Daha önceki dinlerin nasıl dejenere edilip, çarpıtıldığını biliyoruz. Toplumlar kendilerine gelen orijinal dini şeytani telkinler ve kendi hevesleri ile bozmuşlardır. Bunun birçok örneğini Kuran’daki kıssalarda görmekteyiz. Bu dejenerasyonun son örnekleri Yahudilik ve Hıristiyanlıktır.
Yahudiler hahamlarını rab edinmiş ve ilahi emirler dışına çıkıp bir takım yorumlarla kendi görüşlerine göre bir din uydurmuşlardır. Putperest dinlerden birçok inanç ve gelenek edinmişlerdir. Bu dinin kitapları ise Talmud ve Mişna’dır.
Hıristiyanlar ise onlarca İncil uydurmuş ve buna kendi görüş ve isteklerini de ilave etmişlerdir. Onlarda Mitraizm ve İsisizm gibi putperest dinlerden birçok inanç ve gelenek almışlardır. Her uydurduklarına da bu Allah tarafından ilham oldu demişlerdir. Ayrıca ruhbaniyet diye bir şey de uydurmuşlardır.
İşte bunlardan dolayı gerçeğe ve doğru yola sevk etmek için Kuran inmiştir.
Peki İslam aleminde bu gibi hadiseler olmamış mıdır? Tabi ki olmuş ve olmaya da devam etmektedir.
İslam tarihine baktığımız da Tasavvuf tarikatı adı altında aynen Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi dejenerasyonların oluştuğunu saptamaktayız. Üstelik bunların etkileri günümüzde de devam etmektedir.
Mesela:
Tahiru'l-Mevlevi şöyle devam ediyor: "Mesnevi, kerim ve salih olan katipler eliyle yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesneviye temas eylemekten men ederler. Mesnevi, Rabbu'l-Aleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-i Abese'deki 'Kur'an va'z ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur. O Kur'an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır.' [44][4] Sure-i Vakıa'daki 'Rasuli Ekreme nazil olan Kur'anı Kerimdir. Kitabı Meknun, yani Levhi Mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur'an Rabbu-lalemin tarafından inzal buyurulmuştur.' [5] ayetlerine işaret edilmiştir. "Mesnevi de ilham yolu ile canib-i Hak'dan nazil olmuştur... Taharet ve salah erbabından mâada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz-i marifet alması kabil değildir... Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur'anı Kerim, nasıl avn-i samedanîde ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir." [6]
Muhyiddin ibn Arabi de gerek Fususi'l-Hikem ve gerekse el-Futuvatu'l-Mekkiye kitaplarını direkt Allah ve Rasulullah’tan aldığı ilham ve emirle yazdığını, Allah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur'an'ın tamamlanması ve Hz. Muhammed ile vahiy ve risaletin henüz son bulmadığını anlatmaktadır. Nitekim İbn Arabi vahyi; risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üzere ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet vahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerden birinin biri olduğunu söylemektedir. Şöyle diyor Fusus kitabı için: "Rasulullah’ı rüyada gördüm. Bu kitabı yazmamı istedi. Ben de yazdım. Bu kitap, nefis arzularının münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. Ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım." [7]
Kendisine vahiy indiği iddiası
İbn Arabî, kitaplarını kendisinin yazmadığını, sadece kendisine indirileni dile getirdiğini söyler; ".Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir. Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim ( - Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20) ".Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi. O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum. Benim lisânım, Hakk'ın lisanıdır, sözüm O'nun sözüdür ( - El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184 Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455) "Biz, bütün söylediklerimizde ancak Allah'ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız ( - El Futûhât El-Mekkiyye.S.19) Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir( - El Futûhât El-Mekkiyye. S.25)
Kendisinin bazen (haşa) rabb olduğunu bazen kul olduğunu iddiası
Muhyiddin-i Arabî "Fusûsü'l-Hikem'de" geçen şiirlerinde şunları söylüyor: "Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner. Allah beni över, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na. Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin. Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir. Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır ( Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366) İster Hakk ol, ister Halk ol, Allah ile Rahman olursun ( - Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190) diyen İbn Arabî; "Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir. (Erkeğin) Allah'ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir. Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez ( - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118 der.)
Allah'ın (haşa) birçok şeye tecessüd ettiği iddiası
"Tasavvufun Şeyh-i Ekber'i teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah'ın leş ve putlarda, Samirî'nin buzağısında, Hz.Musa'nın Firavun'unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir (- Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118) İbn Arabî'nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak; "İslâm'a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah'tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam'ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz (- Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120) İmam İbn Teymiyye "vahdet-i vücut" ve "Ehl-i vahdet" i değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar: "Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur. -( İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77) Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; "Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: "Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı!" derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemu'n-Nebiyyin'im (Peygamberlerin sonuyum) ( - Buhari.C:7 s.3331,3332)
Kendini Peygamber (s.a.v.) den üstün ilan ederek altına benzetmesi
İbn Arabîi "aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten "hatemü'l-enbiyâ" yı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici Allah Rasûlü'nün gördüğü halde "hatemü'l-evliyâ (velilerin sonuncusu)'yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini" söyler. "Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır" der. Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemü'l-evliyâ)'yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemü'l evliyâ'nın İbn Arabî'nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız. Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; "Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, Allah Rasûlü'nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir.?" İbn Arabî ve emsallerinin küfrü; "Allah'ın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz" (En'âm/124) diyen kimselerin küfründen daha beterdir. İbn Arabî ve benzerleri cehennemin en dibinde olan ittihadiye (hulul) inancındaki münafık ve zındıklardır. İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: "Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir." (Şerhu Akidetü't-Tahaviye,II/743." 12) "İbn Arabî gibi ya "Benden sonra peygamber yoktur." sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak "velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile Allah'tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir" demişlerdir (: İmam İbn Teymiyye Külliyat C:2s. 163) Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış. (- İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193)
Helak olan kavimlerin sıratı müstakim üzere olduğunu iddia etmesi
"Kur'ân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavun'un iman-ı kamil bir mü'min olduğu gibi, Nûh kavminin de mü'min bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harun'un İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce Allah'ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah'tan, hatta Allah'tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah'ın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.
Bu gibi iftira ve sapıklığa şu ayetlerle cevap verelim:
Uydurduğu yalanı Allaha isnad eden veya kendine birşey vahy edilmemişken bana vahy olunuyor diyen kimseden, bir de Allâhın indirdiği âyetler gibi ben de indireceğim demekte olan kimseden daha zâlim kim olabilir? Görsen o zâlimler ölüm dalgaları içinde boğulurken Melâike ellerini uzatmış çıkarın, diye: canlarınızı bu gün zillet azâbiyle cezâlanacaksınız, çünkü Allaha karşı hakk olmıyanı söylüyordunuz ve çünkü Allâhın âyetlerinde istikbar ediyordunuz. (6/93)
Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için «Bu Allah katındandır» diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların! (2/79)
İbn Arabî ye bu vahiylerin nereden indiğine bakalım.
Hinduizimin kutsal kitaplarından biri de upanişadlar dır.
Bütün upanişadlarda üzerine basılarak öğretilen temel öğreti, bütün evrenin Tanrı olduğu, insan ruhunun da (Atman) aslında Tanrı'nın bir parçası olduğu ve öldükten sonra su damlasının okyanusla birleşmesi gibi insanın da Tanrı ile birleşeceği, onda özümlenip Tanrı'da yok olacağı onunla bir olacağı doktrinidir:
"Bu Atman benim kalbinin derinliklerindedir ve bir pirinç veya arpa tanesi ya da hardal çekirdeği kadar küçüktür... Kalbimin derinliklerindeki bu Atman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. Bütün hareketler, istekler, korkular, tatlar ondadır, kendi içini kapsayan her şeyi tutan odur; o konuşmaz, hiçbir şeyi dert etmez; bu kalbimin derinliklerindeki Atman, Brahman'dır. Bu yaşamdan ayrıldığım zaman onunla birleşeceğim." Çandogya Upanişad
"Brahman her şeydir. Evrende var olan bütün görüntüler, arzular, duyular Tanrı'dan zuhur ederler. Tanrı'yı tanımak için, kişinin kendisi ile kalbinin derinliklerinde gizli bulunan Tanrı'nin aynı Varlık oldugunu idrak etmesi gerekir. Kişi, ancak bu şekilde ölümden kurtulur." Çandogya Upanişad
"İnsan hayatı soluk düşünce, duyular ve hareketlerden ibaret bir varlıktır. Bu unsurlar, Atman'dan dolayı meydana gelirler ve eninde sonunda bir akarsuyun denize karıştığı zaman kaybolması gibi, Brahman'a karışarak ortadan kaybolurlar." Prasna Upanişad
"Bütün bu evren Brahman'dır. Her şey O'ndan çıkar, ondan kaynaklanır. Her şey O'nda erir, O'nda çözülür, O'nda yok olur. Ve her şey O ile devamlılığını sürdürür..." Çandogya Upanişad
"Brahman en üstün olandır, bütün duyuların ve düşüncelerin ötesindedir... Brahman her insanın yüreğindedir." Çandogya Upanişad
Upanişadlara göre her şeyin özünde Atman vardır. Bir Hindu Rişisi bu konuyu öğrencisine etkili bir örnekle anlatır:
"Hiçbir şey yok ki O özden gelmemiş olsun. Her şeyin içinde bu öz varlıktan vardır, o gerçektir. O, her şeyin özüdür. Sen de O'sun Svetekatu. Atman bir ağaç dalını bırakacak olursa o dal ölür, tüm ağacı bırakırsa tüm ağaç ölür. Atman bedeni terkettiğinde beden ölür, ama o öz Atman ölmez."
- Ne olur bana biraz daha bu öz varlığı anlatır mısın.
- "Anlatacağım. Bana bir Hint inciri getir."
- "İşte burada efendim."
- "Onu yar."
- "Yardım efendim."
- "Ne görüyorsun?"
- "Küçücük çekirdekleri var içinde."
- "Yar o çekirdeklerden birini."
- "Yardım efendim."
- "Şimdi ne görüyorsun?"
- "İçi boş efendim."
- "İşte o çekirdeğin içindeki senin göremediğin özden koskoca Hint inciri ağacı oluşuyor. Bana inan oğlum, işte o incir çekirdeğindeki boşluk o öz ile doludur. Her şey varoluşunu o öze borçludur. İşte gerçek budur. İşte o öz varlıktır. Sen de O'sun."
- "Bana lütfen Atman'dan biraz daha söz eder misin?"
- "Peki.. Bu tuzu suya dök ve yarın bana getir." Çocuk denileni yaptı.
- "Tuz nerede?" diye sordu babası.
- "Göremiyorum".
- "İç bakalım nasıl tadı?".
- "Tuzlu".
- "Peki şuradan ya da buradan içersen?
- "Yine tuzlu. Her yanı tuzlu." Babası dedi ki:
- "Tuzu görmesek de tuz her yerdedir. Aynı şekilde Atman da her yerdedir.. Onu görmesek bile o, her şeyin içindedir. Her şey varoluşunu o öze borçludur. İşte gerçek budur. İşte o öz varlıktır. Sen de O'sun." Çandogya Upanişad
Bazı bölümlerde ruhun çeşitli yönlerini detaylarıyla anlatan ayetler bulunur:
"Saf farkındalık olan Atman, duyularla çevrili bir halde, yürekteki ışık olarak parlar.. Atman, sanki düşünüyormuşçasına, sanki hareket ediyormuşçasına uyanık kalma, düş görme ve derin uyku hallerinde dolanır ama yine de aynı kalır.
"Atman bir bedene büründüğünde sanki o bedenin zayıflıklarını ve kısıtlılıklarını üstlenmiş gibi olur ama Atman ölüm anında bedeni terk ettiğinde bütün bunları da geride bırakır... Bilinen iki tane bilinç hali vardır.. Biri bu dünyaya diğeri de öbür dünyaya aittir. Ancak bunların aralarında üçüncü bir hal daha vardır. Bu ara hal üzüntüleriyle ve sevinçleriyle her iki dünyayı da deneyimlediğimiz düşler âlemidir... Bir insan öldüğünde ölen sadece maddi bedeni olur. O kişi sona eren yaşamının hem iyi hem de kötü izlenimlerini algılamaya devam eder.. Bu ara halde ise Atman'ın ışığı altında izlenimlerini kurgular, bozar ve yine kurgular.."
"Ara haldeyken (rüya aleminde) savaş arabaları, onları çeken atlar, gidilecek yollar yoktur ama insan kendi savaş arabalarını, yollarını, atlarını oluşturur. O bilinç halinde kutsayışlar, mutluluklar, sevinçler de yoktur, kişi bunları kendi meydana getirir. Bütün bunları meydana getiren gerçekten de kendisidir.."
"İnsan uykudayken ve bedenle ilişiğini kesmişken kendisi uyumayan, ışığı kendinden olan Atman izlenimlerden örülü düşleri izler. Işığı kendinden olan Atman Prana gücüyle bedeni canlı tutar.. Maddeye bağlı olmadığından hiçbir şey onu etkilemez... Düş görme halindeyken şurada burada dolaştıktan sonra kendi yerine geri döner.. Atman'da özümlenmiş bir insan (üçüncü hal) dış dünyasında ve iç dünyasında neler olup bittiğinin ayrımında olmaz. Çünkü o, özümlenme halindeyken tüm arzuları tamama erer.. Bizzat Atman'ın dışında yerine gelmesi gereken arzu kalmaz. O kişi kederin ötesine geçer."
"O özümlenme halindeyken insan görmeden görür, çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Koklamadan koklar çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Duymadan duyar çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir.. Bilmeden bilir çünkü hiçbir şey O'ndan ayrı değildir. Ayrılığın olduğu yerde insan başka bir şeyi görür. Başka bir şeyi koklar, başka bir şeyi konuşur, başka bir şeyi duyar, başka bir şeyi düşünür. Fakat özümlenmenin olduğu ikinci bir şeyin bulunmadığı yer Brahman'ın âlemidir. Yaşamın en yüce gayesi en yüce hazinesi budur." Brihadaranyaka upanishad
Şimdi de Kuran’da şeytanların kime telkinler yolladığına bakalım.
(26/221) «Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi?» de
(26/222) Günaha kendini kaptırmış herbir sahtekar üzerine inerler
(26/223) Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
(26/224) Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar.
(26/225-6) Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin.
(26/227) Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.
Zuhruf 15. ayeti: anlamak gerekir.
Ve cealû lehu min ibâdihî cuz’â(cuz’en), innel insâne le kefûrun mubîn(mubînun).
Ve O'na, kullarından cüzü(parça ,kısım) kıldılar. Muhakkak ki insan, mutlaka apaçık inkâr edicidir.
Eğer tasavvuf Hz. Muhammed (SAV.) gibi yaşamak ve iman etmekse kabulüm. Fakat Hindu putperest felsefesi ise ben bu işte yokum. Allah korusun.
Doğru yolu bulmuşken sapıtmaktan Allaha sığınırım.