(AdelinaSfishta 1987 yılında Kosova-Podujeva’da doğdu. Kosova savaşını militan bir kız çocuğu olarak yaşadı. Üniversitede radyo televizyon eğitimi aldı. 2009 yılında Balkan TV’de çalışmaya başladı. 9 yıldır TV haber ve programcılığı yapmaktadır. Araştırmaları Balkan ülkeleri ve Türkiye eksenlidir. “Son Muhafazakâr” başlıklı değerlendirmeyi geçen ay 31 Mart Yerel Seçimleri sonrasında yaptı.)
Yıl 1999, yer İstanbul, 4-5 genç adam bir odada tartışıyordu, aslında “bir çıkış yolu” arıyorlardı. “Sistemin”, onları kabul etmediğini net görüyorlardı. Millî Nizam, Millî Selamet, Refah Partisi, Fazilet Partisi, hep bu mücadele sürecinde onların kurduğu, sistemin kapattığı siyasi partilerdi.
Aslında “nurlu Süleyman” da “askerden” çok sıkıntı çekmişti. Derin devlet kim diye sorduklarında, Demirel “ordu” diyordu. Ama gitse de geri gelebiliyordu. Onu mu taklit etselerdi acaba, yoksa bildikleri “yolda” devam mı etmeleri daha doğruydu?
“Erbakan Hoca’nın gemiyi karaya toslatması”, düşüncelerine meşruiyet kazandıran en güçlü gerekçeleriydi, ayrılık için.
Ama ya “asker” yeniden “yol keserse” diye de düşünmeden edemiyorlardı.
Hoca’nın “Millî Görüş”-“Ağır Sanayi”-“İslam birliği” gibi “çıkışları” uluslararası çevrelerce kabul görmüyordu. Erbakan’ın peşinde bir “mefkûre” gibi koştuğu, “Müslümanları değer yapma sevdası”, ABD’nin “Müslümanlardan yararlanma stratejisi” ile uyuşmuyordu. Başarı onun yolu ile gelmeyecekti. Bu tespitleri biraz vicdanlarını rahatlatıyordu. Kolay değildi. Yıllarca “ihanet” ile suçlanacaklardı.
Ama kulakları hep, “asker”deydi. “Meşru” kabul edilecekler miydi?
“Asker” konusunda içlerini rahatlatan; Erbakan’ın adeta paratoner vazifesi yapması ve yeni ekibin çalışmalarını, dikkatlerden uzak tutmasıydı. Elbette şimdilik. Ya ilerde?
Erbakan’ın, “bazı tarikat ve cemaat liderlerini, Çankaya’da iftara davet etmesi”, “Askerin” zihninden silinmeyen en travmatik karelerdi. Bu işe yarayabilirdi. “Biz öyle değiliz” demek çözüm olabilir miydi? Belki “Askerin” de işine gelirdi, Erbakan’ı “dindar bir siyasi hareket”in başından uzaklaştırmak.
Bu konuda “el altından” bazı haberler de gelmiyor değildi. Asker içinden “bırakın bu Hocayı” tavsiyeleri de almıyorlar değildi.
Ordu, Amerikalılarla sıkı fıkıydı, acaba “asıl patrona” mı ulaşmalıydılar?
1999 ve sonrası, Çeçenistan ve Afganistan tecrübeleri ve ardından gelen 11 Eylül, ABD’yi “yeşil kuşak” stratejisinden, “ılımlı İslam” stratejisine ulaştıran dersler ile doluydu. Genç siyasetçilerin de kulaklarına bir şeyler gelmişti, “hop-bop” filan. İşte bu noktada Erbakan’dan ayrılmak, ABD’ye “şirin” gelebilirdi. Ya “ılımlı İslam” meselesi? Onu tabanlarına bile anlatmada sıkıntı çekeceklerini hissediyorlardı.
Ah bu Amerikalılar! Onlar da bir tuhaftı. Almadan vermezlerdi.
Nitekim “aldı ve verdi”. “Askeri siz bize bırakın, ekonomik krizi de merak etmeyin, para veririz”, “bizim de bir Ortadoğu planımız var, yardımlaşalım” diyorlardı. “BOP eş başkanlığı” ve “bütün İslam âlemine demokrasi kılavuzluğu” bekleniyordu, yeni hareketten.
Hiç beklemedikleri kadar kolay yürüyordu işler. Ama ABD’den korkuyorlardı, baş edemeyiz diyenler de vardı. Neyse “lider” “zamanı gelir, onlara da dirseği gösteririz” diyerek içlerine su serpmişti. Yeni bir siyasi hareketi başlatma “arzusu” o kadar gözlerini kamaştırmış ve iktidar olmak “şehvet” haline gelmişti ki, “uzak tehdidi” sonraya erteleyebilmişlerdi. Hem de tedbir almadan.
Ilımlı İslam konusunda ise, şaşkın ve tereddütlüydüler.
Çeçenistan-Afganistan ve hatta İran’daki İslam devrimi, Türkiye’deki “İslami tabanı” etkilemiş ve “anti Amerikancılık” ve “İslam devleti kurulabilir” düşünceleri, tabanda ön plana çıkmıştı.
(Devamı var.)