Madde ve Tanrı
Melekler “yeryüzünde bir beşer” yaratılacağını öğrendiklerinde bu yeni durum için tabir yerindeyse “yine mi?” demişlerdi. Hep sorulan bir sorudur, başka “Ademler de varmı?” Ne var ki, başka akıllı organizmaların varlığını da hep kendi evrenimizde arayıp durduk.
Bugün Kur’an daki kavramların yeniden tanımlanması gerektiğini söylüyoruz. Yeniden anlaşılması ve buna göre yeniden çıkarımların yapılması gerekiyor.
Yaratılış kuramı için de böyledir. Yeryüzü dendiği zaman içinde yaşadığımız dünyayı, gökyüzü dendiği zaman da gözlemleyebildiğimiz uzayı anlıyoruz. Böyle anlamak zorunda mıyız? Mesela:
“E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm” (Yasin 81, başka ayetler de vardır)
Gökleri ve yeri yaratanın onların benzerlerini/eşlerini yaratmaya da gücü yeter…
Dikkat edilirse, Yer ve Gök kavramları ayetlerde hep çoğul olarak gelmektedir. Kelimelere baktığımız zaman ikiden çok olduğunu anlıyoruz.
“Allâhullezî halaka seb'a semâvâtin ve minel ardı mislehunn, yetenezzelul emru beynehunne li ta'lemû ennallâhe alâ kulli şey'in kadîrun ve ennallâhe kad ehâta bi kulli şey'in ilmâ” (Talak 12)
Yedi gök ve arz’dan onun misli kadar….. ve onların arasında durmadan inen işler bilmeniz için….
Basitçe böyle anlayabiliriz. “semavatin ve minel ardi” ifadesine dikkat etmek gerekir. Arz, semavatların içinde küçük bir yer işgal eder. Yani her semanın ARZ’ları vardır. Ve bu semavatlar arasında ve tabii bu arzlar arasında da gidiş gelişler vardır.
Eğer, Semavat kavramı sadece “boyut” ifade eden bir kavram olsaydı, bu durumda nesnel algıya neden olan Arz ifadesi farklı kullanılmalıydı. Ve tabii, “el-emru” kelimesi de atfedildiğine göre tamamen fiziksel bir işleyiş olduğunu anlamak zor değil.
Genel olarak, “Arz”lar arasında seyahatin mümkün olmayacağı varsayılmaktadır. Sayın karagülle seminerlerinde uzayda kurulacak istasyonlarda hayatın devam edeceği yönünde bazı ifadeler kullanıyor. Oysa Kur’an, Sadece “Arz”lar değil, semalar arasında seyahatin mümkün olacağını söylüyor
“Yâ ma'şerel cinni vel insi inisteta'tum en tenfuzû min aktâris semâvâti vel ardı fenfuz, lâ tenfuzûne illâ bi sultân” (Rahman 33)
Bu ayette de gök kelimesi çoğul olarak gelmiştir. “Göklerin ve yerin sınırları” Bu herhalde bizim bildiğimiz dünya ve etrafımızdaki atmosfer değildir. “Güçlü bir araç” ile bu sınırların aşılabileceğini söylediğine göre, burada kastedilen şey, atmosferin sınırları değil, bizim içinde bulunduğumuz evrenin sınırlarıdır. Demek ki başka semalara yolculuk bir tesadüf değil, belki de bir zorunluluktur.
Ancak, bu yolculukların gerçekleşebilmesi için yeterli enerji ve uygun araçların mümkün olamayacağı varsayımı, tahayyül mekanizmamızı engellemektedir. Çünkü hiçbir araç yoktur ki, milyonlarca ışık yılı mesafedeki bir başka mekana gidebilecek enerjiyi yüklenebilsin. En azından şimdilik böyle bir teknolojinin varlığından haberdar değiliz.
Eğer gökteki veya göklerdeki iki nokta arasındaki mesafe zannettiğimiz kadar uzak değilse?
Talak 12’de, yer ve gök ile bunların misli kadarının yaratılmış olduğu ve bunlar arasında gidip gelen bilgiden söz edilmektedir. Şura 29 da da bu ikisi ardasındaki hareket eden canlıların bir araya toplanmasından söz edilir. Eğer mesafeler ulaşılamayacak kadar uzak ise, bunların bir araya gelmesi de düşünülemez. Çünkü Allah mümkün kılmadığı bir şeyi sonradan mümkün yapmaz.
Kur’an da ilginç bir durum daha vardır:
“Yevme natvis semâe ke tayyis sicilli lil kutub, kemâ bede’nâ evvele halkın nuîduh, va’den aleynâ, innâ kunnâ fâılîn” (Enbiya 104)
Bir kağıt düzlemsel olarak baktığımız zaman geniş bir alan kaplar. Ama bir kağıdı alıp ince bir rulo haline getirirsek hem kağıdın iki ucu arasındaki mesafe kısalmış, hem de daha küçük bir alan kaplar hale gelmiş olur. Tıpkı bir saat zembereği gibi. Böylece oluşan hatlar arasında da bir geçiş olabilir mi?
Enbiya 30’da da ilginç bir durum vardır. Yerlerin ve göklerin bitişik olduğunu ve sonra bunların birbirinden ayrılıp aralarında bir delik açıldığından söz eder. Demek ki, bu düzlemler yani katmanlar arasında kestirme geçişler, yollar da vardır. İnşikak 19. Ayette de benzer bir durum söz konusudur, tabakadan tabakaya geçiş anlatılırken, bu geçişlerin belli bir yol üzerinden yapılacağı da anlaşılıyor.
Sorumuza geri dönersek: Uzayda iki nokta arasındaki mesafe ışığın katettiği yol ile ölçülmektedir. Bu yöntem ışığın doğrusal hareket ettiği varsayımına dayanır. Eğer evren veya evrenler, bir zemberek gibi dürülebilen bir şey ise, ışığın doğrusal hareket etmesi de mümkün değildir. Işık da eğilip bükülebilmeli, katlanabilmelidir. Bu mümkün müdür?
Evet mümkündür. Işıkla haberleşmek yeni bir şey değil. Karagülle bu konuda uzun ve kısa ışık sinyallerinin anlamlandırılabileceğine de işaret ediyor. Ama ben başka bir noktaya temas etmek istiyorum. Hepimizin evinde veya işyerinde en azından basit bir mürekkep püskürtmeli yazıcısı vardır. Bu yazıcıların pek çoğunun ön tarafında yeşil kırmızı ledleri de vardır. İlk bakışta bu ledlerin yazıcının ön tarafına yerleştirilmiş bir kart üzerinde olduğunu zannederiz. Ama pek çok yazıcıda durum böyle değildir. Bu ledler aslında yazıcının alt kısmında ve arka bölümünde bulunan bir kart üzerindedir. Ama biz ışığı yazıcının önünde görürüz herhangi bir “kablo” bağlantısı olmaksızın. Çünkü bu ledler üzerine yerleştirilmiş akrilik parçalar uzatılarak yazıcının ön kısmına kadar gelir ve arkada yanan ışığı biz olduğu gibi önde görürüz. Bu akrilik parçalar öyle düz bir parça da değildir, eğri büğrü bir parçadır, yazıcının şekline göredir. Kısaca “fiber teknolojisi” dediğimiz sistem ile, ışık hiçbir dağılmaya maruz kalmadan olduğu gibi eğilip bükülerek aktarılır. (Fiber kablonun kapatılması veya etrafının korunması zorunlu değildir, akrilik sicim, içine verilen ışığı kendi alanına hapsederek iletir)
Bunun nasıl mümkün olduğunu merak edenler, Fiber kablo teknolojisini araştırabilirler. Bilindiği gibi fiber kablonun içinde herhangi bir metal yoktur. Akrilik sicimler vardır. Hepsi budur. Bir tarafından verilen ışık, kablo ne kadar sarmal olursa olsun diğer ucundan olduğu gibi alınır. Metal kablo iletişimine göre çok daha hızlı bir yöntemdir.
Hal böyle ise, uzayda çok uzak zannettiğimiz mesafeler aslında çok yakın da olabilir. Bu görece bir yakınlık değil, fiziki olarak da yakın olduğu anlamındadır.
Bilim dünyasındaki gelişmeleri de dikkatle izlemekte yarar olabilir.
Paralel evrenler teorisi geçmişte sonsuzluğun en büyük paradoksu olarak algılanmakta idi. Görülebilir evrenin ötesinde, bu evrene paralel başka evrenler de varmı dır? sorusu zihinleri uzun zaman meşgul etti. Filozoflar böyle olduğunu öne sürüyorlardı. Bilim adamları ise yakın zamanlara değin böyle bir şeyin olanaksız olduğunu düşünüyorlardı.Fakat bugün fizikçiler paralel evrenlerin olabileceğini matematiksel olarak ortaya koyabiliyorlar.
Evreni açıklayan iki fizik teorisinden birincisi, yıldızlar, galaksiler gibi çok büyük boyutlu maddeleri açıklayabilen, Einstein'ın görelilik teorisi, ikincisi ise atomlar gibi çok küçük boyuttaki maddeleri açıklayabilen Kuantum mekaniğidir. Bu iki teorinin ikisi de aynı evreni açıkladığına göre, ikisini bir teoride birleştirmek ve evreni bütünüyle anlamak mümkün olacaktır. Sicim kuramı ve Hawking’in M Teorisi ile bu iki teori birleştirilmiş ve bu birleşim, şimdiden bilim tarihinin en büyük adımı olarak kabul edilmektedir. M teorisine göre, evren 11 boyutludur. 11. boyut, sicimlerin birer membran gibi uzamalarına olanak veren bir yapıdadır. Teorik olarak, yeterli enerji sağlandığında, bir sicim bir evren kadar büyüyebilir.
M teorisine göre 10 boyutlu evrenler, 11. boyutta süzülen membranlardan ibarettir. Bu membranları göz önünde canlandırmak için dilimlenmiş ekmeği göz önüne getirmek yeterlidir. Bu ekmeğin her dilimi bir evrendir. Bu evrenler bir araya gelerek bir multiverse oluştururlar. Bu evrenler evreninde, membranların bir yerlerinden çarpışması da muhtemeldir. “M Theory”nin (Theory of Everythink, Magic, Mysterios, Mother) sonuçlarının bir yorumuna göre evrenimizin bulunduğu membran ile diğer bir evrenin bulunduğu membranın çarpışması nedeni ile “Big Bang” olmuş ve bildiğimiz evren meydana gelmiştir. Dileyen bilimsel gelişmeleri araştırabilir.
Bir çeşit holografik izdüşüm gibi. Paralel evren teorisine gore ise, evren bir düzlem değildir, buna gore parallel platformlar ve bu platformlar arasında hunik geçiş tünelleri vardır. Her bir evrendeki varlığın bir başka evrende izdüşümü vardır. Bu bir bakıma yanlış da değildir. Çünkü:
INSAN denilen şey ilk defa üretildiği zaman, organizma buna adapte edildi. Bu kur’an ın bize verdiği bir bilgidir. Yani, Organizma ile INSAN arasında fiziksel bir bağ olmamasına rağmen, bir iletişim bağının olduğu açıktır. Buna gore, organizma nerede bulunursa buulunsun mutlaka kendi INSAN’I ile iletişim halindedir, bağlıdır. Bu Kur’an ın “çift üretim” kuramına da denk düşen bir açıklamadır.
Demek ki yeryüzü, bizim bildiğimiz yeryüzü değil, gökyüzü de bizim bildğimiz gökyüzü değildir. Öyleyse kavramlara yüklediğimiiz anlamlar da doğru değildir. Bu sadece bir boyut meselesi değil, aynı zamanda fiziksel platformlar anlamına da gelen bir kavramdır.
Demek ki, platformlar arasında iletişim olmalıdır ve vardır. Demek ki, NEBI bunun için gereklidir.
Şimdi bir soru soralım: İçinde bulunduğumuz semavat, yani evrenler kümesi’nin dışında başka evren kümeleri de var mı? Eğer varsa bu evren kümelerini kim yarattı?
Eğer bizim içinde bulunduğumuz evren, bir evren kümesinin parçası ise, ve her evren bir başka evrenin izdüşümü olarak oluşuyor ise –ki kur’an böyle söylüyor- Evrenin yapıtaşı olan “madde” nereden geldi?
Kur’an ın açık bıraktığı kapılardan biri budur. Bu sebeple kimileri maddeyi ya da evreni ya da varlığı “Tanrı’nın bedeni” olarak tasavvur etmektedirler. Sayın Kayahan ise, Tanrı’nın kenidisine bir “Rakip” yaratmasına değinmektedir. Her ikisi de oldukça iddialı ifadelerdir.
Bir kere, Varlığın üretilmesi, oluşturulması esnasında “Tanrı’nın katkısı olmadığı” Kur’an ın açıkça ifade etitği bir husustur. Dolayısıyla Tanrı’nın kendi bedenini başka bir varlığa, üstelik kendisinin yaratmış olduğu bir varlığa yaptırmış olması tahayyül edilemez.
Bundan başka yine kur’an ın çerçevesini çizdiği “yer ve gökler”in sahibinin Ahad olduğudur. Bu sadece “bir” değil, birin de biridir. Kayahan, her ne kadar Tanrı’nın yeteneklerine dokunmamaya çalışsa da, kendi yeteneklerine neredeyse denk bir rakibin varlığından söz etmektedir. Bu sadece bir paradox değil, bir çatışma anlamına da gelir. Bunu gözardı etsek bile, rakip olarak üretilmiş veya yaratılmış olan bir Tanrısal varlığın kendi hakimiyetini kuracağı veya kurmak isteyeceği de muhakkaktır. Kayahan bunu “insan”a atfetmektedir. Ancak, insan tek başına değildir. Her ne kadar Cin’lerin nasıl üretildiklerini bilmiyor olsak da, ayetlere baktığımız zaman insan ile eşit mertebede olduklarını görürüz. O halde galaktik hakimiyet de insane ait değildir.
Eğer Kayahan, “bizim içinde bulunduğumuz evren kümesinin dışında başka evren kümesi veya kümelerinin olup olmadığını ve bu evren kümelerinin yaratıcılarının bizim bildiğimiz Tanrı’dan başka tanrılar olup olmadığını” sormuş olsa idi, bu tartışılabilecek bir konu olurdu. Şimdilik bunu bilmiyoruz, ama maddenin üretilmesi eğer Kur’an ın tarif ettiği gibi bir üst kümenin alt kümeyi üretmesi şeklinde ise, o halde başka evren kümelerinin olması da muhtemeldir.
Başka bir açıdan bakmak gerekirse, “Allah insanı yarattı, Insan da kendi insanını yarattı” dolayısıyla Insan’ın bizim alanımızdaki tezahürü olan Beşer de kendi insanını yaratmış olmakla bir bakıma kendi insanının Tanrısı oldu. Bu bir çeşit izdüşüm olarak değerlendirilebilir.
Son olarak, Allah’ın sıfatları ile ilgili olarak çekincemi ifade etmiştim. Biraz daha açmak gerekirse:
Mesela, Allah’ın işitmeye ihtiyacı yoktur. Hawking, “fizik kuralları varken Tanrı’ya gerek yoktur” demişti. Allah niçin işitsin? Sistem çalıştığına gore, işitecek olan sistemin kendisidir. Allah’ı doğrudan işiten ve gören bir varlık olarak tasavvur etmek, onun zaafiyeti anlamına gelir. Böylesi zaafları olan bir varlık ise Tanrı olamaz.
Sistemi anlamadıkça Tanrı’yı anlamak da mümkün değildir. Tanrı’yı tasarlayıp sonra sistemi o tasarıma adapte etmek demek, kendi hafsalamızda ürettiğimiz bir çıkmazdan başka bir şey olamaz. Eğer böyle olsaydı, göklere ve yere ve ikisi arasındakilere de ihtiyaç olmaması gerekirdi. Bir şirketin patronu, patron olduğunu şirket çalışanlarına doğrudan söyler. Bunun için olmadık yollara başvurmaz. “Patron benim” der ve mesele kapanır. İşiten, gören ve hatta konuşan bir Tanrı varsa, niçin bize doğrudan “patron” olduğunu söylemek yerine bizi “bilmeye” zorluyor?
Veya “hiç bir şey yoktur ki biz onu önceden bir kitapta yazmış olamyalım” ifadesini niçin bize söylüyor? Yoksa Hawking’in dediği gibi “çok yakında tanrının kafasından geçenler okunabilecek” mi?
Doğrusu Kayahan’ın yorumlarını büyük bir hayretle takip ediyorum. Tanrı Açmazı dediği şey, başka tanrıların varlığını zorunlu kılar. Bu başka tanrılar küçükeşit olsalar bile. Devlet’i Tanrı’nın izdüşümü olarak algılamasını ve “halife-vekil” kavramlarına yüklediği manaya da bu sebeple itiraz etmiştim. Çünkü bu sadece bir açmaz değil, Tanrıların çatışması anlamına da gelir.
Üzerinde çok iyi düşünmek gerektiği kanaatindeyim.
Saygılar