Uygulama
Parametreleri
Bir sistem, ihtiyaçları karşılamakta yetersiz kalıyor ve olası soru veya sorunlara etkili ve zamanında cevap veremiyorsa, o sistemin işlemesi ve başarılı olması mümkün değildir. Ancak bir sistem, bütün insanlık için etkin çözümler üretemiyor ve bazıları için yarar sağlarken iken bazıları için zarar üretiyor ise, o sistemin de yaşama şansı yoktur. İnsan, doğası gereği her zaman kendi çıkarını düşünecek ve buna göre davranacaktır. Bu da, sistemin uygulamalarına müdahale edeceği, boşlukları kullanarak dejenere edeceği ve işlevsiz hâle getireceği anlamına gelir.
Öte yandan bir sistem, bütün insanlara eşit mesafede, bireysel çıkarları koruyan ve geliştiren bir yapıda ise, bu durumda yine insan doğası gereği, bireyler sistemin sürdürülebilir olabilmesi için gayret gösterecek ve katılım sağlayacaklardır. Ne var ki evirilemeyen sistemler, bir süre sonra sıkıcı olmaya başlar; sorunlar oluşur. Hantallaşan sitem, ortaya çıkan problemleri çözmede yetersiz kalır ve artık insanlar için bir yarar değil zarar unsuru hâline gelir.
Matematikte bir problemi çözmenin birden çok yolu vardır. Ama hepsi aynı sonucu verir. Aslına bakılırsa gerçek hayatta da durum bundan farklı değildir. Bir işi başarmanın birden çok yolu olabilir. Tıpkı matematikte olduğu gibi, prensipler asla değişmez. İlkesel kurallar hep aynı kalır; ama uygulamaların şekli değişir. Bundan bin yıl önce özgürlük neyse bugün de odur. Bin yıl önce insanlar yaşamak için üretmek ve beslenmek zorunda idiler, bu gün de böyledir. Yani ilkeler değişmemektedir. Ne var ki bin yıl önce insanlar, tarımla uğraşırlardı ve bu yolla üretip yaşamlarını sürdürürlerdi. Bugün ise sanayi ve teknoloji ile bu ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. Değişen, üretim değil; üretimin şeklidir. Değişen insan değil, sahip olduğu bilginin ona kazandırdığı fırsatlardır.
Öte yandan, bir sistem varsa ve uygulanması da mümkünse, nasıl uygulanacağı sorusu önem kazanır. Devlet mi uygulayacak, sermaye mi uygulayacak yoksa ikisi birden mi uygulayacaktır? Bunlar, ilk bakışta önemli sorular olarak duruyor. Devlet uygulamaya kalkarsa, sermaye buna karşı çıkacak, sermayenin tek başına uygulamasına ise devlet izin vermeyecek ve bir kısır döngü böylece sürüp gidecektir. Aslına bakılırsa bunlar sadece bugünkü algımız ile aşmayı düşünemediğimiz basit meselelerdir. Çünkü gerçekte sistemi uygulayacak olan halktır. Ne devlet ne sermaye, sistemin bir parametresi veya tarafı değildir. Her ikisine de ihtiyaç vardır; ama yetki halka aittir. Dolayısıyla kimseden izin alma zorunluluğu yoktur. Halk ne yapacağına kendisi karar verir ve uygular. Aslına bakılırsa devletin varlığı da, halka bağlıdır. Halk isterse devleti var eder, isterse değiştirir. Çünkü devlet, her ne kadar silahlı güçleri nedeniyle kutsal kabul ediliyor olsa da, sadece halk için vardır. Kısaca halk, neyse devlet de odur. Halk kendini değiştirmedikçe devlet de sistem de değişmeyecek.
Halkın, değişebilmek için bilgiye ihtiyacı vardır. Eğer insanlar kendileri için rasyonel bir alternatifin varlığından haberdar olur ve pozitif sonuçlar üreteceğini bilirse, değişmemesi için bir neden kalmaz. Bunu engellemek isteyenler de olacaktır. Bugün tümüyle yararlı olduğu bilinen bir şeyin uygulanması, nasıl anlamsız ve akıl almaz nedenlerle engellenebiliyorsa, yarın da böyle olmaya devam edecektir. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır. Doğada ise yapıcı parametreler olduğu gibi yıkıcı parametreler de vardır. Toprak, üretirken suyu kullanır ama su, bazen toprağın ürettiği her şeyi bir anda yok edebilir. Yani su, üretimin destekçisiyken bir felaket nedeni de olabilir. İnsan da bundan çok farklı değildir. Her şey, hepimiz doğanın bir parçasıyız ve doğanın kurallarına göre var olabiliriz. Kuralları zorladığımız zaman, doğa bize yaşama şansı tanımaz.
İlkesel Parametreler:
İktisat teorisi de, sistemin doğal yapısını korumayı hedefler. Teori, müdahalesiz, kendi doğal yapısı içerisinde etkileşimli ve pozitif verimlilik esasına dayanan süreçleri benimser. Dolayısıyla müdahale asla düşünülemez. Bu çerçevede uygulamaya ilişkin temel parametreler şöyle değerlendirilebilir:
1. Doğal Parametreler: Sistemin hedefi, toplumsal faydayı çoğaltmak, kaynakları verimli ve etkin kullanmaktır. Aslında insanın hedefi de budur. Doğanın olanakları sınırsızdır; ama ondan yararlanmak için emek gereklidir. Emek ise sınırlıdır. Ne var ki bu, doğaldır. Bu açıdan bakıldığında bazı parametreler değişmez nitelikte olmalıdır:
a. Mülkiyet Hakkı: Toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki mülkiyet kavramı, kuramı yeniden tanımlanmış ve doğal haline getirilmiştir. Bu prensip asla bozulamaz. Çünkü doğada ve kâinatta bütün düzen, mülke dayanır. Bu nedenle toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki haklar, mülkiyet esaslarına göre düzenlenmeli ve uygulanmalıdır. Hiçbir koşulda değiştirilemez. Nasıl doğa değişmiyorsa, doğanın bize sağladığı imkânlar da değişmez. Toprak ve doğal kaynaklar insana değil; doğaya aittir. İnsan, sadece ondan yararlanır. Toprak, yaşamın kaynağıdır ve bu asla değiştirilemez. Dolayısıyla insanın yaşam hakkı da toprağa aittir.
b. Hak ve Özgürlükler: Asla müdahale edilemeyecek olan temel insan hakları ve özgürlüklerdir. Herkes kendi hak ve özgürlüklerini serbestçe kullanır. Başkalarına zarar vermediği sürece kimseye müdahale edilemez ve ortadan kaldırılamaz. Bir başkasına zarar vermeye başladığında nasıl doğa tepki gösteriyor ise toplum da tepki göstermelidir. Dolayısıyla hak ve özgürlükler her koşulda korunmalıdır. Herkes haklar bakımından eşittir ve bu, asla değişmez. Edinimlerin farklılaşıyor olması, bu eşitliği ortadan kaldırmaz.
- Emek: Her şeyin kaynağı toprak ve doğadır. Ancak doğada var olan kaynaklar, kendiliğinden fayda üretmez. Toprağın verimli olabilmesi, için üzerinde büyüyen bitkilerin görevini yapması ve toprağa topum bırakması gerekir. Böylece toprağın bitkilere olan ihtiyacı kadar bitkinin de toprağa ihtiyacı vardır. İnsan da böyledir; doğanın bir parçası olarak toprağın insana ihtiyacı vardır; ama insanın da var olabilmek için toprağa ihtiyacı vardır. Emek, insanın sahip olduğu ve toprak ile arasındaki benzersiz bağı oluşturan tek şeydir. Dolayısıyla emek asla değişmeyecek olan bir parametredir. Binlerce yıl önce olduğu gibi bugün de emek, insanın yegâne sahip olduğu güçtür. Üretilmiş olan her şeyin nedenidir. Asla değiştirilemez.
2. Üretken Parametreler: İnsan kendisine ait olan şeyler üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Bunları, dilediği gibi kullanır. Emeği ile toprağı işler ve oradan verim elde ederek faydayı çoğaltır. Ama toprak, herkese aittir. Dolayısıyla ürettiği şeylerden kendisi yararlandığı kadar başkalarının yararlanmasına da olanak tanımalıdır. Bunun için de değişmez nitelikte olan parametrelerin korunması gerekir:
a. Yararlanma Parametreleri: Doğanın sağladığı imkânlar, herkes içindir. Bireyler, bu imkânları kişisel çabaları ile kullanabilirler ve bunun için kimseye borçlu olmazlar. Ancak bu yeterli değildir; üretmek ve çoğaltmak gerekir. Bu durumda toplumun tümü üretimde hak sahibi olur. Bu nedenle üretimden kamu payı ayrılmalıdır.
b. Üretim Parametreleri: Emek, değişmez insan parametresidir. Her şey, emek ile üretilir. O hâlde emek, her şeyin belirleyicisidir. Ücret ve fiyat, emeğin doğal döngüsü içerisinde kendiliğinden belirlenir. Ancak insanlar, kendi emeklerinin sahibi olduğu kadar başkalarının emeklerine de muhtaçtırlar. Başkalarının emeklerinden yararlanılmak zorundadır. Bu nedenle toplumun, bireyin emeği üzerinde hakkı vardır. Bu da kamu için üretmek, yani üretilenden kamuya pay vermek suretiyle ödenmiş olur. Ancak hiçbir koşulda, emeğin temel parametre olma özelliği değişmez. Üretimi makineler yapıyor olsalar bile, makineleri emeğin ürettiği ve zaten topraktan elde edildiği unutulmamalıdır.
Sistemin temel taşlarını oluşturan değişmez ve doğal parametreler anlaşıldıktan sonra, sistemin nasıl uygulanacağı da anlaşılmış olur. Aslında bunun parametreleri de bellidir ve sadece emeğe bağlıdır.
a. Emek Geliri Belirler: Her şey, topraktan emek yoluyla üretilir. Dolayısıyla bir mal veya hizmetin üretilmesinde değer bakımından tek ölçülebilir faktör, emektir. Gelir de üretilmiş olan toplam fayda ise, bunu belirleyen şey, yani üreten şey de emek olur. Dolayısıyla gelir parametresi, sadece emektir.
b. Emek Ücreti Belirler: Gelir denilen şey, ölçülebilir emek miktarının toplamı ise, emeğin buradaki payı da birim zamanda harcadığı kadardır. Dolayısıyla emek, kendi ücretini kendisi belirlemiş olur.
c. Emek fiyatı belirler: Doğa kaynakları bedelsizdir ve herkese aittir. Ama emek insana aittir ve üretim ancak emek ile mümkündür. Dolayısıyla üretilmiş olan şeylerin değeri ancak emek ile belirlenebilir. Başka bir değer belirleme parametresi yoktur.
d. Emek Parayı Üretir: Para, bir ölçme aracıdır ve sadece harcanan emek miktarını ölçmek içindir. Bu nedenle bütün mal ve hizmetlerin değiştirilebilmesi için ortak araçtır. Çünkü bütün mal ve hizmetler de emek ile üretilmiştir.
Örneğin altın, gümüş veya değerli herhangi bir maden kendiliğinden değer ifade edemez. Bunlar, doğada zaten vardır. Altını veya diğerlerini değerli hâle getiren şey, sadece emektir. Kimi madenler, daha az çaba ile kolaylıkla işlenebilir ama kimi madenleri işlemek çok daha fazla emek ve teknik gerektirir. Dolayısıyla harcanan emek miktarı çoğaldıkça, üretilmiş olan şeyin değeri de artmış olur. Dolayısıyla ücret ve fiyatların değişken parametreleri yoktur. Değişim, sadece verimlilik ile mümkündür. Dolayısıyla bu temel parametrelere müdahale söz konusu edilemez.
Eğer sistemin standart parametreleri varsa, süreçler de bu parametrelere göre gelişecek ve işleyecektir. Yani kendi doğal döngüsünü oluşturmuş olacaktır. Nasıl doğa, bir müdahaleye ihtiyaç duymadan işliyor ise, iktisadi faaliyetler de kendi doğal kuralları içerisinde hiçbir müdahale olmaksızın işler. Şu hâlde, doğaya müdahale edemediğimize göre ekonomik süreçlere de müdahale edemeyiz. Bu bağlamda ücretlere ve fiyatlara müdahale edilemez. Yani emeğe müdahale yoktur; kendi hakkını kendisi belirler ve alır. Yani:
· Fiyatlara müdahale edilemez; çünkü fiyatı emek belirler. Bir malın üretilmesi için harcanan emek, piyasada herhangi bir sebeple ortadan kaldırılamaz ve emeğin hakkı çiğnenemez.
· Pazarlıkla fiyat belirlemek, ilkel ve vahşi bir davranış şeklidir. Çünkü bu, emeği sömürmekten başka bir işe yaramaz. Spekülatörlerin, kalpazanların, fırsatçıların çoğalmasına neden olur.
· Ücretler belirlenemez; çünkü emeğin hakkını belirleme yetkisi sadece emeğe aittir. Belirlenecek olan ücret ne olursa olsun, emeği sömürmek demektir. Bu, doğal olana müdahaledir.
Eğer bir sistemin değişmez ve doğal parametreleri belli ise ve bunlara müdahale mümkün değilse, sistemin uygulanması açısından gerekli olan tüm parametreler de bellidir. Yani sistemin kurulması ve işler hâle getirilmesi için ihtiyaç olan her şey var demektir. Bir toplum, kendi sistemini kendisi kurabilir ve bundan yararlanabilir. Bunu engelleyecek hiçbir şey yoktur. Çünkü ilkeler, bellidir. Öte yandan kaynaklardan nasıl yararlanılacağı ve bölüşümün nasıl gerçekleşeceği de açıklıkla ifade edilmiş ve ilkesel olarak ortaya konulmuştur. Yani:
Kamu Yönetimi: Kaynak tahsisi, ancak planlama yoluyla gerçekleşir. Hiç kimse, bir toprak parçası üzerine yerleşip orada hak iddia edemez. Kamunun tahsisi yoksa işgal de yoktur. Dolayısıyla kamusal bir yönetim de gereklidir. Bu aynı zamanda haklar bakımından eşitliğin de korunması için gereklidir.
Yararlanma Şekli: Tahsis edilmiş olan kaynakların dışında tüm doğa ve doğanın sağladığı olanaklarda herkesin eşit oranda hakkı vardır. Dolayısıyla bu kaynakların işletilmesi ve buradan elde edilecek olan gelirin eşit olarak dağıtılması da, kamu sorumluluğundadır. İki şekilde gerçekleşir:
Yaşam Hakkı: Eşit bölüşüm gerektirir. Toprak ve doğal kaynaklar, herkes içindir.
Emek Hakkı: Emek kadar bölüşüm gerektirir. Eşitlik yoktur, fırsat eşitliği vardır. Herkes, harcadığı emek oranında pay alır.
Böylece yararlanma ve bölüşümün temel parametreleri de, açıklıkla anlaşılabilmekte ve uygulamanın nasıl gerçekleşmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Bundan sonra üretimin nasıllığı meselesi ortaya çıkar, bu da bellidir:
Ortak Üretim: Üretim, katılımcı bir faaliyettir ve doğadan elde edilecek olan imkânlarda herkesin payı vardır. Dolayısıyla üretimde de kamu payı vardır. Üretime emeği ile katılanlar, ücreti istihkak ederler, emek birikimi ile katılanlar birikimleri kadar pay alırlar, katılamayanlar ise vergi yoluyla üretimden yararlanmış olurlar.
Bireysel Tüketim: Herkes, emeğinin sahibidir. Emek yoluyla elde edilmiş bütün kazanımlar, bireyin özel mülkiyetindedir. Dolayısıyla birey, bu birikimlerini dilediği gibi harcamakta özgürdür. Böylece tüketime müdahale yoktur ve tüketim yoluyla mal emeğe dönüştürülmüş olur.
Üretim ve tüketim zorunluluğu ile şekli de anlaşıldığında üretilmiş olan mal ve hizmetlerin değeri, emeğin değerinin nasıl tespit edileceği önemli hâle gelir. Yani emeğin karşılığının neyle tespit edileceği ile paranın hangi parametreye göre üretileceği önemlidir.
Ücret Tespiti: Hiç kimse, emeğin ne kadar ücret istihkak edeceğini belirleyemez. Emek, kendi ücretini kendisi belirler. Her şey, bütün üretim emek yoluyla gerçekleştiğine göre, toplam gelir de emeğin birikiminden başka bir şey değildir. Dolayısıyla ücret, toplam gelirin birim zamana düşen miktarına göredir ve bunu sadece emek belirler.
Para: Para ise, emek miktarını ölçmek içindir. Bölünebilir niteliktedir ve sadece harcanan emek miktarını ölçmek ve tescil etmek için kullanılır. Bu, aynı zamanda emek birikiminin sağlanması için de pratik bir yoldur. Bu nedenle para, emek yoluyla üretilmiş olan bütün her şeyin ortak değişim aracı olur. Paranın başka bir anlamı ve değeri yoktur. Dolayısıyla paraya bağlı sorunlar da yoktur. Çünkü var olan para, ancak toplam emek miktarı kadardır.
Bir ekonomide kesin ve net parametreler varsa, o ekonominin spekülatif etkilere açık olması da beklenemez. Uygulamada karşılaşılacak sorun ve problemler de bu ilkelere göre çözülebilecek şeylerdir. Ne var ki konvansiyonel uygulamalar ve mevcut problemler nedeniyle olasılıkların geniş bir perspektifte değerlendirilemeyeceği, çevresel etkilerin insanın düşünme faaliyetini sınırlandırdığı da bir vakıadır. İnsan, ancak bilgisi kadar faaliyet gösterir. Bu nedenle bilginin çoğaltılması ve paylaşılması önemlidir. Elbette bir sistem, sadece ilkelerin varlığı ile işleyemez. Sistemi işletecek kaynaklar var olsa bile, bu kaynakları harekete geçirecek olan nitelikli iş gücü de gereklidir. Bu nedenle bilginin paylaşılması önemlidir. Bu işi kimin nasıl yapacağı, önemli bir meseledir. Fakat insanlara hayatlarında kullanmayacakları bilgiler pompalayan, onların düşünce ufkunu daraltan ve sadece ezberciliğe dayanan bir eğitim sistemi ile bunun mümkün olamayacağı açıktır. Şu hâlde nitelikli insan kaynaklarının varlığı, ancak nitelikli ve planlı bir öğrenme süreci ile mümkün hâle gelir. Bu süreçte, kurumsal yapılanmaların tümü etkileşimli olarak kurgulanmalı ve yürütülmelidir.
Okullar, üniversiteler ve her türlü bilgi kurumu, ancak toplumun ihtiyaçlarına göre planlı bir şekilde yürütülebilirse verimli olur. Aksi hâlde içine bilgi doldurulmuş bir diskten başka bir anlam taşımazlar. Bunun için hangi yöntem seçilirse seçilsin, mutlaka pratik tecrübe kazandıracak ve nitelikli hâle getirecek donanım kazandırılmalıdır. İktisadi Yönetim Sistemi, kurum olarak bu olanaklara sahiptir. Yani işletmelerin olanakları kullanılmalı ve iş gücünün nitelikli hâle gelmesi için işçi adaylarına, gerekli olan deneyim kazandırılmalıdır. Bu bir planlama işidir. Bugün bu ihtiyaca cevap veren bir sistem olmayabilir. Sermaye, kendi çıkarlarına göre hareket edebilir; devlet ise durumu önemsemeyebilir. Tüm bunlara rağmen halk, bu durumu değiştirebilir, bunun için yeterli gücü vardır.
Burada, toplumun bilgiyi çoğaltma olanaklarını nasıl geliştireceği ile ilgili sivil çözüm olasılıkları tartışılabilir. Bu mümkün olmakla birlikte, sistem içerisinde yapılanmalıdır ve halktan bunun için herhangi bir ücret veya prim talep edilememelidir. Herhangi bir sivil organizasyon, bu amaçla faaliyet gösterecekse bu, ancak sistem içerisinde ve ilkeler çerçevesinde olmalıdır. Yani ne tür faaliyetlerin hangi kaynaktan karşılanacağı, bellidir ve buna göre sivil organizasyonların varlığı da mümkündür. Eğer toplumsal ihtiyaç, bunu gerektiriyorsa, bunun önünde hiçbir engel yoktur. Ne var ki bu, bir maliyet meselesidir ve bu maliyet, halka yüklenemez. Çünkü halk, üretmekle zaten toplumsal maliyetleri karşılamaktadır.
Aslına bakılırsa İslam iktisadı, yani “İktisat Teorisi” veya “Doğal İktisat”, basit bir döngüye sahiptir.
Bu döngü, bireyden başlayıp yine bireye geri dönen bir yapıdadır. Bu, birikimlerin üretken hâle getirilmesi ile çoğalan, bireyin çıkarlarını koruyan ama toplumsal faydanın üretilmesi için gerekli enstrümanları da üreten ve nihayetinde bölüşüm yoluyla yine bireyde biten bir döngüdür. Bütün bu süreçler içerisinde birikimler, her aşamada bireye ait olma özelliğini devam ettirir. Sonuçta ürettiği fayda ile birlikte, bireye refah sağladığı kadar toplumsal refahın gerçekleşmesine de neden olur. Tüm bunlar, tamamen doğal akışı içerisinde gerçekleşir. Birey, bu doğal akış içerisinde, tüm süreçlerin de parçası ve paydaşıdır.
Yani halk, kendi organizasyonu ve iştirakiyle bir sistem kurar; bu sistem, üretir ve ortaya çıkan fayda halka geri döner. İşte referans metnin bize önerdiği ilkeler ile elde edilen sonuç budur.
Katılımcı Ekonomi:
Berlin Duvarı’yla birlikte yıkılan sosyalizm düşüncesi ve eski Sovyetler Birliği-Doğu Bloku ülkelerindeki uygulamalarının başarısızlığı, liberalizmi ve piyasa ekonomisini geniş ve yaygın bir konsensüsle yükselen değerler olarak ortaya çıkarmıştır. Ekonomik özgürlüklerin genişletilmesi düşüncesine dayanan, liberalizm eksenli bu değişiklik ve gelişmelerin ekonomik büyümeyi ve refahı artırdığı varsayılmaktadır.[1] Ancak günümüz dünyasında sermaye kartelleri ve devlet arasında kurulan işbirliği, toplumun sahip olması gereken değerlerin yönetim ve tasarruf hakkını belli bir azınlığın emrine vermiştir. Gerçekte kapitalist sermaye sahipleri, kendi birikimlerini veya kazançlarını kullanmazlar. Toplumun borçlanmak suretiyle tasarruf etmek zorunda bırakıldığı birikimleri kullanarak faaliyetlerini sürdürürler. Yani sermayenin asıl gücü, toplumun tasarruflarından gelir. Halk tasarruf eder, bankalara aktarır ve böylece birikimini sermayenin emrine vermiş olur. Çoğu zaman, bu birikimden halkın herhangi bir kazancı olmaz.
Oysa sermaye denilen şey, sadece birikmiş emekten başka bir şey değildir. Yani gerçekte sermayenin sahibi halktır. Çünkü emeğin sahibi onlardır. Üretim araçlarının da sahibi olmaları gerekir. Eğer üretim araçları halka ait ise ve sermaye de halktan geliyor ise, sermaye merkezli bir üretici de yoktur. Yani toplumu oluşturan her birey, sistemin dolayısıyla üretim araçlarının paydaşıdır. Bütün iktisadi faaliyetlerde etkendirler. Böyle olduğunda kapitalist sermayenin, daha çok kazanmak amacıyla ürettiği baskılar ve buna bağlı olarak üretim araçları üzerindeki tasarrufları da sınırlandırılmış olacaktır. Katılımcı bir sistemde, üretim araçlarının kontrolü bir kişi ya da gruba ait olamaz. Dolayısıyla önerilen sistemde üretim süreçlerini işletenler, sadece profesyonellerdir. Yani, toplumun her kesimi, iktisadi süreçler içerisinde yetenek ve bilgileri oranında katılımcı ve paydaştır. Böylece sermaye, bir faktör olmaktan çıkar; çünkü sermaye, zaten emeğin ürünüdür.
Bir kimse, iktisadi süreçlere ister fiili olarak emeği ile isterse sahip olduğu emek birikimi ile katılsın, her koşulda sistemdeki yeri ve alması gereken pay, optimum bir değere sahip olacaktır. Dolayısıyla halk, kaynakların harekete geçirilmesi aşamasından nihai aşama olan mal/emek döngüsü aşamasına kadar bütün süreçlerde üretilecek olan faydanın da paydaşı olacaktır. Yani toplam gelirden herkes, dengeli ve yeterli miktarda pay alabilecektir. Bu durum, aynı zamanda dinamik ve sürdürülebilir bir ekonominin doğmasını da sağlar.
Kim ne söylerse söylesin, ekonomi zannedildiği kadar karmaşık değildir. Onu karmaşık hâle getiren sadece fırsatçı insanlardır. Zekice kurgulanmış ve işletilen süreçler içerisinde insan algısı ve özgürlüğü, ileri sürülen mazeretlerle ortadan kaldırılmakta ve insan köleleştirilmektedir. İnsan zaten kendisine ait olan bir şeye ulaşabilmek için bütün hayatını harcamak zorunda kaldığı gibi, bunun için bir başkasına muhtaç hâle getirilmektedir. Birey, yaşamak için bir başkasının iznine ihtiyaç duyar hâle gelmektedir. Oysa insanın yaşaması için bütün olanaklar zaten doğada vardır ve bunlar kimsenin tekelinde değildir. Asıl mesele, bu olanakların çoğaltılması ve yaygınlaştırılması ile ilgilidir. Ne var ki ilkelere bağlı olmayan uygulamalar, mutluluk getirmek şöyle dursun; insanlara zulüm olmaktadır.
Bu nedenle uygulamaların nasıl yapılacağı, gerçekte tartışma konusu değildir; çünkü ilkeler bellidir. İhtiyaçlar ise değişken ve sonsuzdur. Bir sistemin her gün değişen ihtiyaçlara cevap verebiliyor olması için evirilebiliyor olması gereklidir. Yani uygulamalar da değişebilir. Örneğin nitelikli iş gücünün nereden sağlanacağı, planlamanın kimler tarafından yapılacağı bir önem taşımaz. Önemli olan planlama zorunluluğunun yerine getiriliyor oluşu ve verimliliğin sürekliliğini sağlamaktır. Sistem, bunlara olanak tanımakta ve zaten sorumluluk da almaktadır. Bu nedenle detaylar, sadece uygulama esnasında ortaya çıkacak ihtiyaçlara göre şekillenir. Basitçe uygulamaların nasıllığını belirleyecek olan süreçtir. Yani öngörülmüş olsa bile uygulamanın süreç içinde nasıl bir hâl alacağı, ortaya çıkan ihtiyaçlara göre şekillenir. Doğal olan da budur.
Yarın ne olacağını, ihtiyaçların hangi boyutta oluşacağını kimse bilemez. Bu hususta tahminler yürütülebilir; ama nihai olarak bir olayın doğuracağı sonuçlar henüz gerçekleşmeden tüm boyutlarıyla görülemez. Oysa gelecek, henüz var olmadı. Onu hep birlikte yaratmak zorundayız. Bugün yapacaklarımız geleceğin parametrelerini oluşturacak ve gelecek de buna göre şekillenecektir. İnsanlar değişirken ihtiyaçlar ve kaynaklar da değişecektir. Ama evrensel değer ve ilkeler, hep aynıdır. Doğa kanunları gibi iktisadi ilkeler de değişmez.
Geriye kalan nedir? Kimin üreteceği ve kimin tüketeceği mi? Elbette halk üretecek ve doğal olarak yine halk tüketecektir. Üretime emeği ile katılanlar üretecek, üretilenden herkes yararlanacaktır. Üretenler aynı zamanda tüketenlerdir. Tüketici, istediği malı alır; istediğini almaz. Öyleyse, kimin ürettiğinin ne önemi vardır? Eğer fiyat sabit bir kriter ile belirleniyor ise, niçin fiyatlar piyasada yapay yöntemlerle değişsin ve birilerinin cebini doldursun? Fiyat verimli olsa ve herkese fayda sağlasa bundan kim zarar görür? Niçin sadece seçkin elitlerin bencil ve vahşi isteklerine göre bir piyasa kurgulamak zorunda olalım? Hayır! Böyle bir zorunluluk yoktur. Hiç kimse, bir başkasına muhtaç değildir; zaten olmamalıdır da. Çünkü doğadaki olanaklar yeterlidir. Kaynakların kıt olduğu iddiaları, sadece basit bir aldatmacadan ibarettir. Kıt olan kaynaklar değil; emektir. O da insana aittir ve insan emeğini dilediği gibi kullanır.
Aslında halk, kendi organizasyonunu kurma ve işletme gücüne sahiptir. Bunun için halkın, ne devletin ne de sermayenin gücünü elinde bulunduranların iznine ihtiyacı yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde sivil organizasyonları engelleyecek bir yasa olmadığı gibi, sivil organizasyonların iktisadi faaliyette bulunmasını önleyecek bir düzenleme de yoktur. Elbette bu tip bir girişime pek çok engel çıkarılabilir ve kurulu düzen içerisinde faaliyet göstermesi engellenmek istenebilir; ama gerçekte bunun engellenmesi mümkün değildir. Yani temelde bir sistemin hayata geçirilmesi için gerekli olan tek şey halkın iradesidir. Gerçekte uygulamada iki temel faktör vardır:
1. İlkeli Sistem: Hangi koşulda olursa olsun, temel ilkeler, değişmez olacaktır. Bütün uygulamalar, ilkelere göre gerçekleşir. Çünkü ilkeler, tüm süreçlerin doğal prensiplerini belirler.
2. Evrimci Uygulama: İlkeler belli olduğuna göre, tüm süreçler, ihtiyaçlar ve olası gelişmelere göre evirilerek şekillenir. Yani tüm uygulamalar, ilke, ihtiyaç ve gelişmelere göre gerçekleşir. Tıpkı doğada olduğu gibi.
Doğa yasaları değişmez; ama doğada her gün her şey değişir. İnsan da, doğanın bir parçasıdır ve doğa yasalarına bağlıdır. Ne var ki, Tanrı insanı aç bırakmak için, vahşice ölmesi, öldürülmesi veya katledilmesi için yaratmış olamaz. Bazılarımızı seçkin bazılarımızı alçak olalım diye de yaratmış olamaz. Böyle bir düşünce, sadece Tanrı’ya hakaret değil; aynı zamanda kendi varoluşumuzun inkârı anlamına da gelir. Çünkü bizi var eden irade, bizim ihtiyaçlarımızı biliyor olmalı ve bunlardan yararlanma hakkını da bize bırakmış olmalıdır.
Elbette böyle bir sistemin hayata geçirilmesi, bir süreç meselesidir ve zaman alacaktır. Küçük organizasyonlar, halkın örgütlenmesi ve sistemin sonuçlarının test edilmesi için verimli olabilirler. Ne var ki zekât sisteminin uygulama olasılığı açısından gelenekçi olmayan bir toplumun, ihtiyaçları için verimli olabilecek sistemi benimsemeye çok daha yatkın olacağı açıktır. Ne olursa olsun, gelecekte mevcut sistemlerin işleyemez hâle geleceği, bugün artık bilinmekte ve gözlemlenmektedir. Toplumsal bir değişimin ortaya çıkabilmesi, ancak halkın rasyonel taleplerine ve bu taleplerin yaygınlaşmış olmasına bağlıdır. Yani kamuoyu baskısı varsa, sistem de buna göre şekillenmek zorunda kalır.
İktisat ve Toplum:
Sistemin uygulama parametreleri ve nasıllığı ile ilgili öneride bulunurken gerekçeleri biraz açmakta yarar vardır. Çünkü bu konuda ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu göz ardı edemeyiz.
İktisadi kalkınma, bir toplumdaki hedeflerin, maddi ve bilimsel göstergelerin ölçümünden ibarettir. Yani dış ticaret seviyesi, cari açık, paranın pozisyonu, istikrar, borç, enflasyon vs. pek çok etmenden hareketle ulusal gelirin artmış olduğu söylenir ki, bu sadece rakamlara dayanan soyut bir söylemdir. Takip edilerek analiz edilen bu göstergeler, iktisadi parametreleri verir; eğer pozitif bir gelişme söz konusu ise, iktisadi kalkınmanın niteliği anlaşılmış olur. Ama bunlar sadece bir fikir vermesi içindir. Gerçekte ne olacağını belirleyen şeyler değildir. Çünkü bu parametrelerden edinilmiş olan fikir, hedefin ne olduğuna bağlıdır. Buna göre doğru veya yanlış denilebilir.
Toplumu oluşturan şey, insanlardır. İnsanın ise iki temel hedefi vardır: Refah ve mutluluk. Ne var ki refah elde edebilmek için çalışmak gerekir; mutluluk ise refah beklentisinden bağımsız olarak da elde edilebilecek bir kavramdır. Ama mutluluk, refaha bağlı değildir. Klasik iktisatta veya daha genel bir ifade ile günümüz dünyasında, sadece maddi göstergelere bakılarak bir durum tespiti yapılır. Eğer pozitif iktisadi gelişmeler varsa, o toplumun mutlu olacağı varsayımında bulunulur. Asıl mesele, toplumdaki iktisadi dengelerin pozitif sonuçlara neden olabilmesi için ne yapılması gerektiğidir.
Bu konuda iki temel eğilim vardır, birincisi makro ölçekte iktisadi dengelerin kurulması ve mikroya indirgenmesi gereğini ileri sürenler, diğeri ise, mikrodan, yani insandan başlamak gerektiğini söyleyenler. Mikrodan başlamayı savunanların gerekçesi, “ekonomik iyileşmenin hedefinde insan mutluluğu”nun bulunduğu varsayımıdır. Eğer bu hedefe ulaşılamıyorsa rakamların bir değeri yoktur ve büyük ihtimalle de yanlıştır. Gerçekten de günümüz dünyasında insan mutluluğu, rakamlarla ölçülmeye çalışılır. Yani insanlar zenginse mutlu sayılır ama bu gerçekte doğru değildir.
Çünkü insan, yeryüzünde olup biten her şeyin içindedir. Ya etmendir, ya etkilenendir. Yani her şey, insan ile olup biter ve zaten doğada gerçekleşir. Doğada ise her gün her şey değişir; yeniden üretilir. Toplumlar da böyledir. Her şey, insan için yapılır. Ama toplumlar da her gün, değişir. Yani dinamik bir yapıya sahiptir. Toplum denilen şey, komutlara göre hareket eden robotlardan ibaret değildir. Doğan gelişen, üreten, aşınan ve nihayetinde ölen bir yapıya sahiptir. Bu nedenle de toplum statik değil dinamik bir yapıdadır ve her gün değişir. Bir gün mutlu iken, bir diğer gün mutsuz olur.
Aynı şekilde toplum ve insan düzeyinde bir gün istikrar yakalamışken, bir sonraki gün istikrarsızlık hâkim olabilir. Öyleyse, iktisadi parametreler olarak kabul edilen göstergeler, gerçekte mikroda bir işe yaramaz. Buna karşılık makroda genel bir fikir edinmek açısından sabit parametreler olabilir; ama toplumun dinamizmi açısından bu, anlamlı değildir.
Özellikle değişken parametrelere göre tespit edilen gelir rakamlarının ne kadar güvenilir veya gerçekçi olduğunu sorgulamak gerekir. Bu sabit parametreler ile 100 birim gelir var denilebilir; ama gerçekte insanların bu gelirin ne kadarına sahip olduklarını ölçmeye yetmez. Toplumda insanların pozisyonları her zaman değişiklik gösterir; bir insan, bugün zengindir ama yarın fakir olabilir veya tam tersi de geçerlidir. Ama makroda dengeler hiç değişmez. Tıpkı doğada olduğu gibidir. Doğa yasaları sabittir; ama sel olur, felaket olur, mahsulü alıp götürür; yağmur yağmaz, kuraklık olur; bunlar kıtlığa neden olur. Ama kurallar hep aynıdır.
Bu noktada iktisadi kalkınmada önceliğin insan unsurunda olduğu, çünkü değişkenin o olduğu varsayılabilir ve bu nedenle mikro dengeler üzerinde kalkınmanın tespit edilmesi gerektiği söylenebilir. Ama bu durum da doğaya müdahale etmek gibidir. Yağmur yağmaması kıtlığa neden olur; ama kıtlık sebebiyle yağmur üretilemez. Yağmurun varlığı doğa yasalarıyla mümkündür.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın insan toplumun ve dolayısıyla iktisadın belirleyicisidir. Konvansiyonel uygulamalar ve gelir hesaplama parametreleri ile bir toplumun ulusal gelirindeki yüzdesel artışın insanlar üzerinde aynı oranda etkili olduğunu söylemenin ne yazık ki imkânı yoktur. Toplumun büyük bir kısmı, gelirden çok az pay alırken pek azı, gelirin büyük bir kısmını paylaşır. Belli oranda üretim ve istihdam vardır ama istihdamı oluşturanlar, bunu bir kurala veya prensiplere göre değil; kişisel tercih ve arzularına göre yaparlar. Eğer gelir dağılımı toplumda dengeli değilse, ulusal gelirdeki artış oranı ne olursa olsun, bireyler üzerinde olumsuz etkilere de sahip olabilir. Yani bir yandan ulusal gelir artarken, diğer yandan insanlar fakirleşmiş de olabilirler. Kimileri bu noktada iktisadi kalkınma kavramını ikiye ayırarak, “Kalkınma ve Refah” olarak ayırmaya ve refahı elde edebilmek için ise, gelir dağılımının dengeye gelmesi gerektiğini ileri sürerler. Bu kısmen doğrudur; ancak gelir dağılımın hangi parametrelere göre dengeleneceği, toplumdaki bireylerin hangi ilkelere göre gelirden eşit oranda yararlanabileceği açıklanabilmiş değildir.
Burada önemli bir sorun ortaya çıkar, gelir dağılımının dengeli olabilmesi için, toplumdaki her bireyin aynı oranda fırsat eşitliğine ve gelir imkânlarına sahip olması gerekir. Üretim ve istihdam olması gerekir; ama hepsinden önemlisi bu üretim ve istihdamın verimli olması gerekir. Ne var ki bu da ancak makrodaki dengeler ile mümkün hâle gelir. O halde toplumsal dengenin kurulabilmesi için sadece makro dengeler yeterli olmadığı gibi, sadece insan yönelik çözümler de yeterli olmaz.
Liberal anlayış ile geleneksel ve hatta reformcu İslam anlayışının temel yanlışları, bu noktada ortaya çıkar. Liberaller, makro göstergelere Baqarak karar verirler. Şeriat ise, mikro göstergelerin etken olması gerektiğini ileri sürerek makro dengeleri göz ardı eder ve doğal olarak hata yapar. Çünkü mikroda tek tek insanların gelirlerini ölçmek veya refah seviyelerini değerlendirmenin imkânı olmadığı gibi, sadece makro göstergelerle insanların toplam gelirden nasıl pay aldıklarını ve refahtan ne kadar yararlandıklarını bilmek de mümkün değildir.
Şöyle bir tespit de yapılabilir: Sanayileşme ile birlikte pragmatik anlamda toplumsal değişiklikler de meydana geldi. Bir taraftan hızlı bir kalkınma gerçekleşirken diğer taraftan bir çöküş başladı. Yani bir taraf gelirden büyük oranda pay alırken diğer yanda sefalet, aynı oranda ve aynı toplumda, yerini aldı. Tıpkı bir tahterevalli gibi bir taraf yükselirken diğer taraf aşağı iner. Bir tarafta üretim artarken diğer tarafta bu üretim mekanizması içinde sınırlı bir ücretle çalışmak zorunda kalan insanlar... Liberallerin insana özgürlük vaat ederken insanların düşük ücretlerle sefalete mahkûm edilmelerin görmezden gelmelerine itiraz eden sosyalistler, devlet eliyle insanları zorla çalıştırmaya başladılar. Ama sonuç değişmedi. Gerçek şu ki, bütün yöntemler denendi ama hiç bir zaman refah hedefine ulaşılamadı.
Teorik olarak, dünyadaki bütün sistemlerin, bütün ideolojilerin hedefi aynıdır. Hepsi mükemmel bir gelecek kurgusu ile toplumun bu mükemmel yaşam düzeyine kendi önerileri veya düşünceleri doğrultusunda ulaşılabileceğini iddia eder. Yani herkes, kendi penceresinden gördüğü dünyayı mükemmel olarak tanımlamak ister ve öyle de davranır.
Kabul etmemiz gerekir ki, her gün değişen, her gün yenilenen bir dünyada ve hatta evrende mükemmel diye bir şey yoktur. Çünkü her zaman daha iyisi mümkündür. Mükemmel toplum da asla olmayacaktır. Ne tür bir sistem kurulursa kurulsun, ne tür bir fırsat eşitliği sağlanırsa sağlansın, değişen toplum dinamikleri nedeniyle insanlar arasında bir dengesizlik, her zaman olacaktır. Kimi daha çok kazanıyor olacak, kimi daha az kazanacaktır. Kimi mutlu olmak için daha çok nedene sahipken kimilerinin hiç bir nedeni olmayacaktır. Ne var ki iktisat, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, insanları mutlu etmek için yeterli değildir. Yani iktisadın hedefi insan mutluluğu olamaz. İktisadi faaliyetler, ancak insanın mutlu olabileceği koşulları hazırlayabilir ve insanlar da bu koşullardan yararlanarak mutlu olmanın pratik yollarını bulabilirler.
Eğer durum bu ise, önümüzde ciddi bir sorun var demektir: İnsan mutluluğunu öne alıp mikrodan başlamak mı gerekir yoksa genel dengeleri dikkate alıp makrodan başlamak ve süreç içinde mikro dengelerin de oluşacağını ummak mı? İşte bu, önemli bir paradokstur. Örneğin üretim olanakları yetersiz ise, yani işsizlik varsa, işsiz olanların desteklenmesi için ne yapılacak? Mevcut işsizler, zengin olan veya çalışarak kazanmakta olan kimsenin kazancına ortak mı olacak? Yoksa zenginin sahip olduğu maddi olanakları elinden alıp bunlar, olanaklara sahip olmayanlara mı verilecek? Ayını şekilde bir yandan üretim olanaklarını geliştirirken diğer yandan varoluşsal hakları kısıtlanan bireyin gelirden dengeli yararlanması nasıl mümkün olabilir?
Gerçek şudur: İnsan, hayatın merkezinde olan bir varlıktır. Toplumun varoluşu, iktisadın varlığı ve hedefleri de insan içindir. Bu sebeple insanın mutluluğunu hedefleyip bireysel yaşamını iyileştirebilmek için ulusal düzeyde yatırım ve üretim planlamalarını yapmak, kaynakları bu doğrultuda harekete geçirebilmek ve ulusal geliri artırmakla kalmayıp bu gelirden her bireyin dengeli şekilde yararlanabilmeleri için onlara fırsatlar sunmak gerekir. Yani makro dengelerin verimli olabilmesi, ancak mikro süreçler ile aynı oranda ve etkin işlemesine bağlıdır. Dolayısıyla makro dengeler, mikro üniteler ile aynı anda ve aynı düzeyde geliştirilmeli ve etkin hâle getirilmelidir. Sadece mikro düzeydeki girişimler veya önermeler, toplumsal refaha ulaşmak için gerekli olan yapısal dönüşümün sağlanması için yeterli değildir.
Pek çok soru aynı anda cevaplanabiliyor olmalıdır. Yani bir insan, birey olarak toplumda var olurken buna bağlı olarak iktisadi süreçlerde nasıl yer almalıdır? Bireyin iktisadi süreçlerde yer almasını sağlayabilmek için ona olanaklar sunmak gerekir. Gelirin çoğalması gerekir. Üretimin, yatırımın olması ve istihdam olanaklarının yaygınlaşması gerekir. Zekât kurumu, bu iki süreci aynı düzlemde ve eşit parametrelerle yönetmekle yükümlü olan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyden başlayan sermaye hareketinin yatırıma ve gelire dönüşmesi, buna bağlı olarak bireysel gelir artışı ve ulusal gelirden dengeli yararlanma olanağı için faaliyet gösterir. Ne var ki iktisat bir bütündür. Sadece analizlerle veya tahminlerle yürütülebilen bir mekanizma değil; aynı zamanda reel göstergeleri ve uygulamaları olan, fiziki olarak müdahale edilmesi gereken bir yapıya sahiptir. Gelir hesaplamaları yapabilmek için üretim olmalıdır. Üretim araçlarının varlığı, kaynakların emek yoluyla harekete geçirilmesi ve verimli hâle getirilmesi gereklidir. Eğer bunlar yoksa gelir de yoktur. O zaman hesaplanacak, tahminde bulunmayı gerektirecek bir veri de olmaz.
Ne var ki bütün bu mekanizmalar, yine bireyin katılımı ile işlemek zorundadır. Toplumsal mekanizmalar ve özelde iktisat sistemi, devlet veya silahlı güçlerin insanı yönetme çaba veya gayretleri ile değil; insanın kendi ihtiyaçlarına çözüm üretmesi ile meydana gelir. Dengeli toplum, insanı merkeze alan, ama yapısal düzenlemeleri ve uygulamaları da gerçekleştirebilen topl
[1] Bu noktada, sosyalizm ve liberalizm arasında bir orta yol bulma çabası olarak görülebilecek “Üçüncü Yol” düşüncesi, liberal düşünceye bir alternatif olarak ileri sürülebilir. Ancak, entelektüel liderliğini A.Giddens’in yaptığı ve İngiltere’de Blair, Almanya’da Schröder ile uygulama alanı bulan bu “Üçüncü Yol”çabaları incelenirse, söyleminin liberalizmin yıllardır savunduğu fikirlerin içselleştirilerek bir model gibi sunulmasından ibaret olduğu ve bugünkü haliyle liberal düşünceye alternatif olmasının zor olduğu açıkçagörülecektir. (Bu konuda detaylı bir inceleme için bakınız: Beşkaya ve Alp, 2004; Sarıtaş, 2004). Ekonomik liberalizm yönündeki bu ve benzeri önemli gelişmeler hakkında bakınız: Gwartney vd., 1996; Gwartney vd., 1998. (Ekonomik Büyüme Ve Kalkınmada Ekonomik Özgürlüklerin Rolü Ve Önemi, Ahmet Beşkaya & Asuman Koç, http://www.liberal.org.tr/uploads/yuklemeler/ekonomik-buyume.pdf, erişim tarihi:27.12.2014)