Milli Gazete 2011 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2011 1.Baskı
1194 Okunma
2011 Eylül

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri EROL
resaterol@akevler.org

 

EYLÜL 2011

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

Kur’an Mucizeleri-1

Reşat Nuri EROL

02.09.2011

Müslümanlar Kur’an ayı Ramazan’da Kur’an ile irtibatlarını artırıyorlar ama bu irtibat yüzyıllardan beri “okuma ve yazma” ile sınırlı; bir türlü her çağda ve çağımızda gerekli olan “Kur’an’ı anlama, yorumlama ve uygulama” merhalesine geçilemiyor.

Dua ve dileğimiz; Müslümanların Kur’an ile ilgili irtibatlarını devamlılıkla birlikte sürdürmeleri ve sözünü ettiğimiz merhaleye geçmeleridir.

Her gün ve her haftaki çalışmalarımıza ilaveten, Kur’an ayında Kur’an çalışmaları ile daha fazla meşgul olduk.

Bu çalışmalarımız çerçevesinde birkaç yıldan beri “KUR’AN MUCİZELERİ” ile ilgili bir kitap hazırlamaktayız.

Gidişata bakılırsa, bu kitabımız bütün kitap çalışmalarımızın anası olacak gibi görünüyor.

*

“Mucize Kur’an” dediğimize göre önce “mucize” kavramı üzerinde duralım.

Mucize demek; yarışı kazanan, karşı takımı geri bırakan demektir.

Kur’an tüm insanları istedikleri konuda yarışa davet etmektedir.

Çağın benimsediği ama bir türlü ulaşamadığı demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik konularında Kur’an bütün insanları yarışa çağırmaktadır.

Dünyayı tehdit eden görkemli kulelerin korkunç yıkılışlarını önleyen bir düzeni, barış düzenini getirmeye çağırmaktadır.

Evet, lâiklikte de yarışa, sosyallikte de yarışa çağırmaktadır.

Bizim lâikliğimiz Kur’an lâikliğinden daha üstündür diyen varsa gelsin yarışalım diyor; nâzil olduktan 1400 sene sonrasında bugün de diyor ve meydan okuyor...

*

Batılılara göre demokrasi ekseriyetin dediğini yapmaktır.

Oysa ekseriyetin temini mümkün değildir.

Mesela, ülkemizde yüzde 10 barajı var! Seçime katılıp oyları geçerli olan partilerin sayısı yüzde 5’tir! Türkiye’de bugün için en güçlü parti AK Parti’dir. İktidar partisinin aldığı oy yüzde 50’dir, temsil 4’te 1’e iner. Grupta yüzde 50 ile karar alınır, 8’de 1’e iner. Hükümette de yüzde 50 ile karar alınırsa 16’da bire iner; bakanları da halk seçse böyledir. Bir de adaylardan bazıları merkezden gösterilmektedir. Milletvekilliklerinde yüzde 32, bakanlıklarda da yüzde 50 etki ettiğini kabul edelim, 64’te 1’e iner. Hükümet de halkın dediğini değil de derin güçlerin dediğini yaptığı için bu 128’de 1’e iner.

Demek ki neymiş; sonuç olarak bu sözde demokraside halkın ancak yüzde 1’inden azı iktidar olmaktadır!

*

“MUCİZE KUR’AN” ise “ekseriyet demokrasisi”nin yerine “HİCRET DEMOKRASİSİ”ni getirmiştir.

Kur’an “çoklu sosyal gruplar ve yerinden yönetimli bucaklar sistemi” ile gerçek demokrasiyi sağlamıştır.

Herkes kendi içtihadı ile hareket etmekte, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemelere hesap vermektedir.

Başbakan hata yapsa, bugün meclisin ekseriyetini elinde tutuyorsa bir şey yapamazsınız.

Oysa Kur’an’a göre yüzde 5’ten fazla reyi olan parti başkanı hakemlere gider ve onu başbakanlıktan düşürebilir.

Varsa, bundan daha dengeli bir demokrasiyi getirin de biz de o kitaba uyalım.

*

Batılılara göre lâiklik dini kamu hayatından dışlamaktır.

Kamu hayatının tanımı daraltılır ve mahkeme salonuna kadar indirilebilir.

Çünkü son denetim oradadır. Kamu alanı genişletilip ailenin içine sokulabilir.

Batılılar lâikliği tanımlamayıp sadece uygulamalarda mahkeme kararlarına indirgemektedirler.

Oysa kuvvetler ayrılığı prensibine göre mahkemeler;

a) Geçmişte cereyan eden bir olay hakkında geçerli olup gelecekte olacaklar hakkında karar veremez.

b) Sadece bir olay hakkında karar verip benzer olaylara teşmil edilemez.

c) Sadece davalı ve davacı hakkında karar verip başkaları hakkında karar veremez.

d) Sadece iddia konuları üzerinde karar alamaz.

Tarafların talep etmediği konularda karar veremez.

Onların ne “lâiklik” ne de “kamu alanı” hakkında bir tarifleri, bir tanımlamaları yoktur.

*

“Mucize Kur’an”ın lâikliği bir şeyin dinî olmasından dolayı suç sayılamayacağı, suç ise suç olmaktan çıkmayacağı şeklindedir.

Bunun anlamı din de tarafsız, bağımsız, saygın ve etkin yargının denetimindedir, hakemlerin denetimindedir.

Hakem kararları ise sözleşmelere dayanır.

Müsbet ilme aykırı sözleşmeler geçersizdir.

Kamu alanı ise ocakta bütün ocak halkının, bucakta bütün bucak halkının, ilde bütün il halkının, ülkede bütün ülke halkının, insanlıkta ise Mekke gibi bütün insanların bir yerden izin almaksızın girip çıktıkları yerdir.

Buna göre Çankaya kamu alanı değildir, Kızılay Meydanı caddesi kamu alanıdır.

Kilitlenen yer kamu alanı değildir.

Başhakem dışında kimse tarafsız değildir.

Herkes adil karar almak zorundadır.

Almazsa yargı denetimi ile kararı iptal edilir.

Zarar varsa ödetilir.

Hakemler de hakemlerin denetimindedir.

Bundan daha net ve açık bir lâikliğiniz ve kamu alanı tanımınız varsa, getirin, ortaya çıkın, insanlar sizin tarafınıza geçsin.

Ama yenileceğinizi bildiğiniz için çıkamazsınız…

 

 

***

 

 

 

 

Kur’an Mucizeleri-2

Reşat Nuri EROL

03.09.2011

Kur’an merkezli bundan önceki yazılarımızın birincisinde “Kur’an ayı Ramazan’ın son günlerinde değişik yönlerde Kur’an üzerine dalmamız gereken derin tefekküre” işaret ettik…

İkinci yazımızda “Kur’an ayında Kur’anîleşmek” üzerinde durduk…

Üçüncü yazımızda çağımızın en önemli sorunlarından olan “günümüzde fıkhîleşme meselesi” ile ilgili uyarılarımızı yaptık…

Dördüncü yazımızda; Müslümanlar Kur’an ayı Ramazan’da Kur’an ile irtibatlarını artırıyorlar ama bu irtibat yüzyıllardan beri “okuma ve yazma” ile sınırlı; bir türlü her çağda ve çağımızda gerekli olan “Kur’an’ı anlama, yorumlama ve uygulama” merhalesine geçilemiyor dedik...

Dua ve dileğimiz; Müslümanların Kur’an ile ilgili irtibatlarını sürdürmeleri ve sözünü ettiğimiz merhaleye yani “Kur’an’ı anlama ve uygulama” merhalesine geçmeleridir dedik...

“KUR’AN MUCİZELERİ” (250 Kur’an mucizesi) ile ilgili bir kitap hazırlamakta olduğumuzu ve gidişata bakılırsa, bu kitabımız bütün kitap çalışmalarımızın anası olacak gibi görünüyor hatırlatmamızı yaptık...

Dördüncü yazımızda iki önemli konuyu ele aldık:

Demokrasi ve lâiklik

Bugünkü beşinci yazımızda ise iki önemli konu üzerinde duracağız:

Liberallik ve sosyal güvenlik

***

Batı liberalizmi de doğru tarif etmemektedir; herkesin kendi kârına çalışması, bunun topluluk için yararlı olacağı görüşündedir.

Adam Smith’in ‘bırakınız yapsınlar’ sözü bugün artık geçerliliğini kaybetmiş, ‘bırakınız sömürü sermayesi yapsın’a dönüşmüştür. İnsanlık çetin bir mücadele vermektedir.

Bir taraftan “merkezî tekel firmalar” dünyayı tekellerine almaya çalışıyor, diğer taraftan “halk ekonomisi” sömürüye karşı direniyor...

“MUCİZE KUR’AN” ise fiyat, ücret ve kiraları serbest bırakmıştır, ancak sömürüyü önlemek için de tedbirler almıştır.

a) Nakitten vergi yerine üretimden vergiyi esas almıştır.

b) Faiz yerine vergi ve kredileşme sistemini getirmiştir.

c) Gelir vergisi yerine sermaye vergisini getirmiştir.

d) Karşılıksız, prim ödemeden sosyal güvenliği getirmiştir.

Böylece işverenin tekele gitmesini önlemiştir.

Çalışmadan yaşama imkânını gerçekleştirdiği için işçiyi işverene karşı eşit hâle getirmiştir.

Bundan daha iyi bir sisteminiz varsa, getirin de görelim.

İşsizlik sorununu bundan başka bir sistemle çözemezsiniz.

***

Batı’daki sosyal güvenlik sistemi zengini korumaktan ibarettir. Prime dayanan mecburi sigorta sermayenin çıkarları için geliştirilmiş bir sistemdir. Ağır vergiler ve sigorta yükü halkı kendi başına iş yapma imkânından mahrum etmiştir. Herkes işçi olmak zorunda bırakılmış, sonra işçiye iş verilememiştir.

Kişi gerekli gıdaları alıp sağlıklı yaşayacağına, insanları vitaminsiz bırakıp ilaç sanayisinin desteklenmesi hedeflemiştir. Zenginsen güvencen vardır. Bu sistem sosyal güvenlik değil, sosyal çöküntüdür.

MUCİZE KUR’AN ise;

Yeryüzünün bütün insanlığa ait olduğu ilkesini getirmiştir.

Çalışanlar üretecekler, çalışmayanların yerlerine üretim yaptıkları için çalışmayanlara dağıtılmak üzere kira paylarını vereceklerdir.

Beşte biri oluşturan bu pay ile kamu alanlarının imarı yapılacaktır.

Bir de çalışmayıp geliri de olmayanlara kira payları verilecektir.

Böylece çalışsın çalışmasın herkes sigortalı olacaktır.

Bu uygulama ekonomideki krizleri atlatmak için de bir tedbirdir.

Halka dağıtılan zekât mallarının satılmasına sebep olur, fabrikalar harekete geçer, işçinin eline para geçer, çark dönmeye başlar.

Batılı Ekonomist Keynes bunu sanayiciye kredi vermekle sağlamaya çalışmış, enflasyona sebep olmuştur.

İlgilenenlerin Bilgisine:

Bu konular “Alternatif FAİZSİZ BANKA/ Selem ve Kredileşme” kitabımızda uzun uzun ve olabildiğince gerekli bütün detaylarıyla anlatılmıştır.

 

 

***

 

 

 

 

Yatırım yüzdesi ve şekli nasıl olmalı?

Reşat Nuri EROL

04.09.2011

İnsanların günlük yiyecek miktarı fitredir. Ekmek olarak bir kişiye günde 1 kilogram buğday yetmektedir. Diğer azotlu, enzimli, vitaminli besinleri de o kadar sayarsak, bir kişi besin ihtiyacını 2 kilo buğdayla karşılar. 2 kilo da giyeceğe, 2 kilo barınmaya ve 2 kilo da seyahat gibi diğer masraflara ayırsak, toplam olarak 8 kilo buğday yetmektedir.

Bir aile 5 kişi yani anne baba ve ortalama üç çocuktan ibaret ise ve bir ev işlerini görüyorsa, demek ki 40 kilogram buğday ailenin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bir işçi 50 TL yevmiye alıyorsa ve buğdayın kilosu da 1 TL ise; demek ki o kişi her gün 10 lirayı artırmaktadır. Bu da o kişinin emeğinin yüzde 20’si eder. Türkiye’de 75 milyon insan varsa, 30 milyon çalışan vardır demektir. Bunun yüzde yirmisi 6 milyon artık emek etmektedir.

*

Bu durumda ülkemizde dengeli bir ekonomi olması için:

1) Türkiye’de 6 milyon gün karşılığında yatırım yapmamız gerekir. Yoksa insanlar işsiz kalır.

2) Altı milyon gün yatırımdan fazlasını yaparsak, o zaman da aç kalırız, ihtiyaçlarımızı borçlanarak dışarıdan ithal etmiş oluruz.

3) Yatırım yüzdesi her ilçede bizzat orada yapılmalıdır. Başka yerde yaptığımızda oranın halkı işsiz kalır veya oranın halkı borçlanır. Emek mübadelesinin olduğu yerde yatırım yapmak gerekir.

4) Tarımın yerine başka bir şey ikame edilemez. Yeryüzü toprakları sınırlıdır. İnsanlık yeryüzündeki arazileri ekmek zorundadır. Dolayısıyla emek önce tarıma yönlendirilmelidir. Tarımdan artan emek olursa bu artan emek sanayiye yönlendirilmeli, buradan da artan olursa inşaata yönlendirilmelidir.

5) Üretim emeğinin dışında destek emeği vardır. Öğretmenlik, askerlik, doktorluk ve benzeri meslekler böyledir. Bunların yüzdesi de yüzde 50’yi geçmemelidir. Buna göre yatırım emeği üç milyona düşer. Hanımlar yatırıma katılmazlarsa bir buçuk milyona düşer. Buradaki sorun, Merkez Bankası’nın bu dengeleri nasıl sağlayacağı sorunudur... Faizli bankalar için böyle bir çözüm mümkün değildir... Ekonomik krizler bundan dolayı olmaktadır...

*

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” bu soruna şöyle çözüm bulmaktadır.

1) Merkez Bankası bankalara faizsiz reeskontsuz kredi açar...

2) Onlar da girişimcilere faizsiz krediler açarlar...

3) Girişimcilerin çalıştırdığı işçilere ücretleri bankaca ödenir...

4) Girişimcilerin aldıkları ham maddelerin bedellerini de banka öder...

Böylece bütün üretim işletmeleri sermaye sorunu çekmeden işçi bulurlarsa iş yapmış olurlar, üretim yapmış olurlar...

Krediler satılmaya bağlanmıştır. Krediler yalnız faizsiz olmakla kalmıyor, mal satılmadıkça banka paranın ödenmesini istemiyor. Bankalar faiz almıyor, ancak mal satıldığında bir pay alıyorlar. Bu payın miktarı serbest pazarlıkla tesbit edilebilir yahut bugün faizde olduğu gibi devletçe belirlenir.

Her ilçede yapılacak yatırım oradaki emeğin beşte birine eşit olacaktır. Oradan mevsimlik de olsa göç edenler için bu sınırlama Türkiye çapında düşünülecektir. İnşaat dışında açılacak krediler yapılan mallara göre olacaktır. Devlet mesela yumurta başına 10 kuruş verir. Maliyet farklı olur. Satış da farklı olabilir. Stokları artan malların kredileri düşürülür. Stokları kesilen malların kredi değerleri yükseltilir. Satış değerinden çok fazla olabilir. Tüketim mallarının stokları yeterli olunca kredi fiyatları inşaat kredilerine eşit olur. İnşaat kredileri ise maliyetle eşit tutulur. Bu durum kendiliğinden yatırımı dengeler.

Bundan yüz sene evvel devleti yönetmek zordu. Altın veya gümüş bulmak gerekiyordu. Şimdi ise devlet için para sorunu yoktur, yeter ki parayı kullanmayı bilsin. Para devlet için bedavadır. Merkez Banksı parayı öyle basmalıdır ki para satılmamış ürün karşılığı olmalıdır. Ambarda dağıtılacak mal var, halkta da o kadar para vardır. Mal artarsa bankanın emisyonu da artar, mal azalırsa bankanın emisyonu da düşer. Hatta yüzde yirmi enflasyonu göze alarak ülke vergisiz yönetilebilir.

*

Biz yıllardır çalışıyor, yazıyor ve bu çözümleri yayınlıyoruz...

Şimdiye kadar bir tek kişi bile çıkıp bize doğrudan olumsuz cevap verme gücünü bulmuş değildir...

İlgilenmesi gerekenler başlarını kuma gömen deve kuşları gibi gözlerini kapatıp kulaklarını tıkamışlar...

İyi biliniz ki, böyle yapmakla mukadder akıbetinizden kurtulamayacaksınız…

 

 

***

 

 

 

 

Adil Ekonomik Düzende denge

Reşat Nuri EROL

05.09.2011

Bu mesele yani “denge meselesi” ekonomideki meselelerin başta gelenidir.

Denge yoksa “krizler” başta olmak üzere başka şeyler vardır.

Bugünkü yazımızda “Adil Ekonomik Düzende denge” meselesi üzerinde duralım.

Makro ekonomide çözülmesi gereken sorunlar vardır, öncelikle bu sorunlar çözülmelidir.

- Önce zaruri yıllık ihtiyaçlar karşılanmalı, var olan emek buralara harcanmalıdır.

- Ne fazla ne de eksik, artan emeğe inşaat sektöründe iş vermeliyiz.

- Kârlı işlerde ithalat ihracat yapılmalı, ihracat ithalata eşit olmalı.

- Kamu yatırımları genel yatırımların beşte biri kadar olmalıdır.

***

Makro denge vergi ve kredi yoluyla sağlanır.

- Halka faizsiz nüfus başına “sipariş kredisi” verilecektir. Yıllık siparişler ekonomik devre başında yapılacaktır. Kârlar para üzerinden değil mal üzerinden verilmiş olur. Kârlar lüks mallara veya yatırımlara gider.

- Halka verilen “faizsiz krediler” aslında bakkala, mağazaya, tüccara, işletmelere ve çalışanlara verilen faizsiz kredilerdir, çünkü halk buralarda harcama yapacaktır. Önceden ödeme yapılacağı için kimse kendi sermayesi ile iş yapma zorunda olmayacaktır.

- Tüccar aldığı “önceden ödenmiş para” ile önce ihraç edeceği malı yurt içine sipariş verir, onu satar, karşılığında ithalat yapar. Dolayısıyla tüccarın da sermayeye ihtiyacı yoktur. İhracat ithalata bu şekilde denkleşmiş ve dengelenmiş olur.

- Üretilen mallar ortak ambarlara teslim edilir. Teslim edilen mal karşılığında ambardan alınan “mal belgesi” piyasada pazarlanır. Devlet mal belgesini vergi olarak alır ve piyasaya pazarlar. Vergi payı yüzde yirmidir.

***

Artan emeğe iş bulmak ve dengeyi sağlamak için yapılması gerekenler.

- Devlet planlama yapar, nerede ne fabrika veya mesken yapılacağını ortaya koyar.

- Müteahhitler bu projelerden istediklerini seçer ve inşaata başlar, inşaat yaparlar.

- İnşaat işçiliğinin ücretleri sabit tutulur. Müteahhidin inşaata devam edebilmesi için işçi bulabilmesi gerekir. Sabit ücretin üstünde olanlar üretime giderler. Piyasa doyunca sabit ücretler düşer. O zaman işçiler inşaata gelirler. Böylece artan emek belirlenmiş olur.

- Faizsiz kredi ile elde edilen yapılar hisse senetleri ile pazarlanır. Müteahhitlik payı sabittir. Yapılan bina satılsın satılmasın müteahhit payını alır. Yapı satılmazsa müteahhit yeni kredi alıp yeni işe başlayamaz. Bu sebeple müteahhitler halkın en çok muhtaç olduğu inşaatları yaparlar.

***

ADİL EKONOMİK DÜZEN’DE reel ekonomi mikro ekonomidir ve halkın işidir, finans ekonomisi ise makro ekonomidir ve devletin işidir. Finans ekonomisi demek kredi demektir. Faizsiz kredi verme ise devlet için sorun değildir. Enflasyona sebep olmamak şartı ile devlet istediği kadar para çıkarabilir, dolayısıyla her işi yaptırabilir.

ADİL EKONOMİK DÜZEN’de denge böyle sağlanır.

Biz çare ve çözümlerimizi kırk yıldan beri söylüyor ve yazıyoruz ama…

Kimi ekonomi yazarları ise çözümün tam kıyısına varıyor ama sonra geri dönüyorlar!..

Örnek olarak devlet inşaat yapmalıdır diyorlar...

KİPTAŞ ve TOKİ yapıyor ya!..

Oysa devlet “faizsiz krediler” verip plana göre inşaat yaptırmalıdır...

Müteahhitler maliyetle inşaat yapmalı ve yapacakları inşaatı kendileri seçmelidirler...

Biz bu çözümlerimizi önerip sunarken, kimi ekonomi yazarları ve siyasi uygulamacılar “anonim şirket” diyorlar, “TOKİ” diyorlar…

Yani yapılacak işler “halk ekonomisi” ile yapılmıyor da yine “sermaye ve siyaset tekeli” ile yapılıyor, imkânları sermayenin ve siyasetin emrine veriyorlar…

Bunun adı da “demokrasi” oluyor!!!

 

 

***

 

 

 

 

Adil Ekonomik Düzende denge-2

Reşat Nuri EROL

06.09.2011

Önceki yazımızda “Adil Ekonomik Düzende denge” meselesi üzerinde durduk... Bunu yaparken makro ekonomide çözülmesi gereken sorunların çözüm yollarını gösterdik, makro ekonomide dengenin vergi ve kredi yoluyla nasıl sağlandığını anlattık...

“Adil Ekonomik Düzen”de reel ekonominin mikro ekonomi olup halkın işi olduğunu hatırlattık; finans ekonomisi ise makro ekonomidir ve devletin işidir dedik…

Bugün bu konuya devam edelim ve meseleye biraz daha açıklık getirelim…

***

Ekonominin iki yakası vardır, reel ekonomi ve finans ekonomisi.

Reel ekonomi insanın bedeni ile dışarıda cereyan eden olaylardır. Üretim yaparsınız, tüketim yaparsınız ve yaşarsınız. Binalar yaparsınız ve bunların içinde oturursunuz. Üretim yaparsınız ve ürettiğiniz malı bir nakil aracına yüklersinin, başka bir yere götürürsünüz.

İşte bütün bunlar “reel ekonomi”dir.

Sözleşmeler yapar, borçlu ve alacaklı olursunuz. Belgeler tanzim eder, onları alıp verirsiniz. Bunlar sadece beyinde cereyan eder. Örnek olarak bir malı birine satma vardır.

Bu ekonomi de “finans ekonomisi”dir.

Tekrar edersek; malı üretmek ve sonra götürüp teslim etmek “reel ekonomi”dir.

Sadece beyinde oluşan olaylar finans, sadece dışarıda oluşanlar reel ekonomidir.

Reel ekonomi ile finans ekonomisi birbirine uygunsa, oradaki ekonomi sağlıklı ekonomidir. Mesela, bir kilo patates satılmış, karşılığında üç kilo domates alınmıştır. Bu “finans ekonomisi”dir. Sonra satan ve alan taahhütlerini yerine getirmiş, patates ve domates teslim edilmiştir. Bu da “reel ekonomi”dir. Eğer anlaşmadaki malların üretimi ve yerine ulaştırılması aynen yerine getirilmişse, orada sağlıklı ekonomi vardır. Ama patates yerine çürük patates veya beş kilo yerine dört kilo patates verilmişse, bu hastalıklı bir ekonomidir.

***

Ekonomi bunun dışında “makro ekonomi” ve “mikro ekonomi” diye ikiye ayrılır.

Mikro ekonomi bir insanın çalışıp ne yapacağını ele alır, neyi satın alıp tüketeceğini ele alır; yani üretim ve tüketimi ele alır.

Makro ekonomi ise ülkede ne miktarda nelerin üretileceği ve bunların nasıl mübadele edileceği meselelerini ele alır.

Mikro ekonomi “halkın” işidir.

Makro ekonomi “devletin” işidir.

Sosyalizmde ikisini de devlet yapar.

Kapitalizmde ikisini de sermaye yapar.

Konuyu buraya getirdikten sonra, şimdi bundan önceki yazımıza yani “Adil Ekonomik Düzende denge” meselesine dönebiliriz.

“ADİL EKONOMİK DÜZEN”de makro ekonomi devletin işidir, mikro ekonomi halkın işidir. Makroyu kişi yapamaz, çünkü o gücü yoktur. Mikroyu da devlet yapamaz, çünkü onun ne emeği var ne de üretileni tüketecek midesi.

Mikro ekonomi tekniğe dayanır, çünkü üretim teknikle mümkündür. Madem ki kişiler üretecek ve kişiler tüketecek, o halde bunlar kişilerin işidir. Herkes yarış içinde ileri teknoloji elde edecek, böylece az emekle çok üretim yapacak, serbest rekabet içinde varlığını sürdürecektir. Teknolojiyi elde etme de emekle mümkündür, zihnî emekle mümkündür. Dolayısıyla devlet teknolojiyi üretemez, çünkü onun teknolojiye ihtiyacı yoktur, imkânı da yoktur, çünkü devletin zekâsı yoktur.

Makro ekonomi isi hukuka dayanır.

Evet, işleri kişiler yapacak ama kim ne yapacak?

Evet, ürünler paylaşılacak ve herkes kendi payına düşeni yiyecek, tüketecek ama nasıl paylaşılacak, hangi ürün kime ait olacak?

İşte bunu sağlayan da hukuktur.

(Devamı var)

 

 

***

 

 

 

 

Adil Ekonomik Düzende denge-3

Reşat Nuri EROL

07.09.2011

“Adil Ekonomik Düzende denge” meselesini anlatıp konuya açıklık getirirken, daha doğrusu “mikro ekonomi” ile “makro ekonomi”yi anlatırken, makro ekonominin hukuka dayandığını hatırlattık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Halk ortaya hukuk koyamaz.

Sorunlar mikroda çözülemez, sorunlar ancak makroda çözülebilir.

O halde;

- Halk teknolojiyi kullanacak…

- Devlet de hukuku kullanacak…

- Halk teknolojide buluş yapacak…

- Devlet de hukukta buluş yapacaktır.

***

“Adil Ekonomik Düzende denge” meselesindeki çok önemli başka bir olay da “planlama”dır. Makroda mekânda planlama vardır. Bu devlete aittir. Kişilerin ayrı ayrı bunları yapması mümkün değildir.

Planlama meselesini bugünlerde herkesin bildiği meşhur “kanal projesi” örneği üzerinden anlatalım. “Kanal İstanbul Projesi”ne devlet karar verir, mekânda planlamasını devlet yapar. Kanal İstanbul’un yapılmasına gelince, onu devlet yapmaz halk yapar. Zaman içinde yapar. Devlet şu zamanda şu yapılacak, şunu şu yapacak demez. Şu şöyle yapılacak, kim talip olursa o yapar. Devlet ihale de etmez. Plan içinde insanlar istedikleri işleri istedikleri zaman yaparlar ama sonunda proje gerçekleştirilmiş ve kanal inşa edilmiş olur.

İşte, siyasi partiler kanalın yapılmasını vaat ederlerken hangi usulle bunu yapacaklarını bildirmelidirler... Sosyalist iseler ‘devlet yapacaktır’ derler... Kapitalist iseler ‘yap işlet modeli ile yapılacak’ derler... Liberalist iseler ‘biz bunu yapamayız’ derler...

ADİL (EKONOMİK) DÜZENci iseler ‘bunu halk yapacaktır’ derler…

Halk yani yapanlar nasıl yapacaklardır?

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de basit ve sade formülle yapacaklardır derler...

Kanal projesini ortak ederek teknisyenlere yaptırırız...

Sonra yine halkı ortak ederek toprağı hafrettiririz...

Daha sonra yine halkı ortak ederek beton döktürürüz...

Sonra ürettiğimiz kanala nazır arsaları ortaklara dağıtırız…

Yani; planlamada kararı devlet alır, halk inşa eder, plana göre inşasını halk yapar.

Bunu nasıl başarırız?

“Kanal Kooperatifi”ni kurarız... “Kanal Senedi”ni çıkarırız... Kanal çevresini planlarız… Kanal senedi ile kanal arsa paylarını satarız...

Yerli yabancı herkes bunları alır ve kanal projesi böylece biter.

***

İşte, halk yukarıdaki dört öneriden hangisini kabul edecekse ona oy verir.

1- Kanalı halk yapsın; SP

2- Yap - İşlet - Devret; AKP

3- Kanalı devlet yapsın; MHP

4- Kanala hiç de gerek yok; CHP

Halk tercihini yapacak ve bu görüşlerden birine oy verecektir.

Yalnız “kanal projesi” için değil; başta Merkez Bankası’nın yönetilip işletilmesinden başlayıp her ekonomik, siyasi ve sosyal konuda hukuk devletin, teknoloji halkın veya her ikisi devletin veya her ikisi sermayenin veya sadece güvenlik devletin...

İşte…

Ne zaman ki partilerimiz bu seviyeye ulaşır, ne zaman ki halk bu seviyedeki partileri tercih eder…

O zaman Türkiye’ye “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gelmiş olur...

Yoksa…

Şimdiye kadar olduğu gibi “ZULÜM DÜZENİ” devam eder gider...

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz…

Reşat Nuri EROL

08.09.2011

İlginç olduğu kadar gerçek olan hikâyeler bunlar. Aslında bu hikâyeler bizim hikâyemiz, insanlığın hikâyesi. Daha önce de bu hikâyelerden söz ettim. Önemine binaen bir kere daha üzerinde durmaya değer. Bakalım bu hikâyeler bizi nerelere götürecek...

Geçtiğimiz Nisan ayının ortalarında, “İnsanlık nerden nereye?” genel başlığı altında “yedi yazı” yazmış ve insanlığın hikâyesini anlatmışız:

İnsanlık ve Türkiye nerden nereyeİnsanlık ve ticaret/ekonomi nerden nereyeİnsanlık ve faiz nerden nereyeİnsanlık ve İsrail oğulları nerden nereyeİnsanlık ve medeniyet nerden nereye

Bu yazıların sonunda “Geçmişten geleceğe: İnsan, ilim, tarih ve din…” diye bir yazı da yazmışım...

Mayıs ayının başında meseleyi biraz özelleştirip “Bin Ladin ve Bin Yıllık Medeniyet Projesi” (05.05.2011) üzerinde durmuş;

“Bin Ladin’den önce, Bin Ladin’den sonra” (08.05.2011) deyip meseleyi “Bin Ladin ve Türkiye’deki seçim!” (09.05.2011) başlığı altında Türkiye’ye kadar getirmişiz…

(Burada özel bir parantez açıp Bin Ladin ile ilgili görüşümüzü açıklayalım: Biz başından itibaren CIA ve onun patronlarıyla işbirliği içinde olan Bin Ladin’in yanlışlıkla yakalandığına ve öldürülmediğine inanıyoruz...)

Yine Mayıs ayının sonunda “Libya’nın diktatörü ve Türkiye’nin itibarı” başlıklı yazımızla (28.05.2011), meseleyi o zaman gündeme giren ve hâlen de gündemde kalmaya devam eden Libya ve Kaddafi meselesine kadar getirmişiz…

Geçen ay “Tehlikeler ve yapılması gerekenler” (iki yazı) dedik…

“Sadece SOMALİ mi?” dedik…

“Sıra Türkiye ve İran’a gelmeden uyanalım” dedik…

***

Bin Ladin sadece bir maşa ve bir sembol…

Kaddafi gibi Libya ve diğer ülkelerdeki diktatörler de birer sembol…

Sömürü sermayesi Irak’taki Saddam örneğinde olduğu gibi bu sembolleri, bu maşaları tepe tepe kullanıyor, işi bitince de paçavra gibi bir kenara atıveriyor…

İnsanlığın serüveni yani hikâyesi bu semboller üzerinden böyle devam edip gidiyor…

İsrail ve Suriye ile önemli sorunlar yaşıyoruz… Libya’da her gün diktatör Kaddafi merkezli önemli gelişmeler oluyor… Bütün bu gelişmeler bizi, Türkiye’yi ve bütün beşeriyeti, bütün insanlığı yakından ilgilendiriyor… Çünkü bütün bu gelişmeler bizim gerçek hikâyemiz, insanlığın gerçek hikâyesi… Öyleyse bu hikâye üzerinde birkaç gün duralım…

***

Kur’an her konuda olduğu gibi kavimler konusunda da tek örnek verir ve kitabın henüz başındaki Bakara Sûresi’nde tek kavimden söz eder: İsrail oğulları

İsrail oğulları kavimler meselesinin anlatılıp anlaşılması için seçilmiş kavimdir. Dünyadaki kötülükleri de onlar yapar, iyilikleri de onlar yapar. Hazreti Ömer Kudüs’ü teslim aldıktan sonra, orası onların da şehri olmuştur, o tarihten beri hiçbir zaman Kudüs’ten sürülmediler. Ayrıca Osmanlılar onlara İstanbul’da ve İzmir ile Selanik gibi diğer Osmanlı şehirlerinde de merkez kurmalarına izin verdi, onları İspanya’dan getirdi ve yerleştirdi...

1900’lü yıllara kadar Hıristiyanlık-İslâmiyet çatışmasından yararlanarak varlıklarını geliştirdiler, dünyanın en zengini ve etkini oldular. Ömürleri dolmaya başlayınca hatalı kararlar aldılar. Dinler arası denge yerine rejimler arası dengeyi kurmaya başladılar. Dinleri ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Kendilerine göre İsrail oğulları dışındakilerin dinleri yoktur.

1900 ile 2000 arasında ortak düşmanla karşılaşan dört büyük din ister istemez birbirine yaklaştı ve dinler arası çatışma sona erdi.

Bugün dört büyük din mensupları ortak çıkar aramakta ve kendilerinin başına çöken sosyalizmi ve kapitalizmi def etmek için çaba göstermektedir.

Çin dâhil dünyanın hiçbir ülkesinde artık dindarlar eskisi kadar ezilemiyor.

Avrupa’da Papa eski gücünü kazanmak üzeredir.

Komünizmin yıkılışı sonrası eski Sovyet (SSCB) ülkelerinde din Batı dünyasından daha çok saygı görmektedir.

İnsanlığın serüvenini, beşeriyetin hikâyesini anlatmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-2

Reşat Nuri EROL

09.09.2011

Tekel sömürü sermayesi dünyadaki eski gücünü yitirmiş bulunmaktadır. Siyasi gücü kalmamıştır. Artık ne Rusya’ya ne ABD’ye eskisi gibi emredememektedir, sözünü geçirememektedir. Askeri ihtilaller yapamamaktadır. Doları hâlâ dünyayı karıştırabilmektedir. Çok yakında dolar da iflas edecek ve tekel sermaye yeni bir dolar da çıkaramayacaktır.

Sermaye şimdi yeni bir oyun içindedir. Şimdiye kadar ezdiği İslâm ülkelerini demokratikleştirmek, Çin’i güçlendirmek, böylece Batı’ya haddini bildirmek istemektedir.

İşte, İslâm ülkelerindeki hareketler budur, Arap ülkelerindeki sözde “bahar” ayaklanmaları budur, komşumuz Suriye’deki gelişmeler budur, Libya’daki gelişmeler budur...

Sömürü sermayesi elindeki en büyük silah olan doları kullanarak halkı diktatörlere karşı harekete geçiriyor ama diktatörleri indiremiyor.

Irak’ta Saddam’ın gitmesi kazara olmuştur, yanlışlıkla yakalanmış ve idam edilmiştir.

Aslında kendi adamları olan Usame bin Ladin de benzer bir hataya kurban gitmiştir.

Sermaye 30-40 yıl iktidarda kalan Kaddafi, Saddam, Mübarek gibi diktatörlere diyor ki; beni dinle, yerinde kal, yoksa seni indiririm. Nitekim özellikle son yıllarda Kaddafi’nin sermaye ile nasıl ilişkiler içine girdiği ve ne gibi pazarlıklar yaptığı yavaş yavaş ortaya çıkıyor... Sermaye aynı şeyi Beşşar Esed’e diyecek... AKP kurulurken her hafta Batı merkezlerini ziyaret ettiklerinde yöneticilere dediklerini yarın Erdoğan’a diyecek...

Şimdilik bunları demiyor mu; yoksa diyor da bizim mi haberimiz olmuyor?!.

***

Sömürü sermayesi, önce İslâm ülkelerini, sonra diğer Hıristiyan olmayan ülkeleri emrine alıp da Hıristiyan ülkeleri akıllandırabilir miyim çalışması yapmaktadır.

O halde Suriye’deki olay budur, diğer Arap ülkelerindeki olaylar da budur.

Suriye’de iktidarı halka saldırtıyor… Sonra biri beş yaparak dünyayı ayağa kaldırıyor... Türkiye’yi müdahaleye kışkırtıyor... Başarırsa Türkiye Suriye’ye saldıracak... İran Suriye’ye arka çıkacak... O da bize saldıracak… Böylece Ortadoğu kaynayacak...

Rusya emrine girerse o hakim olacak...

Avrupa Birliği emrine girerse o hakim olacak...

Her ikisi emrine girerse o zaman Yalta’da olduğu gibi bölüştürecek...

ABD ve Çin devre dışı bırakılacak... ABD’de zenci ve Müslüman ayaklandırması ile oluşacak yeni devleti yeniden emrine alacak... Çin’de de Budist ve Müslim ayaklanması ile sosyalizme son verecek, yeni denge kuracak...

Mahir Kaynak’ın tahminlerinin aksine, bize göre; bir tarafta Rusya ve AB birleştirilecek, diğer tarafta Çin ve ABD birleştirilecek ve denge böyle kurulacak...

***

Bu durumda bizim yapacağımız nedir, uygulayacağımız siyaset nedir?

Türkiye Suriye’nin iç işlerine karışmamalıdır. Türkiye yöneticileri gelen göçleri Türk vatandaşı yapıp nüfusumuzu artırmalıdır. Böylece Suriye gittikçe zayıflar ve küçülür, Türkiye gittikçe güçlenir ve büyür. Suriye devleti yıkıldığı zaman Suriye’de biz devlet kurarız…

Kıbrıs meselesini de bu arada gerçek anlamda çözeriz...

Biz her konuda iki devletle istişarede olmalıyız. Bunlardan biri İran, diğeri Rusya’dır. Onlarsız hiçbir siyaset takip etmemeliyiz.

Birleşmiş Milletler’de de aynı şekilde hareket etmeliyiz. AB’nin ve ABD’nin bu andaki tutumları belli değildir. Sermaye bunları ne kadar oynatıyor, bilemeyiz.

Bizim dışarıdaki devletlere yapacağımız en büyük iyilik “Adil Düzen”i getirmektir.

***

Gelecek yazının başlangıcında biraz bu konu üzerinde duracağız…

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?

İnsanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-3

Reşat Nuri EROL

10.09.2011

Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i getirmektir, dedik; bundan önceki yazımızın sonunda...

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?” dedik…

İnsanlığın yani bizim dünya hayatı ile ilgili serüvenimizi anlatmaya devam ederken, aslında yüzyıllarca süren her türlü “saltanat” sistemlerinin ardından gelen “sosyalizm, komünizm, kapitalizm” ve daha nice “izm”lerin battığını veya batmakta olduğunu, yerlerine mutlaka yeni bir “sistem/düzen” getirmek gerektiğini iyi anlayıp idrak etmemiz gerekiyor…

Bize göre insanlığı yani bizi kurtaracak tek bir sistem/düzen var:

ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN

*

Bugünkü yazımızda başlangıç olarak bir ülkede veya bizim ülkemizde -insanlığa örnek olacak- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”in nasıl tesis edilebileceğini bir kere daha hatırlatalım:

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”de ülkeyi yüze yakın ile ayırıyorsunuz...

Her ile tam bağımsızlık veriyorsunuz... Her il kendi ilinde istediği gibi yaşıyor...

Göç etmelere imkân sağlıyorsunuz...

Biz buna “hicret demokrasisi” diyoruz…

Yazımızın başında dedik ki:

Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL DÜZEN”i getirmektir. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle kendi ülkemizde “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i tesis etmemi gerekmektedir...

***

Fırsat bu fırsat...

Fırsattan söz edince “bu fırsat da ne ola ki” dediğinizi duyar gibiyim…

Hani şu sıralar gündemimizde hep “Yeni Anayasa” meselesi var ya; yeni anayasamızı yaparken “sistemi/düzeni” buradan değiştirmeye başlayalım...

Türkiye birbirine yakın yüz civarında ile ayrılır...

Her il iç işlerinde tamamen serbest ve bağımsızdır...

İç güvenliğini kendisi sağlar...

Orta eğitimini kendi dili ile yapar...

Sadece 12 bölge merkezi illerde merkezi ordular yerleştirilir...

Devlet ülkenin savunmasını yapar ve iller arası ilişkileri düzenler...

(Bu konuyu bu köşede defalarca yazdığım için bugünlük bu kadarla iktifa ediyorum; daha fazlasını merak edenler eski yazılarıma bakabilirler…)

*

İşte dünyaya, insanlığa ve dolayısıyla bize de barış, refah, huzur ve saadet getirecek “sistem/düzen” budur; o sistem/düzen de “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”dir...

Minik bir hatırlatmayla bu faslı kapatalım: Yahudi Wilson’un (veya herhangi bir Yahudi asıllı ismin) saçma ve manasız prensipleri veya bilmem ne bâtıl Batı (AB) kriterleri benimsenir de; biz Allah’ın tebliğini insanlara ulaştırınca kulaklarını tıkarlar... AK Partili kör, sağır ve dilsizler; özellikle size söylüyorum... Diğer ilgililer de elbette duysunlar…

***

Bugünkü bu fasıldan sonra, biz yeniden hikâyemize dönelim…

Tekel sömürü sermayesi dünyayı tek devlet olarak yönetmeyi planlamış ve 500 senelik uygulamalarıyla insanlık buraya kadar gelmiştir. Onlara göre, kendilerinden başka kimsenin bir gayesi ve düşüncesi olmamalıdır… Herkes hayvan gibi sabah gidip çalışmalı, akşamleyin ücretini almalı, para derdi olmamalı, karnını doyurması onun için yeterli olmalıdır!.. Kendilerinden başka diğer insanlar bu hâle yani adeta birer robot köle hâline gelince, artık onlar dünyayı rahatlıkla yöneteceklerdir... Bunun için insanları önce içki, kumar, futbol, eğlence, zina ve benzeri daha nice musibetlere alıştırıp onları uyuşturmak, zevk ve sefa dışında bir şeyi onlara düşündürmemek gerekir... Tüm sanat kollarını bunun için seferber etmişlerdir... Sömürü sermayesi, insanları ahlâksızlaştırmak için ne gerekiyorsa tüm varlığını ve gücünü ona amade olarak kullanmaktadır... İnsanları ahlâksız hâle getirmek için de önce dinsizleştirmek gerekmektedir... İnançsız hâle getirilen insan ahlâksız olup zevk ve sefaya dalar... Bunun için de tüm eğitim ve öğretim müesseselerini harekete geçirip dinin bâtıl inançlar olduğunu telkin etmektedir... Sermayenin gücüyle tüm üniversiteler ve ilmî faaliyetler de bu tarafa ve tamamen bu amaca yönlendirilmiş bulunmaktadır...

Bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-4

Reşat Nuri EROL

11.09.2011

İnsanlığın serüvenini anlamaya ve anlatmaya, bizim gerçek hikâyemizi çök yönlü olarak değerlendirmeye devam ediyoruz…

Bunu yaparken iki ana amacımız var:

Birincisi, tarihin tekerrür etmemesi için ibret alınası tespitler yapıyoruz…

İkincisi ve daha önemlisi, insanlığın hikâyesini anlatırken kendi geleceğimizi, insanlığın geleceğini inşa etmemiz yani yeni bir sistem, yeni bir düzen, yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerektiğini anlatıyoruz…

Tekel sömürü sermayesinin 500 senelik uygulamalarını anlatıyorduk... İnsanları hayvanlaştırma, mankurtlaştırma, robotlaştırma, köleleştirme çabalarını anlatıyorduk… İçki, kumar, futbol, eğlence, zina ve benzeri musibetlere müptela kılma uygulamalarını anlatıyorduk… İnsanları ahlâksızlaştırma yolunda dinsizleştirme düzenlerini anlatıyorduk…

Diğer taraftan insanları dillerinden ve ırklarından koparmak için de İngilizce zorunlu dil hâline getirilmekte, ilkokula kadar İngilizce öğretilmekte; ondan sonra da ulusal dillere düşmanlık yapılmaktadır... Türkçe yerine Kürtçe siyaseti ile bir taraftan Türk halkı bölünüp parçalamak istenmekte, diğer taraftan Türk dilini devlet dili olmaktan çıkarıp İngilizce konuşma, yazma, akademik kariyer yapma zorunda bırakılmaktadır!.. Türklerle Kürtler dilde anlaşamayınca İngilizce ortak dil olacaktır!!!

Zina serbestliğinin, fuhşun, ahlâksızlığın en büyük etkisi, toplumumuzun ana direği olan aile müessesesine yaptığı darbe olacaktır... İnsanlar evlenemeyecek, çocuk yetiştirmeyecek, böylece insanların tek başına karnını doyurma dışında bir hayalleri olamayacaktır... Nitekim boşananların sayısı evlenenlerin sayısını geçmeye başladı bile…

Aile yok, din yok, devlet yok, düzen yoksa hiçbir şey yoktur...

*

Bizim devletimiz ve diğer devletler olamayınca savaş da olmayacaktır. Halkı disipline etmek işi de kolaylaşacaktır.

İdam cezasını kaldırırsınız. Hapishaneleri lüks otele çevirirsiniz. Tetikçilik yapanları paralı hapishanelere gönderirsiniz. Tetikçi olmayanları tetikçilere öldürtürsünüz. Herkes senden korkar. Devlet olmadan da dünyayı idare edebilirsiniz. Bir tek sorun kalıyor, o da insanların para biriktirme hırsı. Onu da sigortalı yaparsınız. Her türlü sosyal hakları sağlarsınız. Serbest olarak kullanılacak paraları asgariye indirirsiniz. Böylece mülkiyet kavramını tarihe gömersiniz. İşte sermayenin dünyayı götürmek istediği yer budur.

Sömürü sermayesi süper güçleri de perişan etmiştir. Sovyetler (SSCB) dağılmış, ABD’nin başına da bir zenci Müslümanın oğlu gelmiş/getirilmiştir. ABD’nin sembol ikiz kulelerini yıkarak ABD hâkimiyetine son vermektedir. Tüm küçük devletleri yıkmaktadır...

*

Dinsizleştirme planının içinde Kaddafi gibi dinsiz diktatörler vardı. Önceleri onları destekledi, İslâmiyet’i unutturmak istedi ama bu projesinde başarılı olamadı. Diktatörler sadakatle dinsiz olmadılar, olsalar bile halkı dinsizleştirmediler. Sermaye bu sefer taktik değiştirmiştir veya değiştirmektedir.

Şeriatsız bir din anlayışını benimseyip sahip çıkmak üzeredir.

İnsanlar dindar olacaklar ama sadece ibadette ve ahlâkta; dünya işlerine ise asla karışmayacaklar!

Yeni plan budur; insanları yine hayvan gibi yaşatmak ama inançlarına saygı göstermek! Ahlâksızlığı dinler sayesinde ahlâklılık hâline getirmek. Bir insana yemek yedirirsen sevap olur da cinsi arzularını tatmin edersen neden sevap olmasın! O halde zina günah değil sevaptır mantığı ile yeni bir din tesis edebilirisiniz, zinayı kanunen suç olmaktan çıkarabilirsiniz; bunu halkı Müslüman ülkelerde yaparsınız! Bunun gibi; içki içmek yemek yemek gibi değil midir? Uyuşturucu kullanmak da vecde gelmektir!

Hâsılı, İslâm’ın yasakladığı her türlü ahlâksızlığı ahlâklılık ve sevap hâline getirebilirsiniz! İslâmiyet’e göre yöneticilere itaat etmek farzdır ve sevaptır. Şimdi ise yöneticilere karşı gelmek, direnmek, isyan etmek, güya hürriyetini savunmak fazilet olmuştur!!! Çocuklar anne babalarına karşı gelirlerse kişilikleri oluşur!!! Şerefli kadın kocasını dinlemeyendir!!! Bunlara benzer daha neler de neler, neler de neler…

Alın size yeni bir din; şeriatsız yeni bir İslâm!!!

Bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-5

Reşat Nuri EROL

12.09.2011

İnsanlığın serüvenini anlatırken amacımız neydi?

Birincisi, tarihin tekerrür etmemesi…

İkincisi, yeni bir sistem, yeni bir düzen, yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerektiğini anlatıyoruz…

Daha doğrusu, “Bu durumdan nasıl kurtulacağız, kendimizi nasıl koruyacağız?” asıl bu sorunun cevabını anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz…

Osmanlı tecrübesi maksatlı olarak birileri tarafından zaman zaman gündeme getiriliyor ya; haydi, biz de onlara inat veya onlara nazire olurcasına o örnek üzerinden bir şeyler, daha doğrusu asıl meramımızı ve asıl meselemizi anlatmaya çalışalım...

Anadolu’da beylikler dönemi yaşanıyor, beylikler arasında çatışmalar yaşanıyor…

Aralarında hepsinden küçük gibi görünen bir aşiret, bir beylik diğerlerinden farklı hareket ediyor, komşu beylerle çatışmalara girmiyor, sadece kendi işine bakıyor, belirlediği strateji çerçevesinde kendi uygulamalarına bakıyor…

Ne dersiniz; biz de küçük Osmanlı aşireti gibi mi başlasak, öyle başlayıp da belirlediğimiz stratejiyi mi uygulasak, sistemimizi uygulayarak kendi işimize mi baksak…

Öyle yaptığımızı varsayalım…

***

Bu çağda küçük “Osmanlı Beyliği” veya “Osmanlı Aşireti” olarak yola çıktığımızı varsaydığımıza göre; biz öncelikle “yüz hanelik bir semtte kooperatifimizi” kuracağız...

Semtimizi, aşiretimizi, ocağımızı ve zamanla oluşacak olan bucağımızı işte bu kooperatifimiz sayesinde sermayenin sömürüsünden ve saldırılarından koruyacağız...

1) Bunun için bir “Semt Senedi” çıkaracağız, semt içinde tüm alışverişimizi bu “Semt Senedi” ile yapacağız. Böylece sermayenin hiçbir karşılığı olmayan doları ve onun uydusu TL’yi bizim semtte etkisiz hâle getireceğiz, sömürüden kurtulacağız...

2) Hukuk sisteminin çöktüğü, doğru dürüst bir anayasası bile olmayan ve on yıldan beri anayasa çoğunluğu ile iktidar olunmasına rağmen “yeni bir anayasa” bile yapılamayan bir ülkede yaşıyoruz ya… Bu zulmü hiç olmazsa kendi içimizde, kendi aramızdaki sorunlarımızda sona erdirmek ve “adaleti tesis etmek” için kendi aramızda çıkan ihtilafları “hakemler sistemi” yoluyla çözeceğiz... Böylece biz kendi hukuk düzenimizi kendimiz kuracağız ve kendimiz yaşatacağız... Bir müddet sonra da herkese örnek olacağız…

3) Osmanlı tecrübesinden ve Osmanlı örneğinden yola çıktık ya; bu örneğin çağdaş versiyonuymuşçasına hareket ediyoruz ya; komşularımızla sıfır sorun politikaları uygulamak bir yana, varlığımızla örnek oluyor ve onların da bizimkine benzer komşu semtlerin, aşiretlerin/ocakların ve bucakların kurulmasına örnek ve yardımcı olacağız...

4) “Semt Senetleri” ile çalışıp yaşayan değişik semtlerin senetlerini bucakta kuracağımız “Bucak Kooperatifi Senetleri” ile alıp satacağız... Böylece önce kendimizi sömürü sermayesinin sömürüsünden kurtaracağız, sonra bizim gibi olanlarla işbirliği içine girerek hep beraber el ele vermiş olarak kendimizi birlikte koruyacağız...

***

İşte…

İnsanlık -bugüne kadar önerdiğimiz ve bundan sonra da gerçekleşinceye kadar hep önermeye devam edeceğimiz- bu yapılanmaya, bu sisteme, bu düzene sahip çıktığı ve uygulamasına geçtiği zaman, sermayenin sömürüsü belasından kurtulmuş olacaktır…

Kurtulmak istiyorlarsa kurtulacaklardır…

İman etmekte olduğunu iddia edip de kurtulmak istemeyenlere, Maide Sûresi 54. âyette Allah diyor ki:

“Ey iman edenler! Sizden kim dinden/düzenden dönerse, Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Onlar Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.”

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-6

Reşat Nuri EROL

13.09.2011

Beş günden beri insanlığın serüvenini yani bizim hikâyemizi anlatıyorken, 11 Eylül (ABD ve bütün dünyayı, bütün insanlığı ilgilendiriyor) ve 12 Eylül (Türkiye ve bölgemize çok etkisi oldu) tarihleri gelip çattı... Pek çok yazar konuyu ele almış… Hepsine göz attım…

Yazarlardan birinin değerlendirmesi dikkatimi çekti; özellikle de “dünya kapitalist sistemi” vurgusu ve “11 Eylül’den 12 Eylül’e para kazanma biçimi…” yazı başlığı…  

Yazının ilk bölümü şöyle: “Dün 11 Eylül’de New York’taki ‘İkiz Kuleler’e yapılan saldırının onuncu yıldönümüydü, bugün de 12 Eylül askeri darbesinin 31’inci yıldönümü. ABD’deki saldırının da Amerika tasdikli 12 Eylül askeri darbesinin de özünü ve ruhunu ‘dünya kapitalist sistemi’ belirliyor. 11 Eylül ABD’de, 12 Eylül de Türkiye’de para kazanma biçimini, zenginlik kaynaklarını, paranın dolaştığı elleri ve yerleri değiştirdi. Ekonomik açıdan yapılan tahlil siyasi gelişmelere berraklık getirmekle kalmıyor, olayların ‘faillerini’ de netleştiriyor. Buna ‘paranın izini takip etmek’ de diyebilirsiniz.”  Yazının son bölümü şu cümleyle başlıyor: “Tarihin büyük yolculuğu sırasındaki geçici dalgalanmalar büyük acılara neden oluyor...” (Mehmet Altan, Star, 12.09.2011)

Genel olarak bütün yazılarımda ve özel olarak yazdığım bu son beş yazımda, beş asırlık insanlık serüvenini anlatırken, merkezde hep “küresel kapitalist sömürü sermayesi” var. Nitekim yukarıdaki bölümde ele aldığım ve alıntıladığım 11 Eylül ve 12 Eylül tarihleri merkezli değerlendirme, insanlığın kaderinde önemli rol oynayan sermayenin etkinliğini bariz olarak açıklıyor. Sermayenin insanlığa yapıp ettiklerine bakmaya devam edelim…

Sömürü sermayesi İslâm ülkelerini ya ateist diktatörlerle yahut fanatik diktatörlerle yönetiyor. Her ikisinde de istenen İslâm düşmanlığını halkın için yerleştirmek, dünyaya da İslâmiyet’in imajını olabildiğince kötü göstermektir...

Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Vahhabilik ve Afganistan’daki Taliban yönetim tarzları aslında İslâm’da var olmayan fanatik dindarlığa dayanıyorken; Libya, Tunus, Mısır gibi Kuzey Afrika ülkeleri ile Suriye ve Irak ise dinsiz diktatörlük ile yönetilir oldular...

İran ve Türkiye eski devlet tecrübesine sahip oldukları için bu badireyi diğer ülkelere nisbetle daha hafif hasarlarla atlatabildiler. Bölgemizin her iki önemli ülkesi de başlangıçta dinsiz dikta ile yönetilmeye başlanmış, devlet yeniden güçleninceye kadar onların yani sermayenin istedikleri yapılmıştır. Ama gittikçe gelişen Türkiye ve İran zamanla Batı sömürge sisteminin yani sömürü sermayesinin etki alanı dışına çıkmıştır veya çıkmaktadır…

Kaddafi bu dinsiz diktatörler grubu içinde yer almış, en az seviyede dinsizlik yapmıştır, en az zulmetmiştir...

Libya devletinin küçük olması ve ekonomik bakımdan bir sıkıntı oluşturmaması sebebiyle Kaddafi’nin şımarık hareketlerine tahammül edilmiştir...

Aslında bizim bu köşede zaman zaman anlattığımız ve yazdığımız devlet kriterlerimize göre Libya devleti diye bir devlet veya Kaddafi diye bir lider yoktur.

Tekel sermaye İslâm âlemini parçalamak için böyle suni devletler ve suni liderler oluşturmuştur. Ne var ki suni de olsa devlet devlettir, yıllarca iyi kötü aşiret ve kabilelerden oluşan bir “düzen” devam ettikçe bir şeyler oluşur.

Libya’da olan oydu…

Tekel sermaye şimdi ABD devletine ve AB devletlerine ihtarda bulunmak üzere anarşik olaylar çıkarmaktadır. Bunu yalnız Arap ülkelerinde değil, en beklenmedik ülkelerde umulmadık olaylar olmuştur. Nitekim Türkiye’de de bu olaylar vardır ve devam etmektedir...

Tekel sermaye dünyaya diyor ki:

Bende sonsuz karşılıksız para (dolar) vardır...

İstediğim zaman “ekonomik kriz” çıkarırım...

İstediğim zaman “terörü” harekete geçiririm...

Beni dinlemek zorundasınız...

Benim istediğim kimseleri iktidar edeceksiniz, o iktidarlar benim istediklerimi yapacaklardır… Dediklerimi yapın yoksa canınıza okurum...

Sonuna yaklaştık ama bitmedi, insanlığın serüvenini anlatmaya devam edeceğiz…

İnnâlillâhiveinnâileyhirâciûn: Daha geçen ay kendisiyle sağlık, spor, hizmet, hayat hakkında konuşuyorken, gazetemizin Mehmet Hocası (Erkan) bugün aramızda yok! Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz-7

Reşat Nuri EROL

14.09.2011

Haber çok taze, bir günlük, başlığı şöyle:

Bin Ladin’i verdik ama almadılar!

Bunu söyleyen Afganistan’daki devrik Taliban rejiminin eski Dışişleri Bakanı.

Taliban lideri Molla Ömer’in yardımcısı, devrik Taliban yönetiminin son Dışişleri Bakanı Vekil Ahmed Mütevekil, El Cezire’ye verdiği demeçte, ABD’ye, 11 Eylül 2001 saldırılarının planlayıcısı olarak kabul edilen Bin Ladin konusunda, 1990’larda Amerikan tesislerinin hedef alındığı saldırılarla ilgili olarak yargılanması için önerilerde bulunduklarını söyledi. Mütevekil, 2001 saldırılarından önce bile Bin Ladin meselesini çözmek için çeşitli öneriler sunduklarını, bunlar arasında, üç ülkeli mahkeme kurulması ya da bağımsız uluslararası kuruluş olarak İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İTT) gözetiminde bir şeyler yapılması olduğunu ifade etti. ABD bu önerileri kabul etmiyor, Irak’ı işgal ediyor, birkaç milyon insanı katlediyor, dul ve yetim bırakıyor, koca bir ülkeyi ve bölgeyi perişan ediyor…

Sadece bu örnek bile oynanan oyunu açıklamak için yeterlidir. Oyun devam ediyor, kendilerini bir şey sanan Saddam ve Kaddafi üzerinden ibreti âlem olmak üzere diğer diktatör ve yöneticilere ders verilmektedir. Önce Baas yönetimleri devrildi. Sonra onlara hazırlattığı mahzenlerde onları yaşattı. Usame Bin Ladin’i de öyle yaptı. Ne var ki bir kaza oldu. Saddam tesadüfen başka güçler tarafından yakalandı. Muhakemede uzun zaman onu korudu ama başaramadı. Yoksa sermayenin istediği Saddam’ı da aynen Abdullah Öcalan gibi saray gibi hapishanede yaşatmaktı. Usame Bin Ladin’i acemi Obama yakalattı. Tekrar hatırlatıyorum: Usame Bin Ladin’i öldürdüklerini sanmıyoruz...

Kaddafi’nin durumu da Saddam gibidir. Bir görevli tesadüfen yakalamazsa onu yaşatacaklardır. Bunu ne diye yapıyorlar, bu işbirlikçi diktatörleri neden yaşatıyorlar? Eğer öldürseler veya öldürtseler o zaman yeni dünyada yeni diktatörler bulamazlar da ondan.

Türkiye’de ve İran’da sömürü sermayesi duruma tam hâkim değildir. Zaten bu ülkelerin genel siyasetleri de Batı’ya uygundur. Çünkü ne İran’da ne Türkiye’de İslâm’ın halk düzenini getirme çabaları yoktur. Mevcut düzen içinde İslâm’ı yaşamaya çalışıyorlar. Bu İslâmiyet değildir, sadece adı İslâmiyet’tir. Sömürü sermayesi siyasetini değiştirmiştir.

1897’de İsviçre Basel Yahudi Kongresi’nde alınan kapalı kararla 1997’de İslâm dini ortadan kalkacak, yeryüzü lâiklik içinde sermaye tarafından yönetilecekti. 28 Şubat aslında bunun denemesi idi. Başaramayınca siyasetini değiştirdi, sermaye şimdi kendini mevcut duruma uyarlıyor. İslâmiyet’i de yavaş yavaş kendilerine uyarlayacak hâle getirip İslâm ile dünya hâkimiyetini sürdürmek istiyor;

“Büyük Ortadoğu Projesi” budur...

*

Erbakan’ın önderlik yaptığı “ADİL DÜZEN PROJESİ” engellenmek istenmiştir…

Şimdi dinsiz diktatörler tasfiye edilmekte…

Diktatörlerin yerine dindar işbirlikçiler getirilmekte...

Nitekim İran’da ve Türkiye’de “dindar işbirlikçiler” iktidar edilmekte...

Türkiye Başbakanı işte bu amaç için Mısır, Tunus, Libya seferine çıkmakta…

“İşbirlikçi” kelimesini hakaret olarak kullanmıyoruz; “din”de İslâm kalmak, “düzen”de Batılı olmak, sermaye sömürüsüne teslim olmak, onun istediklerini yapmak demektir...

Örnek olarak, İran ülkesinde “altın karşılığı para” çıkaracağına atom santralini yapmakta!

Kendisinin petrolü var, atom santraline ihtiyacı yok ama onu yapmakta!

Böylece İran halkı uyutuluyor. Güya Batı’ya kafa tutuluyor ama İran düzeni batılılaştırılıyor...

*

AK Parti de güya “yeni anayasa” peşinde; bütün partilerin ittifak ettiği yeni bir anayasa yapacak.

Bu ancak şu şekilde mümkün olur:

Bütün partiler “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı kabul eder, onun üzerinde tartışarak anlaşırlar veya anlaşamadıkları maddelerde hakemlere giderler.

Yahut bütün partiler ABD dolarlarının buyruğuna boyun eğerler ve onun istediği anayasayı çıkartırlar.

Başka türlü mutabakat nasıl sağlanacak?

İkincisini yapacakları için işbirlikçidirler.

Duamız elbette yanılmamızdır ama göreceksiniz, herkesle mutabık kalınan bir anayasa çıkacak, sadece bizimle mutabık olmayacaklardır.

Yani bunların anayasasında hakkın ve halkın yeri olmayacaktır.

Çünkü bunlar lâiktirler.

Biz işte bunlara “işbirlikçi” diyoruz.

Çünkü kâinatı var eden Allah’ı bırakmış, karşılıksız yeşil kâğıdın yani faizli doların peşinden koşmaktadırlar...

 

 

***

 

 

 

 

İlginç ve gerçek bir hikâye: Abdülhakim Bilhac

Reşat Nuri EROL

16.09.2011

İnsanlığın hikâyesi, bizim hikâyemiz yazmakla bitmez; ilk insan Hazreti Adem’in dünya serüveni ile başlar, kıyamete kadar sürer gider… Önemli olan insanlık tarihindeki bazı yanlışların tekerrür etmemesi için bu insanlık hikâyelerinden ibret/ders almaktır ama ibret alınmadığı sürece aynı hikâyeler tekerrür eder gider… Aynen aşağıdaki gerçek hikâye gibi…

Bu ibret alınası ilginç ve gerçek hikâyeyi on gün önce Hüsnü Mahalli yazdı; aynen aktarıyorum:

Libya ile ilgili çok hikâye duyuyorsunuz ve duyacaksınız. Ama en ilgincini şimdi anlatacağım. Abdülhakim Bilhac, Libyalı bir vatandaş.

Dini bütün olan bu insan komünist Sovyetler’e karşı savaşmak üzere 1988’de Afganistan’a gider ve Kaide’ye katılarak orada 5 yıl kalır. Bin Laden ile ideolojik anlaşmazlığa düşen ve Batı ile fazla düşmanlığa gerek olmadığını söyleyen Abdullah Azam (Bin Laden tarafından Batı’nın ajanı olmakla suçlandığı ve öldürüldüğü söylenir) ile kişisel dostluk kuran Bilhac 1993’te ülkesi Libya’ya döner ve CIA ile İngiliz İstihbarat örgütü MI6’dan aldığı yardım ve destekle yandaşlarını örgütlemeye başlar. Örgütünün adı da İslâmcı Silahlı Mücadele Cemaati. Adamlarını gizlice Kaddafi’ye bağlı devrim komitelerine sokan ve silahlı eğitim almalarını sağlayan Bilhac kısa bir süre içinde Bingazi bölgesinde güçlenir. Ancak Kaddafi durumu anlar ve 1995’te örgüte büyük darbe indirir. Bilhac ve adamları kaçar. Bilhac’ın birçok yandaşı Londra ve Paris’te karargâh kurar. Bilhac ise aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede dolaştıktan sonra Malezya’da yerleşir ve Kaddafi yönetimine karşı mücadelesine oradan devam eder. Ama CIA ve MI6’nın bilgisi ve desteğiyle. Ancak 2003’te Irak işgal edilince Kaddafi sıranın kendisine geleceğini düşünerek hemen ABD ve Batı ile flört etmeye başlar. Bu flörtü oğlu Seyfelislam ve istihbarat şefi ki sonra dışişleri bakanı oldu, Musa Kusa üzerinden devam ettirir. Kusa Batılılara bildiği her şeyi anlatır, onlar da Kaddafi’ye yardım etme sözü verir. Kısa sürede Batı ile Kaddafi arasındaki tüm sorunlar çözülür ve Kaddafi bir zamanlar maddi ve manevi destek verdiği ve aralarında IRA, ETA, Kızıl Tugaylar ve benzeri tüm örgütlerle ilgili her şeyi Batlılara anlatır. Seyfelislam ise ülkesinde reform sözü verir.

Bunun üzerine CIA ve MI6 Libya muhaliflerini tek tek yakalayarak Kaddafi’ye teslim etmeye başlar. 2004 sonunda Malezya’da yakalanan Bilhac, CIA tarafından işkence gördükten sonra Libya’ya teslim edilir.

Musa Kusa’nın adamları işkenceye devam eder ve Bilhac’ı zindana atar. Bu arada Kaddafi Batılı başkentleri dolaşarak yeni dostluklar kurar ve muhaliflerinden kurtulma çabasına girer. Oğlu Seyfelislam ise Batılı başkentlerin de desteğini alarak reform adımlarını hızlandırır ve samimiyetini kanıtlamak üzere Mart 2010’da tutuklu muhalifleri serbest bırakmaya başlar. Bırakılanların başında da Bihac ve onun gibi radikal İslâmcı 700 kişi vardı.

Serbest kalan Bilhac hemen dolaylı da olsa eski dost-düşman CIA ile ilişkiye geçer ve yeniden yardım ve desteğini sağlar.

Nasıl olsa bu kez Musa Kusa’nın istihbarat elemanları kendisini rahatsız etmeyecekti. Çünkü Musa da el altından CIA ve MI6 ile işbirliği yapmaya başlamıştı.

Nitekim ayaklanma başladığında Libya’dan kaçan ve Londra’ya sığınan ilk önemli kişi Musa Kusa idi. İkinci kişi ise bir zamanlar Kaddafi’nin savunma bakanı olan Halife Hafter idi. Hafter şimdi muhalefet kuvvetlerinin komutanı!

Bilhac ise ayaklanma başladığından itibaren çok önemli görevler üstlendi ve başkent Trablus’taki askeri direnişi örgütleyerek Kaddafi’nin karargahı El-Aziziye’ye giren ilk kişiydi!

Bilhac şimdi binlerce silahlı yandaşı ile birlikte kendisini serbest bırakan ve onunla yan yana poz veren Seyfelislam ve babası Muammer Kaddafi’nin peşinde, hem de CIA ve MI6 ajanlarının yardımı ile; ülkesine demokrasi ve özgürlük getirmek için!

Bakalım yüzde yüz gerçek olan bu hikâyenin ikinci bölümünü ne zaman yazarız.

Unutmayalım ki Batı’nın yarattığı Kaddafi 42, Mübarek ve Bin Ali 30 yıl iktidarda kaldıktan sonra sırları ortaya çıktı. Bilhac ise siyaset yolunda 23 yıl önce (1988) yürümeye başlamıştı…

Yedi gündür yedi yazı ile anlattığımız insanlığın hikâyesi yani bizim hikâyemiz, işte böylesine ilginç ve gerçek hikâyeler üzerine bina ediliyor; iyi anlayıp gereğini yapalım...

 

 

***

 

 

 

 

Allah nurunu tamamlayacaktır…

Reşat Nuri EROL

17.09.2011

Batı topyekün çökerken, Anadolu zaten Erbakan’ın önderliğinde gerçekleşen “Millî Görüş Hareketi” ve “Adil Düzen Medeniyet Projesi” ile uyandı…

Gömlek çıkaranlara ve projeyi inkâr edenlere rağmen bu hareket nihai hedefine ulaşacak, proje de tamama erecek, yani Allah nurunu tamamlayacaktır

Şimdi uyanma ve harekete geçme sırası topyekün İslâm âleminde, Asya’da ve Afrika’da; nihayetinde de bütün beşeriyette, bütün insanlıkta

Günlerdir insanlığın hikâyesini yani bizim hikâyemizi anlatıyordum ya; meseleye bir de bu pencereden, bu perspektiften bakarsak istikbale yönelik gerçekler daha iyi anlaşılır.

İnsanlığı güzel günler, güzel yıllar, güzel yüzyıllar, daha doğrusu güzel bir bin yıllık medeniyet döngüsü bekliyor; bizim kırk yıldan beri anlatmakta olduğumuz, insanlığın refah, saadet ve selametini gerçekleştirecek olan “Hak ve Adalet merkezli III. Bin Yıl Medeniyeti” geliyor…

Yani…

ADİL DÜZEN…

ADİL EKONOMİK DÜZEN…

ADİL DÜZEN DÜNYA MEDENİYETİ geliyor…

*

Bu geleni, bu tamamlanmakta olan nuru, “insanlığın hikâyesi”ni anlattığımız yazı silsilemizin henüz ikincisinde ve üçüncüsünde şöyle özetledik:

Bizim dışarıdaki devletlere -yani insanlığa- yapacağımız en büyük iyilik “ADİL DÜZEN”i getirmektir, dedik; bundan önceki yazımızın sonunda... “ADİL DÜZEN ne demektir, nasıl gerçekleşir, nasıl kurulur?” dedik…

İnsanlığın yani bizim dünya hayatı ile ilgili serüvenimizi anlatmaya devam ederken, aslında yüzyıllarca süren her türlü “saltanat” sistemlerinin ardından gelen “sosyalizm, komünizm, kapitalizm” ve daha nice “izm”lerin (yani topyekün Batı düzeni ve dünyasının) battığını veya batmakta olduğunu, yerlerine mutlaka yeni bir “sistem/düzen” getirmek gerektiğini iyi anlayıp idrak etmemiz gerekiyor…

Bize göre insanlığı yani bizi kurtaracak tek bir sistem/düzen var:

ADİL DÜZEN…

ADİL EKONOMİK DÜZEN…

*

Allah’ın nurunu tamamlayacağını görenler çok.

Prof. Dr. İbrahim Öztürk bunlardan biri; “Gelişen dünyanın merkezinde Türkiye ve İsrail” yazısında diyor ki: “İsrail'in davranışlarını bir yandan 'seçilmiş kavim', diğer yandan ise 'ulusal yok olma' korkusu şekillendiriyor. İkinci korku, birinci saplantının sebep olduğu acı bir son. İsrail'in zihni, gönlü ve aklı ağır hasta…/ 1990'ların başında dünyada siyasi ve ideolojik alanda büyük bir kırılma yaşandı. Soğuk Savaş bitti, sosyalizm ve merkezî planlama bir alternatif siyasi ve iktisadi proje olarak yarışı kaybetti. Ancak kapitalizm kazanmış olmadı. Zafer sarhoşluğu ile atılan 'tarihin sonu' çığlıkları altında şimdi tüm reçetelerin bittiği bir noktadayız işte. Şimdi dünyada sonuçları çok daha derin olacak bir değişim sürecine girdik. Önce iktisadi kökler sarsılır, ardından medeniyet zaafları devreye girer. Batı'da 'birey' çok hırpalanmıştı. Şimdi iktisadi kökleri de tarumar oluyor. Ardından bin yıllık medeniyet kaymaları gelecek... / İster Afrika, isterse Asya ayağından olsun, Türkiye yeni kurulmakta olan bu devasa dünyanın tam da kavşak noktasında yükseliyor. Aklı başı yerinde olup da bunu görmeyen bir kişi yok...”

*

“Yüzyıllık yapılar ister istemez değişecek.” diyerek  “Yeni bölge ideali” başlıklı yazısına başlayan Ali Bulaç da çok önemli hatırlatmalarda bulunuyor: “Türkiye'yi yeni tercihlere sürükleyen zorlayıcı sebepler var: Batı dünyası ekonomik ve entelektüel düzeyde performans kaybı yaşıyor. Dünya yeni politik kültürü ve toplumsal örgütlenme modelini Batı'nın kültürel kaynaklarına göre kuramaz. Batı eskisi kadar üretici değil, tüketim ve refaha dayalı sistem zihinsel ve bedensel rehavete yol açmış. Türkiye, kültür yanında ekonomik olarak da geleceğini Batı'ya endeksleyemez, böyle yapacak olsa yoksullaşır. Son yıllardaki ekonomik performansını Batı'yla süren geleneksel ilişkisine değil, Ortadoğu'yla kurduğu ilişkilere borçlu. Türkiye Ortadoğu, Asya ve Afrika'ya yöneldikçe zenginleşecek. / Batı, dünyanın geri kalan kısmıyla refahı paylaşmadığı gibi, adil uluslararası bir düzen de tesis edemiyor. Türkiye'nin kıyamete kadar AB üyesi olamayacağı açık... Türkiye… Ekonomik refahını bölgede aradığı gibi politik ve stratejik geleceğini de bölgede ve bölge ülkeleriyle kuracağı yeni ilişkide aramak zorunda…”

Evet…

Birileri istemese, inanmasa, inkâr etse de;

Allah nurunu tamamlayacaktır…

 

 

***

 

 

 

 

Müslümanlara “lâiklik” ihrac etmek!

Reşat Nuri EROL

18.09.2011

İhracat patlamamızla öğünüyoruz ya; son ihracatımız Müslüman ülkelere lâiklik!

“Millî Görüş” gömleğinizi (ne demek olduğunu artık herkes çok iyi biliyor) çıkarmışsanız, yani gömleğiniz bile yoksa…

Erbakan sayesinde bütün dünyanın bildiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” denen “faizci kapitalizm” başta olmak üzere diğer bütün “izm”lere alternatif bir “medeniyet projesini” bizzat görevlendirdiğiniz 14 akademisyenin reddiyesi raporlarla inkâr etmişseniz ve bize “Ben zaten baştan beri inanmıyorum!” demişseniz…

Çok değil, birbuçuk yıl önceki ASKON toplantısında “Faiz dünya gerçeğidir!” demişseniz… “Yeni Anayasa” yapmak, yapabilmek bir yana; henüz başörtüsü, sekiz yıllık eğitim, Kur’an kurslarındaki yaş sınırı ve üniversiteye girişte katsayı sorunlarını bile çözememişseniz… (Zina ve domuz eti gibi örnekler de var ama anlayana bu kadarı yeter.)

Geriye ne kalır?..

Müslüman mahallesinde salyangoz (lâiklik) satmak!!!

Kime?

Mısır-“TUNUS”-Libya ve diğer Arap veya Müslüman Ortadoğu ülkelerine!..

*

TUNUS vurgusunu özellikle yaptım; çünkü bu ülke onlarca yıldan beri “Türkiye tipi lâikliği” bizden daha iyi uyguluyor ve bitişik komşuları Mısır ve Libya’ya örnek olunması gerekiyorsa örnek oluyordu!..

Türkiye Başbakanı’nın tam da “Arap Baharı!” mevsiminde bu ülkelere ihrac edebileceği biricik ürünü demek buydu:

LÂİKLİK!!!

-“Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!”

-Demek ki Yahudiler “cesaret ödülünü” boşuna vermediler!..

-BOP eşbaşkanlık görevi de demek ki böyle bir şey yapmayı gerektiriyor!..

-Anlayanlar ne demek istediğimi iyi anladı; anlamayanlar anlayanlara sorabilir…

*

Sadece biz değil; Star, Zaman, Y. Şafak yazarları bile “lâikliğe” ne diyor, bakalım…

Fehmi Koru:Bir sözcükte (lâiklik) çok şey vardır (başlık)… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir Mısır TV kanalına verdiği mülâkatta bolca kullandığı ‘lâiklik’ sözcüğü acaba Arapça’ya nasıl tercüme edildi? Eğer Araplar arasında yaygın kullanımda olan ‘ılmaniyye’ sözcüğüyle karşılanmışsa, dediklerinin dinleyiciler tarafından kast ettiği biçimde anlaşıldığından kuşku duyabiliriz. Arapçada ‘lâiklik’ karşılığı kullanılan ‘ılmaniyye’ sözcüğü, hiçbir başka anlama çekilemeyecek biçimde, dinsizlik anlamına gelir...” (Star, 16.9.2011) “Türkiye’ye lâiklik henüz uğramadı ki... (başlık) Dün burada sorduğum “Başbakan Erdoğan Mısır’da ‘lâiklik’ sözcüğünü bolca kullandı; kendisini çeviriden dinleyenler kastını doğru anladılar mı acaba?” sorusunun cevabını aynı gün aldım. Eyvah, çevirmenler ‘lâiklik’ karşılığı olarak ‘ılmaniyye’ sözcüğünü kullanmışlar…” (Star, 17.9.2011)

*

Ali Bulaç:Ortadoğu’ya Türk lâikliği (başlık). Başbakan’ın Ortadoğu gezisi sürerken Malatya'da NATO’nun füze kalkanı sistemi yerleştirildi. Ortadoğu seferinin gölgede bıraktığı en hayati olay buydu. / Bu geziyi “Türkiye’nin başlayan çağı” olarak takdim edenler üç önemli noktayı atladılar: (…) Üçüncüsü ve elbette en dramatik olanı Başbakan’ın Ortadoğu'ya “Lâiklikten korkmayın, anayasalarınızı lâiklik zemininde hazırlayın” şeklinde tavsiyede bulunması ile bunun Müslüman Kardeşler tarafından olabilecek en sert bir biçimde tepkiyle karşılanması… / 1) Belirtmek gerekir ki, Ortadoğu Arap toplumlarının ‘lâiklik’ diye bir sorunları yoktur… / Türk lâikliğini onlara önermek demek, sivil ve medeni hayatı devletin denetimine bağlamak, dini bütünüyle toplumsal hayatın dışına itmek, Ortadoğu’yu Türkiye’nin 20. yüzyılın ilk yarısındaki durumuna “geri götürmek” demektir ki, bu model, Ortadoğu ülkelerine tam bir felaket getirir. 2) Türkiye, İran Şiiliği, Suud Vehhabiliği’ne karşı Batı’nın müttefiki bir ülke olarak lâiklik modeliyle empoze etmeye kalkışacak olursa hata eder, kısa zamanda bugünkü sempatisi antipatiye dönüşür...” (Zaman, 17.9.2011)

*

Hakan Albayrak: “Bir de, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan, “Bunlar BOP çerçevesinde hareket ediyor” diyenlerin ekmeğine yağ sürerek Arap sokağında Türkiye’nin niyeti hakkında soru işaretleri doğurmaktan kaçınmamız lazım. Başbakan’ın Mısır televizyonunda başlattığı lâiklik tartışması maalesef böyle bir şey...” (Y.Şafak, 17.9.2011)

 

 

***

 

 

 

 

Dolar batınca…

Reşat Nuri EROL

19.09.2011

Yalnız Türkiye değil bütün dünya çıkmazdadır…

Ülkemizde ve dünyada “ekonomik krizler” başta olmak üzere değişik çıkmazlar, değişik sorunlar vardı;

Veya bizim topyekün bütün sorunları ifade ettiğimiz şekliyle “sosyal tufan” vardır...

Bugünkü yapıya, ekonomiye, düzene baktığımızda; Çin durmadan üretim yapmakta, dolarla dünyaya satmakta, böylece ABD doları Çin’de stoklanmakta...

Sonunda Çin bu dolarları dünyaya sürdüğü zaman dolar (dolayısıyla ABD) birden iflas edecektir...

Bu arada sömürü sermayesi gücünü yani finans ekonomisini elinde bulunduran Yahudiler ve işbirlikçileri paralarını Euroya çevirmiş olacaklar…

Peki, ya Euro da batarsa?!.

***

Dolar batınca kimler batacaktır?

1- Başta Amerika Birleşik Devletleri dağılır hâle gelir. Her federe devlet kendisi para çıkarır ve kendi ekonomisini kendisi sağlar. ABD süper güç olmaktan çıkar, sıradan devlet hâline gelir. Sonra Yahudilerin dadılığı olmaksızın belki yeni devletlerini kurarlar.

2- Dünyada doları ellerinde bulunduranlar o kadarlık varlıklarını heba etmiş olurlar. Bunların başında da Çin gelir; bunun sonucunda Yahudiler Çinlileri yıllarca ırgat olarak karın tokluğuna çalıştırmış olurlar.

3- Borçlu ülkeler borçlarını iyice değer kaybeden dolar üzerinden kolay ödeyeceklerinden onlar da nefes alırlar, daha az anapara, özellikle de daha aza faiz vermiş ve daha az sömürülmüş olurlar.

4- Borç miktarı ile dolar stoku birbirine yakın olanlarda kriz içte patlamış olur. Dolar bulunduranlar iflas eder, dolar borçlusu olanlar ise rahat ederler.

Böyle bir durum olacak mıdır, dolar batacak mıdır?

Çare yok, kaçınılmaz olarak olacaktır, günü gelince dolar batacaktır.

Çünkü ABD durmadan yeni dolar basarak ve karşılıksız piyasaya sürerek yaşıyor.

Bir gün gelecek, dünya bu gidişe isyan edecek, dur diyecek ve ABD doları o gün bitecektir. ABD o zaman ne olur bilinmez ama bilinen kesin bir şey var; süper güç o gün biter.

İslâm siyasetçilerine göre bir devletin “devlet” olması için iki şeye ihtiyacı vardır.

Birinci şart; devletin kendi adına “hutbe” okunmalıdır, oranın halkı onu “bağımsız devlet” kabul etmelidir, yani siyasi gücü olmalıdır, ordusu olmalıdır, halk onun ordusuna güvenip itaat etmelidir.

İkinci şart ise; ekonomidir, o da “para” çıkarmaktır, devletin kendi parasını çıkarmasıdır. Batılılar buna “senyoraj hakkı” diyorlar.

***

Bu kriterlere göre aslında “Amerika Birleşik Devletleri” diye bir “devlet” yoktur, çünkü ABD devlet olarak “para” çıkaramıyor, ABD Merkez Bankası (FED) birkaç Yahudi ailenin özel bankasıdır. Yani Amerika Birleşik Devletleri aslında “devlet” olarak -Ortadoğu’daki İsrail’den önce- birinci İsrail devletidir. Filistin’deki İsrail devletini o halde yani “barış” değil de “savaş” devleti hâlinde tutan da işte o Yahudilerdir.

Dolar batacaktır; bunu yine Yahudiler yapacak ve onlar batıracaklardır...

ABD halkı Obama’yı başkan seçmiştir...

Yahudiler hükümranlıklarında ipin ucunu kaçırmışlardır...

Kendilerine ABD’den daha güvenilir yer bulduklarında bir günde ABD’yi batırabilirler...

Bu durumdan Yahudilerin yararlı çıkacaklarını sanmıyoruz...

Dolar batıp gittiği zaman, dolara endeksli olan ve karşılığı olmayan diğer tüm faizli kâğıt paralar da gitmiş olacaktır, yani faizli para sistemi bütün dünyada iflas edecektir.

Tevrat Allah’ın kitabı ise, Kur’an Allah’ın kitabı ise faizli sistem çökecek, batacaktır.

Biz Tevrat ve Kur’an’a inanıyoruz, tarihte hep onların yani Allah’ın dediği oldu.

Nitekim çağımızdaki ekonomi ilmi de bunun böyle olacağını söylüyor.

Evet…

Dolar batacaktır…

Önemli olan o batıştan sonrasına hazırlıktır…

“Dolar batınca yapılması gerekenler” gelecek yazıda…

 

 

***

 

 

 

 

Dolar batınca yapılması gerekenler

Reşat Nuri EROL

20.09.2011

Doların batacağını önceki yazımızda hatırlattık...

Dolar batınca dolarla birlikte kimlerin batacağını yazdık…

Doları kimlerin batırmakta olduğunu veya batıracağını da yazdık…

Geriye ne kaldı?

Dolar batınca yapılması gerekenler…

Daha doğrusu dolar bir gün aniden batmadan önce yapılması gereken hazırlıklar…

Devlet/ler, halk/lar ve fert/ler şimdiden bu hazırlıklara başlamalı, şimdiden yapılması gerekenleri yapmalı, şimdiden yapılabilecek denemeler ve uygulamalar yapılmalı…

Doların batacağı konusunda anlaştıysak, o zaman batan dolar sonrası yapılması gerekenler üzerinde durabiliriz; doların batacağına inanmayanlar ise yazımın bundan sonrasını okumayabilirler, onlar karşılıksız faizli doların peşinde koşmaya devam edebilirler...

***

O halde neler yapılmalıdır, dolar batınca yapılması gerekenler nelerdir?

ABD Yahudileri de dâhil olmak üzere bütün dünya, bütün beşeriyet, insanlığın tamamı artık “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e inanmalı, “faize” değil “emeğe” dayanan “para” çıkarılmalıdır.

Bu konuda bilinmesi ve gereği yapılması gereken biricik gerçek şudur:

“Ve en leyse li’l-insani illâ mâ seâ. / Ve insan için emeğinden başkası yoktur.”

(Kur’an âyeti)

***

Dolar batınca neler yapılması gerektiğine gelince…

1) Kuyumculardaki altın karşılığı “Altın Para” çıkarılmalıdır. Borçlu kuyumcular altın parayı altınla değiştirmelidirler. İnsanlığın parası bu olmalıdır, döviz bu olmalıdır.

2) Ülkeler kamu topraklarına karşılık “Toprak Senedi” çıkarmalıdırlar. Komisyoncular bu paralarla taşınmazları kamu adına alıp satmalıdırlar. Ülkelerin parası bu olmalıdır.

3) İller ise “Demir Parası” çıkarmalıdır. Bu para ildeki inşaat malzemesini alıp satan mağazalara kredi olarak verilmelidir. Böylece sanayi malları bu para ile üretilmelidir.

4) Bucaklarda “Buğday Parası” çıkarılmalıdır. Bu para halka kredi olarak verilmeli, halk onunla yıllık ihtiyaçlarını sipariş vermeli, böylece üretim planlamasını halk yapmalıdır.

***

Dolar batınca, bunların dışında yapılması gerekenler nelerdir?

1) Kamu tarafından işletilen dolayısıyla kârsız alınıp satılan döviz büroları oluşturulmalı ve bütün paralar kârsız konvertibl hâle getirilmeli, arz ve talebe göre kurlar tesbit edilmelidir.

2) Kamu (vakıf) bankaları oluşturulmalıdır. Faizsiz icrasız krediler verilmelidir. Bu krediler halka “sipariş kredisi”, çalışana “çalışma kredisi” olarak verilmelidir. Para böyle devreye girmelidir.

3) Her türlü gümrükler ve vizeler kalkmalı, isteyen istediği yerde çalışabilmeli, vergisini ödediği malı isteyen istediği kimseye istediği yerde satabilmelidir.

4) “Genel Hizmet” ve “Altyapı Vakıfları” kurulmalıdır. Bunlar hizmetlerini ve taşımaları karşılıksız yapmalı, üretimden alınan yüzde pay ile bunlar finanse edilmelidir.

İşte bunun yani bu düzenin adı “Adil (Ekonomik) Düzen”dir.

***

Bu düzen şeriat/hukuk düzenidir, azimet sahibi peygamberlerin düzenidir, İslâm yani barış düzenidir, hak ve adalet düzenidir…

Şeriatsızlık yani hukuksuzluk düzeni değildir, tekel ve sömürü düzeni değildir, güvensizlik ve aldatmaca düzeni değildir, savaş ve zulüm düzeni değildir...

Bu düzeni kabul edip uygulayanlar yaşarlar, hem de çok iyi şartlarda yaşarlar…

Kabul etmeyenler ise insanlık tarihindeki nice kavimler gibi helâk olup giderler...

Bunları biz söylemiyoruz;

Kur’an yani Allah söylüyor, müsbet ilimler söylüyor, insanlık tarihi söylüyor…

 

 

***

 

 

 

 

Allah’tan ümit kesilmez…

Reşat Nuri EROL

21.09.2011

İlk yazımızda;

“Allah nurunu tamamlayacaktır…” dedik, dört-beş gün önce…

Sonra…

“Müslümanlara lâiklik ihrac etmek!” dedik, hemen bir gün sonrasında…

Önce, yazılarımızınn bu başlıklarla yayımlandığı gün, diğer yazılarıma nisbetle daha fazla tıklandığını yani okunduğunu fark ettim…

Sonra her gün farklı ilgi ve tepkilerle karşılaştım…

İlgi hâlen devam ediyor; daha da devam edeceğe benziyor…

*

Bizim de istediğimiz bu; tartışmak, görüşmek, hakkın ve hakikatin ortaya çıkmasını sağlamak ve elbette en sonunda uygulandığını görmek ve yaşamak…

Evet, ilmî çerçevede herkesle ama kapalı kapılar ardında ve gizli toplantılarda değil, özellikle “bizim de mutlaka içinde olacağımız halka açık şeffaf ortamlarda” tartışmak; çünkü “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” demiş bir şairimiz ve de atalarımız…

Önceki yazılarımın muhtevasını tekrar hatırlatmaya gerek yok, sadece başlıklarından bile dikkatli ve müdavim okuyucularım ne demek istediğimi biliyorlar…

Bilmeyenlere bir cümlelik uzunca bir hatırlatma:

Birileri karşı çıksa, 14 akademisyenle karşı raporlar hazırlayıp inkâr etse bile; Allah nurunu yani bizim “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” dediğimiz düzenini/nizamını tamama erdirecektir; birileri Müslümanlara “sadece kendi anlayışlarındaki” veya Türkiye’de uygulanan “dinsiz/düzensiz zalim lâikliği” ihrac etmeye kalkışsa bile, Allah bu konudaki nurunu yani “ADİL DÜZEN LÂİKLİĞİNİ” de tamamlayacaktır…

*

Ne demek istediğimi asıl anlaması gerekenler, sadece bu cümlemden bile anlaşılması gereken şekliyle anlamışlardır; bu konuda -özellikle onlara- bundan başka bir şey demeye gerek yok!

Ama onlar anlamalarına ve bilmelerine rağmen yapılması gerekenleri yıllardan beri veya özellikle iktidarda oldukları on yıldan beri yapmadıklarına göre; bizim de bunları deme, söyleme, yazma ve hepsinden daha önemlisi artık onlardan ümidimizi kesme hakkımız var…

Evet…

Onlardan ümidimizi nerdeyse kestik, kesiyoruz, tamamen kesmek üzereyiz ama…

- Allah’tan ümit kesilmez…

- Hak’tan ve halktan ümit kesilmez…

- Gelecekten ve gelecek nesillerden ümit kesilmez…

- Ümit kesilmeyeceğine göre biz de onlar için yazıp söylüyoruz…

*

Ve diyoruz ki:

- Birileri yani onlar kerih görse bile, Allah nurunu tamamlayacaktır…

- Birileri, başka birileri ile işbirliğinin ötesinde bir de bu işbirliğinin eş başkanlığını yaparak Müslümanlara sadece kendi anlayışlarındaki veya Türkiye’de uygulanan “dinsiz/düzensiz zalim lâikliği” ihrac etmeye kalkışsa bile; Allah elbette bu konudaki nurunu yani “ADİL DÜZEN LÂİKLİĞİNİ” de tamamlayacaktır…

Onun ne demek olduğunu “Lâ ikrahe fi’d-diyn” ve “Leküm diynüküm veliye diyn” ilâhi ifadelerinde özü anlatılan prensiplerde buluyoruz…

Gelin; önce bu gerçeği tartışalım, anlaşalım, “Anayasa” hâline getirip uygulayalım; ondan sonra sadece Müslüman ülkelere değil, bütün beşeriyete/insanlığa ihrac edelim…

*

Gerçekten bilip uygulamak isteyenler için kaynak; S. Akdemir’in Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ile yaptığı “Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması” doktora çalışmamızda (ki Erbakan Hocamızla başlatılan “ADİL DÜZEN” çalışmalarımızın ve “lâiklik” anlayışımızın kaynağıdır) ve bu doktoraya istinaden hazırlanıp sonrasında yayımlanan “Sosyal Denge-I” (İşaret y.) ile “Sosyal Denge-II” (İz y.) kitaplarımızda…

Bu köşede yıllardan beri günlük olarak yayımlanan 1200 makalemizde…

1200 sayfalık “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” (KOBA y., büyük boy iki cilt) kitabımızda ve yayımlanmış/yayımlanmamış diğer onlarca/yüzlerce kitaplarımızda…

Ayrıca, 1967 yılından yani 40 yılı aşan zamandan beri neredeyse “40 bin sayfayı aşan” ve pek çoğu “uygulamalı deneyimlere dayanan” daha nice çalışmalarımızda…

 

 

***

 

 

 

 

Hangi lâiklik, liberallik, demokrasi, sosyallik?-1

22.09.2011

Bendenizin “Allah’tan ümit kesilmez” (aslında yine “lâiklik” ile ilgili bir yazı) dediği gün (dün); Ali Haydar Haksal “Evcil Müslümanlar artık laikçi” diyordu…

Aynı gün Süleyman Arif Emre de “İslam ülkelerini laikleştirme çabaları” diyor; Mustafa Kemal, Turgut Özal ve R. T. Erdoğan dönemlerini özetledikten sonra şu hatırlatmaları yapıyordu:

“Batılı ülkelerin ortak hedefleri, giderek İslam ülkelerini İslam’dan uzaklaştırmaktır. Ama taktik icabı laikleştirmek girişimi ile işe başlamayı tercih ediyorlar…/ Sayın Başbakan’ın laikleştirme ve ona benzer “Ilımlı İslam” deyimleriyle alevlenmiş olan tartışmalarda, yine ABD'nin rolü olduğu görülüyor.../ Bu safhada Türkiye’nin rolü sistem ve laiklik dayatmacılığı olmamalı, tersine ABD’den ve AB ülkelerinden gelen dayatmacı girişimlere karşı koymak olmalıdır. ABD’nin eski ve yeni başkanları ve eski Dışişleri Bakanları, Büyük Ortadoğu projesini mutlaka uygulayacağız, 22 İslam ülkesinin siyasi haritalarını baştanbaşa değiştireceğiz diye bütün dünyaya ilan ettiler. Bu işgal, saldırı istila ve siyasi harita değişikleri şimdi hızla uygulanıyor. Sayın Başbakan’ın ‘bu bir barışçı projedir’ sözünün artık inandırıcılığı kalmamıştır. Şu Eşbakanlık sevdasından artık vazgeçilmeli.”

*

Ali Haydar Haksal, ayrıca altı gün önceki (17.9.2011) “Alın size bir Fransız laikliği” yazısında da önemli hatırlatmalar yapıyordu:

“Arap Baharı” heyecanı dindikten sonra yeni heyecanlar gündeme gelmeye başladı. Devrilen kralların yerine yeni bir sistem, yeni bir yönetim tarzı, yani bir demokrasi ve yeni bir laiklik, gizli krallar... Bunların arka planında derin güçler bulunuyor, perdenin önünde ise bu işi kotarabilecek kimseler yapıyor. Buna taşeron güçler desek yanlış olmaz. Bu, Irak işgalinden sonra yeni bir yöntemdir. “Arap Baharı” heyecanı bittikten ve artık bu ülkelerin yönetim biçimi oluşturulmaya başlanırken ilginç durumlarla karşı karşıya bulunuyoruz. Türkiye bu ülkeler için model ülke olarak seçilmiş bulunuyor. Sayın Başbakanın Mısır’daki açıklaması çok ilginç ve sürpriz oldu. Türkiye Mısır halkına “Laiklik” öneriyor...” Ve soruyor: “Türkiye’de muhafazakârlar iktidar olunca laiklik tehlikeli olmaktan mı çıkıyor?” Önemli ve uzunca bir soru daha: “Hem laiklik kurum olarak “Din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak” ilkesi üzerine kurulu olduğuna göre, hangi İslâmi değeri kabul edecekler? Zekât kurumu devlet tarafından kontrol altına alınır, toplanır ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılır. Esası budur. Faiz haramdır, bu haramlığa meşruiyet vermek ancak laik bir düzende olur. Bu örnekler çoğaltılabilir. Gerçi Sayın Başbakan Müslüman ülke yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda “Faiz bir dünya gerçeğidir” demiş, belli bir kesim tarafından sevinç ve alkışla karşılanmış, ama Müslümanlar tarafından da tepki toplamıştı. Bunları söylemek Sayın Başbakana mı düşüyor? Bunları yapmak zorunda mıdır?” Ve final soruları: “Türkiye’nin laiklik adına uyguladıkları “İkna Odaları” çok iyi bir örnek midir? Türkiye’de yapılan bütün darbeler laiklik adına yapılmadı mı? Şimdi muhafazakâr bir iktidar var, koşullar biraz yumuşamış diye laiklik hoş ve iyi bir uygulama mı oluyor? Muhafazakâr iktidar on yıla yakındır iktidarda, bütün güçler elinde olduğu halde, bir insan hakkı olan başörtüsü sorununu, sekiz yıllık eğitim uygulamasını, Kur’an kurslarındaki yaş ile üniversiteye giriş katsayı sorununu bile çözememişken...”

*

Aynı gün (17.9.2011) Ebubekir Sifil’in “Postmodern dindarlık” başlıklı yazısı yani “muhafazakârlık” (veya şeriatsız “ılımlı İslâm”) ile ilgili yazdıkları da önemli…

Başka yazarların dedikleri ve sordukları da var ama “anlayanlara” bu kadarı yeter!..

***

Bu tesbit ve teşhislere biz de aynen katılıyor ve aynı soruları soruyoruz…

Bizim sadece “lâiklik” ile ilgili değil, ayrıca “liberallik, demokrasi, sosyallik” ve daha önemlisi “Yeni Anayasa” ile ilgili soracaklarımız ve söyleyeceklerimiz var…

“Yeni Anayasa” ile ilgili olarak güya herkesin görüşü alınıyor, Meclis Başkanı akademisyenlerle görüşüyor ama bu köşede defalarca dile getirdiğimiz üzere, bizim görüş ve çalışmalarımız yine görmemezlikten geliniyor, bizim akademisyenler bile yine çağrılmıyor!..

Gelecek yazılarda “lâikliği” ve “liberalliği, demokrasiyi, sosyalliği” olması gereken şekliyle yazmaya devam edeceğiz; birilerinin anlamaları ve gerekenleri yapmaları için…

 

 

***

 

 

 

 

Hangi lâiklik, liberallik, demokrasi, sosyallik?-2

24.09.2011

Evet, bu günlerde “Yeni Anayasa” tartışmalarından başlayarak “lâiklik” ile alevlenen ve bizim “liberallik, demokrasi, sosyallik” gibi kavramları da katarak sürdürülmesini gerekli gördüğümüz tartışmaların enine boyuna yapılması ve netleştirmesi gerekiyor.

Kelime ve kavramların tanımı tam olarak yapılmadan sürdürülen tartışmalar faydadan çok zarar verir.

Önce kelime ve kavramların içeriğinde anlaşalım…

*

Biz bu konudaki çalışmalarımıza 30-40 yıl öncesinde başladık, hâlen yoğun bir şekilde devam ediyoruz...

Nitekim “Soysal Denge I ve II” kitaplarımız genel olarak “sistem/düzen ve denge” ağırlıklı olmakla beraber, aynı zamanda “lâiklik” meselesine açıklık getirmektedir ve Süleyman Akdemir arkadaşımız -aynı zamanda mezkur kitapların yazarı olarak da- konunun Türkiye’deki bir numaralı akademisyen uzmanıdır.

Bu konuda kendisinden mutlaka yararlanılması gerekmektedir ama…

Bu “AMA”dan herkes payına düşeni alsın...

***

Yirmi yıl önce yazılıp yayımlanan “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” (büyük boy 1200 sayfa) kitabımız ise ismindeki konuda ve elbette “lâiklik” meselesinde de şimdilik hâlâ başyapıt olma özelliğini muhafaza etmektedir.

“Lâiklik meselesinde de” deyişimin sebebi var, çünkü bu kitabımız aynı zamanda Prof. Dr. İlhan Arsel’in “Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına / Şeriat Devletinden Lâik Cumhuriyete” (büyük boy 800 sayfa) kitabındaki “lâiklik” dâhil her konuya “reddiye” mahiyetindedir.

Kitabımızın birinci cildinin ilk sayfasına koyduğum cümle şudur:

“Daha iyisi ortaya konmadıkça, eleştirilerin bir değeri ve anlamı yoktur.”

Bu cümleyle kastettiğimiz, elbette içten ve dıştan “İSLÂM DÜZENİ” kitabımıza veya “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” çok yönlü çalışmalarımıza yapılan eleştirilerdir.

Tamam, eleştirin ama sizin bir düzen öneriniz var mı?!.

*

Yirmi yıl önce yazdığımız “İSLÂM Devlet Ve Dünya DÜZENİ” kitabımızın ikinci cildinin hemen birinci sayfasına koymayı gerekli gördüğüm “cümle” ise bence daha da ilginç bir “tevafuk” ve bugünkü bütün tartışmalara bizim açımızdan net bir açıklık getirmektedir.

Aynen aktarıyorum:

Demokratik (=içtihat ve icmaya dayalı şeriat),

lâik (=çoğulculuk ve gruplardan oluşan âkile [dayanışma] sistemi),

liberal (=faizsiz kredileşme ve karz-ı hasen müessesesi)

sosyal (zekât),

çoklu hukuk (=5 ile 20 arasında ilmî, dinî, meslekî ve siyasî gruplar) ve

hakemlik sistemini benimseyen bir düzen kurulmalıdır.”

***

Süleyman Akdemir ise yıllar önce kitabı sunarken adeta bugünkü tartışmaları hatırlatmış: Sovyet Bloku aracılığıyla komünizmin yayılması tehlikesine karşı oluşturulan NATO, bu bloğun çökmesi ve Varşova Paktı’nın dağılması ile amacını kaybetti. Bu gelişme karşısında doğal olarak NATO’nun da dağılması gerekirken, bu dağılma gerçekleşmedi ve NATO belirsiz tehlikelere karşı varlığını sürdürme kararı aldı. Belirsiz tehlikeler arasında da en önemli hedef olarak İslâm ve İslâm Bloğu gösterildi. Prof. Dr. İlhan Arsel ve benzeri yazarlar, İslâmiyet’i ve şeriatı hem ülkemizde hem de dünyada en tehlikeli olgu olarak görüyorlar. Bu arada İslâmiyet’e saldırmayı da bir görev sayıyorlar. İslâm, İslâmiyet, İslâm Düzeni ve şeriat, gerçekten bir tehlike midir? 21. yüzyılda yükselen değerler arasında sayılan dinler, gerçekten de toplumları geri mi bırakmaktadır veya gerçekten de uyuşturmakta mıdır? 18 ve 19. yüzyıllarda gelişen ateizm, gerçekten bir zafere ulaşacak mıdır? Dinsiz bir toplum yaratmak mümkün müdür? Veya dinlerden hangi alanlarda yararlanılacaktır? Dinin alanı ve sınırı nedir? Din ile düzen arasında ne gibi bir ilişki vardır?.. Günümüzde; İslâmiyet ile düzen, demokrasi, lâiklik, liberalizm, sosyal devlet, hukuk devleti, egemenlik, cumhuriyet, yönetim, çoğulculuk, kadın, kölelik, çağdaşlık, ... arasında ne gibi bir ilişki vardır?.. vs. Bütün bu soru ve sorunların İslâmiyet’e göre ve günümüz şartlarında cevapları neler olacaktır? İşte geleneksel İslâm’ı ve tarihteki uygulamaları esas alarak; hattâ bunların da büyük bir kısmını çarpıtarak İslâmiyet’e saldıran Prof. Dr. İlhan Arsel ve benzerlerine karşı, cevap ve reddiye olmak üzere, Süleyman Karagülle tarafından içtihatçı bir anlayış ve bakış açısı ile bu kitap yazılmıştır. Çünkü, İslâmiyet ancak içtihatla anlaşıldığı takdirde bir hüküm ve değer ifade eder...

(Konuya kaldığımız yerden devam edeceğim…)

 

 

***

 

 

 

 

Hangi lâiklik, liberallik, demokrasi, sosyallik?-3

Reşat Nuri EROL

25.09.2011

Bu gibi derin meseleler;

“İLİM”siz olmaz…

“KİTAP”sız olmaz…

“ÇALIŞMADAN” olmaz…

“EMEK VERMEDEN” olmaz…

Bu olmazlar çoğaltılabilir ama “anlayanlara” bu kadarı da yeter!

Anlamayanlara…

Anlamamakta ısrar edenlere…

Yani “kör-sağır-dilsizlere” bir şey yok!

*

Mahir Kaynak, bugünkü (dünkü) yazısını bitirirken yazdığı son cümlede şöyle bir ifade var: “Dünyayı anlayacak, hükümete anlatacak, akil devletin bir parçası olacak…”

Mesele budur.

Bugünkü İstanbul’da 42 üniversite, bütün Türkiye’de yüzlerce üniversite var ama “bu derin meseleleri çözecek 5-10 veya 3-5 gerçek ilim adamı profesör” var mı?!.

Var!

*

Sayın Başbakan R. T. Erdoğan’ın yıllar öncesindeki görevlendirmesiyle, “bu derin meseleleri çözen yegane medeniyet projesi olan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”den Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı vazgeçirmek için” her hafta toplantılar yapıp “gizli raporlar” yazan 14 “prof” var!

Bunların arasından yine de iki dürüst ve insaflı profesör (Sabahattin Zaim ile Hayrettin Karaman) çıktı ve raporlarının bir kısmını yayınladı…

Biz de her satırına gerekli cevapları yazdık.

Peki, ya geride kalanlar, onların raporları nerelerde; versinler de cevaplayalım…

Hepsinden daha önemlisi;

Erbakan “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”den vazgeçti mi?..

Yoksa…

Son olarak “Yeni Bir Dünya ve ADİL DÜZEN” diye bir kitap mı yazdı?..

***

Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan, kuzey Afrika’daki Arap ülkelerine gitmiş, bizzat kendisinin görevlendirmesiyle yazılan reddiyelerle desteklenen dolaylı anlatımlarla bizden yarım yamalak öğrendiği “lâikliği” pazarlamaya kalkışmıştır...

Oysa biz, “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” çalışmalarımızda Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a “lâikliği” anlatmış ve İslâm’ın da lâik düzen olduğu hususunda aramızda ihtilafımız kalmamıştı...

Mezkûr İstanbul uleması (14 profesör) buna şiddetle karşı çıkmış ve bizzat R. Tayyip Erdoğan’ın görevlendirmesiyle hazırladıkları raporlarda Erbakan’ı vazgeçirmeye çalışmışlardı...

R. Tayyip Erdoğan, o zaman “bir insan hem lâik hem Müslüman olamaz” demiş, “ADİL DÜZEN”i bunun için reddetmiştir. Baktı olmuyor; sonunda tam olarak öğrenmediği ama hemen hemen tam olarak ifade ettiği “lâikliği” Araplara pazarlamak istemiştir...

Sonuç ne olmuştur?

Meramını anlatamamış, tercüme yanlışlığı dolayısıyla da tam tersi anlaşılmıştır...

***

Önce şu gerçeği belirtelim:

İslâmiyet yalnız “demokratik, lâik, sosyal ve liberal düzen” değildir;

Dünyada İslâmiyet’ten başka “demokratik, lâik, liberal ve sosyal düzen” yoktur, bunların gerçeği yalnız İslâm’da vardır.

Diğerleri bunların sahtesidir…

*

R. Tayyip Erdoğan oralarda Araplara diyecekti ki:

1- İSLÂMİYET DEMOKRATİK DÜZENDİR.

Demokratik düzen demek içtihat düzeni demektir. Herkes kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. Her topluluk da kendi icmaları ile amel etmek zorundadır. Batı demokrasisindeki fahiş hata “ekseriyet sistemi”dir. İslâm demokrasisinde “ekseriyet” yok, “hicret demokrasisi” vardır. Siz böyle bir demokrasiyi benimseyiniz. Başkanlarınız bu demokrasiyi getirsinler, yerlerinde kalsınlar. Başkanın değişmesi ile demokrasi gelmez. İngiltere rejimi krallıktır ama demokrasi vardır.

2- İSLÂMİYET LÂİK DÜZENDİR.

Çünkü İslâmiyet’te zorlama yoktur. Herkes istediği dini benimser, istediği ibadeti yapar. Siyaset dine karışmaz. Herkes kendi sahasında tamamen serbesttir. Bu sayede barış mümkün olmaktadır. Şeriat demokrasidir. İslâmiyet de lâikliktir.

3- İSLÂMİYET LİBERAL DÜZENDİR.

Çünkü İslâm düzeninde kimse kimsenin fiyatına ve ücretine karışmaz. Buna “ADİL EKONOMİK DÜZEN” denmektedir.

4- İSLÂMİYET SOSYAL DÜZENDİR.

Çünkü “zekât müessesesi” ile tüm insanların hayatları “sosyal güvence” altına alınmıştır. Hak düzendir, halkın yararına olan yegâne düzendir.

“Şimdilik” son bir yazı ile konuya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

Hangi lâiklik, liberallik, demokrasi, sosyallik?-4

Reşat Nuri EROL

26.09.2011

Başlıktaki konu ile ilgili “şimdilik” yazacağım bugünkü bu son yazıya farklı bir medhal/girizgâh yapacağım.

Her zamanki gibi sabah erken kalktım ve günlük okumalarıma başladım.

Ekonomi ile ilgili okumalarımdan bir sonuç cümlesi:

Joseph Stiglitz’in görüşlerini kısaca “Ekonomi kitapları yeniden yazılmalı.” şeklinde özetleyebiliriz…

Bu bir…

*

Mahir Kaynak, bugünkü Ezbercilik başlıklı yazısını, son paragraftaki şu cümlelerle sonlandırıyor:

“Bugün bir şeyden şikâyetçiyim. İktisadi durumumuz rakamlarla ifade ediliyor ve durumumuz bu rakamlara yüklenen anlamlarla değerlendiriliyor. Oysa izlenen politikanın cari açığı büyüteceği önceden belliydi ve bundan şikâyetçiydim. Bunun çaresi olabilir ama kangren olan ayağınızın kesilmesi gibi bir çare olmamalıdır. Ayrıca var olan iktisat bilgisinin değişmez olduğu söylenemez. Geçmişte de fizik vardı ve bu tek gerçek olarak kabul ediliyordu. Sonra Quantum fiziği çıktı ve bakış açısı değişti. Benzer değişim doğruluğundan şüphe bile edilmeyen matematikte yaşandı. Önümüzdeki dönemde iktisatta önemli değişiklikler yaşanacaktır ve keşke bunu bir Türk bilim adamı gerçekleştirse.

Bu iki…

*

Sonuç: Mahir Kaynak’ın -ve elbette herkesin- “ADİL DÜZEN” çalışmalarından ve çalışmaları yapan “Türk bilim adamlarından” haberdar olmaması düşünülebilir mi?!.

Bu üç…

*

Bu sorum her şey gibi “lâiklik, liberallik, demokrasi, sosyallik” ve ANAYASA için de geçerli…

Bu da dört…

*

Osmanlı’dan beri 300 senedir Batı dünyasını taklit ederek bugünlere geldik; Kolay kolay üç asırlık anlayış ve alışkanlıklarımızı değiştiremiyoruz, ezberlerimizi bozamıyoruz...

Ama her şeye ve herkese rağmen yavaş yavaş İslâm demokrasisine, lâikliğine, liberalizmine, sosyalliğine geçiyoruz; çünkü, dünkü yazımda da ifade ettiğim üzere, bunların gerçeği yalnız İslâm’da vardır.

Şimdi insanlığın, İslâm âleminin, Türkiye’nin, yani sizin elinizde fırsat vardır “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i ülkenizde kurabilir, bu sayede bir anda muasır medeniyetin fevkine çıkabilirsiniz...

Sonra, size dayatılan ve ezberletilen sahtelerini değil de;

İşte bu gerçek düzeni Araplara ve dünyaya ihrac edersiniz…

Türkiye bunu yapabilir...

***

Muasır medeniyetin fevkine çıkmak için neler yapacaksınız?

1- Başkanlarınız, başbakanlarınız, bakanlarınız, yöneticileriniz İslâm düzenini, barış düzeninin yani “Adil (Ekonomik) Düzen”i kabul edecektir... Madem ki güneş doğudan doğuyor; batı dünyasında batan güneşlerin peşinden dolanmaktan vazgeçilecektir…

2- Ülke illere ve iller de bucaklara ayrılacak, her bucak kendi düzenini kendisi kuracaktır. Merkez illere, iller de taşra bucaklarına karışmayacaklardır. Müstevliler tüm ülkeyi değil bucakları ayrı ayrı batılılaştırabilirlerse batılılaştırsınlar. Bucaklardan bucaklara, illerden illere, hattâ ülkelerden ülkelere hicret etme kolaylaştırılmalıdır. Gidenlerin taşınmazlarını devletler satın almalı ve karşılığını göç edip gidenlere vermelidir...

3- Hakemlerden oluşmuş yargı sistemi kurulmalı, hakemlerin kararlarına herkes kayıtsız şartsız uymalıdır. Kaddafi’nin kötü olduğuna Batı karar vermemelidir, sömürü sermayesi karar vermemelidir; hakemlerden oluşan Libya yargısı karar vermelidir. Adil yargıda herkes muhakeme edilmelidir ama mahkûm olmadan evvel kimse hapis olmamalıdır...

4- Millî ordular oluşmalıdır... Ülke bölgelere ayrılmalı, her bölgede o bölgeden olmayan askerler orduyu oluşturmalıdır... Ordu komutanlarını birileri veya başkaları değil “başkan” atamalıdır... Askerler sivillere, siviller de askerlere karışmamalıdır...

***

Sonuç olarak…

Bizim yöneticilere tavsiyemiz; “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”e, İslâm düzenine, gerçek demokrasiye, gerçek lâikliğe, gerçek liberalliğe, gerçek sosyalliğe vs “evet” demeleri ve gerekenleri yapmalarıdır...

Halka da tavsiyemiz; hakkı ve hakikati araştırıp yöneticilerin işlerini kolaylaştırmaları, onlara bu şekilde yardımcı olmalarıdır...

Ve’s-selâm…

 

 

***

 

 

 

 

Nedir bu İsrail, kimdir bu İsrail oğulları?

Reşat Nuri EROL

27.09.2011

Türkiye’de, Arap ülkelerinde, ABD’de ve neredeyse dünyanın her yerinde İsrail ve İsrail oğulları konuşuluyor…

Bu kadar konuşulduğuna göre;

Daha önce de yazdık ama bir kere daha kısaca yazıp soralım:

Nedir bu İsrail, kimdir bu İsrail oğulları?..

*

Çok gerilerden değil de farklı bir tarih noktadan anlatmaya başlayayım.

İslâmiyet’ten çok önce, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf’tan sonra, Hz. Musa ve Hz. Harun zamanında Yahudiler Mısır’dan çıkıp kırk yıl çöllerde dolaştıktan sonra Hatti ülkesi olan Kudüs’e gidip yerleştiler, orada Hz. Davut ve Hz. Süleyman peygamberlerin İbrani uygarlığını kurdular...

Babilliler onları zorlayıp Babil’e götürdüler, Asurlular serbest bıraktılar...

Hazreti İsa’yı astırmak isteyenlerin Romalılarla araları açıldı ama Romalılar Hıristiyan olduktan sonra onları Kudüs’e sokmadılar, merkezleri dağıldı; kaçanların bir kısmı Romalıların hükmedemediği çöllerdeki Medine’ye sığındılar...

İşte, İslâmiyet gelmeden önce Yahudilerin merkezi Medine idi, Araplarla beraber yaşıyorlardı; siyaseten Araplar güçlü idiler ama uygarlıkta da Yahudiler güçlüydüler...

***

Kur’an geldiği zaman;

Medine’de Yahudiler,

Roma’da Hıristiyanlar vardı...

Sabiler ise İran’da yaşıyorlardı...

Kur’an onları muhatap bile almadı...

*

Başlangıçta Tevrat’a uygun şeriat oluştu, Medine’de resmî statüleri oldu.

Hendek Savaşı’nda ihanet edince Medine’den sürüldüler.

Böylece Müslümanlar Yahudilerin üçüncü merkezlerini de yıktılar.

Bu açıdan baktığınızda Müslümanlara garezleri olabilir diyebilirsiniz.

Ama olamaz; çünkü sonra Hz. Ömer zamanında Kudüs fethedildi ve onlar da Kudüs’e gelip yerleştiler. O tarihten beri yani Kudüs Müslümanların elinde olduğu müddetçe orada kaldılar. İki asır kadar Haçlılar Kudüs’e hâkim oldular. Sonra tekrar vatanlarına kavuştular. Dolayısıyla Medine’deki kendi suçlarının cezaları çocuklarına çektirilmedi...

*

İspanya’dan kovuldukları zaman onları İstanbul’da yerleştirdik, onların mabet inşa etmelerine imkân verdik; kendileri ve o mabetleri hâlâ duruyor…

Yahudiler ikinci Hendek ihanetini Müslümanlara yaptılar, Osmanlıları yıktılar.

Türkiye’de dinsiz bir devlet kurmak istediler.

Böylece cumhuriyetin ilk dönemindeki yıllar bütün dinler, dindarlar ve özellikle Müslümanlar için sıkıntılı yıllar oldu...

***

Yahudilerin inanışlarının özü şudur:

Yalnız Yahudiler insandır...

Diğer insanlar köledir, cennete gitmeyeceklerdir...

Yalnız kendileri cennete gideceklerdir...

İnsanları sadık işçilerimiz olarak çalıştırmamız için onları “aile”den koparmalıyız, “din”den koparmalıyız, “mülkiyet”ten koparmalıyız, en sonunda “devlet”ten de koparmalıyız...

Herkes kendilerinin işçisi olacak, onlara hizmet edecek ve sadece onlar cennete gideceklerdir...

*

Yahudiler yani İsrail oğulları, yaşadığımız bu çağda, işte bu inanışlarını bir plan ve proje haline getirdiler ve uygulamalara giriştiler ama bu plan Erbakan’ın, Humeyni’nin ve Gorbaçov’un çıkışları ile akamete uğradı...

ABD’de bile artık eski güçleri yok, Amerikan halkı bazı gerçekleri görmeye başladı...

Ellerinde tek silah kaldı, o da “DOLAR”; onu da yavaş yavaş kaybetmeye başlayınca şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar...

Çare arıyorlar ama bulamıyorlar…

Başka çare bulamadıkları için “Osmanlı” diyorlar…

Yeniden Osmanlılar dönemine dönme hayalini kuruyorlar...

“Ilımlı İslâm” yani “Yahudilerin emrine girmiş İslâm” hayali kuruyorlar…

Yahudilerin eski ve yeni merkezleri olarak iki merkez olsun: Kudüs ve İstanbul...

İşte bu günlerde gündeme getirilen “Yeni Osmanlı hikâyeleri” buralardan çıkmıştır...

Yahudiler, İsrail oğulları, sözde İsrail devleti ve bu sözde ülkenin sözde yöneticilerine bir de bu açıdan ve bu pencereden bakın; Kur’an penceresinden bakın, en azından bakmayı deneyin, bakalım “neler” göreceksiniz?..

 

 

***

 

 

 

 

“Bunalımdaki dünya”

Reşat Nuri EROL

29.09.2011

Yazımın başlığında kullandığım tırnak içindeki ifade, Yaman Törüner’in bugünkü (Milliyet, 27.9.2011) yazısının başlığı…

Yazının hemen başında dedikleri de şöyle:

Dünyamızda hem ekonomik, hem sosyal hem de doğal afetlerle gelen bunalımlar yaşanıyor. Anlaşılan, her şey yenilenecek. Kendini yenilemeyen, yeniliğe direnen ülkeler ya küçülecek ya da yok olacaklar. Demokratik sistem ve kurumları yaşatan, aynı zamanda da son sözü söyleyecek güçlü otoriteleri barındıran ülkeler ve bölgesel birlikler ayakta kalacak…”

Bizim bu köşede zaman zaman yazdıklarımızı hatırlatmış, “ekonomik, sosyal ve doğal afetler” demiş; bir tek bizim bu konuda dediğimiz “SOSYAL TUFAN”ı dememiş.

Sonra Afrika’daki açlıktan, Japonya’daki deprem ve tsunamiden, Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerdeki dünya krizinin yıkıcı etkilerinden, ekonomik krizin Çin’deki etkisinden, Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılırken bölge ülkelerinde ekonomik değil sosyal bunalımların varlığından söz etmiş… Rusya demiş, ABD demiş ve “ABD’nin para basarak bu krizden çıkacağı anlaşılıyor” demiş… (Bu vesileyle daha önce yazdığımız ve yazmaya devam edeceğimiz “ABD, dolar ve sömürü sermayesi” yazılarımızı hatırlayınız…)

*

“Avrupa Birliği ne yapamıyor?” ara başlığından sonra dedikleri önemli: “Dünya, ekonomik ve sosyal krizler ile doğal felaketlerin yaralarını sarmaya çalışırken, Avrupa Birliği olduğu yerde debeleniyor. Yüzyılın başından beri bunalımlarla boğuşan ve çözüm üretmeye çalışan dünyamızda, bir tek son sözü söyleyecek otoritesi bulunmayan Avrupa Birliği(AB)’nin işi zor görünüyor…” Ülke olarak 50 yıldır ve özellikle de son 10 yıldır biz işte bu Avrupa Birliği’nin peşinde dolanıyor veya kapısında bekliyoruz!!!  

*

Yaman Törüner dahil pek çok yazar “tesbit ve teşhis” konusunda mahir, doğruları yazıyor ama “tedavi, çare, çözüm” meselesine gelince;

Ne Türkiye’de ne de dünyada, bizim dışımızda “ADİL (EKOMOMİK) DÜZEN” gibi bir “çözüm ve medeniyet projesi” sunan veya sunabilen yok!..

Acaba neden?!.

***

“ANAYASA” meselesi de “ADALET” meselesi de hep gündemde…

“Anayasa ve adalet” olmadan doğru dürüst devlet, hükümet, yönetim olur mu?..

“Adalet mülkün/yönetimin esası” ise;

“Adalet” yoksa orada “zulüm” var demektir…

Yani…

Türkiye’de ve dünyada “ADİL DÜZEN” olmayınca;

 “Zalim Düzen” hükmediyor…

“Dünyadaki bunalım” veya “Sosyal Tufan”ın tek sebebi “zalim düzen” dir…

Dünyaya “ADİL DÜZEN” gelmedikçe bu bunalım, tsunami ve tufanlar bitmez…

***

Meseleyi anlamak istiyorsak bu “anayasa-adalet-zulüm” penceresinden bakalım…

Aslında bütün insanlar aynı kromozomlara ve genlere sahiptir. Bu genler anne rahminde başlar, mezara kadar devem eder. Bu genlerin temel özelliğine göre insan hem “iyilik/adalet” yapabilmekte hem “kötülük/zulüm” yapabilmektedir. İnsan bunu bazen bilerek yapar, bazen bilmeden yapar. Bir kimseyi “iyilik yapmaz” kabul etmek yanlıştır, bir kimseyi “kötülük yapmaz” kabul etmek de yanlıştır. Bundan dolayı İslâmiyet’te “sabıkalı” yoktur, “dokunulmazlık” da yoktur. Her an herkes denetimdedir. İyilik yaparsa mükâfatını alır, kötülük yaparsa cezasını çeker. İstisnasız bütün insanlar için bu böyledir.

Bundan dolayıdır ki “memurlar hata yapmaz, siviller hata yapar” ilkesi yanlıştır.

“AK Partililer kötülük yapmaz, CHP’liler yapar” görüşü de yanlıştır.

“Polis hata yapar ama hâkim hata yapmaz” ilkesi de yanlıştır.

İnsan olan, beşer olan herkes hata yapar; insan beşerdir şaşar...

Milletvekilleri de hata yaparlar, yöneticiler de suç işlerler ama “hâkimler” de hata yapar ve suç işlerler, “savcılar” ise daha çok suç işlemeye meyillidir diyebiliriz...

“Bunalımdaki dünya” konusunda “teşhisler” böyle, “tedaviler” gelecek yazıda…

 

 

***

 

 

 

 

Artık yeter!

Reşat Nuri EROL

30.09.2011

Ne diyorduk?

“ANAYASA” meselesi de “ADALET” meselesi de önemli diyorduk…

“Millî ve adil bir ANAYASA ve bu anayasaya bağlı olarak ADALET yani ADİL DÜZEN” olmadan doğru dürüst “devlet, hükümet, yönetim, istikrar” olur mu?..

“Adalet mülkün/yönetimin esası” ise;

“adalet” yoksa orada “zulüm” var demektir…

Yani…

Türkiye’de ve dünyada “ADİL DÜZEN” olmayınca, “zalim düzen” hükmediyor… “Dünyadaki bunalım” veya “SOSYAL TUFAN”ın tek sebebi “zalim düzen”dir…

Dünyaya “ADİL DÜZEN” gelmedikçe bu bunalım, tsunami ve tufanlar bitmez…

Durum böyleyken, tesbit ve teşhisler böyleyken, ülkemiz ve dünyamız “SOSYAL TUFAN” seviyesinde her türlü zulümler deryasında yüzüyorken;

Bizim dışımızda “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” gibi bir “çözüm ve medeniyet projesi” sunan veya sunabilen yok!..

***

ESAM, 21-22 Ekim tarihlerinde “Millî Anayasa Şûrası” düzenliyor…

Haberi bugünkü (29.09.2011) Millî Gazete’de birinci sayfadan ve manşetten veriliyor: Yeni Anayasa MİLLÎ OLMALI

Kanaat ve görüşümüze göre “Millî” kavramı, Erbakan Hocamızın anlatımıyla en geniş şekliyle anlaşılmalı ve gereği yapılmalıdır…

Aslında ESAM Genel Sekreteri Prof. Dr. Arif Ersoy, mezkûr haberde bu millîlik meselesine açıklık getiriyor ve diyor ki: Millî olması demek, milletimizin dünya görüşü ve değer ölçülerini yansıtan Anayasa olması demektir... Yeterince açık değil mi?..

Şûradaki gündem “Nasıl Bir Anayasa? Bürokratik Anayasa’dan, Demokratik ve Adil Bir Anayasa’ya Geçiş” olacak… Darbe ürünü 12 Eylül Anayasası artık gitmeli… Lâiklik tanımlanmalı ve ona göre yeniden yapılanmalı…

ESAM Başkanı, “Milletimizin büyük çoğunluğu “Hak ve Adalet Merkezli” “Millî, Demokratik ve Adil” yeni bir anayasayı arzulamaktadır” diyor… 1876’daki ilk uygulamadan beri aradan 135 yıl geçmiş, hâlâ millî ve adil bir anayasamız yok!..

Şimdi “Hak ve adalet merkezli, herkesin hak ve özgürlüklerini koruyan hukukun üstünlüğünü sağlayacak demokratik ve adil yeni bir anayasa” isteniyor…

“Dinsizliği özendiren lâiklik değil, dindarlığı teşvik eden bir lâiklik anlayışına göre anayasada düzenlemenin yapılmasını ve ateizme yol açan modası geçmiş lâiklik anlayışının son bulması” isteniyor…

*

Sayın Başbakan’ın üç kuzey Afrika ülkesini ziyaret ettiğinde gündeme getirdiği “Lâiklik meselesi”nin ne kadar önemli olduğunu, bu vesileyle bu köşede yazdığım son birkaç yazıda (6 yazı) açıklıkla belirttim; ayrıca “demokrasi, liberallik, sosyallik” kavramlarını da ilave etmeyi unutmadım ve hepsinin bize göre olması gereken tanımlamalarını yaptım…

Kavramların tanımı açıklıkla yapılmayınca, bulanık sularda balık avlamak kolay oluyor ve Cumhuriyet kurulduğundan beri kabak hep halkın yani Müslümanların başında patlıyor, zulmetmek isteyenler heva ve heveslerince istedikleri zulümleri yapıyor…

Artık yeter!

***

Yıllardan beri Erbakan Hocamızın önderliğinde anlatılan “Millî Görüş” ve “Adil (Ekonomik) Düzen” ile yine yıllardan beri bendenizin bu köşedeki yazılarımda “Adil Düzen merkezli çare ve çözümler” artık görülmeli…

Üç maymunları oynayan ve göz göre göre “kör-sağır-dilsiz” davrananlar bu davranışlarına ve uygulamalarına artık son vermeli…

Halkımız ve bütün beşeriyet adına haykırıyoruz:

ARTIK YETER!

Çünkü bu “çare ve çözümleri” sadece biz, sadece halkımız değil;

Mazlum İslâm âlemi başta olmak üzere…

Zalim düzenlerin pençesinde inlemekte olan bütün insanlık bekliyor…

Halkımızı ve insanlığı daha fazla bekletmeye hakkınız yok;

ARTIK YETER!

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2011 Yazıları
1-2011 Ocak
1320 Okunma
2-2011 Şubat
1204 Okunma
3-2011 Mart
1224 Okunma
4-2011 Nisan
1295 Okunma
5-2011 Mayıs
1180 Okunma
6-2011 Haziran
1248 Okunma
7-2011 Temmuz
1139 Okunma
8-2011 Ağustos
1146 Okunma
9-2011 Eylül
1194 Okunma
10-2011 Ekim
1198 Okunma
11-2011 Kasım
1214 Okunma
12-2011 Aralık
1137 Okunma

© 2024 - Akevler