Metin Kabakcı
İnsanlığın İftihar Tablosu
2.10.2014
4587 Okunma, 3 Yorum


Allah, insanlığa son peygamber olarak Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) göndermiştir. Hz. Muhammed’e iman; Allah’a imanla eşit, ona eşdeğerde olup Tevhid akidesinin ayrılmaz, bölünmez bir parçasını teşkil eder. Tevhid akidesinin özü ise; insanlığın nihai hedefi en yüksek değer, en yüce makam, Allah’a imandır. Allah’a imanın cevherini Mârifetullah, bunun saadet ve nimetini Muhabbetullah oluşturur. Allah’ı Tanıma ve Allah’ı Sevme şeklinde iki esaslı unsuru ihtiva eden Allah’a imanın kopmaz parçası, Hz. Muhammed’i sevme, O’nu tanıma ve O’nun yolundan gitme ilkesidir.

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizler gibi beşerdir; ancak O peygamberdir; Allah’ın insanların arasından seçtiği elçidir. O’nun her hâli, peygamberliğine, risalet ve nübüvvetine şahiddir, delildir. O’nun bazı tavır ve davranışları olağanüstüdür; ancak O, genelde bize (Sünnet olarak) bıraktığı mânevî mirasında sadedir, mütevazıdır. O’nun Sünneti, her insanın dilerse yapabileceği, hayatına düstur hâline getirebileceği türdendir. Çünkü O, ferdî, içtimâî, ekonomik, siyasî, kalbî ve zihnî bütün hâl ve hareketleriyle Allah tarafından insanlığa numune-i imtisal olarak gönderilmiş rehberdir, tek önderdir. Dünyevî ve uhrevî mutluluğun kaynağı O’nun tavır ve hareketlerindedir, O bu yönüyle insanın yücelmesini, Allah’a giden yolda mesafe katetmesini sağlayan yegâne imamdır, sevilecek, tâbi olunacak tek örnektir. O, bir rehber ve peygamber olarak kendisine tâbi olan insanın akıl ve iradesinin çalışmasını sağlayan, kendisine ümmet olma bahtiyarlığına eren kişiye en üst insanlık haysiyet ve şerefini bahşeden İlâhî kudretin aramızda dolaşan mücessem ve müheykel suretidir. Mücessem rahmettir.

“O’nun Yolundan Gitmek”le kastettiğimiz; Hz. Resul’un zaman ve mekân itibariyle çok uzakta olmasına rağmen aslında O’nun her an kendisine inanan ve tâbi olanla birlikte olduğu şuurunu yakalamaktır. Daha açık bir ifadeyle bu, ümmet şuurunu canlı tutmak, O’na ümmet olanın bunu kuru bir iddia hâlinden çıkarmasını sağlamak için, Hz. Peygamber’i her zaman yanında, beraberinde hissetmek, görmek, O’nu müşahhas bir hâlde her zaman düşünmek, tasavvur etmek, bir an bile hatırından çıkarmamak anlayışıdır.


Kur’ân’da Allah sevgisi, Hz. Peygamber’e tâbi olma şartına bağlanıyor. Allah’ı sevdiğini iddia edenin, Hz. Resul’ü sevmesi gerekir. Allah’a ve Resul’e itaat, Kur’ân’ın, birlikte zikredilen bir başka talimatıdır. Allah’ı sevdiğini iddia edenin bunu ispat etmesi gerekir. Bunun ispatı ise, son peygamber olduğu kesin olan Hz. Muhammed’in dinine uymakla olur. Eğer bu itaat yoksa Allah’ı tanımak ve O’nu sevmek, kuru bir iddiadan öteye geçemez. Bunun için Allah’ın sevdiği Zât’ın yolundan gitmekten başka çare yoktur.


Sevginin bir tür irade, eğilim olduğu kesindir. Allah ve Resulü’ne sevginin ayrım kabul etmeyeceği aşikârdır, itaat da aynı durumdadır. Hz. Peygamber’in yolunda olmak, O’nu kendi öz nefsinden aziz bilmekle olur. Sevgiyi, itaati, her şeyden önce O’na tahsis etmekle olur. Çünkü O, Kur’ân’ı en kâmil şekliyle okuyan, anlayan, açıklayan Mübeyyindir, Mübelliğdir. Allah’ın âyetlerini okuyandır.


Kur’ân’da, Allah, Resulü’ne itaati Kendisine itaat kabul etmiştir; hattâ müminlerin O’nu kendi nefislerinden daha çok sevmeleri gerektiğini belirtiyor (Ahzâb 6). Bu sevginin teşekkülünün birinci ve tek âmili samimiyettir, içtenlikle Hz. Resul’e bağlanmaktır. Sürekli olarak Hz. Peygamber’e müracaat eden, O’nu tek rehber bilen kimse için kalbinde peygamber sevgisinin olmaması düşünülemez. Ancak bu iş ciddiyet ve vakar isteyen bir iştir. Ciddiyeti, vakarı olmayanın sevgisi, Hz. Peygamber’le beraberliği de olamaz.


Hz. Peygamber’in yolundan giden, aslında Kur’ân’la beraber, Allah’ın yeryüzünde mümin bir halifesi olarak Allah’la birliktedir. Çünkü o, Kur’ân’ın hayat sahnesine geçirilişi demek olan Hz. Peygamber’in Sünnet’inin bir uygulayıcısıdır. Sünnet’e bütünüyle sahip çıkan, Kur’ân’a sahip çıkmış demektir. Hz. Resul Kur’ân’ı nasıl tebliğ ve tatbik ettiyse, O’nun yolunda olan da, aynı şekilde günümüzde Kur’ân’ı tebliğ ve tatbik edecektir.


Hz. Peygamber’in yolundan giden, Kur’ân’ı hayat sahnesine koyan, O’nu en iyi anlayan ve yorumlayan bir nevi “Yürüyen Kur’ân”, “Yaşayan Kur’ân”, “Canlı Kur’ân” olan Hz. Muhammed’e her bakımdan benzemek için, tecessüm eden bir Resulüllah olma arzu ve iştiyakını hissetmektedir. Bu arzu ve iştiyak, mümine Kur’ân ve Sünnet’le gelen mükellefiyetlerin en küçüğünü bile icra ederken büyük mutluluk bahşeder.


Hz. Peygamber’in yolunda olmak şeklinde sürekli bir düşünce ve fikrî gayret, müminin kendini yenilemesini, kendisini tekrar okumasını ve temelden bir muhasebe yapmasını sağlar. Bu düşünce ile mümin;

1- Kur’ân’ın ve Sünnet’in gerçekliğini fiilen ortaya koyar, onları bir defa daha hayatına geçirme ameliyesine girişir. Sahih akaidini tekrar etme, onu her an yenileme cehdinde bulunma azmini yakalar. Kur’ân ve Sünnet’in, topyekûn İslâm Dini’nin hedefi; Allah’tan başka ilâh olmadığı, Mabudun ancak Allah olduğu temel inancını kalblere yerleştirmekten ibarettir. Bu tevhid inancının özü olup, Bir’e bağlanmak demektir. Kur’ân ve Sünnet her türlü dualizmi, şirki, beşerî tapınmaları, itaati ve sevgiyi Allah ve Resulü’nden başkasına tahsisi reddeder. Resulü’ne itaat ve sevgi haddizatında Allah’a itaat ve muhabbet olduğu için değer taşır. Kur’ân ve Sünnet ayrı ayrı birimler değildir; biri diğerini tamamlayan unsurlar olup, birbirinden ayrılmaz, insanlığın sahip olduğu en değerli mânevî hazinelerdir. Onlara denk bir değer yoktur. Diğer şeylerin değeri de onlarla irtibatına bağlıdır. Bu ikisinden kıymetli başkaca değer yeryüzünde mevcut değildir.


Hz. Peygamber’in yolundan giden Kur’ân ve Sünnet’in gerçek hak olduğu bilincindedir. İkisini bir mütalâa ederek Kur’ân’ı asıl, Sünnet’i O’nun şerhi ve hayata uygulanışı olarak kabul eder.

2- Mümin, nübüvvetin mecazî mânâda temsilcisi olma şuur, şevk ve heyecanını taşır. Nübüvvet makamı son temsilcisini Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile görmüştür. O’nun son peygamber olduğu artık başka bir peygamber gelmeyeceği kesindir. O, tebliğ ve tatbik görevini tam mânâsıyla yerine getirerek Dâr-ı Bekâ’ya intikal etmiştir. O’nun tebliğ ve tatbik görevi ümmetine miras kalmıştır. Hz. Muhammed’in ümmeti gerek cemaat, gerekse fert olarak O’nun cihanşümul görevini üstlenmiştir. Kur’ân’da bu görev açıkça Müslümanlara bırakılmaktadır (Âl-i İmrân 104. ve 111. âyetler). Dini öğrenme ve öğretme görevi topyekûn Müslümanlara bırakılan ve onların şevkle ve heyecanla bugüne kadar ifa ettikleri en faziletli ve şerefli bir görevdir. Müslüman bu kutsal vazifesini yerine getirirken sanki Nübüvvet Makamı’nın son sahibi Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir şerefli temsilcisi hüviyetinde kendini hisseder.

Müslümanlar tarih boyunca bütün idarecileriyle, velâyet makamında velileri ve bağlıları ile tebliğ, irşat, talim ve neşir faaliyetlerini üstün bir gayretle yerine getirirken bir de icazet müessesesi gibi bir kurum oluşturarak Hz. Peygamber’in yolundan gitmenin en güzel örneklerini vermişlerdir.


İcazetle, bir önceki neslin bir sonraki nesle daha sağlam, daha gelişmiş bir tarzda devrettiği ilmî miras ve metodoloji, hayatın bütün şubelerinde kendini göstermiştir. Bir yandan Kur’ân ve Sünnet’e dayalı vahyin yorumunu yapan ilmî disiplinler, Kelâm, Fıkıh ve Usulü, Tefsir, Hadis, Tasavvuf tedvin olup gelişirken, diğer yandan yine vahyin bir başka açıdan değerlenip yorumlanması demek olan tabiî ilimler alanında büyük gelişmeler olmuştur. Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir tek olarak kabul edilmesi ve bunun kalben tasdik edilmesi demek olan Tevhid inancı Müslümanları iten başlıca faktör olmuş, bu inançla hareket eden Müslümanlar gerek soyut gerek somut plânda fevkalâde büyük araştırmalar yapmışlar ve eserler vermişlerdir. Müslümanların sadece Kur’ân’ın ve Sünnet’in yorumlanması mânâsına anlaşılan doğrudan dinî ilim disiplinleri yanında Matematik, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe, Mantık ve Biyoloji gibi ilimlerde de başarılı olmaları birlikçi, Tevhidî bir dünya görüş ve inanışından kaynaklanmaktadır. Hem dünya hem de âhirette başarılı olmanın sırrı, birini öteki için feda etmemektir. Dünyada başarılı olmak isteniyorsa ilme, ahirette başarılı olmak isteniyorsa ilme, hem dünyada hem de ahirette başarılı olmak isteniyorsa yine ilme sarılmaktan başka çare yoktur.


Bu gerçeği çok iyi anlayan Müslümanlar icazet müessesesi gibi mânevî bir müessesenin yardımıyla bütün ilim dallarında Hz. Peygamber’e varan zincirler oluşturarak toplumu içten bir ağ gibi saran hayat damarları meydana getirmişler; fert ve ümmet olarak ilmin hizmetine gönüllü katılmışlardır. Akıllarıyla, kalbleriyle, irade ve güçleriyle toptan ilme köle, hâdim olup bir büyük medeniyetin, İslâm medeniyetinin kuruculuğu şerefini kazanmışlardır. Bu medeniyetin temeli vahye dayanır, nübüvvete, risalete, peygamberliğe istinat eder. Ferdin ve toplumun dünyada ve ahirette kuvvetli olması için tek çare vardır: İlim. İslâm’ın temeli olan Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ın bilinmesi, gerçek olduğunun cihana ilanı da ancak ilimle mümkündür. Zîrâ Kur’ân bu gerçeği böyle ifade etmektedir:

“Bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur.” (Muhammed, 19)
“Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O’ndan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir...” (Âl-i İmrân 18)

Geniş ve genel anlamda bir medeniyetin kuruluşu, yaşayışı ve yükselmesi ilme dayandığı gibi ferdin de hayatta başarılı olması ancak ilimle kabildir. Buradan hareketle, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadîsleri ışığında, bir Müslüman’ın neleri ne kadar bilip bilmemesi münakaşa edilmiş, ilmihal bilgisinin herkese farz oluşu üzerinde karar kılınmıştır. İlmihal bilgisinin temelini inanç, akide esasları teşkil eder. Ayrıca kişiye lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi anlamında fıkıh bilgisi de gereklidir. Bir mesleğin, bir sanatın ve ticaretin bilgisi kişiye ne kadar lazımsa o kadar, belki ondan daha fazla ilmihal bilgisi lazımdır.


Bunların dışındaki ilimlere gelince, onları bilmek, öğrenmek ve öğretmek toplumun görevidir. Toplunun sağlıklı, huzurlu, güvenli, dış ve iç düşmanlara karşı kuvvetli olabilmesi için içlerinden bir grubun gerek dinî gerekse diğer ilimler sahasında yetiştirilmesi şarttır. Bunların görevi vahye dayalı, Tevhid inancına bağlı, nübüvvet gerçeğinden beslenen toplumu daha ilerilere götürmek ve dinin yaşanmasına hizmet etmektir. Tarihe baktığımız zaman görülen manzara şudur. Mekke’de bir peygamber zuhur ediyor, o zamana kadar silik, hareketsiz, köşede sıkışmış kalmış bir çöl kavmini ayağa kaldırıyor. Bunlara bir heyecan ve aşk veriyor, Tevhid aşkı... Ellerine bir meşale veriyor, ilim meşalesi. İnançla ilim birleşiyor, İslâm medeniyeti oluyor. Onlar bu Medeniyeti İslâm’a komşu kavimlere takdim ediyorlar. Pekçok millet İslâm'a koşuyor. Türkler Müslüman oluyor ve bütün güç ve heyecanlarıyla İslâm’a sarılıp hayatlarından aziz biliyorlar onu. İlimde, fende, sanatta, hukukta, idarede insanlığın bazen imrenerek, bazen kıskanarak baktığı eşsiz başarıların, zaferlerin sahipleri oluyorlar. Bu başarı ve zaferlerin sebepleri araştırıldığında karşımıza onların ilme verdikleri değer çıkıyor. Onlar Hz. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mirasının en güzel şekilde korunacağı gerçeğini ilimde gördüler. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olabilmenin, O’nun ahkâmının uygulanmasının, sağlam bir İslâm toplumu vücuda getirmenin ancak ilimle mümkün olabileceğini anladılar ve bunu pek çok örnekle çocuklarına, torunlarına ispat ettiler, gösterdiler.

Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin devamının ancak ilimle mümkün olabileceğini söylerken kastedilen bunlardır. Nübüvvetin her devirdeki temsilcileri âlimlerdir. Âlimleri Kur’ân’da Allah övüyor. Hadîste Peygamber övüyor. İlmin yok oluşu âlimlerin yokluğuna bağlanıyor. Âlimlerden yoksun emirlerin, idarecilerin başarılı olamayacağı kaydediliyor. İmamın âlim olması şartı getiriliyor. Velâyet makamındaki velinin de âlim olması isteniyor. Şu hâlde Hz. Peygamber’in Yolundan Gitmek söz konusu olduğunda; Müslümanları yönetmede adalet, imamet, Müslümanların mânevî dünyalarını irşada velâyet, Müslümanların zâhir dünyalarını tanzimde ve talimde icazet, ilim şeklinde kabul edilirken bütün bunların temelde ilme dayandığı ortaya çıkmaktadır. Zîrâ “Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir.” (Buhârî, ilim 10; İbn Mâce, mukaddime 17)


3- Hz. Peygamber’in yolunda olmak duygusu Müslüman’a zamanda ve mekânda diğer Müslümanlarla özdeş olma his ve heyecanını verir. Tarihte ve zamanımızda yaşamış ve yaşamakta olan sayıları Allah tarafından bilinen milyarlarca Müslüman’la aynı imanı, aynı değerleri, aynı kaderi paylaşmanın kişiye verdiği mutluluk ve güvene paha biçilemez. Tarihteki başarıların bugünküler için nasıl birer kamçı görevi görmeleri gerekiyorsa, günümüzde yeryüzünde dağılmış aynı dünyevî ve uhrevî idealleri paylaşmış; dili, rengi, örf ve âdeti farklı iki milyara yakın insanla birlikte olma düşüncesi de, Müslüman’da Hz. Peygamber’e layık ümmet olma arzusu uyandırmalıdır. Haddizatında tarihte ve günümüzde Müslümanlar Hz. Peygamber’in kendilerine değişik yollardan intikal eden Sünnet’ini uygulamakla bir davranış birliği meydana getiriyorlar. Müslümanların zâhirdeki kimliğini belirleyen ve başka hiçbir toplumda görülmeyen bu davranış birliğinin kaynağı doğrudan Hz. Peygamber’in Sünnet’idir. Kuzeyden güneye, doğudan batıya, bir Afganlı ile bir Sudanlı, bir Filipinli ile bir Arnavut Müslüman günlük yaşamlarında, diğer insanlarla münasebetlerinde, her türlü hâl ve tavırlarında aynı davranışları sergiliyorsa bunun sebebi onları şu veya bu şekilde, bilerek veya bilmeyerek Hz. Peygamber’in yolundan gitmenin örneklerini sunmalarıdır.

4- Hz. Peygamber’in yolunda olmak düşüncesi Müslüman’a ruhî kemal, psikolojik tatmin sağlar. Hayattan beklenen kişinin mutluluğudur. Mutluluk ise ahlâkî kurallara uyumla sağlanır. En güzel ahlâkî kurallar, kişiyi hayatta mutlu edecek dinamik prensipler, Hz. Peygamber’in yaşayışında ve O’nun bıraktığı Sünnet’inde bulunmaktadır. Tarih, O’nun hayatını kendi hayatına örnek almış ismi bilinen ve bilinmeyen mânevî önderlerle doludur. En yakınları dört halifeden itibaren isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz mâneviyat dünyamızın bütün büyük yıldızları hep O’nun nebevî hayat pınarından su içmişlerdir. O’nun aile, ibadet, günlük hayatı; ruhî kemal, psikolojik tatmin, mutluluk arayanlar için tesiri hiçbir ilâçta bulunmayan şifalar taşır. Siyeri, Hadîsleri ve topyekûn Sünnet’i kendilerine baş tacı edenler Hz. Peygamber’in yolundan gitmenin hazzını, zevk ve heyecanını, sonsuz mutluluğunu kesintisiz yaşarlar.

5- Kendisinin devamlı surette Hz. Peygamber’in yolundan gittiğini düşünen Müslüman, mutlak surette bir şahsiyet âbidesi, bir uyumluluklar, dengeler, ölçüler ve ibretler manzumesi olan Hz. Resul’ün hayatından etkilenir ve böyle bir Müslüman’ın ferdî bütünlüğü pekişir. Ferdî bütünlüğü sağlam olan fertlerden oluşan toplumun da sosyal tabanı kaygan olmaz. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ferdi ve toplumu, psikolojik ve sosyolojik açılardan tam bir huzura kavuşturan kanunların ve ilkelerin vâzııdır. Ferdin kendi bünyesinde toplumun da kendi içyapısında sahip olması gereken dinamikler O’nun fert ve toplum hayatının her safhasında görülebilir. O’nun sosyal bir toplum önderi olarak, şirk toplumundan bir Tevhid toplumuna dönemin Araplarını nasıl getirdiğinin çeşitli açılardan izahı yapılabilir. Yine O’nun, bir fert olarak, çocukluğundan, gençliğinden itibaren nasıl bir zenginlik ve duyarlılık içerisinde bulunduğunu görmek ve bunu hissetmek gerekir. Hz. Peygamber’in ferdî ve ictimaî hayatı O’nunla birlikte hayata bakmak isteyenlere geniş ve engin ufuklara çağırmaktadır.


6- Hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in yolundan gitmek duygusunun Müslüman’a kazandıracağı en büyük fazilet, yetki ve sorumluluk şuuruyla aksiyon adamı olmaktır.


Allah insanı yetkili kılmıştır ve sorumluluk vermiştir. İnsan imandan ve küfürden birini seçmek yetkisine sahiptir ve bunların sorumluluğu da ona düşer.


Müslüman yetkisini iman için kullanmış, Müslüman olmuştur. İman, İslâm kişiyi sorumlu kılar. Müslüman’ın bu sorumluluğu İslâm’a karşıdır. Allah’a, Resulü’ne, Kur’ân’a, tarihe, zamana, nefsine, ailesine, hayata ve istikbale karşı sorumlu olan Müslüman’ın iki gününün eşit geçmemesi gerekir. Bu düşünce Müslüman’ı aksiyon adamı, faaliyet adamı yapar. Müslüman, Allah’a hakiki kul olmanın şuurunda olarak attığı her adımıyla, Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzemenin şevk ve heyecanıyla, yetki ve sorumluluklarının bilincinde olmakla hayatı bir faaliyetler, başarılar alanı hâline getirir. Kendisi huzurlu ve mutlu olduğu gibi çevresine de huzur ve mutluluk saçar. İmrenilen bir hayatın sahibi olarak kendisine sürekli gıpta edilir.


Hz. Peygamber’in yolunda olanlar, kâfirlere karşı serttirler, kendi aralarında merhametlidirler. Hz. Peygamber, Allah’ın Resulü olarak bize Kur’ân’ı bırakmış, Sünnet’i bırakmış, yaşanacak bir hayat bırakmış, ebedî risaleti, ebedî saadeti bırakmış... Ebedî risalete sarıl, ebedî saadete kavuş...

O ne büyük peygamber, O ne büyük rehber...
Sen Ahmed-i Mahmud-u Muhammedsin Efendim,
Hak’tan bize Sultan-ı Müebbedsin Efendim.

 


YorumcuYorum
hakansarilar
08.10.2014
11:25

"O bir rehber ve peygamber olarak kendisine tabi olan insanın akıl ve iradesinin çalışmasını sağlayan kendisine ümmet olma bahtiyarlığına eren kişiye en üst insanlık şeref ve haysiyetini bahşeden İlahi kudretin aramızda dolaşan mücessem ve müheykel suretidir."

Teslise böyle ulaşıldı. Bir tasavvuf muhibbi olsam da bu kelimeleri(kavramları) çok sorunlu buluyorum.

Hüseyin Kayahan
10.10.2014
07:53

İnsanoğlu övgüde sınır tanımaz. İnsan tarafından yapılan en büyük övgü de maalesef, yine insana yapılmaktadır. Bu sadece müslümanlara has bir durum da değildir. Baba tarikat şeyhini ulular, oğlan taptığı futbolcuyu ulular, kız uğruna ölmeyi düşündüğü şarkıcıyı ulular, vs. Her yerde durum aynıdır.

Buna edebiyatta "mübalağa sanatı" diyorlar. Biraz abartmak, insanı psikolojik olarak rahatlatır. Yapılan yanlış; bunun bir edebiyat olduğunu unutup, gerçekliğine inanmaktır. Yapılan abartmalar daha sonra sanki gerçekmiş gibi algılanmaya başlar. İşte felaket budur.

Filhakika insan, Allahın halifesi olmak vasfıyla, her türlü övgüyü hak eder ama bu kıvanç, insan olan herkes için geçerlidir.

Kuran'da defaatle "ben sizin benzeriniz bir beşerim, bana yalnızca vahyolunuyor" denmesine rağmen, peygamberi de ulularız ve hatta uçururuz. Betimlemelerde neredeyse Allah ona tapacaktır. Ona öyle vasıflar izafe edilir ki, Allah Allah. Ucu bucağını bilmediğimiz evrenin yaratılmasını bile ona borçluyuz... Mübalağanın en son merhalesi de bu olsa gerektir. Bu bir edebiyat olarak kaldığı sürece sorun olmayacaktır, ama bunu gerçek sayarsak işler biraz karışır.

Saygılarımla.

H.kayahan

Cüneyt Özcan
30.12.2014
11:25

Peygamber ifadesi sanırım Kur-anî bir ifade değil? Dil alışkanlığından kurtulması zor elbet!





Son Eklenen Makaleler
Metin Kabakcı
TÜRKİYE YARGISINA GÜVENİLEN ÜLKE OLMALI
12.02.2018 3381 Okunma
Metin Kabakcı
GÜVENLİK
9.02.2018 3178 Okunma
Metin Kabakcı
Çıktın
16.12.2017 3670 Okunma
Metin Kabakcı
TAHİR İLE ZÜHRE HİKÂYESİ
8.12.2017 12065 Okunma
2 Yorum 08.12.2017 09:18
Metin Kabakcı
ÜLKEDE İYİ PARTİ RÜZGARI ESİYOR
6.12.2017 3965 Okunma
2 Yorum 08.12.2017 00:53
Metin Kabakcı
HAYATIN DİSİPLİNİ NAMAZ
4.10.2015 6532 Okunma
Metin Kabakcı
BAKARA SURESİ 275. AYET
24.03.2015 5358 Okunma
Metin Kabakcı
FAİZ KONUSU
24.03.2015 5042 Okunma
Metin Kabakcı
İNSANLIĞIN İFTİHAR TABLOSU
2.10.2014 4308 Okunma
Metin Kabakcı
İnsanlığın İftihar Tablosu
2.10.2014 4587 Okunma
3 Yorum 30.12.2014 11:25
Metin Kabakcı
Bekaroğlu, AKP’li arkadaşlarına seslendi: Hani ‘a
2.10.2014 4208 Okunma
Metin Kabakcı
Bekaroğlu, AKP’li arkadaşlarına seslendi: Hani ‘a
2.10.2014 4313 Okunma
Metin Kabakcı
MÜSLÜMANLAR
13.06.2014 4669 Okunma
Metin Kabakcı
METİN KABAKCI'DAN: FENAFİLLAH, BEKABİLLAH MAKAMLARI
21.02.2014 19521 Okunma
Metin Kabakcı
DEVİR NAZARİYESİ
16.02.2014 12250 Okunma
Metin Kabakcı
KIYAMETİN ZAMANI
16.02.2014 4858 Okunma
Metin Kabakcı
KIYAFETNAME ESERDE İNSAN BEDENİ
5.02.2014 8553 Okunma
Metin Kabakcı
VAHDET-İ VÜCUT
26.12.2013 6896 Okunma
6 Yorum 03.07.2014 13:26
Metin Kabakcı
SAYIN BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN HAZRETLERİ BUNLARI
21.09.2013 4768 Okunma
Metin Kabakcı
SAYIN BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN HAZRETLERİ BUNLARI
21.09.2013 4763 Okunma
Metin Kabakcı
PEYGAMBER VE SÜNNETE OLAN İHTİYAÇ
20.09.2013 4900 Okunma
Metin Kabakcı
Tefekkür imanı kurtarır
20.09.2013 5022 Okunma