FAİZSİZ YENİ BİR BANKA MODELİM
Süleyman Karagülle
3018 Okunma
FAİZ VE FAİZİN TARİHİ GELİŞİMİ-Ar. Gör. Ali SAYI

  FAİZ VE FAİZİN TARİHİ GELİŞİMİ

 

    Ar. Gör. Ali SAYI*

 

 

      I — FAİZİN GENEL OLARAK TANIMI

 

 

Faiz Lafzının Lügat Olarak Tahlili

 

Faiz lafzı Arapça kökenlidir. Arap dilinin sesleri ifadedeki vüs'ati dolayısıyla bu lafız dilimizde tam anlamıyla harflendirilememekte ve bu sebeble de anlam bakımından sapmalara yol açacak durumlar meydana gelmektedir (1).

Faiz lafzına, İslâmî kaynaklarda ekonomik anlam itibariyle rastlamak mümkün değildir.   Yani   ekonomik anlam itibariyle Kur'ân (2) ve hadislerde (3) yer almadığı gibi, fıkhî kaynaklarda da bu anlamda bir kullanım söz konusu değildir. Fıkhî kaynaklarda bu anlamı karşılayan RİBA lafzıdır (4).

Zamanımızda faiz olarak kullanılan bu lafız Osmanlı uygulamalarında RIBH olarak geçmektedir. Ancak bu kullanımın, Osmanlılarda hangi devreden itibaren başladığı ayrı bir tetkik konusudur. Burada üzerinde durulması gereken, faizin hemen hemen tam karşılığı olarak kabul edebileceğimiz Riba lafzının Osmanlı uygulamalarında görülememesi ve fakat bu tür muamelelerin Ribh lafzıyla ifadelendirilmesidir (5). Bilindiği üzere Rıbh fıkıhta ele  alınan bir konudur ve meşru olarak kabul edilmiştir (6).

Osmanlı uygulamalarında görülen bu ikiliğin temelinde ekonomik şartların getirdiği zorunluluk yanında, Şer'i bir Devlet olarak kendini vasıflandıran Osmanlı'nın, biraz da faizin tarifindeki zorluktan yararlanarak (7) denetimden kurtulmak amacıyla birlikte, şer'î kaynaklarda son derece olumsuz şekilde belirlenen Riba’nın yiyicisi yahut teşvikçisi olmadıklarını ortaya koymak gayesininde bulunduğunu söylemek hatalı olmayacaktır (8).

Osmanlı hukukunun temel kitabı olan Halebi'nin Mültekasında (9) da bu konu bab-ı Riba başlığı altında ele alınmaktadır.

Bu lafzın (dat) harfiyle olması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu kelimede «fazlalık» (10), anlamının yanında «karışıklık» ve «birleşiklik» (11) anlamları da vardır. Sermayenin yavrusu şeklinde nitelenen riba’da ise hemen bu karışıklık ve içiçeliği tesbit etmek mümkündür.

Faiz'in lügat anlamında, istenmeyen bir fazlalık manasında; suyun taşkınlığı, yayılması mânâları da vardjr. Dolayısıyla faiz şeklinde dilimizde yazılan bu lafzın (dat) harfiyle olması gerekir (12).

Faiz lafzının bu tarz yazılışına son Osmanlı kaynaklarında rastlamaktayız ve kullanıldığı anlam bugün taşıdığı ekonomik mânâdır (13).

Günümüz Arapçasında faiz kelimesinin yazılışı ise (dal) iledir. Fayda anlamına gelen bu yazım (faide) şeklindedir.

 

II — FAİZİN TARİHİNE TAHLİLİ GİRİŞ

Faiz kredi olayında ortaya çıkmaktadır. Kredi ise, kredi kurumu yani bir banka tarafından verilir. O halde faizin tarihi, kurumsal olarak, banka tarihiyle eşzamanlıdır.

Banka tarihi yazanlar ilk bankaların MABED’ler olduğunu söylemektedirler (14). Bu bize günümüz şartları içersinde olduk-

ça tuhaf görünebilir. Ancak dikkatli bir gözlem mabedlerdeki ruhanî niteliğin ekonomik zeminde BANKA tarafından kullanıldığını ortaya koyacaktır. Bu güven verme, karşıdakine emniyet/eman telkin etme esprisidir. Şimdi bu kavramı ve BANKA-MABED olgusuyla ilişkisini ortaya koymaya çalışalım.

A — Güvenlik/Eman

          Güvenlik/Emanı aramayan, istemeyen olamaz. Her fert, hatta her canlı yaşadığı sürece can güvenliğini, ekonomik ve sosyal güvenliğini sağlamak peşindedir. İMAN’ın ahiret güvenliğiyle ilgili olduğunu unutmamak gerekir. Yani insan için Güvenlik/Eman, daima vazgeçilemeyecek bir olgu ve ihtiyaçtır.

İlk insan için gelecek belirsizliklerle doludur. Bu belirsizlikler içinde tabiata karşı büyük mücadele vermekte, kendi güvenlik/emanını sağlama peşinde koşmaktadır. En temel güvenlik esaslarından birinin de iç âlem itibariyle, ruhanî olarak güven sağlama ve sonuçta da iç huzura ulaşma olduğu şüphesizdir.

Mabedlerin bu noktada insanları iç âlem itibariyle tatmin ettiği, güvenliğe kavuşturduğu için devreye girdiği muhakkaktır (15).

Bunun maddî sonuçlarının ortaya çıkması için çok beklemek gerekmemiştir. Zira iç âlem itibariyle kendisini sükûnete kavuşturan bu mabedlere şükran borcunu, yahut korktuğunda gelecek belâlardan EMÎN olmak kaygusunu hemen maddî bir karşılıkla ifadelendirmekte; Malının bir kısmını, hediye veya sadaka yahutta adak olarak mabede bağışlamaktadır. Mabedlerin de insanlardaki (bu güven düşüncesini istismar ettiği söylenemez, aksine yaptıkları işlerle, bu güveni giderek kendi lehlerine artırmaktadırlar. Gelen adaklar, hediyeler, keffâretler, sadakalar ve bağışlar; kabilenin yahut o topluluğun güçsüz ve muhtaçlarına ulaştırılmakta, esir düşmüş askerler fidye verilerek'kurtarılmakta (16) ve güven altına alınmaktadır.

Ekonomik faaliyetin büyük çapta toprakla ilgili olduğu bu dönemlerin Mezopotamya'sında, kıtlık yıllarında yiyecek olarak gerekli ürünün sağlanması, yeniden ekim için gerekli olan tohumluğun temini, ilk dönem insanlarının mabedlerle nekadar içli-dışlı olduğunu ve güvenliğini onunla sağlamakta ne kadar yerinde hareket ettiğini bize açıkça göstermektedir.

Bankanın temelde kredi sağlayan bir kurum, kredinin de güvenlik sağlayıcı bir özellik gösterdiği dikkate alınırsa BANKA-MABED ilişkisini kavramak mümkün olur.

           B — Faizin Muhtemel Başlangıcı

 

Yukarda yaptığımız izahların nedeni, aşağıda belirteceğimiz hususlara temel teşkil etmesidir.

Mabedlerin güvenlik/eman sağlayıcı özellikleri ekonomik nitelikli aşağıdaki olayın ortaya çıkmasına neden olmuştur;

Daha önce mallar Mabede, hediye, sadaka, keffâret veya hibe şeklinde geliyordu. Fakat yarattığı güven duygusu, insanların diğer mallarını da getirip bırakmalarına ve mabedlerde bir EMANET MALLARI hesabının doğmasına neden oldu.

Nitekim Mezopotamya'daki bu mabedlerde malların TANRI MALLARI ve TANRI'ya AİT OLMAYAN MALLAR olarak ayrıldığı ve Tanrı mallarının ağızlarının mühürlenerek (17) diğerlerinden ayrı bir yerde muhafaza edildiğini görüyoruz.

Tanrı malları muhtemelen keffâret, adak (Nezir) yahut sadaka olarak bırakılan mallardı ve bunların sarf yerleri teşri' edilmişti ve belliydi. Diğer gurup mallar ise mabede muhafaza edilmek üzere getirilmiş EMANET mallardı. Bunlar Mezopotamya'da görüldüğü gibi talep edildiğinde verilmek üzere bırakılmışlardı (18). Yine Mezopotamya'da görüldüğü üzere, bırakılan bu mallar üzerinde, emanet edilene tasarruf imkânı tanınmış fakat kaybından sorumlu tutulmuştu (19).

Herkes bir anda gelip emanet malını istemediğine ve emanet edilene de malı kullanma yetkisi verildiğine göre, alacağını kefille sağlama almak (20) kaydıyla, borç isteyenlere, belli bir karşılıkla (ivazla) vermekte kendileri açısından bir beis yoktu (21). Bugünkü bankacılığın da dayandığı temel prensibin bu olduğunu hemen hatırlatalım. İşte bir emaneti kullandırma karşılığı alınan bu fazlalık muhtemelen ilk FAİZ olmuştur. Tarihi kaynaklarda Mezopotamya'da, Faizsiz borçlanmalar da görüldüğüne göre (22), başlangıçta faizsiz olarak mabedlerce yürütülen kredi işlemlerinin daha sonra faizli hale geldiği ve mabedler dışındaki birtakım kâr amaçlı kurum veya teşebbüslerin de bu alana girdiklerine hükmedebiliriz.

Biryerde kâr amacı olmayan faizsiz ödünçler yanında, kâr amaçlı faizli kredi işlemleri de uygulamada sözkonusuysa, ilk uygulamanın başlangıç olduğunu, fakat daha sonra faizli hâle geldiğini rahatlıkla belirtebiliriz, zira kârın olmadığı biryerde bu amaçla çalışanların da olmayacağı çok açıktır.

C — Krediye Kazanç Faktörünün Girişi

 

Başlangıçta faizsiz olması nedeniyle kredi verme işlemine ma-bedlerden başka kuruluş veya teşebbüslerin girmesi sözkonusu olamazdı. Fakat faizli uygulama başlayınca bu alan bir kazanç kapısı haline gelmiş ve bu alana diğerleri .de girmeye başlamıştır. Nitekim Mezopotamya'da mabedlerin hemen yanı başında kraliyete hizmetleri toprak bağışıyla mükafatlandırılmış büyük toprak sahiplerinin bu yola girerek, mabedlerin bu alandaki tekel durumuna son verdikleri (23), görülmektedir. Ancak Mezopotamya tarihi içersinde faiz hadlerinin çok fazla yükselmesi karşısında, bunların frenlenmesi için bir takım tedbirler alındığı tesbit olunmaktadır (24).

D — Sanayi Devrimi Öncesi Faizli Muamelelerin Temel Niteliği

 

Gerek çiftçilik, gerekse mal mübadelesi devrinde örneğin; Atina, İsparta, Babil ve Sümerlerde yaygın faiz uygulamaları görülmektedir.

Tarımsal özellikli ekonomilerde faiz mekanizmasıyla toprakların giderilmesi sonucunu ortaya çıkarmış, sosyal ve ekonomik

dengesizliğin de temelini oluşturmuştur. Bu sebeplerle Faiz gerek Elen dünyasında, gerekse Mezopotamya'da çeşitli eleştirilere konu olmuştur. Örneğin, Aristo ve Plato'nun faize yönelttiği eleştiri zamanımıza kadar ulaşmıştır (25).

Solon'un Atina'da yaptığı toprak düzenlemeleri, yine faizin tahribatı sonucu zorunlu hale gelmiş reformlardı (26).

    E — Sanayi Devrimi Sonrası Faizli Muamelelerdeki Temel Özellik

 

Sanayi devrimiyle büyük sermaye birikimine ihtiyaç hasıl olmuştur. Gerekli olan sermayenin temininin faiz yoluyla gerçekleştirildiği ve dolayısıyla Hıristiyanlığın faiz konusundaki yasaklamalarının giderek za'afa uğradığı gözlemlenmektedir. Ancak ilk klasik iktisatçılardan A. Smith ve Ricardo'nun, «Sermâyenin hasıladan aldığı paydır» şeklindeki (27) Faiz tarifleri dikkate alındığında kârla aynı mahiyette olduğu anlaşılacaktır. Bu dönemde iş alanları o kadar geniş, kâr o kadar yüksektir ki zarar muhtemel olmadığından böyle bir tarif yapılmıştır.

Ayrıca keşiflerle diğer kıta ve ülkelerden getirilen değerlerin (altın gümüş) de sermâye birikimine yol açtığı ve yine bunların da faiz mekanizmasıyla sanayiye yönlendirildiği anlaşılmaktadır.

Ancak ekonomik faaliyetlerdeki verimin düşmesi, iş alanlarının daralması ve faizin olumsuz sonuçlarıyla birlikte değişik cepheleri de ortaya çıkınca, daha farklı tariflere yönelindiği görülmektedir. Nitekim Keynes'in likidite tuzağı teorisi, Faizin nasıl nakdi üretim dışı bıraktığını ortaya koymaktadır (28).

Artık günümüz, faizin ekonomik ve sosyal tahribatının anlaşıldığı ve faizsiz bir sistem arayışlarının başladığı bir dönemdir. Sunduğumuz bu çalışma da bu amaca yönelik çalışmaların bir halkasını oluşturmakta ye faizin tanımı ve tarihi üzerine söyledikleriyle, faizsiz banka mekanizmasının kurulmasına katkıda bulunmayı hedeflemektedir.

 

       II — FAİZİN İKTİSADİ TANIM VE İZAHLARI

A — Faiz, Zamanla Artan Borçtur

 

Faizin en eski ve en çok bilinen şekli budur. Araplar'da İslâmiyet öncesi rastlanan ve zamanla artan borç mahiyetindeki bu faiz türüne Ribe'n-Nesie (Nesie Ribası) denirdi (29). Bu tarz faizin mekanizması şöyleydi: «Borçlu alacaklısına gelir borç süresini uzat, ben de borcun miktarını artırıyorum» (30). derdi.

İlk tarihi dönemlerden itibaren bu faiz türünün uygulandığı görülmektedir. Nitekim Mezopotamya'da bunun örneklerini görüyoruz (31).

Nesie ribasındaki unsurları tahlilî bir şekilde ortaya koyarak tanımı daha net bir şekilde belirleyelim.

           1) Veresiye

Veresiye alış-veriş Nesie Ribası kapsamına girmektedir. Zira burada da zaman farkından dolayı borcun artması söz konusudur. Malı bugün almak bedelini sonra, fakat daha fazla olarak ödemek Nesie Ribasından başka birşey değildir (32).

        2)       Zamanın Fiyatlandırilması

Yukarıdaki örneklerde zaman içinde artan borcun, diğer bir deyişle zamanın fiyatlandırılmasının Nesie Ribasına neden olduğunu belirtmiştik. Ancak üretim sırasında zamanın son derece büyük önemi vardır. Örneğin 2500 TL. bir ay için, üretim açısından, bu değeri ifade ediyor denildiğinde, tabii olarak iki ay için daha büyük bir değeri ifade ettiği sonucuna varılacaktır. Üretim sürecindeki iktisadî değerlerin, zamanla doğru orantılı olarak hasılata katkıda bulunduğu reddolunamaz bir gerçektir.

3)Kredi Hacmi

Yukarda yaptığımız izahta olduğu gibi sağlanan kredinin değeri sadece miktarıyla belirlenemez. Gerçek bir değer tesbitinin yapılabilmesi için sürenin de dikkate alınması gerekir. İşte bu durumun ifadesi bizi yeni bir kavrama götürmektedir ki bu da KREDİ HACMİ kavramıdır.

Bu kavram dikkate alındığında, üretim sürecine giren paranın kullanım süresinin fiyatlandırılmamasının büyük bir iktisadî değer kaybı olacağı görülecektir. Madem ki adam parayı almakta, üretime sokmakta ve kazanmaktadır, o halde bunu borç olarak verene de bir hak tanınmasından tabii bir şey olamaz. Fakat dikkat edilirse bunun yukarıda söylediklerimizle farkı vardır. Nesie faizinin cereyan ettiği olaylarda mal peşin olarak alınmakta fakat daha sonra bedeli fazla olarak ödenmektedir. Burada önce tüketim sonra üretim sözkonusudur. Durumu malların mübadelesinde değil de, mal-nakit mübadelesinde düşündüğümüzde, durum daha net olarak ortaya çıkacaktır. Önce parayı veriyor daha sonra malı alıyorsa burada tüketimi teşvik değil üretimi teşvik vardır. Aynı zamanda burada zamanın üretim lehine değerlendirilmesi söz konusudur. Bu, veresiye satışta olduğu gibi, fiyat  artışlarına sebeb olmaz ve tüketimi üretim lehine tehir ederek, üretimi tüketim lehine tehir edenin yol açtığı; elinde parası olanın mal bulamaması, nakdin sun'i olarak artması gibi sonuçlara da yolaçmaz.

Krdi hacmi, belirtildiği gibi, zamanı dikkate alan bir kavramdır. Faiz de zamanın fiatlandırilması şeklinde tarif edildiğine göre, o da aslında zamanı değerlendirme unsurunu taşımaktadır, ancak önce tüketim sonra üretim gibi bir iktisadî olumsuzluğu ve nakdin sun'î olarak artması gibi bir menfiliği de bünyesinde bulundurmaktadır. O halde hem bu olumsuzlukları taşımayan ve hem de zamanın iktisadî süreç içersinde değerlendirildiği ve krediyi verene yansıtıldığı bir mekanizma var mıdır şeklinde bir arayışa girmemiz gerekir; Böyle bir arayışın cevabını SELEM verecektir. Bunu izah etmeye çalışalım.

4) Selem

Tarifi; «semende acilen, müsemmende te'cilen mülkü gerektiren akittir» (33) daha açık bir ifadeyle «para peşin mal veresiye tarzında yapılan akitlerdir» şeklinde yapılabilir (34).

Yani Nesie Ribası olarak nitelediğimiz veresiyenin tersi bir işleyişe sahiptir: Veresiye şeklinde önce malın alımı, sonra paranın ödenmesi söz konusu iken Selemde önce bedelin verilmesi sonra malın alınması durumu vardır. Burada, daha önce de belirtildiği gibi, zamanın tüketim lehine değil üretim lehine kullanımı söz konusudur.

Selem, riba ile kredi alma yolunu kapatan bir mekanizmadır (35). Üretimi için krediyi ribasız bulan bir müteşebbisin, Ribâhor'a başvurması düşünülemez. Selemin fıkıh kitaplarında zikrolunan şartlarını zikredelim; (36).

1-Selem yapılan semenin (paranın) nevi, cinsi, vasfı ve miktarının belli ve muayyen olması,

2-Seleme konu olan malın cinsi, nevi, sıfatı, miktarının belli olması,

3-Malın teslim edileceği yerin ve süresinin belli olması,

4-Semenin peşin olarak ödenmesi.

          Ancak bu nitelikler aşağıda sıralayacağımız esaslarla teyid olunmazsa her an faize dönüşmesi mümkündür. Bu esasların neler olacağı İbn Abbas'ın kendilerine SELEM âyeti dediği, Bakara, 282-283'deki ayetlerde teferruatlı bir şekilde belirlenmiştir: Bunları sıralayalım:

1-Selemin yazılı olması (Selem senedi),

2-Topluluğun teminatı altında olması,

3-Borçlunun belirlenmesi,

4-Senedin hâmiline şeklinde düzenlenmesi,

5-Akdin yerine getirilememesi halinde, belli bir değerin ipotek edilerek, teminatın gösterilmesi,

6-Seleme konu olan malın kontrolünü yapacak teşkilatın bulunması,

şartları gerekmektedir (37).

 

 5) Batı'lı İktisatçıların Meseleye Yaklaşımı

 

Batı'da sanayi devrimi ve sanayileşme sürecinin başladığı dönemlerde sermâyenin zaman içinde kullanımı son derece önem kazanmış, zaman üretim lehine değerlendirilir hale gelmiştir.

Sermaye tahlillerine zaman faktörünü sokması nedeniyle İsveçli İktisatçı Böhme-Bawerk (38) önemlidir. Kapitalist üretim usûlünü «zaman tüketen hareket olarak niteleyen Bawerk (39), AGİO ismini verdiği zaman tercihi esasıyla da faiz hakkındaki görüşünü ortaya koymaktadır (40). Ona göre hali hazırdaki emtia, aynı nev'i ve miktardaki müstakbel emtiadan daha fazla değere sahiptir. İşte hali hazır emtia için ödemeye hazır olduğumuz be-

delle, istikbalde ödeyeceğimiz miktar arasındaki fark agio'dur. «Agio ödüncün tamamlayıcısıdır ve 100 TL. verip bir ay sonra yine 100 TL. almak piyasa fiatmın altında bir satışa müsavidir (41)» demektedir.

Bawerk'in zaman tahlillerini ve kapitalist üretimi biçimini «zaman istihlak eden hareket olarak nitelendirmesini dikkate aldığımızda, mesele bir yandan zamanın fiyatlandırıldığı Nesie Faiziyle alâkalı olurken, diğer yandan, mal üretiminin olduğu varsayımıyla, selemle irtibatlı bulunmaktadır. Bunu Bawerk'in agio'daki meşruluğu izah ederken ileri sürdüğü; hali hazırdaki emtianın teknik üstünlüğünü yani daha fazla servet elde etmek için derhal üretim alanında kullanılabilir olması (42) tezinden anlıyoruz.

B) Faiz, Zarara Katılmayan Kârdır

Ticaretteki temel nitelik kâr ve zarar ihtimâlini bünyesinde taşımasıdır. Nitekim Hz. Peygamber'in «Zımanın (rizikonun) olmadığı yerde rıbh (Kâr) yoktur» tarzında vârid olan hadisi de (43) konuya bu hususta açıklık getirmektedir. Ticâretin faizle farklılığı da burada ortaya çıkmaktadır; Faizin temel niteliğinin ise zarar ihtimalinin bulunmaması olduğunu hepimiz biliriz.

Kâr; bir varlığın miktarında, evsafında veya değerinde meydanagelen artmadır.Zarar; ise, bir varlığın miktarında, evsafında veyadeğerinde meydana gelen eksilmedir. Bir varlıkta meydana gelen bu tarz bir artış ve azalışın kime ait olacağı, yukarda verdiğimiz faiz tarifinin net olarak anlaşılabilmesi yönünden, son derece önemlidir. Bu da bizi temel iki kavrama götürür. Şimdi bunları ele alalım.

1) Deyn ve Emânet

Bu iki temel kavramla bir varlıkta meydana gelen azalış ve artışların diğer bir deyişle kâr ve zararın kime ait olacağı belir-

lenmektedir. Şöyle ki: Deyn, verilen borçtur. Burada meydana gelecek artışlar ve azalışlar borçluya aittir. Hiçbir şekilde alacaklının iştiraki söz konusu değildir. Emânet ise emâneti bırakana aittir.

Faizde bu iki kavramla belirlenen nitelik yoktur; Her halükârda taraflardan biri —ki bu faizi alandır— karşı tarafın aleyhine de olsa dâima bir miktarı almaktadır ve devamlı büyüme göstermektedir. Bu büyüme karşı tarafı küçültme hatta yok etme pahasına bir büyüme olduğundan sağlıklı sayılamaz. Zira denge unsuru ekonomide de son derece önemlidir. Üretim faktörleri arasında denge kurulamaması, ekonomik krizlere neden olur. Şimdi bu hususu aşağıda biraz daha netleştirmeye çalışalım.

2) Sermâye, Emek ve Ekonomik Denge

Sermaye, emek ve toprağın verimini artırmakta son derece büyük etkinliğe sahiptir. Örneğin, oltayla yapılan balık avlama işlemiyle, ağla yapılan avlanma arasında ağ lehine büyük verim farkı vardır. Bu fark Teknik Sermâye yahut Sermâye Malı diyebileceğimiz ağ ile olta arasındaki farktan ileri gelmektedir. Aynı farkı kazma-kürekle iş yapan işçilerle, iş makineleriyle çalışan emek arasında da görmek mümkündür.

İktisadî faaliyetlerde EMEK vazgeçilmez bir unsurdur. Sermâye ise onun verimliliği için zorunludur, dolayısıyla emek ve sermaye iş hayatımız için vazgeçilemez iki üretim faktörüdürler. Ancak, iktisadî faaliyet içersinde yüklendikleri riziko ve kâr beraberlik göstermelidir. Kârın sadece taraflardan birine ait olduğu anlaşmalar, Faizli anlaşmalardır. Burada söylenilmek istenen bu üretim faktörlerinden her birinin sağladığı kazancın iktisadî faaliyetin sonucuna bağlı olmamasıdır. Bu durumda da taraflardan birisi devamlı kazanırken, diğer tarafın kazanabilmesi faaliyetin sonucuna bağlı olmaktadır. Halbuki istikrarlı bir iktisadî seyir için üretim faktörleri arasındaki dengenin muhafaza edilmesi gerekir.

Faizli bir ekonomik modelde Emek, Sermâye arasındaki dengeyi kurmak ve muhafaza etmek kabil olamamaktadır. Zira, faizli bir uygulamada, örneğin Sermâye devamlı payını alarak, üretim faaliyetinin sonucuna bağlı olmaksızın, kazanç sağlamaktadır. Bu iş görenin za'fa uğramasına veya iktisadî olarak yok olmasına, yahutta sermâyenin hâkimiyeti altında verilenle yetinmek zorunda kalan, gönül gücünden yoksun bir ücretli haline gelmesine sebeb olmaktadır. Aynı durum emek için de söz konusudur yani emeğin aldığı payın üretim faaliyetinin sonucuna bağlı olmaması da bir Faizli uygulamadır. Bu durumda dengenin korunması, bir üretim faktörünün diğerini hakimiyeti altına almaması yahut onu yok-edememesi, her birinin iktisâdi rizikoya ortak olmalarıyla mümkün olabilir. Bunun uygulanışıysa sermayenin zararı nakden karşılaması, emeğin ise çalıştığı sürenin karşılığını almayarak bu zarara iştiraki şeklinde olabilir.

C    - Faiz, Misliyattan Alınan Kiradır

Bu tarifin iki ana unsuru olan Misliyat ve Kira kavramlarını açıklığa kavuşturalım.

1)      Misliyât

Bu lafız aynen iadesi mümkün olmayan fakat birbirinin yerine ödenebilen aynı cins şeyleri belirler. Örneğin, ödünç alınan buğday, yahut arpa veya hurma... vb. şeyler geriye ödenirken aynısı geriye verilemez, fakat aynı miktar olarak mislen ödenirler. Altın ve gümüş de misliyattan sayılır, zira alınan altın veya gümüşün aynısının değil, mislinin iadesi söz konusudur. Fakat kiralanan takı-mücevher altın veya gümüşün aynen iadesi söz konusu olduğundan misliyat olma durumu yoktur.

Tüketime konu olan mallar zorunlu olarak misliyat grubuna sokulurlar; Aynen ödenmeleri mümkün değildir, onlardan yararlanma ancak tüketilmeleriyle mümkün olmaktadır. Aynen ödenmeleri mümkün olan mallar genel olarak tüketilmeden kendilerinden istifade mümkün mallardır. Burada tüketilmeleriyle kast olunan birden istihlaklarıdır, yani bunlar birden tüketilemezler. Bu nitelikleri onlara kiralanabilir olma vasfını kazandırır. Bu özelliğe sahip olmayan mallarda ise kiralama ise söz konusu olamaz, işte bu mallar misliyattan olanlardır.

  2)Kira

Tüketimi birden olmayan mallarda kullanımdan dolayı aşınma ve yıpranma olacağı şüphesizdir. Bu tür malların kiralanabilir olmaları da bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Yani Kira, mallarda meydana gelen aşınma ve eskime karşılığı olmaktadır.

Misliyattan olan mallarda kullanım değil tüketim söz konusu olmaktadır. Daha açık bir deyişle kullanımları bir defalık tüketim tarzında vuku' bulur. Dolayısıyla bunlarda iade edilirken verilecek fazlalık Faiz olacaktır. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, kiraların tedbir alınmadığı taktirde faize dönüşebilmesi ihtimâlidir. Örneğin had safhada konut sıkıntısı bu yolu açabilir. Nitekim kiralar serbest piyasa şartlarına bırakılmamış, hemen hemen tüm ülkelerde kiralara sınırlayıcı hükümler getirilmiştir.

Kiralanan mal emânet hükmündedir. Dolayısıyla kiralanan mallarda meydana gelen hasarlar mal sahibine aittir. Zira emânet mallarda meydana gelecek azalış ve artışlar mal sahibine (emâneti verene) aittir. Bu şekilde kiralanan bir malda meydana gelen hasarın kiracı tarafından karşılanması da Faizli bir uygulamadır.

D)   Faiz, Başkasının Zararına Doğan Kazançtır

Gerek makro, gerek mikro düzeyde menfaatlerin paralel hale getirilmesi, istikrarlı ve sıhhatli bir ekonomik bünye ve işleyiş için zorunludur. Tabii hâl, ekonomik ilişkilerde tüm tarafların kazançlı olmalarıdır. Şüphesiz, zorlayıcı şartlar olmadıkça, hiç kimse kendi menfaati aleyhine olan iktisadî bir ilişkiye girmez.

İşte bu esasın gerçekleşmesinin göstergesi de RIZA'dır. Taraflar rızalarını beyan ederek bu paralelliği ifade etmiş olurlar. Burada irade beyanıyla, rızanın farklı olduğunu belirtmek gerekir.

Sosyal haklarda İrade Beyanı yeterlidir. Örneğin, bir halifeye biat ederek irade beyanında bulunan kimse daha sonra bundan, «benim rızam yoktu» diyerek cayamaz (44). Nikâhta da benzeri durum vardır. Taraflar, şartları içersinde iradelerini beyan ettikten sonra, rızamız yoktu diyerek akdolunan nikâhı geçersiz sayamazlar (45).

Ekonomik haklar söz konusu olduğunda ise irâde beyanının yeterli olmadığı, ayrıca rıza şartının da gerçekleşmesinin arandığı müşahede olunmaktadır. Nitekim İslâm hukukunda da buna riayet edildiği; hıyar-ı rüyet hıyar-ı şart ve hıyar-ı ayb gibi hukukî mefhum ve mekanizmalarla bu hususun gerçekleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

İslâm hukukunda bir mal hıyar-ı şart çerçevesinde alınır, denenir, hatta uzun dönem içersinde durumu anlaşılacaksa o süre bekletilir ve ondan sonra alım satımı gerçekleştirilir (46). Bununla yapılmak istenen tarafların zarara uğramasını önlemek, optimal seviyede faydalarını temin etmektir. Bunun, gerçek fiyatın oluşumundaki etkisi son derece mühimdir. Ayrıca bu mekanizmayla taraflardan birinin diğerinin aleyhine kazanma yolları kapatılmak istenmektedir. Âdil fiyatı oluşturan bu mekanizma, tüketicileri olduğu kadar üreticileri de çok yakından ilgilendirmektedir.

Hz. Peygamber'in «Zarar etmek de, zarar vermek de yoktur» şeklinde varid olan hadisi (47) ekonomik ilişkilerde gözetilmesi gereken menfaat parelelliği ilkesini son derece net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Faizli ekonomik ilişkilerde ise menfaat paralelliği ilkesinin hiç gözetilmediği son derece açıktır. Zira taleb olunan faizin üretimin sonucuyla alâkası yoktur. Bu durumda sermâye devamlı kazanırken asıl faaliyeti yürüten ve üreten, sonuçta, çoğu kez olduğu gibi, kendini tasfiye etmek zorunda kalmaktadır. Ekonomik hayata sermâye hakim olmakta, artık üretim talebe göre ve onun oluşturduğu serbest fiyat göstergelerine göre değil, sermâyenin kazancına göre yapılmaktadır. Bu tekel dengesidir ve kaynak israfı son derece yüksektir. İstihdam hacminde daralmalar beklenebileceği gibi, kârlar daha çok üretime değil, daha yüksek fiyatları oluşturacak maniplasyonlara bağlı kılınmaktadır. Bu ise sağlıklı bir ekonomik gidişat değildir.

Ekonomik hayatta aslolan üretmek, fayda yaratmaktır. Dolayısıyla bunu yapanlar birinci derecede önemlidir, diğer unsurlar hep bu amacı gerçekleştirmek için söz konusudurlar. Dolayısıyla Kredi kurumu da bu amacı yani üretme ve fayda yaratma amacını gerçekleştirmek için oluşmuştur ve üretenlerin hizmetinde olması gerekir. Faizli bir kredileşmede bu tamamen tersine işler hale gelmekte, araçlar amaç hâline dönüşmekte, üretimin artırılarak talebin karşılanması amacı unutularak, sermâyenin kâretmesi gayesi hakim kılınmaktadır. Burada gadre uğrayan geniş halk yığınlarıdır. Tabii bu konuda onların rızalarının olduğu söylenemez.

Temel bir iktisâdi faaliyet olan TİCARET —ki zaman ve mekan faydası yaratma eylemidir— te tarafların rızasının esas olduğunu bize Kur'an bildirmektedir (48). Aksi davranışı malların batıl yollarla yenmesi olarak ortaya koyar (49).

TARTIŞMA — GÖRÜŞLER    .

 

Vural SAVAŞ(anayasal iktisat)çı/kitabının yazarı PROF.

 

— Bugün çok önemli bir toplantı yapıyoruz. Diyebilirim ki, meslek yaşamımda bu kadar sabırsızlıkla beklediğim ve söz almak için acele ettiğim bir başka toplantı olmadı. Bunun sebebi, bir müslüman iktisatçı olarak, çocukluğumuzdan ve meslekte bu yaşa gelinceye kadar geçirdiğimiz yaşam içerisinde faizle ilgili dinî bazı telkinler altında yetişmiş olmamız.

Öte yandan, özellikle yeni hükümetimizin faizi etkin bir politika aracı olarak kullanmaya başladığından bu yana da faizle ilgili bu İslâmî telkinlerin toplum içerisinde bazan açık, bazan örtülü biçimde yoğunluk kazanmış olması gerçeği.

Bir defa zihnimi kurcalayan ve bu toplantıda açıklığa kavuşturulmasında yarar gördüğüm birinci soru:

Çok önemli bir ekonomik kurum olan faiz kurumunun neden bir dînî araştırma vakfı tarafından tartışma ortamına getirildiğidir? Bunun tabiî bazı makul ve tarihî cevapları olduğunun da bilinci içindeyim. Özellikle katolik dininin karşıtı olarak kalvinizm veya protestanlık çıktığı zaman, çıkış gerekçelerinden bir tanesi, faizin katolik dininde olduğu gibi yasak edilmeyip aksine meşru bir kazanç haline getirilmesi olduğu iddiası. Fakat, bugün 20. y.y.' da ve laik bir toplumda yaşıyoruz. Dinin, insanları ahlâkî şekilde davranmaya, polisin ve kanunların giremediği yerlerde yine dürüst ve vicdanlı davranmaya sevk eden genel ilkeleri olduğunun bilinci içinde şunu ifade etmek ve sormak istiyorum:

Faizin toplum yaşamında yol açacağı bir takım olumsuz gelişmeler varsa, dînî kurallarla bu gelişmeleri asgariye indirmeye çabalamak en azından toplumda belli bir ahlâka göre davranmayı gerektirir. Bu açıdan dinin ve dinî telkinlerin faizle ilgilenmesi pek şaşırtıcı ve yadırgama bir durum değil. Ancak, bankacılık sisteminin işleyişi kadar günlük yaşantıya bu dinî ilkeler çerçevesinde yön vermeye kalktığınız zaman sanıyorum iki tehlike ile karşı karşıya gelirsiniz:

Bunlardan biri: Gerçekçi olmamaktır. Nitekim, sabahki oturumdaki iki değerli genç arkadaşım, faizin toplum yaşamında yeri olmadığı yolunda kesin bir iddianın ne İslâmiyet'te görüldüğünü, ne de bugünkü çağımızda böyle bir şeye imkân olduğunu ifade etmediler, edemediler. Çünkü, mevcut deliller yok. Ne olay olarak delil var, ne de teorik düşünce olarak delil var.

 İkinci tehlike: Dini bu kadar güncel kurumlarla ilgili hâle getirdiğiniz zaman korkarım çağdaş toplumun çıkar çatışmaları içerisinde dinin genellik ve herkesi etkisine alma prensibine ve özelliğine zarar verme tehlikesi ile karşı karşıya kalırsınız.

Bugün faiz ekonomik bir kurumdur. Ve ülkemizde faizsiz bankacılık yapılacağı iddiasıyla bir takım finansman kuruluşlarının faaliyeti var. Aklıma gelen bir soruyu önce değerli konuşmacı arkadaşlarıma sormak istiyorum. Özel finansman kuruluşları —Burada isim vermiyorum. Arap kaynaklı finansman kuruluşlarıdır— kâr ortaklığı sistemini getirmişlerdir Türkiye'ye. Sorum şu:Size bir müteşebbis başvuruyor. Diyor ki: Ben kârlılık oranı yüksek bir proje hazırladım. Bu projeyi finanse etmek için kaynak ihtiyacım var. Şimdi, peki getir bakalım bu projeyi; bir de biz inceleyelim; gerçekten söylediğiniz kadar kârlı ise finanse edelim. Ama, kârına ortak olalım, diyen bir görüş var.

Bir tanesi de teminatın nedir? Bu krediyi geriye ödeyebilir misin? Bunları getir, inceleyelim; inceledikten sonra belli bir faizle kredi veririz, diyen bir görüş daha var.

Bu ikisinden hangisi daha insaflı, daha vicdanlı ve daha âdildir? Ben şahsen bu soruya bankacılık sistemi lehinde cevap veriyorum.

Bir diğer önemli ve sık sık karıştırdığımız, kavram kargaşası içine düştüğümüz bir konu, faizin tanımı ile ilgili: Bugün faizin çeşitli tanımlarını değerli konuşmacı arkadaşlarım verdiler. Hemen hemen hepsi İktisat ilminin benimsediği tanımlar. Ancak, bir şey dikkatten kaçıyor: Faizin, bir reel faiz yönü; bir de nominal faiz yönü vardır. Ve bugün hükümetimiz bu kavramı ülkemizin en ücra köşesinde yaşayan vatandaşın bilinci içine soktu. O da şudur: Para belli bir dönem sonunda faiz getirir. Bu belli bir dönem içinde de paranın satın alma gücü azabilir. Dolayısıyle belli bir dönem sonra faiz geliri elde etmeyi uman tasarruf sahibi, ümit ettiği geliri nominal olarak sağlıyabilir. Fakat, paranın satın alma gücü düştüğü için reel yönden zarara, kayba dahî uğrayabilir.

Onun için bugünkü faiz tanımları yapılırken ve faiz eleştiriye tabi tutulurken, bugün tüketmeyip de tasarruf eden kişinin, bu tasarrufunda yatan zahmeti ve bunu bir başkasının projesini finanse etmek için veren tasarruf sahibinin fiyat artışı yüzünden uğrayacağı zararı dikkate almadan faizi yerli yerine oturtamayız.

Son olarak şunu ifade edeceğim: Tarihî gelişim içerisindeki örnekler kesinlikle 20. y.y. Türkiye'sine örnek olarak getirilmemelidir. Bunu İslâmî ictihadlar için de ifade ediyorum. Her görüş,—ister din âlimlerimizin görüşü, isterse iktisat âlimlerimizin görüşü olsun— büyük ölçüde, yaşanılan çağın olaylarıyla etkilenir ve şekillenir. Yüzyıllarca öncesinin ve sadece tüketim yapmak zorunda olan fakir-fukaranın kredi almak, bugün kullanılan bir tâbirle kredileşmek yolunda olduğu bir dönemin faiz değerlendirmesini; bugün sınaîleşmeye yönelmiş, uzay teknolojisine yönelmiş ve bütün bu projelerin şahsî birikim yükünü çok aşmış olduğu bir toplumda yüzyıllar- öncesinin, çok büyük saygımız olduğunu peşinen kabul ettiğim dinî ictihadlarla açıklanmasının evvelâ lâik bir topluma, sonra da çağdaş bir topluma uymadığını ifade etmek istiyorum.

 

           Abdülaziz BAYINDIR

 

— Sayın tebliğcilere teşekkür ediyorum. Burada zamanın darlığı dolayısıyla, hazırladığım tenkidlerin ancak kısa bir kısmını sunabileceğim.

Evvelâ Dr. Arif Ersoy, sunmuş olduğu tebliğin bir bölümünde —zannediyorum bu ileride daha geniş tartışılacaktır— âkile sistemine kısaca temas ettiler. Eğer tasarı halinde bize takdim ettikleri banka, kendilerine borçlu olan bir kişiden alacağını tahsil edemezse bir yol olarak da âkilesine başvuracaklarından bahsettiler.

Âkile, İslâmî bir sistem. Ve İslâm hukukunda hata yoluyla meydana gelen cinayetlerde mağdurun hak etmiş olduğu tazminatın ödenmesi hususunda, suçlunun akrabasının veya bağlı bulunduğu kurumun bu tazminatı ödemede yardımcı olması şeklindedir. Ama, eğer biz bunu tutarda, bir kişinin borcunun ödenmesi, yani bir suçtan doğan borç değil de normal olarak ticarî muamelelerden veya almış olduğu krediden doğan borcunun ödenmesinde de devreye sokarsak bu defa bir hacr sistemi ile karşı karşıya geliriz. Yani bu kişinin yapmış olduğu tasarruflara, eşi-dostu akrabası devamlı müdahele eder. Zannediyorum bunun tartışması daha sonra olacaktır.

Sayın Ali Sayı'nın tebliğinin baş tarafında şöyle bir paragraf var:

«Zamanımızda faiz ve Osmanlı uygulamalarında «ribh» olarak geçen bu lafzın, hangi devreden itibaren bu şekilde kullanıldığı ayrı bir tedkik konusu olmakla birlikte, biraz da tarifinin son derece tartışmalı olmasından yararlanarak, şer'î bir devlet olarak, ana şer'î kaynaklarda son derece olumsuz şekilde belirlenen riba'nın taraftarı olmadıklarını empoze kaygusu olduğu muhakkaktır.»

Bu kısımdan anlayabildiğim bazı hususları ele almak istiyorum:Konuya şu cümleyi söyliyerek başlamak istiyorum:

20 ayrı dil, 20 ayrı din ve anlayışa sahip olan, geniş topraklara yayılmış, insanlara 650 sene hâkim olmuş bir devletle alakalı ifadeler kullanılırken biraz daha ihtiyatlı olmak gerekir.

Ben tarihçi değilim ama, tarihte bu özelliklerle bu kadar uzun yaşamış bir devlet yoktur. Ve bunlar bizim hatalarımız olduğu için böyle suçlayıcı ifadelerden kaçınmak bence iyidir.

Sonra ikinci olarak şunu arz etmek istiyorum: Osmanlılar gerçekten şeri'ata bağlı olan bir toplumdu. Bendeniz Osmanlı Arşivi'nde İslâm hukuku sahasında doktora yapmış bir kardeşiniz olarak şunu arz etmek istiyorum:

Osmanlı uygulamasındaki ribh, ribh-i şer'î, bugünkü faizin aynı değildir. Meselâ: Osmanlı'da para vakıfları vardır ve gerçekten bugünkü finans kurumlarının görmüş oldukları işleri veya bankaların görmüş oldukları bir takım işlemleri görmüşlerdir. Bunların vesikaları çokça mevcuttur elimizde.

Bunlar bugünkü gibi, bir para alım-satımı ile uğraşmıyorlar; bir usul geliştirmişler —Bunu biz kabul de ederiz veya reddederiz.— Ama, yapmış oldukları şudur:

Bir kişi vakıftan yüz altın borç alır. Vakıf ona yüz altını borç olarak verir. Sonra tutar bir malı, meselâ el yazması bir kitabı, değeri bir yıl sonra ödenmek üzere ona on altına satar. Yani, yüz altın borç verir; sonra bir kitabı değeri bir yıl sonra ödenmek üzere on altına satar. Bu kişi de bu yüzaltını bir yıl sonra öder. Bu almış olduğu kitabın bedeli on altını da verir. Bu on altına ribh-i şer'î derler Yani, “meşrulaştırılmış kazanç» diyebiliriz.

Bunun tabîi çok çeşitli özellikleri var. Vaktimizin sınırlı olması sebebiyle anlatamıyorum. Çünkü aynı paragrafta değinmek istediğim başka konular var.

Deniyor ki burada «Biraz da tarifinin son derece tartışmalı olmasından yararlanarak.» Tarifinin son derece tartışmalı olması:

İslâm hukukunda faizi iki şekilde düşünmek gerekiyor:

1. Bugünkü anladığımız mânâda faiz ki ona «ribh-i cahiliyye» ismi verilir İslâm hukuku kaynaklarında. Bunun tarifinde hiç bir tartışma yoktur. Yani; paranın alım-satımındaki tarifinde hiç bir tartışma yoktur. Mezhebler bu konuda tam bir ittifak halindedirler. Yani zamanla artan paranın geliri şeklindeki tarifle hiç bir tartışma yoktur. Ama, bir takım alış-veriş şekilleri vardır ki, onu da Peygamber Efendimiz Hadîs-i şerifi ile belirtmiştir. O hadîsde belirtilen şeklinde de hiç bir tartışma yok. Ama, bu hangi şeyleri kapsar diye ictihadlar yapıldığı zaman o ictihadlarda farklılıklar vardır. Dolayısiyle faizin tarifi son derece tartışmalı değildir.

Bir de burada son cümle olarak, faiz kelimesi «Ze» ile midir, «Dat» ile midir? diye bir paragraf açmış sayın Ali Sayı.

Osmanlı hukuk kaynaklarında, Osmanlı Arşivi'nde ben şahsen «Ze» ile yazılı bir faiz terimine rastlamadım. Hangi lügati açarsanız açın «Dat» ile yazılıdır. «Ze» ile yazılı bir şey yoktur ki o konuda herhangi bir görüş beyan edilmesine ihtiyaç olsun.Teşekkür ederim.

Hasan SELÇUK

 

— Benim sorularım daha çok Arif Ersoy Bey'e olacak. Sayın Arif Bey konuşmalarında anladığım kadarıyla kendi teklif ettikleri modelin günümüzdeki özel finans kurumları modelinden farklı olduğunu ifade ettiler.

Özel finans kurumları da kendilerinin kâr ortaklığı prensibi ile çalıştığını ileri sürüyorlar; gerek katılma, gerek carî hesaplar kanalıyla.

Arif Bey tebliğinin sonlarına doğru ortaklık sistemimizde bir menfaat paralelliği söz konusu dediler.

Acaba, bugünkü özel finans kurumları ile kendi teklif ettikleri modelin farklı olduğu noktaları biraz daha açabilirler mi?

Diğer bir sorum: Banka işlevleri kısmında bahsederken günü-

müzdeki bankacılığın yaptığı işlemleri burada görüyoruz. İfade ediliyor ki banka hizmet sunduğu kimselerden herhangi bir şekilde karşılık almayacaktır. Çünkü bu faiz olur, deniliyor.

Ben şunu anlamak istiyorum. Meselâ günümüzde bankacılığın yaptığı işlerden bir tanesi de senet tahsili konusu; misal olarak arz ediyorum. Senet tahsili konusunda bir bankanın, senedi tahsil ettiği kimseden bir masraf almasının faizle münasebeti nedir? Veyahut da banka bir fizibilite etüdü veya danışmanlık yapıyor, her hangi bir şirkete. Yaptığı bu işe karşılık bir masraf almasını faizle nasıl yorumluyoruz? Bunun da açıklanmasını arzu ediyorum.

Diğer bir sorum: Bankanın ortaklarına hizmet vereceği belirtildi. Bankaların ortak olmıyanları —teklif edilen sisteme göre— bundan yararlanmıyacak mı?

Bir de denildi ki bankaların vakıf olması ve teşkilâtlanması yine aynı sistem içinde ileri sürülüyor. Peki, vakıf olan bir müesseseden buna siz ortak değilsiniz diye yararlandırılmıyacak mısınız?

Diğer bir sorum da: Bankalar için, vakıf olarak teşkilâtlandırıldığı takdirde özel bir takım kaynaklardan bahsediliyor. Bu kaynakların neler olduğu açıklanabilir mi? Diğer taraftan, vakıf olarak teşkilâtlandırıldığı takdirde, benim aklıma şahsen şöyle bir soru geliyor. Diyorum ki günümüzde yapılan işlemlerden masraf da alınmıyacağı nazar-ı itibara alınırsa vakıf olarak organize edeceksiniz, masraf da almıyacaksınız, toplumun belirli bir imkânını, zengin sayılabilecek insanlara, tahsis etmiş olmuyor musunuz? Yani, hiç bir katılma payı almıyorsunuz, vâkıf olarak teşkilâtlandırıyorsunuz, böylece imkânı olan insanlara yeni imkânlar bahsetmiyor musunuz? diye soruyorum.

             Murat ÇİZAKCA

 

— Tarihsel yaklaşım içinde sayın Ali Sayı'nın söylemediği bir-iki konu var. Onlara müsaade ederlerse değinmek istiyorum.

Bir tanesi: Faizin sadece İslâm'da değil, mûsevîler ve hıristi-yanlar arasında da yasaklanmış olması. Bu yasaklığın hıristiyan-lıkta gittikçe şiddetlenmesi Orta çağda gayet ciddî boyutlara varması. Bunun ayrıntılarına girmeye gerek yok. Fakat şu soru hemen akla geliyor gayet tabiî:

Niçin tek tanrılı dinler faizi yasaklıyorlar? Bu konuya sanırım değinmekte fayda vardır. Sonra bir diğer konu:

Faizin, faiz yasaklamalarının neden Batı dünyası'nda yavaş yavaş azaldığı ve bunun, bu yasaklamaların aynı ciddiyetle İslâm dünyası'nda devam etmesinin ekonomik implikasyonları, sonuçları nedir? Bu sorulara da sanırım tarihsel bir yaklaşım içerisinde değinmek lâzımdı.

Ben bir-iki ana noktaya değinmek istiyorum: Bir kere İslâm dünyası içerisinde faizin yasaklanması ve banka sistemini doğrudan doğruya etkileyen bir olay. Batı'da ise depozit bankacılığın yaygınlaştığını biliyoruz.

Peki İslâm dünyasında ne oldu? İslâm dünyasında faiz bankacılığı olmadığına göre, o zaman bizde sermaye terakkümü nasıl cereyan etti? Bu soruyu da sormamız lâzım. Bu konuda bilgimiz çok az.

Osmanlı Arşivlerinde yaptığımız bazı sondajlarda 17. 19. y.y.'-larda mudaraba tipinin aşağı-yukarı hiç değişmeden bir nevi fosil gibi kaldığını biliyoruz. Yani 17. y.y.'da Bursa'da gördüğümüz mudaraba tipini 10-11. y.y.'larda Kahire'de gördüğümüz mudarabadan pek de farklı olmadığını anlıyoruz.

Demek ki İslâm dünyası içerisinde mudarabada bir değişiklik yoktur. İş ortaklıklarında, sermaye değişikliklerinde pek bir değişiklik yok ve sistem nefis bir sistem. Fakat, bir dezavantajı var: O da sınırlı kalması. Ve o beni doğrudan doğruya profesör SAVAŞ'-ın dediği noktaya getiriyor.

Batı'da faiz bankacılığı büyük kitlelerin küçük tasarruflarını sanayi yatırımına çevirirken İslâm dünyasında bu olamadı. Çünkü, mudaraba kısıtlı kaldı. Ama mudaraba öylesine mükemmel bir sistemdi ki yüz yıllar boyu ayakta kaldı ve yaşadı.

Şimdi bence 20. y.y.lın son çeyreğinde karşımızda çok önemli bir misyon var. O da İslâm ülkeleri açısından mudarabayı bu Batı'da gördüğümüz fonksiyonu yerine getirebilir hâle getirebilmek. Yani, büyük kitlelerin küçük tasarruflarını sanayie çevirebilir hale getirebilmek. Eğer bunu yapabilirsek İslâm dünyasının büyük bir ihtiyacını karşılamış olacağız zannediyorum.

Hepimizin bildiği gibi bunun da çaresi İslâm bankalarıdır. İslâm bankalarının, yalnız murabaha işlemleri değil, —maalesef buna daha ziyade yöneliyorlar— mudaraba yönüne gitmeleri gerekir. Mudarabaya yöneldikleri takdirde ve çoklu mudarabaya gittikleri takdirde işte o zaman kitlelerin büyük tasarruflarını sanayi yönüne çevirebilirler.

             İlhan YARDIMCI

 

— Sayın konuşmacılar, faizsiz banka modelinin 1960'lı yıllarda başladığını, 1960 yılından bugüne kadar çalışmalara devam edildiğinden bahsettiler; yani 26 yıllık bir zaman. Acaba 26 yıldan beri, şüphesiz olarak ilim adamlarımızın, ilâhî nizamın, âlimlerimizin, mütefekkirlerin, dünyanın huzurunu isteyen kişilerin mutabık kaldıkları faiz belasının bertaraf edilerek faizsiz banka modelinin acaba 26 yıldan beri, 26 arpa boyu neden yol alınmadığını, bu faaliyetleri destekleyen veya köstekleyen kişilerin, «İzm» lerin mi mevcut olduğunu istirham ediyorum? Bunu engelleyen nedenler mi var? Yani 26 yıldan beri neden çok az bir mesafe kat-edilmiştir?

Diğer bir sorum: Sayın Arif Ersoy, bildirisinde sık sık, klâsik banka tâbirini kullandı. Günümüz anlayışında klâsik banka yerine modern bankacılık tabiri kullanılıyor. Klâsik kelimesi ile modern kelimesinin anlamlarını çok iyi biliyorsunuz. Bu tâbiri kullanmaya neden gerek gördüler? Bugünkü modern bankacılık, klâsik bankacılık yanında ne durumdadır? Bunun da izahını istirham ediyorum.

              İlhan ULUDAĞ

 

— Efendim! İki tebliğ benim dikkatimi çekmiş oluyor: İktisadî yönden bilhassa İslâm finans sisteminin, faizsiz bankacılık sisteminin incelenmesi. Ancak, hemen üzülerek belirtmek istiyorum. Burada pek iktisadî bir yönün bulunmadığını, daha çok kavram tartışmalarına yer verildiğini görüyorum. Halbuki konular başlık itibariyle daha çok İslâm finans sisteminin iktisadî analizi imajını veriyor.

İlk tebliği veren Sayın Ersoy, İslâm finans bankasının veya faizsiz bankacılık sisteminin esas amacı olarak, tebliğinin 6. sayfasında «Özel ve tüzel kişiler arasında borç, yani deyn ilişkilerini düzenliyen aracı bir kuruluş olmaktır.» diyor.

Şimdi benim bu konudaki mütevazı çalışmalarımda, merkezimiz nedeni ile bu konularda yaptığımız çalışmalarda ise pek çok kaynaktan İslâm finans sisteminde, bilhassa bankacılık şeklindeki uygulamada borç ilişkisinin veya kredileşme dediğimiz olayın hakim bir fonksiyon olmadığını çıkarıyoruz. Daha çok ticareti finanse eden mudaraba ile yatırımı finanse eden ortaklık ilişkisi ile bunları geliştirmeyi amaçlayan muşaraka ve bunun yanında leasing gibi yatırıma yönelik faaliyetleri destekleyen fonksiyonlar, bankacılık hizmetleri söz konusudur.

Gerçekten de Çapra'nın Mekke'de iki sene önce yapılan «İslâm Ekonomisi Kongresinde” çalışmasında açıkça belirtilmiştir. Zaten Prens Faysal'ın da ağzından Dakka'da, Bengaldeş'de geçen sene yapılan toplantıda, İslâm kongresi toplantısında açıkça belirtilmiştir. Deniyor ki:

«Klâsik bankacılığın en önemli fonksiyonlarından biri olan faizle borç verme işlemleri İslâm bankacılığında hâkim bir fonksiyon değildir. Çünkü, bu sistemde belli kriterler altında faizsiz borç verilebilmekte olduğu halde bu konuda da uygulamada büyük bir istek görülmemektedir. Bu nedenle, sistemdeki hâkim şekil, proje bazında ortaklık yoluyla yatırımlar ve ticaretin finansmanı olup borç verme işlemleri değildir.» diye kesin olarak gerek Prens Faysal'ın ağzından, gerekse diğer İslâm iktisatcılarının seminerdeki tebliğlerinde pek çok defalar sunulmuş bulunuyor.

Bunun dışında sayın Arif Ersoy Bey'in tebliğinde, 15. sayfada «Artışların ve azalışların kime ait olacağı, deyn —emanet konusu incelenmiş, burada bir sermayenin borç olarak verileceğini ve bu durumdaki sermayedeki artışların ve azalışların borçluya ait olacağı» belirtilmiş. Hemen bir paragraf altında «Ancak, borç olarak verilen değer, azalsa da artsa da alacaklıya bir artı değer intikali söz konusu ise burada bir faiz oluşmuş demektir.» deniyor. Ben şahsen bunu anlayamadım. Açıklanırsa çok memnun olacağım. Esasen İslâm bankacılığında da borcun ikinci derecede bir fonksiyon olduğu ve hatta pek arzulanır olmayan bir fonksiyon olarak yürütüldüğü hem uygulamada, hem de teorisyenler tarafından da açıklanmıştır. Ancak, böyle istemiyoruz veya yapmıyacağız demekle klâsik bankacılığın en önemli fonksiyonu olan borç verme, kredileşme bu bankaların üstlenmemesi durumu, bunların muhakkak ki rekabet olayında onlar aleyhine bir durum yaratacaktır.

Nienhaus gibi, Muhammed Sıddîkî gibi beynelmilel uzmanlar, diyorlar ki: “Biz haydi mudaraba, muşaraka yoluyla, ortaklık yoluyla sanayi veya ticareti finanse edelim. Ancak, bu orta ve uzun süreli kredi olayıdır; ve orta ve uzun süreli yatırımı finanse etme olayıdır. Bu şirketlerin bir de kısa süreli işletme sermayesine ihtiyacı var. Bunu nereden temin edecekler?» diye kendilerine soruyorlar ve cevap olarak da:

«Acaba, bize yatırdıkları özel carî hesaplardaki depozitolara göre mi bu krediyi verelim; yoksa başka bir kriter mi oluşturalım veyahut da tüm fonlarımızın ne kadarını proje veya ortak olarak katıldığımız projelere yöneltelim, ne kadarını da faizsiz borç olarak işletme sermayesi olarak verelim?» Bunlar maalesef henüz çözümlenememiş sorular olarak kalmaktadır. Şu anda içimizde «Faysal Finans»ın yetkilileri varsa ben şahsen bu konuyu onlardan da öğrenmek isterim.

Efendim, yine bunun dışında Sayın Ersoy'un «ticarî bir şirkettir.» diye atıf yaptığı İslâm bankacılığında maalesef bizim genel araştırmalardan çıkan sonuca göre böyle bir olay göremiyoruz. Çünkü, İslâm finans kurumlarının, faizsiz bankaların kuruluş amacı daha çok yatırımı finanse etmektir. Ticaret ikinci plânda gelmektedir.

Prens Faysal'ın yaptığı bir konuşmada «Ticaretin'finansmanının ikincil olduğunu, genellikle üçüncü dünya ülkelerindeki İslâm ülkelerinin kalkınmalarını finanse edecek yatırımlara, büyük projelere yönelmenin ilk amaç olduğu» vurgulanmıştır.

Bu nedenle bizim, klâsik bankacılık veyahut klâsik para teorisindeki banka sınıflamasına göre İslâm bankaları, biraz «Investment Banking» sistemine girmektedir. Ancak, bugünkü uygulamadaki yatırım ve kalkınma bankalarından da mevduat kabul etmeleri ile bir de faize dayanmamaları yönüyle ayrılmaktadır.

Her halde bu bankaların yeni, kendine özgü «Investment Bank» tipi olduğu aşikârdır.

 Bünyamin DURAN

        — Tebliğlerden ilk edindiğim intiba ve sempozyumun ilk başlayış şekli ve akış tarzı öyle gözüküyor ki, ters bir istikamete gidiyor: Dinî bir tartışma ortamına çekilmeye çalışıyor. Ancak, benim edindiğim intiba bütün tebliğlerden, faiz İslâm dini'nde yasak olduğu için böyle bir model kurulma çalışmasına gidilmediği, aksine faizli sistemlerde piyasa ekonomisinin işleyişinde gelir dağılımının ve aynı şekilde servet dağılımının sürekli bozulduğu, kendi ülkemiz açısından tarımsal üretimin ürünlerin ticaret hadlerinin bozulduğu, tarımsal üretimde bulunan üreticilerin reel gelirlerinin ve aynı şekilde dış ticaret hadlerimizin düştüğü, dolayısiyle yine ülkemizde gelir dağılımının bozulduğu; bütün bunlara bir çözüm olarak, bir deneme mahiyetinde faizsiz bir sistemde acaba gelir dağılımını nasıl daha âdil bir şekle sokabiliriz arayışlarını gördüm ben, Ancak, Ali Sayı Bey'in tebliğinin hemen 2. olarak sunulması, sempozyumu belki tartışılacak konuların dışında bir konuya çekmiş; bu bir şanssızlıktır.

Konuya şöyle yaklaşmak istiyorum:

Bir Türk genci olarak bir üniversite konumundan veyahut da bir kadrodan yeni bir model sözünü duymam beni onurlandırdı. Her zaman tâ merkantilistlerden, fizyokratlardan, Neo-klâsikler-den, klâsiklerden, Keynes'den vs. yüzlerce Batı'lı ilim adamlarının iktisadî düşünce sahiplerinin fikirlerini okuyoruz; sürekli okuyoruz. Ama, kendi tarihimizi araştırıyoruz; Türk iktisadî düşüncesini araştırıyoruz; belli bir dönemden sonra —kaht-ı rical dedikleri Osmanlıların— bir döneme girmişiz.

Önümüze çıkanlar Ohannes efendiler. Ohannes efendinin kitabına bakarsınız, tepeden-tırnağa klâsik düşüncenin tamamiyle aktarılması.

Onun için Türk iktisadî düşüncesi açısından geliştirilmeye

çalışılan model, çok ehemmiyetlidir. Tartışmacıların daha fazla iktisadî açıdan tebliğleri demlendirmelerinin rasyonel olacak düşüncesindeyim.

Efendim! Varsayımlar belki tutarsız olabilir, Neo-klâsiklerin varsayımları acaba tutarlı mı idi? Marshall tam rekabet piyasası şartlarına göre varsayımlarını kurarken gerçekten piyasa tam rekabet şartlarında mı idi? Clark gelir dağılımını izah ederken sermayeye ve emeğe aynı şekilde çok âdil bir şekilde payın düştüğünü varsayıyordu; gerçekten öyle mi idi?

Tamamiyle gerçeklerle bağdaşmayan varsayımlar üzerine teorilerini bina ettiler ve kendi ideolojilerine yahut da belli düzenin, çevrenin çıkarlarını sağlamak için.

Onun için varsayımlar değiştirilebilir veyahut da yeni hocalarımızın katkılarıyla geliştirilebilir. Ancak, Türk iktisadî düşüncesi açısından çok yararlı, çok faydalı bir çalışma olduğu kanaatindeyim.

Nazım EKREN

            — Metedolojik olarak bazı şeylerin açıklanmasını veya ortaya konmasını istirham ediyorum.

İlk olarak, konumuz İslâm bankacılığı olduğu için zannediyorum ilk defa fıkhî temellerinin açık olarak ortaya konması gerekir.

2. olarak, banka kelimesi, daha doğrusu bankacılık fonksiyonu ile ilgilendiğimiz için, modern anlamda İslâm fıkhına dayalı bir banka anlayışının ne şekilde gelişebileceğini tartışmak gerekir.

Burada fıkhî meseleyi tartışırken zannediyorum sadece faiz tarafı halledildi; diğer konular üzerinde durulmadı.

Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Allah'ın faizi yasakladığı, fakat, ticareti serbest bıraktığı açıkça belirtilmiştir. Öyle ise İslâm bankalarının faiz dışında, ticarete konu olabilecek işlemleri neler olabilir?

İster hisse senetlerine likidite kazandırmak, ister diğer hizmetler sunma başlığı altında olsun bu hizmetlerin tümü, bankaların, çağdaş faizli bankaların ve bilgi birikimine dayalı hizmetleri olarak zaten ele alınmaktadır. Dolayısiyle bunlardan bir komisyon da alınmaktadır.

Tebliğin bir diğer yerinde, bankaların bir komisyoncu olduğu, dolayısiyle bir komisyon alabileceği belirtilmiş olmaktadır. Öyleyse geriye sadece kredi işlemlerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği kalıyor.   

Tebliğin 13. sahifesinde, İslâm dünyasında Batı'daki gelişmelere benzer bir bankacılık gelişmesi yoktur denmiş; fakat, benim elimde bir çalışma var: Özellikle ortaçağ İslâm toplumunda Serahsî'ye atfedilerek yapılan çok değişik kredi işlemleri ve krediye cevaz veren «Havale ve süftece» adı altında bir dizi aracının geliştirildiğini görmüş bulunmaktayım.

Son sorum: Faizsiz bankacılığın kredi düzenlenmesi kısmında şöyle bir cümle var: «Böylece bankaya tasarruflarını karz olarak yatıranlar bankadan kredi alabilme hakkını elde ederler.» Bunu şöyle mi anlamak lâzım, bilemiyorum:

Kişi bankaya ne kadar mevduat vermişse aynı oranda mı olacak yoksa bunun bir katı olacak mı? Eğer aynı oranda alacaksa, bankanın kredi fonksiyonunu icra etmesi son derece güçleşir. Eğer bir katı, iki veya üç katı olarak alacaksa, mevduatı fazla yatıran kişi bankadan az mevduat yatırana göre fazla kredi alacak demektir.

Daha önce çağdaş bankaların sıkıntılarının olduğunu ifade ettikleri serveti temerküz ettirme ve gelir dağılımını bozma gibi fonksiyonların bu bankada da —eğer işlem böyle çalışırsa— çağdaş paranın özelliğinden kaynaklanan, paranın yansız olmasından kaynaklanan benzer sakıncaların da ortaya çıkacağını zannediyorum.

Ahmet TABAKOĞLU

            — Burada tebliğ sunan arkadaşların ortaya yeni bir konu getirdiklerini belirterek başlamak istiyorum. Fakat tabiî burada övücü lâflar söylemenin bir anlamı yok. Katkıda bulunmak gerekiyor.

Benim kanaatime göre, —teknik olarak söylüyorum— riba yasağı, öncelikle madenî para rejiminin şartlandırdığı bir ortamda değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bugün kâğıt para rejimi vardır. Kâğıt para rejimi ile madenî para rejimi arasındaki farklılıklar belirtilseydi riba konusuyla daha iyi anlaşılırdı kanaatindeyim.

Buradan hareketle çalışmaların tarihî gibi görünmesine rağmen pek de tarihî olmadığını söylemek istiyorum. Çünkü İslâm iktisat tarihiyle kapitalizm tarihi arasındaki farklar belirtilmeliydi. İslâm tarihinde bir «bankacılık» tecrübesi vardır; Banka işlemleri, cehbezler, sarraflar vardır. Bunlar mevduat toplarlar, kredi verirler. Çeşitli yollardan yatırımları, ticareti finanse ederler. Bu, uzun asırlar devam etmiştir. Poliçe, havale uygulaması İslâm'ın dahâ ilk asrından beri vardır. Çek, Farsça bir kelimedir. Bugün bu şekliyle Batı dillerine geçmiştir. Havale senetleri vardır. Beytü'l-mal denen kuruluş, takas odası veyahut kliring-house işlevi görmektedir. Emisyon bu kurum aracı ile düzenlenmektedir. Sade banka değil, Merkez Bankası işlemlerine benzer işlemler yapılmaktadır.

Muhatara denen rehin işlemlerine dayalı kredi verilmektedir. Ve bu Batı'ya da geçmiştir. Yani İslâm dünyası bankacılık tecrübesi açısından Batı'yı da etkilemiştir. Tebliğlerde tecrübenin yeteri kadar değerlendirilmediğini görüyoruz.

Burada, Batı'daki sermaye birikiminde faizin çok etkili olduğu söylendi. Belki bu iç sermaye birikimi açısından doğrudur. Fakat sanıyorum Batı için önemli olan sanayi kapitalizmini finanse eden iç sermaye birikiminden çok dış sermaye birikimi, yani sömürgecilik olayıdır. Sömürgecilik olayı bence sermaye birikiminde birinci etkendir.

Faiz kelimesi ribayı karşılar-karşılamaz. Ancak şunu biliyoruz; Osmanlılarda 17-18. y.y.'lara kadar faiz, bugünkü anlamda kullanılmıyor. Gelir, kâr anlamında kullanılıyor. Mukataa faizi dendiği zaman mukataanın elde ettiği kâr anlamındadır. Ve 19. y.y.'lın sonlarında ancak bugünkü anlamı kazanmıştır.

Bankacılık tecrübesine ek olarak, vakıf bankalarının fonksiyonları yeteri kadar aydınlatılmadı sanıyorum. Fatih'ten itibaren sadece İstanbul'da bini aşkın vakıf «banka» vardır. Vakfedilen paralarla kredi veren vakıf bankalar vardır. Bunlar daha önce yapılmış içtihatlara, meselâ para vakıfları İmam Züfer'in içtihadına dayanıyor. Yani sadece Osmanlıların düşündükleri, uyguladıkları bir şey de değil.

Şunu sormak istiyorum: Tebliğde, serbest rekabetin esas alındığını görüyoruz. Ancak, tebliğcilerin öngördüğü tarzda, vakıf şeklinde kurulan bankalar ve hukukî rizikosu devlet tarafından üstlenen bankalar «serbest rekâbet”i bozup tekel oluşturmazlar mı?

Arif ERSOY

— Burada biz faizsiz bir modeli ortaya koyarken, faiz vardır-yoktur tartışmasını yapmıyoruz. Faiz, vardır ve ortadadır. Tarih boyunca da uygulanmıştır. Bunun neticeleri de meydandadır. Zaten konumuz onu tartışmak değildir; konumuz acaba faizsiz işleyen bir model nasıl ortaya konabilir. Bunun tartışmasını yapmaktır.

Burada konuyu lâiklik açısından da ele almak, bence tutarlı değildir. Biz konuyu iktisadî olarak ortaya koymaya çalışıyor. Hiç bir zaman belli kurallarla bazı konular bilimsel tartışmanın dışına çıkartılamaz. Bu nedenle burada biz iktisadî bir konuyu ele alıyoruz. Ve iktisadın genel kuralları çerçevesinden konuya yaklaşıyoruz. Başka bir şekilde ele almış değiliz.

Faiz, ekonomik bir kurumdur. Biz bunu, ekonomik bir kurum oluşunu inkâr etmiyoruz. Yalnız, insanlık tarihi boyunca kurumlar, belli işlevler için kurulmuştur. O kurumlardan daha tutarlısı, daha yararlısı ortaya çıkarsa işlevini kaybeden veya yanlış bir fonksiyon gösteren kurum da illa ayakta dursun demeye de ihtiyaç yok benim kanaatime göre. Kaldı ki faiz konusunda müslüman olmayan bir çok kişilerin de aleyhde görüşleri vardır. Zaten üretim-tüketim dengesi iktisadî açıdan ele alınıp incelenirse bu konu da ortaya çıkar. Onun için konunun bu yönü üzerinde durmaya çalışıyoruz.

Bazı arkadaşlar meseleyi fıkhî açıdan ele alıp-almama konusunu ileri sürdüler. Bu konu bu seminer kadar büyük bir araştırmayı gerektirir. Bu nedenle biz, konunun delil yönlerini, fıkhî yönlerini burada ele almıyoruz. İlerde yine böyle bir seminer düzenlenirse yalnız delil yönünü ele alıp inceleyebiliriz.

Faizin nominal ve reel faiz olduğu olayı var. Biliyorsunuz, faizin tanımında da arkadaşımız belirtti: Her türlü artma ve eksilme yani nominal-reel faiz, faiz olduğu gibi negatif faiz de faizdir. Bunu kabul ediyoruz. Acaba karşılıklı borçlanmada nominal faizle reel faiz arasındaki ilişki sıfır olursa ne olur? Tabiî ki iktisadî açıdan burada faiz sözkonusu değildir. Yani, enflasyon oranı ile faiz oranı eşit olursa, iktisadî açıdan burada bir değer değişmesi söz konusu değildir. Bunun da iktisadî ve fıkhî yönünü burada tartışmak istemiyoruz.

Konuyu ele alırken geçmişteki uygulamalar, günümüzdeki uygulamalar tartışmasına da dönüştürmek tutarlı değildir. Topluluklar sürekli olarak değişmektedirler. Dolayısiyle toplulukların iktisadî sorumlulukları da değişir. Geçmişteki çözümler örnek olarak alınır. Ama, geçmişteki çözümün aynını günümüzde uygulamak mümkün değildir. Çünkü toplum, aynı toplum değildir; sorunlar, aynı sorunlar değildir.

Nitekim, bizim modelimizde ortaklık aşamasında tam uygulanacak olan bir model olarak ortaya konmuştur. İnanıyoruz ki burada sorulan soruların çoğu toplantı sonunda açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Biz geçmişi incelerken bugünkü sorunlara çözüm arıyoruz. Yani, geçmişteki sorunları bugüne aktarıp onlara çözüm arama gayreti içinde değiliz. Şu andaki sorunlar nedir? Onlar üzerinde durmaya çalışıyoruz.

Abdülaziz kardeşimizin âkile ile ilgili sorusu: Dr. Süleyman Akdemir kardeşimizin tebliğinde açıklanacağı gibi bizim modelimizde 4 çeşit âkile vardır:

1 — İktisadî, 2 — Siyasî, 3 — İlmî, 4 — Ahlâkî âkiledir.

Buradaki âkile, iktisadî anlamdaki âkiledir.

Osmanlı toplumu her haliyle bizim geçmişimizdir. Bu açıdan bunu kabul etmek zorundayız. Zaten başka bir alternatifi yoktur. Yalnız, konu, geçmişte olup-bitenleri devamlı tartışmak değildir. Geçmiş, zaten geçmiştir; geri gelmesi mümkün değildir. Yalnız, geçmişi tamamen yerin dibine, batırmak doğru olmadığı gibi, geçmişi gökyüzüne çıkarmak da bilim dışıdır. Geçmişin tutarlı taraflarını alırız, aynını yapmak için değil, daha iyisini yapmak için bakarız geçmişe. Geçmişin tutarsız tarafını alırız, ondan daha fazla kaçmak için değerlendiririz. Bizim Osmanlı toplumuna bakış açımız budur.

Hasan Selçuk kardeşimizin sorusu:

«Mevcut finans kurumları ile bu yeni model arasındaki fark nedir?»

Bizim modelimizde banka, yani kredi   alan, mevduat kabul

eden ve kredileşmeyi sağlayan bir kuruluş olduğu için kâr amacına yönelik değildir. Çünkü, modelimize göre değişim araçları üzerinde oluşan kârlar faizdir. Bunun iktisadî açıklaması çok vakit alacağı için burada yapmak istemiyorum.

Bizim banka, değişim, mübadele araçlarının mevduat ve kredi ilişkisini düzenlerken değerleri azaltıp çoğaltmaz ve bu ilişkilerden dolayı da kâr elde etme amacını gütmez. Çünkü, bizim banka modelimizde, bankacılık hizmetleri alt yapı hizmetleri olarak kabul edilmektedir. Banka nakit alış-verişi yaparak kâr yapma durumunda değildir. Yaparsa, carî bankalarda olduğu gibi tekelleşme eğilimleri kaçınılmaz olur, çünkü serbest piyasa, serbest rekabet kurumu, mekanizması marjinal faydası ile miktarı arasında ters ilişki bulunan piyasalarında geçerlidir. Para'da bu kural geçerli değildir. İnsan ne kadar çok paraya sahip olursa, o kadar daha çok ister. Ayrıca para servet ve gücün kaynağıdır. Belli ellerde ve merkezlerde toplanması iktisadî dengeyi bozduğu gibi sosyal dengeyi de bozan bu nedenle para alıp-satma veya parayı dolaştırma sureti ile kâr yapma, sonunda tekelleşmeyi kaçınılmaz hale getirir.

Finans kurumları ile ilgili şu hususu arz etmek istiyorum: Vural Savaş hocamız da bu konuya biraz değindiler. İslâm tarihinde bugün belli bir gelişme merhalesindeyiz:

Bu, işçilik merhalesinin son aşaması, ortaklık merhalesinin de ufukta göründüğü bir aşamadır. Bu aşamada Orta çağda yani aynî ve paralı mübadelenin etkin olduğu dönemde geliştirilen kurumları emek mübadelesinin yaygın olduğu bu dönemde aynen uygulamak büyük sakıncalara yol açar, nitekim açmaktadır da. Bu nedenle kuruluş veya arayış halinde bulunan bu kurumlar, madem ki faizsiz bir uygulama içine girmek istiyorlar; faizsiz bankacılık konularını bilimsel olarak inceletmeleri gerekir. Karşılaştığımız yeni sorunlara yeni çözümler bulunmaya çalışılmalıdır. Bilimsel araştırmalara dayanılarak yapılan uygulamalar başarılı olacak ve bu hususta, tutarlı uygulamalar yapılacaktır. Yoksa salt o dönemdeki murabaha ve mudaraba işlerinin aynen uygulanmaya kalkışılması; ve carî faizli işlemlerden basit yollarla kaçınılmaya çalışılması, gerekli ilmî araştırmaların yapılmaması ileride çözümü güç olan bazı sorunlara yol açacaktır.

Hasan Selçuk kardeşimiz, «Banka yalnız ortaklara hizmet verecektir.» diyor. Evet, bizim önerdiğimiz banka ortaklarına hiz-

met verecektir. Ama bu bankaya veya bu bankayı kuran kuruluşlara ortak olmak zaten güç bir şey olmayacaktır. Belli aidatları ödeyen ve mukaveleleri benimseyen üye kabul edilecektir.

Murat Çizakça meslekdaşımız «Faizin bütün tek tanrılı dinlerde yasak olduğunu» belirttiler. Gerçekten faiz, 17. y.y.'la kadar, hemen hemen yeryüzünde bütün dinler ve bütün filozoflar tarafından yasak kabul edilmiştir. Nedeni de meydandadır. Niçin yasak edildiği herkesçe bilinir.

17. y.y.'da Batı'da işçilik merhalesine gelindiği için sermaye terakümünün yapılması zorunluydu. Büyük sermayeye ihtiyaç vardı. Büyük sermayenin toplanabilmesi için bu müesseseden yararlanılmıştır. Bu nedenle de burjuva değer ölçülerinden- hareket eden bir çok düşünür bunun çeşitli yorumlarını yapmışlardır. Yorumların bir kısmı burada anlatılmıştır. Klâsik düşüncede, Keynesci düşüncede bu yorumlar açıkça yapıldığı için üzerinde durma gereği duymuyorum.

Bugün, sermaye terakümü İslâm dünyasında nasıl olacaktır? İşte bizim kanaatimiz, bizim modelimiz, öyle inanıyoruz, bu soruya cevap vermek için ortaya konmuş olan bir modeldir. İnanıyoruz ki faizsiz ortaklık modeli veyahut da faizsiz banka modeli İslâm dünyasında, küçük sermayelerin bir araya getirilerek büyük teşebbüslerin kurulmasını, desteklemesini sağlıyacak bir modeldir. Nitekim biz bunu dar da olsa kendi bünyemizde uyguluyoruz. Bunun da nasıl olacağı ve nasıl işleyeceğini arkadaşlarımız anlatacaklardır.

İlhan Yardımcı Bey, 1960 yıllarından itibaren yaygın çalışmalar yapıldığını belirtti. Bu konu ile ilgili çalışmalar 60'lı yıllardan önce de vardı. Yalnız gündeme 60'larda geldi.

Bu konuda üç tür yaklaşım var:

1. Bazı ilim adamlarımız, faizi müslümanlık yasakladığı için faiz konusunu ağzınıza aldığınız zaman hemen bir ön yargı ile sanki bunu biz dinî bir tartışma yapacakmışız gibi konuya yaklaşıyorlar. Âdeta faizin havarileri vs müdafileri kesiliyorlar. Onun için, faizsiz bir şey dediğiniz zaman, hemen akıllarına geçmiş geliyor. İnançları böyle oluşturulmuş. Onun için bu konuya zinhar yaklaşmayalım diyorlar; âdeta konunun ele alınması tabulaştırılmaktadır. Halbuki bir ilim adamı ve araştırmacı için tabu yoktur.

Bu konuya Üniversitelerimizde bir eğilim maalesef yoktur. Saygıyla andığımız çok az sayıda hocalarımız bu konuya eğilmektedirler. Üniversiteli bilim adamlarımız bu konuya eğilmedikleri için daha çok batılılar konuyu gündeme getirmişlerdir. Türkiye'de bu konu ele alınmış değildir. Halbuki her şeyden önce bu konuya bilimsel olarak eğilmek zorundayız. Bazıları faizsiz birşey olmaz diye kabul etmektedir. Olmaz diyebilmemiz için araştırmalıyız, bütününü ortaya koymalıyız ki sonunda olmaz demeliyiz. Ama baştan olmaz dersek zaten olmaz.

2.Müslümanların yaklaşımıdır: Haramdır. Araştırmaya, tar-
tışmaya gerek yok. Bu konuda geçmişte uygulaması var mı? Geç-
mişte bakıyorlar: İki tüccar arasında bir mudarabe, bir ortaklık
ilişkisi var; bunları aynen aktarmaya çalışsak nasıl olur?

Bu fikirde olanlar da aynen tabu imiş gibi ele alınmasını istemiyorlar. Zaten kendileri faizli uygulamanın içindeler ve çoğu bundan memnun zaten.

Bazı bilim adamları da yalnız fıkhî konuları bildiği, iktisadî konularda bilgileri sınırlı olduğu için verdikleri yorumlarla iktisat arasında çelişkiler oluyor. Çelişki olduğu için de hayata aktarmak mümkün olmuyor. Farazî sözleriyle haram sayanlar, davranışları ve hayatlarıyla faizli sistemle bütünleşen böyle müslümanlar için faizsiz yeni bir uygulamaya gitmeye veya bir model geliştirmeye ihtiyaç yoktur.

3.Nasıl faiz kurumu üzerinde araştırma yapıyorsak, faizsiz
kurum üzerinde de araştırma yapmalıyız. Bu konuda da iktisadî
çalışmayı sürdürmemiz gerekir.

Kur'an faizi kaldırdı. Vardı ki kaldırdı ve faizin dışında bir çözüm yolu da vardı ki faize karşılık olarak, onun yerini alacak şekilde kabul edilmiştir.

Alternatif yoktur demek için de araştırmak zorundayız; vardır demek için de, bilimsel olarak. Yani bilim adamının vardır demesi de, yoktur demesi de bilimsel çalışma ve bulgulara dayandırılmaktadır. Bunun için benim kanaatim bu konuda yeryüzünde yeni araştırmalar, arayışlar vardır, bu seminer gibi bir çok yerlerde seminerler yaplıyordur, bunların sonunda mutlaka tutarlı çözümler ortaya çıkacaktır.

Burada biz modelin ana hatlarını ortaya koymaya çalışıyoruz. Aslında tebliğlerdeki bilgiler özetin özetidir. Bu nedenle iktisadî analizi yeterince yapmadığımızı kabul ediyoruz.

Bir de firma, işletme olarak nasıl işleyeceklerini de burada yeterince anlatmadık. Arkadaşlarımız yarın bunu belli ölçüde anlatacaklardır.

İslâm bankaları veya finans kuruluşlarının bugünkü durumunu ele aldığımız zaman, bu kuruluşlar bir yandan banka işlevini, diğer yandan ticarî faaliyetleri yapmaya çalışıyorlar. Kendileri belki direkt ticaretle uğraşmıyorlar; ama bir nevi ticaret akitlerini yaptırmakla görevli kuruluşlar oluyorlar. Bu nedenle sistemin akışı ve işleyişinde, geçmişte olduğu gibi günümüzde önemli sorunlar vardır. Sorun vardır demek çözüm değil. Bunlar araştırılırsa mutlaka tutarlı çözümler bulunulacaktır. Burada ben şahsen finans kurumlarını, bu konularda araştırma yapmaya ve mevcut araştırmaları desteklemeye davet ediyorum. Diyorum ki tarafları aldatmamak esastır. Veren-alanın kayba uğramaması gerekir. Eğer toplumumuza, insanlığa hizmet sunmak istiyorsak, bilimsel olarak bunu ortaya koyup karşılaşılan sorunlara tutarlı çözümler aramamız gerekir.

Bugüne kadar yapılan çalışmalar yetersizdir. Bir de faizden kaçıyoruz demekle faizden kaçmış olmayız. Kredileşme ve mevduat ilişkilerinde tarafların rızalarının dışında değerlerini artırmadan dengeyi nasıl sağlıyacağız? Bunun yollarını bulmamız gerekir. Soru soran ve eleştiride bulunan arkadaşlara teşekkürlerimi arz ederim.

Ali SAYI

— Şu tartışma ortamı son derece olumlu bir ortamdır. Ülkemiz, bu zemine gelinceye kadar, çok sıkıntılar çekmiştir. Bu itibarla «Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat çıkar.» hakikatine binaen, tekraren vurgulayarak belirtiyorum ki, ülkemiz için şu zemin halk, ilim adamı; halk-devlet bütünleşmesi için son derece önemlidir.

Konumuz faizsiz bir ortaklık sistemi ile bankacılıktır. Bu konuda müracaat edeceğimiz kaynaklar, faize dur diyen İslâmî kay-

naklardır. Bunu, lâikliğe aykırılıktır diyerek nitelemek doğru olmasa gerektir. Bir hakikate ulaşmakta elimizdeki bütün materyallerden yarararlanmak zorundayız.

Önemli olan hakikati bulmaktır. İnanıyoruz ki Kur'ân'da hakikat dışı bir şey yoktur. Ama eğer bizde zaaf eseri olarak yanlış bir şey meydana getirmişsek zaaf bizdedir. İlim de budur zaten: Söyliyecek, düzelteceğiz.

Ülkemizde gerçekten reel ve nominal faiz kavramı önemlidir. Fakat, şunu da vurgulamak gerekir ki bu nakitlerini, tasarruflarını faize yöneltenler bir istatistiğe tâbi tutulsa sanıyorum orta direğin altında olanlar değillerdir.

Bizim iddiamız, tezimiz şudur: Türkiye'de zaten bu nominal faiz, yani para değerinin düşmesinden kaynaklanan değer kaybı, faiz mekanizması dolayısiyledir.

Sayın Abdülaziz Bey'e teşekkür ederim. Gerçekten tebliğimde öyle bir kanaat uyandıracak ifade vardır. Ancak, atalarımı, dedelerimi suçlamak gibi bir yönüm olmadığını özellikle belirtmek isterim. Yalnız, «riba» kavramının «ribh» lafzı içersinde yürütüldüğünde İsrar ediyorum.

Vakıf-evkaf defterlerini açtığımız zaman şunu görüyoruz: Asl-ı vakf, nakit; hâsıl fi's-sene, belli bir miktar, belli bir akçe; Yıllık hâsılat, beşbin; bu beşbin akçeyi falana, falana hayra harcayın. Bu düpedüz, İslâmiyet'in beyan ettiği ribadan başka bir şey değildir.

Belki bunu yapmak zorunda kalmıştır. Çünkü, mekanizmayı kuramamıştır. Kurma imkânları, yolları tıkanmıştır. İşte, ilim adamına düşen, neden bu yola girilmiştir? Bunu tesbit etmektir.

Para vakıfları, uygulama olarak evet, mümkündür. Hadîsde geçen, aslını habsetmek, semeresini dağıtmak hâdisesi, para için söz konusu olmaz. Paranın semeresi, faizdir. Parayı vakfettiğiniz zaman faiz olur zaten. Bunu İslâmî kabul etmek mümkün değildir. Bunun için Osmanlıyı suçlamak değildir.

Orada bir hususa işaret ediyorlar: Bir akitde iki tane satış olur mu? Parayı veriyor, ondan sonra aynı akitde kitap satıyor. Ödediği fazlalık, o kitabın karşılığı oluyor. Makul müdür bu? Sınırlan zorlama, sınırları aşma değil midir bu?

«Faizin tartışmalı olduğu» konusunda şu noktayı belirtmek için söylemiştim: Faiz yetmişüç babdır diyor Hz. Peygamber. Yani miktar olarak 73 bâb değil de çokluktan kinaye olabilir. Gerçekten, faizin tesbiti, tarifi oldukça güçtür. Meselâ: Mekîlât, mevzûnât mıdır? Bu gibi hususlar İslâm fıkhında uzun tartışmalara yol açmıştır.

Faizin «z» ile olması meselesi ise Kur'ân'da «fâizûn» denildiği zaman «kazananlar, feyizlenenler» manasınadır. Hatta bir gazete yazarı makalesinde, faize karşı olanlarla alay etmişti. Kur'ân'da işte «Eshâbü'l-cenneti hümü'l-fâizûn» diyor. «Cennet ashabı ve feyizlenenler» lâfzını onlar faiz alanlardır diye değerlendiriyordu. Bu endişe ile ben bu konuya açıklık getirmek istedim. Zaten, kendilerinin de belirttiği gibi «dadla» «Fâid» şeklindedir.

Sayın Tabakoğlu'na teşekkür ederim. Gerçekten, sermaye birikiminde dış sermaye sömürgeciliğinin çok etkisi olmuştur. Muhtemelen bunların yatırımlara yönlendirilmesinde belki faizin etkisi düşünülebilir.

Faiz kelimesinin 16-17. y.y.'larda kullanımı ve 19. y.y.'daki kazandığı mânâ ile ilgili izahı için de çok teşekkür ederim.

Sayın İlhan Uludağ hanımefendi bir hususu belirttiler; Yani, Bir sermaye riziko karşılığı veriliyor; ortak olunuyor; faiz yok. Bir para emanet bırakılıyor; artışlar ve azalışlar verene ait. Burada da bir faiz yok. Ama, verilen sermaye şayet çalıştırıldığı zaman, artış devamlı bir tarafa intikâl ediyorsa burada faizli bir ilişki söz konusu, demek istedim.

Sayın Murat Çizakça'nın beyan ettiği husus; mudarabe sistemi bir yatırım şirketi şeklinde nitelenebilir. Halbuki banka farklı fonksiyonları ifa etmek üzere kurulan bir teşebbüstür. Ama, tasarrufların yatırımlara yönlendirilmesi bakımından, mudarabenin etkisi çok büyüktür.

Erol ZEYTİNOĞLU

 

— İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'nın «Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli» konulu ilmî toplantısı bu konuşmalarla sona eriyor.

Ben oturum başkanı olarak tek görevim, zamana hâkim ola-

bilmek ve zamanı tebliğci ve müzakerecilere taksim edebilmek görevidir.

Burada çok değerli fikirleri, değerli konuşmaları istemiyerek kestiğim için şahsen özür dilerim.

Bir hususu da dile getirerek toplantıya son vereceğim:

İslâmî İlimler Araştırma Vakfı, çok yerinde bir düşünce ile «Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli”ni tartışmaya açmıştır. Bu tartışmanın ilmî olmasını istemiştir. İlmî kelimesi, çok mukaddes bir kelimedir. Bu ilmî toplantıyı, böyle bir "ilim müessesesi'nde yapma teşebbüsünü göstermiş ve başarılı olmuştur. O halde, burada dogmatik, sabit, tabu fikirlere yer yoktur.. İlmî görüşlere yer vardır ve bu toplantı, ilmî bir şekilde başlamış ve devam etmiş ve tam anlamıyla gerek bu müesseseye, gerekse Vakfın istediği ilmî düzeye lâyık bir toplantı olmuştur.

Bu ilmî toplantıya katılan sizlere ve bu ilmî toplantıda fikir ileri süren tebliğ sahiplerine konuşmacılara, oturum başkanı olarak teşekkür eder, hepinizi hürmetle selâmlarım efendim.

 

DİPNOTLAR:

*- YAZAR-1950 yılında Tokat'ta doğdu, ilk ve Orta öğrenimini Tokat'ta, Yüksek öğrenimini l.Ü. iktisat Fakültesi ve Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirerek İstanbul'da tamamladı.

Diyanet ve Çalışma Bakanlığı bünyesinde çalıştı.

İ.Ü. İktisat Fakültesinde Doktora çalışmalarını sürdürüyor.

Hâlen 9 Eylül Üniversitesi ilahiyat Fakültesi TEFSİR Araştırma görevlisi. Evli iki çocuklu.

1- Faiz : Bazılarınca Z'nin hangi harf olduğu anlaşılmamaktadır. Bu karmaşadan yararlanmak isteyenler zaman zaman ortaya çıkmakta ve konuyu istismar etmektedirler. Nitekim günlük bir gazetede bir yazar, Kur'an'da yer alan «Ashab'ul-cenneti hüm'ül-fâizûn- (Haşr/20) âyetindeki Fâizûn kelimesini saptırarak, «Cennetin ashabı faizcilerdir» şeklinde bir yazı yayınlamıştır. Bilindiği gibi burada geçen Fâizûn kelimesinde yer alan kritik harf (dat) değil (ze)'dir. Bu kelime fevzden türemiştir (Bu yazı için bk. Günaydın, Teoman Erel).

2-     Kur'ân'da (zı) ile favz ve fayz kökünden kullanım yoktur.

-Mümin/44 (dat) ile fevd.

-Mâide/83, Tevbe/92, Bakara/198, Nur/14, Yunus/61, Ahkaf/8, A'raf/50 yine (dat) ile feyz.

-(ze) ile fevz kökünden ise Kur'ân'da 33 yerde geçmektedir (Bkz. Mu'cem'ül-Müfehres li Elfaz'ıl-Kur'ân'il-Kerim).

3-Mu'cem'ül-Füfehres li Elfaz'ıl-Hadîs'in-Nebevî/Concondance fevz madde-
sidir.

:4-Kur'an, 11/275 (iki kez), 276, 278, III/130, IV/161, XXX/39

Hadisler. Bkz. TAHÂVİ, Şerh-ı Ma'ân'ü-Âsâr. IV/64-71. tahkik, Mu-hammed Zühri en-Neccâr. I. Bsk. 1979/Beyrut. Kitab-ı Sarf Bab-ı Riba.

Fıkhi kaynaklar; Kudûri, Mülteka, İhtiyar li TaiıFiI-Muhtâr, Riba Bölümleri (Bab-ı Riba).

Bütün bu kaynaklarda Faiz lafzını karşılayan terim RİBA'dır. Herhangi bir şekilde faiz lafzının ekonomik anlamda kullanımı da söz konusu değildir.

5- Bununla ilgili örnekler (Bkz. BARKAN Ö. Lütfi; AYVERDİ E. Hakkı.
İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 953' (1546) ).
a/(301) Asl-ı Vakıf                         Hâsıl fi'ssene

        Nakdiye    10,000                            1.000

Şart-ı Vakf

Meblağ-ı merkum Rıbhinden Mahmut Paşa Mescidi'nin imamına ve Nasuh Çelebi'den sonra Hâce Üveyis Mescidi'nin müezzinine yevmi birer akçe verilip günde birer cüz okuyalar.

b/(305) Vakfı mezbur 5.000 akçe vakfedilip sarf eylemiş ki rıbhından bezzâzistan kapısı, çukacılar çarşısı yanında olan sikâye mesâlihine, iki ayda bir yevmi ikişer akçe ve altı ayda yevmiye birer akçe verile ve ciheti tevliyet 100 akçe ola. Diğer örnekler için bkz. 316, 336, 346, 358.

Osmanlı devletinde NAKİT VAKIFLARInın cevazı konusunda Şeyh'ul- İslam Ebu's-Suud Efendi'nin (1490-1575), «Risâletün fî Cevâz-ı Vakf’ın Nükûd» adlı eserinden bahsolunmaktadır. Ancak, Ebu's-Suud efendinin çağdaşı bir din bilgini olan BİRGİVÎ Mehmet Efendi'nin, nakit vakıfları konusundaki görüşlerinden dolayı Ebu's-Suud efendiyi şiddetle tenkit ettiği, kaleme aldığı «Seyfün sârimun fî 'adem-i cevâzi'l-me-kil ve'd-derâhîm» isimli eserinden anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bkz. AYDEMİR Abdullah, «Ebus-Suud Efendi» Diyanet İşleri Bşk. Dergisi XII/2,3.1973. Ankara)

Para vakıflarıyla ilgili olarak bkz. ŞİMŞEK Mehmet, «Osmanlı Cemiyetinde Para Vakıfları Üzerine Münakaşalar». Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Derg. XXVII. 1985. Ankara sh. 207... vd. «Bu makalede para vakıflarının cevazına dair fetva ve eserlerle, karşı görüşler zikredilmekte özellikle BİRGlVl Mehmet Efendi'nin nakit vakıflarının caiz olmadığına dair görüşü belirtilerek, zira faiz olur dediği ifade edilmektedir».

Bu konuda ÂSİM Efendi'nin Kamusunda Ribanın izahını yaparken kullandığı; «Muamelede olan kadr-ı meşrudan mütecaviz fazla ve ziyadeye Riba denir, AKÇANIN RIBHI... gibi» ifadesi dikkat çekicidir.

Abdülaziz döneminde % 12'yi, Abdülhamit döneminde % 9'u aşmamak kaydıyla yapılan faizli muameleleri düzenleyen nizamname için bkz. ı. tertip düstûr c. V sh. 775-776 ve c. I sh. 268-269 Ankara, 1937.

6-    El-İhtiyar li Ta'lîl-il-Muhtar. II. 28»

«Tevliye maliyetine, Murabaha (Rıbh) kârıyla. Vedia noksanına bey' dir.»

7-    Ibn Abidin, Mecmu at ül-Resâil, Neşr'ül-Örf. II 116-117
Schacht Joseph. islam Ansiklopedisi Riba maddesi.
Tirmizi. Kitabu ticaret,
85. «Riba 73 babtır...»

Ibn-i Teymiye. Mecmu'ay-i Fetavây-ı İbni Teymiye Q. 1383. 29. cilt sh. 470-471

8-    Kur'an. 11/275; «Faiz yiyenler şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalk
tığı gibi kalkarlar... Kim (faize) dönerse onlar ateştedir, orada ebedi
kalacaklardır».

11/276; «Allah faizi mahveder»

11/279; «Eğer böyle yapmazsanız, o taktirde Allah ve Resûlüyle savaşa girdiğinizi bilin»

Hadis; «Faiz 73 babtır. Bunların günah itibariyle en ehveni, bir kimsenin annesiyle nikahlanması gibidir...» Tirmizi, Ticaret, 85.

9-  Padel W. Steg L. Dela Legislation fonciere Ottoman, sh. 4 Paris, 1904.

10-Ahteri Kebir, ASIM efendi, Kamus (feyz) maddeleri.

11-Asım, II, 1289. «Nitekim hadiste, karnı göğsü tüm berâber anlamında ve dümdüz anlamı lafzıyla ifâde edilmiştir» II. 1291.

12-Alp Sabahat ve A. Rıza Büyük Osmanlıca Lügat, Faiz maddesi. Burada faiz lafzının mânâsı verilmiş.

13-ZAGRAVÎ A. Fehmi. Istılahât-ı Ticariye ve Tarifat-ı Kanuniye, sh. 22 1308 ist.

14-MEUNÎER Dauphın, Bankacılık Tarihi, Çev. Akıncılar Aykut, sh. 7-10, 19 Akbank Yay. 1969, istanbul.

«Mezopotamya'nın Uruk şehrinde bulunan M.Ö. 3400-3200 senelerine ait Kızıl Mabedin bilinen en eski mabed olduğu ifade olunmaktadır ki, bu mabed kredi verme işlemlerinin başlangıcını teşkil etmektedir (Meunier, 7,8). Hammurabi'nin Babil'inde kredi veren kurumlar içerisinde mabedlerin son derece önemli yer işgal etmesi câlib-i dikkattir.

M.S. 591 yılında Suriyeli bir bankacının kraldan bankacılık yapmak üzere Paris Piskoposluğunu satın alması yine  bu   yönden   mühimdir(Meunier, 37).

15- ilk dönemlerdeki Tanrı-İnsan ilişkileri için bkz. YALVAÇ Kadriye, TOSUN Mebrûre, Sümer, Babil, Asur Kanunları, Ammi Şaduka Fermanı, Türk Tarih Kurumu Yay. sh. 181-185.

16-   Fidye için bkz. YALVAÇ Kadriye TOSUN Mebrure Sümer, Babil AsurKanunları... sh. 188 Md. 32.    MEUNlER, 8

17-Kur'an. Tevbe, 34-35. Bkz. KUTUP Seyyid. Fî Zilâl'il-Kur'an, VII/270 «Tarih şahittir ki insanlar büyük servetleri Kilise ve Havralara götürüp din adamlarının ellerine teslim ediyorlardı» demektedir.

18-MEUNIER, 9

19-MEUNIER, 9

20-MEUNİER, 9

21-Kur'an, Tevbe, 34 de, «Haham ve rahiplerin insanların mallarını batıl yolla yediklerini» anlatmaktadır. Âyetin tefsiri için bkz. KUTUP Seyyid, Fi Zilâl... VII/,270 «Batıl yollarla malı yeme yollarından biri de, papaz ve hahamların FAİZ muamelelerinden sağladıkları kazançtır»

22-GÜN ALTA Y Şemseddin. Türkiye Tarihinin İlk Devirlerinden Yakın Şark Elam, Mezopotamya. Türk Tarih Kurumu yay. VIII. seri No. 3 Ankara 1937 sh. 391

23-MEUNIER, 9

24-GÜNALTAY, a.g.e., s. 392.

Burada tetkike imkân ve  fırsat bulamadığım bir noktayı problem olarak ortaya koymak istiyorum:

Mezopotamya'da Sümerler'de uygulanan faize SİBTU deniliyordu (MEUNIER, 9. YALVAÇ, TOSUN, 299 Akadça sözlük bölümü.)

Kur'ân'da ise Yahudilerin ayrıldığı herbir kola SIBT, çoğulu Es-bat denmektedir (Kur'an. Bakara, 140, Âl-i lmran/84, Nisa/163, A'raf/ 60).

Ayrıca Tevrat'ta tesniye bölümünde Amorrular lafzı geçmekte bunların putperest olduğu söylenmektedir.

Amorru'lar ise M.Ö. 2057-2044 yılları arasında yaşamış Akad'ın başkenti olan BABİL'de bağımsızlığını ilân etmiş ve Babil'de böylece I. sülâleyi kurmuş kabiledir (MEUNlER, 9,10).

Ayrıca yahudilerin faiz muâmelelerindeki maharetleri bilinmektedir. (MEUNlER, 38, ERGlN Feridun. Para ve Faiz Teorileri, sh. 133, 134.

Kur'ân'da, Nisa. 161, «Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, YASAK EDİLMİŞKEN FAİZ ALMALARI ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine helal kılman temiz şeyleri haram kıldık...» ayetiyle yahudilerin riba almaktaki ısrarlarına işaret olunmaktadır. Bu şekilde işlerini yürüten bir topluluğun faiz hesaplarında ustalaşacağı şüphesizdir.»

Bütün bunlardan sonra bende, Mezopotamya'da yahudilerin bu dönemler itibariyle ekonomik hayatta etkilidirler ve yoğun şekilde ilk defa faizli muameleleri başlattıkları için, Faiz onların her bir gurubunun ismi olan SIBTU şeklinde isimlendirilmiştir, kanaati doğmuştur.

25-ERGİN Feridun, Para Siyaseti, sh. 33 1. Üniv. İktisat Fak. Yay. 197 îst. .   MEUNlER, 15-23

26-MANSEL Arif Müfid, Ege Yunan Tarihi, sh. 186-191

 27-KUREŞÎ Enver İkbal, Faiz Nazariyesi ve İslâm, sh. 42, İrfan Yayınevi, İst. 1972

28-ERGİN, Para Siyaseti, -194-197

29-TAHAVİ, IV/64... Nesie Ribasıyla ilgili hadisler bu babta toplanmıştır.

30-TAHAVÎ, IV/65

31-«M.Ö. 2000'li yıllarda borçlar yazılı bir mukavele ile tesbit edilir, verilen borç yüzünden SIBTU tabir edilen bir faiz teminini öngörülürdü., carî nisbet, zahire ve hurma için ana sermayenin l/3'ünü teşkil eden % 33, maden için % 20 idi. (MEUNlER, 9).

32-«iki kile buğdayı bir veya iki veya üç kile arpa mukabilinde veresiye olarak satmak da caiz olmaz» bkz. BİLMEN Ömer Nasûhi, Hukuk-ı Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, VI/105, Bilmen Yay. 1970. Hadiste şöyle geçmektedir; «Arpanın hurmayla PEŞİN OLARAK fazlalıkla satılmasında bir beis yoktur.» TAHAVÎ, IV/66

33-Buharî Tecrîd-i Sarih, VIII/3. el-lhtiyar, 11/33-

34-BİLMEN, VI/111

35-Kur'ân'da Bakara Sûresi 275-281. âyetleri, riba ve ona müteallik durumları konu edinmiştir. 282 ve 283. Âyetler ise Tedâyün Âyetleri olarak isimlendirilmiştir. Bu âyetler İbn Abbas tarafından «Selem Âyeti» olarak bildirilmiştir ve ayrıca bu âyetler hakkında «Allah Ribayı haram kıldığı zaman, selemi ibaha etti» demektedir (Bkz. BEYDÂVÎ, Envar'ut-Tenzil Esrarut'Tevil, I. 440-NESEFÎ. Medariku't-Tenzil, Hakâ'  iku't-Te'vil, 1/440, HAZİN.  Lübâbü't-Te'vil fi Maâni't-Tenzil Tefsirler için bkz. Mecmau't-Tefâsir, 1/439-440)

36-    BİLMEN. VI/III-112; el-lHTİYAR, 11/34

37-Bu şartlan ihtiva eden Bakara, 282-283 âyetleri üzerinde Akevler bünyesinde yapılan bir çalışma sona erdirilmiş, yine Akevler Bilimsel Araştırma Merkezi'nce (ABAM) ilk fırsatta neşri düşünülmektedir.

38-KUREŞÎ Anvvar Iqbal, Faiz Nazariyesi ve İslâm. sh. 5 çev. Tuğ Salih irfan yay. 1972. ist.

39-a.g.e., 52

40-a.g.e., 52

41-a.g.e., 53

42-a.g.e., 54

43-TİRMİZİ, Büyü', 71, 72, 76; İBNİ MÂCE, Ticaret, 20; DÂRİMÎ. Büyü', 26; Ahmed b. HANBEL 11/175, 179, 305.

44- Hz. Peygamber'in şu hadisi bize bu konuda ışık tutabilir; «Benden sonra bir kısım idareciler sizi idare edecektir. İyiler iyilikleriyle, kötüler de kötülükleriyle sizi idare edecektir. Hakka uygun olan her husustaonlara itaat edin, dinleyin.İyilik ederlerse bu,hem  sizin için hem de onlar için iyidir. Kötülüklerde bulunurlarsa sizin lehinize, onlarınsa aleyhinedir» Bkz. Maverdi Ebu'l-Hasan, Ahkâmı Sultaniye s. 5 çev. ŞAFAK Ali, Bedir yay. İst. 1976.

45-Şaka ile de nikâhın akdolunacağı ve bu konudaki şakanın dahi ciddi olduğunu ifade eden hadis için bkz. EBU DAVUD, Talak, 9; İBNİ CE, Talak, 13; TİRMÎZİ, Talak, 13.

46-Mergınâni, HİDAYE, 111/27-28 «Bey'de alıcı ve satıcı için muhayyerlik şartı caizdir. Ebu Yusuf'a ve imam Muhammed'e göre bu süre üç gündür. Ebu Hanife'ye göreyse üç günden fazla olması caiz olmaz. Yine Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre süre belirlenmişse 20 güne kadar bu uzatılabilir.

47-Hadis iki varyantla vâriddir; Birincisi «Zarara karşı zarar yoktur.» şeklindedir. Bkz. İbn MÂCE, Ahkâm, 17; Muvatta, Akziye, 31; Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, V/227. ikincisi, «Lâ zarar ve lâ ızrar» şeklindedir. Bkz. Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, 1/212.

48-Kur'an. Nisa, 29.

49-Nisa, 29. Tefsiri için bkz. Beydavi, Envaru't-Tenzil (Mecma'u't-Tefasir) II/57/Zemahşeri, Keşşaf, 1/502 Beyrut/ELMALILI, 11/1342 «Bu kaynaklar IV/29 âyetini bey' sırasındaki icab ve kabulde akitlerin RIZASI olarak anlamakta», NESEFÎ, Medarik 11/57 (Mcm. tfs) ise «Muhayyerlik» şeklinde değerlendirmektedir.

 

                                                                 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler