Sabri Kaya
BİR YAPISAL STRATEJİ
28.03.2019
2631 Okunma, 0 Yorum

BİR YAPISAL STRATEJİ

“Ülkemizde; hayatta ve sağlıkla ayakta nasıl kalınır ?..”

 

“Bu yaşamsal önceliğe dair önerileri, üç başlık altında özetlemeye çalışacağım sizlere. İnşaat sektörünün yarattığı krize dair öneriler: Bu sektörün; yanlış yer seçimleri, yanlış malzemeler ve yanlış planlamalar yüzünden, kendi karadeliğine çökmesi sonucunda, ağırlıklı olarak neden olduğu güncel ekonomik krizin de çözümüne çareler sunmak isteyeceğim o yüzden… Bana sorarsanız, ülkemizin bekâsına dâir temel sorunlar da, bu üç başlık altında özetlenebilecektir.. Yaşadığımız kapalı alanlardan, bizi doyuracak olan topraktan ve temel gereksinimiz olan enerjinin nasıl elde edileceğinden, yâni çözümlerden bahsedeceğim özetle..”  

 

1. ADIM

 

Mağarada yaşayan ilk insanlar, dışarda yaşamayı tercih ettiklerinde ilk ihtiyaçları, onlara yaşam güvencesi sunabilecek bir barınaktı kuşkusuz. İkinci bir mağara değil !. Başvurabilecekleri ilk doğal ürün de; ağaçlar ve dallarıydı elbette.. Yani bugünkü tabiri ile içerik; ahşaptı.. Taş ise, ancak bir dere yâda ırmak yatağı çevresinde birikmiş ise başvurabilecekleri; zemin altı ve zemin üstündeki ilk katın malzemesi olabilmekteydi ancak. Çünkü doğadan koparılması ve taşınması çok zahmetliydi. “Taş yerinde ağırdır” sözünün anlamsal kökü de, “taş, yerinde kullanılmalıdır”, yâni taşınması, değer kaybıdır anlamına gelmektedir o yüzden..

 

Çok katlı olma ihtiyacının, askeri yâda sivil gereksinimlerle ortaya çıkması, kerpici gündeme getirdi. Ama hem kerpiç hem taş hem de tuğla, ahşabın o yapıyı çerçeveleyen yani ayakta tutan gücüne muhtaçtı. Döşeme ile çatının ise, yegâne çözümü olan marifetine ve çözüm alternatiflerine güvenemeden, o yapılar işe de yaramıyordu zaten. Ayakta duramıyorlardı çünkü. Tıpkı Ayasofya’nın 1600 yıldır, kemerlerinin arasındaki ahşap gergilere güvenmek zorunda kalmış olması gibi..

 

1850 de gündeme gelen betonun yaşamsal riskleri hemen anlaşılmış, yollar, köprüler ve zemin altı çözümler dışında dünya genelinde dışlanmıştır. Amerika’daki, mühendisliğini bile bizden öğrendiklerini itiraf ettikleri 225 yaşındaki Beyaz Saray örneğinde olduğu gibi ve ülkemizdeki 200 ila 700 yaşında on adet ahşap camimizde ve 300 yaşına ulaşan saray ve yalılarımızda olduğu gibi, “ille de ahşap” derken, inşaat sektörümüzün en büyük güncel ayıbı ve yanlışına karşılık, insanlık tarihinin en doğru tercihi olan bir malzemeden bahsediyorum sizlere..

 

Şu anda Amerika, Kanada ve Avusturalya’nın % 90’dan fazlasının, Avrupa’nın % 60’ının ahşap yapılardan ibaret olması ve ağaca verdikleri değer yüzünden ormanlarının büyüyor olması, bunun sonucudur.. Bu tarz yapılanmanın mühendisliğini, atalarımızdan öğrenmiş olduklarını itiraf etmeleri ise bizim için, ilkin bir gurur, ama şu halimize baktığımızda ise maalesef yüz kızartıcıdır.. Dolayısı ile, Türkiye’mizin % 90’ı aşan oranlarda betonlaşarak dünya rekoruna sahip olması, milli ayıbımızdır !.. Bu arada kısaca belirteyim ki, yangın ve çürüme riski çoktan hayati tehlike olmaktan çıkmış ve o yüzden dünyayı süratle sarmıştır bu teknoloji, Ve dediğim gibi, o ülkelerin ormanları, ahşaba verilen olağanüstü önem oranında süratle büyümeye başlamıştır, küçülmeye hiç değil !...

 

İkinci dünya savaşı ile başlayan, yâni Almanya’da, Hitler yüzünden, tanklar için yapılmak zorunda olan otoban sürecinde gündeme oturan betonarme, yaşamsal riskleri ve depremsel sorunları fark edildiğinde, bütün dünyada, insan yoğun kapalı alanlarda, büyük bir süratle yerini ahşaba bıraktı.. Ama maalesef o süreçte, Türk öğrencilerimizin ve Yahudi bilim adamlarının Teknik Üniversiteye dönmek zorunda kalmaları ise, bu yaşamsal riski ülkemize bulaştırmıştı artık !.. Çünkü gençlerimizin o süreçte tek bildikleri ve öğrendikleri şey betondu..

 

Sonunda, kayıp sayısı bile maksatlı olarak netleşmeyen 99 depremi akabinde, Ulusal Ahşap Birliğinin gayreti ile, Bayındırlık Bakanımızın Amerika’daki ahşap teknolojisini tanımasının ardından, deprem riski hiç taşımayan ahşap yapılara yönelme niyetini, siyasete de hakim olabilen beton lobisinin tehdidi yüzünden, tekrar beton yapılara çevirmiş olması ise, tarihi bir yanılgımız ve yine bir utancımız olarak, daima anılacaktır.. Yâni özetle bizler, depremin değil betonun altında kaldık.. Yeni bir depremin, ülkemizin bekası adına taşımakta olduğu risklerden bahsederek, şimdilik uykularınızı kaçırmak istemiyorum ama, artık uyanmalıyız.. Her depremden sonra yapılmaya kalkan yeni betonarme binalara; “öpeyim de geçsin” gayretleri diyorum o yüzden.. Yoksa, bilimsel ömrü 60 yıl olan ve  fiziksel kondisyonu da 30 yılı pek aşamadığı için, bizleri saçma sapan kentsel dönüşümlere zorunlu bırakan betonarme yüzünden, “hayatta ve ayakta” kalma şansımızı gittikçe kaybetmekteyiz.. Şunu da bilmeliyiz ki, tam altından bir fay hattı geçmedikçe, usulüne göre yapılan bir ahşap evin deprem riski, sadece sıfırdır !..

 

2. ADIM  

 

Şimdi gelelim ikinci hayati gereksinime.. Yani nasıl besleneceğimize !.. Sağlıkla ayakta kalmanın temel kurallarına.. İzninizle tam da burada, hiç de köy kökenli olmayan rahmetli eşimin cesareti ile, 37 yıl önce yerleştiğimiz ve çocuklarımızın da o köyün okulundan mezun oldukları, ama hiçbir eksikliğini hissetmediğimiz, Bursa’nın Ürünlü Köyüne getirmek istiyorum sözü.. Yâni yüz metrekare bir evde yaşayabilen bir ailenin, yüz metrekare  toprak alanına sahip olması halinde, kendisini doyurabileceğine !.. Ayrıca, bahçeli bir evin aslında, en az kendisi kadar bir açık alanı da yaşamsal gereksinmeleri için kullanabildiğini, o yüzden o yaşam alanının kimseye küçük gelmeyeceğini de bilmemiz gerekir. Zaten, kendi ellerimle yaptığım dört yatak odalı ahşap evimiz de; 98 m2 idi.. Yoksa, misafirleriniz salona sığamaz diye mi düşünüyorsunuz ?..

 

Peki o zengin Amerikalıların, tamamı ortalama 120 m2, tek yada iki katlı ve bahçeli ahşap evlerde yaşamakta olduğunu duymuş muydunuz ?.. Sizce neden acaba ?.. O meşhur Amerikan gökdelenlerinde ise, sadece fakir ve çaresiz Amerikalıların yaşadığını, kendilerinin de itiraf ettiğini biliyor muydunuz ?. Halbuki filmler öyle demiyor değil mi ? Haklısınız. Bizim sonradan olma zenginlerin de tek hedefi, bir gökdelenin en üst katındaki, ne anlama geldiğini dahi bilmedikleri rezidanslarında yaşamak ve alt katta kimin yaşadığını umursamaksızın huzurlu bir ömür geçirmek olunca, bütün insancıl değerler, birden tepe taklak oluveriyor.. Yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak da elbette, içinde neyin nasıl paketlendiği bile belli olmayan yiyecekleri satan marketlere kalıyor..

 

Evet, köyde yaşarken gördük ki; hayvansal besinlerimiz dâhil, üç beş ailenin basit bir işbirliği ve bu üretime ayrılacak, en fazla yaşadıkları alan kadar bir tarlanın ve bir iki bahçıvanın varlığı, sizi en sağlıklı bir şekilde doyurmaya yetiyordu. Üstelik, kışlık konservelerinizi de reçellerinizi de, sirkelerinizi de, güneş fırınınızda kurutulmuş sebze ve meyvelerinizi de, dost ve akrabalarınıza dağıtacak yada pazarda satabilecek ölçekte arttırabiliyordunuz.. Bu olay, bir köye dönüş harekâtı değildir. Neye yaradığını unuttuğumuz doğanın tüm nimetlerinden aracısız yararlanmanın çok basit bir stratejisidir sadece..

 

Böyle bir yaşamın sizlere ve çocuklarınıza ne katacağını, kısa bir anımızla özetlemek istiyorum.. 25 yıl kadar önce, yâni çocuklarımız üniversite tahsilleri için İstanbul’a gittiklerinde, bir gün kızım heyecanla telefon etti. “Hayırdır ne oldu ?” dedim. “Baba, grip diye bir hastalık varmış. Salgın oluyormuş herkes yatıyormuş. Biz niye olmuyoruz ?..” dedi.. Sanırım bu telefon, yeterince açıklayıcı olmuştur.. Yaşam tarzının bir ürünü idi elbet bu durum.. Ayrıca doğanın size kendiliğinden sunduğu bitkisel nimetleri keşfettiğinizde de birden, doğa eczanesi ile tanışıyordunuz zaten. Köylümüzün ancak beş altı tanesini, ege yöresinin on, on beş tanesini zor saydığı flora zenginliğimizden, arazimizdeki en az yetmiş tane otun adını ve neye yaradıklarını öğrenmişti çoktan sevgili eşim.. “Bak bu otu bebeğinin poposuna sür pişik olmasın, bunu da balla karıştırıp yanağına sür kırışık kalmasın. Bunu ise, antibiyotik niyetine haşlayıp yutuver. Niye para veresiniz ki doktora ve üstelik içinde hangi yan etki sebebi katkının bulunup bulunmadığını bile bilemediğiniz ilaçlara !” diyordu onlara.. 2011 yılında hayata geçen; “Enerji Mimarlığı” içeriğindeki İlk devlet projem olan, elbette ahşap ve tüm enerjini üretebilen Afyonkarahisar Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Merkezini projelendirdiğim için, gayet iyi biliyordum ki, ülkemizin flora çeşidi on iki bini aşkınken, Avrupa’nın tamamında bu çeşitlilik ancak 10-11 binlerde idi.. Yani zaten var olan, Allah’ın bir nimetinden bahsediyorduk insanlarımıza..

 

Böyle bir yaşamın atık sorunu da, çevreye yaratacağı kanalizasyon mecburiyeti de olmamalıydı elbet. O konuda ilkin, 11 yıl önce yaptığımız Diyarbakır Güneş Evimize verdiği sponsorluk desteği ile tanıştığımız, Biyolojik Arıtma denilen ve artık dünyaca tanınmış olan bir firmamız devreye girebilmekte ve klozette kullandığınız su bile tamamen arıtılabilip rezervuara tekrar tekrar dönebilmektedir.. En son atık ise, sadece çiğ olarak yenilen sebzelerimiz hariç, tarlalarda ve ağaçlarımızda rahatlıkla kullanılabilmektedir. Biz köyde yaşarken ilkin, tavuklarımızın da müthiş bir geri dönüşüm aracı olduğunu fark etmiştik. Çünkü onlara sofra artığı olarak ne verirsek verelim, bize yumurta olarak iade ediyorlardı.. Kümeslerindeki gübre ise, nerede ise altın değerinde, çok yararlı bir besindi bitkilerimiz için..  Bu sistemdeki olası katı atıkların da, hidrojen ile 3600 derecede yakılıp, tamamen yok edilebileceğini ve bu tekniğin de, yine ülkemizin değerli bir bilim insanı tarafından kolayca gerçekleşebileceğini söylersem, sanırım vahşi kentlerin müsebbibi olan günahkârlara, başkaca bahane kalmayacaktır..

 

Böyle projeler için, ülkemizde yerden çok bir şey yok. Ülkemin üniversitelerinde verdiğim ders ve konferanslarda da, yüzlerce makalemde, hesapları ile birlikte bulabileceksiniz.. Ama maalesef, olmayan ülke planlamasından başlayan ve sağlıksız kent planlaması ile sonuçlanan, yâni; sağlıklı bir kaynak araştırmasının olmaması yüzünden yaşanmaktadır kentlerimizdeki anlamsız sıkışıklık ve gökyüzünü tırmanma telaşı... Ve elbette, gittikçe sağlıksız ve mikroplara dayanıksız bir yeni neslin, tıbbın esaretine girmiş, üzüntü verici durumu !....

 

3. ADIM

 

Bütün bu yaşamsal kurgunun elbette olmazsa olmaz ihtiyacı olan enerjinin en temiz ve risksiz olarak nasıl elde edileceği ve korunabileceği ise, üçüncü ve son konu başlığımızdır.. Yıllar önce öne sürdüğüm ve artık uluslararası bir kavram olmaya doğru giden Enerji Mimarlığı’nın dört temel ayağı vardır. İlk sırada ve en önemli olanı, doğru yerin seçimidir. Yâni, sıvılaşma tehlikesi olmayan, fay hatlarının üzerinde bulunmayan bir yerde olmalıdır arsamız yada arazimiz.. Dağlık bir bölgeden bahsediyorsak da, birçok tarihi yerleşkede olduğu gibi, tercîhan güney yamacında bulunmalıdır arsalarımız.

 

Sulama, temizlik yada içme suyu amaçlı yer altı kaynaklarının, hatta dünya sıralamasında çok önemli yerde olduğumuz, enerjisinden kolayca istifade edebileceğimiz jeotermal kaynaklarımızın varlığı da ilgimizi çekmeli ve tercih nedenimiz olmalıdır yerleşkelerimiz için.. Bulunduğumuz yerdeki yada yakın çevremizdeki tarımsal nitelikteki toprak varlığı da elbette, seçim nedenlerimizde biri olmalıdır. Çünkü insanca bir yaşamdan bahsediyoruz. Asfalt yolların ve kaldırım taşı benzeri şeyler döşenmiş sözüm ona bahçelerin içindeki, deprem vukuunda beton lahitlere dönecek çok katlı hapishanelerden değil !..

 

Bu adımdaki ikinci temel faktör, doğru yönün farkına varılmasıdır, yada tüm yönlerin artı ve eksilerini değerlendiren bir planlamaya sahip olmamızdır.. Yâni güneydeki güneşin enerji üretim marifetini değerlendirebilen, kuzeyin serinliğini kullanabilen, doğudan yada batıdan esen hâkim rüzgârdan haberdar olup, tedbirini veya önlemini alabilen bir projeyi hedeflememiz gerekmektedir..

 

Üçüncü temel faktör de, projemiz adına doğru malzemelerin seçimidir.. Beton agregasında kaçınılmaz olarak bulunan ve akciğer kanserine yol açan, öncelikle Amerika’da olduğu gibi, arazimizdeki varlığının bile araştırılması gereken Radon gazı gibi, “akciğer kanseri” benzeri sağlık sorunları yaratmayacak malzemelerin, yüksek derecede yangın riski içeren ve hiç nefes aldırmadığı için de Avrupa’daki çocuklarda %50’yi bulan astım hastalığına yol açtığı anlaşıldığında yasaklanan, ama hâlâ ülkemizde serbest olan polistiren köpük mantolamalardan, lif boyları 5 mikronun altında olduğu için de, ister istemez nefes yollarımıza ulaşan ve yine kanser riski oluşturan; cam yününden ve bunlara benzer onlarca sağlık sorunu yaratacak malzemelerden de özenle kaçınmalıyız.. Üzülerek söylemeliyim ki, ders ve konferans verdiğim üniversitelerin içindeki, elliyi aşkın mimarlık bölümlerinde gördüğüm durum şudur.. Ancak dördüncü sırada ele alındığında anlamlı sonuçlar doğurabilecek olan doğru tasarım dışındaki, ilk üç faktöre, nerede ise hiç önem verilmemektedir okullarımızda.. O yüzden bence, mimarlarımızın âdetâ bir ressam gibi yetiştirilmeleri, yâni binaların “biraz değişik ve biraz da estetik” sanılan değerler taşımasının yeterli görülmesinin ve ortalığı izolasyon kabiliyeti nerede ise sıfır olan, dolayısı ile kışın donan yazın yanan, dehşet verici ölçülerde enerji harcayan, anlamsız camdan sarayların sonucudur biraz da; ülkemizin bugünkü hâli !..

 

Elbette bu başlık altında, yer kabuğunun iki, üç metre kadar altında, ekvatordan kutuplara artı eksi 5 olmak üzere, 15 derece sabit, su ve toprak mevcudiyetinin, bize muhteşem bir fırsat  sunduğunu da hiç unutmamalıyız. Mimar Sınan ustamızın 450 sene önce keşfettiği bu olanak sayesinde Süleymaniye ve Selimiye camilerimizi, ortalama 18-23 derecede tutulabilmeyi nasıl becerdiğini merak bile etmeyen, yer altındaki kanalları sıcak su kanalı zanneden üniversitelerimiz de maalesef, madalyayı hak etmektedir.. Basit bir hesapla, durumu canlandıralım. Diyelim ki ocak ayında dışarısı 5 derece. Bizde de var 15 derece. Ne etti; 20 derece.. Tam tersini düşünelim, yazın dışarısı 35 derece, bizdeki 15 dereceyi çıkarırsak ne kalır ? Yine 20 derece. Olay bu kadar basittir.. Isı pompalarımızın büyük çoğunluğu da, işte bu sabit enerjiyi kullanır.. On sene önce Diyarbakır’da yaptığımız, 45 bin öğrenciye eğitim verdiğimiz, ve 3 kez Avrupa Birliği ödülü alan Güneş Evimizde, yer altından su ve hava boruları geçirerek bu enerjiyi doğrudan kullandık. Yaz ve kış, yani, o yörede olağan olan -20 + 50 derece aralıklarında bile eve giren su ve havanın ortalama sıcaklığının 15-20 derece olduğunu gördük. Tavanda ve yerde dolaştı o borular. Bu durum bize, ön ısıtma yada ön serinlik adına daima yetiyordu.. Şimdi artık, benzer boruları içeren, son derece düzenli alçı plakalar şeklinde tavan, duvar ve döşeme elemanları geliştirilmekte ve iklimlendirme konusunda büyük bir kolaylık sağlanmaktadır yapılarımıza. Ayrıca yine, güneş evimizde bulunan seranın varlığı da kışın evi ısıtmaya çok önemli katkı sunduğu gibi, aynı sera, yazın da, bu kez ısıttığı havayı dışa vererek, yâni kuzeydeki yada yerin altındaki serin havayı, yarattığı vakum sayesinden içeri çekerek, serinletmeye katkı sunuyordu.. Târihi çözümlerden; “rüzgâr kepçesi” sayesinde, temiz havayı vakum etkisi ile içeri alabiliyor, sıcak ve kirli havayı da “Venturi bacası” ile hiç enerji harcamadan dışarı atabiliyorduk, Yine sıcak hava üretebilen sera benzeri Tromp duvarı denilen  “güneş duvarı” ile de, ısı ihtiyacımızı ve yapısal konforu, enerji kullanımına hiç ihtiyaç duymadan kolayca sağlayabiliyorduk. Böylesi, çoğu tarih boyu bilinen çözümleri işe dahil ettiğimizde ve yapısal malzemelerimiz de doğru seçildiğinde görülecektir ki, artık ihtiyacımız olan güneş panelleri sayısı da yarıya inmekte, üç beş sene içinde zaten ödeyeceğimiz elektrik ve doğal gaz giderinize eşit hale gelmektedir.. Sıra oraya geldiğinde de yurt içi ve dışı özel kaynakların, bize uzun vadeli ve düşük faizli kredilerle destek vermeye hazır olduğunu bilmeliyiz.. Yâni böyle bir yapılanma, sanıldığı gibi pahalı olduğu için vazgeçilen değil, artık size hiç enerji parası ödetmeyeceği, mevcut sistemlere olan bağımlılığınızdan da bütün dünyada olduğu gibi, sizi kurtaracağı için, hem yapım maliyeti çok düşük olacak, hem de satış kabiliyeti son derece yüksek olacaktır.. Bir de çağın yakıtı olmak zorunda olan hidrojene ilişkin yine bu ülkenin değerli evlatlarından bir dostumuzun buluşlarından ve Çin’deki atölyesindeki uygulamalarından bahsetsem eminim ki, “peki bu güne kadar neden taşıdık bunca yaşamsal ve ekonomik riskleri” diyeceksiniz !..

 

On altı sene önce, Ortadoğu Üniversitesindeki bir konferansıma davet ettiğimizde teşrif ettikleri için tanıştığımız ve kendilerine on yıl önce danışmanlık yaptığım Enerji Bakanımız Sayın Hilmi Güler'e, istekleri üzerine, çok değerli bilim insanı dostlarımızla birlikte ülkemiz için bir Enerji Raporu kaleme almıştık. O dönemde, bir mimar olarak da, Bakanlık adına projeler üretmeye gayret ettiğim için, ülkemizin olağanüstü enerji kaynaklarını bir bir öğrendim. O yüzden, sadece enerji açısından bile; dalgası, denizi, akıntısı, jeotermali, akifer kaynakları, güneşi ve rüzgârına ilaveten, bor ve perlit gibi stratejik madenlerde dünyanın en büyük rezervlerine sahipken, dört mevsim hizmete hazır, inanılmaz kaynak zengini bir ülkede fakiri oynamak, çok ağrıma gidiyor dostlar..

 

Yine o yüzden, böyle bir yoldan gidilmesi ve proje örneklerinin ortaya konulması halinde, mevcut âtıl stoklar bir yanda beklerken, yepyeni bir pazar alanı ve çekim alanı yaratılabileceğine inanıyorum ülkemizde ve elbette ilkin inşaat sektörümüzde. Yapılacak iş, uygun bir arazide proje geliştirip, halkımıza sunarak biran önce işe başlamaktır. Çeşitli vesilelerle tanıştığımız için, bu konuya çok ilgi göstereceklerine inandığım medya sektöründe, halkımızın çok ilgi göstereceğini de bildikleri için, hemen yer alacaktır o projeler. O yüzden, başkaca bir reklâma ve masrafa hiç ihtiyaç duyulmadan, en kısa sürede satılabileceğine ve yeni taleplerin önünü açacağına inanıyorum o başlangıcın.. Yâni özetle, inşaat sektörünün kendi yarattığı kara delikten kurtulmasının da tek çaresi olduğuna inanıyorum bu yepyeni bakışın.. Çünkü artık kendinize tamamen yetiyorsunuz, ülkenin enerji ve besin sektöründeki hiçbir kriz ve fiyat dalgalanması sizi ilgilendirmiyor. Olası depremlerde ise, beton evlerde oturanlara yıllarca bizim de yaptığımız gibi sadece dua etmektesiniz !...

 

SONUÇ :

 

Şimdi sıra geldi, bu üç temel başlık altında özetlemeye çalıştığım raporumuzda yer alan ilkeleri ve olanakları, ülkemizin yaşam alanlarına katacak olan projeleri hayata geçirmeye ve son seksen yılın yapısal günahlarından kurtulmaya !.. Yâni insanlarımıza sağlıklı ve güvenli bir gelecek sunmaya.. İlk örneklerin ardından, orada yaşamaya başlayanları ziyarete gelen komşularının ve akrabalarının, zaten var olan nimetlerle tanışması, onlara “ben de böyle yaşamak istiyorum” dedirtecektir.. İşte büyük değişimi başlatacak sihirli cümle de budur zâten !.. İlk ve asıl başarı, bu talebi yaratmaktır..

 

Yola çıkmaya hazır mısınız ?..

 

Sabri kaya

Sabrikaya63@hotmail.com

 

 

 

 

 

 

 

·          Y.Mimar Çelik Erengezgin (arşivin den alınmıştır.)

 

 






Çok Okunan Makaleler
Sabri Kaya
Kanseri Yenebilirsiniz
4.12.2018 3195 Okunma
Sabri Kaya
Hasta Olursanız Tıbba Fazla Güvenmeyin
30.11.2018 3083 Okunma
Sabri Kaya
KUR’AN IN ÖNGÖRDÜĞÜ TOPLUM
14.11.2018 3043 Okunma
Sabri Kaya
SATILIK HASTALIKLAR HEKİMLİK ÖLDÜ YAŞASIN DOKTORLUK !
19.02.2019 2903 Okunma
Sabri Kaya
Ekolojik Gıda Ürünleri Kooperatifi
14.11.2018 2882 Okunma
Sabri Kaya
Rafine Şekerin Öldüren Hikayesi
2.12.2018 2869 Okunma
Sabri Kaya
Geleneksel Gıda Üretim Ve Tedarik Projesi
15.11.2018 2815 Okunma
Sabri Kaya
Tuzun Bilinmeyen Mucizeleri
23.11.2018 2805 Okunma
Sabri Kaya
İlim Din dir Din İlim dir
1.12.2018 2804 Okunma
Sabri Kaya
Paranın ve Gayrimenkulun Kullanım Bedeli Faiz ve Kira
25.11.2018 2800 Okunma
Sabri Kaya
BEKA SORUNU NEDİR !..
28.03.2019 2800 Okunma
Sabri Kaya
Şuurun En Yüksek Hali ve Vicdanın Salih Ameli TAKVA
1.12.2018 2784 Okunma
Sabri Kaya
Şeker hastalığı ve Beslenme
29.11.2018 2676 Okunma
Sabri Kaya
BİR YAPISAL STRATEJİ
28.03.2019 2631 Okunma
Sabri Kaya
Fransa da Sarı Yeleklilerin Talepleri
5.12.2018 2618 Okunma
Sabri Kaya
Ahlak Din'inin Temelidir
1.12.2018 2561 Okunma