Bölüm – IV
İktisadi Parametreler
ve Uygulama Perspektifi
Günümüz dünyasında, iktisadi uygulamaların getirdiği çeşitli zorluklar da vardır. Batı tarzı yaşam biçimi her ne kadar “refah” kültürüne göre düzenlenmiş olsa da, kapitalizmin getirdiği dezavantajlar ile bireylerin çaresiz kaldığı durumlar ve kapatılamayan açıklar da ortadadır.
Özellikle kredi temini ve bu kredilerin nasıl kullanılacağı noktasında, teminat zorunluluğu ve çeşitli garantilerin talep ediliyor oluşu, parlak fikirlerin hayata geçirilmesinde engel teşkil etmektedir. Bu, geniş kapsamlı fayda elde edilmesini önleyen en önemli faktör olduğu gibi fırsat eşitliğini de ortadan kaldıran bir uygulamadır.
Çağdaş ve geleneksel uygulamalara alternatif olarak “İslam İktisat Teorisi” ile hemen her alanda çözüm üretilebileceği anlaşılmaktadır. Bu bir ideoloji değil; gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Ancak, geleneksel anlayış veya konvansiyonel sistemleri eleştirip onlarla kıyas yaparak bir “İslam iktisadı” geliştirilemez. Farklı iktisadi modeller arasında benzerlik, uyum veya faklılıkların olması ayrı, öğretinin kendine has özellikleri ve önermelerinin olması ayrı bir meseledir. Eğer, konvansiyonel sistemlere göre iktisadi karşılıklar aranmalı ise bu durumda “İslam” kavramına gerek yoktur. Zaten uygulanan sistemlere göre bir tercih yapılabilir.
Buna karşılık, eğer “İslam İktisat Teorisi” gerçekten mümkünse ve Kur’an bunu öneriyorsa bu durumda, konvansiyonel kavramları ve geleneği bir kenara bırakmak ve kitabın ne söylediğine bakmak gerekir. Çıkan sonuçlar mevcut sistemlerle uyumlu da olabilir. Ancak, şu ya da buna göre bir tanım kabul edilemez. Böyle bir araştırma veya önerme, zaten var olan sistemleri İslamlaştırma çabasından başka bir değer taşımayacaktır. Doğru olan herkesin kendi iktisat anlayışını geliştirmesidir. Bu doğrultuda Kur’an’ın tanımları da en doğru şekilde ortaya konmalıdır. Bir uygulamanın Kur’an’a uygun olup olmadığına sistem ortaya çıktıktan sonra bakmak gerekir. Öncesinde değil.
İktisadi faaliyetler, temelde bir değer yaratma işidir. Asıl soru şudur: Bu değeri nasıl yaratabiliriz? Yeryüzünde en bol olan şey toprak, hava ve sudur. Doğada bol miktarda da canlı vardır. Peki, bunların değeri nedir? Örneğin yüz metrekarelik bir toprak parçası kaç kilo altın eder? Veya bunu ölçebilecek bir araç var mıdır? Bırakalım bunu, toprak yeryüzünün her yerinde aynı iken neden değeri değişir? Neden aynı değerde değildir?
Elbette bir değer olarak “insan” da hesaba katılmalıdır. İnsan, bir mal veya eşya gibi düşünülebilir mi? Alınıp satılabilir miyiz? Eğer biz bir eşya değilsek iş gücünün alınıp-satılıyor olmasını nasıl izah edebiliriz? Bunu göz ardı ettiğimizi düşünelim, bir insanın iş gücü olarak bir günde harcadığı emek kaç kilo altına denktir? Veya kaç dolar bu emeği karşılar? İktisat kitaplarında bunların cevapları var mıdır acaba?
Daha basit sorular da sorabiliriz. Örneğin devletin silahlı güçleri olmazsa, piyasalar buna ne kadar dayanabilir? Piyasa oyuncuları birbirini yemeden işleri yürütebilirler mi? Yahut işler yürür mü? Mesela fırsatçılar, kalpazanlar, spekülatörler, manipülatörler rahat dururlar mı? Eğer bunlar rahat durmazsa onları kim durduracak? En iyisi bırakalım iktisadı, köylerimize dönüp toprağımızı ekelim, yaşayıp gideriz mi demeliyiz?
Keşke bu, mümkün olsaydı. Fakat köylere dönüp toprağı ekip biçmenin de bir değer yaratma işi olduğunu anlamak çok uzun sürmeyecektir. En azından ihtiyacımız olan araçları nereden temin edeceğimiz, gerekli yakıtı kimden sağlayacağımız gibi sorular bizi bekler. Daha sonra, ihtiyacımız olan tüm ürünleri kendimizin yetiştiremeyeceği gerçeği ile karşı karşıya geliriz. Örneğin, biz domates yetiştirebiliriz ama buğdaya olan ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımız bizim için sorun olabilir. Eğer, toprak ve iklim özellikleri buğday yetiştirmek için elverişli değilse buğday ya da başka bir ihtiyacımızı nereden karşılayabiliriz? Örneğin köyümüz dağlık bir bölgede ise ve her ürünü yetiştirmeye elverişli değilse? Böyle bir olası durumda ne yapılmalıdır?
Ortada açıklanması gereken çok soru var aslında. Ama belki milyonlarcası içerisinde en çarpıcı olanı “Değeri yaratan şey nedir?” sorusu olmalıdır. İkinci soru ise daha da çarpıcıdır: Mesela biz yeryüzünde Tanrının halifeleri olmamıza rağmen, neden toprağa ya zenginler yahut devlet sahiptir? Neden ondan yararlanmamıza izin vermezler? Devlet bizi mi korumaya çalışıyor? Eğer öyle ise kimden? Tanrıdan mı? Yoksa zenginler ve devlet –tabii devleti yönetenler- Tanrının seçkin halifeleri, biz ise harcanabilir olanlardan mıyız? O zaman Tanrıya adanmışlığımızı gözden mi geçirmeliyiz? Çünkü eğer böyle ise, Tanrının âdil olduğunu söyleyemeyiz. Zenginler ve devlet, doğanın tüm fırsatlarını sonuna kadar kullanırlarken, biz de Tanrıya adanmışlığımızın bir gereği olarak aramızda yardımlaşabiliriz. Belki böylece aç kalmaktan kurtulmuş oluruz. Ne kadar yüce bir davranış (!) yüce bir ahlaki duruş (!) öyle değil mi? Tanrıya adanmış bedenlerimizin devlet ve zenginler karşısında nasıl bir değeri olabilir ki? Nasılsa Tanrı bize şimdi değilse bile nihayetinde bir cennet vaat ediyor. Cennete kavuşacağımızdan eminsek sıkıntılarımız muhakkak sona erecektir.
İyi bir iktisat profesörü ile zeki bir din adamı arasındaki fark sadece kullandıkları kavramlardır. Pratikte ikisinin de amacı aynıdır: Adanmış bir toplum yaratmak. En iyisi biz bu işe Tanrıyı karıştırmayalım. İkonlaştırılarak kutsallaştırılmış kavramların Tanrı ile olan ilgisi muhtemelen hayal mahsulüdür. Bu ister ahlak ister paranın kutsallığı olsun sonuçta hepsi ilkel gereksinimlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Ama ne iktisatçılar, ne de din adamları, “değer” ifade eden şeyin gerçekte ne olduğunu söyleyememişlerdir. İktisatçıların “değer ifade eden şey paradır” dediğine bakmayın. Din adamları da aslında aynı şeyi söylerler. Tanrıya adanmışlık sonuçta maddi kaygıların bertaraf edilmesine dayanır. Yani pratikte aynı şeyi söylemiş olurlar.
Gerçekte paranın neden değer ifade ettiğini söyleyebilen kimse yoktur. Burada bir dizi soru/sorun vardır: Nasıl olur da zaten değersiz olan toprak bütün hayatımızı adamamızı gerektirecek bir canavara dönüşebilir? Nasıl olur da insan, özgür olması gerekirken bütün hayatı boyunca köle gibi çalışmak zorunda bırakılabilir? Nasıl olur da doğanın imkânları seçkinlerin emrinde olabilir? Bu yetkiyi onlara kim verdi? Tanrı mı? Bu pek olası görünmüyor.
Her ne olursa olsun toprak ve insan, üzerinde yaşadığımız gezegenin en temel ve ayrılmaz parçalarıdır. Ne toprağın değerini ölçebiliriz ne de insanın değerini tespit edebiliriz. Bunları ölçebileceğimiz bir araç ya da ölçü birimi bilmiyoruz. Topraksız insan olamayacağı gibi, insansız toprak da düşünülemez. O hâlde “değer” denilen şeyi başka bir yerde aramak zorundayız. Çünkü bir otomobil açısından yakıt ne anlam ifade ediyor ise, bizim için de doğa aynı anlamı taşır. Otomobil açısından yakıtın bir değeri yoktur; sadece doğal bir ihtiyaçtır. Bir bakıma varoluş nedenidir de. Doğa da bizim için böyledir. Varoluş nedenimiz ve ihtiyaçlarımızı karşıladığımız yegâne kaynaktır.
Ama elbette insanın –iş gücünün- alınıp satılabildiği, pazarlık konusu yapılabildiği, toprağın mülk edinilebildiği bir dünyada “değer”lerden söz etmek çok da anlamlı olmayabilir. Yahut büsbütün vahşi bir yanılgının ortasında olabiliriz. İktisatçılar ve din adamları bizim adanmışlığımızı kullanarak belki bizi aydınlatabilirler!