Düzenin başladığı yer…
Küçük bir anekdot…
Beşerin yeryüzü tarihinden kendimiz için sıra dışı bir soru çıkaralım: “Düzen nerede başlar?”
Mülkiyet egemenliği, beşerin yeryüzü tarihinde uğrunda mücadele ettiği yegane kavramdır. Bütün savaşlar, bilimsel gelişmeler, devrimler ve hatta barış buna dayanır. Bu konuya daha önce geniş olarak değinmiştik, burada sadece kısa bir değerlendirme yapmanın faydası olur kanaatindeyiz.
Aynı şeilde “Din” kavramının temellendirilebileceği en önemli karşılığı da yine “mülk”tür. Çünkü mülk olmadan düzen olmaz. Mülk yoksa düzene de ihtiyaç yoktur. Kapitalizmin sınırsız mülkiyet anlayışından Maxizimin (Kur’an-ı) tarihsel analizine varana kadar her şeyin temelini “mülkiyet” oluşturur. Kim ne derse desin, Kur’an “Mülkiyet ve Paylaşım” temeli üzerine inşa edilmiş bir “din” yani düzen öngörmektedir.
Genel olarak, “İslam ekonomisi” veya “iktisat” söz konusu olduğunda, mülkiyet hakkının bir “emanet” olduğu kabul edilmekle birlikte, Vahyin ortaya koyduğu mesajın sadece bir bölümü dikkate alınarak “infak” kelimesi üzerinde yoğunlaşmakta ve bütün çıkarımlar da buna göre yapılmaktadır. Oysa “mülkiyet” yoksa “infak” da yoktur. Beşerin yeryüzündeki mülkiyet hakkı veya mülkiyeti doğru bir şekilde temellendirilmeden “iktisat”tan söz edilemeyeceği gibi, bir düzende de söz edilemez.
Bu çıkarımın önemli dayanakları vardır.
En başından başlarsak: Kur’an bir Tanrı tanımlaması yapmaz. Ancak “Mutlak” olana atıfla, kainatın nasıl düzenlendiğini ve sistemin işleyişinin nasıllığını ifade eder. Buna göre Allah, mutlak olandır. Yani tanımlanamaz.
Bundan sonra düzenin inşa edilebilmesi için “mülk”e ihtiyaç vardır. Buna göre kainatın mülkiyeti, özelde yeryüzü mülkiyeti de Mutlak olana aittir.
Bu manada Kur’an da iki türlü ifade vardır:
“.. lillâhi mulkus semâvâti vel ardı..:” (Maide 17-18-120, Al-i İmran 26, Nur 42, Şura 49, Casiye 27, Fetih 14, Hadid 2-5, vd.)
“..İnnallâhe lehu mulkus semâvâti vel ard..” (Tevbe 116), “ellezî lehu mulkus semâvâti vel’ardı” (Zuhruf 85, Furkan 2) “…ennallâhe lehu mulkus semâvâti vel ardı” (maide 40, Bakara 107) vd.
“Mülk kimindir?” sorusuna Kur’an’ın verdiği cevap açıktır: Mülk Allah’ındır. Nasıl bir Allah? “Mutlak olan Allah”. Peki, ya mülkten beşerin payına düşene ne demeli? Şu bir hakikat ki, bu pay beşere emanet olarak verilmiştir. Çünkü beşer, yeryüzüne “sahip olmak” için değil, “Tanık olmak” için gönderilmiştir. Bu bir tasavvur değil, Vahyin öngördüğü en temel unsurdur. O halde, mülke sahip olmak için değil, yeryüzündeki varlığı için ihtiyacı olan şeyi kullanmakla yetkilidir. Öte yandan bir şeyin mülkiyeti "mutlak" ise, bu kimseye ait olamayacağı anlamına da gelir.
Mülkiyet hakkının ne olduğunu anlayabilmek için başka bir kavrama daha bakmak gerekir. O da kaynakların nasıl kullanılacağı ile ilgilidir. Yani “Rızk” kavramı. Bu kavramı iki açıdan ele almak gereklidir.
Birincisi, Rızk’ın da mutlak olana ait olduğu gerçeğidir (Hud 6, Kassas 82, Akebuut 60, Furkan 140, Nahl 112, Ankebut 62, Rum 37, Zümer 52, Casiye 12, Mülk 15, Zariyat 22, A’raf 32 vd.) Buna göre, Mülk ve onun içerdiği faydanın sahibi yoktur. Yani mutlak mülkiyet ve mutlak fayda söz konusudur.
Ancak mülk üzerindeki faydanın herkes için olması, bunun yönetilmesi gereğini de ortaya çıkarır. Bu durum Vahyin “rab” üzerine inşa ettiği “bölüşüm” veya “tasarruf” hakkının nasıllığına da bakmak gerekir. (bkz. En’am 151, İsra 30-31, Sebe 15, Fecr 16, Bakara 254, Bakara 267, Enfal 3-4, Yunus 93, Rad 22, İbrahim 31, vd.)
Önemli bir ayrıntıya dikkat etmek faydalı olabilir. Kur’an da mülkiyet ve ona ait olan fayda tanımı yapılırken, esasen mülkiyetin ve kaynakların Allah’a ait olduğu, yani mutlak olduğu ifade edilir. Ancak bununla birlikte, mülkiyet kavramına dokunmadan, kaynaklardan elde edilecek olan fayda üzerinde tüketilebilir bir hak olduğu da kabul edilir. Yani, Mülk ve mülkün ihtiva ettiği doğal kaynaklar mutlaktır. Bu temel husus gözetilmek şartıyla, bu kaynaklardan elde edilecek olan faydada mülkiyet vardır. İktisaat burada başlar.
Tarihsel süreçte, kapitalizmin aşırı mülkiyetçilik anlayışı, izole edilmiş sermaye ve mülkiyeti, Maxiszim'in ortaya koyduğu “devletçilik” anlayışı dengesizliği ve doğunun “fakirizm” anlayışı da sınıfları doğurdu. Ancak tarihsel “İslam” anlayışı da bu çerçevenin fazla dışında değildir. Toprağın “işgal”ine dayanan mülkiyet hakkını tanımakla “güçlüden yana” bir tavır ortaya koymuş oldu. Böylece toprak ağalarının doğmasına, geniş toprak sahiplerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Oysa Hz. Osman, savaş ganimeti olarak elde edilen verimsiz toprakların ıslah edilmesi, ekonomiye kazandırılması amacıyla bunları dağıtmıştı. Bu sınırın genişletilmesi ve “işgale” dayalı bir anlayışın ortaya çıkması Lafzın ortaya koyduğu bir gerçek değil, Resulullah’ın söylediği varsayılan "kim ölü bir araziyi ihya ederse o onundur" hadisine dayanır. Ne var ki bu ifadenin vahiyle örtüştüğünü söylemenin imkanı yoktur.
Elbette böyle bir önkabul ortaya çıkıp, mülkü sahiplenme hakkı doğduğu zaman, iktisadi terimlerin de buna göre düzenlenmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bunlardan biri de “infak” meselesidir. Zekat üzerindeki sınırlandırmalar, Vergi ve Sermaye ayırımının ortadan kaldırılması vs. hepsi lafzın aksine popüler anlamda “kapitalist” bir yaklaşımla düzenlenmiş ve sonuçları itibariyle diğerlerinden çok farklı sayılamayacak “çıkara dayalı” bir anlayış doğmuştur. Söylem ne olursa olsun, uygulama realitesi açıktır.
Netice itibariyle, bugün eğer bir düzenden söz edilecekse, her şeyden önce kavramların doğru olarak tanımlanması ve sistemin buna göre dizayn edilmesi gerekir. Eğer hareket noktası yanlış ise, sistemin kendisi de yanlış olacaktır. Vahyin öngördüğü temel esasların meseleye ışık tutacağını düşünüyoruz, Kur'an da mülkiyet ile ilgili ayetler birbirine bağlı bir bütün teşkil eden üç gruba ayrılmaktadır. Birinci gruba giren ayetler göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mutlak olduğu; ikinci gruba giren ayetler, rızk, daha doğru bir ifade ile yaşama hakkının dayanağı olan mülk üzerindeki faydanın topluma ait olduğunu; üçüncü grup ayetler ise, mülk üzerinde çalışarak elde edilen faydanın ise özel olduğudur ki, bu da “yaşam süresi” ile sınırlandırılmıştır. Buna göre:
- Mülk mutlaktır. Dolayısıyla Toprakta mülkiyet yoktur. Buna göre herkesin toprak üzerinde eşit olarak hakkı vardır. Bu mutlak bir haktır ve devredilemez.
- Toprak miras değildir, mirasçı olan rububiyettir. Dolayısıyla beşerin toprak üzerindeki hakkı, veya kullanma yetkisi “yaşam süresi” ile sınırlıdır.
- Aynı şekilde doğal kaynaklar da mutlaktır. Bunlar üzerinde de mülkiyet yoktur ve herkesin bunlar üzerinde hakkı vardır.
- “Yaşama hakkı” doğal kaynaklardan elde edilen faydaya dayanır. Doğal kaynakların işletilmesinden dolayı elde edilen faydada mülkiyet olmakla birlikte, ortaya çıkan artı değer herkese aittir. Yani bu kaynaklar herkes için işletilir ve fayda eşit olarak bölüştürülür.
- Özel mülkiyet, ancak ve ancak, “çalışarak” elde edilen fayda ile sınırlıdır. Zaten doğası gereği geçicidir.
Bir düzen ve bu düzen içerisinde bir ekonomiden söz edilecekse eğer, vahyin ortaya koyduğu temel esaslar üzerinde olmalıdır. Tarihselcilik bir çözüm değildir, olmadığı zaten kanıtlanmıştır. Yanlışta ısrar etmek bir hak sayılmaz. Vahyi verileri göz ardı eden bir düzen diğerlerinden zaten farklı olmayacaktır.
Bu manada, Akevler’in “anayasa” önerisinin ilk maddesinde ifade edilen “işgale dayalı mülkiyet” anlayışı veya kabulü, Lafzi bir yaklaşım değildir. Bu tamamen tarihsel bir anlayıştır ve zaten çıkış nedenleri de bellidir. Böyle bir anlayış üzerine inşa edilmiş bir düzenin veya sistemin “adil” oluşu, fazlasıyla tartışmalıdır. Çok şey söylenebilir ama zaten bilinen şeylerin tekrarı olacağı için manasızdır. Lafzi veriler dayanaksızlığı ortaya koymak için yeterlidir.
Vesselam