YENİ ANAYASAYA GEÇİŞ ÖNERİSİ karagülle-akdemir
Süleyman Karagülle
1512 Okunma
19-İKİNCİ BÖLÜM-SAYFA271-302

"BAĞIMSIZ"

Bağımsızlık, sorumsuzluk değildir. Herkes her yaptığından her zaman sorumludur. İnsan demek bu demektir. Hukuk düzeni de bu demektir. Hukuk düzeninde insan her şeyi yapmakta serbesttir. Ancak herkes her yaptığının hesabını vermekle de yükümlüdür. Demek ki, bağımsızlık hiçbir zaman sorumsuzluk değildir. Bağımsızlığın sorumsuzluk şeklinde anlaşılması halinde güven ve hukuk düzeni ortadan kalkar.

 

Kişiye karşı sorumluluk:

Sorumluluk iki şekilde ortaya çıkar. Kişiye karşı sorumluluk; bu askeri sorumluluktur. Kişinin yaptığından bir üst kuruluş sorumlu ise bu bağımlı sorumluluktur. Bugünkü yargı, bağımlı sorumluluktur. Hakim, merkez tarafından atanmakta, hakimin verdiği karar merkez tarafından denetlenmektedir. Hakimin terfi ve nakilleri merkez tarafından yapılmaktadır. Yargıtay'ın arzularına uymayan kararlardan dolayı yargıç sorumlu tutulmakta, terfileri önlenmektedir. Adalet bakanının talebi ile hakim yargılanmakta; adli müfettişler, yargıçları denetleyebilmektedir. Böyle sorumluluk bağımlı sorumluluktur.

Bağımsız sorumlulukta ise kişinin kendi seçtiği hakem ile hasmın seçtiği hakemin sorguladığı bir mahkeme, bağımsızdır. Hakemler kendilerine bir başhakem seçerler ve bunların verdiği kararlar, infaz edilir. Bu sorumluluk bağımsız sorumluluktur. Çünkü hakemler, bağımsız olarak atanır ve hakemlerin merkeze bağlıkları söz konusu değildir.

Günümüzde merkezi sistemin oluşturduğu bir sistem vardır. Roma'daki merkezi yönetimden kaynaklanan bu sistem güçlüyü haklı çıkarma sistemidir. Merkezden atanmış, merkezin denetiminde hakim vardır. Bu hakim mevzuata göre hükmetmektedir. Ancak mevzuata göre hükmetmediği zaman onu sorumlu tutacak hiç bir mekanizma yoktur. Ama Yargıtay'ın arzularına göre hükmetmeyen hakimin kararları bozulmakta ve kendisi de terfi edememektedir. Yargıtay'a gidip gelen dosyalar, zamanı uzatmakta ve davalar bir türlü bitmemektedir. Yargıtay hakimleri ise sorumsuzdur.

Anayasa bağımsız yargı demektir. Bunu kanunlar bağımsız Yargıtay olarak anlamaktadır. Böylece yargıç devleti ortaya çıkmaktadır. Ancak gücü

 

olmadığı için silahlı kuvvetlerden veya diğer baskılardan korktuğu için dengeli kararlar vererek varlığını sürdürmektedir. Bu da kuvvetlinin istediğini yerine getiren bir hukuk düzenini doğurmaktadır.

Saltanat döneminden daha adil olmayan bu sistem, hakimleri de halkı da zor durumda bırakmaktadır. Kuvvetliyi tahminde zorluk çeken hakimler değişik kararlar verebilmektedir. Halk da hangi hukuk düzeni içinde olduğunu tahminde zorluk çekerek hukuka karşı güvenlerini yitirmektedir. Halkın, hakimin hükmüne güveni sarsılmıştır. Kararların nasılsa temyizde bozulacağını bilen halk, hakim kararlarına inanmamaktadır. Bu durum hakimleri rüşvetten korumaktadır. Hakime kimse rüşvet vermiyor, ya da almıyor ama yetkisizliği de herkesçe bilinmektedir. Rüşvetin Yargıtay'a kadar gittiğini söylemiyoruz. Ancak Yargıtay'ın adil kararlar verdiği hususunda halk emin değildir. Bu hatadan veya baskıdan gelmiş olabilir.

Avukatlık kurumu düzgün çalışmamaktadır. Çünkü çıkar çatışması vardır. Avukatlar adalete hizmet etseler nizalar azalacak ve çekişmeler bitecek. Bu da avukatları işsiz bırakacaktır. Bulunan çare davaların uzatılmasıdır. Bir an önce davaları sonuçlandırıp adil kararların alınmasına imkan verme yerine davaları uzatma ve çoğaltma yollarına yöneltmektedir. Böylece mahkemelerde yığılan davalar sebebiyle bir hakim günde ortalama otuz dosyaya bakmak zorunda kalmakta ve on yılların üstünde davalar sürmektedir.

Oysa gecikmiş kararlar, hem insanları huzursuz etmekte hem de ekonomik felce neden olmaktadır. Sonunda adil kararlar alınsa bile adalet yerine gelmemektedir. Kaldı ki, dava uzadıkça adil karar alma da o kadar zorlaşmaktadır. Dolayısıyla yargı çalışmamaktadır.

Avukatlar, müşterileri ile pazarlık yaparken "masraflarım var" diyerek fazla hak istemekte, halk da bunu rüşvet vermesi gerekir, şeklinde anlayarak rıza göstermektedir. Ama bu yolla yargıya karşı olan güven sarsılmaktadır. Esasen parası olan güçlü avukat tutabilmekte ve haklı haksız davayı kazanmaktadır. Parası olmayan ise savunmasız bir şekilde haklı da olsa davayı kaybetmektedir.

Burada kişileri suçlamak mümkün değildir, ne hakimleri ne avukatları ne de savcıları suçlayabiliriz. Sistem gereği herkes hayatını sürdürmek için yapabileceğini yapmaktadır.

 

 

              Savcılık, hele savcılığın bağımsızlığını izah etmek mümkün değildir. Önce savcı avukatla eşit statüde olmalıdır. Hakimin yanında oturup hasımlar arası eşitliği bozmak, bağımlı yargının baş alametlerindendir.

Diğer bir çelişki de kamu hukuku, bir caniyi suçlarken aynı anda iftiraya uğrayabileceğini düşünerek koruması da gerekir. İslam hukukçuları zina suçuna 100 sopa vurulur, zina iftirasını yapana da seksen sopa vurulur, demişlerdir. Yani kamu her türlü mağduriyeti önlemelidir, demişlerdir. Savcı böylece hem sanığa hasım olmakta hem de onu korumak zorunda kalmaktadır. Bu ise hasımların birleşmesi anlamına gelip hakime gerek kalmaması demektir. Öyleyse kamu hem zanlıya sahip çıkacak, hem de zanlıyı suçlayacak bir mekanizma oluşturmalıdır. Bu da avukatların savcılık derecesine yükseltilmesi ve avukatların ücretlerinin de kamuca karşılanması ile mümkündür.

Yargının bağımsız olması için bir mekanizma geliştirmemiz gerekir. Birinci olarak hakimden soruşturma yapma ve karar verme yetkisi alınmalıdır. Hakim davayı yürütecek, tüm kayıtları tebliğ ve tescilleri yapacak. Hakemleri seçtirecek ve soruşturmacıların tanıklarını dinleyecek ve duruşmaları yönetecektir. Soruşturmacılar, konuya girmeden sonuçları söyleyecek; hüküm ise hakemler tarafından verilecek. Yani hakim yargıda hükmeden değildir. Tespit, soruşturmacılar tarafından yapılmakta, hüküm de hakemler tarafından verilmektedir.

Geçici olarak, hakimlere  hükme bağlanan dava dosyalarını tetkik ederek tasdik etme veya reddetme görevi verilebilir. Geçiş döneminde, bu şekilde yapma zorunluluğu vardır. Bunun sebebi henüz hakemlik müessesesi ve bağımsız soruşturma müessesesi oturmuş değildir. Halkta buna tam güvenemez. Hakimler de göz göre göre yanlış kararları onaylamazlar. İşte bu nedenle şimdilik hakimlerin görevleri azaltılacak ama yetkileri kaldırılmayacaktır. Tam tersine tüm hakimlerin Yargıtay hakimi gibi kararları onaylama yetkisine sahip kılınmasıyla daha yetkili hale getirilecektir.

Hakemlerin karar verdiği ve hakimlerin onayladığı bir dava artık Yargıtay'a gitmeyecektir. Bu yerinden yönetimin zorunlu sonucudur. Mevzuat merkezi olmayınca, merkezin taşraya hükmetmesi söz konusu olmayacak ve Yargıtay'ın denetimi de söz konusu olmayacaktır. Bununla beraber Yargıtay varlığını sürdürecektir.

 

                 Soruşturmacıların ve hakemlerin bağımsızlığı yanında sorumluluğu bulunduğunu daha önce belirtmiştik. Hakemlerin aldığı kararlar kesindir ve infaz edilir. Ancak soruşturmacılar ve hakemler aleyhine ilde dava açılabilir. Hakemlerden birini başhakem, diğerini ise karşı taraf bölgedeki yüksek hakemlerden seçer. Bunların seçtiği yüksek başhakem tarafından hakemler veya soruşturmacılar muhakeme edilerek mahkum edilebilirler. Bu takdirde eski dava bozulmaz, tazminat ise hakemlerin veya soruşturmacıların dayanışma ortaklıkları tarafından ödenir. Cezai sorumluluk bağımsızlığın zedelenmesi için olmayacak. Sorumluluk mali olacak. Bu da kendisine teminat veren dayanışma ortaklığınca karşılanacaktır.

İldeki hakemler ve soruşturmacılar aleyhine merkezde dava açılabilir. İşte Yargıtay ve Danıştay, yüksek mahkemeler burada devreye girer. Benzer şekilde sorumluluk hükme bağlanır. Demek ki, bugünkü yüksek hakimler (bunlara üst hakemler diyoruz) merkezde hakemlik yapacak. Ayrıca merkezdeki mahkemelerin yürütülmesinden sorumlu olacaklar. Dosya karara bağlandığında kabul veya ret yetkisi yüksek hakimlere ait olacaktır.

Burada ülkemizde pek yaygın bulunan dokunulmazlık konularına da değinmek gerekir. Danıştay, Yargıtay, Sayıştay gibi yargıda çokluk, yargıda eşitlik ilkesine aykırıdır. Ancak mevcut statünün bozulmaması için gelen davalara hakimlik ancak kendi ihtisaslarında yapılacak, hakemlik ise eşitlik içinde gerçekleşecektir. Yani üstün hakemlik ehliyetine (yüksek hakimlik ehliyetine) sahip olanlar, tüm davalarda hakem olabilecekler. Böylece mevcut düzen aynen korunacak, mekanizması hakemliğe dönüştürülecektir.

Dokunulmazlığa gelince, orta ehliyetliler bucak mahkemelerinde, ilçe hakemlerince muhakeme edilecekler. Yüksek ehliyetliler ise il mahkemelerinde bölgedeki yüksek hakemlerce muhakeme edilecekler. Üstün ehliyetliler ise merkezdeki üstün hakemlerce muhakeme edilebilecek. Milletvekilleri, yüksek rütbeli bürokratlar da üstün ehliyetlilerce yargılanacaklardır. Bunlar milletvekillerinden ayrılmış olsalar veya bürokratlar emekli olsalar da yine üstün hakemlerce muhakeme edilecekler. Emekli generaller de üstün hakemlerce muhakeme edilecektir.

Milletvekillerini muhakeme edecek başhakemin milletvekili olması şartı getirilirse yasama dokunulmazlığı da kötüye kullanılmadan tesis edilmiş olur.

 

 

               Adil Düzende her türlü sınıf ve imtiyazlar kaldırılmıştır. İlmi seviyeler her zaman göz önünde tutulur. Herkese ilmi seviyesini yükseltme imkanı sağlanacağından bu sınıflaşma anlamına gelmez. Bu her zaman her toplulukta vardır. Bilenle bilmeyen bir değildir.

Polisler adli polis statüsünde bağımsız soruşturmacı olarak görev yapacaklardır. Dosyayı tamamladıktan sonra hakemlere sunacaklar ve hakemler, soruşturmayı yeterli görürlerse tanıklık yapmalarına izin verecektir. Hakim soruşturmacıların dosyalarını incelemeden duruşma yaptırır ve hakemlerin kararına sunar. Hakemler de dosya hazırlayarak duruşmada kararlarını bildirirler. Hakim dosyaları bundan sonra ele alarak onaylar veya reddeder. Reddederse yeni hakemleri seçtirir, dava yeniden görülür. Hakim hiçbir zaman, kendisi soruşturma yapamaz ve karar veremez.

Bu sistemin birçok yararı vardır. Hakimlerin yükleri azalır. Dosyayı rahatlıkla tetkik ederek onaylama veya reddetme yetkisi verilmektedir. Hakimlerin sorumluluğu bugünkü mevzuata göre olacak. Bu bakımdan kısa zamanda adil bir şekilde karara bağlanır. Yeni hakemler arasında eski hakemler yer almaz.

Burada çözülmesi gereken önemli husus avukatlık kurumudur. Avukatlar savcılık seviyesine çıkarılacak ve hakemlik yapacaklardır. Ayrıca kamu davalarını da yüklenebileceklerdir. Kamu davasını açma yetkisi savcı veya avukata bırakılmayacaktır. Merkezi yönetim sisteminde savcılar merkezin emrinde dava açarlar. Yerinden yönetim sisteminde, demokratik sistemde seçilenlerin dava açma yetkisi seçilenlere verilmesi gerekir. Bağımsız bir savcılık müessesesinin hukuki anarşiyi doğurmanın dışında hiçbir yararı yoktur.

Türkiye'de halkın büyük çoğunluğu Müslümandır. Çoğunluk sistemi uygulanmaktadır. Böylece parlamento ve hükümet de ister istemez İslamiyet'in etkisi altındadır. Bürokratlar ve hakimler ise ateizmin moda olduğu devirde eğitilmişler ve imtiyazlı olarak atanmışlardır. İşte bu nedenle bürokratlarla siyasiler arasında derinden bir çatışma vardır. Siyasilerin gücünü kırmak ve bürokrasi üzerindeki hakimiyeti kaldırmak için bağımsız yargı yanında bağımsız savcılık da icat edilmiştir. Böylece cumhurbaşkanının, hükümetin, bakanların kamu haklarının savunma yetkisi kısıtlanmıştır. Bu nedenle demokrasi henüz gelmemiştir. Hükümet kararları alıyor, yargı bozuyor. Ülke yazboz tahtasına dönmüştür.

Ateistlerin bu direnmesi ne zamana kadar devam edecektir? Bu çatışma ülkeyi nereye götürür?

Burada Adil Düzene ihtiyaç vardır. Çoğunluk sistemi ortadan kalkacak ve herkes bağımsız ve tarafsız yargı önünde kendi hukukunu savunacaktır. Bu suretle kendisini güvende hisseden ateist bürokratlar da buna rıza gösterecektir. Yoksa yeni nesil dindar yetişiyor. Er geç dindar kadro yönetime hakim olacak, bu sefer de onlar baskı yapmaya başlayacaktır. Roma'da benzeri olmuş. Hıristiyanlığı şiddetli bir şekilde cezalandıran Roma sonunda Hıristiyan olmuş; bu sefer de Hıristiyanlık adına en büyük zulmü yapmıştır. Türkiye böyle bir akıbete gitmemek için bir an önce bağımsız ve tarafsız bir yargıyı oluşturmak zorundadır. Çoğunluğun azınlığa, güçlülerin zayıflara tahakküm edemeyeceği bir düzen getirmek zorundayız. Bu darbelerle değil; hukuk düzeni ile olur.

Kamu davalarını açma yetkisini siyasi partilere vermeliyiz. Seçilmiş bucak, il ve devlet başkanlarının da her türlü dava açma hakları olmalı. Böylece sanığın avukatını, hakemini, bir parti mağdurun avukatını, hakemini de diğer parti seçerek denge kurulur. Bu yetkilerini kötüye kullanan partiler sandıkta hesabını verirler. Böylece denge sağlanır. Konu tarafın belirlenmesi olduğundan burada fazla suiistimal de fiilen mümkün değildir. Böylece siyasi partilerin gücü artar. Hakem ve soruşturmacılar da arkalarında parti olduğu için güven içinde olurlar. Bugünkü hakimi, savcıyı hatta avukatı koruyan bir müessese yoktur. Bundan dolayı zaman zaman baskı altında mahkemeler karar vermek zorunda kalmaktadır. Medyanın baskısı bunun açık delilidir. Oysa medya da bağımsız yargının denetiminde olacağı için bu tür baskılar fiilen ortadan kalkar.

Avukatlar, hakemlik ve savcılık hizmetlerini yürüterek ücretlerini kamudan alırlar. Ne var ki, bu dönüşüm, savcı ve hakimleri fazla tedirgin etmeyecek. Ama normalin üstünde kazanç sağlayan avukatların bir kısmı için onların statüleri alt üst olacağından, bundan dolayı direnebilirler. Hakemlik sistemine en çok avukatlar karşı çıkabilir. Bunu önlemek için de avukatların yeni sistemde elde edecekleri bazı imkanları sağlamamız gerekir. Biz bunu şu şekilde telafi ediyoruz.

              Önce her avukat savcılık ve hakemlik yaparken serbest iş de yapabilecek, böylece kendisine işten gelir temin edebilecek. Bunun için avukatlara özel kredi tanımamız gerekir. Faizsiz olarak para değeri korunmuş kredi vermeliyiz, böylece mağduriyet giderilecek. Kredi miktarı ise avukatlıktan sağladığı yıllık kazançla orantılı olmalı. Yıllık gelirin yirmi katı kredi verebiliriz.

Bağımsız yargının oluşması için elbette yapılacak daha pek çok şey var. Önce hakemlik ehliyeti nasıl verilecek? Bunun için siyasi partiler, oy güçlerine göre yirmi kadar üstün hakem seçecekler. Bunlar, ilim adamlarından veya yüksek hakimlerden olacak. Bunlar bir hakemlik mevzuatı hazırlayacak. Bakanlık hakem, yüksek hakem ve üstün hakem sınavları açacak ve test usulü hakemlik mevzuatından sınav yapacak. Hakemlik imtihanına girmek için orta, yüksek hakemlik sınavına girmek için yüksek, üstün hakemlik sınavına girmek için doktora yapmış olmak veya harp akademisinden mezun olmak şartı getirilir. Sınavda başarı gösterenlere ehliyet verilecektir.

Benzer şekilde soruşturmacılar da sınava girecektir. Yani siyasi partiler oy güçlerine göre yirmi üstün soruşturmacıyı seçecekler, bunlar soruşturma mevzuatını hazırlayacaklardır. İç İşleri Bakanlığı sınav yaparak, soruşturmacı, yüksek soruşturmacı ve üstün soruşturmacı ehliyetleri verilecektir.

İleride ilmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma ortaklıkları kurulacak ve bunların hakemlik ve soruşturmacılık yapabilmeleri için bu dayanışma ortaklıklarına girmeleri istenecektir. Bilgisizlikten doğan zararlar ilmi, becerisizlikten doğan zararlar mesleki, ihmalden doğan zararlar dini ve kasten verilen zararlar siyasi dayanışma ortaklıkları tarafından tazmin edilecek. Şimdilik bu dayanışma ortaklıkları yok, kurulsa bile bu fonksiyonları hemen ifa edecek durumda değildir. Bu nedenle geçici olarak siyasi partilerle yetinmemiz gerekir.

Türkiye'de milleti temsil eden gerçek iki kuruluş vardır: Biri ordu, diğeri ise siyasi partilerdir. Ordu katıksız milli ordudur. Tüm personel Türklerden oluşmuştur. Subay ve astsubay okuluna sınavla alınmaktadır. Soylular zaten asker olmak istemiyor. Bir subay, okuldan itibaren hep ordu içinde Türk halkı ile birlikte haşır neşir olarak yetişmekte ve orgeneralliğe kadar yükselmektedir. Bu ordu katıksız milli ordudur. Daima başarılı olmuştur. En üst seviyede bir ordudur. Ordunun savunmada milleti temsil etmesi ve bağımsız olması gerekir. Sivil yönetimin orduyu rahat bırakması, askeri yönetimin de hukuk düzenine karışmaması gerekir.

Sivil yönetimde ise siyasi partiler çok güçlüdür. İstiklal Savaşını başarı ile sonuca götüren TBMM darbelere maruz kalmışsa da kısa süre sonra meclis açılmıştır. Çok partili sistem ülkemizde kökleşmiştir. Ülkede her türlü değişimler ve gelişmeler siyasi partilerin uzlaşmasıyla doğar. Siyasi partiler uzlaşınca ordu da onları destekler.

Geçmişte askerler müdahale ettiler. Ancak bir siyasi partiye dayanmadan devletin yönetilemeyeceğini gördüler. Kendilerine bağlı bir siyasi partiyi de bulamadılar.1960'da CHP İnönü'nün kararları ile askeri yönetimi destekledi.1983'de Evren bir partiyi destekledi; fakat o partiyi iktidar yapamadı. Halkın iradesine boyun eğdi, parlamentoya saygı gösterdi. Bu olaylarda siyasi partiler başarılı oldukları sınavlardan geçtiler.

Hakemlerin ve soruşturmacıların oluşmasında da partilere önemli görevler düşecektir. Kurucu hakemlerin ve soruşturmacıların oluşmasında etki ve yetkileri olduğu gibi siyasi partilerin il ve bucaklarda da mahalli kuruluşların oluşmasında yetkileri olacak. Kendi ilçe ve bölgelerinde hizmet verecek hakem soruşturmacıları siyasi partiler oyları oranında belirleyecekler. Siyasi partilere oyları oranına göre bütçeden soruşturma ve hakemlik tahsisatı verilecek, bunlar bu tahsisatları görevlendirdikleri hakemlere ve soruşturmacılara verecekler. Böylece siyasi partiler mali yönden güçlendirilecek ve bağımsız yargının oluşmasına hizmet edecektir. Hakemleri ve soruşturmacıları mahalli siyasi partiler her olay için ayrı ayrı görevlendirecekler. Ama hakemlik ve soruşturmacılık ehliyeti bir daha kimsenin elinden alınamayacak. Hatta o çevrede faaliyet göstermesine de mani olunamayacaktır.

Özel ve kamu soruşturmasının yapılmasını isteyen herkes, bir parti başkanını ikna ettiğinde soruşturma yaptırabilecek. Kimsesizler için ise bucak ve il başkanları, hatta devlet başkanı da soruşturma görevini verebilecek, bütçeden ücret ödeyebilecektir. Benzer şekilde dava ikame eden de hakemlere gitmek için siyasi partilerden birini ikna edecek yahut başkana başvuracaktır.

Görüldüğü gibi, bu sistemde hep yerinden yönetim ve demokratik denetim sistemi işlemektedir. Bütün bu hizmetler ücretsiz yapıldığı için de sosyallik ilkesine uyulmaktadır. Hakemler atandıktan sonra azledilmez. Bu da yargı bağımsızlığının bir teminatıdır. Tarafların seçimi ile geldiği ve ücretin kamuca ödenmiş olması nedeniyle yargı bağımsızlığı sağlanacaktır. Bundan daha iyi çözüm varsa o kabul edilip uygulanır.

 

''tarafsız''

Bir mahkemenin bağımsız olması, adil olması için yeterli değildir. Bağımsız olduğu kadar tarafsız da olmalıdır. Tarafsızlık nasıl sağlanacaktır? Hakimlerle tarafsızlık sağlanabilir mi? Tarihte insanlar, devlet aşamasına gelmeden önce bile hakemlere başvurmuşlardır. En ilkel topluluklarda bile hakemlik müessesesi oluşmuştur. Hakemlik sistemine göre hakemlerin kararlarına uymayanlar toplumdan dışlanmışlardır. Birbirini tanıyan topluluklarda kişiler itibarlarını kaybetmemeleri için tarafsız davranmak zorundadırlar. Çünkü halk haklı ve haksızı zaten bilebilmektedir. Ancak topluluklar gelişip büyük şehirler oluşunca, yöneticilerin veya hakimlerin tarafsız davranması hayal olmuştur. Ne yönetici halkı, ne de halk yöneticiyi tanımaktadır. Hele merkezi yönetim oluşunca hakimler tarafsızlık yerine, merkezin tarafı olma durumunda ve zorunda kalmışlardır. Hakimler merkezin arzularına göre karar vermek durumundadırlar. Çünkü sosyalist veya kapitalist devlet anlayışı bunu zorunlu kılmaktadır. Devletin güçlü olması gerekir. Hakimler tarafsız değil, devlet taraflısıdırlar. Mahkemeler, halka adalet dağıtmak için değil, merkezin otoritesini korumak ve merkezin ortaya koyduğu mevzuatı uygulatmak içindir. Merkezi yönetimin en büyük mahzuru merkezin taşraya hakim olamamasıdır. Devleti istismar eden gruplar oluşur ve merkezi yanıltarak halka zulmettirirler. Atanan hakimler bile bu zulümden kurtulamazlar. Yolsuzluk şebekeleri, yetkililere ve hakimlere suç işletirler; başaramazlarsa yakınlarına işletirler ve dosyayı daima el altında tutarlar. Sonra görevlileri de buna inanmaya zorlarlar. Yeraltı faaliyetleri organize olur, devlet gizli ellerle yönetilmeye başlanır. Bunlar merkezi yönetimin doğurduğu hastalıklardır. Tarafsız yargının sağlanması için yerinden yönetim şarttır. Yerinden yönetim sağlıklı yapı için kesinlikle gereklidir. Merkezi yönetim er geç bozulur ve toplulukları yok eder. Bu nedenle sultanlar ve krallar bile yerinden yönetimi tercih etmişlerdir. İnsanın görüşleri var, inanışları var, çıkarları var. Bu nedenle her konuda tarafsız bir insan bulmak mümkün değildir. Ancak herkesin tarafsız olacağı konular vardır. Sporla ilgilenmeyen bir kimse spor kulüplerine karşı tarafsızdır. Hakimin her konuda tarafsız olduğu kabul edilmektedir. Fakat,

bu mümkün değildir. Oysa hakemlerden istenen sadece hakem oldukları hususlarda tarafsız olmalarıdır. Taraflar hakemini seçerken o konuda tarafsızlığına dikkat etme şansları vardır. Davanın tarafları iki yanın hakemleri olacağından taraf olsalar bile karşılıklı uzlaşma ile tarafsız bir karar ortaya çıkarabilirler. Başhakemi tarafların hakemleri seçeceğinden, o konuda tarafsız olacak birinde uzlaşacakları ve anlaşacakları açıktır. Başhakem de küçük topluluk içinde herkesin sosyal denetiminde karar verecektir. Taraflı karar vermesi zorlaşmaktadır. Çünkü yerinden yönetimde halkın baskısı, taraflı karar vermeyi engelleyebilecek durumdadır. Tarafsız bir heyet oluşturmanın bundan başka bir yolu var mıdır? Düşünülebilir mi? Daha iyi bir çözüm bulunamamaktadır. Yerinden yönetimin iyi bir tarafı ihtilafın büyümeden küçük mahalde çözülmüş olması, hakemlerin taraflarca seçilmesinin iyi tarafı, kendi irade ve rızalarıyla dava sürecine katılmış olmaları ve ortaya çıkacak kötülüklerin nispi olarak azalmasıdır. İnsanlar genellikle iyidirler. Eğer merkezi yönetimin belirsizliği sorunu ortadan kalkacak olursa, ihtilaflı olaylarda verilecek kararlar büyük bir oranla adaletli olarak çözülmüş olur.

Mahkeme çoğu zaman kendilerini haklı zanneden tarafların nizasını        çözer. Yani onlar karşı tarafın haklarını yemek için değil, hakları ne ise onu         almak için başvururlar. Bu durumda taraflar bile tarafsızdırlar. Bunların seçecekleri hakemler tabidir ki, tarafsız olur. Hakem bir taraftan onu seçenin       vekili olması nedeniyle onun hukukunu korur, diğer taraftan azledilememesi nedeniyle artık hakim durumundadır ve vekiline ancak hakkı olan bir şeyi kazandırır. Başhakem ise artık taraf değildir. Sadece hakkı belirleme görevi ile görevlidir. Bu bakımdan hakemler sistemi, tarafsızlığı sağlayan bir müessesedir. Hakemler kamuyu değil tarafları ve hakkı temsil ederler. Kamunun hukuku zayi oluyorsa o dava açar ve taraf olur. Yoksa mahkeme kamuyu temsil etmez. Mahkeme kamunun da üstündedir. Kamu hakemlerin emrindedir ve onun kararlarını uygulama ile yükümlüdür. Bu onları tarafların seçmesi ile sağlanır. Hakemlik sistemi, tarafsızlık ve bağımsızlığı birlikte toplamış bir sistemdir. Burada şunu belirtmeliyiz: Bir topluluğun yaşaması ve fertlerini mutlu kılması için bir bedende olduğu gibi değişik müesseselerin var olması ve bu müesseselerin işbölümü içinde dengede görevlerini sürdürmesi gerekir. Denge demek, müesseselerin birbiri içine girmemesi ve müdahale etmemesi demek olduğu gibi, müesseselerin birbirinden kopup uzaklaşmaması da demektir. Önce ne yapılmasına karar verilir. Bunun için topluluğun ihtiyaçları ile arzuları değerlendirilir. Dini   şûralar bu hizmeti görür. Yayın organlarının isteklerini ve halkın isteklerini değerlendirerek ne yapılması gerektiğine karar verip ilmi şûraya bildirilir. İlmi şûra araştırma yaptırarak imkanları saptar. Basın yoluyla halkın çözüm önerilerini tespit eder ve çözüm planlarını mesleki şûralara bildirir. Mesleki şûra bu planın kimler tarafından yapılacağına karar verir ve ona göre kredi verir. İşyerleri imalat yapıp kontrollerini yaptırır ve ambarlara teslim eder. Siyasi şûralar gerekli soruşturmaları yaptırır, hakemlerin kararlarıyla herkesin hukukunu belirler ve dağıtır. Burada görülüyor ki, son söz daima hakemlerindir. İşte bu nedenle hukuk düzeni adını almıştır.

Hakemlerin bağımsız ve tarafsızlığı, topluluk açısından çok
önemlidir. Ancak bunun bir anlam taşıması için siyasi gücün hakem
kararlarının bekçiliğini yapması gerekir. Sokakta yürüyen adam "Ben
hürüm, çünkü bana kimse bir şey yapamaz. Yapacak olsa hakemlere gider,
hakkımı alırım. Hakemler gerekli tespiti yaptığı takdirde başkanın emrinde
olan güçlü siyasi güç hakkımı derhal bana verir." diyebilmelidir. Sokakta
yürüyen adam "Kötülük yapsam kurtulmam mümkün değil." diye
düşünmesi gerekir. "Çünkü bu ülkede hakemlerden oluşmuş, mahkeme var
ve bu ülkede başkanın emrinde siyasi dayanışma ortaklıkları vardır.
Kaçamam; mensup olduğum, sevip saydığım dayanışma ortaklığına ihanet

etmiş olurum." der ve suç işlemekten kaçınır. İşte bağımsız ve tarafsız yargı
budur. Hakemler bu güvenceyi sağlar. Ne kadar adil olursa olsun bunu
sağlayamayan düzen "adil düzen" olmaz.

"saygın"

Toplulukta saygın kimseler vardır. Onların tenkit edilmesi yasaktır. Bunların denetimi halkça yapılır. Bunlar dayanışma ortaklıkları sorumluları, başkanları ile tarafsız ve bağımsız hakemlerdir. Taraflar, hakemlerini seçerler, ondan sonra da onların kararlarına gönül rızası ile teslim olurlar. Kendi düşen ağlamaz, kabilinden kendileri hakemlerini seçmişlerdir, şikayete hakları yoktur. Bunun gibi ilmi, dini, mesleki ve siyasi dayanışma ortaklıklarının sorumlularını kendileri seçmişlerdir, kendi tercihleri olduğundan aleyhlerine konuşamazlar. Aşiret ve bucak başkanını da kendisi seçmiştir. Bununla beraber bu kişiler, saygınlığını yitirecek davranışlarda bulunmuşsa, onun aleyhine hakemlere gidilir. Hakemler, bu kişilerin saygınlığını kaldırabildikleri gibi görevlerine de son verebilirler. Hakemlere karşı da hakemlere gidilebilir ve hakem kararı ile hakemlerin saygınlığı ortadan                kaldırılabilir.

Hakemlerin kararları tartışılamaz. Yalnız hakemlere gidilebilir. Hakemlerin kararları kesindir. Hakem seçerken hata yapmış olabilirsin. Hakem de hata etmiş olabilir. Bütün bunlar takdirdir deyip, kabullenmek gerekir. Doğal afetlere nasıl dayanılıyorsa sosyal afetlere de dayanmak    gerekir.

Hakem kararları topluluk kararlarıdır. Bizim onlara karşı gelmemiz demek, topluluğa karşı gelmemiz demektir. Hakem kararlarına korktuğumuzdan dolayı değil, ancak kararlara uymamız görev olduğu için uyarız. Hakem kararlarına saygılı olan topluluklar ileri durumdaki topluluklardır. Dünyaya hizmet edecek topluluklar bu topluluklardır. Ben nasılsa öleceğim deyip topluluk için ölmeyi ve her türlü fedakarlığı göze alan halklar üstün halklardır.

 

 

"etkin"

Hakemlere herkes inanmalıdır. Mağdur olanlar bilmelidir ki, benim    haklarımı onlar korurlar. Gadredenler bilmelidir ki, yaptıkları karşılıksız kalmaz. Hakemler doğru kararlar verirler ve kararları uygulanır. Haklılar       hakemleri sevmeli, haksızlar da hakemlerden korkmalıdırlar. Hayat böyle hep dengelerden ibarettir. Bunu sağlamak için,

a)Hakemler kararlarını olayın olduğu yerde vermelidirler. Tarafları ayaklarına çağırmayacaklar, tarafların ayaklarına gideceklerdir. Böylece hakeme saygı doğar ve onlardan korkulur. Nüfusları 3.000 ile 10.000 arasında olan topluluklar birbirlerini tanırlar. Her gün yüz yüze bakarlar. Orada yalandan şahitlik zor yapılır, orada haksız kararlar zor alınır. Hatta taraflar yalan bile söyleyemezler. Devlet aşaması öncesinde insanlar kabileler halinde yaşıyordu ve varlıklarını sosyal baskı ile sürdürüyorlardı.

b)Hakem kararları olayı müteakip olmalı, olaylar halkın hafızasında iken verilmelidir ki, halk verilmiş olan kararlardan ibret alsın, cezaların caydırıcılığından söz açılabilsin. Seneler geçince olaylar unutulur, yaşadıkları yerlerden uzak bir yerde kişi mahkum edildiğinde, verilmiş olan kararlar Halka yeterince tesir icra edemez ve caydırıcı olamaz. Kişi bir hafta gibi kısa süre içinde fiilin işlendiği yerde mahkum edilir ve cezası da orada infaz edilirse, o zaman verilmiş olan kararlar caydırıcı olmuş olur.

c)Hakem kararları temyiz edilmemelidir. İnfaz edilmelidir. Hakem kararlarına karşı hakemlere gidilebilir. Mağdur olanların mağduriyeti giderilebilir. Ama gadredenlere rücu edilemez. Topluluk giderir. Yani hakem kararları bozulmaz ve değiştirilmez. Affa dönüştürülebilir. Ama diyet mutlaka ödenir. Dayak cezası verilir. Hapis cezası caydırıcı değildir.

d)Hakemler ve soruşturmacılar görevlerinden dolayı bir saldırıya uğrarlarsa hem diyet verilir hem de kısas yapılır. Yahut diyet ağırlaştırılır. Yani, onların güvenlikleri caydırıcılık yönünden artırılır.

''yargı''

Yasama, yürütme, yönetme ve denetleme tümü birden bir devletin dört kurumunu oluşturur. Ancak, bütün bunların dengeli çalışması için yargıya ihtiyaç vardır. Yargı ayrı bir kuvvet değildir. Tam tersine yasama, yürütme, yönetme ve denetlemenin her yerinde çalışmaları dengede tutan bir müessesedir. Diğer müesseselerle bu müessesenin en önemli farkı, diğer        müesseselerin   hepsi   bir   merkeze   bağlıdır   ve   merkez   tarafından         yönetilmektedir. Oysa yargı bağımsızdır, merkezi bir yere bağlı değildir.        Her yerdeki aksaklık yerinde giderilir. Orada değişik müesseseler arasındaki        dengeyi sağlar.

Yargının önemli olan diğer hususiyeti, yargı gelecekle ilgili kararlar almaz. Geçmişte cereyan eden olaylardan doğan hakları hükme bağlar. Yani devletin tüm diğer müesseseleri gelecek için planlar hazırlayıp uygulamaya geçtikleri halde yargı geçmişteki olayları değerlendirmektedir. Bu nedenle başkanların kararları yargı kararı değildir. Başkanlar, işlerin sürüncemede kalmaması ve kişilerin bizzat ihkakı hakka kalkışmamaları için tedbir mahiyetinde gerekli kararları alır. Bu kararları alırken ve haklı veya haksız olanları ayırt etmekten çok işin akışını düzenler. Oysa yargı başkanın kararları dahil tüm görevlilerin, yetkililerin, ehliyetli olanların, ehliyetsiz olanların haklarını tespit edip ortaya koyar. Yargının icrası dahi yargıdan değildir. Çünkü icrayı yine idare yapar veya halkın kendisi yapar.

Hasılı yargı öyle bir güçtür ki, hiç yaptırım gücü olmadığı halde herkes ona kayıtsız şartsız itaat eder. Bu itaat sosyal bir olaydır. Nasıl kötü bir para dahi piyasada revaç bulur ve halk yine de o parayı kullanmaya devam ederse, yargı kararları da böyledir. Halk ne kadar kötü olursa olsun, ne kadar zalim olursa olsun yargıya itaat eder. İşte, devletin varlığını ekonomik bakımdan para ve sosyal bakımından ise yargı korur.

Önemli olan para ve yargının halkın denetiminde olmasıdır. Kötü para ortaya çıkınca halk kötü parayı kullanmakla beraber paraları uygun bir değere kote eder ve işlemlerini onunla yapmaya başlar. Nitekim Türkiye'de ve SSCB'de, hatta Çin'de paralar dolara kote edildi. Halkın elinde para yoksa kendisi senet üreterek, cari hesaplar işleterek eksiğini giderdi. Türkiye bu mücadeleleri başarı ile sürdürmektedir. Yabancıların kötü tavsiyeleri sonunda bir ara yüzde yüzler civarında seyretmiş olan enflasyon Türkiye ekonomisini çökertememiştir.

Bunun gibi halk yargıdan ümit kesince kendi aralarında yargı oluşturur. Her canlı kendisini korumak için gerekli mekanizmaları geliştirir. Çek, senet mafyaları türer, kiralık katiller ortaya çıkar, kan gütmeler başlar ve halk sosyal dengeyi devlet aşaması öncesindeki şekliyle kurar ve halk arasında, devlete başvurmak, mahkemeye gitmek ayıp sayılır hale gelir. Bu şekilde davrananlar, dışlanır kimse onunla ilgilenmez, kızını almaz, kız vermez. Anadolu'da, Osmanlardan kalma bu gelenek, adeta örf haline gelmiş, Cumhuriyet dönemi de bu zihniyeti ortadan kaldıramamıştır.

Halk arasında atasözü haline gelen "İt itin kuyruğunu ısırmaz" atasözü kamu görevlilerinin birbirlerini tuttuklarını ve koruyacaklarını ifade etmek için söylenir. Kamu görevlilerinin dayanışma içinde olmaları anlayışla karşılanabilir. Çünkü kamu görevlilerinin gücünü zayıflatmak, devleti zayıflatmak demektir. Ancak yargıyı, idarenin dışına çıkarmak ve yükseltmek gerekir. Ne yazık ki, Türkiye'de böyle bir durum söz konusu değildir. Güçlü devlet oluşturmak istiyorsak, gerçekten adil ve bağımsız bir yargıyı oluşturmak zorundayız. Bütün saldırılara rağmen halk ordusuna ve siyasi partilere olan güvencini kaybetmemiştir. Bu nedenle devletimiz güçlü olarak varlığını sürdürmektedir.

Bizim şimdi önemli görevimiz, siyasi partilerin ve ordunun halka verdikleri güvenleri, korumak ve yargıyı da o seviyelere hatta onların üst seviyesine çıkarmaktadır. Türkiye'nin buna şiddetle ihtiyacı var. Merkezi ve antidemokratik yönetimlerde halk, yargıçları güçsüz görür ve onları iktidarın birer oyuncağı kabul eder. Demokratik düzenlerde ise yargının atama kararları ile oluşması kabul edilemez. Yargıda görev alacak tarafların seçtiği hakemler yoluyla taraflar oluşur ve halk kendi seçtiği hakemlerin verdiği kararlara herkesin uyduğunu görünce güçlü kabul ederek gurur duyar ve güven içinde olur.

Hayatlarını, başarılarını ve iktidarlarını yolsuzluk ve haksızlık üzerine kuranlar yargının güçlenmesini istemez ve karşı çıkar. Çok hukuklu ve hakem sistemine, yerinden yönetime ve demokrasiye düşman olan bu kimseler, yabancı kelimeler kullanarak onların arkasına gizlenirler. Manalarını tahrif ederek kendi keyfi yorumlarını yaparlar. İşte bu şartlar altında bağımsız ve tarafsız yargının imdada yetişmesi gerekir. Ancak, bu takdirde devletimizin bekasını sağlayabiliriz.

Türkiye'nin dışında herhangi bir yerde olsak, zulüm düzeninde de
hayatımızı sürdürebiliriz. İki bin yılına girerken İstanbul süper güçlerin
hedefi haline gelmiştir. Çünkü dünyanın merkezi olmaya aday bir merkez
haline gelmiştir. Çeşitli kavimler burasını almak için harekete geçmişlerdir.
Avrupa'nın son üç asırlık siyaseti İstanbul'un fethine dayanmaktadır. Böyle
bir ülkede yaşamamız için o ülkeye layık olmak gerekir. İşte bizim önerimiz
budur.

Nereden geldiği belli olmayan, anlamları bilinmeyen kelimelerin arkasına sığınarak aklına gelenin durumdan görev çıkardığı ve devleti yetkili yetkisiz kişilerin korumaya başladığı bir ülke durumuna düşersek varlığımızı bile koruyamayız. İşte bu yetkiyi belirleyecek tarafsız ve bağımsız kurum yargıdır. Yerinden yönetimde tarafsız ve bağımsız yargı hukuk düzenini oluşturacak; merkezi, askeri güç ve onun bağımsızlığı ise devleti koruyacaktır. Biz devletin ne kadar güçlü olmasını istiyorsak o kadar da hukuki olmasını istiyoruz.

"denetiminde"

Anayasanın yapılması önemli değildir. Burada oturur istediğimiz anayasayı yaparız. Anayasaya göre kanunlar çıkarırız. Bakanlar kurulu o tüzükleri yapar. Bakanlıklar genelgeler yayınlar ve görevliler uygularlar. Bunların gerçekten uygulanıp uygulanmadığını denetleyen bir yerin olması gerekir. Unutmamak gerekir ki, hukuk düzeninde hukukun başkaları tarafından oluşturulması gerekmez. İnsan kendi hukukunu kendisi yapar. Kararlar alır. Asıl mesele kararlara uymaktır. Kararları değiştirebilir ama değişinceye kadar kararlara uyar. Türkiye Büyük Millet Meclisi de kendi yaptığı kanunlara uymak zorundadır. Değiştirebilir ama değiştirinceye kadar uymak zorundadır. Hangi kurum olursa olsun anayasalara uyarsa hukuk devleti olur. Askerler savaş ve savaş eğitimlerinde uymazlar, ama onlar da devletin yönetimine ve iç işlerine karışamazlar. Hukukun üstünlüğü ilkesi budur.

Bugün yargı üstünlüğü kabul edilmiş, ne var ki, hakemler yerine hakimler sistemi getirilmiştir. Kendi atadığı hakim hükmetmemektedir. Bu çelişkidir. Yargı bağımsızlığı değil yargıç bağımsızlığı söz konusudur. Yargının bağımsız olması için merkez tarafından atanmış yargıçlar yerine, tarafların atadığı hakemlerden oluşması gerekir. Başhakemi de hakemler seçmelidirler. İşte bu şekilde oluşmuş yargı, bağımsız ve tarafsız olursa saygın ve etkin olur.

        Mevzuat doğrudan uygulanamaz. Çünkü dil ile her şey ifade edilemez. Bir konuda bir madde değil birçok madde birden uygulanır. Dolayısıyla mevzuat ancak içtihatla yorumlanarak uygulanır. İçtihat yapma, uygulama yetkisine herkesin görevidir. Bir başka deyişle her uygulayıcı        mevzuatı kendi içtihadı ile uygular.

Uygulayıcılar arasında yorum farkı çıkarsa o zaman hakemlere gidilir. Hakemlerin verdikleri karar kesindir. Şu kadar var ki, hakemler yorumlama kuralları getiremezler. Emsal kararlar almazlar. Emsal karar demek yasama yetkisi kullanmak demektir. Kurallı yorumlama demek uygulayıcılara müdahale demektir. Hakemler sadece kendilerinin önüne gelmiş olan olaylara karar verirler. Kararları yalnız o olayı bağladığı gibi yalnız davacıyı ve davalıyı bağlar. Olmamış olay hakkında karar vermedikleri gibi geçmişte olmuş olsa bile benzer olaylar için bir muhakeme kararı almazlar. Bu suretle yargıç uygulayıcı olmaz. Yargıç uygulamaya karışamaz. Denetimin manası budur. Bir yeri denetlenmek demek, sadece olayları tespit etmek demektir. Uygulamaya karışamazlar, böyle yapacaksın diyemezler.

Denetçiler icracı değildirler. Hakemler sadece karar alırlar. İcraya karışamazlar. Bugün kazai icra diye bir şey icat edilmiştir. Yanlıştır. Savcılık da yanlıştır. İster kişi, ister kamu kuruluşları ve kademeleri olsun, hepsi mevzuata uymak zorundadırlar. Dolayısıyla hukuk karşısında bir vatandaş ile Başbakan arasında fark yoktur. Cumhurbaşkanı ile köy muhtarı arasında da mevzuata uyma ve yargı önüne çıkma ve hesap verme bakımından bir fark yoktur. Dolayısıyla yargıda kamuya ayrıcalık tanıma demek, hukuk devleti olmama demektir. Yargı taraflara eşitlik içinde karar verir. Kararı icra ise yargının işi ve görevi değildir.

Bir yasanın etkin olabilmesi için her şeyden önce topluluğun onu bilmiş olması gerekir. Halkın bilmediği, görevlilerin bilmediği hakimlerin bilmediği bir yasa nasıl uygulanacak? Oysa bir yasa eğer halk tarafından biliniyorsa uygulayıcılar ve yargıçlar daha çok öğrenmek zorunda kalırlar, halktan öğrenirler. Tabidir ki, bağımsız ve tarafsız yargı büyük rol oynar. İşte bu nedenle yasa önce tartışılmalı. Halkın zamanı sadece spor veya sinema seyretmekle değil; bu tür tartışmalara çekilmelidir. Bunun için partilere ihtiyaç vardır. Bunun için muhalefete ihtiyaç var. Hatta bunun için 28 Şubat kararları gibi antidemokratik olaylara ihtiyaç vardır. Böylece insanların dikkatleri önemli konulara bu tür olaylarla çekilir. Nasıl canlılara aşı yaptığımız zaman uyarılırsa hukuk dışı davranışlar da toplulukları uyarır. Yeter ki, bu uyarı hastalık haline dönüşüp devletin yıkılmasına sebep olmasın. Halk bildiği bir mevzuatı, kendi seçtiği hakemler yoluyla denetlerse işte orada güvence doğar, mutlu bir dünya oluşur.

"milli ordular"

Ordu silahlı güçtür. Para ile de ordu oluşturabilirsiniz. Kölelerden de ordu oluşturabilirsiniz. Milli ordu ise kendi halklarından oluşmuş ordudur. Hem de gönüllülerden oluşmuş ordudur. İsteyen bedelli, isteyen nöbetli olur. Böylece ordular milli olur. Yüzbaşı rütbesini kazanmak, komutan olmak için yeterli değildir. O orduyu seçen halkların o kişiyi komutan kabul etmesi gerekir. Yüzbaşı rütbesini üstler tevcih eder. Ama bölük komutanı olmak için ordunun çavuş yaptığı kimselerden on çavuşun o yüzbaşıyı bölük komutanı olarak kabul etmesi gerekir. Çavuşun da manga komutanı olması için on kadar erin onun manga komutanlığını kabul etmesi gerekir. Böylece oluşan ordu milli ordudur. Demokratik ordudur.

Meclis ilim adamlarından oluşur. Orgeneralleri korgenerallerden meclis sıralama usulü ile seçer. Sonra devlet başkanı bunlardan 12 bölgeye 12 general atar. Halka kendi bölgeleri dışında istedikleri orgenerali kendilerine komutanları seçin der. Halk ordu içinde de komutanları seçmiş olur. Ordu böylece demokratiklik ilkesine uygun bir şekilde oluşur. Barış zamanında gerek ordu gerekse üst değiştirilebilir.

Milli ordular denmiştir. Milli ordu denmemiştir. On iki ordu doğrudan devlet başkanına bağlıdır. Kuvvet komutanlıkları yoktur. Kurmay başkanlıkları vardır. Başkomutan sözde değil, gerçekte devlet başkanıdır. Cumhurbaşkanını Meclis seçer ama orgeneraller arasından seçer. Samsun ordusu Karadeniz'den gelen saldırılara, Tekirdağ ordusu, Kara Avrupası'ndan gelen saldırılara, İzmir ordusu, Egeden gelen saldırılara, Adana ordusu Akdeniz'den gelen, Diyarbakır ordusu, güneyden gelen kara saldırılarına, Van ordusu doğudan gelen saldırılara, Erzurum ordusu Kafkasya'dan gelecek saldırılara karşı hazırlanır ve görevi odur. Bursa ordusu, Boğazları ve Marmara'yı korur. Konya, Kayseri ve Eskişehir'de hava orduları bulunur. Bunlar kıyı orduları destekler ve komşu ülkeleri vurabilir. Ankara'daki ordu tüm yeryüzünü vuracak şekilde hazırlanır.

Askerler 18 ay askerlik yaparak işlerini bitiremezler. Her sene bir haftada olsa kıtalarına giderler, yeni eğitimleri alırlar. Hep aynı yere giderler. O yerin savunmasını çok iyi öğrenmiş olurlar.

Her ordu kendi savunma planlarını kendisi yapar ve savunma silahlarını kendisi edinir. Devlet sadece tahsisat verir, harcamasına karışmaz. Tatbikatlarla gücü denenmiş olur. Orduların bağımsızlığı nedeniyle milli ordular denmiştir.

"güvencesinde"

Bir kısım insanlar için savaşmak da bir zevktir. Düşmanla karşılaşmak, onu yenmek, zaferini kutlamak. Ölen de nasıl olsa ölecektir, şehit olur. M. Kemal'in ''Ya İstiklal ya ölüm'' söylemi İstiklal Savaşını zaferle sonuçlandırmıştır. M. Kemal, hayatında demokratik düzen getirdiğini hiç söylememiş, laiklik de anayasaya 1937'de alınmıştır. Büyük Nutuk'ta Türk halkına, milletine birinci vazife olarak ''Türk Cumhuriyetini ve İstiklalini muhafaza ve müdafaa etmektir'' demiştir. İnsan her şeyini kendi çıkarına yapar. Varlığı için yapar. Ama haysiyetli insanlar, istiklalleri için ölürler. Bir devlet istiklal için canını seve seve veren halkı olmadıkça, varlığını asla koruyamaz.

            İşte Türkler askere gidip istiklal için seve seve canını verirler. Bunu kendisinden sonraki neslin güvenliği için yaparlar. Eğer arkasında halkının güven içinde olmadığını, güvenliği sağlamakla yükümlü görevlilerin özellikle mahkemelerin bu güveni vermediğini düşünürse, asker ne için savaşacaktır? Can korkusu için savaşacaktır. Haydi barışta can korkusuyla ses çıkarmaz; savaşta her iki tarafta da ölüm var. Niçin bu tarafı tercih etsin? Halkının güvenliği için, bu da yok olursa artık tercih yapamaz. İşte koskoca SSCB ordusunun Afganlılara yenilmesi, koskoca Rus ordusunun Çeçenlere taviz vermesi hep bu anlayıştandır. Bunu çok iyi bilen Batılılar, Türk halkının kendi devletine, kendi ordusuna kendi hakimine olan güvenini sarsmak ve bu ülkeyi sahipsiz bırakıp yağmalamak istemektedirler. Türk milleti bunun bilincinde olarak yapılan hataları sabırla karşılamaktadır. Türk halkının bu asil davranışı sayesinde varlığımızı sürdürmekteyiz. Ancak bu durum nereye kadar gider, onu bilemeyiz. Bu bakımdan artık ordunun, partilerin, idarenin, yargının kendisini toparlaması ve düşmanların aleti olarak kendi halkını kendine düşman etmemesi gerekir.

Şunu belirtmeliyiz ki, bugün yapılan hatalar, yapanların kötü niyetli olmalarından ileri gelmemektedir. Kötü ve bozuk sistem onlara bu tür hareketleri zorunlu hale getirmiştir. İstiklal Savaşında takrir-i sükun kanunu        getirilmiştir ve bu sonra da uygulanmışsa yöneticilerin kötü niyetlerinden         dolayı değil; sistemin zaruri sonucu olmuştur. Zorla yapılan inkılaplarla sistem değiştirilmek istenmiş ise de, ancak bu kadar değişebilmiştir. Bütün        bu eksiklikler sadece askerlerin eksiklikleri değil, bir o kadar da sivillerin dirayetsizlikleri ve eksiklikleridir. 1960, 1971, 1980 ve 1997 müdahaleleri olmuşsa, bunun sorumluları en az askerler kadar aynı zamanda sivillerdir. Çünkü,   Türkiye'de   siviller   anayasa  yapamamakta  ve   yeni   düzen getirememektedirler.

Anayasa yapılıyor, hakemler tarafından denetleniyor. Yasaların dışına çıkılıp çıkılmadığını tespit edenler hakemlerdir. Ama yasa dışına çıkanları yasalara getirme işi ise silahlı güçlere aittir. Başkanların emrindeki silahlı güçlere aittir. Bucaklarda, bucak başkanları koruma kuvvetlerine, İllerde valiler il kolluk kuvvetlerine, ülkede devlet başkanı milli ordulara, yasalara uymadığı hakemlerce tespit edilen hususlarda emir verip yerine getirtir.

Dış savunmalara ve iç işlerine karşı gelmelere karşı ordular bölge merkez illerinde yer alırlar. Bu illerin yönetimi de ordu komutanına aittir. Yani burada seçimle vali gelmez merkezden atanan ordu komutanı aynı zamanda oranın valisidir. Askerleri başka bölgelerdendir. Halk her zaman bu illere serbestçe girebilir. Çıkabilir. Burada iş yeri kurabilir. Ticaret yapabilir, ev edinebilir. Ne var ki, burada askeri kurallar geçerlidir.

Taşrada iller tamamen bağımsızdır. Oradakilerin izni olmadan askerler de oraya giremezler. Ancak oranın seçimle gelen başkanı sıkıyönetim ilan eder. Bölge merkezlerindeki ilden askeri birlik isterse o zaman askeri birlik o ile gider. Askeri yöntemle güvenliği sağlar. Yine il başkanının emriyle oradan ayrılır. İl askeri birliğe zamanla orantılı uygun bir karşılık verir.

Hasılı ordu demokratik yoldan oluşur. Başkanların emrindedirler. Görevi yerine getirirken veya eğitimlerini yaparlarken bu yasanın kurallarına uymak zorunda değildirler. Ordusu olmayan devlet olmaz. Yargı denetiminde olan başkanın emrinde olmayan ordu da ordu değil eşkiyâdır.

Türk ordusu zaman zaman iç hizmet kanunundan kendisine görev çıkararak müdahalelerde bulunmuştur. Bunu doğru bulmayanlar vardır. Bu müdahalelerin hiçbiri iç etkilerle olmamış, dış etkilerle olmuştur. Sivil yönetim iç düzene hakim olamayınca dışarıdan hazırlanan ayaklanma sonucu müdahale etmiştir. Türk ordusu bu müdahaleleri ile Türkiye'nin varlığını korumayı amaçlamıştır. Bugün müdahale etmemektedir. Dışarısı da bu müdahaleyi istememektedir.

Devlet başkanı da yargı denetiminde olmalıdır. Siyasi partiler devlet başkanının azli hususunda yargıya gidebilmelidir. Ancak devlet başkanı başkan kaldığı müddetçe kesin olarak ona itaat edilmelidir. Tük ordusu ona işaret etmektedir. Bu da ancak on iki bağımsız ordu olursa sağlanır. Bir ordu karşı çıksa bile diğer 11 ordu başkanı destekleyecektir. ABD de bu Kuvvet komutanlıkları arasındaki denge ile sağlanmıştır. Bizce eksiktir.

 

"çoklu"

Totaliter, merkezi despotik yönetimin savunucuları çoklu hukuk sisteminden irkilirler. Türkiye'yi komünist bir yönetime götürmek isteyenler, Türkiye'yi faşist bir yönetime götürmek isteyenler, Türkiye'yi fetişizmle yönetmek isteyenler, fanatizmle yönetmek isteyenler çoklu sistemden

 

 

korkup nasıl olur, tek hukuk sistemi olmalıdır, derler. Tek hukuklu sistem artık tarihe karışmıştır. Batı serbest sözleşme sistemini kabul etmekle otomatikman çoklu hukuk sistemine geçmiştir. Şimdi ''çoklu hukuk sistemi''nin ne olduğunu tahlil edelim:

Bir kişinin öyle hareketleri vardır ki, kendisine zararlıdır. Mesela sigara içmek böyledir. Şimdi insanın bu davranışını kontrol edip onu disipline etme hakkımız var mıdır, yok mudur?

İşte kapitalistler, sosyalistler, tekelciler, merkeziyetçiler, komünistler, faşistler, fanatikler, fetişistler böyle bir hakkın var olduğunu düşünmektedirler. Kendileri herkesten akıllı bilgili ve iyi insan olduklarından, diğerleri kötü, aptal ve akılsız kimselerdir. Onların diğerlerini yönetme hakları vardır. Oysa demokratlar, laikler bu görüşe karşıdırlar ve herkes kendisinden sorumludur. Herkesin aklı kendisine yeter. Kimsenin başkasına zorla bir şeyi kabul ettirmeye hakkı yoktur. Başkalarına doğrudan zarar vermeyen hususlarda, kimse kimseye karışamaz. Bu eşit kişilik ve hürriyet anlayışının gereğidir.

Kişiler evlenip aile oluştururlar. Bu bir ortaklıktır. Gece gündüz beraber yaşama ortaklığıdır. Bu ortaklıkların hükümlerini biz mi koyalım yoksa kendileri mi, koysunlar. İşte soru budur: Kamuyu ilgilendiren hatta çocukların hukukunu ilgilendiren hususlarda hukuku kamu tanzim etsin; kamuyu ilgilendirmeyen konularda ise serbest bırakalım. Kişiler istedikleri gibi sözleşme yapsınlar ve kamu da sözleşmeyi güvence altına alsın. Kişiler işyerlerini kurarak kolektif üretim yaparlar, ürünü bölüşerek tüketirler. Bunun için sözleşmelerin yapılması gerekir. Bu sözleşmeleri kendileri mi yapsınlar? yoksa kamu mu hazırlasın? Cevabımız net, eğer kamuyu ilgilendiren hususlar varsa kamu hazırlasın ama kamuyu ilgilendirmiyorsa kendileri nasıl isterlerse öyle sözleşmeler yapsınlar, kamu karışmasın, fakat, kamu halkın kendi arasında yaptığı serbest sözleşmeleri güvenceye alsın. Ailede, ocaklarda ve köylerde birlikte yaşayan insanlar, sözleşmelerini yapsınlar, bu sözleşmelerde serbest olsunlar; ancak, bu sözleşmelerden zarar gören varsa müdahale edilsin. Yaptığı sözleşmeye uymayan varsa müdahale edilsin. Böylece birlik bozulmasın ama insanların hürriyetleri de kısıtlanmasın, diyoruz.

Her bucakta bir hukuk düzeni olacaktır. Hakem olarak bucak başkanları yürütme kararları alacak, mağdur olanlar hakemlere başvurarak

 

sözleşmeler çevresinde mağduriyetlerini gidereceklerdir. İşte burada sorulan soru şudur. Bunların başkanları atama ile mi göreve gelsinler yoksa halk mı seçsin? Atanmış hakimler mi olsun, yoksa tarafların seçtiği hakemler mi? Cevabımız net olmalıdır. Başkanlık yapacak kimselere kamu ehliyet versin, halk da bunlar arasından birini başkan seçsin. Hakemlik ehliyetini kamu versin, ama hakemleri taraflar seçsinler. Böylece hem birlik ve bütünlük bozulmasın hem de hak ve hürriyetler korunsun. Bugün insanlığın ulaştığı sosyal ve ekonomik seviyede artık herkes her işi yapmamakta ancak uzmanlaşmış kimseler bu görevi yüklenmektedirler. Bu hizmetler ilçe merkezlerinde yapılmaktadır. Bu hizmet edenleri kim atasın, ücretlerini kim versin; halk mı yoksa kamu mu?

Cevabımız çok açık ve nettir. Kamu, kamu hizmeti yapacaklara garantili ehliyet vermeli, ücretlerini kamu ödemeli ama halk kendisine hizmet edecek kamu görevlilerini kendisi seçmelidir. Yine burada böylece denge korunmuş, birlik ve bütünlük sağlanmış, hak ve hürriyetlere dokunulmamış olur.

Bucaklarda hukuk düzenleri, ilçelerdeki hakemler yoluyla bağımsız ve tarafsız yargı ile oluşmaktadır. Ne var ki, herkes yargının kararına uymayabilir. O zaman kazai icraya gerek olacak. Peki bu kazai icrayı kim yapsın? Merkezden atanmış kolluk kuvvetleri mi bu işi yapsınlar, yoksa halk kolluk kuvvetleri oluşturarak bucaklardaki hakem kararlarını garantiye mi alsın?

İşte biz diyoruz ki, jandarmaya komuta edecek kişileri kamu eğitmeli, onlar da ilçe halkından jandarma birlikleri oluşturup iç güvenliği sağlamalıdır. Böylece bir taraftan ulusun bölünmez bütünlüğü korunur diğer taraftan bucakların iç işlerine merkez karışmamış olur.

Bugün mesleklere göre uzmanlıklar yetmemektedir. Doktor olmak, mühendis olmak yetmiyor. Uzmanlık merkezlerine ihtiyaç vardır. Dahiliyeci veya hariciyeci, elektrikçi ve makineci gibi uzmanlıklara ihtiyaç vardır. Bunları merkez mi atamalı yoksa halk mı seçmelidir? Uzmanlara ehliyet ve maaşlarını merkezi yönetim vermeli ama bunların hizmet verecekleri kimseleri, ilçedeki hizmetliler kendileri için seçmelidir. Birlik ve hürriyet böyle sağlanmalıdır. İç güvenliği illerde jandarma teşkilatı, dış saldırılara karşı ise güvenliği milli ordular sağlar. Ordular, milli ordular olmalıdır. Milli silah sanayi kurulmalıdır. Ancak ordu uluslararası hakemlerin verdiği karara

 

 

göre haksıza karşı savaşma hakkına sahip olmalıdırlar. Böylece güçlü oldukları için haklarını koruyacaklar, hakemlerin kararlarına bağlı olarak savaş açabileceğinden insanlığın birliğini ve huzurunu bozmayacak; bilakis huzur için barış için savaşacaklardır.

Avrupa Topluluğu olsun mu, olmasın mı? Birleşmiş Milletler'in kararlarına uyulsun mu uyulmasın mı? Ülke iç işlerinde tam bağımsızlık olsun, AT veya BM iç işlere karışamasın. Ama uluslararası ilişkiler de uluslararası hakemler ve diğer yetkililer bulunsunlar ve devletler bu hususta onlara uysunlar. İşte bizim çok hukuklu sistem derken, her devletin, her ilin, her bucağın ve her ocağın hatta her kişinin kendilerini ilgilendiren konularda kendileri yetkili olsunlar, diyoruz. Esasen bugün her milletin kendisine ait hukuku vardır. Her ilde meclisler var, kararlar alıyor ve bütçe yapıyorlar, her belde ayrı kuruluştur, meclisleri var, kararlar alıyorlar. Bu noktada yerinden yönetime ait hakların geliştirilmesi gerekir.

Çoklu hukuk sisteminin birinci dayanağı yerinden yönetimdir. İkinci dayanağı ise sosyal gruplardır. Yani siyasi partiler, sendikalar, odalar, dini gruplar, üniversiteler. Başka bir ifadeyle kişiler kendi haklarını dayanışma ortaklıkları içinde organize olarak oralarda kullanmalıdırlar. Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken imparatorluğun dağılmış ve parçalanmış halkını birleştirip tek ulus haline getirmeyi hedeflemiştir. Bu nedenle vahdet-i kuvva, kuvvetler birliğini seçmiştir. Her sahada kuvvetler birliğini tercih etmiştir.

a)Baştan TBMM'ni kurup tek meclis, tek güç olarak belirlemiştir.
1924 Anayasasında "Hakimiyet, bila kaydu şart milletindir. Milletin yegane
mümessili Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milli irade, TBMM'nde tecelli
ve temerküz eder." diyerek saltanatı kaldırıp meşruti yönetimi kabul
etmemiştir. Hilafeti kaldırıp milli irade dışında ve TBMM dışında milli
iradenin tecelli edeceği bir yer kabul etmemiştir. Baskı ile de olsa, tehditle
de olsa Meclis'in kararını almadan hiçbir iş yapmamıştır. İnkılapları meclisle
gerçekleştirmiştir.

b)Siyasi parti denemelerine kalkışmış; fakat, kısa süre sonra
durdurmuştur. Tek parti sistemini benimsemiş ve CHP dışında bir parti
kabul etmemiştir. Mecliste de gruplanmalara izin vermemiştir.

 

 

          c)Merkezi Ankara ve resmi dili Türkçe kabul ederek, Türkçe dışında yazı dili olarak başka mahalli dillerin konuşulmasını yasaklayarak milli birliğe gidilmesini sağlamıştır. Harf inkılabını da bunun için kullanmıştır.

d)Ulusun oluşmasında din, temel baz alınmıştır. İstiklal Savaşı din ayrımına dayanmıştı. Aleviler, Kürtler dahil herkes milli cephede yer alarak gayrı müslimler ile savaşmışlardır. Museviler tarafsız kaldılar ancak, Lozan'da onlar da karşımızda oldular. Onlar da azınlık haklarından yararlanmak istediler.

Böylece Lozan'da Türkiye haklarının Müslümanlardan oluştuğu tüm Müslümanların eşit olup azınlık sayılmadığı tescil edildi. Bu kadarla kalmadı, Türkiye'ye gelen her Müslüman, göçmen olarak kabul edildi. Gelenlerde dil ayrılığı aranmadı ama din ayrılığı arandı. Böyle olmakla beraber Türkiye'de bulunan her Müslümana "Türk" dendi ve kütükte öyle yazıldı. Bu yapılanlar homojen bir ulusun oluşmasını sağladı.

e)Tarikatlar kapatıldı ve çok din ve mezhep yerine yalnız Hanefi
Mezhebi resmi din olarak kabul edildi ve Diyanet İşleri Teşkilatı buna göre
kuruldu. Türk halkının tek mezhep üzerinde eğitilmesi istendi. Bazıları "M.
Kemal bunu ateizmi getirmek için yaptı. Önce Diyanet İşleri ile tek mezhep
haline getirecek sonra da o mezhebi ateizmle değiştirerek tüm halkı ateist
yapacaktı." demektedirler. Bu yola doğru gittiğine dair bir izlenim varsa da
aşağıda sayılan ilmi değerlendirmeler bunun yanlış olduğunu ortaya
koymaktadır.

Önce Mustafa Kemal, gerçekten ateizmi istemiş olsaydı, Diyanet İşleri Teşkilatı başına cahil, ipsiz sapsız kişileri getirirdi. Oysa M. Kemal zamanında Diyanet İşleri'nin başına en muteber ve ihlaslı alimler getirilmiştir. Sonra M. Kemal ateist olsaydı dini eserleri Türkçeye çevirtmezdi, hutbeleri Türkçe okutmazdı. M. Akif Ersoy, M. Hamdi Yazır, Naim Erdoğan, Kamil Miras gibi çok büyük alim ve mü'min kimselere Kur'an ve hadis tercümeleri yaptırmazdı. Orduda da çok yüksek seviyede İslami eğitim verdirmezdi. İslamiyet'i çökertmek isteseydi Diyanet İşleri Teşkilatı'nı ortadan kaldırırdı. İslamiyet'e karşı olsaydı, Türkiye'ye gelen halkı Müslim, gayri Müslim diye ayırmaz, Müslümanları Anadolu'da toplamak, gayri müslimleri ise Türkiye'den çıkarma siyasetini gütmezdi. Trakya'dan mübadele yoluyla batıdan değişik mülteciler gelmiş, buna karşılık Türkçe bilen Rum ve Ermeniler gönderilmiştir. Türkçe bilmeyen  Arnavut, Pomak getirilmiştir. Sonra Mustafa Kemal hiçbir yerde İslamiyet aleyhine konuşmamıştır. Hiçbir yerde ateizm propagandası yapmamıştır. Tarikatları din düşmanlığından değil, vahdet-i kuvva ilkesinden dolayı tek tarikat halinde organize etmek için kapatmıştır. Laiklikle ise devleti İslamiyet'ten değil; köhnemiş ve artık çağın ihtiyaçlarına cevap vermeyen medreseden kurtarmak için getirmiştir. Bir de Batı'ya "takiyye" yapmıştır.

f)Mustafa Kemal tek ulus oluşturmak için başka bir şey daha
yapmıştır. O da Tevhid-i tedrisat kanununu getirmiştir. Medreseleri
kapatmış ve tek tip tedrisatı tercih etmiştir.

Gerçek olan şudur ki, tek tip tedrisat topluluğun bilincini yok eder, çağın gerisinde bırakır. Nitekim bu Türkiye'de ve eski Sovyetler Birliğinde görülmektedir. Ancak Mustafa Kemal bir ulusun oluşması için asker olarak bunu uygun görmüştür. Geçici olarak bu uygulamaların yararsız olduğunu söylemek de istemiyoruz.

g)Vahdet-i kuvva ilkesi nedeniyle, bağımsız yargıyı Meclis'in atifeti
olarak yapmış, Meclis'in üstünde kabul etmemiştir. Anayasa Mahkemesi
yoktu. Kanunları yorumlamak yine Meclis'e bırakılmıştı.

Nitekim bugün bu tür dağınıklığın karşısına yargıçlar çıkmışlardır.         Yargıçlar kanunları milli irade dışında yorumlayıp uyguluyor ve Meclis'in  yasama yetkisini adeta yok ediyorlar. Yargı kendi görevini yapacağına yasaların yorumu ile meşgul ve yargı yasama yerine geçmektedir. Bunun böyle olacağı tabiidir. Yargı bağımsızlığı adı altında, TBMM'nin etkisini ve fonksiyonunu yok etmek istiyorlar. Yargıyı baskı altına almak daha kolaydır. Çünkü yargının millete dayanan gücü yoktur. Mustafa Kemal bunu iyi   anladığından   TBMM'ni   yargı   denetimi    dışında   bırakmıştır. Dokunulmazlık da bu ilkeden ileri gelmiştir.

h)Mustafa Kemal, kuvvetler birliği ilkesi içinde yerinden yönetimi
değil; merkezi yönetimi esas almıştır. Tüm görevlileri merkezden atamıştır.
Bütçeleri merkezden denetlemiştir.

i)Mustafa Kemal kuvvetler birliği ilkesinin esasını ekonomide
gerçekleştirmiştir. Sosyalizmde olduğu gibi halkın elinden malları mülkleri
almamış, onların ekonomik faaliyetlerine dokunmamıştır. Ancak tüm dış
borçları tasfiye etmiş ve yabancı sermayenin kurduğu tüm işletmeleri
devletleştirmiştir. Devlet Demir Yolları, su, elektrik işletmeleri, deniz yolları
bunun açık örnekleridir. Bunun yerine devletçiliği getirmiş ve merkezi ekonomiyi oluşturmuştur.

Görülüyor ki, Mustafa Kemal hiçbir şeyi tesadüfen yapmamıştır. Her şey askeri sistem içinde ilme dayandırılmıştır. Bunu yapmakla iyi edip etmediği konusuna gelince; bir şey sonuç almışsa artık o iyidir. Elimizde başka ölçü yoktur. Meşrutiyetçiler iyi mi yaptılar, kötü mü yaptılar?

Osmanlı Devletini, 600 yıllık koca imparatorluğu on yılda yok ettiler. Doğru mu yaptılar? sorusuna "Evet!" diyemeyiz. Oysa Mustafa Kemal'in hareketi yok olmuş imparatorluk üzerinde bugün yetmiş beş milyona varan Türkiye'yi oluşturmuştur, hem de ulus olarak önemli bir sorunu olmayan bir devlet haline gelmiştir. Bu başarının sonucu olarak Mustafa Kemal doğru işler yapmış, demektir.

Avrupa'ya gidiniz, Asya'ya gidiniz o ülkeler ulus bilincine daha varamamışlardır. Almanya'da bugün iki milyona yakın Türk var, Çoğu Alman vatandaşlığını kazandığı halde hala "Almanım" demiyor, onlar da Alman olduğunu kabul etmiyorlar. Eski Sovyet ülkelerinde her millet vardır. Türkiye'de yaşayanların % 99'u Müslüman değil, bir kısmı ateisttir, ama Türkiye'nin % 99'u Türk'tür. Çünkü "Ben Türküm." diyorlar. Örneğin, Amerika'ya, Avrupa'ya, Asya'ya gidince kimse "Ben Arnavut'um", "Gürcü'yüm", "Kürdüm", "Çerkez'im" demiyor. "Ben Türküm" diyor. Hemşerisi ile karşılaşırsa ona "Aslım Çerkez'dir." diyor. İşte bu "ulus birliği" ancak ve ancak Mustafa Kemal'in "Kuvvetler Birliği" ilkesiyle oluşmuştur. Bu askeri metottur ama askeri metot "ulus birliği"nin oluşması için geçerlidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, devlet askeri metotlarla kurulur, inkılaplar askeri metotlarla yapılır. Ancak askeri metotlarla devlet yaşatılmaz, inkılaplar da yerleştirilemez. Devlet kurulduktan ve inkılaplar yapıldıktan sonra bu kuvvetler birliği ilkesini kaldırıp kuvvetler dengesine geçilmelidir. Halk bu konuları tartışmalı. Tartışmaya başladı mı, inkılaplar yerleşir, milli bünyeye uygun şekil alır, devlet de güçlenir, gelişir ve yaşama devam eder. Yani devletin ve rejimin korunması için kuvvetler dengesine ve çoklu sisteme ihtiyaç vardır.

İşte bu nedenle bir taraftan tüm halkın asker olduğu ve kuvvetler birliği ilkeleri içinde örgütlenmiş ordu olacak, diğer taraftan da kuvvetler dengesi içinde çoklu hukuk kurallarına göre örgütlenmiş sivil yönetim

 

olacak. Sivil yönetim çoklu sistem içinde devleti güçlendirecek ve rejimi geliştirecek, tehlike belirdiği zaman da sivil yönetim kenara çekilerek askeri yönetim tehlikeyi yok edecektir. Esasen Türkiye'de yetmiş yıldan beri olan da budur.

Mustafa Kemal öldü, yerine kendisinin en yakın üç arkadaşı yönetimi ele aldı. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu, Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı olarak devam etti. Kazım Karabekir de Meclis Başkanı yapıldı. İkinci Cihan Savaşı böyle bitti. Türkiye bu üç askerin ittifakı ile batı bloğunda yer aldı ve demokrasiyi, sivil toplumu seçti.

Mustafa Kemal sağ olsaydı, bundan farklı bir şey yapmazdı, yapamazdı da. İşte o tarihten beri kuvvetler birliğinden, kuvvetler dengesine doğru itile kakıla gidiyoruz.

a)1946'da çok partili sisteme geçildi ve bu geçiş tam yapıldı. Herkes çok partili sistemi benimsedi. Askeri müdahaleler, siyasi partilerin devlete hakim olamayıp problemleri çözmemelerinden ileri gelmiştir. Tehlike zamanlarında askeri müdahale, tabii hukuk ilkelerine uygundur.

b)Basın ancak 1960'dan sonra serbest bırakıldı ve çok seslilik        oluşmaya başladı. Bugün çok sesli bir medya vardır. Gerçi bu medya gizli         bir el tarafından denetlenmektedir. Ancak hukuken ve halk tarafından        kısmen benimsenmiş çok sesli medya vardır. Gelecekte arkadaki gizli el de        kırılacaktır.

c)Henüz tarikatlar serbest bırakılmamıştır. Ancak halk çoklu sistem içinde fiilen organize olmuştur. Devleti hukukileşmeleri için zorlamaktadır.

d)Bugün hala ticaret, mühendisler, tabipler odası gibi odalar
monopoldür. Bunlar maalesef fiilen de henüz çoklu sisteme gidememiştir.
TUSİAD, MÜSİAD ve diğerleri gibi kuruluşlar gelecek vaat etmektedirler.
Çoklu sendikalar mevzuatta varlar, ama pratikte tek sesli olmaktan öte
gidememektedirler.

e)Tevhid-i tedrisat kanunu da yürürlükte henüz, halk kendi üniversitelerini kuramadı ama yavaş yavaş üniversite içinde gruplaşmalar başlamıştır.

            Görülüyor ki, Türkiye'de sivil toplum oluşmaya başlamıştır. Ancak bunları hür kılacak ve düzenleyecek bir mevzuat ortada yoktur. Bugün bunların mevzuatı içinde düzenlenmesi gerekmektedir.

Hukuk düzeninin temel kurallarından biri, kolektif sorumluluğun olmayışıdır. Bunu çok açık bir şekilde ortaya koymak gerekir: İzmir'de Alevi olan Uzundere Köyü vardır. İnanç ve geleneklerine göre yerleşmiş tarihi varlığı olan bir köydür. Oraya gittiğiniz zaman kendinizi hemen özel bir topluluk içinde hissedersiniz, adeta huzur duyarsınız. Çünkü alevi olmalarına rağmen her şeyi ile sizinle aynı kaderi paylaşmışlardır. Sabık belediye başkanı Osman Kibar'ın baskılı mantığı içinde askeri yönetim o köyü ilga edip İzmir şehrine kattılar, bir mahalle oldu. Köy yok edildi. İşte bu şekildeki baskı ile yok ediş hukuk düzeninde olamaz. Hukuk düzeninde kimse bir topluluğu dağıtamaz. Topluluk içinde suç işleyen olursa kişiye ceza verilir. Çünkü o ortaklarına, üyelerine haksızlık etmiştir. Üyelerinin hakkını korumak için cezalandırılabilir.

Çoklu sistemin kuralı olarak ocak, bucak ve iller; ilmi, dini, mesleki ve siyasi sosyal gruplar, vakıflar, şirketler, işletmeler kapatılamaz. Buralarda suç işleyenler varsa ancak onlar cezalandırılabilirler. Olabilir ki, bunların faaliyetleri o kadar kötüye gidebilir ve ülkenin varlığı tehlikeye düşebilir. Gerçekten irtica, PKK'yı geçebilir. Devlet içinde bugün bazı tehlikeler olmayabilir ama yarın olabilir. Ne yapılacaktır?

İşte o zaman sıkıyönetim ilan edilir, askeri yönetime geçilir. O artık hukuk düzeni kurallarını değil; askeri düzen kurallarını kullanır. İstediği topluluğu dağıtabilir, yurt dışına sürebilir, hatta elebaşları öldürebilir. Bunlar suçlu da olmayabilir ama ülkenin kurtuluşu için buna gerek olabilir.

28 şubat'ın değerlendirilmesi

Susurluk Kazası Türkiye'de hukuk yönetimi ile askeri yönetimin birbirine karıştırılarak uygulandığını göstermiştir. Devlet askeri yöntemlerle bazı tedbirler almıştır. Bunu askerler örfi idare zamanında yapmadıkları için suçludurlar. Ama kendilerine verilen vazifeyi yaptıkları için bunu yapan, asker veya sivil suçsuzdur. Ne var ki, Susurluk Olayı patlak vermiş ve pislik kusmuştur. Sivil yönetim buna çare bulup basını yanına almalıydı; alamadı, beceremedi. Ne gerekiyorsa yapılacak 28 Şubat öncesine gelinecekti.

             Buraya kadar hepsi normal. Bundan sonra olanlar, Milli  Güvenlik Kurulu'nda cereyan etmiştir. Ciddi hatalar olmuştur.

a)Askerler bunu açık bir şekilde anlatmaları gerekirken, böyle yapmamışlar, sivil yönetime güvenmedikleri için dolaylı anlatmışlardır.

b)Zeki bir sivil yönetim bunu anlayıp ''Önerilerinizi anladık, biz gerekeni yapacağız'' deyip milli basını yanına alması ve gereğini yaptıktan sonra da Susurluk Olayını çözmesi gerekirken ordu temsilcileri ile tartışmaya girişmiştir.

c)Cumhurbaşkanı'nın olaya müdahale edip hükümeti toplayarak sıkıyönetim ilan ederek, Susurluk, irtica ve PKK'nın çözülmesi için kendilerine yetki vermesi gerekirken, Cumhurbaşkanı askerlerle bir olmuş, hükümetin istifasını beklemiştir. Kurumlar arasında denge kurmak, Cumhurbaşkanın görevi değil de; başbakanın görevi imiş gibi kendi eksikliğini hükümete yıkmıştır.

d)Çözüm, bir milli koalisyon hükümetinin kurulması iken, o, sermayenin transfer ettiği ve husumet üzerine bir hükümet kurmuştur. RP düşmanlığı, Çiller düşmanlığı üzerinde kurulan ve İslam düşmanlığı üzerine        oluşmuş, dışarıdan destekle ülkenin nereye gideceğini tahmin etmek için         kahin olmak gerekmez.

RP kapanacak, Çiller yok edilecek, merkezi büyük parti oluşacak. Sonra anayasa değiştirilip sermayenin rahat çalışması sağlanacak. Türkiye'de bir kez daha sol veya dini görüşler yok edilmeye çalışılacak. Çok acemice beceriksizce kurulan bu program şimdilik gitmektedir. Allah, deşifre olsunlar, herkesin içi ortaya çıksın diye bu tür hâinâne organizasyonlara izin verir. Ama sonunda öyle bir vurur ki, nerden geldiğini kimse anlayamaz. Osmanlıları yıkmak için askeri destekleyen Batı, şamarın kendi yetiştirdikleri askerlerden geleceğini nereden bilebilirdi. Milli Mücadele tarihimiz bunun en güzel örneğidir.

Öyle olmalıdır ki, askeri müdahalelere ortam oluşturulmasın ve gerek kalmasın, halkımız sivil örgütleri ile problemleri çözsün, hukuk düzenini kursun. İşte bunun için bu çalışmaları yapıyoruz. Partiler anlaşsın ve yeni çözümler gelsin. Bu istenmiyorsa, demek 60 isteniyor, 71 isteniyor, 80 isteniyor. Bundan da endişeli değiliz. Orduya her zaman güvendik, o her zaman sağ gösterip sol vurdu. Gene öyle olacak. Başka bir şeye onun gücü

yetmez. Çünkü ordu da bu halktan oluşuyor. Halk ne düşünüyorsa ordu da onu düşünür.

Orduda hiyerarşi var. Bugün yüksek komuta kademesinde olanlar bundan kırk yıl önce orduya katılmışlardır. Halktaki değişiklikler orduya biraz geç yansır ama ister istemez yansır. Çünkü ordu milli ordudur. Bazıları Mustafa Kemal'in yaptıklarını, orduya şimdi de yaptıracaklarını sanıyorlar. Ordu içinde böyle düşünenler olabilir.

Şu iyi bilinmelidir ki, Mustafa Kemal hiçbir inkılabı veya sivil yönetimi ordu ile yapmamıştır. Devleti sivil olarak yönetmiştir. Mustafa Kemal darbe yapmamıştır. Osmanlıları iktidardan düşürmemiştir. İktidardan düşmanların düşürdüğü devletin ülkesini, askeri birliklerle değil, halkın Meclis'ine dayanarak vatanı kurtarmış ve devleti kurmuştur. Mustafa Kemal halka karşı orduyu kullanmamış, orduyu halktan oluşturmuştur. Sonradan darbe yapanlar ise aksini yapmışlar, ömürleri bir iki yıl sürmüş, onlar da hemen halkın iradesine itaat etmişlerdir.

Bugün localarda oturup planlar yapanlara, bunlara alet olanlara bazı şeyleri hatırlatmakta yarar görüyoruz. Mustafa Kemal'in başarısı dört esasa dayanıyordu.

  1. Mustafa Kemal dünyada belki en meşru yoldan iktidara geldi ve devleti kendisi kurdu. Kurucu başkan olarak elbette devleti yeniden düzenleme hakkı vardı.
  2. Mustafa Kemal'in kadrosu Batı'yı bildiği kadar İslamiyet'i de biliyordu. Oysa onlara muhalefet eden İslamiyet temsilcileri ise İslamiyet'i güya biliyorlardı ve Batı'dan da habersiz idiler. Şimdi bizler hem İslamiyet'i hem de Batı'yı en az sizler kadar biliyoruz.

Refah-Yol Çekiç Gücü, Amerikalıları darıltmadan çözdü. Refah-Yol petrol boru hattını açtırdı. Refah-Yol işçi, memur ve askerlere reel ücretin üstünde maaş verdi. Refah-Yol enflasyonu geriletmeye başlamıştı, Refah-Yol cezaevlerindeki huzursuzluğu yok etmişti. Refah-Yol, sokağa dökülmüş işçileri işyerlerine çevirmişti. Refah-Yol denk bütçe getirmişti. Refah-Yol, bir türlü gerçekleşmeyen özelleştirmeleri yapmıştı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Refah-Yol kadar başarılı bir hükümet olmamıştı.

Refah-Yolu Allah vurdu. Susurluk vurdu. Çünkü Refah-Yol bunları Adil Düzen yerine, bozuk düzende yapmaya çalışıyordu. Batıl düzende başarıya ulaşmak mümkün değildi.

  1. Mustafa Kemal yenilikçi idi. Çökmüş düzene yenilik getiriyordu. Denize düşen yılana sarılır kabilinden insanlık Marxizme sarılmıştı. Türkler ise Kemalizm'e sarıldı. Oysa o gün İslamiyet'i temsil edenler tutucu idi. Mustafa Kemal'i yenmeleri mümkün değildi. Oysa bugün İslam'ı temsil edenler yenilikçidirler, yeni düzen getiriyorlar. Onları yenmeleri mümkün değildir.
  2. İstiklal Savaşını yeni kazanmış halk korkunç bir şoktan yeni çıkmış ve bitkin halde idi. Yeniden hamle yapması hemen hemen imkansızdı. Hele bunu o günkü korkunç durumdan çıkarmış bir devlet başkanına karşı yapması düşünülmezdi bile. Bu nedenle inkılaplar gerçekleşti. Ama halk hiçbir zaman teslim olmadı. İstemediği, benimsemediği inkılapları bir gecede attı. Ezan serbest bırakıldığı zaman tek kişi Türkçe ezan okumadı. Oysa her iki ezan serbest bırakılmıştı.

Kesinlikle söyleyebiliriz ki, ateistlerin Türkiye'deki Müslüman halkı yenme şansı yoktur. Yapılacak iş, Türkiye'ye gerçekten demokrasi ve laikliği getirmektir. Barış içinde yaşamanın yollarını aramalıyız. Unutmamamız gerekir, tarihte başkalarına yaşama hakkı tanımayanlar kendileri yok olmuşlardır. Bunun açık örneği İstiklal Savaşımızdır. Rum ve Ermeniler Anadolu'da Türkleri yok etmek istediler ama sonunda kendileri yok oldular. Komünizm dinleri yok etmek istedi, kendisi yok oldu. Başkasının varlığını saygıyla karşılayanlar, kendi varlıklarını sürdürürler.

Türkiye'de bulunan bazı faşist ve komünist düşünürler, bizim çoklu hukuk önerimizi iyi karşılamıyorlar. Ama artık yirminci yüzyılın sonunda ne faşizm ne de komünizm kaldı. Bunların hepsi tarihe karıştı. Çoklu sistem ile tüm sorunlarımızı çözeceğiz.

Her devlet bir ideale dayanır. İdeali olmayan devlet var olamaz veya yaşayamaz. Türkiye devletinin ideali nedir? Batılılaşmak mı? Türkiye bununla yaşayamaz. Çünkü buradaki ideal yok olma idealidir. Yok olmanın peşinde koşan, varlığını nasıl sürdürebilir? İslamlaşmak mı? Bu ideali Mustafa Kemal terk etti. Yerinde bir terk ediştir. Çünkü devleti bir buçuk milyarlık İslam Alemi ideali içinde toplayamazdı. Çünkü devletin azami nüfusu yüz milyondur. Bundan büyük olunca devleti tutmak çok zordur.

                  Türkçülük ideali de olamaz. Çünkü bugün Türklerin nüfusu 500 milyon civarındadır ve çok dağınıklar. Bunların hiçbirisi devletimizin ideali olamaz. Bunlardan birini kabul edersek sonunda iç savaş çıkar ve yok oluruz. Öyleyse bizim idealimiz ne olmalıdır?

Türk devletinin ideali çoklu hukuk sistemidir. Herkes bu ülke için savaşıp ölmelidir. Çünkü bu ülkede herkes istediği gibi yaşamaktadır. Yani demokrasi var, laiklik var, sosyallik var, liberallik var. Merkezi yönetim yok, baskı rejimi yok, monopol totaliter rejim yok. O halde bu imkanlardan yararlanmak için bu devleti yaşatmak zorundayız. Yani biz devlete, başkalarının istediği şekilde yaşamaya mecbur kaldığımız için bağlı olamayız. İstediğimiz gibi yaşamamız için canımızı verebiliriz. Bunu başarmak için de diğer vatandaşlarla işbirliği yapar, ortaklık kurabiliriz. Demek ki, çoklu sistem bir devletin varlık şartıdır. Tarih boyunca büyük imparatorluklar kuran Türk ulusu, her düşünceye ve hukuka serbestlik verdiği için yaşamış ve varlığını sürdürmüştür. Hatta bu demokratik anlayışı nedeniyle kendisine ait ortak hukuku tesis edememiştir.

Roma'da çoklu hukuk sistemi zamanla birleşerek maşeri olarak dörtlü hukuk sistemine dönüştü. Bu dörtlü hukuk sistemi, her yerde yaygın hale geldi ve diğer sistemler kaldırıldı. Sonra Justinyanus bunları birleştirip düsturları oluşturdu. Bu hukuk sistemi o kadar güçlü idi ki, bugün Batı hukukunun yarısını bu kodeksler, yarısını da İslam hukuku teşkil etmektedir. Sonra, İslamiyet'te de çoklu hukuk sistemi varken zamanla dört mezhebe inildi. Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri oluştu. Sonraları şeyhülislamlıkla Osmanlılar bunları tekleştirdi. Bu hukuk da o kadar yüksekti ki, bugün İslam ülkelerinin % 50'si bu hukuktan % 50 de Batı'dan aktarma hukukla yaşıyorlar.

Buradan şu neticeyi çıkarabiliriz: Ne kadar ideal olursa olsun tekli hukuk sistemine sahip olanlar çöker, ne kadar kötü olursa olsun, çoklu hukuk sistemine sahip olan topluluklar ileriye gider. Amerika'da elli eyalet var, elli çeşit hukuk var. İsviçre Türkiye'nin bir vilayeti kadar ama yirmi altı kantonu vardır ve yirmi altı kamu hukuku vardır.