“EKIMUS SALAT” (SLT – Namaz)
Şu’ara 218: Ellezî yerâke hîne tekûm(tekûmu).
“O, sen kıyam ettiğin zaman seni görür.”
Mü’minun 2: “Ellezıne hüm fı salatihim haşiun
“Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler.”
Mü’minun 9: Vellezıne hüm ala salevatihim yühafizun
“Onlar ki, namazlarını kılmağa devam ederler.”
Kur’an da yorumlarla birlikte toplam 87 ayet SLT’a atfedilmiştir. Bu ayetlerin içinde yaklaşık 72 tanesinde doğrudan SLT kelimesi kullanılmaktadır.
Hac Suresi 26. Ayette KAIMINE kelimesine dayanarak bunun NAMAZ olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Oysa ayet Kıyam edenleri, rükü ve secde edenleri kasdetmektedir. Burada kastedilen şey namaz değildir.
Bakara 43. Ayette ise, Rükü kelimesi SLT ile aynı ayette kullanılmıştır. Ancak orada da bu kelime yani Rükü eylemi yani "eğilenler ile birlikte eğilmek" tanımlaması namaz ile ilişkilendirilmemiştir.
Bunun dışında yorumlanarak namaza (slt) atfedilen ayetler de dahil olmak üzere Hiçbir ayette “rükü” ve “Secde” SLT ile birlikte zikredilmemektedir.
Namaz konusunda da geleneksel anlayışın etkilerini yok saymak elbette mümkün görünmüyor. Kur’an a baktığımız zaman geleneksel formda dizayn edilmiş bir namazın kastedilen SLT olmadığı açıkça görülebiliyor. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da Ayetlere rağmen birtakım doğrulama metodlarına başvurulduğu anlaşılıyor. Ayet varken, bunun dışında herhangi bir doğrulama metodu olamaz. Yani temelde eğer Yaratıcıyı ve referans kabul ediyorsak, onun önerilerini doğrudan kabul etmemiz gerekir. Çünkü Tanrısal bir öğretiyi doğrulayabilecek başka bir referans yoktur.
Bu konuyu anlatabilmek için meselenin en başına dönmemiz gerekiyor. Çünkü SLT kavramı yaradılış ile doğrudan ilgili bir kavramdır. Sistemi anlamadan SLT kelimesi ile kastedilen şeyi anlamanın da imkanı yoktur.
Hz. Adem’in yaratılışı anlatılırken CAALE kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime var etmek anlamına gelmez. Bu kelime upgrade etmek, fonksiyon yükleme, geliştirmek anlamına gelir. Konumuzla yani namaz ile ne ilgisi var ? şu ilgisi var: Adem bir evrim geçirdi ise, bu var olan bir varlık üzerinde mümkündür. Bu varlık ise INSAN’dır. Kur’an ın anlattığı varoluşa baktığımız zaman, iki önemli nokta ortaya çıkar. Kronolojik olarak INSAN yaratıldı, Beden şekillendirildi, Ruh verildi, Cennete kondu ve nihayetinde dünyaya gönderildi. Bu kronolojiyi ilerde hatırlamak üzere not etmek lazım.
Birincisi, Adem yoktan var edilmedi, bunun için meleklere secde emredildiği zaman itirazları “yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak bir kavim mi yaratacaksın” noktasında idi. Oysa meleklerin bunu bilmeleri mümkün değildir. Böyle bir öngörüde bulunabilmelerinin tek yolu, geçmişte benzer kavimlerin var olduğunu gösterir.
İkincisi, evrim geçiren Adem, var olan bir varlıktan gelmektedir. Bu varlık nedir? Kur’an bu varlığın INSAN nesli olduğuna işaret etmektedir ve Adem neslinden çok daha eskidir. Bu pek çok ayette vurgulanan bir gerçektir. Buna göre, insan nesli, kainatta vardır ve insan neslinden başka akıllı varlıklar da vardır. Bu noktayı bilmek, sistemi algılayabilmek açısından önem taşımaktadır.
Yine Kur’an’a göre, Araf suresi 24. Ayet “Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.” Demektedir. Yani Adem ve etrafındakiler adı DÜNYA olmayan başka bir mekandan dünyaya gönderildiler. Çünkü ayette geçen IHBITU kelimesi meseleyi anlamak açısından önemlidir: Bu kelime yüksek bir yerden alçak bir yere inmeyi göstermez. Bu kelime, dikey bir düşüşü işaret eder. (aynı kelime, şeytan isyan ettiğinde yani secdeyi reddettiğinde de kullanılır, bilindiği gibi, şeytan cin neslindendir ve meleklere vaizlik etmekte idi, ayet onun da bulunduğu yerden aşağı düşürmüştür. Tıpkı Ademin dünyaya indirilişi gibi) Kısaca, dünyanın dışından dünyaya geliyor iseniz, mutlaka dünyaya dikey olarak geliyorsunuzdur. Hangi yönden olursa olsun.
Tabii dünyaya geldikten sonra gökten canlıların indirilmiş olması, kumaş ve ihtiyaç olan birtakım eşyaların indirildiğinin açıklanması da bu canlıların ve eşyaların başka bir kaynaktan buraya gönderildikleri gerçeğini de ortaya koymaktadır.
Kısaca, hayatın kaynağı dünya değildir ve aslında varoluşun kaynağı (gerçekleştiği yer) da değildir. Ayette önemli bir bilgi daha vardır: “bir süreye kadar”, yorumcular bu ifadeyi Kıyamet algısına atfetmektedirler. Ancak bu doğru değildir. Burada bahsedilen sürenin kiyamet kavramı ile ilgisi yoktur. Çok daha kısa bir süre kastedilmektedir.
Yeryüzü, yani yaşadığımız dünyanın geçici bir konaklama yeri olduğudur. Buna göre, günün birinde dünyamızı terk etmek zorunda kalacağımız açıkça anlaşılmaktadır. Peki Allah terk edeceğimiz bu dünyaya niçin bizi hapsetmiş olsun? Niçin dış dünya ile irtibatımızı kesmiş olsun? Ve eğer biz dünyayı günün birinde terk etmek zorunda isek (-ki ayet böyle söylemektedir) nereye gideceğiz? Kainatta neresi bizim için uygun yaşam koşulları sağlar? Veya kimlerden yardım almamız gerek? Veya kimlerle bir araya geleceğiz? Bu soruların üzerinde önemle düşünülmesi gereklidir.
Dünyada varlık ortaya çıktıktan sonra elbette birtakım şeylerin gelişmesi kaçınılmazdır. Ancak bu noktada da önemli ayrıntılar vardır, mesela bilginin transfer edilmesi, (vahiy bunun için önemli bir delildir) bilgi kaynaklarına ulaşılması ve bu bilgilerin kullanılması, gibi. Kur’an da pek çok ayet bu yönde bilgiler verir ve örnekler anlatır. Gelişim, yani terbiye başka türlü mümkün olamaz.
Inşirah suresini dikkatlice incelemek gerekmektedir. Rivayetler veya tarihi kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla Resulullah çocukluğunda, peygamberlikten kısa bir süre önce ve peygamberliğinden bir süre sonra operasyon geçirmiştir. Birilerinin göğsünü açtığı ve müdahale ettiği rivayet edilir. İnşirah suresinde de bu anlamda bilgiler bulunmaktadır.
1.Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2-3 Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?
4. Senin şanını yükseltmedik mi?
5. Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
6. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
7. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.
8. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.
Açıkça görülüyor ki, resulullah’ın vahyi kaldırabilecek, o yükü göğüsleyebilecek konumda olması gerekiyordu. Çünkü o da insanlardan bir insandı ve bu ağır yükü taşıyabilecek durumda değildi. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz.
Peki bütün bunlar, bilgiye erişim, kaynağımızla olan irtibat nasıl sağlanacak? Eğer bir gün dünyayı terk edip gidecek isek, yol haritasını nereden almamız gerekiyor? Gibi sorulara da cevap bulmak gerekir. Eğer bu dünyada geçici isek ve bir gün başka mekanlara gitmek zorunda kalacaksak o halde Allah’ın bize o gitmemiz gereken mekanlar veya irtibat kurmamız gereken varlıklar ile ilgili bilgi vermiş olması veya bunun yöntemlerine işaret etmiş olması kaçınılmazdır.
Bu söylediklerimize itirazlar olabilir. Denebilir ki, "yaratılış dünyada gerçekleşti." Vb. Bu konuyu daha sonraki yazılarımızda açıklamaya gayret edeceğiz.
İşte tam olarak bu noktada önemli bir GÖREV dikkatimizi çeker. O da namazdır. Her Kutsal metin NAMAZ’I zorunlu tutmuştur. Bu sadece İlahi dinlerde değil, Uzak doğunun felsefi dinlerinde de vardır. Mesela çarpıcı bir örnek olması açısından BUDIZM’ de de Kur’an ın tarif ettiği şekle tam olarak uyan bir seremoni vardır. Bir nevi namaz. Allah yeryüzündeki irtibatını zaman zaman peygamberler aracılığıyla vahiy yoluyla kurmuştur. Ancak peygamberlerin olmadığı zamanlar irtibatın kesilmiş olmasını tahayyül etmek mümkün değildir.
Şimdi gelelim Namaz’ın kendisine:
Bilindiği gibi SLT kelimesine DUA anlamı verilmektedir. Bütün metinlerde veya yorumlarda böyle algılanmıştır. Bir bakıma çok yanlış da sayılmaz. Ancak bu çok doğru da değildir ve bu anlam terminolojiktir. Çünkü, Kelimenin geçmişine baktığımız zaman SLT kelimesi sami dillerinde de vardır. Arapça ile aynı guruptaki dillerde de vardır. Eski çağlarda insanlar evlerini yüksek ulaşılması zor olan yerlere yaparlardı. Bu evlere ulaşabilmek için katlanabilir merdivenler kullanırlardı. Evden dışarı çıkan biri bu merdiveni açar aşağı iner ve işine giderdi geri döndüğünde de aşağıda bulunan bir yükseltinin üzerine çıkıp yukarı seslenir ve merdivenin indirilmesini isterdi. Yukarıdakiler de onu tanır ve merdiveni sarkıtarak yukarı çıkmasını sağlarlardı. İşte bu seslenmenin adı SLT dir.
Böyle olunca önemli noktalar ortaya çıkıyor: Yüksekçe bir yere çıkıp seslenmek, Ayakta durmak, tanınır olmak ve yukarı çıkmak. Yani kısaca Namazı tanımlamak için SLT kelimesi boşuna seçilmemiştir. SLT ayetlerine baktığımız zaman ise, hemen hemen bu kelimenin anlamını ihtiva eden her detayı açıklıkla görmek mümkündür.
Öte yandan, Hadis kaynaklarına atıf yapmak suretiyle DIN’i ve NAMAZ’I dizayn eden anlayışın aksine, kur’an namazı son derece açık bir şekilde tarif eder, Kur’an’a göre :
Namaz için abdest alınmalıdır
Mümkünse AYAKTA yerine getirilmelidir
HUŞU içinde yerine getirilmelidir
Ne alçak sesle, ne de yüksek sesle, normal bir sesle okunmalıdır(ses yani frekans)
Düzenli yapılmalıdır
Zamanında yapılmalıdır
İşte namazın temel kuralları bunlardır. Peki soru şudur: “bunları niçin yapmak gerekir?” Allah’ın bizim kılacağımız namaza ihtiyacı olmadığına göre, bunun bir nedeni olmalıdır. “Ekimus Salat” Kıvamında SLT! Nedir Kıvam? Bunun üzerinde düşünmek gerekir.
Burada abdest almanın nedenleri üzerinde de durmak gereklidir. Çünkü Namaz tarif edilirken buna vurgu yapılmıştır. Abdest (ab-ı dest: yüz suyu) ya suyla veya toprakla alınabilen bir şeydir. Neden? Eğer namaz, bildiğimiz haliyle bir eylem ise bu çok anlamlı değildir. Hatta gerekli bile değildir. Eğer namaz bildiğimiz namazdan başka bir şey ise o zaman ABDEST önem kazanır. Şöyle bir soralım: Insan sinirlendiği zaman ne yapmalıdır? Yani rahatlamak için… Mesela ellerini yüzünü yıkadığında rahatlar mı? Veya mesela toprağa temas edince rahatlar mı? Cevabı EVET, çünkü vücuttaki aşırı enerji atılmış olur. Bu durum Namaz’ın nasıl bir şey olduğu konusunda da bize ipuçları vermektedir.
Genel olarak algılandığı şekliyle ABDEST temizlik amacıyla zikredilmemektedir. Basitçe, insanın en çok kirlenmiş olması gereken yeri ayakları olduğu halde, ayakların yıkanması öngörülmüyor? Mesh etmenin yeterli olacağı ifade ediliyor. O halde abdesti TEMIZLIK olarak düşünmek yanlıştır.
SLT kavramının eylem olarak amacını ve hedefini anladığımız zaman, Abdestin niçin önerildiğini de anlamış oluruz.
Al-i İmran Suresi 39. Ayet: “Zekeriyya mihrapta (yüksekçe bir yer) durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.”
Ayetten anlaşıldığına göre, Zekeriya Ayakta durmaktadır (namaz için) Melekler ile konuşmaktadır, melekler ona bilgi vermektedir. Burada muhatabın MELEKLER olması, PEYGAMBER sıfatıyla birlikte değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bizim muhatabımızın MELEK olması gerekli değildir. Başka bir varlık da olabilir. Önemli olan orada gerçekleştiği söylenen olaydır.
Başka bir açıdan bakmak gerekirse:
Ahzab Suresi 56. Ayet: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”
Yorumcular bu ayette geçen SLT kelimesine NAMAZ anlamı vermekten kaçınıyorlar. Haklı olarak Allah’ın peygamberine namaz kılması tahayyül edilemez. Bu Yaratıcının varlığını sorgulamış olur ki, bütün algıyı sonuna kadar değiştirebilecek bir şeydir. Gerçekte de Allah Namaz kılmaz. Melekler de peygambere namaz kılmazlar. SLT ederler.
Her iki ayeti değerlendirmeden önce bir noktaya daha işaret etmekte yarar vardır:
Bilindiği gibi, peygamberler Vahiy ile muhatap olmuşlardır. Bu sebeple de muhatap oldukları varlık CEBRAIL’dir. Hiçbir ilahi metin, peygamberlerin başka bir kaynakla muhatap olduklarını belirtmez, bu yönde bir işaret de yoktur. Zaten mantıklı da değildir. Ancak bu ayette bir istisna mevcuttur. Dikkat edersen, ayet, Cebrail’den veya vahiyden söz etmez.
İnşirah suresinin verdiği bilgi ile birlikte değerlendirildiğinde ise, Peygamberin Vahyi kabul edebilecek yetenekte olması gereklidir. Açıkça anlaşılmaktadır ki, ona müdahale edilmiş, yazılımı yenilenmiş veya ilave aygıtlarla bu veriyi alabilecek pozisyona getirilmiştir.
Yani SLT ile öngörülmüş olan şeyin yerine getirilmesiyle kazanılacak olan yetenek, öyle bir şeydir ki, bu algıyı anlayabilme kodları çözebilmeyi sağlamaktadır.
Al-i İmran 39 ve Ahzab 59. Ayetlerini birlikte değerlendirdiğimiz zaman karşımıza inanılması güç bir sonuç ortaya çıkaktadır. Bu sonuç tek kelime ile İLETİŞİM’dir.
Bu iletişim konusunu biraz daha açmak gerekirse:
İnfitar suresi 10., 11., 12. Ayetler :”Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var, Şerefli yazıcılar. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler.”
Basitçe bu ayetten, gözetlendiğimizi, yaptıklarımız takip eden veya algılayan kaydeden yazıcılar, kaydediciler olduğunu anlıyoruz. Bu kaydediciler nasıl bir şeydir?
Kaf Suresi 16. Ayet :”Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”
Geleneksel terminolojik çeviri yapanlar, kelimeleri ihtiva ettikleri anlamlar ile değil, vaaz ettikleri anlamlarla çevirme gayretindedirler. Oysa ayette çok ilginç detaylar vardır:
الْوَرِيدِ (VRD) : Damar içi, sinyal üreten, verici
خبل (KHEBL) ; Bunama, akıl hastalığı, Köken itibariyle: Zihni etkileyen hayvan, ölümcül hastalığa neden olan şey
Bu kelime noktasız olduğunda ise (yani HEBL), ip, ip gibi uzanan anlamlarına gelmektedir. (Her iki halde de bizi anlatmak istediğimiz şey açısından sorun yoktur)
نفس (NEFS) ; Ayni, Benlik
Ayet önemli detaylara vurgu yapar: Damarlar içinde bir vericinin bulunduğu, bu vericinin bir virüs gibi küçücük bir şey olduğu, benliğimizle doğrudan bağlantısı olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Yani içimizde bulunan bu şey Sinyal üretmekte ve bilgi aktarmaktadır. Peki bu bilgiyi nereye aktarmaktadır?
Kaf Suresi 17. Ayet : “Sağında ve solunda onunla beraber oturup amellerini tesbit eden iki de tesbit edici vardır.“(ibn-i kesir)
قَعِيدٌ (KEIDUN) : Devre dışı bırakılmış, devre dışı, istem dışı
متلقي (MUTELEKKI): Alıcı, (MUTELEKKIYANI = iki alıcı)
Bu ayete göre, Her iki tarafımızda alıcılar, kaydediciler bulunduğunu, bahse konu olan kaydedicilerin birer ALICI (mikrofon veya anten) olduğunu ve bu alıcıların kontrolünün bizim elimizde olmadığı anlaşılıyor. KAIDUN kelimesi ise, bu alıcıların bedenimizle doğrudan irtibatlı olmadığını da göstermektedir.
Burada bir başka detayı daha hatırlamakta yarar var: bilindiği gibi KIRAMEN KATIBIN meleklerinden söz edilir. Yani 24 saat peşimizde dolaşan, tuvalet veya cinsel ilişki hariç yanımızdan hiç ayrılmayan melekler olduğu ve bu meleklerin yaptıklarımızı kaydettiği anlatılır. Oysa ayetlerde MELEK kelimesi hiç kullanılmaz. KIRAMEN KATIBIN: şerefli yazıcılar, dürüst doğruluktan ayrılmayan kaydediciler. Anlamındadır. Eğer ayette bahsedilen alıcılar böyle bir şey ise, bunun melek olması gerekmez. Zaten insanın peşinde meleklerin dolaşıyor olması da mantıklı değildir.
Peki bu ALICILAR ne tür bilgileri kaydeder?
Kaf Suresi 18. Ayet :”O, bir söz atmaya dursun; mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (ibn-i Kesir)
Ayet’ten, bu sinyal üreten, bilgi aktaran vericiler ve bu sinyalleri kaydeden alıcıların SÖZ, fiil ve eylemleri kaydettiği anlaşılmaktadır. Bu nokta çok önemlidir. Yani, SÖZ ile ifade edilmeyen şey bir bilgi değildir, ifade edilmeyen şey bir eylem sayılmaz. Düşünce serbest bir olgudur ve gizlidir. Düşüncenin açığa çıkması ancak SÖZ ile mümkündür. Bu aynı zamanda eylemi de tanımlar.
Burada yine önemli bir ayrıntıya daha dikkat etmekte yarar vardır: “Ameller niyetlere göredir, niyetin halis ise, eylem olmasa bile aynı sevabı alır” gibi önermeleri bütünüyle anlamsızdır. Sadece bu ayete göre, bir şeyin DEĞERLİ olabilmesi için mutlaka eylem olması gerekir. (Modern hukuk da böyledir) Yani EYLEM haline dönüşmeyen hiçbir şey ne SUÇ sayılabilir ne de IYILIK veya mükafat gerektirecek bir şey sayılabilir. Mutlaka SÖZ ile ifade edilmesi veya EYLEM halinde ortaya konulması gereklidir.
Yorumcular, Kiramen Katibin meleklerinin insanın kalbinden geçirdiği veya düşündüğü şeyleri algılama ve yazma konusunda sıkıntıya düşmüşlerdir. Fakat buna da bir kılıf geliştirmişler ve demişlerdir ki: “İnsan kötü bir şey düşündüğü zaman kötü koku yayar ve melekler bu kokuyu algılayarak kötü bir şey düşündüğünü anlarlar. İyi şeyler düşündüğünde de güzel koku yarar ve melekler de bunu bu şekilde bilirler” gibi akla ziyan açıklamalar getirmişlerdir.
Konumuza dönersek, Eğer mutlaka EYLEM olması gerekiyor ise, (-ki ayetler böyle söylemektedir) o halde bu bilgiler (ortaya çıkan enerji) nereye kaydediliyor? Nerede saklanıyor? Değiştirilmesi veya düzenlenmesi mümkün mü? Bu soruları biraz geniş ele almakta yarar var:
Mutaffifin Suresi 4. Ayet :”Onlar düşünmezler mi ki, tekrar diriltilecekler!”
مبعوثون Elçi, elçiler, vekil, Heyet, البعث BAAS= diriliş (fikri diriliş, aydınlanma)
Ayet’e göre, Bir aydınlanmadan sözedilmektedir. Geleneksel algı yöntemlerine göre Mealler veya tefsirler MEB’US kelimesini “Yeniden Dirilmek” şeklinde algılamışlardır. Tabii bu tamamen terminolojik bir algıdır. Gerçekte MEB’US kelimesinin aslı olan BAAS diriliş anlamına gelir ancak bu diriliş, topraktan dirilmek veya yeniden dirilmek değildir, bahsedilen bu diriliş bir aydınlanmadır. Evrilmedir.
İbrahim 48: “O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.”
Ayetinde olduğu gibi.
Buna göre, yani kelimenin her iki formuna göre ayeti tercüme ettiğimiz zaman, bir toplanma, aydınlanma gününden söz edilmekte olduğu açıkça anlaşılabilmektedir. Bunun NAMAZ ile ne ilgisi var? Diye bir soru sorulabilir. Eğer günün birinde dünyamızı terk edecek isek, ve eğer bir toplanma veya aydınlanma günü var ise SLT denilen eylem ile istenen şeyin önemi daha da iyi anlaşılabilir olmaktadır
Bu noktada, bu kayıtların tutulduğu yerin neresi olduğu şeklinde bir soru akla gelir.
Mutaffifin Suresi 5., 6., 7. Ayet : “Büyük bir günde. Ki insanlar o gün, alemlerin Rabbının huzurunda duracaklar. Hayır, günahkârların yazısı, muhakkak “Siccîn”dedir.”
جَّارِالفُ (FUCCAR): Zamparalık, çapkınlık, normal olan ile yetinmeyen
كِتَابَ (KATIBUN) : Rezervasyon, kayıt, film
Ayetler, aydınlanma, toplanma zamanını tarif etmektedir. Öyle bir gündür ki, insanlar (sadece Adem nesli değil) yani herkes TANRI’nın huzuruna çıkacaklar. Yine Ayette geçen FUCCAR kelimesini Günahkar olarak çevrilmektedirler, Bu ifade kısmen doğru olmakla birlikte, bu kelime Zamparalık, çapkınlık, normal olan ile yetinmeyen anlamına gelmektedir. Ve yine ayette geçen önemli bir kelime de KATIBUN kelimesidir ki, bu kayıt, film anlamına gelir. Yani hayatın filmi.
Peki bu nerdedir? SICCIN’dedir. SICCIN nedir?
Mutaffifin Suresi 8., 9. Ayet :“Siccîn”in ne olduğunu sen ne bileceksin. Rakamlanmış bir kitaptır.”
مَّرْقُومٌ (MERKUM) Kodlanmış, rakamlanmış, silinemez bilgi
Yani bütün söz, fiil ve eylemler vücudumuzda bulunan sinyal vericileri, etrafımızda bulunan alıcılar sayesinde hissedilerek, kodlanarak SICCIN denilen bir veritabanına kaydedilirler. Böyle olunca, bu bilgilerin kaydedildiği bir merkez veya merkezlerin olması kaçınılmaz olur ve bu merkezleri yönetenlerin olduğu da açıkça anlaşılabilir.
Toparlamak gerekirse, tarif edilen namazın yine tarif edilen iletişim yöntemleri ile belli bir kaynağa ulaşmak veya belli bir kaynakla irtibat kurmanın bir yolu olduğunu anlamak zor olmaz. Aydınlanma günü veya Toplanma günü için bir hazırlık, o aydınlanmaya/evrilmeye giden yoldaki önemli bir araç haline gelir NAMAZ. Zekeriya’nın namazından başlayarak, ayetleri alt alta topladığımız zaman, geleneksel namazın Kur’an ın tarif ettiği namaz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Yine aynı şekilde bütün bu tarif edilen, anlatılan bilgiler çerçevesinde SESSİZ namaz’ın ve anlaşıldığı şekliyle CEMAATLE namazın da mümkün olamayacağı açıkça anlaşılır. Çünkü sessizlik, veya düşünmek bir eylem değildir ve kayıt dışıdır. Çünkü Tarif edilen namaz, Sesli ve ayaktadır. Yani Ses ile namaz eylemi ortaya konur.
Tabii Kur’an ın tarif ettiği namaz, her namaz kılanın bu iletişimden yararlanacağı anlamına da gelmemektedir çünkü, bu kazanılması gereken bir yetenektir. İnsanın kendini eğitmesi, alışkanlık haline getirmesi, bir nevi TRANS haline geçebiliyor olması gerekir. Bu da kendiliğinden olmaz. Nasıl olur: Sabırla, gayretle, düzenli bir şekilde çalışarak olur. Bu yüzden namazın düzenli ve zamanında ve DOSDOĞRU kılınması gerektiği ısrarla vurgulanmaktadır. Bunlar göz ardı edilebilecek şeyler değildir. Çünkü bunlar Ayetlerin bize aktardığı şeydir. Dolayısıyla herhangi bir yöntemle bunları değiştirmek mümkün olmaz.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kimle iletişim? Nereyle? Veya bahse konu olan yönetim merkezi veya merkezleri neresidir?
Bu soruların cevabı da aslında Kur’an da var. Mesela Necm Suresi 49. Ayette : ”Doğrusu Şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur.”
Kur’an da adıyla zikredilen tek gezegen veya yıldız budur Şi’ra yani SIRIUS. (Güneş ve Ay dışında) Bununla ilgili önemli bilgiler de vardır, mesela bu yıldızın tek olmadığı, (3 tane olduğu) bunun üzerinde akıllı varlıkların bulunduğu vs. Zaten ayet, Şi’ra nın da rabbidir derken burada akıllı varlıkların bulunduğuna da işaret eder. Çünkü RABB kelimesi terbiye eden, geliştiren, tekamül ettiren anlamına gelir. Yani Akıllı varlıkları işaret eder. Dolayısıyla eğer bu gezegen veya yıldızda akıllı varlıklar yoksa, RABB’e de ihtiyaç yoktur.
Bunun ne önemi var?
Stephan Hawking “Kainatta bu fizik kuralları varken Tanrı’ya gerek yoktur” demektedir. Bu dğrudur. Yaratıcı her an sisteme müdahale etmiyor. Yaratıcı sistemin de planlayıcısı ve yaratıcısıdır. Ancak uygulayıcılar başkadır. Eğer yaratıcı sisteme sürekli müdahale ediyor ise, meleklere ve benzeri varlıklara, da ihtiyaç yoktur. Bunlar var ise, o halde sistemin bir yönetim merkezinin veya merkezlerinin de olması kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda bilginin yönetildiği merkez anlamına da gelir. Tıpkı Levh-i Mahfuz’daki bilginin kaynağı olan kitap gibi. (bu kitap, kainatın sistemidir. Her şeyin tanımlandığı kitaptır.)
Vaazedilen KADIR-I MUTLAK Tanrı anlayışı Kur’an ın ortaya koyduğu anlayış ile uzaktan yakından ilgili değildir. Bu anlayışa göre, her şey, Allah’tandır ve o nasıl isterse öyle olur. Ve yine aynı mantığa göre, Allah her an, her saniye kainata, sisteme müdahale etmektedir ve her an her saniye bizimle (taibii sadece Müslümanlar ile) birliktedir. Oysa kur’an böyle söylemez.
Enam Suresi 104, 105, 106, 107. Ayet: “Doğrusu size, Rabbınızdan basiretler gelmiştir. Kim, onları görürse; kendi lehine, kim de körlük ederse; kendi aleyhinedir. Ve ben, sizin üzerinize bir bekçi değilim.”
“İşte Biz, ayetleri sana böylece türlü türlü açıklarız. Ta ki onlar; sen okumuşsun, desinler ve Biz onu bilen bir kavme besbelli edelim.”
“Rabbından sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir.”
“Eğer Allah dileseydi; onlar şirk koşmazlardı. Hem Biz, seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen, onların üzerine bir vekil de değilsin.”
Yukarıda anlatılan, kur’an ın tarif ettiği sistem burada da teyit ediliyor ve üstelik ALLAH DILESEYDI kavramını da açıkça ortaya koyuyor. Yani Allah bizim başımıza bekçi olmadığı gibi, peygamber de bizim başımıza bekçi değil. Ve iman özgür irade ile gerçekleşmesi gereken bir anlaşmadır. Çünkü Allah dileseydi elbette şirk koşanlar da şirk koşmazlardı. Ama öyle değil. Ve üstelik, geleneksel anlayışın aksine, Ayetlerin açıklanmaya muhtaç olmadıklarını da söyler. Ve sadece VAHYE uymak gerektiğini de.
Netice itibariyle, biz bu yaşadığımız dünyada var edilmediysek, günün birinde dünyayı terk edip gitmek zorunda isek, bir aydınlanma ve toplanma günü var ise, o halde dünya dışı gerçeklerden arındırılmış olmamız düşünülemez. Irtibatın kesilmiş olması tahayyül edilemez. Eğer Allah, böyle bir sistem dizayn ettiyse (-ki kitabında böyle söylüyor) o halde bunun yöntemlerini de açıklamış olması, araçlarını bildirmesi gerekmez mi? Elbette gerekir ve zaten açıklıyor.
Son olarak cemaat ile namazın neden mümkün olamayacağını kısaca özetlemekte yarar var:
Nisa suresi 102. Ayette: “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını alsınlar, böylece secde ettiklerinde arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
Topluca namazı tarif etmektedir. Ancak bu ayet bir istisnadır. Çünkü ayette bahsedilen namaz, bir savaş ortamındaki namazdır ve yine ayette bir imamet veya cemaat söz konusu değildir. Sadece bir arada namaz kılınması gerektiği söylenir. Dikkat edilirse, Peygamberin IMAM’lık yaptığı gibi bir işaret veya açıklama da yoktur. Elbette savaş alanında savaşanların silahlarını bırakıp namaza durmaları beklenemez. Elbette namaz kılanların korunmaları gerekir. Elbette bunu topluca yapmak gerekir çünkü tek tek etrafa dağılıp namaz kılmak demek, kolaylıkla hedef olmak demektir.
Bu ayetten yola çıkarak CEMAAT ile namazı üstün tutmaya kalkmak veya geleneksel anlamda CEMAAT halinde namaz kılmak mümkün değildir. Bir kere IMAN denilen şeyin, BIREYSEL bir anlaşma olduğu unutulmamalıdır. Özgür irade ile, bireysel olarak, nedenlerini bilerek iman etmek öngörülür. Bu bir anlaşmadır ve kişisel bir tercihtir. Kaldı ki, Ayetlerde tarif edilen eylemin SÖZ ile gerçekleşeceği ve IMAM’ın arkasında duran cemaatin bir eyleminin olamayacağı da anlaşılır. IMAM’ın sesli okuması kendi eylemini ortaya koyar, cemaatin eylemini değil. (Bazı vakitlerde)
Bunun ötesinde, Yine Kur’an hiçbir yerde topluca namaz kılmayı önermez. Aksine, Evlerde namaz kılacak yerler yapılmasını, bireysel namazı, binek üstünde veya yolda yürürken bireysel olarak namaz kılınabileceğini vs. söyler. Çünkü bunun zamanı önemlidir. Kaldı ki, SESLI OKUMAK bir kuraldır ve bu şekilde zaten CEMAAT ile namaz kılmak mümkün olmaz.
Askerlik yapanlar bilirler: Muhaberat bölüklerinde bir araç vardır, telsiz aracı, uzak mesafelerle iletişimi sağlayan bir araç (hala var mı bilmiyorum, benim zamanımda vardı) Bu araç her gün aynı saatte çalıştırılır ve iletişim kurulurdu. Mesaj alınıp verilirdi. Basit bir ordu birliği bunu yapmayı gerekli buluyor ise, muhteşem bir sistemi ortaya koyan Allah’ın bu sistem içerisinde bir iletişim mekanizması kurmuş olması gerekmez mi? yani Namaz ile bizden istenen şeyin neden farklı olması gerekiyor? Neden her gün aynı zamanlarda namaz kılmak gerekiyor? Ordudaki basit bir birlik, her gün aynı saatte çok uzak mesafelerden MESAJ almak için o aleti çalıştırırken, neden bizim Namazımız eğilip kalkmaktan ibaret olsun?
Bütün bunların ışığında, geleneksel formda namaz kılmanın kimseye bir yararı olmadığını herhalde anlamak zor değildir. Zaten bu namaz da değildir.
Ben namaz ile ilgili olarak bize önerilen şeyin bu bilgi ağına, Networke katılmak iletişim kurmak şeklinde tarif ediyorum. Kimileri beni çok fazla teknokrat bulabilir. Veya teknoloji ile kafayı bozmuş da diyebilir. Ancak bunu söylemeden önce, ayetleri de okumak ve anlamak gerekir.
ISLAM’ı DINCE dizayn etme çalışmaları Resulullah’ın vefatından 350 yıl kadar sonra başlamış ve yavaş yavaş mecrasından çıkmıştır. Geleneksel etkiler, efsaneler, alışkanlıklar DIN sayılmaya başlanmış, FARKLI olmak adına ISLAM dizayn edilmeye çalışılmıştır. Sonuçları da ortadadır.
İnşirah Suresini yeniden hatırlamakta yarar vardır. Peygamber normal bir insan. Ancak vahiy iletişimini kaldırabilmesi için yeni bir yazılım yüklenmiş apaçık. yazılımın yenilenmesi, yavaş çalışan bilgisayarını hızının yükseltilmesi, geleni yük,ağırlık olarak algılamaması, sonunda anlama kapasitesinin yükseltilmesinden bahsediyor. bunun da teyiden, biz zorluk aşamasından sonraki kolaylık olduğunu söylüyor. O halde insan için boşluk anı oluşunca hemen kendi atamanı yap, dikil, ve rabbine rağbet et diyor. Demek ki bizim anlama kapasitemizi yükselten, yükümüzü hafifleten, olaylara bütüncül bakma açısını getiren, bizim hikmeti öğrenmemizi sağlayan fonksyon SLT’tır.
Referans Kaynağı sadece kur’an dır ve o MÜBIN yani APAÇIK, EKSİKSİZ ve TASTAMAM bir kitaptır. Bu Kur’an’ın kendi iddiasıdır ve bunun üstüne herhangi bir referans konulamaz.
Yazmaya bu konudan başlamamızın nedeni, SLT kavramının sistemin tam ortasında duran bir eylem olmasından kaynaklanıyor. Yaradılıştan nihai hedefe varana kadar bizim yegane bağlantı noktamız, sistemi anlamak için bilgiye ulaşmanın temel yolu olması açısındandır.
Bu konuyu öncelikle tartışmak ve anlamak açısından eleştirilerin önemi de büyüktür.
Vesselam.