KUR’AN VE İLİM çalışmalarımız yarım yüzyıldan beri var ve son yıllarda, son on yıllarda günlük ve haftalık olarak devam ediyor; değişik vesilelerle bunu hep hatırlatıyorum…
‘S.O.S.yal Tufan’ seviyesindeki sorunların hayatımızın dinî, ilmî iktisadî, idarî/siyasî yani her alanını sardığını ‘teşhis’ olarak her vesileyle hatırlatıyoruz; ‘tedavi’ reçeteleriyle…
KUR’AN çalışmalarımızla, ‘S.O.S.-yal Tufan’ seviyesindeki bu sorunlara önce ‘teşhis’ koyuyor, sonra KUR’AN VE İLİM merkezli ‘tedavi’ reçeteleri üretiyoruz...
‘Teşhis’ dedim de; herkes kendince teşhis koyuyor ama ‘tedavi’ reçetesi üreten yok.
***
Mesela… Star’dan Sibel Eraslan, önceki günkü (10 Kasım) “Fatih’te çok sesli ölüm” başlıklı yazısında şunları yazmış: “Fatih’te aynı evde yaşayan dört yetişkin kardeş, hayatlarına son verdi. Çok sarsıcı bir dramdı bu ve normal şartlardaki her insanın üzüleceği bir garip vakaydı... (..) Olayla ilgili olarak hepimizin yüreği sızlamalı, vicdanı zonklamalı. Oysa biz olayı işittiğimiz andan itibaren, suçu da mesuliyetin yükümlülüğünü de birbirimizin üzerine atma yarışına giriştik. Sosyal medyada yayınladığım taziye ve üzüntü mesajına verilen cevaplara baktığımda, en büyük suçlu Fatih’teki tarikatlardı, cüppeli, şalvarlı yobazlardı, siyasetçilerdi, devletti, zengin hacı-hocalardı vs...”
Türkiye gazetesinden Yücel Koç, aynı gün (10 Kasım), “Felakete sürükleniyoruz” başlıklı yazısının en başındaki uyarısı ve sorusu şöyle: “Terör, dış tehditler falan tamam da… / Asıl tehlike içimizde… / Hem de hayatımızın tam merkezinde. / Çöküyoruz, farkında mısınız?”
Karar’dan Mustafa Karaalioğlu, bugünkü (11 Kasım) “Siyanür” başlıklı yazısının sadece en başına bakalım: “Gruplar halinde intihara yürüyen aileler o kadar çok şey anlatıyor ki, ‘konuşmak şunun işine yarar, konuşmamak bunun işine gelir’ gibi kalpsiz cümleler o listeye giremez. Önce İstanbul Fatih’te, sonra Antalya’da dörder kişilik iki ailenin siyanürle (veya başka zehir) hayata veda etmesi bir toplumun başına gelebilecek en kötü şeylerden birisidir. Çevrede, mahallede, sokakta dert batağına gömülmüş, çaresiz, umutsuz ve hayata tutunacak hiçbir bağı kalmayan insanların kimse fark etmeden el ele ölüme yürümesi bir felakettir. Bunu ıskalayıp politik fayda maliyet analizi yapmak daha büyük bir felakettir. İnsanlar sınıra gelmiş, çırpınmış, çare aramış, oradan oraya koşmuş ve nihayet pes etmiş; son çığlıkları ise ölümün sessizliği olmuş. Hangi politik mesajın, sosyal malumatın, psikolojik bilmem nenin eksiğine fazlasına bakılır artık. Vicdanlar ezildikten, kalpler parçalandıktan sonra…”
Teşhisler böyle…
Peki, tedavi?!
***
KUR’AN VE İLİM çalışmalarımızdan söz ettim yazımın en başında; son iki haftadaki (1036 ve 1037’inci haftalar) seminer notlarımızdan bölümler aktararak devam edelim…
“Kur’an bu sorunları nasıl çözmüştür?
Kurallar vardır. İçtihat ve icmalarla mevzuat oluşur, sözleşmeleri yorumlamada niza çıkarsa yorumlayan uygular, yönetim veya yürütme ona karışmaz. Mağdur olanlar hakemlere giderler. Yargının adil olması için de yargı hakemlerden oluşmaktadır. ‘Kendi düşen ağlamaz’ kabilinden, kendi seçtiği hakem kendisinin aleyhine karar vermişse onu da kendisi kabullenir. Hakem kararları uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere karşı da dava açabilirler.
Yönetimin yargılama yetkisi yoktur. Yönetimin tutuklama yetkisi yoktur. Meclis de tutuklayamaz. Kanun makabline şamil değildir, gelecekteki uygulamalarda geçerlidir.
İdeal anayasa adaletle güvenliği dengede tutan anayasadır. Kur’an ve ilim çalışmalarımıza istinaden hazırlamış olduğumuz Adil Düzen Anayasası’nın bunu sağladığından eminiz. Bununla beraber eleştirenlerle tartışmaya her zaman hazırız.” (s.9)
1036’ıncı haftalık KUR’AN VE İLİM seminerimizden bir bölümle devam ettik…
1037’inci geçen haftaki seminer notlarımızdan bölümlerle devam edebiliriz…
Ve’s-SELAM/BARIŞ mea’d-DUA…