‘Öncü’ Şule Yüksel Şenler’in vefatı vesilesiyle…
‘Öncü’ demek kılavuz ve önder olmak demek; “Yedi renkli peygamber kuşağının altında / Kervanım yola çıktı öncüsü kır atında” (Necip Fazıl). ‘Öncülük etmek’ ise bir işin, bir şeyin başlamasına ve başarılmasına ön ayak olmak demektir. Şule Hanım böyle biriydi…
Babamın rahatsızlığı döneminde ve sonrasında vefatı vesilesiyle birkaç yazı yazmış, komünist Yugoslavya’dan (Kosova ve Sancak’tan) sadece ve sadece ‘İslâm için hicret’ ettiğini ifade etmiştim. Nitekim İzmir’deki kız kardeşlerim mezar taşına ne yazalım dediklerinde tek kelime söyledim, ‘MUHACİR’ dedim ve öyle yazıldı; MUHACİR NURİ EROL.
Babam için bu hicretin tek amacı vardı; komünist bir ülkede imkânsız olan bir şeyi Müslüman bir ülke yani Türkiye’de gerçekleştirmek ve bunu başarmak için Türkiye’ye hicret...
Annemin ve babamın 12 çocukları oldu. İlk dördü erkek; Mehmet, Reşat, Ali, Nihat. İkinci Dünya Savaşı sonrasının o zorlu şartlarında ve komünist yönetim cenderesinde sadece ben hayatta kalabilmişim, diğer kardeşlerim küçük yaşta Kosova’da vefat ettiler. Sonra sekiz kızları dünyaya geldi; Rahime, Reşadiye, Remziye, Rukiye, Rabiye, Reyzan, Cavide, Reyhan.
1957 yılında, babamın öncülüğünde, beş kişilik ailemizle Türkiye’ye hicret ettik...
Remziye kardeşimizi çocukluk yaşında kaybettik, artık sadece yedi kız kardeşim vardı.
Bu yazının başındaki ‘ÖNCÜ’ kelimesini bilinçli bir şekilde kullandım. Türkiye’ye hicretimizde ‘öncü’ olan babamızdı. Müslüman bir ülkeye hicret etmiştik. Babam ve Annem çocuklarını 1950-1960 yıllarının şartlarında Müslüman olarak yetiştirmek amacındaydılar...
Bu amaçla ilkokul sonrasında benim İmam-Hatip Okulu’nda okumam uygun görüldü.
İmam-Hatip’teki ilk yılımdan itibaren çocuk aklımla, ‘öncü babama’ yardımcı olmalı, yedi kızını (kız kardeşlerimi) İslam’a göre yetiştirmesi için kendimce katkıda bulunmalıydım…
Ama o yılların Türkiye’sinde ve İzmir gibi bir şehirde nasıl, nasıl, NASIL?
Önceki günün akşamından itibaren İstanbul dışına seyahat ve Cuma sabahı hemen namaz sonrası başlayan ve akşama kadar süren yoğun ve de yorucu maraton sonrasında, gece İstanbul’a dönüş. Bilgisayarımı ancak bu maraton sonrasında açtığım anda, yazar arkadaşımız Şakir Tarım aradı, özellikle İstanbul’da olmam sebebiyle, Şule Yüksel Şenler hakkında bilgiler sordu... Uzunca görüştük ve görüşme sonrasında derin düşüncelere daldım… Cumartesi sabahı, sabah namazı sonrası, Şakir Tarım kardeşin etkisiyle akşamdan kalan konuşma ve düşüncelerin de etkisiyle, ilk günlük okumalarımda, Şule Yüksel Şenler ile ilgili yazılanlara daha da odaklandım. Okudukça ve hatıralara daldıkça çok farklı yazı senaryoları oluştu ama hepsini bir kenara bıraktım ve yukarıdaki girizgâhı yazma durumunda kaldım.
Buraya kadar yazılanların nasılı ve nedeni işte böyle!
Yukarıdaki bölümde ‘NASIL’ dedim ya; evet, NASIL?
Başta ‘başörtüsü sorunu’ bütün sorunları nasıl aşacaktık?
Dinî, ilmî, iktisadî ve idarî/siyasî sorunları nasıl çözecektik?
Bizim ‘Sosyal Tufan’ dediğimiz tüm sorunlar nasıl çözülecek?
NASIL?
Babam ve Annem ilk öncülerdendi; onları örnek edinmeye çalıştık…
Kız kardeşlerime anne, baba, abi ve Şule Yüksel Şenler ilk öncülerdendi…
Bundan önceki “Kadını koruma Kur’an’da; sadece Kur’an’da…” ve “Kur’an’da çağımızdaki her sorunun çözümü var” başlıklı yazılarım, Perşembe günü yazıldı; “Huzur Sokağı” filminin, Şule Hanımın vefatı vesilesiyle yayını ve oradaki duygu atmosferinde… İmam Hatip öğretmeni ve Kur’an kursu hocası büyük kızım Ayşenur, 28 Şubat dönemindeki ‘başörtüsü zulmü’ sebebiyle, engellemelerin etkisiyle üç fakülte bitirdi… Kızkardeşi ve annesiyle birlikte “Huzur Sokağı” filmini, herkesin kendince değerlendireceği duygularla izledi... Yan taraftaki salonda filmin sadece konuşmaları ulaşıyor ve derin düşüncelere dalmama vesile oluyordu… Şule Yüksel Şenler’in vefatı vesilesiyle yazılanları okuyorsunuz…
Yaşananlar sebebiyle, yedi kız kardeşim, iki kızım ile anneleri ve benim bu vesileyle düşündüklerimiz farklı; vesile olan Şule Yüksel Şenler’e Allah rahmet eylesin…