Afganistan.. İslam, devlet, düzen.. Adil Düzen-5
Kaldığımız yerden devam…
“HİLAFET
Bunun da Kur’ân-ı Kerim’de defaatle geçtiğini görüyoruz. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı yeryüzünün halifesi sıfatına sahiptir. Burada hilafet dendiği zaman “birinin yerini alma, birinin yerine geçme ve onun namına tasarruf etme salahiyetine sahip olmayı” anlıyoruz. Dolayısıyla ister Allah’ın halîfesi olalım, ister Allah Teâlâ’nın bize bu sıfatı uygun gördüğünü düşünerek yeryüzünün halifesi olalım durum aynıdır; ikincisinin üstten bağımsız olmadığı ortadadır. Yani, insanın yeryüzündeki tasarrufu, tayine istinat eder ve kayıtlıdır. Hilafetin en üst kamu yöneticisine sonradan unvan olarak verildiğini biliyoruz. Ama Kur’ân terminolojisine göre her insanda, bilkuvve özellikle de her sâlih müminde bilfiil bu vasıf vardır, olmalıdır. Bunun yüklediği misyon, ilâhî iradeyi yeryüzünde pratiğe aktarma misyonudur. Şimdi bu sıfatla bir fert, hayatında Allah iradesini tatbik etmekle yükümlüdür. Kamu alanında bu iradeyi tatbik etmek nasıl bir mekanizmayı gerektiriyorsa, onu kurmak da yine fertlerin ve onların oluşturduğu toplumun vazifesidir. İşte buradan devletin mekanizması, makamları, o makamlara uygun olan insanlar ve vasıfları... ortaya çıkar.
Bey’at
Kamu alanında ilahi iradenin hakimiyeti ile fert-kamu temsilcisi arasındaki ilişkinin gereği olan kavramıdır. O halde ben, bendeki hilafet yükümlülük ve selahiyetini, kamu adına kullanmak üzere bir yerlere, birilerine vermeliyim, şartlı olarak vermeliyim ve o kişi, şartlara riayet ettiği müddetçe de ona itaat etmeliyim. Böylece birinci kavramla da bağlantı kurmuş olduk. İşte bu akdin adı bey’attır. Bu yüzden, bey’atı alelade bir seçimle eş tutmak pek doğru değildir. Bey’atta, diğer anahtar kavramlarla bağlantılı, daha geniş, daha derin, daha aşkın manalar vardır.
Meşveret (şûrâ, danışma)
Bu kavrama gelince, kamu hayatı, toplum hayatı gerekli kıldığı için bir fert hilafet çerçevesinde sorumlu olacaktır. Ve bir şartla onu, kamu hayatında selahiyetli kılmamız gereken makamların başına getirdik. Bizim o makamlara karşı, o makamların bize karşı hak ve sorumlulukları vardır. İşte bu da denetim ve şûra sorumluluklarıdır.
Meşveret, sadece Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu için değil, arz etmeye çalıştığım siyaset teorisinin bütünlüğünün iktizâsıdır. Diğer kavramlarla yan yana getirdiğimiz zaman, denetim mekanizması gündeme gelir. Bunun Kur’an’daki karşılığı emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l münkerde de bulunabilir. Meşveret (şûrâ) meclisi tesis edildiği zaman, bu meclisin temelde iki vazifesinin olduğunu görürüz:
Birincisi: Bunlar halk adına, yönetime danışmanlık yaparlar ve fertlerin denetimine açıktırlar. Çünkü bütün fertler onlara bu selahiyetlerini bir şartla devretmişlerdir. Bu şartların yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek bütün fertlerin vazifesidir.
İkincisi: Denetimin kaynağı da burasıdır, bu meclistir. Toplum genişleyip yapılanması şekillendikçe, danışma ve denetimde temsîlî sistem bir zaruret olarak meydana gelmiş olur.
Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker çerçevesinde itaat için gerekli olan şartların otoriteye devredilmesi ya da hal’edilmesinin (görevden uzaklaştırılmasının) ne şekilde olacağı fıkhi açıdan nasıl açıklanmıştır? En başta itaat kavramından hareketle, kendisine itaat edeceğimiz Ülü’l-emr’in bir takım şartları taşıması gerektiğini de çıkarmıştık. Biz bu insanı, bu şartları taşıdığı için, bu vazifeyi yerine getireceği umuduyla bir makama getiriyor ve denetliyoruz. Ya şartları kaybettiğini ya da yetersiz kaldığını gördüğümüzde, Allah’ın bizi yükümlü kıldığı vazifeyi yerine getiriyoruz. Fıkıh diliyle konuşmak gerekirse, küfre, zulme, fıska, fücura sapan ya da yetersiz hale gelen bir selahiyet sahibini o makamdan uzaklaştırmak (azletmek, hal’etmek) ümmetin vazifesidir. Burada pek ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak tatbikatında söz konusudur. Dengenin ve düzenin sağlanması ve önceliklerin belirlenmesi tartışma konusudur.” (Devamı var)