Milli Gazete 2010 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2010 1.Baskı
1278 Okunma
2010 Ocak

 

 

ADİL

EKONOMİK DÜZEN

 

 

GÜNLÜK KÖŞE YAZILARI

2010

YEDİNCİ KİTAP

 

REŞAT NURİ EROL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

T A K D İ M

 

 

İLİM ADAMLARI kendi dilleri ile anlatırlar, halk ilim adamlarının konuşmalarını ve yazılarını anlamaz.

YAZARLAR ilim adamlarının anlattıklarını halkın anlayacağı dile çevirirler, halkın anlayacağı hâle getirirler ve okurlarına sunarlar.

İLİM ADAMLARININ ANLATTIKLARI teoriktir ama tamdır, proje hâlindedir ama uygulanabilir durumdadır, özellikle de sorunlara çözümler ihtiva etmektedir.

YAZARLARIN ANLATTIKLARI ise eksiktir, uygulanabilir proje değildir ama halkın anlaması ve kavraması gerekenleri dile, söze, yazıya dökmektedir.

HALK onların yazdıkları ile projenin ne olduğunu anlar, kavrar ve onlar yani yazarlar sayesinde ilim adamlarının yaptığı projeyi destekler.

İŞ ADAMLARI da projeleri uygulanacak şekilde anlarlar.

Demek ki bir projenin uygulanır hâle gelmesi için dört sınıf insana ihtiyaç vardır:

a) PROJEYİ YAPAN ÂLİMLER.

b) PROJEYİ HALKA ANLATAN VE KABUL ETTİREN YAZARLAR.

c) PROJEYİ UYGULAYACAK VEYA UYGULATACAK İŞ ADAMLARI.

d) PROJEYE İNANAN, ANLAYAN, BENİMSEYEN VE UYGULAYAN HALK.

Bugün âlim olanlar Amerika’daki 200 aileden oluşan tekel sermayenin elindedir, onların emrindedir. Diyebiliriz ki AKEVLER dışındakiler hariç, tekel sermaye sömürüsünün sözcüleri vardır. Bunlar BATI TİPİ ÜNİVERSİTELERDE âlimler değil de sadece “nakledenler” yetiştirmektedirler. Ülkelerdeki BASIN/MEDYA bu âlimlerin görüşlerini değil de sermayenin Batı’daki yazarlarının görüşlerini halka aktarırlar, halkı onlara inandırırlar. Bugünkü İŞ ADAMLARI da Amerika’daki tekel sermayenin desteği ile iş kurarlar...

Böylece tekel sermaye dünyayı idare etmektedir. Sermayenin emri ve hizmeti dışında ne ÂLİM, ne YAZAR, ne İŞ ADAMI vardır; HALK da ister istemez onların işçisidir.

Bu “düzen” insanlığa yetmemektedir, bu “ZALİM DÜZEN” insanlığı sömürmektedir.

Fuhuş, faiz, rüşvet ve terör araçları ile dünyadaki bu vahşi düzen korunmaktadır.

*

1967’de İzmir AKEVLER Kooperatifi kurulmuştur...

NECMETTİN ERBAKAN’ın başkanlığında “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” projesi geliştirilmiştir, Erbakan bunu siyasi proje yapmış ama halka indirememiştir. Bir kısım arkadaşları Millî Görüş gömleğini çıkararak, “Adil (Ekonomik) Düzen”i de bırakarak AK Parti’yi kurdular ve iktidar oldular. Akevler de ilmî çalışmalarını halka indirememiştir...

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatan yazarlar ve yayıncılar ortaya çıkmamıştır. Bu sebeple halk tarafından “Adil Düzen”in teheccüd namazı kılmak olduğu zannedilmiştir, destekleyenler o anlayış içinde desteklemişlerdir...

Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu barajı kıran yalnız ve yalnız BİR YAZAR ortaya çıkmıştır, Millî Gazete’deki köşesinde AKEVLER’in geliştirdiği “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN”i anlatmaktadır; Necmettin Erbakan’ın özel ilgisi ve desteği ile yazarlığını korumuştur, hâlen korumaya devam etmektedir...

Açıkça ifade ediyorum;

Yeryüzünde mevcut bütün yazarlar tekel sermayenin istediklerini yazmaktadır, bilerek veya bilmeyerek tekel sömürü sermayesinin projelerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar, ülkelerindeki âlimleri okumamaktadırlar. ABD’deki tekel sömürü sermayesinin sözcüsü yazarların söylediklerini ve yazdıklarını Türkiye’de veya ülkelerinde yazıp yaymaktan başka iş yapmamaktadırlar.

İslâmiyet’i savunduğunu zanneden diğer yazarlar ise insanları birbirine düşürmek için sermayenin desteklediği kimselerdir. Onlar İslâmiyet’e hizmet etmemekte, aksine sermayenin siyaseti doğrultusunda ülkelerindeki halkı birbirine düşman etme görevini görmektedirler.

*

REŞAT NURİ EROL ise dışarıdaki sermaye sözcüsü yazarların Türkiye’deki sözcülüğünü değil, Akevler’deki ADİL DÜZEN ÇALIŞANLARININ sözcülüğünü yapmıştır, hâlen de yapmaktadır. Bu sebepledir ki elinizdeki bu KİTAPLAR sadece Türkiye’de değil, yeryüzündeki tek tür KİTAPLARDIR. Halkın anlamayacağı ilmî kitaplardan değildir. Tekel sömürü sermayesinin sömürüsüne hizmet eden yazarların yazdığı kitaplardan değildir.

ADİL DÜZEN ÂLİMLERİNİN söylediklerini halka ulaştıran gerçek bir yazarın KİTAPLARIDIR; ondan başka da gerçek yazar yoktur.

Biliyorum, ilk anda söylediklerime inanmayacaksınız.

OKUYUN ve üstünde DÜŞÜNÜN; benzer tek bir kitap bulursanız bana haber verin.

*

REŞAT NURİ EROL’un yazılarının ve kitaplarının okuyucuları bugün için azdır.

Bu durum sakın sizi yanıltmasın.

YÜZ SENE SONRA, yüzlerce sene sonra bugünkü yazarlardan yalnız REŞAT NURİ EROL’UN YAZDIKLARI OKUNACAKTIR. Diğer bütün yazarlar Batı senfonisini çaldıkları, bilerek veya bilmeyerek sömürü sermayesine hizmet ettikleri için; aslı varken, geleceğin dünyasında okuyucular onların tercümelerini ne diye okusunlar ki?!.

Başka yazarların yazıları ve kendileri unutulup gidecektir.

BEDİÜZZAMAN’IN “RİSALELERİ” YAŞAYACAK...

MEHMET AKİF ERSOY’UN “ŞİİRLERİ” YAŞAYACAK...

REŞAT NURİ EROL’UN “YAZILARI / KİTAPLARI” YAŞAYACAK…

BU “KİTAPLARI” DİKKATLİCE VE YARARLANARAK OKUYUNUZ...

KİTAPLARDA “III. BİNYIL NİZAM VE UYGARLIĞI”NI BULACAKSINIZ...

Yazardan, kitapları yayımlayanlardan ve okuyanlardan Allah razı olsun...

 

Süleyman KARAGÜLLE

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri EROL
resaterol@akevler.org

 

OCAK 2010

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MERHABA!(*)

REŞAT NURİ EROL

07.12.2003

- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”

- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”

- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”

- Bütün insanlara da; “MERHABA!”

0-08 yaş dönemimde, memleketlerim “Kosova” ve “Sancak”ta(Bosna), şifahi bilgi ve kültürün ana kaynağı büyüklerimi dinlemeye bayılırdım. Küçük çocuklar “oda” denen salona alınmazdı; ama ben fırsatını bulup bir köşeye ilişir, yaşlı komşu ve akrabalarımızın sohbetlerini zevkle dinlerdim. İlginç olan, gerçekten “komşu” gibi komşu olduğumuz “Hıristiyan komşularımız”ın da olmasıydı. Balkanlar’da savaş hiç bitmez. Büyükler sohbetlerde savaş anılarını da anlatırlardı. Mesela, babam 4-5 yıl boyunca II. Dünya Savaşı’nın Almanya, Fransa ve Balkanlar’daki bütün cephelerinde savaşmıştır. Son Bosna ve Kosova katliamları ise zaten hepimiz için tazeliğini koruyor. İşte bu ve benzeri savaşlarda, “iyi komşular” birbirlerini koruyup kollar; hem de Müslüman-Hıristiyan komşusunu veya Hıristiyan-Müslüman komşusunu kollar. Nasıl mı? Anlatayım. Saldıran taraf Hıristiyan ise Müslüman komşular Hıristiyan evinde gizlenir; aksi durumlarda da Hıristiyan komşular Müslüman komşusunun himayesinde onun evinde gizlenir. Böylece “komşuluk” veya “kapı komşuluğu” böylesine zor zamanda “can yoldaşı” seviyesine çıkar. Ben “komşuluk” kelimesini ilk böyle bildim ve tanıdım.

10’lu yaşlarımda, Türkiye’nin en büyük, dünyanın üçüncü büyüklükteki “Edirne Kara Sınırı Kapısı Kapıkule”den memlekete müteveccihen çıkarken, “Hoş geldin be komşo!” deyişi ile karşılaştım. Garip, ama gerçekti. Bulgar gümrük memurları bizi “komşu” olarak karşılıyordu. Demek ki, ülkeler de “komşu” oluyormuş. Böylece bir yaşıma daha girdim. Sonra ortaokul ve lise yıllarımda, evde ve okulda, “komşuluk hakkı”nı öğrendim. Hazreti Peygamber bile, “komşunun komşuya nerdeyse mirasçı olacağını” belirtmiş. Ama komşulukla ilgili şu hadis bana hep çok daha çarpıcı gelir: “Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” “Bizden değildir” yani “Müslüman değildir”!..

20’li yaşlarımın hemen başında, yüksek tahsil için gittiğim Almanya’da Hıristiyan dostlarım ve arkadaşlarım, yani “komşularım” oldu. Tahsil, ticaret, siyaset, sosyal faaliyetler sayesinde, zamanla o kadar çok ve çeşitli insan tanımaya başladım ki; Türkiye’nin içinden ve dışından gelenlerle, ne kadar çok komşularımızın olduğunu anladım. Balkan ülkelerinden ve Kafkaslardan gelenler, mübadeleler, iç ve dış göçlerle bir araya toplananlarla karışan ve kaynaşan insanlar, “o yöre, ülke ve bölgelerin komşuluğunu” da beraberlerinde getiriyorlardı. Nitekim “Türkiye’ye komşu” coğrafyalardan gelen arkadaşlarımla o yıllarda kurduğum dostluklar veya komşuluklar hâlâ devam ediyor…

30’lu yaşlarımın yine hemen başında, Arapça tahsili için Arabistan’a gittim ve tam yedi yıl kaldım. Evet; gittim, kaldım, yıllarca bizzat yaşadım ve gördüm ki; dünya, Türkiye ve çevresinden ibaret değilmiş!.. Riyad Üniversitesi’nde, dünyanın kırk ülkesinden arkadaşlarım oldu. Mekke ve Medine’ye hac veya umre için her gidişimde ise yetmiş-yedi milleti bir arada gördüm ve her seferinde adeta küçük mahşeri yaşadım. Meğer dünya ne kadar geniş, “dünyalı komşularımız” ne kadar da çokmuş…

40’lı yaşlar insanın olgunluk ve kemâl yaşları olur ya; bu yaşlarda edindiğim bilgi ve tecrübeleri sentez etmeye başladım. Her konudaki bilgilerimi Kur’an süzgecinden geçirmeyi öğrendim. Kur’an diyor ki:  “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve TANIŞASINIZ diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık.” [Hucurât(49);13] Kâinat çok büyük ve bu büyüklükteki âlemde dünyamız, deryada adeta bir damla. İşte bu küçücük dünyada altı/yedi milyar insan yaşıyor. Ayrı aile, kabile ve ülkelerde yaşasak da; bu ayrılık sadece “tanışmak” ve “komşu” olmak için veya komşu olup tanışmak için...

Globalleşen, küreselleşen ve artık bir köy kadar küçülen dünyamızda “komşuluk” daha bir önem kazandı. Mezopotamya dönemi, Nuh Tufanı sonrası dönem ve şimdi yaşamakta olduğumuz dönem insanlık için artık “tarih” oluyor. Yeni bir hayat, yeni bir dünya, yeni bir yaşam şekli, yani “şehir hayatı” yaşar olduk. Peki, bu şehir hayatının şekli, şemali, sistemi, düzeni nasıl olacak? Bunu düşünen, bilen, çözen var mı?..

Büyüyen ve değişen, ama bir o kadar da küçülen “yeni bir dünyamız” var. Artık böyle bir dünyada yaşıyoruz. İşte bu yeni dünyada, oturduğumuz apartmandaki “kapı komşularımızı” tanımasak(!) bile; bilgi ve iletişim çağının tv vs iletişim araçları ile evimizin içine kadar soktuğu diğer “dünyalı komşularımızı” her an görüyor, dinliyor ve tanıyoruz!.. Yoksa, tanımıyor muyuz?!.

Her gün haberlerle dünyanın dört bir tarafından evimizin içinde arz-ı endam edip cirit atan işte bu “dünyalı komşularımız” ile artık daha yakından tanışma zamanı gelmedi mi?..

Gelmesine geldi de...

Evet; onları, ülkelerini, bölgelerini ve dünyalarını; dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal hayatlarını tanımak, tanışmak, tanış olmak… Dertlerini dinlemek ve derman olmak… Sorunlarına çare ve çözümler üretmek…

Yukarıdaki Kur’an âyeti “Ey İNSANLAR!” hitabı ile başlıyor...

Küçülen, bir köy kadar küçülen dünyamızda, artık “her insan komşumuz” mesabesinde. Hadis; komşusu aç yatarken, onun derdiyle ilgilenmeyenin “Müslüman” olmadığını söylüyor. Dertler de bir değil ki; maddî açlık çekenler var... Maddî sıkıntısı olmadığı halde, manevî açlık çekenler var...

Hz. İsa’nın havarileri ve Hz. Peygamber’in sahabeleri, kendi çağlarındaki şartlarda, dünyanın dört bir tarafında insanların imdadına yetişmişler…

Artık peygamberler de gelmeyecek...

Evet; iş başa kaldı, sorunlarımızı kendimiz çözeceğiz...

Öyleyse kendi sorunlarımızı kendimiz çözmek için daha ne bekliyoruz?!.

***

Yazımın hemen başında “MERHABA!” dedim ya...

Evet; birinci kitabın başında “MERHABA!” dedim ya…

Şimdi de yedinci kitapla yeniden “MERHABA!” diyorum...

- Millî Gazete okuyucularına;, “MERHABA!”

- Müslüman kardeşlerimize; “MERHABA!”

- Dünyalı komşularımıza; “MERHABA!”

- Bütün insanlara da; “MERHABA!”

-----------------------------------------

(*) “MERHABA!” yazısını bilgisayarıma arşivlerken “İLK YAZI” demişim ama aslında benim/bizim Millî Gazete ile tanışıklığım/ız yukarıda sözünü ettiğim 20’li yaşlarımın hemen başına yani Millî Gazete’nin yayına başladığı ilk güne kadar dayanıyor. O zaman İzmir’de TEK YOL dergisini yayımlıyorduk ve kendiliğinden kendimizi gazetenin ikinci sayfasındaki günlük “TEK YOL” köşesinde buluverdik! Ayrıca gazetemizin İzmir ve Ege Bölgesi Temsilcisi oluverdik!..

1975 yılında MSP, Millî Görüş ve Millî Gazete çalışanları olarak Ege’yi ve Türkiye’yi taradığımız “Ve Zafer Yakındır” hamlesini 15 günlük tam sayfalık bir dizi yazısı yapmıştım...

Yine 1975 yılındaki bir gazete makalemde geçen “İslâm’ın sosyal adalet ve eşitlik esaslarına dayalı yeni bir düzen kurmak zorundayız.” cümlesi sebebiyle, o zamanki meşhur 163. maddeye istinaden İzmir ve İstanbul ağır ceza mahkemelerinde yargılandım!..

Dikkat edilirse, daha başlangıçta ve o yıllardaki yazılarımızda “YENİ BİR DÜZEN” diyor idiysek, demek ki “ADİL DÜZEN” ve “ADİL EKONOMİK DÜZEN” çalışmalarımızı o zaman başlatmışız demektir; delili ve belgesi de o zamanki Millî Gazete arşivi ve Türkiye Cumhuriyeti İzmir ve İstanbul mahkemeleri!..

Millî Gazete’de yaklaşık iki yıl önce başlayan yeni yayın döneminde köşeme isim vermem istendiğinde hiç tereddütsüz “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” deyiverdim!..

İstanbul, 29 Ekim 2012

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MEDHAL/ÖNSÖZ

 

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?

Her gün karşılaştığım insanlar soruyorlar, hemen hemen her gün gelen sorularla soruyorlar, gittiğim yerlerde soruyorlar, çeşitli şekillerde soruyorlar:

- “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” nedir?

Dünkü yazımda ve bundan önce bu köşede yazdığım pek çok yazıda, ayrıca kırk kusur yıldan beri yazdığımız kırk bin sayfada ve kitaplarımızda bu soruya “cevap/lar” verdik…

Dün, bir kere daha “Adil Ekonomik Düzen nedir?” sorusunun cevabını verdik…

Bugün de “ADİL DÜZEN nedir?” sorusunun cevabını -bir kere daha- verelim…

“ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” -her şeyden önce- ilâhi mesajları bugünkü müspet ilmin ışığında yorumlayarak günümüzün sorunlarını çözme çalışmasıdır...

1967 yılında İzmir’de kurulmuş “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi”nin ve 2000 yılında İstanbul’da kurulmuş olan “Akevler İstanbul Konut-Yapı” ve “Akevler İstanbul Tüketim” kooperatiflerinin ilmî çalışma sonuçlarının Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından benimsenen ve bütün insanlığa duyurulan siyasi bir programdır...

Bu girizgâh ve tanımlamalardan sonra konuyu biraz daha açıp berraklaştıralım…

1) KUR’AN SON KİTAPTIR. Dille ve yorumlama usulü ile bize ulaşmıştır. Kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu kendisi ispat eder. Sözleri 14 asır öncesinde Hazreti Muhammed aleyhisselâma gelmiş ve bize mütevatiren ulaşmıştır; manâsı ise Allah tarafından icma ve içtihatlarla kıyamete kadar yeniden inzâl olunmaktadır. Dolayısıyla hiç eskimez, daima yenidir, daima canlıdır, daima sorun çözücüdür. Onda günü geçen hükümler yoktur.

2) AKEVLER’İN “ADİL (EKONOMİK) DÜZEN” ÇALIŞMALARI İstanbul’da her gün (her akşam) devam etmektedir:

a) Her hafta yayımlanan “KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ” yani tefsir çalışmaları (www.akevler.org sitemizin “Seminerler” kısmında) notları…

b) “RÛHU’L-KUR’AN” adı altında Kur’an Arapçasının çok geniş ve detaylı dil, fıkıh, müçtehit yetişme/yetiştirme altyapısı oluşturma vs. çalışmaları…

c) “ADİL DÜZENE GÖRE İNSANLIK ANAYASASI” çalışmaları ve Kur’ânî delilleri… (Çalışmalarımızın bir kısmı “YENİ ANAYASAYA GEÇİŞ ÖNERİSİ / Anayasal Sistemde Ortak Görüş Arayışı” ismiyle kitap olarak 2012 yılında yayımlandı.)

d) “ADİL DÜZEN MUHASEBESİ” üzerinde çalışmalar...

e) Ve 1967 yılından beri sürdürülen İLMÎ VE AMELÎ diğer çalışmalarımız…

3) KUR’AN’A GÖRE; İNSANIN İLMÎ, DİNÎ, İKTİSADÎ VE SİYASÎ DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI (EVLİYALARI) VARDIR. Yönetimi bunlar oluşturur. İnsanlıkta “DEVLETLER, İLLER, BUCAKLAR VE OCAKLAR” vardır; hakemlerden oluşmuş yargı vardır, yargı kararlarına uymayanlar mü’min değildir.

4) KUR’AN’DAN BU HÜKÜMLERİ ÇIKARABİLMEMİZ İÇİN KELİMELERİN FIKIHÇILAR TARAFINDAN DA KABUL EDİLEN ISTILAHÎ MANÂLARINI KULLANIYORUZ:

Allah= Topluluk, Resûl= Başkan, Salât= Toplantı, Zekât= Vergi, Velî= Dayanışma sorumlusu, Evliyâ= Dayanışma ortakları (Sosyal Sigorta); Nâs= İnsanlar (bugün yaşayanlar), Âdemoğulları= İnsanlık (Hz. Âdem’den kıyamete kadar), Kavm= Devlet; Şa’b= İl, Kabile= Bucak, Aşiret= Ocak (apartman yönetimi), Mısr= Kıta merkezi (Kıtalar Çin, Hint), Medîne= Bölge, Belde= İlçe, Karye= Semt (köy), Beyt= Ev; Hamd= Rant (emeksiz doğan değer), DİN= DÜZEN; Şir’a= Yasama, Minhac= Yargı, Viche= Yönetim, Mensek= Yürütme; Vezir= Bakan, Ülu’l-emr= Yönetici, Zi’l-kurba= Emekliler, Âmilîn= Görevliler, Garimîn= İflas edenler, Müellefe-i kulûb= Sanatkârlar, Âlimler…

Bunlar (bu örnekler) BİZİM kelimelere verdiğimiz manâ ve tanımlardır...

Siz başka manâ ve tanımlar verebilir, Kur’an’ı baştan sonuna kadar öyle yorumlar, siz de aynen bizim gibi bir “sistem/düzen” oluşturursunuz...

Bu “sistem/düzen” tüm “sosyal sorunları” çözer...

Mezheplerin yaptıkları budur...

Her bucak kendi icma ve içtihatlarını uygular...

Sonunda elenirler ve sadece birkaç mezhep veya ekol kalır...

Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuş, kelimelerin tanımları yapılmamıştır.

Tanımlar içtihatlara bırakılmış, mezhepler oluşmuş; mahallî icmalara bırakılmış, değişik bucaklar oluşmuştur.

Kur’an böylece her asra ve her şarta uymakta ve insanların sorunlarını çözmektedir.

Kur’an’ı bu şekilde sorunları çözen “KİTAP” olarak kabul ettiğimize göre aramızda fark kalmamıştır. Bundan sonra tartışacağımız sadece onu nasıl anlayacağımızdır.

TEMEL PRENSİP ŞUDUR: Kur’an insanların bütün sorunlarını çözer; bunu kabul edenler Kur’an ehlidir. Bunlar Kur’an’ı anlarken birbirlerine yardım ederler.

Ortak çözümlere “İCMA”, anlaşamadıkları çözümlere “İÇTİHAT” diyoruz.

İcmalarda birlikte hareket edilir, içtihatlarda herkes kendi içtihadına göre hareket eder. İçtihatlar ortalama 5000 nüfuslu bucaklar seviyesinde yapılır. Bucağın icmalarına uymak istemeyen o bucaktan ayrılma (Hicret Demokrasisi) durumundadır...

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yeni yıl, yeni düzen, kriz, tufan ve Türkiye

Reşat Nuri EROL

01.01.2010

Yeni bir yılın başlangıcındayız…

Yeni bir yüz yıl başlayalı da çok olmadı…

Yeni bir bin yıl (milenyum) ise daha yeni başladı sayılır…

Yeni bir dünya düzeni kavramını da ekleyip şöyle bir düşünelim bakalım…

“Yeni” kelimesiyle başlayan ve ayrı ayrı dönemleri ifade eden bu kadar kavramlara rağmen; son “beş yüz yıllık eski dünya düzeni” düşünüldüğünde, dünyanın ve insanlığın geleceğine dair “yeni” olan ne var?!.

Yeni olarak neler olduğu ve neler olacağı ile ilgili cevabınızı siz düşünedurun; ben kendime göre kestirmeden ve tek kelimelik cevabımı vereyim: ZULÜM!

Zalim, vahşi, gaddar ve -Aralık ayında daha çok andığımız İstiklâl Marşı şairimiz- Mehmet Âkif Ersoy’un ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ olarak tavsif ettiği “Batı Medeniyeti”nin beş yüz yıldan beri hükümran olduğu “eskimiş zalim bir dünya düzeni” döneminde; yeni bir yıla daha giriyoruz!..

Yeni bir yıla, 2010 yılına giriyoruz…

***

On yıl kadar öncesinde; yeni bir yıl ile birlikte yeni bir yüz yıla, hattâ her ikisiyle beraber yeni bir bin yıla girerken neler neler, ne kadar da güzel şeyler hayal etmiştik… Düşüncelerimiz, beklentilerimiz, ümitlerimiz, hayallerimiz vardı…

Ne oldu, neler değişti, yeni diyebileceğimiz ne geldi?

Zalim ve sömürgeci “Eski Batı Dünya Düzeni”nin “yeni bir dünya ekonomik krizi” ile daha tanıştık! Yeni yılların, yeni yüzyılın, yeni milenyumun insanlığa “Noel Baba Hediyesi” olarak verebildiği ve bundan sonra da verebileceği tek şey vardı: KRİZ!

Zulüm, vahşet, sömürü ve hiç eskimeyen, hep yenilenen KRİZ, KRİZ, KRİZ!..

Yeni olan sadece periyodik krizlerin yeni bir versiyonu ile tanışmak ve o krizin sebebiyet verdiği zalimlikleri yaşamak oldu; nitekim hâlâ da yaşamaya devam ediyoruz…

Dünya düzeni böyle giderse, daha çok yaşamaya devam ederiz...

Sadece kriz mi?

Hayır!

Dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî hayatımızın her alanında yaşamakta olduğumuz sorunlar sebebiyle, bizim bir bütün olarak bunların tamamını “SOSYAL TUFAN” olarak kavramlaştırdığımız süreci yaşıyoruz…

Evet, sadece KRİZ değil; aynı zamanda TUFAN!

SOSYAL TUFAN!

Bu sosyal tufan ne zamana kadar devam eder?

‘Önce Türkiye’, sonra ‘bütün Dünya’ uyanıncaya kadar...

Uyanıp da “Çağımızın Nuh’un Gemisi”ni yapıncaya kadar…

***

‘Önce Türkiye’ dedim; bilerek dedim, düşünerek dedim, üzerinde kırk yıldır çalışarak dedim, başka alternatif göremediğim ve bulamadığım için dedim…

Bu köşede çıkan bin kadar yazımın en az yüz tanesinde, bu tesbit ve teşhislerimin detaylarına, gerekçelerine, sebeplerine; elbette “çözüm önerileri” ile birlikte ulaşabilirsiniz…

‘Daha fazla ve daha başka çözüm çalışmaları da var mı?’ diyenlerdenseniz;

‘Elbette var, hem de on binlerce sayfa var’ diyorum…

Son bir uyarı ve hatırlatma:

‘Önce Türkiye’ dedim ya; sebebi var.

Siz de bizim “Sosyal Tufan” tesbit ve teşhislerimize katılanlardansanız, özellikle size soruyorum:

Dünyada, Türkiye’den başka bir yerde, “SOSYAL TUFAN”a karşı çare ve çözüm olarak “ADİL DÜZEN NUH’UN GEMİSİ” hazırlanması gerektiğini söyleyen ve bunun için kırk yıldan beri çalışan insanların var olduğu bir ülke var mı?..

 

 

***

 

 

 

 

2010: ZAM ve IMF yılı!

Reşat Nuri EROL

02.10.2010

2009’un son gecesinde erken yattım, sabah -sabah namazı için- erken kalktım, abdestimi aldım, namazımı kıldım ve ‘Bismillah’ deyip 2010 yılının ilk gününde günlük çalışmalarıma başladım…

Önce gazetemi, Millî Gazete’mi aldım, açtım, birinci sayfaya, manşete baktım ve ürpertici ana başlığı gördüm: İNSAFSIZLIK… Başlığın üstünde detayları ve yüzde(%)leriyle; otoyollara, köprülere, akaryakıta, tüketim maddelerine, maktu harçlara, inşaat ruhsatlarına, tapu ile pasaport harçlarına ve bazı tüketim maddelerine -herhalde yeni yıl şerefine olsa gerek- yapılan yepyeni zamlar:

ZAM, ZAM, ZAM/LAR

Onun da üstündeki başlık:

EKONOMİ İYİLEŞTİKÇE(!) ZAM YAĞIYOR

Haberin devamı ve detayı 6’ıncı sayfada, benim bugünkü yazımın yanıbaşında ve yazımın başlığı da şöyle: Yeni yıl, yeni düzen, kriz, tufan ve Türkiye

Yeni bir yıl, yeni diye yutturulmaya çalışılan zalim eski dünya düzeni, sürekli tekrar eden krizler, çözülmeyen sorunların giderek “sosyal tufan”a dönüşümü ve Türkiye

Yeni yılın daha birinci günüde zamlara uyandıysak, ilk günümüz böyle başladıysa; yıl boyunca bundan sonraki her sabaha da böyle uyanma tehlikesi var demektir…

‘Nerden biliyorsun’ diye soranlara cevabım: Hükümetin yıllardan beri yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının garantisi ve habercisidir…

Millî Gazete’nin birinci sayfasından bir haber ve bir başlık daha:

Bu yıl da AÇIZ

Bir diğer haber başlığı ise içinde çözüm reçetesini de barındırıyor ama görenler, duyanlara ve bu doğruları görüp uygulamak isteyenlere:

KAYNAK var ama FAİZE gidiyor

Bir gazetemin bugünkü manşetine, ana haberine, haberin detaylarına, detaylardaki yakıcılığa ve 2010 yılı boyunca insanımızı yakacak ekonomik gerçeklere baktım; bir de bir gün öncesinde yazıp gönderdiğim, bugün yayımlanan yazıma baktım ve düşünmeye başladım: Ülkem, Türkiye’m, memleketim, insanlarım ve bütün beşeriyet 2010’un ilk gününden itibaren neler görecek, neler yaşayacak, neler çekecek?!.

Daha ilk günden belli değil mi?

ZAMLAR… ZAMLAR… ZAMLAR…

***

Bazı zamlar öylesine insafsızca yapılmış ki; mesela, yeni pasaport ve nüfus cüzdanı alacaklar yüzde 53, yeni sürücü belgesi yüzde 55, yeni değerli kâğıt bedelleri yüzde 66’ya varan oranlarda artırılmış!..

Zamların her birinin elbette detayları var; mesela, değerli kâğıtlar tam 11 çeşit!..

Detayın da detayları var: Mesela, notere pek çok defa yolunuz düşmüştür, bundan sonra da düşecektir; noter kâğıtları da bütün ayrıntılarıyla çeşit çeşit!..

Bu arada kendimce şükredecek minik bir şey buldum: İyi ki Sayın Cumhurbaşkanı geçen ay Balkan ülkelerine yaptığı ziyarete beni de davet etti, bu vesileyle pasaportumun süresini temdit ettirdim; aksi halde 2010’a kalsaydım zam kazığına ben de katlanacaktım!..

Artık siz de benim gibi yapın, böyle küçük tesellilerle mutlu olmaya bakın; çünkü bu anlayıştaki yöneticilerimizin uygulamaları var olduğu sürece daha iyisi yok!..

***

2010’a, yeni yıla bir de IMF ile girdik!..

Hani IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayacaktık; hani IMF ile bir daha yeni anlaşma yapmayacaktık; hani IMF’ye olan borçlarımızı kapatıp yeni borç almayacaktık; hani ekonomimiz iyiye gidiyordu da, kriz bizi teğet geçmişti de, daha bilmem neler de, biz bir daha IMF’ye muhtaç olmayacaktık?!.

Eski yılların Maliye Bakanı Kemal Unakıtan gitti diye seviniyorduk; yoksa, yeni Maliye Bakanı Mehmet Şimşek eskisini de bize aratacak mı?!.

Bu arada Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, büyüklere ninniler söylemeye devam ediyor!..  

Madem bakanlarımız başarılıydı, madem ekonomimiz dahil her şey iyiye gidiyordu; IMF ile neden yeni bir anlaşma imzalıyoruz, neden?!..

Yeni Şafak’tan İbrahim Kahveci bugünkü (01.01.2009) yazısının başlığında soruyor: Kriz yoksa neden IMF?.. Ve yazısını sonuna şunu eklemiş; Not edin: Bu IMF aslında 2 yıl sonra daha büyük bir IMF’ye muhtaç bırakacak, haberimiz olsun.

 

 

***

 

 

 

 

Türkiye ve sermaye

Reşat Nuri EROL

04.01.2010

Türkiye coğrafi olarak öylesine merkezî konumadır ki; dünyadaki hiçbir güç ve güçlü ülke, Türkiye’yi hesaba katmadan adım atamamaktadır.

Mesela, SSCB’nin çökmesinden sonra Rusya onun yerini almaya çalışıyor ama her adımını Türkiye’yi hesaba katarak atmak zorunda kalıyor.

ABD ise süper güç olarak yerini koruyor gibi görünse de, kazın ayağı hiç de öyle değil. Türkiye, TBMM’ndeki 1 Mart (2003) Tezkeresi ile ABD’nin süper güç oluşunu tam olarak bitirmediyse de, karizmasına büyük bir çizik attı ve ABD’ye ‘hayır’ denebileceğini bütün dünyaya gösterdi.

İşte bunlar ve benzeri sebeplerden dolayı Türkiye, başta ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin geleceği açısından önemli rol oynayacak merkezî bir konumdadır.

Türkiye, ABD’ye rağmen AB ile bütünleşmeye, olmazsa yakınlaşmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu sekiz yıllık AK Parti iktidarı AB ile ABD arasında gidip gelmektedir. Hangisi daha avantajlıdır, ya da hiçbirisi mi; bu mesele altmış yıldan beri ülkemizde tartışılıyor…

Türkiye’nin ABD ortaklığına doğru yöneldiği söylenebilir mi?

Kimi görüşlere göre bu yöneliş ve birliktelik kolay olmayacak deniyor.

Bu görüşün özü ve özeti şöyle: Bölgemiz ve çevresi ABD-Türkiye ortaklığına bırakılacak, diğer güçlerin tamamı sınırlanacak ve etkinliklerini kaybedecek...

Ayrıca ekonomik krizin Avrupa ve Uzakdoğu’daki etkileri henüz sonuçlanmadı, devam ediyor...

Eğer ABD ile yakınlaşmamız ekonomik alanda da gerçekleşirse; yeni yatırım alanları arayan sermaye ile ABD’nin teknolojisi ülkemize gelebilir ve bu gelişme eski ekonomik güçlere rakip olmamızla sonuçlanır.

Türkiye’nin son yıllardaki durumu ile ilgili değerlendirmenin özü ve özeti bu.

Ancak meselenin bir de bütün beşeriyet açısından ele alınması gereken yönü var.

***

İnsanlık biner yıllık uygarlıkları yaşıyor. Hz. Nuh (Mezopotamya), Hz. İbrahim, İbrani, Hıristiyanlık, İslâmiyet biner yıllarını, MÖ ve MS olmak üzere, Milâdî başlangıca göre yaşadılar. Çağımızda yeni bir “hakkı üstün tutan uygarlık” doğmaktadır ve bu uygarlık “Adil Düzen Uygarlığı” olacaktır. Bunlardan sonra beş yüzer sene gecikme ile Mısır, Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıkları doğmuştur. Bunların ömrü de biner senedir.

Batı dünyasının “kuvvete dayalı uygarlığı” zirvededir ve beş yüz yaşındadır. Çökmeye başlamıştır. Ömrü beş yüz sene sonra bitecektir. Bugünkü Batı uygarlığını Yahudi tekel sermayesi kurmuştur, faize ve sömürüye dayanmaktadır.

Türkiye açısından son dönemde bu sömürü uygarlığı ile yaşanan çatışmalar vardır. Önce Çekiç Güç yapılan görüşmelerle Erbakan tarafından uğurlandı. Sonra Başkan Clinton sermeyenin izni olmadan Beyaz Saray’da Müslümanlara iftar verdi ve Demokrat Parti ile tekel sermaye arasındaki savaş işte o zaman başladı. Yukarıda da işaret ettiğim üzere, Türkiye’de 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesi ile sermayenin gücü sona erdi, Obama’nın ABD Başkanı seçilmesi ile de sermayenin ABD’deki üstünlüğü bitti.

***

Sermaye şimdi tutunacak dal aramaktadır; araştırıyor...

Her şeye rağmen hâlâ doları istediği gibi basıp kullanabiliyor...

Sermaye artık devletleri tam olarak emrine alamıyor ama; Türkiye gibi önemli dünya ülkelerinde ekonomik sıkıntılar ve terör (PKK) hâlâ devam ediyor…  

ABD ile AB arasındaki rekabet Obama’dan sonra sona ermiştir ama buna rağmen sermaye ile olan çatışma sona ermemiştir, devam ediyor...

Neden?

Çünkü sermaye Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar sayesinde hâlâ dünya ekonomisini elinde tutuyor ve istediği gibi yönlendirmeye çalışıyor...

Velhasıl, Türkiye ile sermaye yeni dengelerin tesisini arıyor...

Bu denge arayışlarında asıl yapılması gerekenler; daha doğrusu ‘sömürüye karşı yapılması gerekenler’ ise gelecek yazımın konusu olacak.

 

 

***

 

 

 

 

Sömürüye karşı yapılması gerekenler

Reşat Nuri EROL

06.01.2010

Bundan önceki ‘Türkiye ve sermaye’ başlıklı yazımda özetlediğim üzere; Türkiye uzun vadeli strateji açısından kararını verirken, ABD ile AB arasında değil de, tekel sermaye ile bütün dünya arasında tercihini yapacak ve nihaî kararını verecektir.

Dünyada büyük bir çatışma/savaş var.

Bu çatışmadan kim galip çıkacak; sömürü sermayesi mi, dünya/halk mı?

Dünyanın, beşeriyetin, halkın, yani “halk ekonomisi”nin 500 seneden beri güçlenip palazlanmış olan “sömürü sermayesi”ni yenebilmesi için “Adil Düzen” ile “Adil Ekonomik Düzen”i kabul etmesi gerekir.

Tek çare, tek çözüm ve sermayeye karşı uygulanabilecek tek alternatif sistem budur.

Bütün mesele bunun şuurlu bir şekilde idrak edilmesi ve gereğinin yapılmasıdır:

Şuur, idrak, çalışma, anlama ve uygulama…

***

Bunun gerçekleştirilmesi için yapılması gerekenleri tek tek sıralayalım.

BİR:

Her şeyden önce sadece sömürü sermayesinin daha çok semirmesine sebebiyet veren gümrükler kalkmalıdır, vizeler kalkmalıdır. Dünya, sömürü sermayesinin kurduğu emperyalist tekelden kurtulup tek ekonomik pazar hâline gelmelidir.

İKİ:

Karşılıksız kâğıt para ortadan kalkmalıdır. Onun yerine kuyumcularda bile geçerli olacak “altın para” çıkarılmalıdır. Millî paralar kamunun vatandaşlara satabileceği gayrimenkuller karşılığı çıkarılmalı, karşılığı olan “mal senetleri” tedavüle girmelidir.

ÜÇ:

Sömürü sermayesini tekel ve tek güç hâline getiren nedir? Faiz; faizli sistem. Faiz ortadan kalkmalıdır. “Faizsiz kredileşme sistemi” getirilmeli, “ön ödemeli sipariş kredisi ve sistemi” (selem sistemi) çalıştırılmalıdır. Sermaye varlığını korumalı, tamamen yok edilmemeli; ama artık halkı sömüren değil, halka hizmet eden bir konuma getirilmelidir.

DÖRT:

“Faizsiz çalışma/emek kredisi” verilmeli, işçi/emek üretici işletmelerde çalıştığında işletmeler borçlandırılmalı ve ücret doğrudan işçiye ödenmeli. Ham madde bedeli de “faizsiz ham madde kredisi” şeklinde ödenmeli. Üretilen ürün ortak ambarda depolanmalı, satıldıkça üretimden itfa edilmelidir. İşletmeler yerli olmalıdır. İşçi/emek ise her yere gidip çalışabilmeli, herhangi bir engelleme ile karşılaşmamalıdır. Çok önemli bir mesele daha: “Sosyal adalet”in gerçekleşmesi için “primsiz genel sigorta sistemi” kurulmalı, herkes aidat ödemeksizin sigortalı yapılmalıdır.

***

İşte; bugün eğer “anarşi ve terör olayları” oluyorsa, önemli ülkeler sürekli olarak “barış” değil de “savaş hâli” yaşıyor ve savaşlar bir türlü bitmiyorsa, dünyada sürekli olarak “ekonomik krizler” gerçekleşiyorsa; suçlu olan bu “sömürü dünya düzeni”ni kuran “emperyalist tekel sermaye” değil midir?

Elbette, bundan daha önemli bir başka sebep de; bilenlerin, bilginlerin, mürşitlerin anlatmaları yanında, âcizane bizim de kırk yıldan beri halka ve bütün beşeriyete çare ve çözüm olarak “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN”i anlatmamıza rağmen; halkın ve ilgililerin şimdilik bu tedavi reçetesine kulaklarını tıkamış olmasıdır.

Halkımız ve beşeriyet, biricik çare ve çözüm önerilerine karşı kör ve sağır olmaya devam ederse; tekel sömürü sermayenin şerrinden ve tahakkümünden kurtulması gecikecektir.

Ne zamana kadar?

Bugün bu yazının başında ve değişik vesilelerle her zaman dedik ki:

Tek çare, tek çözüm ve sömürü sermayesine karşı uygulanabilecek tek alternatif sistem “ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir.

Bütün mesele bunun şuurlu bir şekilde idrak edilmesi ve gereğinin yapılmasıdır:

Şuur, idrak, çalışma, anlama ve uygulama…

 

 

***

 

 

 

 

Sermaye, dünya ve ADİL DÜZEN

Reşat Nuri EROL

08.10.2010

Bütün dünyada “tekel sermaye” ile “halk sermayesi” arasında çetin bir çatışma vardır. Temel tesbit budur.

Aslına bakılırsa tekel sermaye mağlup olmuş durumda; ne var ki yerine geçecek bir güç olmadığı için hâlâ varlığını etkin bir şekilde sürdürüyor. Bizi ilgilendiren daha da önemli tesbitimiz de budur.

Bir misal ile bir hatırlatma yapalım ki mesele daha kolay anlaşılsın: Osmanlı İmparatorluğu da 18. veya 19. yüzyıldan beri gerilemiş ve çökmüştü ama; dünyada onun yerini alacak bir güç oluşmadığı için 20. yüzyılın başına kadar iki asır daha yaşadı.

Osmanlı ile birlikte imparatorlukları ortadan kaldıran alternatif güç neydi?

Tekel sermaye!

Tekel sermaye, hiç hesapta yokken dünyanın en büyük gücü oldu.

Tarihî bir hatırlatma daha: Tarihte, birinci milenyumda, Roma/Bizans ve Pers/Sasani imparatorlukları çekişerek birbirleriyle yarışıyorken; Arap Yarımadası’nda, o zamana kadar devlet aşaması yaşamamış Araplar arasında çıkan yeni bir peygamber ve yeni bir kitap, yepyeni bir sistem/ düzen/ devlet oluşturdu ve hiç hesapta olmayan İslâmiyet, o zamanın süper güçleri Roma/Bizans ve Pers/Sasani imparatorluklarına karşı galip geldi.

Çağımızdaki bu çatışmanın sonunda, yani “TEKEL SERMAYE” ile “HALK SERMAYESİ” arasındaki bu çetin çatışmanın sonunda da, insanlık tarihinin geçmişinde yaşananlara benzer bir gelişme olacak ve “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” galip gelecektir.

Neden?

Çünkü “ADİL DÜZEN/ADİL EKONOMİK DÜZEN” dışında hiçbir düzenin, hiçbir sistemin, hiçbir -izm’in herhangi bir çözüm önerisi ve kurtuluş reçetesi yoktur da ondan.

***

Bugün büyük güç olarak ABD ve Çin görülüyor.

AB (Avrupa Birliği) ve eski SSCB/Rusya ikinci güçtürler.

Hindistan da potansiyel olarak güçtür ama şimdilik orada bir hareket yoktur.

Gelecekte neler olabilir?

-ABD’de yeni başkan Hüseyin B. Obama, bir zenci ve Müslüman çocuğudur. Başarılı olması için bir ilim heyeti kurar, bunlar insanlık için yeni çıkış yolu arayışlarını değerlendirir; bu arada “Adil Düzen”i de değerlendirir ve sonunda “ADİL DÜZEN”i kendi anlayışına göre oluşturur. III. bin yıl, III. milenyum medeniyetini ABD kurar. Memnun oluruz.

-Çin’de 300 milyon Müslüman vardır. Bugünkü Çin düzeni Batı düzenidir, “komünizm”den “kapitalizm”e evrilmektedir. Bu durum binlerce yıllık Çin’e hiç yakışmıyor. Çinliler “ADİL DÜZEN”i kendilerince benimseyebilir ve III. bin yıl medeniyetinin kurucusu Çin olabilir. Çin bunu ABD’den daha kolay yapabilir. Biz de memnun oluruz.

-Eski Sovyetlerde (SSCB) halkının yarıya yakını Müslümandır. Bu coğrafyada Hıristiyan ve Müslüman halklar yüzlerce yıldan beri birlikte yaşıyorlar. Rus lider Putin buna meyyaldir. Bir ilim heyeti kurarlar, araştırırlar, çalışırlar ve sonunda Sovyet tipi “ADİL DÜZEN” ortaya çıkar. III. milenyum medeniyetini Ruslar kurarlar. Bizi memnun ederler.

-Avrupa Birliği, çağdaş uygarlığa meyyal bir oluşum peşindedir ama neyi nasıl yapacağını bilmiyor. Bir ilmî araştırma merkezini kurarlar. Papalık bile bu organizasyonda yerini alır. Sonunda “ADİL DÜZEN” AB’de kurulmuş olur. Bizi onlar da memnun edebilir. Merak bu ya; soruyorum -ve aynı zamanda da hatırlatıyorum- işte: “ADİL DÜZEN”in varlığından haberdar olan ve sekiz yıldır AB peşinde koşan AK Partililer; özellikle R. Tayyip Erdoğan ve ekibi, AB’ye böyle bir şeyi hatırlatmayı hiç akıllarından geçirdiler mi?

“ADİL DÜZEN”in asıl kurulacağı ülke olan Türkiye’ye gelince;

“ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” programını kimler benimser ve uygularlarsa, “III. BİN YIL MEDENİYETİ”ni işte onlar kuracaklardır.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

Enerji siyasetimiz ne/nasıl olmalıdır?

Reşat Nuri EROL

09.01.2010

Allah kâinatı parçacıklardan oluşturmuştur.

Parçacıkların taşıdıkları hızların kareleri enerjiyi oluşturur.

İki çeşit enerji deposu vardır.

Birinci enerji deposu, demirden küçük parçacıklardır. Bunların en küçüğü hidrojendir. Bunlar birleşir ve demire doğru ağırlaşırlar. Işık salarlar. Güneş ışığını salarlar. Bizim dünyamız bu enerjiden yararlanır. Güneş enerjisi dediğimiz şey budur.

Diğer enerji deposu ise ağır elementlerdir. Radyum gibi elementler parçalanarak demire doğru hafifleşirler. Atom enerjisi budur.

Her iki durumda her şey demirleşmektedir. Demir en aşağıdadır. Her şey ona düşmektedir. Hangi şekilde olursa olsun, sonunda kâinatta faydalı enerji tükenmekte, biz ise ölüme doğru gitmekteyiz.

***

Bizim ana enerji kaynağımız nedir?

Bizim ana enerji kaynağımız güneş enerjisidir, bu enerjiyi iki şekilde elde ediyoruz.

Bir: Sular buharlaşıyor, göğe çıkıyor, rüzgâr oluyor, yağmur oluyor, göl oluyor, deniz oluyor, akarsu/nehir oluyor. Biz o enerjileri kullanırız.  

İki: Güneş enerjisinden ikinci faydalanma yolu ise bitkilerin güneş enerjisini kimyasal enerjiye çevirmesidir. Sonra biz ondan yararlanır ve besleniriz, onları yakarız.

Bu enerji kaynakları geçmişte kömür, petrol, gaz şeklinde depolanmışlardır. Şimdi onları tüketiyor ve uygarlığımızı götürüyoruz.

Gelecekte bu enerji kaynaklarının hepsi tükenmiş olacaktır.

O enerji kaynakları tükenince, insanlık kalıcı enerji kaynaklarına yönelecektir.

Bunlar nelerdir?

a) Güneş enerjisi,

b) Rüzgâr enerjisi,

c) Su enerjisi,

d) Bitkisel enerji.  

Ülkemizde petrol ve gaz ya yoktur veya çoktur; maalesef hâlâ bilemiyoruz!!!  

Buna karşılık devamlı var olan -güneş, rüzgâr, su ve diğerlerinden oluşan- enerji kaynaklarımız ülkemizde boldur.

O halde bizim enerji siyasetimiz bu enerjilerden yararlanma olmalıdır.

Bunun sistemini ve teknolojilerini geliştirmemiz gerekecektir.

Bu sayede geleceğin enerji lideri biz oluruz.

***

Enerji meselesinin çözümüne nereden başlamalıyız?

Enerji meselesinin çözümüne bir de şuradan başlamalıyız.  

-Ülkemizin her yönünde var olan geniş topraklarımızın yüzeylerini yeşillendirmeliyiz...

-Binalarımızı sera ile kaplayarak değerlendirmeli, yaz-kış güneş enerjisini kimyasal enerjiye çevirmeliyiz...

-Ülkemizde hidroelektrik santralleri var ama yeterli değildir; tüm akarsularımızı elektrik enerjisine çevirmeliyiz...

-Son yıllarda nihayet rüzgâr enerjisini de keşfettik; keşfettiğimize göre artık rüzgarların boş yere esmesini önlemeliyiz...

-Güneş ışığını doğrudan hidrojen enerjisine çevirmeliyiz…  

Batı dünyası bunların teknolojisini geliştiriyor; biz bunları çok ucuz bir şekilde satın alabiliriz. Onların mühendislerini getirip ülkemizde çalıştırabiliriz. Teknolojide onlara yetişelim dediğimiz zaman; biz bunu başaramayız, onlar bu alanda bizden hayli ileridedirler. Ama Batı’nın teknolojisini geriden de olsa takip edebiliriz; nitekim edebiliyoruz.

Bu vesileyle hatırlatalım:

Bizim geri kalışımızın sebebi teknolojideki geriliğimiz değildir.

Bizim geri kalışımızın sebebi bambaşkadır; bu başkalık gelecek yazıda, inşaallah…

Gayet enerjik selam, sevgi ve dualarımla…

 

 

***

 

 

 

 

Bizim üstünlüğümüz nerede?

Reşat Nuri EROL

11.01.2010

İnsanlık tarihindeki bütün uygarlıklar artan emek ile doğmuştur. Yani insanlar çalışır ve yaşarlar. Bu arada bir miktar emeklerini artırırlar ve artırdıkları emeklerini de yeni bir uygarlığın tesis edilmesinde veya var olan uygarlığın geliştirilmesinde kullanırlar. Emeklerini artırabilmeleri için yaşamak amacıyla gerekli olan çalışma saatleri daha az olmalıdır.

Ülkemizdeki sorun nedir?

Ülkemizde, Türkiye’de çalışıyor ve üretiyoruz ama çalıştığımızın en az yarısını dışarıya faiz olarak ödüyoruz.

Uygarlaşmak için saatlerimizi artırma şöyle dursun; faiz için harcadığımız saatlerden artırdıklarımız yaşamamız için yetmiyor, borçlanarak yaşıyoruz!

Bu durumda Türkiye’nin uygarlaşması imkânsız hâle geliyor.

Her şeyden önce faizden ve faizli borçlardan kurtulmalıyız.

***

Bizim üstünlüğümüz nerede?

Bizim, geçmişten bize intikal eden ve Batı’dan çok ileride olan hukuk sistemimiz ve fıkıh ilmimiz vardır. Eğer biz onu değerlendirsek, çalışmalarımızın verimi dört beş misli artacaktır. Bir taraftan geçineceğiz, bir taraftan dış borcumuzu ödeyeceğiz; diğer taraftan uygarlaşmamız ve muasır medeniyetin fevkine çıkmamız için zamanımız artacaktır.

Batılılar bunu çok iyi anlıyorlar; İslâm fıkhının çok kısa zamanda bizi muasır medeniyetin fevkine çıkaracağını çok iyi biliyorlar. Bildikleri için; Türkiye’nin muasır medeniyetin fevkine çıkıp da tekrar Osmanlı döneminde olduğu gibi hükmeder duruma geçmesini önlemek istiyorlar. Bundan dolayı Türkiye’yi İslâm fıkhından uzaklaştırmışlar, medreseleri kapattırmışlar, harf inkılâbına zorlamışlar...

Biz inkılâplar yaptık; Batı’nın zorlaması ile yaptık. İnkılâpları Osmanlılar başlattı ama biz onları hayra çevirdik. Bu sayede Batı’yı öğrendik, ama Doğu’yu da unutmadık.

Şimdi bu ikisini yan doğu ile batıyı sentez ederek yapılması gerekenleri yapacak ve çağımızın sorunlarını çözen “fıkıh” sayesinde muasır medeniyetin fevkine çıkacağız.

***

Muasır medeniyetin fevkine/üzerine çıkmak için neler yapmalıyız?

-Önce, herkes bulacak, ülkemizde işsiz insan olmayacak; daha doğrusu herkese aş, iş ve eş bulunacak.

-Sonra, herkes kendi işini kendisi seçecek, bunun sistemi kurulacak; çağdaş kölelik olan “işçilik sistemi”nden kurtulacağız.

-Herkes girişimci olacak; bunu “faizsiz işçilik ve işveren kredisi” ile sağlayacağız.

-Böylece herkes düşünecek, deneyecek, çalışacak, uygulayacak ve yapacak.

Güneş, rüzgâr, su ve biyolojik enerji kaynakları ülkemizde zengindir; bunlar tam kapasite ile ve en verimli şekilde değerlendirilecek. (Önceki yazımda anlattım.)

Dışarıdan teknoloji getirilecekse, bu teknolojiyi de yönetim değil halk getirecektir.

İşte, “kurtuluş reçetesi” budur!

***

Başarılı olmak istiyorsak reçete hazırdır:

-“ADİL DÜZEN, ADİL EKONOMİK DÜZEN” işte bunları yapan bir düzendir/reçetedir.

-“ADİL DÜZEN”i hafife alıp dalga geçmek ve;

-“ADİL DÜZEN”e anlamdan saldırmak demek ise;

-Tek kelimeyle çağdaş sömürü düzenine “uşaklık” etmek demektir.

ADİL DÜZEN”i ilmî bir şekilde kritik etme ve değerlendirme, değerlendirdikten sonra da uygulama merhalesine geçme ise esaretten kurtulma demektir; hem de sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın ve bütün insanlığın esaretten kurtulması demektir.

Reçete hazır:

Üstün olduğumuz zenginlik hazır;

Gerisi yani reçeteyi ve hazineyi değerlendirmek size/bize kalmış.

Değerlendiren ve çalışanlar kazanır, diğerleri yani değerlendirmeyenler kaybeder.

 

 

***

 

 

 

 

İşsizlik, İzmir ve IMF

Reşat Nuri EROL

12.01.2010

İşsizlik ile ilgili ülkemizdeki yüzde rakamlarını vermeyi artık sevimsiz ve gereksiz görür oldum. Ülkemizde öylesine yaygın bir işsizlik var ki, bundan etkilenmeyen aile yok gibi. Nüfusumuz 75 milyon. Birkaç milyon iş gücümüz yurt dışında.

Peki, ülkemizde kalan çalışan, çalışabilen, iş bulabilenimiz kaç milyon?

Bir de o çalışanların veya çalışıyor gibi görünenlerin yüzde kaçı gerçekten çalışıyor ve her saat, her gün, her hafta, her ay bir şeyler üretebiliyor?

Gizli işsizlerimizi, artık iş aramaktan yorulup arayışını durduran hiç iş bulamayanlarımızı, evlerde heba olan âtıl kadın iş gücümüzü, 25 yaşına kadar okullarda okuyorum diye çalışmayıp üretmeyenlerimizi, erken emeklilik cenneti ülkemizde erken emekli olduktan sonra evlerde, kahve köşelerinde ve sokaklarda aylaklık yapıp emekli maaşlarının artırılmasını bekleyenlerimizi bilmem tekrar hatırlatmama gerek var mı?

Bu köşede bu gibi hatırlatmaları -elbette zaman zaman ‘işsizliğe çözüm reçeteleri’ ile birlikte-çok yaptım; bugün bir kere daha hatırlamış ve hatırlatmış oluyorum.

Bu hatırlama ve hatırlatmanın faydası olur mu?

Neden olmasın?

Âyet ne diyor:

“Sen zikret/ sen hatırlat! Hatırlatma mü’minlere fayda verir.”

***

Bu konuyu hatırlamama ve ilgililer başta olmak üzere size hatırlatmama bugünkü (11.1.2010) Millî Gazete sebep oldu.

Bugün yayımlanan köşe yazımın başlığı şöyle:

BİZİM ÜSTÜNLÜĞÜMÜZ NEREDE?

Hemen yanıbaşında kocaman puntolarla bir haber, daha doğrusu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’den itiraf:

İşsizlik rakamları buzdağının görünen kısmı!

Okumadıysanız, haberin detaylarını gazeteden veya internetten okumanızı tavsiye ederim. Kısa bir ayrıntı: Türkiye’deki işsizliğin görünen kısımdan ibaret olmadığını belirten Dinçer, temel problem olan işsizliğin yüzde 13,4’lük orandan ibaret olmadığını ifade etmiş ve demiş ki: “Hakikaten bizim ülkemizin en temel sorunu olarak baktığımızda karşımıza işsizlik meselesi geliyor.”

Biz bu gerçeği hep hatırlatıyoruz ama bakanın itiraf etmesi önemli.

İtirafın yapıldığı şehir ve yer de çok önemli.

Şehir: İzmir.

Yer: Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Meclisi.

***

İzmir 53 yıllık memleketim, ömrümün yarısı bu şehirde geçti, şehri her yönüyle iyi tanıdığımı zannediyorum. 21 yıldan beri İstanbul’dayım ama İzmir’i her yönüyle hâlâ takip ediyorum. Çünkü anne baba başta olmak üzere, yakın akrabalarımın çoğunluğu bu şehirde.

Türkiye’nin nüfus olarak üçüncü büyük kenti İzmir, artık önceki yıllarda ve mazideki geniş zamanlarda var olan özellikle ekonomik gücünü yitirmiş durumda.

İzmir’de yaşayan yakınlarımdan, akrabalarımdan, arkadaşlarımdan, tanıdıklarımdan ve şehrin genel durumundan biliyorum; İzmir’in bir numaralı problemi işsizlik!

Ege gibi ülkemizin en verimli bölgesinin başkenti İzmir böyleyse; özellikle işsizlik açısından varın Türkiye’nin diğer bölgelerini ve şehirlerini siz mukayese edin ve düşünün…

***

Yazımı yazmaya başladığımda, sadece işsizlik konusunu değil, IMF konusunu da yazmayı planlamış, başlığını da ‘İşsizlik ve IMF’ diye koymuştum.

Ama bugünkü yerim doldu, bir başka yazıda IMF’yi daha detaylı yazarım inşaallah.

Böyle düşünüp planlamamın sebebi; bugünkü Millî Gazete’nin diğer ekonomi sayfasındaki baş haber IMF ile ilgili.

MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan diyor ki:

IMF’ye ihtiyaç yok, IMF ile anlaşma gereksiz.  

Dikkat:

Hükümet’e bu uyarıyı yapan MÜSİAD Genel Başkanı Vardan!

 

 

***

 

 

 

 

Neler oldu, neler olacak?

Reşat Nuri EROL

16.01.2010

Neler olacak, neler!

İçinde yaşamakta olduğumuz bu çetin dönemde çok önemli şeyler olacak.

Gelişmeler bunun habercisi.

Dünya var olduğundan beri değişmeyen tek şey ‘değişim’dir.

Her şey, çok şey değişecek ve bu değişime ayak uyduranlar var olmaya devam ederken; değişime karşı direnenler veya en azından ayak sürüyenler telef olacak.

‘Neler olacağını nerden biliyorsun?’ diye soranlara cevabım:

Geçmişten biliyorum!

On yıl, yüz yıl, bin yıl, beş bin yıl öncesinde olanlara baktığımda; bugün, yarın ve gelecekte neler olabilecekleri görebiliyorum.

Nitekim bu köşedeki yazılarımın müdavimleri, zaman zaman bu tür yazılarımla karşılaştıklarını hatırlayacaklardır.

En azından şöyle: Bir meseleyi tesbit ve teşhis yönleriyle ele aldıktan sonra; çözüm ve tedavi reçetesi olarak olması gerekenleri ve elbete gelecekte olacakları da hep hatırlattığımı, hatırlayacaklardır.

Bugün de öyle bir şey yapalım ve düşünelim bakalım.

Neler oldu; neler oluyor ve daha neler olacak?

***

Avrupa’da beş asır önce neler oldu?

Avrupa “toprak kapitalizmi”nden kent yaşamına geçmeye başlamış, böylece “kent kapitalizmi”ne giden yolda ilk adımlar atılmıştı.

Haçlı Seferleri sonrasında ve sayesinde deniz kıyılarında ticaretle zenginleşen kasabalar kurulmuştu. Hep ticaretin içinde olan Yahudiler bu dönemden itibaren zenginleşmeye başladılar. Avrupa onlara karşı en ağır baskıları uygulamaya başlayınca, İspanya Yahudileri Osmanlı topraklarına yani Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar...

Bu arada sermaye terakümü/birikimi gerçekleşti, zamanla sermaye iyice güçlendi ve beş asır içinde tüm dünyaya hâkim olurken; o sermayeye de Yahudiler hâkim oldu!

İşte o Yahudiler bugün bütün dünyayı yönetme hakkının kendilerinde olduğuna inanıyor ve bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Sahip oldukları “karşılıksız kâğıt para” ile “dünya tek devleti”ni kuracaklarını zannediyorlar. Bu hayallerine engel olarak da, başta İslâmiyet olmak üzere diğer dinleri görüyor ve öyle olunca da onları yok etmeye çalışıyorlar.

Düşündüklerini gerçekleştirmeleri mümkün olabilir mi?

Allah ve O’nun yeryüzündeki halifesi halk olmasa, mümkün olabilirdi.

Ama Allah var, halk var; bundan dolayı bu hayalin gerçekleşmesi mümkün değildir.

***

Millî Görüş gömleğini çıkarmış olsalar da; bugünkü Türkiye’de o ekolden gelenler iktidardadır ve son dışişleri krizlerinde yaşananda görüldüğü üzere, bugünkü İsrail ile onlar mücadele ediyorlar...

Papa ve kilise, yani dindarlık Avrupa’da etkin hâle gelmiştir...

ABD’de bir Müslüman zencinin oğlu Hüseyin Barack Obama başkan olmuştur...

Dünyanın hemen her yerde Yahudi emperyalizmine karşı direnme vardır; başarıya doğru gidiliyor…

Bu gelişmelere rağmen; şimdilik bütün dünyanın finans ekonomisi tamamen Yahudilerin ellerindedir. Türkiye’de sayıları binde birler civarındadır, ama Türk ekonomisinin yüzde sekseni onların yönetimindedir. Dünyada da Türkiye’dekine benzer aynı finans güçleri vardır. Kolay kolay teslim olacağa benzemiyorlar. Görünürde mağlup da edilemezler. Cengiz Çandar gibiler Yahudilerin bu gücünü yakinen bildikleri için bu mücadelede birbuçuk milyarlık İslâm âleminin soykırıma uğrayacağı kanaatindedirler.

Savaşın kolay kazanılacağı saflıktır.

Sancısız ve kansız doğum olamaz.

Sömürü sermayesi ile halk sermayesi ve işletmeleri arasında çetin savaşlar olacaktır.

Tekel sömürü sermayesi şimdilik belirli hedeflere yönelmiştir, onları bertaraf etmeye çalışmaktadır.

Ama başarılı olamayacak ve en sonunda mağlup olacaktır.

‘Mağlup olacağını nereden biliyorsun?’ diye soranlara ne demiştik:

Allah, O’nun halifesi halk var ve bugüne kadar bu gücü yenebilen çıkmadı.

Bugünlük bu kadar ama neler olacağına dair bu yazının devamı olabilir; olacak...

 

 

***

 

 

 

 

Mücadele devam ediyor…

Reşat Nuri EROL

19.01.2010

Sömürü sermayesi ile halk sermayesi arasındaki mücadelenin pek çetin geçeceğini, bundan önceki yazımızda hatırlatmıştık. Evet, çatışma çetin geçecek; nitekim öyle de oluyor.

Ekonomik krizlerin tamamına yakını, biraz da bu iki güç arasındaki çatışmadan ve denge arayışlarından kaynaklanmıyor mu? Kimilerinin, sömürü sermayesine karşı mücadelenin veya savaşın kolay kazanılacağı düşüncesi, ‘enayilik’ anlamında saflıktır.

Tekel sömürü sermayesi gözüne kestirdiği ve kendisine karşı engel gibi gördüğü halkın lehine olan bütün gelişmelere karşı elinden geleni esirgemeyecektir.

Ülkemizde ve dünyada halkın yararına gibi görünen her şeye karşı çıkacak ve binbir entrika ile engellemeye çalışacaktır.

Ülkemizdeki halk işletmeleri ve halk holdingleri hep sermayenin hedef tahtasında oldu.

AK Parti iktidarının halkın yararına olan bütün çalışmalarını hep engellemeye çalıştığı gibi; hükümeti bugünlerde tekrar IMF bataklığına sürükleme mücadelesi vermektedir…

Dünyadaki, Çin’deki, Avrupa’daki, Amerika’daki ve ülkemizdeki bütün gelişmeleri takip ederken; daima tekel sömürü sermayesi penceresinden bakıyormuşçasına değerlendirmeler yaparsanız daha gerçekçi ve sağlıklı sonuçlara ulaşırsınız.

Mesela, ABD Başkanı Obama’nın başkan olmadan önce, başkan olduktan sonraki ilk dönemi ve bugünkü söylemlerini ve yaptıklarını şöyle bir düşünürseniz, ne demek istediğim daha iyi ve daha kolay anlaşılır.

Bunu anladıysanız; o zaman ülkemizdeki iktidarın özellikle IMF baskıları karşısındaki yalpalamalarını da anlarsınız.

‘IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız’ söylemlerinin ardından, yeniden ve yeni baştan ‘yeni IMF anlaşmaları’ yapacak hâle geldiysek; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

IMF ile anlaşıyorsanız, Davos’a gitmeyişiniz ne ki?!.

***

Mücadele, çatışma, savaş sürüyor…

Başka istiklâller gibi ekonomik istiklâl ve istikrar de kolay elde edilemiyor…

Her şeyin bir bedeli var ve halkımız bunun bedelini ağır, hem de maalesef çok ağır bir şekilde ödüyor…

Tekel sömürü sermayesi şimdilik kimlerle mücadele ediyorsa, elbete ilk hedefi onlardır ve onların sermaye karşısında galip gelecekleri söylenemez.

Türkiye’deki halk kuruluşları şimdilik sinmiş durumdadırlar...

AK Parti bir sele kapılmış, gidiyor; neler olduğundan bile haberi yok...  

Papalık gerçekleri görmüştür ama bu çıkmaza karşı çıkar yolu hâlâ bulamamış...

Obama ise daha kendine gelmiş değil; hangi oyunlarla karşılaşacağından habersiz…

Öcalan’ın tesliminden günümüze kadar yaşananlar…

Açılımdan sonra 7 şehit...

DTP’nin PKK’lıları davul zurna ile karşılaması…

Bunlar, bu gelişmeler ve benzerleri hep tekel sömürü sermayesinin tertipleridir.

Herkes şuursuzca yazılan senaryoya göre oyununu oynuyor.

Millî olmayan medyanın dolduruşu ile kinlenen halk kılıçları çekmek üzere beklerken; cahil ve gafil yöneticiler olaylara/yangına benzinle gidip söndürmeye çalışıyorlar!

***

Hâsılı, tekel sömürü sermayesi gücünü göstermekte, gücünü sınamakta, teslim olmamakta ve sonuna kadar mücadelesini vermekte...

Ülkemizdeki diğer oyunlar ve çatışmalar yetmiyormuşçasına, şimdi de iktidar ile asker karşı karşıya getirmeye çalışılmakta…

Sermaye tarafından senaryolar yazdırılmakta, yazılanlar sahnelemekte…

Ne zamana kadar?

Ne zamana kadarın cevabını şöyle verelim.

Bütün bu olanlara üzüldüğümüz kadar, şu gerçeği de apaçık anlıyoruz: İlmî çalışmalarımızın bize sunduğu sonuçlar tesbit ve teşhislerimizin doğruluğunu kanıtlarken, aynı zamanda tedavi ve çözüm reçetelerimizin doğruluğunu da ispatlıyor. Gelişmelerdeki tek sevindirici şey budur ve bunda dolayı da önümüzü aydınlık olarak görüyoruz…

Velhâsıl, sürüp giden ve devam eden bu mücadelenin sonunda “ADİL DÜZEN ve ADİL EKONOMİK DÜZEN” mutlaka gelecek, sermaye feci bir darbe ile ortadan kalkacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

ASKON’da bakan ile ekonomi sohbeti

Reşat Nuri EROL

11.01.2010

Bu yazının başlığı “ASKON’da Sanayi ve Ticaret Bakanı ile sabah kahvaltısı ve ekonomi sohbeti” olmalıydı ama, uzun bir başlık olacağı için yukarıdaki başlığı tercih ettim.

ASKON (Anadolu Aslanları İşadamları Derneği) Genel Başkanı Mustafa Koca söyledi; ASKON kurulduğundan beri ilk defa sabah kahvaltısı vaktinde böyle bir toplantı organize etmişler.

İstanbul trafiği düşünüldüğünde; iyi ki bu vakitte düzenlemişler, çünkü sabahın o erken vaktinde varmamız gereken ASKON genel merkezine kolayca ulaştık...

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün ile geçen ay ortasında üç gün, iki Balkan ülkesi (Arnavutluk ve Karadağ) ziyaretinde birlikteydik.

Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında gerçekleştirilen bu geziye üç bakan katıldı. Gezi esnasında cumhurbaşkanı ve diğer iki bakanla özel olarak görüşebildiğim halde; Sanayi Ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün ile özel olarak görüşememiş, her seferinde sadece selamlaşmıştım.

Pazar günkü kahvaltılı sohbette de önce selamlaştım, sonra uzun uzun kendisini dinledik...  

Uzunca bir konuşma…

Ardından sorular ve cevaplar…

Sonda yazacağımı, başta, burada yazayım:

Sorulan 10-12 önemli soruya cevap veren Sanayi ve Ticaret Bakanı, sıra benim kısacık yazılı soruma gelince; cevap vermek yerine, soruyu “ADALET” kelimesi etrafında biraz dolandırarak geçiştiriverdi ve bu geçiştirme salonda uğultulu gülüşmelere sebebiyet verdi. Bakan cevap sadedinde birkaç kelime söylerken, benimle aynı masayı paylaşan dostum dayanamayıp mırıldandı: Bakan bey başka şeyleri değil ama siyaseti iyi öğrenmiş!

Sorumu siz de merak etmişsinizdir, şöyle:

-“ADİL EKONOMİK DÜZEN”den yararlanmayı düşünüyor musunuz?  

Partisinin adı “Adalet ve Kalkınma Partisi” olan yedi yıllık iktidarın Sanayi ve Ticaret Bakanı’nın kısacık cevabı da şöyle:

-Bu sorunun cevabı uzun sürer!?.

Bu kadar! Böyle dedi, kısa kesti; yani kestirip attı!

***

Bir İstanbul sabahında…

ASKON merkezinin salonunda…

Sanayi ve Ticaret Bakanı’nı dinliyoruz…

Adalet ve Kalkınma Partisi yedi-sekiz yıldır iktidarda…

Adalet, anayasa, hukuk ve genel yönetim nerelerde, hangi seviyelerde?!.

Kalkınma, sanayi, ticaret, ekonomi, işsizlik, borçlar, IMF politikaları vs nerede?!.

***

Aslında Sayın Bakan konuştukça, sorulara cevap verdikçe; ‘yorumlayarak’ sizinle de paylaşmayı düşündüğüm pek çok notlar almıştım.

Konuşulanları kısmen medyadan, özellikle de Millî Gazete’nin dünkü ekonomi sayfasından takip etmişsinizdir.

Bazı farklı detayları da tuttuğum notlara yorum katarak yazmayı planlıyordum ki; sabah sohbetinin sonuna doğru sıra benim sorumun cevabını almaya gelince, şok oldum!

Millî Görüş gömleklerini çıkarmış olsalar da; sonuç itibariyle ASKON’daydık, biz bizeydik, aramızda yabancı yoktu!

Daha samimi, daha sıcak, daha doyurucu ve ümit vadeden bir cevap bekliyordum…

Olmadı!

Şunu anladım: “Adalet”in, “Kalkınma”nın, “ADİL DÜZEN”in, “ADİL EKONOMİK DÜZEN”in vakti henüz gelmemiş…

Demek ki umutlar başka bir baharda, başka bir iktidarda…

Bunun üzerine ASKON’un hazırladığı “ABD Krizine Türkiye’de Direnmek” kitapçığına sarıldım.

Kitabın sonunda şöyle bir özel tavsiye var:

Krizi hafife almayın, gereğinden fazla da büyütmeyin.

Bakanı iki saat dinledikten sonra, şöyle bir sonuca vardım:

Hükümeti/iktidarı hafife almayın, gereğinden fazla da büyütmeyin.

Mesajım herkese…

 

 

***

 

 

 

 

Yeni kriz/ler geliyor; hep gelecek!

Reşat Nuri EROL

12.01.2010

ASKON’un hazırladığı kriz kitabı elimde; dikkatlice okuyorum…

Kitabın adı:

ABD KRİZİNE TÜRKİYE’DE DİRENMEK.

Kitap beş bölümden oluşuyor:

-Krizi tanımak…

-Krizin dünyaya yayılma yolları ve kabiliyeti…

-Türkiye’nin kriz algılaması

-Krizde yapılması gerekenler; Hükümetin, STK’ların, şirketlerin, bireylerin/halkın yapması gerekenler…

-Krizden çıkış…

Kitaptaki konular üzerinde ayrıca duracağım.

Kitabın tesbit ve teşhis bölümleri ile tedavi bölümü (krizde yapılması gerekenler) denilebilecek kısmına epeyce yer verilmiş.

“Krizden çıkış” bölümü ise sadece yarım sayfacık ve bu bölüm özel bir tavsiye cümlesi ile bitiyor:

KRİZİ HAFİFE ALMAYIN, GEREĞİNDEN FAZLA DA BÜYÜTMEYİN!

***

Bugünlerde bütün Türkiye’de havalar bozuldu!

Mevsim kış” havanın bozulması normaldir diyorsanız; ben de derim ki:

Dünya ve ülke düzeni “zalim düzen” üzerine bina edilmişse; kriz, hep kriz, daima kriz olması normaldir!

Bu vahşi ve zalim düzende hep kriz oluyor ve bundan sonra da olacaksa; kriz bitiyor gibi olsa bile yeni kriz/ler hortlayacaktır!

Kriz/ler ne zamana kadar hep hortlayacaktır?

Dünyaya ve ülkemize “Adil Düzen” ile “Adil Ekonomik Düzen” gelinceye kadar kriz/ler hep yeniden gelecek, hep hortlayacak, hep hortlamaya devam edecektir...

***

Hava bozulacağı zaman nasıl gökte kararmalar olursa, insan hastalanmadan önce nasıl üşümeye başlarsa; bir toplulukta da krizler oluşacağı zaman belirtiler ortaya çıkar.

Bundan önceki dönemlerde dünyada kriz olduğu zaman Türkiye’de kriz olmazdı, hattâ kriz belirtileri bile olmazdı; ayrıca dünyada kriz olsa bile Türkiye krizden hemen hemen hiç etkilenmezdi.

Türkiye ekonomisi ve tarımıyla kendi kendine yeten ve kendi yağıyla kavrulan bir ülke konumundaydı.

Ama şimdi durum değişti, dünya küçüldü ve Türkiye de küçülen bu dünyaya iyice entegre oldu.

Şimdi ihracatımızla ve ihracat miktarımızla öğünür olduk ya; ihracat yaptığımız ülkeler hapşırınca biz nezle/grip oluyoruz, yani onların krizlerine yakalanıyoruz!

***

Gelmekte olan yeni bir krizin belirtileri nelerdir?

-Her şeyden önce toplu taşımacılıkta bir seyrelme olur, otobüs ve minibüsler dolmadan gidip gelmeye başlar...

-İşyerleri işçileri önce sigortadan ve dolayısıyla vergiden çıkarırlar; daha da zor durumdaysalar bazı işçilerin işlerine son vermeye başlarlar...

-Çalışanlar çalışmakta oldukları işyerlerinden ve çalışma şartlarından memnun olmazlar, her çalışan kişi alenen veya gizli gizli yeni işyeri aramaya başlar...

-Kırda, köyde, taşrada yaşamak kent yaşamından daha ucuz ve daha rahat olmaya başlar, kente göç durur; hattâ göç tersine göçe dönüşür ve kentten köye dönüşler başlar...

Bunların dışında; elektrik ve doğalgaz sarfiyatı azalır, telefonlaşma ve haberleşmedeki sıklık azalır, petrol ve diğer enerji kaynaklarının sarfiyatı düşer...

Pahalılık ve enflasyon olmaz ama satışlar da yeterince gerçekleşmez, esnaf siftahsız günler geçirmeye başlar...

İşte bu gibi belirtileri incelediğinizde, o ülkeye “yeni bir kriz” geliyor mu gelmiyor mu, bilirsiniz. Yukarıda sıraladığım maddeleri bir daha okuyun, bir daha düşünün ve şu soruma cevap verin: Ne dersiniz, ülkemizde de, Türkiye’de de “yeni kriz” belirtileri var mı?

‘Sen yukarıda zaten Türkiye’yi anlatmışsın’ diyorsanız; anlaştık, mesele yok!  

***

ANADOLU EKONOMİ KONFERANSLARI 23 Ocak Cumartesi günü başlıyor…

Konu: FARKLI ÇÖZÜM: EKONOMİ; Konuşmacı: Prof. Dr. Numan KURTULMUŞ, Yer: Cevahir Kongre Merkezi / İst. Saat: 11.00

Konu: EKONOMİK KRİZ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ; Konuşmacı: Reşat Nuri EROL, Yer: Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu / Çorlu, Saat: 19.30

 

 

***

 

 

 

 

Gerçek ekonomik kriz gelmeden

Reşat Nuri EROL

13.01.2010

Ekonomik kriz/ler meselesini irdelemeye devam ediyoruz…

Bundan önce dünyada ekonomik kriz/ler olurken Türkiye’de hemen hemen hiçbir kriz belirtisi yoktu. Millî olmayan medyanın kışkırtmaları dışında sıkıntı görülmüyordu.

Bugün de henüz gerçek anlamda bir ekonomik krize girmiş değiliz. Halkın konuşmaları ve şikâyetleri henüz gerçek kriz dönemini Türkiye’ye getirmemiştir.

Bununla beraber -özellikle son bir iki yıldan beri- içten içe, yavaş yavaş ve sessizce gerçek ekonomik kriz gelmeye başlamıştır.

Önceki dönemlerle mukayese edildiğinde, artık çevrenizde gerçekten işsiz insanlar görürsünüz. İstihdam azalmaya başlamıştır. Trafikte hafif bir rahatlama vardır, çünkü insanlar eskisi kadar seyahat etmiyor veya edemiyorlar. Yapılan zamlar sebebiyle elektrik, su, doğalgaz, telefon vs faturaları artsa bile; aslında durum hiç de artma yönünde değil, aksine her alanda tasarruf sebebiyle daha az tüketime doğru gitmektedir.

Enerji başta olmak zere ana üretim girdilerinde azalma ve daralma varsa, üretimde de azalma ve daralma vardır demektir.

Üretilen mallar da eskisi kadar satılamamakta, pek çok sektörde esnaf sabah açtığı kepenklerini akşam siftah yapamadan kapatmak zorunda kalmaktadır.

İşte bu gibi durumlar yavaş yavaş kendisini yaygın bir şekilde hissettirmekte ve gerçek ekonomik krizin ön belirtileri ortaya çıkmaktadır.

***

Birden ve aniden gelen krizler yine geldikleri gibi birden gidiverirler.

Kısa vadeli ekonomik krizlere topluluklar daha kolay mukavemet eder ve kolaylıkla atlatıverirler.

Aslolan uzun vadeli krizlere yakalanmak ve yakalanıldığında da mukavemet edebilmektir.

Türkiye elli-almış yıldan beri sanayileşmekte olmasına rağmen, henüz tam olarak sanayileşmemiş bir ülkedir. Bundan dolayı sanayileşmiş ülkelere nisbetle daha uzun müddet ekonomik krizlere dayanabilmektedir. Bu durum kısa vadeli ekonomik krizler için geçerlidir. Ne var ki yavaş yavaş, sessiz, derinden ve daha etkili gelen ekonomik krizlerin gitmesi de o derece zor olur ve gelmesi uzun zaman sürdüğü gibi gitmesi de uzun zaman alır.

Yavaş, sessiz derinden gelen ekonomik krizlerin iyi tarafı; böyle sesiz ve yavaş gelen krizlere karşı tedbir almak daha kolaydır. Bu tür ekonomik krizlerin gelmekte olduğunu hissettikten sonra hazırlıklarınızı ona göre yaparsınız, çünkü tedbir alacağınız vaktiniz vardır. Tedbir alırsınız ve olabildiğince krizlerin etkilerini önlersiniz.

Ama krizlere karşı gerekli tedbirleri zamanında almaz da ekonomik hastalıkların artmasına izin verirseniz; işte o zaman krizlerin bünyedeki tahribi o kadar fazla olur ki, artık onu tedavi emeniz çok zor olabilir. Hele bunu fark eden düşmanlarınız o sıkıntılı döneminizde size karşı saldırıya geçerlerse, mukavemetinizin zayıflığı sebebiyle devletiniz bile yıkılır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin yıkılması böyle olmuştur.

***

Ne demek istediğimizi bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Mesela, dış borçlar normal zamanlarda zorlanmadan ödenir. Çünkü borç verenler size o kadar borç verirler ki, siz o borcunuzun faizini ve anaparasını ödeyebilesiniz. Ama ekonomik kriz zamanlarında dış borçları ödeyemez duruma düşersiniz. Dış güçler şayet sizi yaşatmak istiyorlarsa borçlarınızı uzatırlar, ertelerler, ötelerler; ayrıca size destek olmak ve sizi ayakta tutmak amacıyla faizleri düşürürler, hattâ tamamen silerler. Artık düşmanlarınızın merhameti ile yaşarsınız. Süt veren hasta ineği tedavi ederler, altın yumurtlayan tavuğu kesmezler, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezler. Ama ineğin süt veremeyeceğini anlarlarsa veya bazı sebeplerle ineğin etlerine ihtiyaçları olursa; hiç acımadan o ineği keserler veya o tavuğun kellesini uçururlar!

İşte, borçlu bir ülkenin alacaklılar karşısındaki durumu budur.

Gerçek ekonomik krize girildiğinde çoğu zaman o inek kesilip eti paylaşılır!

Hele Türkiye gibi coğrafi durumu merkezî bir konumda olan bir ülke için tehlike daha da büyüktür. Bundan dolayı gerçek ekonomik kriz gelmeden gerekli tedbirler alınmalıdır.

 

 

***

 

 

 

 

Kriz: Başka Türkiye yok!

Reşat Nuri EROL

24.01.2010

Bundan önceki iki yazımızda ne dedik?

Yeni kriz/ler geliyor; hep gelecek!” dedik ve gerçek krizleri anlattık…

Gerçek ekonomik kriz gelmeden” dedik ve anlatılması gerekenleri anlattık…

Demek ki vahşi kapitalizm ve diğer izm/ler (komünizm, sosyalizm, liberalizm) sadece ekonomik kriz üretiyorlar.

Biz de bugünkü bâtıl Batı dünyasına ve onun “zalim düzeni”ne iyice entegre olduğumuza göre; hep hatırlattığımız üzere, ülkemize “ADİL DÜZEN ile ADİL EKONOMİK DÜZEN” gelinceye kadar, şimdiki gibi sadece “geçici ekonomik krizlere” değil, çok daha etkili, daha gerçekçi ve daha “kalıcı ekonomik krizlere” duçar olacağız demektir.

Bu kalıcı krizlerin ne gibi tahribatlar yapacağını veya yapabileceğini ise sadece Allah bilir.

Ancak, bizim kırk yıllık ilmî çalışmalarımızdan ve insanlık tarihindeki verilerden biliyoruz ki; birçok devletin ömrü bu gibi “kalıcı ekonomik krizlerle” sona ermiştir.

Alınması gereken tedbirler alınmaz, yapılması gerekenler vaktinde yapılmazsa; Osmanlı Devleti’nin başına gelenler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına da gelir.

***

Bu durumda hükümet ve ekonomiden sorumlu bakanlar bize kulak vermelidir.

Biz şimdi de “kalıcı bir ekonomik krizin” yavaş yavaş sinsi sinsi, derinden ve geçmiştekilerine nisbetle daha etkili bir şekilde gelmekte olduğunu haber veriyoruz.

Bunu bugünkü resmî kuruluşlar haber vermez, veremez.

Neden veremez?

Veremez, çünkü onların elinde bunu ölçecek araçları ve ilmî alt yapıları yoktur.

Biz ise hep hatırlattığımız veriler sayesinde biliyor ve haber veriyoruz.

Kriz etkili ve kalıcı işsizlikle başlar...

Halk elindeki eski birikimlerle krizden bir müddet etkilenmez, hazır yiyerek yaşar...

Sonra, bir gün eldeki her şey biter ve birden bire çöküş olur!

Araba stop eder!

Öylesine stop eder ki, artık onu bir daha kaldıramazsınız!

***

Bundan dolayı gerekli ekonomik tedbirleri almaya başlamalısınız.

Bunun için:

-IMF ile anlaşma yapmayınız… Türk Lirasını basıp işletmelere üretim karşılığı “faizsiz kredi” olarak veriniz ve biliniz ki; bu uygulama “enflasyon” yapmaz, aksine artan para kadar mal artmış olur, fiyatlar değişmez, ekonomi canlanır...

-İşletmeler üzerindeki mâli denetimi gevşek tutmaya devam ediniz... İşletmeleri vergiye ezdirmeyiniz... Faizsiz krediyi işletmelerin ödediği vergi ile orantılı tutunuz, böylece herkes için kendi beyanına göre vergi ödeme imkanını sağlayınız...

-Tüm borç ve alacaklarda cebrî icraları kaldırınız... Borçlarını ödeyemeyenlerin kredilerini kesiniz, böylece vergisini ödeyen işletmelerin önünü açınız... Vergi ödeyemeyenler de o işletmelerin işçisi olsun, böylece herkes iş bulmuş olur...

-KİT’leri “özelleştirme” adı altında sömürü sermayesine peşkeş çekmeyiniz, “özerkleştiriniz” ve özerk halk ekonomisi vakıf kuruluşlarına dönüştürünüz...

Bu özerk vakıf KİT’ler:  

1) Yeni teknoloji üretimlerini yapsın.

2) Çırak-usta ilişkilerini düzenleyip geliştirsin.

3) Küçük sanayii taşraya götürsün ve yaygınlaştırsın.

4) İşletmelerin genel hizmetlerini yapan kooperatifleri kursun.

***

Hatırlatmak ve uyarmak bizden;

Yapılması gerekenleri yapmak ve uygulamak sizden...

Bu hususta Millî Güvenlik Kurulu da gerekli hatırlatmaları yapmalıdır.

İyi bilelim ki;

Bu millet ve bu ülke bizim,

Türkiye bizim ve başka Türkiye yok!

 

 

***

 

 

 

 

Konferans, Kar, Kriz ve Tufan

Reşat Nuri EROL

15.01.2010

Çorlu’daki “Ekonomik Kriz ve Çözüm Önerileri” konferansı için haftalardan beri hazırlıklar yapıyorduk.

Kasım ayında SP Çorlu Gençlik Kolları Başkanı Mustafa Dağdeviren’den bir davet almıştım: Reşat bey, Çorlu Saadet Partisi Gençlik Kolları Başkanlığı görevini ifa etmeye çalışmaktayım. Halkımızı partimize üye yapma çalışmalarımızda ortak bir cümle açığa çıkıyor; BİZ EKMEK PARTİSİNDENİZ… Bu noktadan hareketle Millî Görüş’ün ekmeğe dair politikalarını EKONOMİK KRİZE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ adı altında bir konferansla açıklamak istiyoruz. Zatı alinizin uzmanlık alanı olan bu konuda konuşma yapmak için davet etsek…”

Kasım ayında yayımlanan “Ekmek Partisi-1-2” yazılarımı da bu vesileyle yazmıştım.

Konferans için gerekli hazırlıklar tamamlandı, Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu tutuldu, ilanlar bastırılıp dağıtıldı, konferans 23 Ocak 2010 Cumartesi günü yapılsın diye kararlaştırıldı ama bir şey hesapta yoktu: KAR!

Şiddetli kar yağışı bütün hazırlıkları alt üst etti, ne yapacağımızı şaşırdık!

Ben kendime göre hazırlığımı yapmış, yol arkadaşımı ayarlamıştım; birlikte SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un “Fark Var: Ekonomi” konferansını dinleyip Çorlu’ya gidecektik. Kar sebebiyle önce o programı iptal ettik ve bir gün öncesinde Çorlu’ya gitmeyi düşündüm, o da olmadı!

Sonunda SP Çorlu icrası toplanmış, Gençlik Başkanı Mustafa Dağdeviren, ‘Biz bu kadar hazırlık yaptık, bu konferans yapılacak!’ demiş. SP Çorlu İlçe Başkanı İsmail Hakkı Akyol aradı, değişik alternatifleri konuştuk ve ‘Otobüsle gelmeyi deneyeyim’ dedim.

Otobüs firmasında biletimi alıp servise bindiğimde, servis şoförü otobüslerin Silivri taraflarında sıkıntı çektiğini, bazı yolcuların gitmeye cesaret edemeyip Esenler Otogarı’ndan geri döndüklerini söyledi!

Çorlu Başkanı İsmail beyi aradım ve Allah’a tevekkül edip gelmeye çalışacağımı söyledim. Velhasıl, diğer detayları anlatmayım, sonunda Çorlu’ya ulaştım.

İstanbul-Çorlu arası yakındır ve ulaşımı kolaydır, ama şiddetli kar yağınca ulaşım zorlaştı. Daha da zorlaşabilir veya imkânsız hâle gelebilirdi.

Nitekim AK Parti, aynı gün ve aynı saatte, Hasan Celal Güzel’e verdireceği konferansı iptal ettirmiş.

Bizim gençler ise; ‘Biz Millî Görüşçüyüz, bu karda beşbin davetiye dağıttık, bu konferans yapılacak!’ demişler.

İlçe başkanımız ve bendenize de bu talebe ve iradeye uymak düştü.

Kar yağışı sebebiyle konferans salonunun ancak yarısı doldu.

Gelenlerle çok çok samimi bir toplantı yaptık, dertleştik, memleket meselelerini konuştuk. Konu “Ekonomik Kriz ve Çözüm Önerileri” olunca; yağan şiddetli “KAR” vesilesiyle konuyu biraz daha açtım ve sözü önce gelmekte olan asıl “BÜYÜK KRİZ”e; sonra -bu köşede zaman zaman hatırlattığım- “SOSYAL TUFAN”a getirdim.

Kriz, krizler, büyükleri ve küçükleri ile “KRİZLER” bir yana; biz yıllardan beri dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî hayatımızın her alanında “TUFANLAR” yaşamıyor muyuz? Bu tufanların tamamına biz “SOSYAL TUFAN” demiyor muyuz? Bunların tek çare ve çözümü, Erbakan Hocamızın da her vesileyle hatırlatıp vurguladığı üzere “ADİL DÜZEN GEMİSİ” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN” değil midir?

Konferanstan önce beş saat, konferanstan sonra gecenin geç vakitlerine kadar ve ertesi gün tekrar bir araya geldiğimizde hep bunları konuştuk...

Çorlu deyip geçmeyin.

Nüfusu Anadolu’daki 50-60 ilimizden daha büyük.

Çorlu’da 700 fabrika var. Bazı iş kollarında, esnaf arasında ve müteahhitlerde son birkaç aydan beri önemli ekonomik sıkıntılar varmış ve bu sıkıntılar devam ediyormuş. İstanbul’da değişik sektörlerde bu sıkıntılar varsa, Çorluluların aynı zamanda “Küçük İstanbul” dedikleri Çorlu’da da aynı sıkıntıların var olması gayet normal.

Ekonomik krizin sona ermesi bir yana, son birkaç yazımda yavaş yavaş ve sinsi sinsi, daha derin etkileri olacak olan büyük bir ekonomik krizin gelmekte olduğunu yazdım. Normal kış şartlarına hazırlıklı olduğumuz için ne yapacağımızı biliyoruz; ancak, bugünlerde yağan şiddetli KAR karşısında nasıl bocaladığımızı görüyorsunuz.

Şiddetli KAR ve kış şartlarına nasıl hazırlıklı değilsek, sinsi sinsi gelmekte olan asıl büyük kriz ve tufanlar karşısında hiçbir hazırlığımız yok!

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık çare ve çözüm arıyor - 1

Reşat Nuri EROL

16.01.2010

Yazdığım ve bu köşede yayımlanan son yazımdan sonra, birkaç gündür yazı yazamaz oldum; şiddetli bir gribe yakalandım. Yazı yazamasam bile; birikmiş ve okumam gereken pek çok dosyayı okudum, haftalık seminerlerimizle ilgili hazırlıkları aksatmamaya gayret ettim.

Her şeyin bir bedeli oluyor. Bu karlı ve soğuk havalarda, Çorlu’daki “EKONOMİK SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ” konferansımızı, her şeye rağmen tehir etmeyip gerçekleştirince; bedeli üşütmek, hastalanmak ve grip oldu!..

Bunu şikâyet olsun diye yazmıyorum. Kesinlikle şikâyetçi değilim. Çünkü konferans öncesi, konferans zamanı ve konferans sonrasında o kadar güzel, verimli, bereketli gelişmeler oldu ki; ben kendi adıma söylüyorum, hepsine değdi.

Sözü şuraya getirmek istiyorum.

Her şeyin bir bedeli var ve o bedeli ödenmedikçe, emek verilmedikçe, çalışılmadıkça hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Bu arada tabiat boşluk kabul etmediği için sizin yapmadığınız şeyi bir başkası başka bir şekilde dolduruveriyor.

Aynen “sömürü sermayesi”nin beş asırdır boşluğu doldurduğu gibi.

Demek istediğim o ki; sermayenin sömürüsünden şikâyet edeceğimize, biz bir şeyler yapmalıyız. Yaptığımızı da öylesine dört dörtlük yapmalıyız ki; biricik alternatif biz olmalıyız. Karanlıktan şikâyet edeceğimize, kalkıp biz de bir mum yakmalıyız.

İnsanlık çare ve çözümler arıyorsa, biz de bu çare ve çözüm arayışlarına katılıp katkıda bulunmalıyız.

***

Eskiden ne oluyordu?

Eskiden “büyük sermaye” vardı.

Dünyanın ham maddelerini alıyordu…

Bunları Avrupa fabrikalarına götürüp işletiyordu...

Sonra ürettirdiklerini dünyaya mamul madde olarak satıyordu...

Bu büyük operasyonu gerçekleştirmek için başlangıçta dünyadaki altın ve gümüşü topladı. Para, insanlığın parası sermayenin eline geçti, piyasada para kalmadı, “kriz” doğdu, “ekonomik kriz” oldu!

İnsanlık ilk ekonomik krizle böyle tanıştı; sömürü sermayesi sayesinde tanıştı.

***

Sermaye bu yeni durum karşısında ne yaptı?

Sermaye bu sefer halka altınları verdi, işyerlerini satın aldı.

Ekonomi yeniden canlandı.

Para yine sermayenin eline geçti, ama yine “kriz” başladı, yine “ekonomik kriz” oldu!

Sermaye bunun üzerine “kâğıt para”yı icat etti. Karşılığı olmayan bu kâğıt para sayesinde insanları bedava çalıştırdı...

Kendi bastığı parayı yine kendisi “faiz” olarak geri almak istedi. Parayı geri çekmemek için karşılıksız parayı bastıkça bastı; halkı çalıştırdıkça çalıştırdı…

Bu arada kölelikten beter “işçilik” diye bir şey icat etti.

Ürettiği malı değerinin çok çok üstüne ve pahalı sattı.

Halkın pahalı malları alabilmesi için “faizle borç” verdi.

Bu sefer de yeni bir musibet doğdu, “enflasyon” oldu!

Enflasyon fiyat ve ücret anarşisine sebebiyet verdi.

Keynes anlayışından Fridman anlayışına geçti.

Sonuç:

Yine “krizler”, yine “ekonomik krizler”, yine yeni başarısızlıklar...

Ne zamana kadar?

Çare ve çözümler bulununcaya kadar.

İşte bundan dolayı insanlık çare ve çözüm arıyor…

Bitmedi, aynı konuya devam edeceğim…

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık çare ve çözüm arıyor - 2

Reşat Nuri EROL

30.01.2010

Sömürü sermayesi sömürü çarkını “kapitalizm” üzerine bina etmiş, insanlığı asırlarca bu sistemle sömürmüştür. Yazımın dünkü bölümünde izah ettiğim üzere; bocalama geçirip her seferinde “ekonomik kriz” ve/ya “krizlere” sebebiyet verdikten sonra, vahşi kapitalist zihniyetin başka bir versiyonunu devreye soktu.

Bir müddet de vaziyeti böyle idare etti.

Ancak, her ümmetin, her topluluğun, her sistemin, her zulmün eceli olduğu gibi; bu vahşi sömürgeci sistemin de bir sonu ve eceli olmalıydı. Zulüm ile abad olmak mümkün olmadığına göre, her şey gibi bunun da bir sonu olmalıydı.

Sistem iyice yaşlanıp artık giderek uyanmakta olan insanlığı aldatamayacak durumlara düşünce, kendince çok farklı bir çare ve çözüm üretti; sosyalizm veya komünizm!

Sömürü sermayesi tükenen “vahşi kapitalizm” markası yerine ne yaptı?

Sömürünün yeni versiyonu “sosyalizmi/komünizmi” insanlığa alternatif olarak sundu!

Dünyanın çok geniş bir coğrafyasında ve pek çok ülkede sosyalizm yılları ve komünizm katliamları yaşanmaya başlandı, milyonlarca cana mâl oldu.

İlginçtir, bu sistem kimi İslâm ülkelerinde bile yıllarca uygulanabildi!

İnsanlık, bu vahşi alternatif de çöküp yok oluncaya kadar, geçtiğimiz yüzyılda sosyalizm/komünizmin vahşet dönemini yaşadı…   

Sonuç: Sonunda bu deneme de başarısızlıkla bitti.

Kapitalizmden sonra komünizm/sosyalizm de iflasını ilan etti.

Hâsılı, bugün insanlık çıkmazda, kurtuluş için çare ve çözüm arıyor...

***

Kapitalizm sıfırı tüketmişti ki, komünizmi/sosyalizmi doğurdu.

Bir asır kadar insanlığın aldatılması bu yeni sömürü “izm”iyle idare edilse bile; sonunda komünizm/sosyalizm de yıkıldı, yok oldu, bitti gitti, tarihin çöplüğüne gömüldü!

Size ilginç gelebilir ama bize göre ABD’de Obama’nın başa gelmesiyle kapitalizm de tamamen bitti. O da ömrünün son demlerini yaşıyor. Belki birkaç savaş, birkaç çatışma, birkaç direniş daha olacak ve sonunda mukadder son:

The End!  

Kapitalizm de, komünizm de, sosyalizm de iflaslarını ilan edip tarih sahnesinden çekilmiş veya çekilmekte olduklarına göre; şöyle derin derin düşünelim bakalım, şimdi, tam da yaşamakta olduğumuz bu çağda ne/ler oluyor?

-İnsanlık yeni düzen, yeni sistem arıyor...

-İnsanlık sıkıntıda, çare ve çözüm arıyor…

***

Karl Marx aslında yaptığı araştırmalarda bunu görmüş; “toprak kapitalizmi”nden “altın kapitalizmi”ne, ondan sonra da “sanayi kapitalizmi”ne geçilecek demiştir. Buraya kadar doğru tahminlerde bulunmuş, ancak “banka parası”nı tahmin edememiştir. Ondan sonra geleceğin “komünizm”de olduğunu söylemiş ama bunun ne olduğunu ve mekanizmalarının neler olabileceğini açıklamamış veya açıklayamamıştır.

Şimdi, şu anda, yaşamakta olduğumuz tam da bu dönemde/çağda; insanlık Marx’ın belirttiği aşamaları aşmış olarak son merhaleye gelmiş bulunmaktadır.

Karl Marx ne diyordu?

Ona göre kapitalizm tükendikten sonra komünizm gelecekti. Ondan sonra pek çok solcu teorisyenler devreye girmiş ve kendilerince teoriler üretmişler,

Marx’ın felsefesini sürdürmek istemişlerdir.

Ne var ki hepsi “sosyalizm”i aşamamışlar, “komünizm” üzerinde ise doğru dürüst düşünememişler bile!  

Şimdi sosyalizm anlayışı da yıkılıp gitmiştir; kimse sosyalizmi savunamıyor.

Hele komünizm, artık dünyanın hiçbir yerinde onu ağzına bile alan yoktur.

Onların atası vahşi kapitalizm ise herkesin malumu, ha çöktü ha çökecek.

Bu durumda herkes ama herkes yeni bir düzen, çare ve çözüm arıyor...

İşte bu yeni düzen de;

“ADİL DÜZEN”dir,

“ADİL EKONOMİK DÜZEN”dir.

 

 

***

 

 

 

 

İnsanlık çare ve çözüm arıyor - 3

Reşat Nuri EROL

31.01.2010

İki günden beri “insanlık çare ve çözüm arıyor” dedik ve ikinci yazımızın sonunda bu çarenin “ADİL DÜZEN/ ADİL EKONOMİK DÜZEN” olduğunu ifade ettik.

Bu sistem/düzen aslında yeni bir düzen değil, binlerce yıldan beri bilinen ve günümüzde çağımızın sorunlarını çözecek şekilde dizayn edilen “peygamberlerin sistemi/düzeni”dir.

İnsanlığın büyük sorunlar y

aşadığı dönüm noktalarında daima “ulu’l-azm” yani “azimet sahibi” bir büyük peygamber gelir ve çağının sorunlarını çözerdi.

Burada o peygamberlerden birkaçının sadece isimlerini anacağım, siz de onlardan her birinin kendi çağının hangi sorunlarını çözdüklerini düşünün:

Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davut ile Hz. Süleyman, Hz. İsa ve son peygamber Hz. Muhammed; hepsine selâm olsun.

İsimlerini andığım her bir peygamberin hangi sorunu çözdüğünü hatırladınız, değil mi?

Binlerce yıldan beri var olan bu “peygamberler sistemi/düzeni” sayesinde her çağın ana sorunları çözümlendiğine göre; demek ki bundan sonraki çağların sorunları da aynı sistemle, aynı düzenle çözümlenecektir.

Bu konuda anlaştıysak, şimdi de sistemin mekanizması üzerinde duralım.  

***

Sistemin/düzenin mekanizması çok basittir.

ADİL EKONOMİK DÜZEN”de, liberalizmde olduğu gibi herkes serbest rekabet içinde çalışacak ve üretimini yapacaktır.

Devlet ne yapacak?

Devlet “GENEL HİZMET” (25 çeşit hizmet) verecek, bedelsiz “GENEL SİGORTA” yapacak, halka “FAİZSİZ SELEM KREDİSİ” verecek, çalışan emek sahiplerine işverenleri borçlandırarak “FAİZSİZ ÇALIŞMA KREDİSİ” verecek, üreticilere de “FAİZSİZ HAM MADDE KREDİSİ” verecektir. İşletmeci mamulünü satınca devlet parasını tahsil edecektir.

Devlet verdiği “FAİZSİZ KREDİ” ve “GENEL HİZMET” karşılığı “HÂSILADAN VE CİRODAN VERGİ” alacak.

Toplanan bu vergilerle çalışamayanlara ve çalışanlara yardım edecek; daha doğrusu -yeryüzü yaşayanlar olarak hepimizin malı olduğuna göre- “YERYÜZÜNÜN KİRA PARASI”nı verecektir.

Gelir dağılımındaki “denge” de şöyle sağlanacaktır:

Yol, su, elektrik, yakacak gibi hizmetlerin yarısı parasız olacak; diğer yarısı yani daha fazla tüketenler (zenginler) için iki misli fiyatla satılacaktır.

Halka yarısı bedava bölüştürülecektir.

SİSTEM/DÜZEN özetle böyledir.

***

Bu sistem kapitalizm değildir, çünkü tekel sermayenin sömürüsü önlenmiştir.

Bu sistem sosyalizm de değildir, çünkü halkın mülkiyet hakkına dokunulmamıştır.

Önemli bir detayı bir kere daha hatırlayıp hatırlatalım:

Bu sistemin temelleri Hazreti Davut peygamber zamanında atılmış, İbraniler döneminde uygulaması başlatılmıştır. Halkın yapacakları işleri halk serbest rekabet içinde yapar, devlet “faizsiz kredi” verir ve “genel hizmetleri” yapardı. Halkın yapamayacağı işler ise “vakıflar” şeklinde organize edilerek yapılırdı. Bütün bu faaliyetler devletin denetimindedir ama her biri kendi başına bağımsız işletmelerdir. Yollar böyle işletilir; halk bedava gelip geçer, arabalar bedava gelip geçer. Şimdiki gibi paralı yol veya paralı köprü olmaz, olamaz! Arabaya veya yakıta konan zamla masraflar karşılanır.

İşte bu “peygamberler sistemi”nin çağımızdaki adı “ADİL DÜZEN”dir.

ADİL DÜZEN” ile “ADİL EKONOMİK DÜZEN” bizim icat ettiğimiz bir düzen değildir.

Biz sadece geçmişte ortaya konup uygulanan sistemi çağımıza uyarlamaya çalıştık.

Hatalarımız olabilir, eksiklerimiz olabilir; buyurun, eksikleri birlikte tamamlayalım.

İnsanlık çare ve çözüm arıyorken, bizim dediğimizi veya bizim önerimizi aynen yapma durumunda değilsiniz ama iyi biliniz ki;

Beş bin yıllık mazisi olan, dört büyük dinin kaynağını teşkil eden bir sistemi unutmaya ve unutturmaya çalışırsanız, kesinlikle başarıya ulaşamazsınız.

Aynen sisteme/düzene karşı çıkan geçmişteki nice kavimler gibi…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2010 Yazıları
1-2010 Ocak
1278 Okunma
2-2010 Şubat
1128 Okunma
3-2010 Mart
1240 Okunma
4-2010 Nisan
1319 Okunma
5-2010 Mayıs
1119 Okunma
6-2010 Haziran
1176 Okunma
7-2010 Temmuz
1102 Okunma
8-2010 Ağustos
1260 Okunma
9-2010 Eylül
1156 Okunma
10-2010 Ekim
1114 Okunma
11-2010 Kasım
1172 Okunma
12-2010 Aralık
1269 Okunma