GÜNÜN YAZISI

Koronavirüs düşmanımız mı?

Çoğumuz adına Koronavirüs (Covid 19) denen canlının nelere “kadir olduğu”nu anlamış bulunuyoruz. Biyolojik ve tıbbi teknik dille bu virüsün çeşitli özellikleri anlatılıyor, medya neredeyse 24 saat bunu anlatmakla meşgul, iyi de oluyor.

Gezegenin maruz kaldığı musibetler bundan ibaret değil. Şubat-2020’de Taif, Ürdün, Suriye ve Filistin’de kopan fırtına tepeleri birbirine katmış, ağaçları yerlerinden sökmüştü.  Tıpkı 1915’lerdeki gibi milyarlarca çekirge İran’da, Yemen ve Doğu Afrika’da geçtikleri yerleri  istila etti, babaannem kara bir bulut gibi ufukta gözüken çekirge sürülerinin istila ettikleri tarlalarda tek bir buğday tanesi bırakmadıklarını anlatıyordu. Bu olay “Musa Dağ’da Kırk Gün” romanında da anlatılır, o zaman çekirge sürüsünün güzergahı Toroslar üzerinden doğuya doğru imiş. Umman’ın yerleşim yerlerini basan karıncalarla, Tayland’ın ise sokaklara inen binlerce maymunla başı dertte. Aylardır Türkiye’de deprem fırtınası yaşıyoruz.

Bu bizim yaşadığımız ilk felaket olmayacak, sonuncusu da. 1350’lerde Avrupa’yı saran veba salgını kıta nüfusunun 1/3’ünü yok etmişti. Bazı bilim adamları feodaliteyi parçalayanın bu olduğunu söylüyor.  15. yüzyılda Amerikan kıtasını tam bir helake sevkeden yine bir mikroptu. Sömürgeci beyaz adamın kıtaya taşıdığı veba, sıtma, çiçek ve kolera mikrobu sayesinde 60 milyonluk nüfus yüzde 10’a düştü; mikrop yanında tüfekle Avrupalı kıtanın tamamını kolayca ele geçirdi. Jared Diamond, “Tüfek, mikrop  ve çelik” kitabında bunu detaylarıyla anlatır. Diamond’a göre, Batı’yı batı-dışı dünyaya karşı maddi üstünlüğe sevkeden asıl sebeplerden biri bu afet oldu.

Her bir tabiat olayı ve felaketin kendine özgü bir sebebi ve anlamı var. Aralık-2019’da Çin’de ortaya çıkıp sonra Avrupa kıtasını merkez üs edinen koronavirüs milonlarca insanın hayatını tehdit altına sokan boyutlara ulaştı.

Neredeyse beşer türünün hasmı ilan edilen söz konusu virüsün aslında bizden farklı olsa da neticede bir canlı olduğunu unutuyoruz. İbn Sina (öl. 1037), mikrop denen varlığın farkına varmıştı, “bizi hasta eden göremedğimiz bir canlı”dan söz ediyordu, sonraları mikroskopla bu canlıyı görebilir hale geldik.

Peki, mikrop (virüs, bakteri) nedir?

 “Kün (Ol)!” emrinin bir tecellisinden sonra külli nefs yaratıldı; bunun en alt düzeydeki türevi bitkisel (nebati), orta mertebede hayvani, üst mertebesinde ise beşeri türevi bulunuyor. İlk iki varlık mertebeleri de kendi aralarında –bize göre- sayılamaz düzeylere, türlere ayrılıyorlar.

Bütün canlıları motive eden faktör hayatta kalabilmek güdüsü. İnsanın iki motivasyonundan biri idame-i hayat için “haciyat” dediğimiz temel ihtiyaçların karşılanması, diğeri bununla bağlantılı olarak güvenliktir. Bu alt düzeydeki canlılar içen de söz konusu.

Bitkisel ve hayvani nefs mertebesinde olan canlılar kendi güdüleri doğrultusunda hareket ettiklerinde başkalarına zarar verirler; bitki ve hayvanlar için de aynı şey geçerli. Ancak bu Darwin’in düşündüğü gibi olmuyor. Bir canlı diğer canlı ile beslenir ama onun türünü yok etmez, aslanlar geyik vb. canlılarla beslenir ama geyikler veya aslana yem olanlar tabiattan yok olmuyor, nesillerini devam ettiriyorlar. İnsan hem bitkisel hem hayvansal gıdalarla beslenir. Mülkün Sahibi cisimlerle beraber bitkiyi ve hayvanı insanın istifadesi için yaratmış, onları musahhar kılmış ama varlığın gerçek sahibi, maliki ve sahibi kılmamıştır. İnsandan beklenen hayatını idame ettirirken başka varlıkların nesillerini yok edecek saldırılardan uzak durması; kendisine zarar verici tür olsa da kendini zararından koruma tedbirleri alırken o türün neslini yok etmeye kalkışmamasıdır. Yılan ve akrep öldürücüdür, onlara karşı kendimizi korumakla yükümlüyüz, öyle ki namazda isek hemen namazımızı bozarız ama yılan ve akrebi tabiattan tümüyle yok etmeye kalkışamayız.

Bugün bize ölümcül zarar verdiğini düşündüğümüz virüsle olan ilişkimiz de bu düzeyde olmalı. Koronavirus masumdur, temel güdüsüyle hayatını sürdürmek ister, bu onun hakkıdır, elbette canlı hayatın devamında, tabiatta gördüğü bir fonksiyonu var. Belki bu zaman diliminde yaratıldı, belki hep vardı ama uykudaydı, uyandı ve bir fonksiyon görmek üzere harekete geçti. Biz onun verdiği zarara karşı mücadele ederiz ama virüs bizim hasmımız değildir, o fıtratı icabı bir hayvan veya nesne üzerinden bize ulaştığında –veya bulaştığında- nefes borumuzdan ciğerlerimize gider ve orada kendi varoluşunu gerçekleştirirken bizi öldürür, bizim beslenmek amacıyla bir tavuğu, bir kuzuyu kesip yememiz gibi.

Bizim kendimizi koruma hakkımız onun bize ulaşmasını engellemek ama eğer yapıştığı ve ona taşıyıcı rolü oynayan yarasayı yemeğe kalkışırsak suç ne virüste ne yarasadadır, suç bizim yemekten sakınmamız gereken hayvanı yememizdir. Bize ait bir hatadan dolayı virüsü veya yarasayı düşman ilan etmemiz, asıl düşmanı gözardı etmemizden başka işe yaramaz.

Münzel Şeriat insana zarar verici şeylerin yenmesini yasaklamıştır; kadim hikmet ehli beslenme kültürünün insanın manevi ve ahlaki tekamülü veya tereddisiyle ilgili olduğunu söylüyordu, “tıp” ilmini geliştirmelerinin gayesi de buydu: Acaba hangi şeyleri yesek manevi ve ahlaki tekamülümüze yardım eder, hangileri ahlaki bozulmaya sebebiyet verir? Bugün besinlerin ve beslenme düzeninin beden sağlığı üzerinde doğrudan etkisi olduğunu herkes bilir. Dinlerin beslenmeyle ilgili koydukları kuralların tamamı ruh ve beden sağlığıyla ilgilidir. Yeryüzünde debelenen her canlıyı yemeye kalkıştığımızda başımıza bu türden musibetlerin geleceği mukadderdir. “Mukadder”i elini ateşe sokarsan yanar manasında kullanıyorum.

Bir hoca, koronavirüsün “Allah’tan bir kader” olduğunu söylemiş, “Kadere karşı gelinemeyeceğine göre yetkililerin uyarılarını dikkate almak yanında sabretmeli ve günahlarımızdan dolayı tövbe ve istiğfar etmeliyiz” diye eklemiş. Yetkililerin uyarılarını dikkate alma ve sürekli istiğfar etme tavsiyesi yerinde ama virüsün kitlesel ölümlere yol açması “kader” değil. Birçokları gibi bu hoca da “kader” ile “takdir”i birbirine karıştırmış, sonuçta kitleleri kaderciliğe davet etmiş. Ortada hükmünü icra eden bir kader varsa, tedbirin yani yetkili mercilerin uyarılarına uymanın da faydası yoktur. “Tedbir bizden takdir Allh’tan” dediğimizde, üstümüzde vaz’edilmiş bir yasaya karşı önleyici tutumumuzu ifade etmiş oluruz.

“Kader” önceden belirlenmiş kazadır;” takdir” belirlenmiş ilahi sünnettir. Basitçe kişinin elini ateşe sokup yakması “kader” değildir, akılsızlığı veya ihmali sonucu kaza/gerçekleşmedir; elin ateşte yanması takdirdir yani yüce Allah’ın ateşe yakma hasleti vermesi dolayısıyla ilahi sünnetin işlemesi başka bir ifade ile tabiat yasasısının hükmünü icra etmesidir. Koronavirüsün yarasadan insana geçip bağışıklık sistemini çökertmesi “kader” değildir, niçin yüce Allah onbinlerce insanın ölümünü murad etmiş olsun, insanın virüs taşıyan yarayasayı yemesi veya virüslü birinin öksürüğüne/hapşırığına maruz kalmasi bir tabiat yasasının işlemesi dolayısıyla takdirdir.

Toplumsal hayatımızda biz belli bir norma ve yasalara göre yaşarız ama norm ve yasalar bizden bağımsızdır, istesek istemesek de işlerler. Tabiatın yasaları tabiat tarafından konulmamıştır, tabiatı Yaratan’ın ilahi sünnetleridir. Biz tabiata, varlık alemine “yasa” empoze etmeye kalkıştığımızda helak sürecini tetiklemiş oluruz. Modern insan tabiata kendi hevası doğrultusunda talimatlar, yasalar empoze etme uğraşısı içinde

Cehaletini eğitimle tahsil etmiş bir gazeteci “Korona ile dini referanslarla baş etmeye çalışmayalım” diye yazmış; ona göre referans sadece bilim olmalıdır. Tabii ki, ortaya çıkan vak’aların sebeplerine, kaynaklarına inip teşhisi doğru yapmak, sonra önleyici tedbirler almak veya başgösteren hastalığı tedavi etmek bilimin/bilim insanlarının işidir. Bilimsel her bir keşif ve buluş tabiatta içkin bulanan bir veya birkaç yasanın ortaya çıkarılmasından başka bir şey değildir. Ama her yasa insanın yararına işlemez, öyle yasalar var ki canlı hayatı imha eder, belli yasalarla üretilmiş nükleer bir silahın, mesela atom bombasının yüzbinlerce insanın hayatını yok etmesi gibi. İnsanların üzerine ateş topları atarsanız insanlar ölür, bu da ilahi yasadır. Bu 19. yüzyılda kalmış  gazeteci ile “cehennem ateşinin yakmadığı kefen” pazarlamacısı aynı frekansta yaşarlar.

Korona bize beşeriyetin hayatını tehdit eden “ortak bir düşman” olduğu duygusunu uyandırdı. Konumuza “virüs-yarasa-insan ilişkisi” üzerinden devam edeceksek, söz konusu ilişkinin salgını tetiklediğini kabul ediyoruz, sorun virüs, yarasa veya insanın zatından değil, üç varlık arasındaki ilişkinin yanlış kurulmasından kaynaklanır. Şu halde insan için “düşman” virüs veya yarasa değil, yanlış kullanımdır (su-i isti’mal); yanlış kullanımın mahiyeti “yaratılış düzeni”nin bozulması, yani fıtratla oynanmasıdır. Virüsün laboratuar ortamında üretilmiş “biyolojik bir silah” olduğunu iddia edenler var. Nature Medicine dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, “Koronavirüs ile ilgili ortak genom dizisi verilerinin ve benzeri virüslerin kapsamlı bir şekilde analiz edildiği, çıkan sonuçların virüsün yapay olarak veya laboratuvar ortamında üretildiğine dair hiçbir belirti göürülmüş değil”

İster üretilmiş olsun, isterse yaşama veya beslenme biçimimizden olsun, sonuç aynıdır. Şimdi hatırlayalım ne demişti Şeytan meydan okuduğunda “Ve (insanlara) Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim” (4/Nisa, 119.) demişti.

Demek ki, virüs bizim düşmanınımız değil, virüs-insan ilişkisinin tabiatını değiştirmemizi emreden Şeytan’dır: “Ey Ademoğulları, ben size and vermedim ki: Şeytana kulluk edip uymayın, çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (36/Yasin, 60.)

Bizim düşmanımız kadın veya erkek, Müslüman veya Hıristiyan, Yahudi veya Budist, doğulu veya batılı, siyah veya beyaz değildir, şeytandır. Bizim “öteki”miz odur ve o bizim gerçek düşmanımızdır. Onu görmediğimiz için varlığını inkâr ediyoruz, bu da onun hoşuna gider, çünkü ruhumuzda ve sosyal hayatımızda rahatça iş görebilmektedir. Kim varlığına inanmadığı bir düşmanın peşine düşer veya ona karşı hazırlık yapma lüzumunu hisseder?

Şimdi insanlık birbirini değil, Allah’ın ve Ademoğlu’nun düşmanı şeytana karşı birleşse “silm yurdu”na ilk adımı atmış olur. Silm bir medeniyet paradigmasıdır, bizi önce kendi nefsimizle, sonra hemcinslerimizle ve ardından tabiatla/varlık alemiyle uyum ve barış içinde yaşamanın anlam ve yol haritasını verir. Ancak bu sayede güvenlik (selamet) içinde varoluş amacımızı gerçekleştirebiliriz.

Sosyologluk yapan eski bir İslamcı, Türkiye’nin her yanından deprem bölgesi Elazığ’a yardımlar başlayınca “İşte şimdi millet olduk” diye sevinç gösterisi yapmıştı. Korona ile dünyanın bütün halkları birbiriyle ilgileniyor, yardımlaşıyor, ortak bir tehdit karşısında ortak tutum almaya çalışıyor. “İşte şimdi hümanist, insancı mı olduk” demeli? Bence “din” adına konuşan hoca ile “resmi kimlik” adına depremin bizi “millet” yaptığını söyleyen sosyolog da aynı frekansta. Deprem dayanışmasını devletin icad etmekte başarısız kaldığı “millet” oluşmasında milliyetçi malzeme yapmak yüzyıllık başarısızlığa çare olmaz. Çin’den İtalya’ya gönderilen tıbbi malzeme üzerinde yazılan şu mısralar böylesi felaket zamanlarında gelişen beşer algısını anlatmaya yeter:

“Bizler aynı denizin dalgaları, aynı ağacın yaprakları, aynı bahçenin çiçekleriyiz.”

Bu mısraları “Renklerinizin ve dillerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerindendir” (30/Rum, 22) buyruğuna ne kadar da uygun! “Yaratılışta eş olma bilinci”nin öne çıktığı bu durumlarda çare küresel düzeyde işbirliği ve dayanışmadır.Biz buna “iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma” deriz:

İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (5/Maide, 2.)

Ne dersiniz suç ve günah ile iç çatışma ve savaşlar, tabiatla mücadele üzerinde kurulan işbirlikleri bize verilmekte olan “bir ceza” olmasın!

Devletin sosyologları devletin milliyetçisi, piyasa kapitalizminin akademisyenleri de tröst ve kartellerin sözcüsü olur ve şimdi onlar bize ölüm tehdidine karşı halkı neden zapt-u rapt altına almanın zaruri olduğunu, liberal özgürlüklerin işi çığırından çıkardığını anlatıp Çin’i örnek veriyorlar! Satır aralarında bize Hobbes’u hatırlatmaya çalışıyorlar. Dünyanın olabilecek en kötü modeli kapitalizmin ve komünizmin izdivacından üreme bugünkü Çin modelidir. Yönetim, evinde kalmak istemeyenlerin kapılarını kalın kalaslarla çiviledi. Komünizm tam da Hobbes’ın önerdiği gibi en sert-acımasız yüzünü gösterdi, sonunda Vuhan’da vak’a görülemez oldu. Liberal ve aldırışsız İtalyanlar ise kısıtlama dinlemedi, hastalık yayıldıkça yayıldı.

Bundan neyi anlamak gerekir?

Milliyetçi veya komünist doktrin heveslileri, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde otoritenin direktiflerini dinlemeyip meydanları dolduran sorumsuz ve umarsamaz kalabalıkları gösterip, bize virüsün çıkış yeri Çin’de salgının nasıl önlendiğini anlatırken aynı zamanda komünist ve milliyetçi otoriter yönetimlerin ne kadar gerekli olduğunu ve geleceğin bu yönetimler tarafından şekilleneceğini telkin etmeye çalışıyorlar. Küçük bir bilgiyi gizliyorlar, virüsü ilk teşhis eden Çinli doktor Li Wenliang’a amansız baskı uygulayan, ona özür dilekçesi imzalatan da komünist Çin yönetimiydi. Galila’ya da kilise dünyanın dönmediğine dair belge imzalatmıştı, ama dünya dönüyordu, özür belgesini Li imzalarken de virüs milyonların ciğerine doğru başlattığı akını sürdürüyoıdu. Eğer özgürlüklere saygılı bir yönetim olsaydı ne sokağa çıkmak isteyenlerin evlerini klaslarla çivilemek gerekirdi, ne de binlerce insanın ölümüne yol açacak bir virüsün yayılmasına fırsat verilirdi.

Açık olan şu: Baskı, otokrasi ve milli sınırlar işe yaramadı. Virüs sınırları kolayca aşıyor. Spor müsabakaları duygusuyla virüse karşı alınan tedbirlerin milli onur ve yakın geleceğin siyasi rejimine yatırım olacak tedbirlere başvurmak da çare olmayacak. Virüsün yayılması, kendini gösterdiği bölgesel ve yöresel tecritlerle de önlenebilir, mesela İtalyanlar kuzeyde tecrid uygalayabilselerdi, virüs güneye yayılmazdı. İtalya’yı bu trajik duruma düşüren hiç kuşkusuz milliyetçi taassubudur, kuzeyliler güneyliler de refahlarını paylaşmak istemiyor, yıllarca süren gösterileri meydanlarda yapıyorlar, virüs tatile giden Çinlilerin dönüşüyle İtalya’ya girdiği halde onlar milliyetçi gösterilerine devam ettiler, evlere kapandıklarında bile balkonlarından kuzeyin milliyetçi şarkılarını söylemeye devam ettiler. Belki virüs, kuzeylilerin daha yüksek düzeydeki duygularını harekete geçirip onların “millet/ulus olma” katsayılarını arttırdı, ama her katsayısı artışında İtalyanları, hepimizin bir bahçenin çiçekleri olduğu bilincinden biraz daha uzaklaştırdı.

Her büyük salgının tarihte yeni bir sahifeyi açtığını biliyoruz. Kısa zamanda koronavirüsün önüne geçilmeyecek olursa, küresel düzeyde yepyeni bir dönem başlayacağını düşünebiliriz. Bu dönemin nasıl olacağını, hangi gelişmelere gebe olduğunu tam olarak bilemeyiz.  Şimdilik bilim ve teknolojiden, iktisadi büyüme, dizginsiz tüketim, fetiş hale getirilmiş serbestiyet ve refahtan başka değer tanımayan modern uygarlığın kibri, alternatifsiz gerçeklik iddiaları büyük ölçüde zedelendi. Harari’nin ibilsiçe körüklediği” tanrı-insan (Homodeus)” hayali görünmez bir virüs karşısında çaresizce diz çöktü; ölümün kehanet kurgularla yenilmeyeceği anlaşıldı; bu minnacık canlı karşısında borsalar, bankalar, nükleer silahlar, füzeler, dev işletmeler, istihbarat örgütleri işlevsiz kaldı. Tabiatın asli düzenine meydan okuyan sorumsuz insan tabiatın sayıları milyarlara varan ölüm timleriyle karşılaştı.

Vasval Havel, “Allah’a rağmen bir medeniyet mümkün değildir” demişti. Bu imkansızı deneyen Avrupa, bugün beşeriyet önünde mahcup duruma düşmüş bulunuyor.

Sorunun merkezinde kendini Allah’a karşı müstağni –ihtiyacı olmayan, kendine yeter- gören insanın küstahlığı, isyanı ve manevi körlüğü yatmaktadır. Ne postinsan mümkündür ne transhümanizm! Bunlar birer kurgu, belki insan-robot karışımı varlık hayat alanlarımızı ele geçirecek ama ortada “insan” kalmayacak. Bu aşamada özgürlük, ahlak, hukuk ve ihtiram zemininde selim akıl ve temiz vicdan sahiplerini yeni bir sözleşmeye davet etmek için iyi bir fırsat doğdu. Nemrudun imparatorluğuna, Nemrud’un kibrine burnundan girip beynini çökerten bir sinek son vermişti; belki şimdi de bir virüs küresel oligarşinin had bilmez gidişatına karşı hepimizi anlayabileceğimiz dilden uyarıyor. Ey Ademoğlu, sınırlarını bil!

“Hayır; gerçekten insan, azar.

Kendini müstağni gördüğünden.

Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir.” (96/Alak, 6-8.)

https://alibulac.net/2020/03/22/koronavirus-dusmanimiz-mi/