tazminatının yanmaması için öbür Kıdem tazminatı ödenekleri doğrudan ücretlere yansıtılarak her iki kesim için kolaylaştırıcı bir c- İşçi ve memur istihdamında sistem değişikliğine gidilerek işe girme ve işten çıkma kolaylaştırılacaktır.

Tanzimattan sonra başlayan ve giderek yaygınlaşan bir uygulama ile memurların işine son vermek adeta imkansız hale gelmiştir. Bunun değişmesi gerekirken aynı durum işçiler için de getirilmektedir. Bu hem verimi azaltmakta hem de devletin ve işverenin elini kolunu bağlamaktadır.

Personel rejimi, işçi işveren ilişkileri, memur devlet ilişkileri gözden geçirilecektir.

6-Sosyal Hayat ve ilkeleri

a-Yardımlaşma ve Dayanışma

Adil düzende aileden başlayıp insanlığa kadar uzanan toplum,

maddi ve manevi dayanışma ve yardımlaşma ilişkisi içinde bulunacaktır.

Dayanışma ve yardımlaşmanın hedefi insanları serbest iradeleri

ile ahlaklı ve faziletli kılmak, uygun bir eğitimle fazilet toplumunun

fertlerini yetiştirmektir.

Maddi ve manevi dayanışma şu faaliyet ve kurumlarla sağlanır:

Nafaka, zekat, sadaka, hediye, faizsiz kredi, diyet ödemeye iştirak (meâkıl), âriyet (kullanıp iade etmek üzere) verme, komşu hakkı,vakıflar, dernekler, emir bi’l-ma'ruf nehiy ani’l-münker (ortak hukuk ve ahlak anlayışı içinde yol gösterme, tavsiye ve müdahale), san’at faaliyetleri ve milletlerarası adalet kuruluşları,

b-Sosyal Güvenlik

İnsanlar birbirlerine muhtaç olarak yaratılmışlardır. Bu sebeple

dayanışma ve yardımlaşma insanların vazgeçilmez ihtiyacıdır. Ancak

bu konu kişilerin insafına bırakıldığında haksızlık, zulüm ve onur kırıcı davranışlar meydana gelebilir. Bunun olmaması için devletin bir ni-

 

zam kurmasına ihtiyaç hasıl olur, işte bizim sosyal güvenlik anlayışı

mızın hedefi, ferdin onurunu ve şerefini canlı tutarak onun asgari ha-

yat (kefaf) düzeyinde yaşamasını temin etmektir,

1) Kapsam

a-Fertler Açısından

Ülkemizde yaşayan her vatandaş sosyal güvenlik hakkına sahip-

tir. Sosyal güvenlik hakkı hukuki bir haktır, devlet güvencesi altında-

dır, talep hakkı doğurur. Bunun için bir işyerinde çalışmış olma, belli

bir süre prim yatırma ya da herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna ka-

yıtlı olma gibi bir şart aranmaz. Yegane ölçü kişinin ihtiyaçlı olması

ve bu ihtiyacını kendi özvarlığı ve yakınlarının vermekle yükümlü bu-

lundukları ödeneklerle karşılayamaz durumda bulunması ya da vücut

bütünlüğüne (yaşama hakkına) zarar verilmiş olmasıdır. Analık, hasta-

lık, malullük, iş kazası, yaşlılık, işsizlik gibi sosyal riskler ihtiyaç unsuru içermedikçe tek başlarına sosyal güvenlik kurumlarından ivaz alma sebebi olamazlar. Çünkü ferdin ferde yük olması onur kırıcı olduğu gibi, ihtiyacı yokken devletten ödenek alması da haksızlıktır. Bu sebeple asl olan herkesin kendi kendine yeterli olmasıdır. Bu duygu,eğitimle fertlere telkin edilir.

b-Riskler Açısından

Ölçü ihtiyaç ve insanın vücut bütünlüğüne zarar verilmesidir. Bu itibarla riskler iki gruba ayrılır:

1 İktisadi riskler

2. Bedeni riskler

İktisadi risklere, ihtiyaç unsuru bulunması halinde işsizlik, ailevi

ihtiyaçlar, analık, doğum ve yaşlılık gibi bütün olumsuzluklar dahildir.

Ayrıca borçluluk, dulluk ve yetimlik de bu kategori içerisinde müsta-

 

kil risk olarak ele alınır.

Bedeni risklerden maksat, karşı tarafın hatası ya da ihmalinden

doğan her türlü yaralanma ve Ölüm olaylarıdır. Bunlarda ihtiyaç unsuru aranmaksızın mağdura veya yakınlarına ödeme yapılır. Ödemeyi suçlu ile birlikte onun dayanışma ünitesi (âkilesi) yapar. Çünkü insanın yaşama hakkına karşı işlenen kusurlar ve ihmaller cezasız bırakılamaz. Aksi halde ihmaller çoğalır ve insanlık değeri zedelenmiş olur.

İşverenin ihmalinden doğan iş kazası ve ölüm olayları, diğer işçi-

lerin ya da üçüncü şahısların sebep oldukları kazalar, trafik kazaları,

yanlış tedaviden doğan kaza ve ölüm olayları ve benzeri her türlü kaza bu risk grubuna girer.

(2) Kurumlar

a-Eğitim

Eğitim bir sosyal güvenlik kurumu olmamakla beraber, bizim sis-

temimizde önemli sayıldığından burada da zikretme durumundayız.

Yardımlaşmayı ve dayanışmayı ibadet sayan, yakın akrabaya, uzak

akrabaya ve komşularına karşı ödevler üstlenen, büyüklerine iyiliği

hukuki müeyyidelerden daha etkili müeyyidelerle zevkli bir borç telakki eden, her türlü canlıya karşı merhametli ve sevecen olmayı fiilen

öğrenen insanlardan oluşan bir toplumda zorunlu sosyal güvenlik mü-

esseselerine fazla iş kalmayacak, evrensel olmalarına rağmen sosyal

tehlikelerin korkusu yaşanmayacak ve en azından ortaya çıkmadan sebep olacakları endişe, sitres ve tedirginlik hissedilmeyecektir. Bu yüz

den bizim sistemimizde eğitim çok önemlidir ve örgün eğitim müesse-

seleri dışında yaygın eğitim ile radyo ve televiyzon da bu iş için azami

ölçülerde kullanılacaktır.

b-Sosyal Güvenliğin Finansmanı

Temel ihtiyaçlar, sabit yatırımlar ve cari harcamalar dışındaki her

 

türlü servetten sadece iktisadi risklerin finansmanında kullanılmak

üzere sabit değerde vergi alınır. Bunun için servet testi yapılması ve

 herkesin sosyal güvenlik finansmanı için matrah sayılan mallarının

 bildiriminde bulunması zorunludur.

Bizim sosyal güvenliğimizin temel müessesesi bu vergileme sis-

temidir. Bu özel bir vergi olup gayesi dışında kullanılamaz.

Sosyal risklerin birinci grubunu teşkil eden iktisadi risklere maruz kalan fertler, müessesenin uygun fonundan, riskin ve şahsın durumuna göre, ömür boyu ya da riskini ortadan kaldıracak surette belli bir

süreyle sınırlı ödenek alırlar.

Bu müessese tamamen müstakil bir örgüt ve işleyişe sahiptir.

Tespit ve planlama, toplama, dağıtma ve kontrol mekanizmaları vardır. Bu müessesede hizmet görenler maaşlarını buranın gelirlerinden alırlar.

Toplumun fertleri bu açıdan üç grupta mütalaa edilir.

1) Mükellefler. Servetleri sabit değerlerle tespit edilecek zengin-

lik limitini aşan ve bu verginin matrahına ulaşan vatandaşlardır. Bunlar servetlerinin durumuna göre sosyal güvenlik vergisi öderler,

2-Orta tabaka. Varlıkları, yeterli bir düzeyde hayat sürdürmelerine elverdiği halde, zenginlik limitini aşan mal varlıkları bulunmayan vatandaşlardır. Temel (asli) ihtiyaçlardan olan yeme, içme, giyinme,

mesken, binek ve evlenme ihtiyaçlarının giderilmiş olması bu seviye

için gerekli görülen hayat düzeyinin belirleyici özellikleridir. Bunlardan böyle bir vergi alınmaz ancak kendilerine bu müesseseden bir ödeme de yapılmaz. Bu hayat düzeyi devletin her ferdini asgari olarak çıkarmayı hedeflediği yeterlilik (Kifayet) düzeyidir.

3-Yoksullar. Fakirlik, işsizlik, kimsesizlik, sakatlık, yaşlılık, borçluluk, dulluk ya da yetimlik gibi sebeplerden ötürü yeterlilik (kifa-

 

yet) düzeyinde bir hayat sürdürememe durumunda olan vatandaşlardır.

Bunlardan herhangi bir vergi alınmadığ gibi, sosyal güvenliğin bu mü-

 essesesinde biriken meblağ tamamen bunlara dağıtılır. Bunların yeter-

lilik (kifayet) düzeyine çıkarılmaları hedeftir ve normal şartlarda top-

  lumumuzun durumu bunu karşılamaya kafi gelir.

Olağanüstü durumlarda toplumdaki bu insanlar, söz konusu mües-

sesenin topladığı olağan vergilerle yeterlilik düzeyine çıkarılamazlarsa

mükelleflerden alınan vergi oranlan artırılır ve bu gruptaki fertlerin en

azından insan onuruna yaraşır hayat (kefaf) düzeyine çıkarılmaları

sağlanır. Bu ise bütünüyle asli ihtiyaçları karşılanamamış olsa dahi as-

gari ihtiyaçlarının giderilmesi demektir. Tedavi masrafları buna da-

hildir ve bu hayat seviyesi herkes için mutlaka sağlanır.

c) Dayanışma Üniteleri

Sosyal güvenliğimizin bu müessesesi bedeni risklerin sigorta

edilmesini hedefler. Gayesi, bireylerin yaşama hakkını korumaktır.

 Kasıt olmaksızın yapılmış olup insanın vücut bütünlüğüne yönelik

bulunan bütün yaralama, sakat bırakma ve öldürme olaylarında mağ-

dura veya yakınlarına yüksek miktarlarda ödeme yapılır. Ancak bu

miktarların yüksek olması insanın parçalarının ve bu parçalardan olu-şan bütün bedenin maddi değerini tespit için değil, insanın insanlık de-

ğerinin hafife alınmaması içindir.

Bu açıdan toplumun bütün fertleri bir dayanışma ünitesine bağlı

olmak zorundadır. Bu üniteler; işverenler ünitesi, işçiler ünitesi, şoförler ünitesi, doktorlar ünitesi, esnaf ve çeşitli sanat dallan üniteleri diye örgütlenebileceği gibi yerleşim birimlerine göre örgütlenmeleri de

mümkündür. Buna göre başkasının hatası ve ihmali sonucunda meyda-na gelen her türlü yaralanma, sakat kalma ve Ölüm olayında, karşı ta-

rafın ünitesi mağdura bu yüksek meblağı mahkemece belirlenecek süre içerisinde ve belli taksitlerle öder. Bu yolla, özellikle trafik kazaları,

 

iş kazaları ve meslek hastalıkları, yanlış tedaviden kaynaklanan sakat

kalma ve Ölüm olayları kesinlikle ve istisnasız olarak sigorta edilmiş

 olur.

Bir örnek verecek olursak; mesela tıbbın uygun görmediği tarzda ameliyat edilen, ya da kendisine yanlış tedavi uygulanan birisi bu se-

beple ölürse, yahut sadece aklını ya da gözlerini kaybederse doktorlar

ünitesi ölenin varislerine yukarıda sözü edilen tazminatı öderler. Yine

aynı tarzda kolunu, bacağını, bir gözünü veya bir kulağını kaybeden

kişiye bu meblağın yarısını öderler. Aynı olayın aynı doktordan tekerrür etmesi halinde bu ünite onun diplomasını elinden alır ve onun dok-

torluk yapmasına mani olur. Hatta açık hayati bir hatadan ötürü tekerrür olmaksızın dahi bunu yapabilir.

İnsani riskler için Ödenen meblağ dayanışma ünitelerinin fertleri

tarafından karşılanır. Bunlardan birinin yaptığı bir hata sonucu bir ölüm , sakat kalma ve yaralanma meydana geldikçe tahsilat yapılacağından dayanışma ünitesinin üyeleri kendi aralarında ciddi bir otokontrol kurarlar. Çünkü ne kadar az olay olursa yapacakları ödeme de o kadar az olacaktır.Bu yolla kazalar, özellikle de trafik kazaları asgariye iner.

Böyle bir ödemeye mecbur tutulan herhangi bir fert, bu müesseseye göre mükellef durumunda iken, servet testine göre yoksulluk se-viyesinde bulunabilir. Bu durumda onun, Sosyal Güvenlik Kurumundan alan ve buraya veren bir statüsü olur. Çünkü zaten sosyal güvenliğe tahsis edilen servet vergisinden bir fon da, zengin olmadığı halde bu tür ezici bir borç altına düşenler için ayırılmıştır.

G-ÎKTÎSADÎ VE MALÎ DÜZEN

1-Giriş

 

Her iktisadi sistem bir dünya görüşüne dayanır. Bu yüzden iktisadi sistemlerin insan, kainat ve toplumla ilgili üç yönü vardır. Bizim

sistemimizde bu üç yönün de esası adalettir,

İnsanla ilgili olan adalete itidal diyoruz. Bu, bir başka deyişle,

dengeli davranmaktır. Üretim, tüketim ve harcamalarda itidalli olmak,

aşırılıklardan kaçınmaktır. Bu da bir noktada aşırı harcamadan (israf)

ve yetersiz harcamadan uzaklaşmak demektir.

Kainat ve insan anlayışları bir bütünlük taşımalıdır. İnsan küçük

bir kainat olduğu gibi kainat da büyük bir insandır. Bu, dengenin anla-

mını çok genişlettiği gibi insanın kendisiyle ve çevresiyle barışık ol-

masını da ifade eder. Çevreden kastettiğimiz özellikle tabii çevredir.

 Bu zihniyet, tabiatın kirlenmesi ve yok olmasına yabancıdır.

Kainat dengesinin çerçevesi madde-mana ilişkilerine yaklaşım ta-

rafından belirlenir. Bizim yaklaşımımızın esası maddenin geçici ma-nanın ise sürekli olduğudur. O halde zihniyetimizin temelinde maddenin manaya tabi olması görüşü vardır. Dünya bir imtihan alanıdır. İnsan bu imtihan alanında öldükten sonra hesabını verebileceği işler yapmalıdır. O halde iktisadi faaliyetler de bu çerçeve içerisinde ele alınmalıdır.

Ekonominin üçüncü yönü toplum ile ilgilidir. Bu yönüyle iktisat

bir matematik meselesi olmadan önce bir kültür meselesidir. Kültürün

de temelinde tarih vardır. O halde tarihi birikimi değerlendirmeden ik-

tisadi görüşler ileri sürmenin fazla bir anlamı yoktur.

Toplumsal yönüyle de iktisadı, adaletten ayrı düşünemiyoruz.

Bunun sağlanmasının yolu da, bize göre, dayanışmacı bir toplum oluşturmaktır. Bu sistem içerisinde bilinmezlik ve belirsizlikler ortadan

kaldırılmalı ekonomi "hayali” olmaktan çıkarılmalıdır. Ancak böyle bir sistem "kul hakkı" davasını savunabilir.

 

Böyle bir sistemi oluşturmanın birinci adımı toplum içerisinde in-

sanı ele almakla atılabilir. İnsan öncelikle kendi ayakları üzerinde dur-

masını bilmelidir. İnsan toplum içerisinde eritilmemelidir. Bu yüzden

insanı alelade bir fert olmaktan çıkarıp bir şahıs haline getirmek gerekir. Özel mülkiyet de insana şahsiyet hakkı tanımanın önemli bir unsu-

rudur. Özel mülkiyeti reddedenler insana güvensizliği esas alanlardır.

 Özel mülkiyet bir haktır ama kutsal, yani dokunulmaz değildir. Özel

çıkarlarla toplum çıkarları çatıştığında toplum çıkarları tercih edilmeli-dir. Bunu örgütlenmiş toplum yani devlet sağlayabilir. Buradan devle-

tin büyümesi anlamı çıkmaz. Zira onun görevleri arasında üretim değil denetim vardır. Rant sağlayıcı işler onun görevleri dışındadır. Sonuçta küçük fakat güçlü devlet ortaya çıkar.

İnsan kendini eğitirken en yakınlarından başlayarak toplumla

olan ilgisini güçlendirmelidir. Aile, akrabalık ve komşuluk ilişkileri

önceliklidir fakat yeterli değildir. Hatta ilgiyi sınırlandırmak zararlı da

olabilir.

Burada iki problem vardır. Birincisi çağdaş insan, kitle haberleşme araçları sayesinde uzak bölgelerde olup bitenlerle ilgilenirken kendi ailesini ve komşularının halini bilmiyor. Belki de aile, akrabalık ve

komşuluk kavramları onun için bir şey ifade etmeyebilir. O halde hedef bu olguyu tersine çevirmek yani yakın haberleşmeyi birinci plana uzak haberleşmeyi ikinci plana almaktır.

İkinci problem ilgiyi yakın çevreyle sınırlandırmaktır. Bu ise kapalı toplum tehlike ve tehdidini ortaya çıkarır. Yakına ilginin yoğunlaşması toplumsallık ve evrensellik önünde engel teşkil etmemelidir.

İnsana verilen önem emeği en yüce değer olarak karşımıza çıkarır. Emek, fikrî veya amelî, üretken olan insan gücüdür. Geniş anlamıyla emek, insanın sorumluluğunu belirler. Kapitalizm sermayeye dayanıyor ve ona dinleri, kültürleri ve toplumları aşan bir kudsiyet ta-

 

I

 

nıyor. Bizim sistemimiz sermayeyi emeğe tabi kılmalıdır.

Temelinde emek olmayan gelir ve servet, genellikle, kuşkuludur.

Emeksiz kazançlar "kul hakkı" meydana getirirler. Bundan kaçınmak

için kredi kullanmama, öz sermayeyi arttırma ve şirketleşme yollarını

aramak gerekir.

Sistemin önemli bir Özelliği de servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılmasıdır. Bu, adaletin sağlanmasının temel şartlarındandır. Bunun için öncelikle büyük mülkiyetlerin oluşma süreci ortadan kaldırılmalıdır. Toprak aristokrasisi ve sanayi ve ticaret burjuvazisinin oluşmasının engellenmesi için bizim tarihimiz değerlendirilmesi gereken bir

tecrübeyi miras bırakmıştır.

Servet, temerküz etme, sermaye de belli ellerde toplanma eğilimi

içindedir. Bu ise emeğin aleyhine bir durum yaratır. Sermaye sahipleri

günden güne zenginleşirken emeğiyle geçinenler fakirleşir. Bunu ön-

lemek için evvela toplum çıkarını ve birliği zedeleyen büyük mülki-

yetlere izin verilmez. Küçük üreticiliğin sistemin esası oluşu meseleyi

temelinden halleder.

Kapitalizm temerküze dayanır ve ona göre "büyük güzeldir”. Bunun için hem firma, hem sektör ve hem de ülke çapında büyüme esastır. Bunun için firmalar büyüdükçe teşviklerden daha çok pay alırlar.

 Zira "kalkınma" küçüklerin değil büyüklerin görevidir. Yine kapitalist süreç içinde küçükler giderek tasfiye olur ve sektör bazında bir temerküz ortaya çıkar. Evvelce çok sayıda müteşebbis (küçük sanayici ve küçük çiftçi) tarafından yapılan üretim giderek az sayıda müteşebbis (büyük sanayici ve büyük çiftçi) tarafından yapılır. Bu büyüme kitlevi üretimin bir gereğidir. Çünkü piyasa talebinin azalması halinde fabrika kapanabilir. Bu ise işsizliğin artması demektir. O halde kitlevi üretim vakıası kitlevi işsizliğin en önemli sebebidir. Nihayet ülke ve ekonomi çapında da büyüme öngörülür. Büyüme hızı (veya azgelişmiş ülkeler

 

için kalkınma hızı) kapitalizmin gelişmesinin bir ölçüsüdür.

Oysa bizim sistemimize göre küçük güzeldir ve küçük üreticilik

hakim kılınmalıdır. Küçük (fakat optimum) toprak sahipliği, küçük sanayi ekonominin esaslarından olmalıdır. Büyüklerin daha da büyümesini sağlayan teşvik sistemi ortadan kaldırılmalıdır.

Bir ülkenin iktisadi gücünü iki unsur gösterir. Bunlardan birincisi

ülke üretiminin ve dolayısıyla gelirinin yüksekliği, İkincisi bu gelirin

adil dağılımıdır. Gelirin büyüme biçimi dağılımın adil olup olamaya-

cağını az-çok gösterir. Eğer büyükleri teşvike dayanan bir sistem ile

kalkınma hedefine yönelmiş iseniz gelir adaletsizliğini peşinen kabul-

lenmiş olursunuz. Yok, küçük üreticiliğe dayanan bir sistem ile halkın

teşebbüs gücünü topyekun harekete geçirip üretim ve geliri yüseltme

yolunu seçmiş iseniz gelir dağılımını daha başlangıçta adil hale getirir-

siniz.

Toplumsal tabakalaşma piramidini taban ve tavanı geniş fakat or-

tası zayıf hale getiren az-kapital isti eşmiş ekonomi sistemi bugünkü

dağılım adaletsizliği probleminin sorumlusudur. Yine bizim tarih ve

kültürümüz, ahilik örneğinde olduğu gibi, orta tabakalaşmayı ve gelir

adaletini sağlayıcı tecrübe birikimine sahiptir.

Sistemimiz biriktirmeye değil harcamaya dayanmalıdır. Sermaye

birikimi, tarihi olarak dış ve iç sömürüye dayanır ve bizim kültürümüze yabancıdır. Sermayenin üretim ve gelir faktörü olması ancak emekle beraber üretime katılması ve harcamaya yönelik olması ile gerçekle-

şebilir. Yine üst gelir gruplarından alt gelir gruplarına gelir aktarımı-

nın ağırlıklı yeri aldığı sistem devrede olmalıdır. Yakın dayanışmaya

büyük bir önem verildiği için kabul edilen miras sistemi de servetleri

küçültüp yaygınlaştırmaya eğilimli olmalıdır. Böylece servet ve mül-

kiyet nesiller arasında yeniden dağılmış ve küçültülmüş olur. Bu miras

sistemi adil gelir dağılımım nesiller arasında gerçekleştirir.

 

Servet ve mülkiyetin yaygınlaşması ilkesi belli bir işveren (sanayi ve ticaret burjuvazisi) sınıfının öncülüğünde gerçekleşecek kalkınma kavramına zıttır. Aslında bu kalkınma olgusu batılılaşma, çağdaşlaşma veya kapitalistleşme süreçlerine tekabül eder. Oysa bizim görüşümüze göre sosyal refah kavramı ön planda olmalıdır. Sosyal refahı kalkınmanın bir fonksiyonu olarak da görmüyoruz. Aksine bu olgu ik-

tisadi güçlenmenin sebebidir. Bu sistemde ekonomik faaliyetler toplu-

mun sadece bir grubunun değil, bütün müteşebbis kesimlerinin görevi-

dir. Bu hem küçük sanayiin hakimiyeti demektir, hem de işçi sınıfı di-

ye ayrı bir sosyal tabaka oluşmamasını öngörür.

Adaletin dolayısıyla toplum refahının devamı ekonominin istikra-

rına bağlıdır. Bunun anlamı enflasyon ve işsizliğin yokluğudur. Bilin-

diği gibi enflasyon gelir dağılımını bozar. Mülk ve sermaye sahiplerinin gelirleri artarken emek gelirleri sürekli olarak düşer. Bu ortam büyük sanayici, tüccar ve işveren kesimine ek bir finansman imkanı sağ-

larken emeğiyle geçinenler kötü duruma düşerler, işsizlik de ikinci

önemli istikrarsızlık faktörüdür.

İstikrarsızlığı gidermenin başlıca iki yolu vardır: Birincisi belir-

sizlik ve bilinmezliklerin giderilip ekonominin hayali olmaktan çıka-

rılması, İkincisi para ve fiyat istikrarıdır. Ekononmi sunî ve hayalî ol-

maktan çıkarılıp reel hale geldikçe ”hak" ve "kul hakkı” kavramları

netleşir. Bilindiği gibi enflasyonun sebeplerinden biri satış vaatlerinin

artması, bir başka deyişle talebin, gelecekte ödeme imkanlarının sınır-

sız bir şekilde sağlanmasıyla, suni bir şekilde yükseltilmesidir. Fiyat

ve kalite denetimi ile standardizasyonun sağlanması belirsizlik ortamı-

nı kaldırır.

İstikrarlı para sistemi de gelir dağılımındaki adaleti korur. Enflas-

yonun temel sebebi parasal genişlemedir. Bunun denetim altına alın-

ması, bir başka deyişle istikrarlı para rejimi iktisadi istikrarın temeli-

dir. Madeni para rejimi veya kıymetli maden (altın ve gümüş) karşılık-

 

lı kağıt para rejimi bunu sağlar.

Kapitalizm temelinde İbrani-hıristiyan zihniyeti olan kültürel bir

olaydır. Bu gün vardığı nokta paradan başlayarak ekonominin gittikçe

hayali hale gelmesidir. Altınla bağını koparan kağıt para yerini kaydi

paraya, o da yerini kredi kartlarına bırakmıştı. Şimdi ise hiç denetlene-

meyen bilgisayar parası gündemdedir.

Fiyat istikrarını da sağlamanın yolları mal ve hizmetlerin üretici-

den tüketiciye en kısa yoldan intikali ve tekelci eğilimlerin önlenmesi-

dir. Böylece enflasyonun iki önemli sebebi olan ticaret kesiminin aşırı

büyümesi ve tekelci güçlerin ortay çıkışı önlenir.

Sistemin esası maliyet enflasyonunu ortadan kaldırıcı bir özelliğe

sahiptir. Bu özellik, ekonominin talep yönlü değil arz yönlü oluşudur.

 Tahsis politikasıyla gerek üretim girdilerinin ve gerek nihai üretimin

bol ve ucuz olarak sağlanması ve dağıtılması amaçlanır. Zira fiyat isti-

kararının, adil gelir dağılımının, dolayısıyla sosyal refahın sağlanması-

nın temel şartı gerekli arz yapısının gerçekleştirilmesidir. Arz yönlü

ekonomi, verici insan tipiyle, altrüist (diğergam), dayanışmacı toplum

tipinini tezahüründen başka bir şey değildir.

İstikrarsızlığın bir başka göstergesi olan işsizlik enflasyondan da

ha çok göze çarpan ve sıkıntı kaynağı olan problemdir. Bu olgu sanayi

kapitalizminin bir ürünüdür. Kitlevi üretimin bir sonucu kitlevi tüke-

tim, bir diğer sonucu da kitlevi işsizliktir. Batı’da kitlevi üretimin bir

sonucu olarak daha fazla artırılamayan talep, malların satılamamasına,

fabrikaların kapanmasına dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açıyor.

Bu problemi ancak küçük işletmeciliğe dayalı, ihtiyaca göre üretim

sistemi çözebilir.

Teklif edilen, reel ekonomidir. Yalnız en önemli problem bu reel

ekonominin kapitalizmle savaşacak güce sahip olmasıdır. Bu da ancak

yeni bir zihniyetle olur. Zengin olmak güç getirir. Ancak sadece zen-

 

gin olunmaz. Hedefin ne olduğunu belirlemek için sağlıklı bir zihniyet

 gerekir. Bu yeni zihniyet hem güçlü olmayı sağlayacak araçlarını (üre-

tim, gelir ve teknoloji) temin edebilir hem de toplumumuzda üstün ol-

ma niyet ve hünerini yerleştirebilir.

2-Genel Esaslar

a-İnsan küçük bir kainat, kainat da büyük bir insandır. Bu anlayış

insanın kendisiyle ve çevresiyle barışık olmasını zorunlu kılar. Çevre-

den kastettiğimiz hem tabii hem de sosyal çevredir. Bu zihniyet ahla-

kın ve insanlar arası ilişkilerin bozulmasına razı olamayacağı gibi ta-

biatın kirlenmesine ve yok olmasına da razı olamaz. Bu sebeple her

türlü faaliyet gibi ekonomik faaliyetler de bu düşünce yapısıyla uyum-

lu olarak yürütülecektir.

b-Üretim, tüketim ve harcamalarda itidalli olmak ve aşırılıklardan kaçınmak esastır. Bu da hem aşırı harcamadan ve hem de yetersiz

harcamadan uzaklaşmak demektir. Sistemimizde israfa yer olmadığı

gibi cimriliğe de yer yoktur.

Malın, işe yaradığı sürece kullanılması, ihtiyaçtan fazlasının ihti-

yacı olan toplum ve ülkelerde ekonomik ve İnsanî amaçlarla değerlen-

dirilmesi gerekir.

c-Özel mülkiyet ile kamu mülkiyetinin dengeli hale getirilmesi esastır ama Özel çıkarlarla toplum çıkarları çatıştığında toplum çıkarları tercih edilir.

d-Devletin görevi üretim değil denetimdir. Temel dengelerin bozulmamasına gözcülük etmek ve bu amaçla tedbirler almak dışında

devletin ekonomik faaliyetlere müdahale etmemesi esastır. Sistemi-mizde küçük fakat güçlü devlet hedeflenmektedir.

e-İnsana verilen önem, emeği yüce değer olarak karşımıza çıkarır. Emek, fikrî veya amelî, üretken olan insan gücüdür. Geniş anla-

 

mıyla emek, insanın sorumluluğunu belirler. Kapitalizm sermayeye

 dayanır ve ona dinleri, kültürleri ve toplumları aşan bir kudsiyet tanır.

 Bizim sistemimiz sermayeyi emeğe tabi kılar.

f-Bu sistemde ekonomik faaliyetler toplumun sadece bir grubunun değil, bütün müteşebbis kesimlerinin görevidir. Bu hem küçük sanayiin hakimiyeti, hem de işçi sınıfı diye ayrı bir sosyal tabakanın oluşmaması demektir.

g-Adaletin, dolayısıyla toplum refahının devamı ekonominin is-

tikrarına bağlıdır. Bunun anlamı enflasyon ve işsizliğin yokluğudur.

 Bilindiği gibi enflasyon gelir dağılımını bozar. Mülk ve sermaye sa-

hiplerinin gelirleri artarken emek gelirleri sürekli olarak düşer. Bu ortam büyük sanayici, tüccar ve işveren kesimine ek bir finansman imkanı sağlarken emeğiyle geçinenleri kötü duruma düşürür. Programımız, enflasyona imkan vermeyecek mahiyettedir.

h-İstikrarsızlığın    bir başka göstergesi olan işsizlik enflasyondan daha çok göze çarpan ve sıkıntı kaynağı olan bir problemdir. Bu, sanayi kapitalizminin bir ürünüdür. Kitlevi üretimin bir sonucu kitlevi tüketim, bir diğer sonucu da kitlevi işsizliktir. Kitlevi üretimin bir sonucu olarak daha fazla artırılamayan talep, malların satılamamasına, fabrikaların kapanmasına dolayısıyla işsizliğin artmasına yol açıyor. Bu problemi ancak küçük işletmeciliğe dayalı, ihtiyaca göre üretim sistemi çözebilir. Küçük üreticiliğe dayanan bir sistem ile halkın teşebbüs gücünü topyekun harekete geçirip üretim ve geliri yükseltme yoluna  gidilecektir. Böylece İnsanlar, büyük fabrikalarda iş bulma gayesiyle kurulu düzenlerini bozmayacak, köyden kente bu maksatla göç etmeyecek. bir taraftan işçilik yaparken diğer taraftan küçük çapta bir işletmesinin sahibi olabilecektir, işinden çıktığı zaman mevcut diğer işini yürüteceği için işsizlik diye bir şey olmayacaktır.

i-Emeksiz kazançlar sömürüye sebep olur. Bundan kaçınmak

 

için kredi kullanmamak, öz sermayeyi arttırmak ve şirketleşme yolla-

rını aramak gerekir. Sermayenin zarara (rizikoya) katılmadan üretim,

 yatırım ve ticarete girmesi önlenir. Bunun için emek - sermaye ilişki-

leri dengeli hale getirilecektir.

j-Servet temerküz etme, sermaye de belli ellerde toplanma eğilimi içindedir. Bu ise emeğin aleyhine bir durum yaratır. Sermaye sahipleri günden güne zenginleşirken emeğiyle geçinenler fakirleşirler.

 Bunu önlemek için büyük mülkiyetler teşvik edilmeyecek, küçük üreticilik sistemin esası sayılacak ve böylece mesele temelinden halledi-

lecektir.

k-Sistemimiz, kapitalizmin aksine üst gelir gruplarından alt gelir gruplarına gelir aktarımını öngörmektedir. Yukarıda açıklanmış bulunan sosyal güvenlik sistemimiz bunun bir örneğidir.

ı-Sistemimiz biriktirmeye değil harcamaya dayalıdır. Sermaye birikimi, tarihi olarak dış ve iç sömürüye dayanır ve bizim kültürümüze yabancıdır. Sermayenin üretim ve gelir faktörü olması ancak emekle veya riske katılmayla beraber gerçekleşebilir.

m-Sermaye şirketlerinde küçük sermaye sahiplerinin sömürülmesini engelleyecek düzenlemeler yapılacak ve hükmi şahsiyete sahip

şirketlerin yöneticileri kendi dönemlerinde yaptıkları tüm uygulama-

lardan bizzat sorumlu tutulacaklardır. Genel kurulda ibra edilmiş ol-

maları, ibra aleyhinde oy kullananların haklarını ortadan kaldırmayacak, en küçük paya sahip ortak bile uğradığı haksızlığın giderilmesi için mahkemeye başvurmaya ve dava açmaya yetkili olacaktır. Bu düzenlemeler, halkın şirketleşmeye karşı ilgisini artıracaktır.

n-Halkın    tasarruflarını toplayarak üretim ve yatırıma sevk etmek

üzere kurumlar ve kuruluşlar oluşturulacak, denemeleri yapılmış ve

yapılmakta olan faizsiz yatırım, kalkınma, ihtisas ve bölgesel kalkınma bankaları devreye sokulacaktır. Bunun yanında şirketlerin, kar-

 

zarar ortaklığı esasına göre halkın tasarruflarını kabul edebilecekleri şekle getirilmesi yoluna gidilerek, alternatif yatırım imkanları ve finans kurumlarına ciddi rakipler oluşturulacaktır.

o-Enflasyonun temel sebebi parasal genişlemedir. Bunu denetim altına alınması, bir başka deyişle istikrarlı para rejimi iktisadi istikrarın temelidir.

ö-Küçük ama güçlü olacak olan devletin iç ve dış borçlanmaya ihtiyacı olmayacaktır. Geçiş döneminde küçültülecek olan devletin imkanları öncelikle borçlarının tasfiyesi için kullanılacaktır.

p-Devletin giderleri , makul ve tek oranlı olarak alınacak mal ve ürün vergisiyle karşılanacaktır. Savaş ve tabii afetler dışında yeni vergi konmayacaktır. Bu hallerde konan vergiler normal duruma geçince kaldırılacaktır.

3-Adil İktisat Düzenine Toplu Bakış

Adil İktisat Düzeni öteki iktisadi sistemler gibidir, öteki iktisadi sistemlerle ortak yanları olduğu gibi onlardan ayrılan kendine özgü kurumları ve özellikleri de vardır.

Bu düzende, varlık ve gelir dağılımı hakçadır; kamu mülkiyeti ile özel mülkiyet dengelidir; kamu giderlerini karşılmak üzere devlet, payını mal ve ürün üzerinden makul ve tek oranla alır. Ribanın her türlüsü ve haksız kazanç önlenir; iktisadi işlemler bir hesaba, kitaba ve dengeye göre denetlenir.

Tüm iktisadi sistemlerin ortak yanları bu Adil iktisat Düzeni için de geçerlidir. Ancak Adil Düzende iktisadi uygulamaları yönlendirici ve sınırlayıcı hükümler vardır. Bunların başında zekat ve faiz ile ilgili hükümler gelir. Bunları, ibadet vakitleri ile uyumlu çalışma vakitleri, aile yaşamı, alışveriş, ölçü, tartı, hesap, kitap, denge ve denetimle ilgili hükümler bütünler. Bu hükümler ne ölçüde uygulamaya konursa,

 

Adil İktisat Düzeni de o ölçüde oluşur.

Adil İktisat Düzeni’nin kurumları ve özellikleri şöyle sıralanabilir:

1-Kamu mülkiyeti ve özel mülkiyet dengesi,

2-Mal ve ürün vergisi,

3-Kazanç özgürlüğü ve faiz yasağı,

4-Aracı ve tüketiciyi tekelden koruma,

5-Üretimi yönlendirme ve makro planlama.

Adil iktisat Düzeni'nin bu kurum ve özellikleri sıra ile aşağıda kısa kısa açıklanmıştır.

a- Kamu Mülkiyeti ve özel Mülkiyet Dengesi

Kamu mülkiyeti, genelde yeraltı ve yerüstü kaynaklardan oluşur. Bunlar, madenler, ormanlar, tarım arazileri, kıyılar, nehirler, göller, denizler gibi doğal kaynaklardır.

Özel mülkiyet, genelde yapılmış, üretilmiş varlıklarla, sınırlandırılmış doğal kaynaklardan oluşur.

Adil Düzen’de her şeyden önce kamu mülkiyetindeki ve özel mülkiyetteki nesne ve malların ciddi bir sayımı, tespiti ve değerlendirmesi yapılır.

Adil İktisat Düzeni ilkelerine uygun olarak kamu mülkiyeti ve özel mülkiyet dengesi kurulur. Kamu mülkiyetinden hangilerinin aynen kalacağı, hangilerinin özelleştirileceği planlanır ve bu plan uygulamaya konur.

b- Mal ve Ürün Vergisi

 

Adil İktisat Düzeni'nde devlet, kamu giderlerini karşılamak üzere, aslî ihtiyaçların üstündeki mal üzerinden makul ve tek oranda; tarım ürünlerinden, hayvancılıktan madenlerden belirli oranlarda vergi alınır.

Kapitalizmde vergi, kazanç, harcama ve servet üzerinden çeşitli oranlarda alınır. Sosyalizmde ise vergi fiyat mekanizması yoluyla alınır.

Türkiye’de yaşayan ve 18 yaşını bitiren herkes, her yıl sonu itibariyle varlık beyannamesi verir. Varlığı olan 18 yaşından küçükler ve kısıtlılar için veli ve vasileri varlık bildiriminde bulunur.

Bu beyannamede, vergi yükümlüsünün sahip olduğu, alacakları ve çeşitli ortaklıklardaki payları dahil taşınır ve taşınmaz varlığının tümüne yer verilir.

Bunların toplamından yükümlünün borçları düşülerek tüm özvarlık toplamı bulunur. Bu özvarlık tutarından sürekli kullanım araçları ile bir yıllık tüketim gereçleri aslî ihtiyaç tutarı olarak düşülerek mal vergisi matrahı hesaplanmış olur.

Bu beyana dayalı matrah üzerinden genelde tek ve makul oranda bir mal vergisi alınır. Başka bir deyişle, varlığı, belirli bir ölçüyü aşan, her yükümlüden varlığı ile orantılı mal vergisi alınır.

Tarımda üretilen ürün tutarı üzerinden alınan ürün vergisi; çıkarılan madenlerin tutarı üzerinden alınan çıkartma ya da elde etme vergisi; dış alımlarda, karşılıklı olma esasına göre alman gümrük vergisi gibi vergilerle sistem bütünlenir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 73. maddesi şöyle bir hüküm koymuştur: "Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.

 

Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır” Buradaki mali güç, varlıkla eşanlamdadır.

Vergi, birikimden, var olandan yani varlıktan ve de üretilenden alınır. Adil olan, çağdaş olan, uygar topluma yakışan budur

Toplumun fertleri bu açıdan üç grupta mütalaa edilir. Bunlar; mükellefler, orta tabaka ve yoksullardır. Bunların her biri ile ilgili açıklamalar yukarıda geçmişti. Vergi mükellefleri, servetleri sabit değerlerle tespit edilecek zenginlik limitini aşan vatandaşlardır. Bunlar servetlerinin durumuna göre vergi öderler. Orta tabaka ile yoksullardan istisnai durumlar dışında vergi alınmaz.

Böylece Türkiye'deki yozlaşmış, denetimsiz ve adaletsiz olan gelir vergileri, harcama vergileri ve şimdiki anlamdaki göstermelik servet vergilerinin tümü kaldırılır. Alt tabakadan alınıp çeşitli yollarla zenginlere aktarılan vergi sistemi tersine çevrilmiş olur.

Türkiye'de mal ve ürün vergisinin kabataslak tutarı şöyle hesaplanabilir :

1993 tahmini

Türkiye'nin Milli Geliri:             1. 300 Trilyon TL.

Milli Gelirde Tarım Kesiminin Payı:            % 20

Sermaye Hasıla Katsayısı:                            5

Milli Gelir Toplamı:                       1.300 Trilyon TL.

Tarım Kesimi (1.300x 0,20):         - 260 Trilyon TL.

Tarım Kesimi Dışı Milli Gelir:         1.040 Trilyon TL

 

Sermaye Birikimi (1.040 05) :          5.200 Trilyon TL

Sermaye Dışı Birikim (5.200x2): + 10.400 Trilyon TL

Artık mal Vergisi Matrahı:              15.600 Trilyon TL

Artık mal vergisi (15.600x0,025):        390 Trilyon TL.

Doğal Ürün Vergisi (260x 0,10): + 26 Trilyon TL.

Toplam Vergi:                                416 Trilyon TL.

Böylece Türkiye'nin yalnız mal ve ürün vergisi tutarı 1993 yılı için 416 Trilyon TL tahmin ve hesap edilmektedir.

Oysa, Türkiye'nin 1993 yılı bütçesi için vergi gelirlerinin toplamı 240 Trilyon olarak tahmin ve hesap edilmiştir.

Türkiye'de mallardan alınacak %2,5; ürünlerden alıncak %5 veya  10 kadar çok az oranlı vergilerin toplamı 416 Trilyon Türk Lirası tutuyor.

Geiirden %50‘lere; harcamadan %20   lere varan vergi tutarları ancak 240 Trilyon Türk lirasına ulaşabiliyor. Vergileri kimlerin verdiği ve kimlerin vermediği belli oluyor.

İşte, Türkiye'de uygulanmakta olan vahşi, mübtezel Kapitalizm

iktisat Sistemi ile Adil iktisat Düzeni arasındaki fark böylece ortaya çı kıyar.

c- Kazanç özgürlüğü ve Faiz Yasağı

Girişimci, sermayeye de dayanarak, çalışması, becerisi, Önsezisi oranında kazanç sağlayabilir. Yasa ve kurallara uyma şartıyla kazanma özgürlüğü vardır.

Adil iktisat Düzeni’nde soyut sermayenin geçen zaman içindeki artığı olan her türlü faizin yeri yoktur; yasaktır ve kovuşturulur.

 

Çünkü faiz bir sömürü aracıdır. Kredi kurumlarına faiz veren tüccar ya da sanayici bu faizi mal oluşuna katarak kendinden sonraki aracıya ve sonunda tüketiciye yansıtmaktadır. Sonuçta faizi tüketici vermektedir; bu haksızlıktır.

Faiz, bir mal oluş öğesi değildir. Faiz almadan da üretim yapılır. Mal ve hizmet üretimine katılan sermayenin mal oluşu kiradır, eskime payıdır. Faiz, sermayenin üretime katkısının bile, mal oluşu değildir.

Ayrıca faiz, bugünkü bankacılık sisteminin devreye girmesiyle mal ve para dengesini bozarak enflasyonun önlenemez hale gelmesinin de sebebidir. Bu husus Enflasyon başlığı altında tekrar ele alınacaktır.

Bu açıklamalara göre, faiz alma ve verme, insanlığa yaraşmayan bir tutumdur.

Adil İktisat Düzeni'nde faiz olmadığı için üretimin mal oluşu çok düşük olur. Böylece üretimin yurtiçi ve yurtdışı sürümü artar; kapasiteler tam kullanılır ve iktisada canlılık gelir.

Birikmiş varlıkları, mal vergisi harekete geçirir; bu varlıklar iyi denetlenen ve azınlık payı korunan ortaklıklar aracılığı ile sermaye olarak üretime katılır.

Mal vergisi nedeniyle devlet bütçesi açık vermez; iç borçlanma olmaz. Böylece kredi işleri ve faiz ortadan kalkar.

d- Aracı ve Tüketiciyi Tekelden koruma

Adil İktisat Düzeni’nde, aracı ve tüketici tekel egemenliğinden

 

korunur; her türlü tekelleşme devletçe önlenir.

Adil İktisat Düzeni'nde, kapitalizmdeki sermaye tekeline de komünizmdeki devlet tekeline de yer yoktur.

e- Üretimi Yönlendirme

Adil İktisat Düzeni’nde, üretim işleri, ticaret ve sanayi odaları ve esnaf birlikleri tarafından yönlendirilir.

Oysa, üretim işleri, kapitalizmde sermaye teşebbüsünce, sosyalizmde merkezi planlamaca yönlendirilir.

f- Makro Planlama Yapma

Adil İktisat Düzeni’nde makro planlama yapılır, iktisadi hayat tümüyle planlanır ve planın uygulanması denetlenir. Denetim için gerekli muhasebe düzeni kurulur. Ülkedeki tüm kurum ve işletmelerin uygulayacağı Tekdüzen Hesap Çerçevesi, Tekdüzen Maloluş Yönergesi ve Tekdüzen Envanter Yönergesi gibi yönergeler yapılır ve bunların uygulanması sağlanır. Böylece, kamu ve özel mülkiyetin bir envanteri olur ve buna uygun olarak denetim kolayca yapılır.

Kapitalizmde plana uyma zorunluluğu yoktur yani mikro ve makro plan yok sayılır. Sosyalizmde mikro ve makro plan yapılır ve bu planların uygulanması zorunludur.

g-Çalışma Vakitleri

Türkiye’de zaman ve vakitler üretimin bir etkeni olarak, ne yazıkki, düşünülmemiştir. Avrupa çalışma saatlerine uymak için, ülke için gerekli ibadet vakitleri ve çalışma saatleri göz ardı edilmiştir. Halbuki bütün dünyada çalışma ve ibadet vakitleri uyumlu olarak tespit edilir. Tatiller de dini günlerle uyumludur. Pazar gününün tatil edilmesi hı- rıstiyanların ibadet günü olmasından dolayıdır. Cumartesi tatili de Ya- hudilerin ibadet günü olmasından dolayıdır. Nufusunun %99'undan

 

fazlasının müslüman olduğu ülkemizde vatandaşın cuma ibadetinin düşünülmemiş olması kabul edilemeyecek bir uygulamadır.

Tarım kesimi dışında, genelde güneşin doğuşundan yaklaşık 2 saat sonra iş başlatılmaktadır.

İbadet vakitleri ile çalışma saatlerinin uyumlu hale getirilmesi için bir yatırıma gerek yoktur; bu yalnız bir karar işidir. böylece üretim, Önemli ölçüde artırılır.

h-Tarım

Türkiye'de Tarım kesimi ihmal edilmiştir. Bu nedenle köyden kente göç hızlanmıştır.

Adil İktisat Düzeni'ne geçildiğinde, tarım kesimi ve öteki yeraltı ve yerüstü kaynaklar özendirilir ve bunların üretimi artırılır.

Adil iktisat Düzeni'ne geçildiğinde televizyon ve basınla aileler ve tüm tüketiciler bilinçlendirilir; israftan kaçınılır; tüketim batıya göre değil ulusal geleneklere ve töreye göre yapılır.

Planlama teşkilatınca yapılan tekdüzen hesap çerçevesi, tekdüzen maloluş yönergesi ve tekdüzen envanter yönergeleri uygulamaya konur. Ülkede hesap, kitap, denge sağlanır ve denetim kolaylaşır.

Türkiye'de yaklaşık 150 yıldan beri Kapitalist İktisat Sistemi uygulanmaktır. Kendi içinde tutarlı görünen bu sistem Türkiye’de yıllardan beri ve özellikle son yıllarda hesap, kitap, denge ve denetimden uzaklaşmış, vahşi kapitalizm durumuna gelmiştir. Yakın bir gelecekte mübtezel kapitalizm olma eğilimindedir. Türkiye şimdiden Adil iktisat Düzeni arayışı içindedir. Türkiye'de Adil iktisat düzenine geçildiğinde, önce iktisadi tercihler gözden geçirilir ve Adil iktisat Düzenine göre yapılır. Örneğin, Türkiye, Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki yarım adadan oluşmuştur; altı yanı denizle çevrilidir ve iki iç

 

denizi vardır. Böyle bir ülkede deniz yolcu ve yük taşımacılığı geri kalmıştır. Buna karşı pahalı olan karayolu yolcu ve yük taşımacılığı, bilinemeyen nedenlerle geliştirilmiştir. Bu tür dengesizlikler giderilir.

ENFLASYON

İstikrarsızlığı gidermenin başlıca iki yolu vardır; Birincisi belirsizlik ve bilinmezliklerin giderilip ekonominin hayali olmaktan çıkarılması, İkincisi para ve fiyat istikrarıdır. Ekonomi sun’i ve hayalî olmaktan çıkarılıp reel hale geldikçe "hak" ve "kul hakkı” kavramları netleşir. Bilindiği gibi enflasyonun sebeplerinden biri satış vaatlerinin artması, bir başka deyişle talebin, gelecekte ödeme imkanlarının sınırsız bir şekilde sağlanmasıyla, suni bir şekilde yükseltilmesidir. Fiyat ve kalite denetimi ile standardizasyonun sağlanması belirsizlik ortamını kaldırır.

İstikrarlı para sistemi de gelir dağılımındaki adaleti korur. Enflas-?

 

 

 



© 2024 - Akevler