Milli Gazete 2008 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2008 1.Baskı
1162 Okunma
2008 Haziran

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

HAZİRAN 2008

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

Zalim düzen zenginleri

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.06.2008

Zenginlik iki çeşittir;

- İyi zenginler,

- Kötü zenginler.

Önce “iyi zengin”i kısaca tanıyalım.

Zengin olursunuz ve kendinizi, yakınlarınızı rahat geçindirirsiniz, fazlasıyla yakınlara ve komşulara ikram edersiniz, zekât verirsiniz, böylece “iyi zengin” olursunuz.

İyi zengin olursanız herkes sizi sever.

İsraf yapmazsınız, tutumlu olursunuz, biriktirirsiniz ve herkese iyilik yaparsınız.

Kur’an böyleleri için “Onlar (o zenginler) zekât vermek için çalışırlar.” diyor.

Bugünkü asıl konumuz “iyi zenginler” değil, “kötü zenginler” yani “zalim düzen zenginleri” olduğuna göre, biz asıl konumuza geçelim.

***

Bir kısım zenginler, iyi olmayan zenginler, daha doğrusu “kötü zenginler” ise başka amaçlarla zengin olmak isterler. Onlar halka hâkim olup onları sömürmek, ezmek, zulmetmek ve bir şekilde onlar hükmetmek için servetlerini ve zenginliklerini kullanırlar. O tip zenginler çok büyük imkânları sayesinde din adamlarını, siyaset adamlarını, ilim adamlarını emirleri altına alırlar ve servetleriyle ülkelerini ve ülke insanlarını yönetmeye kalkışırlar.

Bugünkü küresel sömürü sermayesi de dünya çapında bu amacı hedeflemekte, bundan dolayı “kötü ve zalim zenginler” sınıfına girmektedir.

Bunlar yani bu “kötü zenginler” bütün imkânlarını, zenginliklerini, servetlerini, sermayelerini halkı ezmek ve mevcut yönetimi hakimiyetleri altına almak için kullanırlar. Bunlar iyi yönetimleri değil, kötü yönetimleri savunurlar.

***

Kötü zenginler para ve zenginlikleri ile otel odalarında iktidarları indirip çıkarırlar. Siyaset adamları onların emrindedir. Başbakanları (Mesut Yılmaz gibi başbakanları) randevularında pijama ile karşılarlar. Herkes onlara yaranarak iktidar olmaya çalışır.

Kötü zenginlerin işleri “zalim düzen”de iyi gittiği için onlar mevcut statünün, mevcut “zalim düzen”in değişmesini istemezler; oluşmuş olan “zalim tekel düzeni”nin sürmesini isterler. Bu sebepledir ki gelen uyarıcılara karşı çıkar ve ‘Biz babalarımızı böyle bulduk, onlar bu düzen üzere idiler, biz de öyle olacağız!’ derler.

Batı’da ve onların mukallidi olan dünyanın başka yerlerinde Marx’ı yani komünizmi ve Adam Smith’i yani kapitalizmi savunanlar; bizde de CHP zihniyeti ile çarpık lâisizm zihniyetinin yaptıklarını savunanlar işte bunlardır.

Türkiye’nin sosyalistleri bile zengin olurlarsa “kötü zenginler” olmakta, yahut “kötü zenginlerin korudukları adamlar” olmaktadır. Çünkü sosyalizm aynı zamanda “Adil Ekonomik Düzen”in gelmesini önleyen teorik sistemdir.

Marx ve yoldaşları, İslâmiyet’in getirdiği iyi şeyleri devşirmiş ve din düşmanlığı içinde güya İslâmiyet’ten daha iyi şeyler yapacaklardı. “Din afyondur” diyerek insanları “din/düzen”den uzaklaştıracak, kapitalizm veya sosyalizm içinde, daha doğrusu sadece bu ikisi arasındaki yarışta kendilerine göre dengeyi kuracak ve insanlığı ‘ölümlerden ölüm beğenin’ hesabı, iki zalim düzen arasında ezip sömürmeye devam edeceklerdi…

Oysa dinlerin kaynağı en az dört-beş bin yıllıktır ve hâlâ da yaşıyorlar; sosyalizm ise sadece 70 yıl dayanabildi, kapitalizm de can çekişiyor...

Aynen çağımızda olduğu gibi; “iyi zenginler” ile “kötü zenginler” arasındaki mücadele ve yarış kıyamete kadar sürecek, III. bin yılda yani geleceğin dünyasındaki yeni adil uygarlık aynı zamanda “iyi zenginlerin” de katkıları ile kurulacaktır.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Bir devlet ekonomi politikaları ile nasıl yıkılır?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.06.2008

Bir ülkede faizler ve enflasyon eğer yüzde 5 ile yüzde 10 arasında ise, o ülkede “ekonomik denge” vardır demektir; ancak, bunun bir bedeli vardır ve bu ekonomik dengeye karşılık işsizler kitlesi oluşmuş, “sosyal denge” bozulmuştur. Bozulan bu soysal denge ileride sosyal sorunlar doğurabilir ama ekonomik sorunlar olmaz.

Bir ülkedeki faizler ile enflasyon şayet yüzde 10 ile yüzde 20 arasında ise, o ülkede siyasi müdahaleler sonunda “ekonomik denge” korunabilmekte; yani, ekonomi ancak “krizli ekonomi” olarak varlığını sürdürebilmektedir...

Nitekim Türkiye yıllar boyu böyle yaşadı…

Bugünkü Türkiye de böylesine bir “krizli ekonomi”nin eşiğindedir...

Türkiye’deki faizler yüzde 20’den biraz daha azdır, enflasyon yüzde 10’lar civarındadır. Ancak, bu yüzdelerle ve bu rakamlarla ekonomik denge korunamaz, enflasyon rakamları yukarıya doğru çıkmaya başlar; nitekim son zamanlarda çıkmaya başlamıştır.

Dış borçlanma ve varlıklarınızı ‘özelleştirme’ adı altında satarak bu durumu sadece birkaç yıl daha dengede tutarsınız ama...

Sonra, bir de bakarsınız ki, bir gün “büyük bir patlama” oluverir!

Bu büyük patlama sadece ekonomiyi değil, devleti de yıkabilir…

***

Yani;

Bir ülkedeki enflasyon eğer yüzde 100’ün üstünde ise o devlet artık yaşayamaz, yıkılır ve; ya yenisi kurulur veya başka bir devlet oraları işgal eder...

Eski Sovyetler, Yugoslavya, Latin Amerika ülkeleri bunları yaşadı.

Bu ülkelerin çoğu ya yıkıldı ya da dağıldı.

Türkiyeyüzde 100 enflasyon”un üstüne bir iki defa çıktıysa da, bir şekilde kendisini toparladı ve Cumhuriyet şimdilik yıkılmadı ama; ülkemizdeki ekonomi politikaları ısrarla ve inatla böyle giderse, ya büyük bir “çöküntü” veya “yıkılış” mukadderdir…   

***

ABD Merkez Bankası FED, yıkmak istediği devletlere kötü ekonomik ve siyasi politika dayatmakta, o devlet de yıkılmaya doğru gitmektedir...

Bu “kötü ekonomik ve siyasi politikalar” nelerdir?

- Bir ülkenin dengeli yaşayabilmesi için faizler yüzde 5’ten az olmalıdır; “yüzde 10’un üstünde faizleri olan ülke” er veya geç bir gün yıkılır.

- Bir ülkenin dengeli yaşayabilmesi için piyasaya “tam istihdamı sağlayacak kadar para” sürülmelidir. Eğer piyasada yeteri kadar para yoksa, o ülke “işsizler yurdu” olur. Fazla para da sürülmemelidir, yoksa “enflasyon” olur.

- Merkez Bankası parayı uygun şekilde çıkarmalıdır; “üretime ve üreticilere” kredi açmalı, “spekülatörlere” değil. Piyasalara uygun şekilde para sürülmezse hem “enflasyon” olur hem de işsizlik olur. Bugünkü Türkiye’nin durumu budur.

- Merkez Bankası para arzını yaparken bir başka ülkenin para değerini korumakla uğraşmamalı; doların veya euronun düşmesine veya yükselmesine göre değil, altın fiyatlarının düşmesine veya yükselmesine göre parayı piyasadan çekmeli veya piyasaya para sürmelidir.

Yani parasının değerini altına göre korumalıdır.

Bu uygulama ihracat ve ithalat dengesini koruduğu gibi, aynı zamanda sağlıklı ekonominin işleyişini de sağlar. Altına göre yüzde 2.5 enflasyon yapabilir, bu uygulama ekonomide canlılığı korur. Ama daha fazlası o ülkedeki ekonomik ve sosyal dengeleri alt üst eder. Bir müddet sonra da bunu yapan devlet yıkılır.

Ne dersiniz; anlattığım devlet, anlattığım ülke, anlattığın ekonomi politikaları örnekleri, sizin devletinize, sizin ülkenize, benziyor mu, benzemiyor mu?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

FED, dolar, kredi, faiz, enflasyon ve …   

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.06.2008

ABD Merkez Bankası’nın konumu ve yapısı nedir?

Amerika’daki ikiyüz kadar mega patron Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası’nı (FED) kurmuştur. Bu banka “dolar”ı uluslararası para olarak çıkarmaktadır.

Dünyanın bütün Merkez Bankalarına, işte bu banka yani FED doları kredi olarak vermekte, onlar da ona karşılık kendi ülkelerinin paralarını çıkarmakta ve ulusal bankalara kredi olarak vermekte; onlar da işletmelere kredi olarak vermektedirler...

İşletmeler bankalardan aldıkları bu dolar kredileriyle iş yapmakta, ürettikleri mal ve hizmetleri satarak elde ettikleri para ile faizlerini ödemekte ve kredilerini kapatmaktadırlar...

Küresel sömürü sermayesi eğer faizi yükseltirse, bunun anlamı piyasadan doları çekiyor demektir, yani pahalılık olacak ve üretim yavaşlayacak demektir; faizi düşürürse, bunun anlamı piyasaya daha fazla para girecek, daha fazla iş ve refah olacaktır demektir.

Bankaların işletmelerden faizlerini alabilmeleri için piyasaya devamlı olarak fazla kredi açmaları gerekmektedir. Yılbaşında bir milyar dolar kredi açmışsa, yıl sonunda yüzde beş faiz alabilmesi için elli bin dolar daha kredi açması gerekecektir. Çünkü bankalar bu ek krediyi vermezse, halk bu parayı nereden bulup da faizini bankalara ödeyecektir?

Bunun anlamı şudur; Amerika Merkez Bankası devamlı olarak faiz kadar fazla para çıkarmak zorundadır. Bu da dünyadaki millî hasıla artışından fazla ise o kadar “enflasyon” yapacaktır demektir. Tam istihdamın olduğu bir dünyada nüfus artışı kadar faiz enflasyon yapmaz, ondan fazla faiz ise yeryüzünde enflasyon yapar.

ABD Merkez Bankası FED’in kontrolundaki ABD doları, işte bu sebepledir ki sürekli olarak enflasyon içindedir.

***

Konunun daha iyi anlaşılması için bir örnekten yola çıkarak meseleyi daha iyi anlatmaya ve anlamaya çalışalım: 1990’larda 1 gram altın 10 dolardı. Sovyetlerin yıkılması ile dünya pazarı genişlediği için dolar kıymetlendi ve 1 gram altın 8 dolara düştü.

Sonra Sovyet pazarına da yeter miktarda dolar girince doların değeri düşmeye başladı. Çin’in devreye katılması ile dolar kendi değerini koruyabildi ama, araya euro girince yine sendelemeye başladı...

Bugün 1 gram altın 28 dolardır.

Yani, on sene içinde doların değeri yaklaşık olarak 3,5 misli düşmüştür; hâlâ da düşmeye devam etmektedir...

Bu düşüşün sonunda dolar bir gün aniden tepetaklak devrilebilir.

Küresel sermayedarlar bunun için yedek olarak euroyu çıkardılar. Sömürü sermayesi gelecekte dolar yerine euroyu kendi merkez bankasının parası yapabilir, çünkü euroyu çıkaran bankayı da o kontrol etmekte ve piyasaları şimdilik onunla dengede tutmaktadır.

***

Faizli ekonomi sisteminde “enflasyon” mukadderdir, durduramazsınız.

Zaman zaman -Türkiye’de olduğu gibi- sıfırları atarak devam edersiniz!..

Ancak, genel bir ekonomik kural vardır; yüzde 5’in altında bir enflasyon makro ekonomide zararlı olmamakta, yani ekonominin çarkı hızlanarak devam etmekte, ancak mikro ekonomide gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemekte; fakirleri daha çok fakir, zenginleri de daha çok zengin etmektedir...

Bu olumsuz durumun düzeltilmesi ve dengenin korunması için İslâmiyet’te alınan yüzde 2,5 vergi/zekât fakirlere dağıtılmakta, takriben yüzde 5’lik en az enflasyonlu ekonomi böylece dengede tutulmaktadır.

Bu konu üzerinde, daha doğrusu “kötü ekonomik ve siyasi politikaların bir ülkeyi nasıl yıkıma götürdüğü meselesi üzerinde” gelecek yazıda da durmaya devam edeceğiz...

 

 

***

 

 

 

 

 

AKP’ye sormalı ve hatırlatmalıyız

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.06.2008

İki çeşit insan vardır.

Birinci tip insan, anlatılanları duyacak ve anlayacak durumda değildir. Yaratılışı, potansiyeli, altyapısı ve bilgisi, anlatılanları duyacak ve anlayacak seviyede değildir. O seviyedeki bir insan mazurdur, suçlu değildir. Bir insan kör ise ona göstermeyeceksin, sağır ise söylemeyeceksin. Köre farklı şekillerde göstererek anlatacaksın, sağıra da farklı şekillerde anlatarak duyuracaksın. Bu sebepledir ki yalnız yapmak yetmez, yapılanları açıklayacaksınız. O zaman körler de görmüş olacaklardır. Anlatılanları bizzat yapacaksın, o zaman sağırlar da görerek anlayacaklardır.

İkinci tip insan ise öylesine güzel görmekte ve öylesine iyi anlamaktadır ki, sen sadece söyleyecek ve yapabildiğin kadarını göstererek tebliğ yapacaksın; hepsi o kadar. Onlar anlatılanı anlar ve gereğini yapar. Dalalette olanlar, açıkça ve bile bile dalalette olanlar ise görmezler ve duymazlar, yapılması gerekeni de vaktinde yapmazlar. İnsanlar daima iki yoldan birisini seçeceklerine ve yapacaklarına karar verme durumundadır.

Bu tesbitlerden sonra, AKP’ye sormalıyız:  

- Ülkenin çelişkili anayasası, çelişkili kanunları, çelişkili kurumları var mıdır? Halk bu sebeple ne yapacağını bilmediği için zulme uğramıyor mu? Senin bu kanunları değiştirecek gücün yok mudur?

Yeterince gücün ve oyun varken, neden onları değiştirmedin de; sadece AB’den gönderilen okumadığın ve anlamadığın kanunları Türkçeye aktarmak ve meclisten geçirmekle meşgul oldun?!.  

- Zalimlerin baskısı altında senin memurların kanunları bilmeden ve anlamadan, zulümle hükmetmiyorlar mı, zulümle muamele etmiyorlar mı?

Bunları bilmiyor musun?

Neden bunlara çare aramadın?

Kanunlara uymayan görevlileri neden kanun uygulamalarına çekecek adil bir düzeni getirmedin? Emperyalistler ve onların işbirlikçileri, Türkiye’yi yıkma emelleri içinde iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorken ne yaptın?  

- Ülkemizde yargılama onlarca sene sürmüyor ve en sonunda esastan değil, usulden karara bağlanmıyor mu?

Yani, borçlu ve alacaklı konumundaki davalı ve davacı taraflar ölüyor ama mahkeme hâlâ bitmemiş olarak senelerce devam ediyor.

Anayasa ekseriyetini aldın, bu durumu neden düzeltmedin?

Yargılamaları ve adalet tevziini hızlandıracak hakemlik sistemini neden getirmedin?

- Ülkede kayıtsız ekonomi, kayıt dışı ekonomi yok mudur, bunu bilmiyor musun? Halk çareyi kayıtlı ekonomiden kaçmakta ve kayıt dışına kaymakta bulmuyor mu?

Bütün bunlara sebeb olan da ülkedeki düzensizliktir. Kanunların ağır vergiler koyması, bürokratların halkı ezmesi karşısında esnaf ve halk perişandır. Bir muhasebeci olarak hesap tutamazsınız. Çünkü siz doğru dürüst adamsanız, vergi kaçırmaz ve olmayan hayali kayıtlar tutmazsınız. O zaman da hiç kimse size hesap yaptırmaz, şirket defterlerini tutturmaz.

Dürüst avukatsan, kimse sana dava getirmez... Dürüst mühendissen, kimse sana proje yaptırmaz... Çünkü sen hile yapmazsın, yalan söylemez yalan yazmazsın, rüşvet vermezsin...

Sana yeterince oy veren halkı ve namuslu insanları aç bırakmaya ne hakkın var?

Bütün bunları bilmiyor musun?..

Hiç bilmez olur mı?

Halkın arasında halkla birlikte olduklarında, kendileri bu yolsuzlukları göre göre, bu zulümleri bizzat yaşaya yaşaya o günlere geldiler. Buna rağmen beş-altı yıldan beri yapılması gerekenleri zamanında yapmadılar. Anayasa çoğunluğu güçlerini vaktinde kullanmadılar. Yapılması gerekenler zamanda yapılmayınca, şimdi hiç beklenmedik bir yerden darbe geldi.

Zararın neresinden dönülürse kârdır. Kaybedecek bir günümüz bile yoktur. Sözün bittiği bir yer vardır. O noktaya gelmiş bulunuyoruz. Artık yapılması gerekenler bir an önce yapılmaya başlanmalıdır. Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomi çeşitleri; “tekel” ve “halk ekonomisi”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.06.2008

Ekonomi, çalışıp yaşama ve paylaşma düzenidir. Çağımız ekonomi dünyasında birlikte çalışılır, birlikte üretilir, ailece tüketilir. Bu üretim ve tüketim hareketleri “para” ile sağlanır.

Tekel ekonomi düzeninde ekonomik faaliyetler “merkezî planlama ve merkezî yönetim” ile yürütülür. Tekel ekonomi düzeninde “aidatlı sigorta sistemi” vardır, adil ekonomi düzeninde “dayanışmalı sigorta sistemi” vardır.

Kapitalizmde ekonomik faaliyetler “sermaye tekeli” tarafından planlanır ve yönetilir. Sosyalizmde ekonomik faaliyetler “devlet” tarafından planlanır ve yönetilir. Liberalizmde ise devlet sadece vergisini alır, ekonomiye karışmaz.

Halk ekonomisi düzeninde ekonomik faaliyetler halkın tercihleri ile kolektif olarak yürütülür. Adil ekonomi düzeninde devlet düzenler, halk organize olur ve kendi tercihleri ile ekonomi faaliyetlerini yürütür.

Makro ekonomi, bir topluluğun dışa karşı oluşturduğu değerlerdir. Makro ekonomi genel ekonomi kanunları ile düzenlenir. Mikro ekonomi, her kişinin ve her işletmenin aldığı özel kararlarla işletilir. Makro ekonomide kurallarla değil, müdahale ile merkezi denetim sağlanır. Mekânda planlama, nerede ne yapılacağına karar vermedir. Zamanda planlama, ne zaman kimin neyi nasıl yapacağına ve üretilenin kimin olacağına karar vermedir.

Yönetim ekonomisi, kişilerin kişilere emir vermeleri ile kimin ne yapacağına yöneticilerin karar vermesidir. Yöneticilere karşı sorumluluk vardır. Kurallı yönetim daha farklıdır. Kurallı yönetim şekliyle yönetilen toplulukta kurallar vardır, herkes bu kurallara içtihatlarıyla uyar. Yargıya karşı sorumluluk vardır; hakemlerden oluşmuş yargıya karşı sorumluluk vardır. Finans ekonomisi, karşılıksız paranın oluşturduğu ekonomidir. Parada değişmeler olur, reel ekonomi ona uyar. Reel ekonomide karşılıklı yani karşılığı olan para vardır. Reel ekonomideki değişmelerle para değişir.

Ekonomi ile ilgili bu genel tanımlamalardan sonra, günümüzdeki zulme dayalı genel ekonomik yapılanmayı bu vesileyle kısaca hatırlayalım.

Bugünkü dünyada 200 kadar büyük sermaye sahibi Yahudi vardır. Amerikan Merkez Bankası (FED) onlarındır. Onlar parayı basar, ülkelere kredi olarak verir. Merkez Bankaları ona göre kendi paralarını basarlar ve ülke bankalarına kredi olarak verirler. Bankalar da bu paraları halka kredi olarak verir. Faiz mekanizması ile para bankalara geri çekilir ve tekrar halka kredi olarak verilir. Ekonomik devran böyle döner. Bu ekonomik düzen “enflasyonlu para sistemi” ile çalışmaktadır.

Adil Ekonomik Düzende işletmeler, şirketler ve kooperatifler kurulur, işletme senetleri çıkarılır. İşletme senetleri beldelerde buğday, illerde demir, ülkelerde toprak paraları ile alınıp satılır. İnsanlık ise uluslar arası ekonomik hareketlerde bu paraları altın para ile alıp satar. Altın parayı kuyumcular çıkarırlar. Karşılıksız para yoktur.

İşletmeler onlu katlarla sekiz sınıfa ayrılır, her sınıfta ayrı ayrı en az onar ortaklık kurulur. Bu ortaklıklar ekonomiyi yönetir. Ekonomiyi sermaye değil ortaklıklar yönetir. Sermayeyi ortaklıklar oluşturur. Reel payları ile işletmelere iştirak ederler. İşletmeler ortalama olarak yüz ortaklı kurulur ve çıkardıkları işletme senetleri ile işler yaparlar.

Ekonomi çeşitleri, daha doğrusu ekonomi düzenleri çeşitleri üzerinde durulduğunda; çağımız dünyasında genel olarak bunu “tekel ekonomi” ve “halk ekonomisi” olarak ikiye indirgeyebiliriz. Ekonomik hayattaki asıl mücadele bu ikisi arasında cereyan etmektedir.

Reel ekonomiyi piyasa şartları oluşturmaktadır. Son tahlilde asıl tüketici “halk” olduğuna ve çağımızda da halk giderek “bilinçli tüketici” olma özellikleriyle donanmakta olduğuna göre, sonunda bu mücadeleyi “halk ekonomisi” kazanacaktır.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Devlet, hak, halk, iş ve para

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.06.2008

İbni Haldun Mukaddime isimli eserinde devletlerin de insanlar gibi ömürleri olduğunu anlatırken; Başlangıçta topluluklar kazanmaya başlar, fetihler yapar ve ganimetler getirirler. Sonra büyür ve artık savaşları kazanma gücünü kaybederler.

Bundan sonra devletler başka şekillerde ayakta kalmak için gayret sarf ederler.

İnsanlar siyasi ve ekonomik güçler etrafında toplanırlar.

Başlangıçta siyasi ve sosyal güç vardır. Zaferler insanları birleştirir. Duraklama döneminde ise sosyal güç kaybolur, ekonomik güç ile devlet yönetilir. Belli zaman sonra ekonomik güç de düşmeye, gerilemeye ve çökmeye başlar. Çöküntünün bir sebebi de israftır, çünkü devlet kendisini zengin ve güçlü göstermek zorundadır. İşte onun için çökme dönemlerinde göstermelik imara girişilir. Devlet kendisinin güçlü olduğunu bunlarla ispat etmeye çalışır. Oysa bu uygulama o devlete ağır ekonomik yük getirir ve o devlet çöküp gider. Burada bu vesileyle, İstanbul’daki bütün büyük sarayların hepsinin Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminde yapıldığını hatırlayalım.

İbni Haldun diyor ki; devlet bu israfı yapmasa, halk psikolojik bakımından devletine güvenmez olur ve çöker, bu israfı yaparsa bu sefer de devlet borçlanarak çöker.

Dolayısıyla çöküşten kaçış ve kurtuluş yoktur.

***

Halk, peygamberlerden bile ekonomik varlık, zenginlik, güç veya mucizeler göstermesini istemekteydi: Evet, biz sana inanalım ama senin öyle bir şeylerin olsun ki, mesela zenginliğin olsun ki biz senin etrafında toplanalım.

Aradıklarını bulamadıklarında da; ‘Biz şimdi senden daha zengin, güçlü ve gösterişi olanların peşinden gideriz!’ diyorlardı.

Oysa peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler mâli varlıkları olmayan kimselerdir. Onların tek güçleri imanları ve ilimleridir.

***

Nitekim çağımızda da durum böyledir.

Hak yani halk için çalışanlar yoksul kimselerdir.

Servet edinenlerin bir kısmı ise ilk fırsatta gömlek çıkarırlar.

Bunun böyle olması doğaldır. Aksi halde halk için çalışanların çevresinde “Hak Düzen”i sömürmek isteyenler toplanır ve inananları devre dışı ederler. Bu sebepledir ki adalete dayalı bir düzenin hazırlık aşamasında ve uygulamasında bir yerden sermaye beklememek gerekir. Yapacaklarımızı halkın katkıları ile oluşturmalıyız. Halka para dağıtarak değil, halktan güçleri nisbetinde para toplayarak iş yapmalıyız.

İnsanlara zenginlik değil, iş vaat etmeliyiz.

Hak düzen, adil düzen sizi zengin etmez ama size çalışma imkanı sağlar; kendinize iş bulursunuz, çocuklarınıza ve torunlarınıza iş bulursunuz, iş derdiniz olmaz.

Sosyal dayanışma içinde aş, iş ve eş de bulursunuz.

Bu düzende herhangi bir sorununuz olmaz.

Günümüzdeki bozuk zalim düzende ise bütün bunları sadece para sağladığı için herhangi bir durumda, ‘Paran var mı?’ diye soruyorlar.

‘Param yok!’ derseniz; öyleyse burada işin ne demeye getiriyorlar!

Hakka dayalı düzende, adil düzende yani bizim düzenimizde para değil, “sosyal ve ekonomik yapı” düzeni oluşturur, kişilerin refahını ve gelişmesini sağlar.

Para tekellerde toplanmaz.

Kredi çalışana verilir, emeğe verilir ama çalışanın eline verilmez, çalıştığı yerde çalıştıktan sonra istihkak eder, banka ona öder, işveren bankaya borçlanır. Böylece para hükmeden ve sömüren değil, işveren aracıdır.

 

 

***

 

 

 

 

 

D-8, bir milyar insan ve “O”nsuz ilk kutlama!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.06.2008

Oradaydım; ama “O” yoktu!..

“O”nun 11 yıl önce kurduğu, “O”nun projesi olan ama 11 yıl sonra “O”nsuz kutlanan ilk toplantı; D-8 ZİRVESİ 11. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ KUTLAMASI!..

“O” olmayınca nasıl olacak ve nasıl kutlanacaksa, işte aynen öyle bir toplantı ve kutlama!.. Bu “O”nsuzlukta çok yoğun duygularla yüklüyüm... Demek ki, on yıldan sonra, 11. kutlamanın “O”nsuz kutlanması mukaddermiş… Çırağan Sarayı’nda yapılan toplantıdan çıkalı saatler geçmesine geçti ama… Buna rağmen, bu satırları yazıyorken, “O”nsuz geçen bu ilk toplantı ve kutlama ile ilgili yoğun hüzünlü hissiyattan hâlâ tam olarak kurtulabilmiş değilim… Olanı bir türlü kabullenemiyorum; hasret ve hüzün devam ediyor…

Her halde yapılması gereken ‘bir şeyler’ birileri tarafından bir an önce yapılmazsa, bu mukadder hasret ve hüzün devam edecek gibi görünüyor ama etmemeli, edememeli; yapılması gereken aradan gün bile geçmeden bir an önce yapılmalı…

Biraz sakinleşmiş duygu ve düşüncelerimin sadece bir kısım ‘kırıntıları’ işte böyle. Tamamını söylemeye ve yazmaya ise ne dilim ne de kalemim elveriyor. Daha ne diyelim ki; Allah cümlemize, ama özellikle “O”na sabr-ı cemîl lütfetsin…

Meselenin hissiyat hülâsası böyle.

Diğer yönlerine de kısaca işaret edelim.  

***

“D-8 ve bir milyar insan!”

Türkiye, İran, Pakistan Bangladeş, Mısır, Nijerya, Endonezya ve Malezya; yani bu sekiz ülkenin toplam nüfusu Çin veya Hindistan kadar bir nüfus, bir milyar insan!

-Savaş değil, BARIŞ! -Çatışma değil, DİYALOG! -Çifte standart değil, ADALET! -Üstünlük değil, EŞİTLİK! -Sömürü değil, İŞBİRLİĞİ! -Baskı ve tahakküm değil, İNSAN HAKLARI, HÜRRİYET VE DEMOKRASİ!

Barış, diyalog, adalet, eşitlik, işbirliği, insan hakları, hürriyet ve demokrasi… Yeni bir dünya, adil bir dünya, adil dünya düzeninin hükümran olduğu bir dünya… Yani sekiz ülke, sekiz temel esas ve umut; bütün dünya ile birlikte özellikle mazlum konumunda olan beş milyar insanın yaşadığı ezilen, zulmedilen ve sömürülen ülkelerin umudu; D-8 ZİRVESİ 11. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ KUTLAMASI...

***

Bu seferki kutlamada, bundan önceki yıllara nisbetle farklı olan sadece D-8’in mimarı olan Erbakan’ın kutlamaya katılmaması değildi. Sivil Toplu Kuruluşları (STK) temsilcileri ilk defa kısa konuşmalarıyla kendilerini, düşüncelerini ve tekliflerini takdim ettiler...

ESAM Başkanı ve SP Genel Başkanı Recai Kutan’ın günün önemini ifade eden veciz konuşmasının ardından, STK temsilcileri konuştu. OSTİM Başkanı, bölgesel kalkınma modeli olan uygulamalarının Mısır ve Sudan’da (Hartum), “OSTİM MODELİ” olarak uygulanmakta olduğunu, bu modelin daha birçok ülkede yapılabileceğini hatırlattı… MÜSİAD temsilcisi İbrahim Toprak’tan sonra söz alan ASKON Başkanı Mustafa Koca, sitem edercesine “11 yıl sonra hatırlanmak güzel!” dedi… ESDER Başkanı Mahmut Çelikus, “Esnaf ticaretin ilkokulu, sanatkâr sanayicinin ilkokuludur” diye başladığı sözlerine, esnaf ve sanatkârın önemi üzerindeki vurgu ile tamamladı ve önemli hatırlatmalarda bulundu… Sivil Toplum Kuruluşları adına son konuşmayı Memur-Sen Temsilcisi yaptı, sendikal ve sosyal sorumluluk meseleleri üzerinde durdu… ASKON Başkanının hatırlattığı üzere, darısı gelecek yıllardaki daha geniş ve verimli STK katılımlarının gerçekleşeceği D-8 Zirvesi kutlamalarının başına…

Evet, ben de oradaydım ama “O” yoktu!..

“O”nun mimarı olduğu D-8’in 11. yılı hüzünlü bir atmosferde “O” olmadan olabildiğince kutlandı, işte!..

Önce D-8’in geliştirilmesi ve ardından D-60 ile D-160 projelerinin gerçekleştirilmesi dua ve dileklerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

Neler oluyor neler?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.06.2008

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve CHP yöneticileri ne yaptılar?

Mü’minlerin başörtülerine saldırırcasına, Anayasa Mahkemesi’nde davalar açtırdılar...

Mahkemenin kararı şimdi onu/onları da korkutmuş veya en azından ‘derin’ tedirginliklere duçar etmiştir... Artık onlar da yaptıklarına pişmandırlar ama…

CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın telefonunun bu arada tesadüfen veya tevafuken dinlenmesi bir işarettir, bir ayettir; anlayana/anlayanlara!..

İşte bütün bu olanlar CHP’yi ve diğerlerini uyarmaktadır...

CHP ve yandaşları, her konuda olduğu gibi bu konuda da çıkmazdadırlar...

CHP zaten hep çıkmazdadır ama; artık AKP de onunla beraber daha fazla çıkmazdadır... İşte görüyor, izliyor ve bizzat yaşıyorsunuz; neler oluyor neler?!.

Susuzluklar…

Ardından kuraklıklar...

Tarlaların ekin vermemesi...

***

Oysa, R. Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemin öncesinde, İstanbul susuzluktan kuruyor; insanlar susuzluktan, sokaklar kaldırılamayan çöplerden kokuyordu... İstanbul’daki evlere haftada ancak bir iki gün su verilebiliyordu; o da çamurlu su!.. Seçim oldu, halk oyunu verdi; sonra Millî Görüş teşkilatları emeklerini ve ihlâslarını katık yapıp “efsaneleşen belediye hizmetlerini” verdiler… Halkımız -hâlisane- Mahmut Efendi’nin önderliğinde duasını/yağmur duasını yaptı; aradan bir gün geçti geçmedi, yağmur/lar yağmaya başladı… İstanbul’da hâlâ yağıyor ve yaşatıyor; tam kesilmiş değil...

Yani, R. Tayyip Erdoğan o zaman İstanbul’a başkan olunca İstanbul su ile doydu; çünkü o günlerde Millî Görüş gömleği üzerindeydi, gömleğini çıkarmamıştı...

Oysa, şimdi neler oluyor neler?!.

Şimdi tarlasından ürün alamayan köylü, yıllardır/yüzyıllardır ekmeğini yediği o güzelim tarlasını, memleketini, ailesini “inşaat işçisi” olmak üzere terk ediyor. Çünkü; bir taraftan Çin’den gelen sübvanse edilmiş mallar onun mahsulünü satamaz hâle getiriyorken, diğer taraftan inşaat sektöründeki dışarıdan ithal edilen “mortgage oyunu” ile inşaat işçiliği şimdilik iki misli daha faza ücret getiriyor... Bu oyun Türk tarımını çökertiyor… Bunlar yetmiyormuşçasına, diğer taraftan üstüne üstlük bir de kuraklık geliyor ve Türk tarımı için hepten yıkım oluyor... İşte, bütün bunlar işaretler ve ayetlerdir... İnsanlar bunlardan ibretler ve dersler almalıdır...  İbret alınmaz ve gereği yapılmazsa, hep tekerrür eder devam ederler…

Nitekim, 1970’lerde liderlere o zamanki dergilerimizde ayrı ayrı mektuplar yazmış; eğer böyle devam ederseniz 1950 ve 1960’lardaki musibetler sizi bekliyor demiştik... Bizim sözlerimize ve yazdıklarımıza gülüp geçmişler ama; sonra neler olmuştu neler?!.

***

AKP 5-6 yıl önce iktidar olunca, benzer uyarılarda bulunmaya başlamış, uyarılarımıza devam etmiş, yapılması gerekenleri bu köşede sürekli olarak hatırlatmıştık...  

Onlar ne yapmışlardı; sözlerimize/yazdıklarımıza gülüp geçmişlerdi!..  

Onlardan şunları yapmaları isteniyordu:

- Çalışma kredisi yoluyla işsizliği bitiriniz…  

- Dış borcu iç borca çeviriniz, dış borçları bitiriniz...  

- Hakemlik sistemi ile yargı adaletini ve bağımsızlığını getiriniz…  

- Basın kooperatifleri ile dışa bağımlı medyaya karşı millî medyayı oluşturunuz...

Bizim söylediklerimizi duyup geçmişler ama; sonra neler olmuştu neler?!.

Böyle gider, millî gömlek giyilmez ve yapılması gerekenler yapılmaz, alınması gereken tedbirler alınmazsa, bekleyelim bakalım; daha neler olacak neler?!.

 

 

***

 

 

 

 

 

İstikrar(!) ve ana sorunların çözümü   

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.06.2008

Türkiye’de “halk ekonomisi” vardır. Siyasi istikrarın olduğu dönemlerde “halk” yani “halk ekonomisi” büyük hamleler yapmakta, Türkiye ekonomisini Batı ekonomisinin üstüne çıkaracak hamleler ve ilerlemeler kaydetmektedir...

1950’lerde böyle oldu; 1960 ihtilâli ile durduruldu...

1960’larda böyle oldu; 1971 müdahalesi ile durduruldu...

1970’lerde böyle oldu; 1980 müdahalesi ile durduruldu...

1980’lerde böyle halk ekonomisi gelişmesi oldu; Tansu Çiller’in meşhur ekonomik darbesiyle durduruldu...

1990’larda gelişme başladı; 28 Şubat’la durduruldu... Şimdi de göreceli istikrar politikasına çomak sokuldu ve durduruldu...

Asla şüphem yoktur ki, bugünlerde ülkemizde oynanan nice mantıksız oyunların hepsinin müsebbibi, dünyanın bir yerlerindeki otel odalarında alınan sömürü sermayesinin kararlarının sonucudur. Türkiye’de işte o odalarda hazırlanan senaryolar oynanıyor. Zaten AKP’yi iktidara onlar getirdiler, şimdi de onlar indiriyorlar...

Hedefleri nedir?

Hedefleri Türkiye’deki istikrarı bozmaktır.

Türkiye’deki istikrarsızlığın sebeplerini kısaca hatırlayalım: -Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. ABD buna şiddetle karşıdır. -Türkiye’de göreceli siyasi istikrar sağlandı. Bu sona erdirilmelidir. -Türkiye diyalog politikasıyla süper güç olma hevesine düşmüştür. Türkiye’nin süper güç olması onlar için tehlike teşkil eder, önlenmelidir. -Türkiye barışçı politikasıyla iç savaşı önlemektedir; bu akım da önlenmelidir...

Hazır “halk ekonomisi” ile birlikte “istikrar” konusuna yoğunlaşmışken, ne yapalım biliyor musunuz? Malum, her vesileyle hep hatırlatıyor ve diyoruz ki;

Türkiye’nin halletmesi gereken dört yoğun bakım seviyesinde sorunu vardır ve Onların çözümü için de hemen harekete geçilmesi gerekmektedir.

1. Türkiye’nin işsizlik sorunu hemen sona erdirilmelidir.

Bunu başarmak son derece kolaydır. Devlet faizi sıfırlayacaktır. Borç ve alacaklarına faiz yürütmeyecektir. Borç ve alacaklarda zorunlu icra kalkacak, sadece borcunu ödemeyene iflas hükümleri uygulanacaktır. Malları yine kendisinde kalacak, borçlu olmayacaktır. Kredi çalışana verilecek, işveren işi verecek, maaşını devlet ödeyecek, işveren borçlanacaktır. Üretilen mamul satılınca alacak tahsil edilecektir. Ayrıca işveren ham madde alınca onun parasını da faizsiz kredi içinde devlet ödeyecektir.  

2. Dış borçlar bir gün bile geciktirilmeden sıfırlanmalıdır.

Bunun için;

a) Dış borç iç borca çevrilecek,

b) Dolar borcu YTL borcuna çevrilecek,

c) Nakit borç mal borcuna çevrilecek,

d) İştirak alacağa çevrilecek ve Türkiye faiz giderlerinden mutlaka kurtulacak.

3. Meclis içinde bir “Devlet Yüksek Mahkemesi” kurulmalıdır.

Bu mahkeme hakemlerden oluşacaktır. Dokunulmazlıklar kaldırılacak, dokunulmazlığı olanlar aleyhine dava açılabilmesi için bu mahkeme karar verecektir. İllerde “İl Yüksek Mahkemeleri” kurulacak; dokunulmazlığı olan görevliler ve avukatlar bunların izni ile muhakeme olunacaklardır. Ayrıca yargılamada “hakemlik sistemi” getirilecektir.

4. Basın ve yayın (medya) yasası değişmelidir.

Basın ve yayın kuruluşlarını ancak kooperatifler işletebilecektir. Okuyucular kooperatifin üyesi/ortağı olacak, yazarlar/gazeteciler kooperatiflerin yöneticileri olacaklardır. Dağıtım eşit şartlarda kamu kuruluşu tarafından yapılacak. Devlet basını vergiden muaf tutacak, bunun karşılığında yayının beşte birinden kendisi yararlanacaktır.

Türkiye’yi yönettiklerini zannedenler yaşamak ve varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, bunları bir gün bile geçmeden yapmalıdır. Bu arada devleti koruduğunu zannedenlere de bir çift sözümüz vardır: Devlet yaşamak istiyorsa, bunları bilenleri ve yapanları iktidar etmenin demokratik yollarını açmalıdır...

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Ekonomik istiklâlimiz için neler yapılmalı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.06.2008

Bir devletin genel ve ekonomik bağımsızlığının iki işareti vardır.

Bunlardan biri halkın yöneticilerini kendilerinin seçmesidir.

Bu yönetim şeklinde kimin yönetici olacağına oranın halkı karar veriyorsa, o ülke bağımsızdır demektir. Ama yönetim şekli “cumhuriyet” de olsa, eğer bir ülkenin yöneticileri dışarıdan gelen talimatlarla atanıyorlarsa, o ülke bağımsızlığını kaybetmiş demektir.

Türkiye’deki siyasi çatışma bu ilke üzerinde kurulmuştur. CHP’yi indirip DP’yi iktidar eden sömürü sermayesi, zamanla sözünü istediği gibi geçiremediği için CHP’nin desteği ile DP’yi indirtmiş ve yöneticilerini astırmıştır. Bugünkü CHP yine aynı ipte oynuyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunanlar ise genel olarak beceriksiz görünüyorlar...

Bağımsızlığın ikinci ayağı para basma, ülke parasını basmadır.

Tarihteki devletler bağımsızlıklarını ilan ederken iki iş yaparlardı. Birincisi, başkanlar hutbede kendi adlarını okutur, artık “kral bizden, yönetici bizden” demiş olurlardı. İkinci olarak da “madeni para” basarlardı. Bugünün bağımsızlık alameti de; “bağımsız para politikası izleyen ülke” bağımsızdır, aksi durumda bağımsızlığını yitirmiş demektir.

O halde biz siyasi bağımsızlığımızı İstiklâl Savaşı’nda kazanmış ama ekonomik bağımsızlığımızı yitirmiş ya da ya da “ekonomik istiklâlimizi” henüz kazanamamış bulunuyoruz. Nasıl o zaman İstanbul’da bulunan hükümet bize siyasi bağımsızlığı sağlayamadıysa; bugünkü iktidarın da eli kolu bağlıdır, bize ekonomik istiklâlimizi kazandıramamıştır, kazandıramamaktadır...

***

Bu durumda ne yapmalıyız?

Siyasi istiklâlimizden sonra, şimdi de “ekonominin bağımsızlık mücadelesini” verecek önderler ortaya çıkmalı ve halkımıza önderlik yapmalı, halkımızı ekonomi mücadelesinde organize etmelidir.

Bunu gerçekleştirmek için neler yapılacaktır?

Halk ve esnaf kooperatifler hâlinde organize edilmeli, adeta kuvva-yı milliye ortaklıkları kurulmalı, Adil Ekonomik Düzen işletmeleri oluşturulmalı, bu işletmeler arasında dayanışma sağlanmalıdır. Bu faaliyete her türlü emekliler de katılmalıdır.

***

Bu kuruluşlar neyi sağlamalı, ne gibi faaliyetler yapmalıdır?

- Her şeyden önce ortalama yüzer ortak olarak bir araya gelmeli, ortak olmalı ve bu ortaklar “kooperatifler” kurmalıdırlar. Sermayeleri birbirlerine yakın olan işletmeler birleşerek “yüzer ortaklı ortaklıklar” kurmalıdırlar.

- Sermayelerinin yüzde birlerini birleştirerek “bir örnek işletme” kurmalıdırlar. Bu işletme doların emrinde olan bir paradan kurtulmuş olacak, bunu işletme senedini çıkararak sağlayacaktır. Yani bir tür “sera çalışması” veya “ar-ge çalışması” olacaktır.

- Kooperatifler halk ekonomisine göre “genel hizmetlerini” geliştirmeli, küçük işletmelerin “genel hizmetlerini” de onların küçük katkıları karşılığında vermelidirler. Bilhassa halk muhasebesi tutulmalı, yani herkesin borcu ve alacağı yazılmalı, borç ve alacağı her an belli olmalı, bunun için bir bedel ödenmemelidir.

- İstanbul esnafı, Anadolu esnafı sermayelerini birleştirmeli ve TMSF ihalelerine katılarak bir taraftan “özelleştirme” adı altında Türkiye’nin yabancı sermayeye satılmasını önlemeli, diğer taraftan devleti zengin ederek Türkiye’nin dış borçlarını rahatlıkla ödemesi sağlanmalıdır.

Sonuç olarak: Böylece Türkiye, bir taraftan “siyasi istiklâlinin” yanında ekonomik istiklâlini de kazanacak ve koruyacak, diğer taraftan güçlenen ekonomi sayesinde ordumuz da daha güçlü olarak milletin hizmetinde ve yanında yer alacaktır.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Çocuklarımıza ne bırakalım?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.06.2008

Allah bizi topluluğa, iyi topluluğa emanet etmiş; bize topluluğa karşı yerine getirilmek üzere görevler vermiş, topluluğu da bize sahip çıkmakla görevlendirmiştir.

Bu tesbitle ne demek istediğimizi anlatmak için önce bir soru soralım, sonra o sorunun cevabını ararken anlatmak istediğimizi anlaşılır hâle getirelim.

SORU: İnsan çocuklarına ne bırakmalıdır veya çocuklarına ne bırakabilir?

- İnsan çocuklarına ilim bırakabilir ama; sadece ilim yetmez.

Kötü bir toplulukta sadece ilim kötülük aracı olur, kişinin hem kendisini hem de topluluğu mahveder. Bu sebepledir ki ilimden çoğu zaman insanlar, hattâ devletler bile korkmaktadırlar. Bunun içindir ki medreseler kapatılmış, Kur’an kursları yasaklanmıştır. Bunun içindir ki hâlâ tevhidi tedrisat vardır. Çünkü ilim bir araçtır; kötüye de kullanılır, iyiye de kullanılır. O halde çocukları sadece okutmak, sadece ilim vermek iyi bir şey değildir.

- İnsan çocuğunu dindar ve ahlâklı yetiştirebilir ama; sadece iyi ahlâk yetmez.

Dindar ve ahlâklı insanın hiç kimseye kötülüğü dokunmaz; çünkü o rüşvet veremez, vergi kaçıramaz, hortumculuk yapamaz, yalan söyleyemez. Kötü toplulukta ve zalim düzende o çocuk yarın aç kalır, açlıktan ölür. Demek ki, dindar ve ahlâklı çocuk yetiştirdim demek, öyle pek övünülecek bir şey değildir; çünkü kötü bir toplulukta ve zalim bir düzende iyi insan yetiştirmek, bir bakıma sefil ve aç çocuk yetiştirmek demektir.

- İnsan çocuklarına para ve mal-mülk bırakabilir ama; sadece para da yetmez.

Para pul kazandım, çocuklarım rahat etsin diye onlara servet bırakıyorum deyip övünebilirsin. Oysa, çok para bırakmakla çocuklara ateş bıraktın demektir. Çok servetleri varsa, ‘yok benim olsun, yok senin olsun’ diye kavga ederler. Oysa yoksul çocuklar birbirlerine dayanarak geçinmek zorunda olurlar ve birbirlerini daha çok severler. Ayrıca zenginlere herkes yanaşır, onları kötü yollara sürükler ve çocuğunuz veya torununuz serkeş olur, ayyaş olur. Bundan kurtulan çok az kimse vardır. O halde servet bırakmak, hele hele haram servet bırakmak demek, çocuklar arasına bomba koymak demektir.

- İnsan çocuklarına makam ve mevki bırakabilir ama; sadece makam da yetmez.

Benim çocuğum makam sahibi, vali, bakan, genel müdür oldu diye övünülebilir ama; kötü düzende, zalim düzende ya adaletle hükmedemeyecek ya da zulmedenlere âlet olacaktır. Aksi halde o makamda duramaz. Nitekim, adaletle hükmetmek isteyenler zulme âlet olmadıkları için hep gitmişlerdir. İktidar sahipleri iktidarlarını zulüm için kullandıklarında ise malum olduğu üzere herkes onların düşmanı olacaktır.  

Görüyorsunuz ki, bunların hiçbirisi tek başına hayırlı değildir.

SORUYU TEKRAR SORALIM:

- O HALDE ÇOCUKLARIMIZA NE BIRAKACAĞIZ?

“İYİ BİR TOPLULUK” BIRAKACAĞIZ, ÇÜNKÜ “İYİ BİR TOPLULUK”TA;  

- Bilmiyorsa; öğretirler...

- Ahlâksızsa; onu eğitir ve ahlâklı yaparlar...

- İşi veya parası yoksa; ona yardım eder ve iş kurarlar...

- Eğer biri onu ezmeye kalkışırsa; topluluktaki herkes arka çıkar onu korur...

Hâsılı, çocuğunuza ve yakınlarınıza yalnız ve yalnız “İYİ BİR TOPLULUK” bırakacaksınız, bunun için çalışacaksınız, bunun için mücadele edeceksiniz...

Kimler İYİ TOPLULUK için çalışmışlarsa, kimler iyi topluluk içinde çalışmışlarsa; işte onlar sadece kendi çocuklarına ve yakınlarına değil; tüm insanlığa Rabb’lerinin rahmetinin gelmesini sağlamışlar ve kendileri de, çocukları da iki cihanda mesut olmuşlardır. Demek ki, sadece ilim vermekle değil, sadece mal yığmakla değil, sadece iyi ahlâk vermekle değil, sadece çoğalmakla değil, sadece güçlü olmakla değil; Rabb’in rahmetini hak etmeye çalışmalıyız ve bunun için “İYİ TOPLULUK” kurmalıyız.

 

 

***

 

 

 

 

 

Tehlike; asıl büyük tehlike nedir?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.06.2008

İlkel topluluklar “kabile” hâlinde yaşarlardı. Nüfus artınca, değişik kabilelerin bir araya gelmesiyle “kentler” oluşmaya başladı.

Mekke böyle bir kent idi. Mekke’nin bir başkanı yoktu. Sadece savaşlarda komutanlık edecek yetkisiz başkanları vardı. Aralarındaki denge kabileler arasında kan gütmeye dayanıyordu. Oluşmuş güçlü örfler toplulukları yönetiyordu.

İnsanlık devlet aşamasına geldikten sonra “ülkeler” oluştu. Milyonlarca insan “devlet” şeklinde organize olarak bir arada yaşamaya başladı.

Halk başkanlarına güvenir, ona itaat eder, ona karşı gelmekten korkardı. Bu durum aşama aşama gelişmiş ve bugünkü ulusal devlet hâline gelmiştir.

***

Ne var ki günümüzde devletler zayıf duruma düşmüşlerdir...

Sanayileşen ülkeler sanayileşmemiş ülkeleri sömürmeye başlamışlardır...

Bir taraftan “yenileşme ve modernleşme” isteği, diğer taraftan “istikrarı ve bağımsızlığı koruma” isteği dengeleri zorlamaktadır.

Sömürü gücü, sömürü sermayesi, ülkeleri yavaş yavaş kendi emrine almayı planlamakta ve bunu gerçekleştirmek için çalışmaktadır; dinsiz bir topluluk, aile yapısı sarsılmış bir topluluk, mülkiyet anlayışı ortadan kalkmış bir topluluk...

Herkes işçi, herkes köle, herkes sömürü sermayesinin emrinde...

Devlet yerine mafya eliyle güvenliğin sağlandığı bir topluluk...

Sömürü sermayesi hedefine varmak için yapılması gerekenleri yapmaktadır.

***

Devleti savunduğunu zannedenler günü düşünür, devletin ortadan kalkmasını önlemeye çalışır, bu gibi hesaplar yaparlar. Oysa stratejik yıkıma karşı tedbir almak onların işi değildir. Onun için “din düşmanı lâikliğin” Türkiye’yi yıkıma götüreceğini hesap ve idrak edemiyor, bu büyük tehlikeyi göremiyor, bunu önemseyemiyorlar...

İşte o küçücük başörtüsü sorunu bugün koca devleti temelinden sarsmaktadır. Böyle giderse, günü kurtaralım derken devlet temelden sarsılmaktadır...

Her konuda olduğu gibi bu konuda da müsbet ilim ne diyorsa o yapılmalıdır.

Hani siz Atatürkçü idiniz; elinizde tuttuğunuz meş’ale müsbet ilimdi?!.

Şimdi size ne oldu?

Müsbet ilmin gereklerini neden yerine getirmiyorsunuz?!.

Bugün cereyan eden olayları hangi müsbet ilimle açıklayabilirsiniz?..

Halkını ve ülkesini seven sivil aydınlar geleceği düşünmekte, ileride bu gidişin ne gibi kötülükleri beraberinde getirdiğini bildikleri için günlük gelişmelere muhalefet etmektedir.

Biz, ilmin bize gösterdiği aydınlıktan yararlanarak ekonomik, siyasi, sosyal ve başörtüsü meselelerinin AKP tarafından çözülemeyeceğini biliyor, onlara ikazlarda bulunuyorduk. Bizim çözümlerimize duymamayı, görmemeyi, görüşmemeyi inat hâline getirdiler ve sonunda bugünlerde içine girdikleri çıkmazlara yuvarlandılar...  

Bu hikâye nasıl başladı?

Cumhurbaşkanlığına yasalar ve teamüle binaen Bülent Arınç’ın vekalet etmesi gerekirken, Dengir M. Fırat’ın azizliği sayesinde Ahmet Necdet Sezer koltukta oturmaya devam etti ve bugünkü anayasa yargıçlarını o tayin etti, böylece Anayasa Mahkemesi kanunsuz işgal edildi. Bunun tek sorumlusu Fırat’ın yönlendirmesiyle hareket eden eski Millî Görüşçü yani Millî Görüş gömleğini çıkaran R. Tayyip Erdoğan’dır. Cumhuriyet Halk Partisi de seçimle iktidar olmayı unuttuğu için; geçmişte olduğu gibi zorla gelip orada oturma heveslisi olarak yargıç yönetimini tasvip etmektedir. Artık demokrasi sona ermiştir. Onlara göre bugünkü dokuz yargıç mutlak hâkimdir.

Bunun böyle gitmeyeceğini bilen güçlerin hedefi Türkiye devletini yıkmaktır, “asıl büyük tehlike” budur.

Önemli organlarını kaybeden bir hastanın öleceğini bilmek kehanet değildir.

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2008 Yazıları
1-2008 Ocak
1130 Okunma
2-2008 Şubat
1138 Okunma
3-2008 Mart
1177 Okunma
4-2008 Nisan
1124 Okunma
5-2008 Mayıs
1107 Okunma
6-2008 Haziran
1162 Okunma
7-2008 Temmuz
1234 Okunma
8-2008 Ağustos
1193 Okunma
9-2008 Eylül
1037 Okunma
10-2008 Ekim
1114 Okunma
11-2008 Kasım
1134 Okunma
12-2008 Aralık
1142 Okunma