Milli Gazete 2007 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2007 1.Baskı
1112 Okunma
2007 Aralık

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

 

ARALIK 2007

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

En büyük vatansever kim?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.12.2007

Bugün, yazımıza başlık olan “En büyük vatansever kim?” sorusunun cevabı üzerinde duralım, bu sorunun cevabını vermeye çalışalım.

En iyi doktor; en iyi vatansever doktor, hastalarıyla en çok ilgilenen, hastanın cebine değil, kalbine bakan doktordur. “Hepimiz Mehmetçiğiz!” sloganına nazire yaparcasına “Ben de Mehmetçiğim!” sloganını atan doktor, hastalarıyla ilgilenmiyorsa, hem kendini hem başkalarını kandırıyor demektir.

En iyi esnaf, en iyi tüccar; vergi kaçırmayan, müşterisini kazıklamayan esnaftır. “Ben de teröristlerle çatışıp vatanım için ölmeye hazırım!” sloganlarını attıktan sonra, işinin başına geçtik ten sonra hile yapmaya, ölçü ve tartıya riayet etmemeye, vergi kaçırmaya devam ediyor, müşterilerini her fırsatta kandırmaktan vazgeçmiyorsa neye yarar?

En iyi devlet memuru, en iyi bürokrat; vatandaşın işini en hızlı halleden ve en iyi şekilde hizmet eden memurdur. Çalıştığı devlet dairesini ve masasının her tarafını “Türk bayraklarıyla” donatan bir memur, rüşvet almak için kırk takla atıyorsa; ben o memura “keşke o bayrağı yüreğine de takabilseydin!” desem, acaba yanlış mı yapmış olurum?

Belediye sarayının girişine “Rüşvet alan da veren de melundur.” hadisini astıran belediye başkanı, yardımcıları veya görevlileri “çorba parası” adı altında rüşvet yiye yiye göbeklerini ve cüzdanlarını şişirmiş iseler; acaba o hadis levhası ve belediye binasına astıkları Türk bayrağıyla kimi kandırmış olurlar?  

Bana sorarsanız en büyük vatansever, işini en iyi yapan insandır.

*

O halde en doğru tepki ne olmalıdır?

Slogan atılmasına ve tepki gösterilmesine karşı değilim. Kimse yanlış anlamasın. Elbette, her konuda olduğu gibi bu konuda da millî tepki verilecek.

Yüz tane genç düşünün. Her hafta başka bir mahallede düzenlenen mitinglere katılıp saatlerce slogan atıyorlar. Onların bu yaptıkları millî duygularımızı okşamış oluyor.

Oysa, bu yüz genç aralarında para toplasalar. İçlerinde üç kişi bu paralarla bir şehit ailesini ziyarete gitseler ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamaya yardımcı olsalar; acaba saatlerce slogan atmaktan daha anlamlı bir tepki vermiş olmazlar mı?..

Şehit askerin eşi evinin elektrik faturasını ödeyemiyorsa, sokaklarda sadece slogan atan insanlar bundan sorumlu değil midir, ya da utanmaları gerekmez mi?..

Şehit askerin çocuğu okul kıyafetlerini alamıyor, hele hele karnını gereği gibi doyuramıyorsa ve siz evinizin balkonuna kadifeden yapılmış bir Türk bayrağı asıyorsanız, acaba bazı şeyleri düşünmek zorunda değil misiniz?..

*

1984 yılından bu yana terör örgütünün saldırıları sebebiyle vatanımız için şehitler veriyor ve her şehit cenazesinde “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” diye slogan atıyoruz.

Yirmi yıl önce şehit olmuş bir askerin, genç yaşta “dul” kalmış eşi bugün ne yapıyor acaba? On yıl önce daha kundaktayken “yetim” kalmış bir çocuk bugün hangi şartlarda yaşıyor acaba? Ya henüz o günlerde “yaşlı” olan ve bugün hâlâ hayatta iseler iyice yaşlanıp çökmüş olan anne-babalar ne yapıyorlar acaba???

[Maalesef, yukarıda sayılan örneklerin pek çok mağdurları var.]

Bakınız, terör belasını sona erdirmek için dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda bugüne kadar yapılmayıp da asıl yapılması gereken meselelere girmedim bile.

Ben bunları düşünüyor ve düşününce utanıyorum...

Ya siz?..

Biraz da bunları düşünün, lütfen…

Not: As. Dr. Selcen Caferoğlu’na selam, dua ve muhabbetlerimle; teşekkürler…

 

 

***

 

 

 

 

 

ABD’nin hayali neydi, ne oldu?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.12.2007

ABD’nin yani sömürü sermayesinin bir hayali ve hedefi vardır; tüm dünyayı tek sermaye devleti hâline getirmek ve sömürmek.

Bunun için önce feodal devletleri birleştirmiş ve millî krallıklar oluşturmuş, bunların dinlerini veya mezheplerini ayırarak kavmî dinler veya mezhepler üretmiştir.

Sonra demokrasi ve milliyetçilik söylemleri ile krallıkları yıkmış, dikta rejimli cumhuriyetleri oluşturmuştur.

Sonra millî devletleri yıkarak dünyayı “kapitalist” ve “sosyalist” bloklar hâlinde yönetmeyi planlamıştır.

Kapitalist ülkelerde sermaye sömürüsü ile halkın elinden varlığını almış, sosyalist ülkelerde de halkın elinden zorla bütün varlıklarını gasp etmiştir.

Arkasından, sosyalizm ve komünizm adı altında sembolleşen ve halkları sömürülen Sovyetler’i yıkmış, bu ülkelerin topraklarına kendisinin sahip olacağını ümit etmiştir.

Bu arada Türkiye başta olmak üzere, diğer ülkelerde de özelleştirme bahanesi ile tüm ekonomik kuruluşları eline geçirmek istemektedir...

Ancaaak;

ABD’nin evdeki/plandaki hesabı çarşıya/gerçeğe uymuyor, hayaller gerçekleşmiyor.

*

ABD’nin yani sömürü sermayesinin hayalleri ve hedefleri gerçekleşmedi.

Sovyet ülkeleri ve halkları topraklarını ve fabrikalarını sömürü sermayesine peşkeş çektirmediler, özelleştirmediler, satmadılar...

Eski Sovyet ülkeleri kendileri liberal ekonomi kurdular ve gittikçe gelişmektedirler. Özellikle Rusya yeniden güçlenmekte ve kutup ülke hâline dönüşmektedir. Bu ülkelerde ve Türkiye’de halk ekonomisi giderek gelişmekte ve güçlenmektedir.

Türkiye gibi lider olma potansiyeli olan önemli ülkelerde de özellikle kamu kuruluşları yani KİT/Kamu İktisadi Teşekkülleri önce çökertiliyor, sonra özelleştirme adı altında haraç mezat sömürü sermayesine peşkeş çekiliyor…

Ancaaak;

ABD’nin bütün hayallerine/ hedeflerine/ planlarına/ projelerine rağmen “sömürü sermayesi” yerine “halk ekonomisi” gelişmekte ve güçlenmektedir.

*

ABD’nin yani büyük sermayenin dört hayali gerçekleşmemiştir.

1) Dünyadaki sağ-sol çekişmesi/çatışması tutmamış, sonunda solcular da din düşmanlığından vazgeçerek barış tarafını tutmuşlardır. Dünya özellikle son yıllarda hızla değişiyor…  

2) Sovyetler yıkılmış ve kutup olmaktan çıkmıştır. Yeni kutup henüz bulunamamıştır. Rusya yeniden toparlanmaktadır, İslâm âlemi adım adım gelişiyor…

3) Dünya üzerinde kapitalizm ve sosyalizme rağmen “halk ekonomisi” gelişmiş ve halklar tekrar liberal ekonomiye doğru istikrarlı ve sabırlı bir şekilde ilerlemektedirler...

4) Beklenmedik şekilde Avrupa Birliği dünyada etkin olmaya başladı, çünkü gelişti ve liberalleşmeye doğru gidiyor... Bu arada ABD halkı da artık uyanıyor...

Eveeet;

ABD’nin yani sömürü sermayesinin hayali/hedefi/planı/projesi neydiii, ne oldu?

Bugüne kadar olanlar, bundan sonra olacakların habercisidir.

Bu konu üzerinde durmaya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Sosyal Güvenlik Reformu

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.12.2007

Sosyal Güvenlik Reformu yeniden Meclis’e sevk edildi…

Bu meselenin Türkiye’nin sosyal yapısına ve ekonomisine yönelik etkileri büyük ve önemli.

Adil ve üzerinde uzlaşılan bir reform, etkinlik açısından yurtiçi tasarrufların yükselmesine ve mevcut cari açığın azalmasına katkıda bulunur. Analistler, yorumcular -aynen bendeniz gibi- ülkeler açısından gerçekleştirilmesi en zor reformlardan biri olan Sosyal Güvenlik Reformu’nu çok önemsiyorlar. 30 yıllık bir süreçte, sürdürülebilir bir sosyal güvenlik sistemini amaçlayan Sosyal Güvenlik Reformu çerçevesinde, hâlen, gayri safi yurtiçi hâsılanın yüzde 5’i düzeyindeki sosyal güvenlik finansman açığının, ilk 10 yıl içinde yüzde 1 oranında azalması bekleniyor…

Hatırlayalım bakalım; o dönemdeki hükümet, o zamanki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, ayrıca sendikalar ve sivil toplum kuruluşları çok yönlü olarak Sosyal Güvenlik Reformu üzerinde çalışmış ve yasanın oluşmasını sağlamışlardı. Yasaya karşı çıkanlar bir yana, asıl Anayasa Mahkemesi’nin iptali önemliydi ve nedenle bazı maddeler üzerindeki çalışmalar tekrar yapıldı. Bu tür yasaların hazırlanması sadece Türkiye değil, bütün dünyada kolay olmuyor. Toplumun bütün kesimlerini ilgilendiren bir konuda herkesi memnun etmek hiç de kolay değil.

***

Sonunda ne oldu?

SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı birleşti ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) çatısı altında yani tek bir noktada toplandı. Başına Tuncay Teksöz getirildi. Başkanın gelmesiyle birlikte sıkıntılı ve sancılı bir dönem başladı. Sonunda Başkan Tuncay Teksoz, değişik nedenlerle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu’nun talebi üzerine istifa etti. Başkan Teksöz’den boşalan koltuğa bu kez DPT Müsteşar Yardımcısı Birol Aydemir oturdu. Aydemir, 2002 yılındaki AKP’nin acil eylem planının hazırlanmasında etkin rol almış olan birisi. Birol Aydemir, SGK Başkanlığı koltuğunda da önemli projelere imza attı. Üniversite hastanelerinin kapısını bütün sigortalılara açarak adından söz ettirdi.

Şimdi ise sıkıntılar yaşadığına dair bilgiler Ankara kulislerinde dolaşıyor...

Murat Başesgioğlu döneminde de bakanla sık sık anlaşmazlığa düştüğü bilinen Başkan Birol Aydemir, farklı sorunları bu kez yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Bakan Faruk Çelik’le yaşamaya başladı...

Sıkıntılar devam ediyor…

***

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından istenen; tıpkı Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’nda (EPDK) ya da Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nda (BDDK) olduğu gibi bağımsız olma çabası. Buna karşın Çalışma Bakanlığı, etki gücü çok büyük olan SGK’yı bırakmak istemiyor. Anlaşıldığı kadarıyla sıkıntıların sebeplerinden biri bu…

Meseleyi biraz daha detaylandıralım…

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), yüz milyar liraya yakın bütçesi olan bir kurum. Patronunun kim olacağı henüz belli değil. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı nedeniyle, yürürlük tarihi bir yıl ertelenmişti...

Şimdi, Sosyal Güvenlik Reformu’nun yeni hâli yeniden Meclis’te görüşülmeye başlanacak... Malum, Türkiye’nin sorunları az değil; bu arada sosyal güvenlik açıkları da çok büyük. Mesele bir de bu sebeple önem arz ediyor. 2006’da 26,4 milyar YTL olan açıklar, 2007’de 29 milyar YTL’yi bulacak gibi görünüyor... Bu devasa açığın millî gelire oranı yüzde 5 seviyelerinde, yani çok büyük bir kara delikten söz ediyoruz...

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) deyip geçmeyelim; gelirleri 57 milyar YTL, giderleri ise 81 milyar YTL olan koca bir kurum var ortada... Burada yaşanan her şey büyüklüğü ölçüsünde önem arz ediyor. SGK’nın ve Çalışma Bakanlığı’nın önünde yukarıda sözünü ettiğim çözüm bekleyen birçok konu varken, yapılan tartışmalar doğal olarak kamuoyunun da dikkatini ve ilgisini çekiyor; bu gidişle de köklü çözüm üretilinceye kadar çekmeye devam edecek…  

Sosyal Güvenlik Reformu ile ilgili tesbit ve teşhisler genel olarak böyle…

Tedavi ve çözüm önerileri ise bundan sonraki iki yazıda, inşaallah…

Selam, sevgi ve dua ile…

 

 

***

 

 

 

 

 

İbadetler, kurban ve ekonomi (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.12.2007

İbadetler insanların tüm hayatlarını düzenleyen müesseselerdir.

İbadetler kişileri şahsen eğittiği gibi toplulukların işlerini de düzenlemektedir.

Namazları ibadetlerin en başına alabiliriz. İbadetlerin başında adeta birer okul olarak fonksiyon icra eden namazlar insanların belli aralıklarla gerçekleştirmeleri gereken toplantıları düzenlemekte, hayatın her alanındaki meselelerin istişare edilmesini sağlamakta ve kararların alınmasına imkânlar vermektedir.

Zekât insanlara nasıl çalışacaklarını ve nasıl paylaşacaklarını öğretmekte, topluluğun ekonomisini düzenlemekte, ortak bütçeyi oluşturmakta, kredileri tanzim etmektedir.

Kurban da genel olarak ‘ibadetler’ dediğimiz işte bu düzenlemelerin içinde yer alan bir müessesedir ve özellikle ‘ekonomik’ yönü ile tebarüz etmektedir. Bir an için sene boyunca et yiyemeyen gariban ve fakirleri düşünün; kurban olmasa o insanlar hiç olmazsa yılda birkaç gün et ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilirlerdi?

*

İnsanlar önce toplayıcılık dönemini yaşadılar. Kabile başkanları meyve toplamaya çıkmaz, topluluğun işlerini görürlerdi. Halk da onun bu hizmetine karşılık topladığı meyvelerden başkana pay verirdi. Zekât işte böyle başladı.

Daha sonra avcılık dönemine geçilince başkan ava katılmaz, katılsa bile avlanan etten topluluk için pay ayrılırdı. Başkan kendi uhdesinde toplanan etleri topluluğun ve o topluluktaki ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere değerlendirirdi.

Daha sonra çobanlık dönemine geçilince bu usul sürdürülmüş, bu sefer avlanan değil de kesilen hayvanlardan başkana pay verilirdi. Bu uygulama uzun zaman devam etmiştir. Çobanlıkla geçinen İsrail oğullarında kurban en önemli müessese olarak ortaya çıkar. Tevrat bu kurbanlarla ilgili hükümleri bolca içermektedir. Devlet bütçesi adeta bu kurbanlarla oluşmaktaydı.

İnsanlar sonra tarım dönemine geçince vergi tarım ürünlerinden alınmaya başlandı. Hıristiyanlık kurban müessesini tatil etti. Çağımızdaki Batı dünyasında artık devlet bütçesi çobanlık dönemindeki gibi kurban etleri ile oluşmamaktadır.

Genel olarak insanlık bu dönemleri geçirmiştir ve kurban özellikle Müslüman topluluklar arasında varlığını ve çok yönlü etkisini sürdürmektedir.  

*

Bu genel girizgâhtan sonra, şimdi kurbanın ekonomik ve sosyal etkileri üzerinde durabiliriz.

İnsanların toplanmaları önemli bir ihtiyaçtır. Bayramlarda halka ziyafet verilmesi gerekmektedir. İnsanları bir araya getiren toplantılarda birinci sorun katılanların beslenmeleridir. Bunun nasıl yapılacağı bize bayramlarda öğretilmektedir.

Ramazan Bayramı’nda “fitre”, Kurban/Hac Bayramı’nda da “kurban” ile topluluklarda beslenme sorununun nasıl çözüleceği öğretilir.

İnsanlar sebze, bitki, meyve ve hayvanlardan elde edilen et ve süt ürünleri ile beslenirler. İnsanlar yeryüzünde varlıklarını sürdürdükleri müddetçe yani kıyamete kadar hiçbir zaman bu ihtiyaçlardan kurtulamayacaklardır. Çünkü insanlar bir sinek bile üretemeyeceklerdir.

Ramazan Fitresi insanlara tahıl gibi bitkisel ürünlerin yetiştirilmesi ve tüketilmesi eğitimini vermekte, Kurban Bayramı sayesinde de hayvansal besinlerin üretilip tüketilmesi öğretilmektedir.

Kurban aynı zamanda çok yönlü bir eğitimdir.

Kurbanın vekâleten değil de asaleten kesilmesi gerekir. Kadınlar için tevkil caizdir. Erkekler ise hiç olmazsa kesilecek kurbanın başına geçip ortak tekbirle kurbanı kesmelidirler. Sonra etleri parçalarken ellerine bıçakları alıp yapılan faaliyete katılmalıdırlar.

Devamı var…

 

 

***

 

 

 

 

 

İbadetler, kurban ve ekonomi (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.12.2007

Sosyo-ekonomik açıdan mesele ele alındığında “kurban”ın diğer önemli fonksiyonu da herkesi yılda bir defa da olsa et ile doyurmasıdır.

Besinlerde iki tür madde vardır. Birincisi, normal yaşantımızı karşılayan maddelerdir ki, bunlarla ya bedenimizin yapısını oluştururuz yahut yakarak iş yaparız.

Bunun dışında bir de insan olarak ihtiyacımız olan vitaminler vardır. Belki bunlardan çok az miktarda lazımdır ama insanlar bu ihtiyaçlarını hayvanlardan almaktadır. Yılda bir defa alınınca da ihtiyacı karşılamakta ve insan bünyesine yetmektedir. Değişik etlerden birer lokma alınsa bile bir yıl yeterli olmaktadır.

İşte bundan dolayı, mümkünse kurbanlar birlikte topluca bir mekânda toplanıp kesilir ve kesilen etler karıştırılır, ondan sonra bölüştürülür. Böylece oradaki insanlar değişik hayvanlardaki her tür vitaminleri almış olur.

Benzer durum sadece “kurban”da değil “fitre”de de vardır.

*

Bu izahlardan sonra kurban ve fitrelerin eda edilmesi şekillerine geçebiliriz.

Değişik meralarda otlayan değişik tür hayvanlar bir yere getirilir ve birlikte kesilir. Sonra bunların etleri karıştırılır. Mesela, hayvanın bütün parçaları karıştırılarak ortak kıyma yapılır. Sonra bu kıymalar birleştirilerek karıştırılır. Böylece bunları tüketecek olan insanlar her hayvandan yani onların otlamış oldukları her meradan besin almış olurlar.

-Bu şekilde elde edilen etin veya kıymanın üçte biri kesenlere evlerine götürmek için verilir.

-Üçte biri kurban kesmeyenlere yani fakirlere dağıtılır, onlar evlerine götürürler.

-Üçte biri de orada pişirilerek veya kızartılarak oraya gelen halka yemek olarak verilir.

*

Kurbanın hayvan besiciliğini sübvanse etme özelliği vardır.

Hayvan besleyen insanlar ancak kurbanlarda yeterince kâr etmekte, diğer zamanlardaki zararlarını bu dönemde kapatmaktadırlar. Bu sayede “hayvancılık ve besicilik” unutulmamakta ve devam ettirilmektedir.

Fitrenin de kıyas yoluyla böyle verilmesi gerekir.

Değişik yerlerde ekilmiş değişik tahıl, patates ve diğer uygun mahsuller karıştırılarak bir “fitre ekmeği” pişirilir. Böylece her tarlada yetişen değişik bitkilerin besinlerini alma imkanı doğar.

Herkes yetiştirdiği veya satın aldığı besinleri getirip ortaya koyar. Bunlar saklanabilecek ve depolanabilecek hâle getirilir. Bayram günü böylece hazırlanan ekmek, meyve suları karışımları, süt mamulleri, ballar ve benzeri ürünler birleştirilir.

Bayram günü elde edilen ürünler karıştırılıp üçe ayrılır.

-Bir hisse fitre verenlere verilir.

-İkincisi oraya gelen fakirlere dağıtılır.

-Üçte biri de orada hazır olan halka ziyafet olarak verilir.

*

İbadetlerin mânâlarını iyice öğrenmeli, hikmetlerini bilmeli, Kur’an’daki hükümlerini çok yönlü olarak anlayıp idrak etmeli, ekonomik ve sosyal etkilerini kavramalıyız. Bu hükümler sadece Müslümanların sıradan amelleri veya temennileri olarak görülmemelidir. Dün de yazdığım üzere, insanlığın geçirdiği merhaleler dikkate alındığında, kıyamete kadar ihtiyaçlarımız devam edecektir. İnsanlık olarak illet ve hükümlerde Kur’an’ın ve Sünnet’in yardımı ile ilerlemiş oluyoruz. Bunların hepsi Kur’an’a ve ilmî çalışmalara dayanmalıdır. Vesselâm…

Kurban Bayramınız mübarek ve çok yönlü uyanışlara vesile olsun, inşaallah...

 

 

***

 

 

 

 

 

Bayramların ekonomik ve sosyal fonksiyonları (1)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.12.2007

İnsanlık, ilk insan Hazreti Âdem ve Havva ile yaratıldı ve insanoğlunun yeryüzündeki macerası başladı.

İnsanlığın ilk yaratıldığı zamanları ve yaşadığı şartları şöyle bir düşünün bakalım. Konuşma bakımından sadece Allah’ın öğrettiği isimleri biliyordu. “Ahmet, gel, dün” şeklinde meramını anlatıyordu... Edep yerlerini ağaç yaprakları ile kapatıyordu... Ağaç dallarından yaptığı kulübelerde yaşıyordu... Yaz-kış meyve veren ağaçlıklar içinde meyve toplayarak yaşıyordu...

Yıllar, yüz yıllar, bin yıllar geçti ve “insanoğlu” o günlerden bu günlere ulaştı.

İnsanın beyni ve bedeni o günden bugüne kadar değişmedi.

Değişmediyse, o halde insanlık o durumdan bugünkü merhaleye nasıl ulaştı?

Allah peygamberler, suhuflar, kitaplar gönderdi. Onlar vasıtasıyla bir çocuğu eğitir gibi insanlığı eğitti. Böylece insanoğlu bugün uzaya gidebiliyor, bilgisayarda satranç oynayabiliyor.

Allah insanlara bunları emrettiği “ibadetler”le öğretiyordu.

Onlara önce namaz kılmayı öğretti…

Sonra zekât vermeyi, bütçeyi ve ekonomiyi öğretti…

Sonra oruç tutmayı emretti, haccı ve kurban kesmeyi farz kıldı...

Bu ibadetler sayesinde insanlık bilgi sahibi oldu ve bugünkü uygarlık seviyesine ulaştı.

***

Kimileri insanlığı bu derecelere yükselten bu ibadetleri terk ettirerek yerine kendilerinin icat ettikleri merasimleri koydular. Mesela namaz yerine başka şeyler ikame ettiler. Hani, bilinen matematiksel ve geometrik bir gerçek vardır ya; iki nokta arasındaki doğru tektir, eğriler/yamukluklar/yanlışlar ise sonsuzdur. Hak tek, doğru tek, sırat-ı müstakim tek; bâtıl, yanlış, yamukluk ise pek çok. Neler yaptılar veya neler yapmadılar ki?!. Geleceğin umudu çocukları güya okuttular, ama aslında kendileri gibi onları da cahil bıraktılar, yani cahillerin okuttukları da cahil kaldı, yeryüzü okumuş cahillerle doldu...

Oysa Allah günde beş vakit namazı, beş defa toplanmayı farz etti ve beşikten mezara kadar okumayı/ilmetmeyi emretti…

Kimi yöneticiler ibadetlerin koyduğu düzene karşı kendileri lâik/ibadetsiz düzen getirmek için uğraştılar. Halk ise dinlerinin öğrettiği ibadetleri yapmaya devam etti. İşte “din” ile “düzen” arasında böyle bir çelişki doğdu. Bunu güya çözmek için de lâikliği icat ettiler. Dinleri ortadan kaldırmakla uğraştılar. Çözüm üretmediler. Bu arada dinler de fonksiyonlarını yitirdi, işe yaramaz hâle geldi.

Bugünkü sıkıntıların ana kaynağı ve sebebi işte budur.

***

Cuma Namazı haftalık toplantılardır, işlerin düzenlenmesi toplantısıdır. Şimdi ise mesailerini aksatma aracı olmuştur. Bir taraftan haftalık işleri düzenleme şöyle dursun, diğer taraftan da işleri bozmaktadır. Cuma da Cuma olmaktan çıkmış, sadece bir merasim hâlini almıştır.

Bu durumda ne yapmalıyız?

Önce; ibadetlerin sosyal fonksiyonlarını ortaya koymalıyız. Sonra; artık siyasiler dünyayı kendi kafalarına göre değil, kâinatı var eden ve kendi kanunlarını koyanın koyduğu ibadetlerle düzenlemelidirler. İbadetler artık sosyal işlevlerini görmelidir. Din âlimlerine bu fonksiyonları ortaya koyma görevi düşer, siyaset adamlarına da dinin öğrettiklerine uyma görevi düşer. Lâiklik; dini dışlama ile değil, dinlerde çokluğu sağlama ile olur. Mesela Müslümanlar Cuma günü toplanıp görüşmeler yaparlar, Yahudiler Cumartesi günü, Hıristiyanlar Pazar günü,; ama hepsi haftada bir toplanırlar. Farklı günlerde bu toplantıları yapmalarının sebepleri ve hikmetleri vardır. Bunun anlamı şudur, resmi tatil günü olmamalıdır, her din kendi tatil gününü yaşamalıdır. Bunun başka yararı da, bu ayrılık sayesinde o gün hayat durmaz, devam eder...  

Devamı var…

 

 

***

 

 

 

 

 

Bayramların ekonomik ve sosyal fonksiyonları (2)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.12.2007

Bir önceki yazıdaki genel girişten sonra; “bayramların ekonomik ve sosyal fonksiyonları” nelerdir, kısaca özetlemeye çalışalım.

Günde beş defa aşirette yani ocakta toplanılır, günlük işler görüşülür. Haftada bir kabilede yani bucakta toplanılır ve haftalık işler görüşülür. Yıllık toplantılar da “bayram günlerinde” yapılır. Yılda iki defa yıllık bayram toplantılarında bir araya gelinir ve belli sorunlar karara bağlanır.

Bu bayram toplantıları nerelerde yapılır?

İnsanlık kongresi Mekke’de yapılır. Bu kongre üç ay sürer. Ramazan Bayramı’ndan başlar, Kurban Bayramı’nda biter. İki bayram arası tam yetmiş gündür, yani on haftadır. Bu da elli haftanın beşte biridir. Kameri yıl elli haftadır.

Benzer toplantılar kıyas yoluyla ülkelerde yapılır ve toplanılır. Mesela meclis bu aylarda faaliyet gösterir, yıllık çalışmaları bu aylarda yapar. Her gün kanun çıkarmaz.

İllerde de meclis vardır, o meclis de bu aylarda toplantı yapar.  

Bucaklarda haftalık toplantılar yapıldığı için bayramlar arası sürekli çalışan bir meclisi yoktur.

Ramazan Bayramı’nda sorunlar ortaya konur, Kurban Bayramı’nda ise karara bağlanmış olur.

***

Hangi sorunlar ortaya konur?

Ramazan Bayramı’ndan önce vergi beyannameleri ayrılır, bütçe hazırlanıp ilan edilir, halkın denetimine sunulur. Kurban Bayramı’na kadar bütçeye itirazlar yapılabilir. Hakemlere gidilip sorunlar çözülür. Yanlış kayıtlar varsa düzeltilir. Eksik beyanlar varsa hakemlere gidilerek karara bağlanır. Bütçede uygun olmayan bir şekilde bölüşme sağlanmışsa, yahut arttırmalı veya açık bütçe oluşmuşsa düzeltilir.

Ramazan Bayramı’ndan önce mâli bütçe yapıldığı gibi yine Ramazan ayında kredi bütçesi yapılır, herkesin alacağı çalışma ve işveren kredileri belirlenir. Halka arz olunur, halk bunları tetkik eder. Hata varsa hakemlere gidilerek düzelttirilir.

Ramazan Bayramı’ndan önce gerekli imtihanlar yapılır, notlar verilir, yıllık artan dereceler belirlenir ve ilan edilir. Seçimler yapılır. Herkes vekilini belirlemiş olur. Kurban Bayramı’na kadar bunlara itirazlar yapılır ve mahkeme kararları ile hükme bağlanır. Şeriat düzeninde herkesin resmi ücreti vardır, resmi yerlerde bu ücretle çalışılır. Bu ücretle kredi alınır, bu ücretle emekli olunur ve sözleşmede açıklama yapılmamışsa resmi ücretle çalışır. Benzer şekilde resmi fiyatlar vardır. Bunlar yıldan yıla değişir, yahut bunları tesbit eden formüller değişir. Bunlar Ramazan Bayramı’ndan önce hazırlanır ve ilan edilir. Hatalar varsa Kurban Bayramı’na kadar hakemlere gidilerek düzeltilir.

Bir de içtihatlar ve icmalar vardır. Bunlar yıllık kararlar olmayıp bütün yıllarda uygulanacak şekilde yapılır. İçtihatlar sosyal grupların ortak sözleşmeleridir. İcmalar ise tüm kuruluşların yani ocak, bucak, il, ülke ve insanlığın ortak sözleşmeleridir. Yıl içinde yapılır. Ramazan Bayramı’ndan önce ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar gerekli itirazlar yapılır. Hakemler tarafından karara bağlanır. Usulde buna ‘teemmül müddeti’ denmektedir.

İşte, “bayramların ekonomik ve sosyal işlevleri” bunlardır.

***

Şimdi tartışacağımız şeyler, bugünkü düzen ile bayramların düzenleri arasında ne gibi iyilikler ve kötülükler var? Lâikler bunları bizimle tartışmalıdır. Zararı yok, şimdilik kendi lâik düzenleriyle bizleri yönetsinler, ses çıkarmıyoruz; ama sorunları çözemiyorlar...

Biz bir şey istemiyoruz; istediklerini yapsınlar!

Onlardan tek bir şey istiyoruz; bizi dinlesinler, Allah’ın kendilerine ne gibi nimetleri bahşettiğini öğrensinler, sonra yine nankörlüklerine devam etsinler. Çünkü, Allah bize sadece ‘tebliğ et’ diyor. Biz tebliğimizi yaptıktan sonra gerisine karışmıyoruz, O ne yapacağını bilir.

Bayramlarımız her daim mübarek ve çok yönlü uyanışlara vesile olsun, inşallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

Sosyal güvenlik ve …

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.12.2007

Batı modelinde “devlet” vardır “sermaye” vardır; sermaye hakimse ona “kapitalizm” denmekte, devlet hakimse ona da “sosyalizm” denmektedir. Eğer uzlaşmış olarak birlikte idare ediyorlarsa ona da “karma ekonomi” denir. Batı modelinde “halkın” devlet içinde yeri yoktur; bu sebepten dolayı “ailenin” de devlet içinde yeri yoktur.

Batılıların anlayışında çalışanlara “ücret” verilecek, çalışanlar kendileri yaşayacak ve “çocuklar” yetiştireceklerdir. Yetişenler “işçi” olacak ve böylece hayat devam edecektir. Devletin çocukların yetişmesinde bir görevi yoktur. İşçiler sigorta şirketlerine ortak olurlar, oraya aidat yatırırlar; çalışamadıkları veya hasta oldukları zaman kendilerine ve çocuklarına onlar bakar. Sigortaya aidatları yatıramayanların veya yatırmayanların yaşama hakları yoktur.

Kapitalistlerde ne kendilerinin ne de çocuklarının devlet üzerinde bir yükü yoktur. Sosyalistlerde ise çocukları kreşlerde devlet büyütmekte; burada da anne babanın çocuk üzerinde bir sorumluğu yoktur, yetkisi de yoktur. Karma ekonomide sigorta şirketlerine ortak olma zorunluluğu vardır. Herkes sigortalı olmaktadır. Burada da oynanan oyun şudur. Karma ekonomideki küçük müteşebbisler devre dışı bırakılmakta, küçük işletmelerin sahipleri işçi olmaya zorlanmaktadır.

Hâsılı; Batı düzeninde esas olan “devlet”tir; yahut “sermaye”dir; yahut karma ekonomide “ikisinin ortaklığı”dır; ama bu düzende halk yoktur, halk onların sadece işçisidir.

***

İslâmiyet’te ise esas olan halktır, insandır, insanın yaşamasıdır; insanın kendisinin yaşaması yanında neslinin de yaşamasıdır. Bu doğa kanunudur, sünnetullahtır. Bütün canlılar yaşamaya ve nesillerini yaşatmaya çalışırlar; hattâ gerektiğinde yavruları için kendilerini feda ederler.

O halde devlet ne için vardır?

Devlet “kişi”yi ve “aile”yi desteklemek için vardır.

Kişiler birleşiyorlar ve “aşiret”i oluşturuyorlar, buna “ocak” diyoruz. İnsanlar burada günlük yaşama hayatlarını sürdürüyorlar. Kişiler birleşiyor ve “kabile”yi oluşturuyorlar, biz buna “bucak” diyoruz. İnsanlar burada birlikte üretim yapıyorlar. “İl”de iç güvenliği gerçekleştiriyorlar, “ülke”de dış savunmayı sağlıyorlar, “insanlık”ta uygarlığı oluşturuyorlar; böylece kendilerinin ve ailelerinin yaşamasını garanti altına alıyorlar.

Devletin görevi “kişiler”e ve “aile”ye hizmet vermekten ibarettir.

Bunun düzenlenmesi şöyle yapılmaktadır. Yeryüzü bütün insanların ortak malıdır. Çalışıp üretim yapanlar çalışmalarının yarısını kendi emeklerinin payı olarak alırlar, diğer yarısı ise yeryüzünün kira payıdır. Ortak fonda birleştirilir ve ortak işler görülür. Kişi çalışsın-çalışmasın, herkese kira payı bölüştürülür. Bu bölüşmede zorluk olmasın diye kamu payı beşe ayrılır. Üç pay çalışana verilir. Biri kendi geçinmesi için verilir, diğeri çocukları büyütmesi için verilir, üçüncü olarak da gelecekteki yatırımlara sermaye olsun diye verilir. Kalan iki payı kamu alır. Kamu bunun biriyle “Genel Hizmet”i yapar, diğeriyle de kamu görevlerini görür. “Genel Hizmet” ortak işlerdir, halk bunlardan bedava olarak yararlanır.

***

Genel Hizmetleri şöyle sıralayabiliriz:

a) Her türlü evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtlarını Genel Hizmet tutar. Bedel kamuca ödenir.

b) İlmî, dinî, idarî ve meslekî eğitimleri Genel Hizmet yapar; bedelini kamu öder.

c) Ambar, kasa, takip ve araştırma işlerini Genel Hizmet yapar, halk yararlanır; bedelini kamu öder.

d) Basın, yayın, ulaşım ve haberleşme Genel Hizmet tarafından yapılır, halk karşılıksız yararlanır; bedelini kamu öder.

e Planlama, bakım, sağlık ve güvenlik işlerini Genel Hizmet yapar, halk yararlanır; bedelini kamu öder.

f) Noter, kontrol, tahkik ve hakemlik hizmetlerini Genel Hizmet yapar ve bedeli kamuca ödenir. g) Başkanların maaşları kamuca karşılanır.

Böylece kişiler birçok harcamalardan kurtulmuş olurlar. Sadece yemek, giyinmek, barınmak ve dolaşmak için gerekli ihtiyaçları karşılamak için çalışıp kazanmak zorundadırlar. Bunlardan da çalışamayanlara kamu payından maaş bağlanmaktadır.

a) Fakirlere, yoksullara, yetimlere ve yaşlılara ortak fondan pay verilmektedir.

b) Kamu görevi gören görevlilere de pay verilmektedir. Bunlar memurlar, âlimler, sanatçılar ve seyyahlardır.

c) Vakıflara ve vakıflarda çalışanlara da pay ayrılmaktadır.

d) Borçlulara ve göçmenlere yerleşmeleri için pay verilmektedir.  

Görülüyor ki,sosyal güvenlik” aidatsız tam olarak sağlanmaktadır. Çalışan “faizsiz ve icrasız çalışma kredisi”ni almaktadır. Çalışamayan ise kamu payından pay almaktadır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Sosyal güvenliğe geçiş

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.12.2007

Bugünkü faizli düzen içinde devletin varlığını sürdürmesi için bazı sorunların acilen çözülmesi gerekir.

Bunların başında “sosyal güvenlik” gelmektedir.

Türkiye’de herkes emekli olmak istemektedir ama çalışmayı kimse istememektedir.

Bunun sebepleri şunlardır.

-Türkiye’de çalışma hayatı çok ağır şartlarda olmaktadır.

İşçi olarak çalışan herkesin işverenle her gün problemi vardır. Bu sıkıntıları çekeceğine emekli olup rahat etmek istiyor.

-İşçi her gün işten çıkarılacağından korkmaktadır. İşveren de her gün iflas korusu içindedir.

Bir an önce emekli olup dinlenmek istemektedir.

-İşveren olarak çok ağır yükler içinde ezilmektedir. Vergi borcu, sigorta borcu, işçi bulma sıkıntısı; elektrik, su, telefon ve diğer giderler insanı bunaltmaktadır. Bunlardan kurtulmak istiyor.

-İşçi fazla mesai yapmaktan, işveren işlerinin sıklığından sosyal faaliyetlere vakit ayıramıyor.

Artık diğer insanlarla buluşup sohbet etmek ve sosyalleşmek istiyor.

Bu durum bir taraftan üretimi düşürmekte, diğer taraftan sigorta yükünü kaldıramadığı için devlet durmadan borçlanmaktadır.

Bunun sonu çöküş ve yıkılıştır.

Bu sorun için önereceğimiz tek çözüm “genel sosyal güvenlik”tir.

1- Devlet yılbaşında nüfus başına herkes için maaş belirlemeli, bunu haftalık olarak halka ödemeli, halk bununla geçinmelidir.

Bu miktara hiçbir suretle el konmamalı, her ne olursa olsun kesinlikle icraya konu olmamalıdır.

2- Devlet her aile sorumlusuna ailedeki nüfus kadar miktarı ile orantılı olarak bir kira bedeli ödemeli, bu bedel de haftalık ödenmelidir.

Aile reisinin kendi evinde oturuluyorsa kendisine verilmeli, değilse ev sahibine verilmelidir. Kira bedeli pazarlıkla tesbit edilmelidir.  

3- Devlet sosyal güvenlik kuruluna haftalık ödemenin yarısı kadar bir bedeli haftalık olarak aktarmalı, sosyal sigorta bununla sağlık işlerini yapmalıdır.  

4- Çalışanların yaş ve tahsillerine göre resmi baremleri olacaktır. Bu dereceye göre her çalışana “faizsiz kredi” açılmalıdır.

İşçi işverenin yanında bu kredi ile çalışacak ve işveren borçlanacak, işçi ücretini alacaktır. Bu kredi işçinin ücreti ile üretimdeki ham maddenin alınması için kullanılacaktır.

5- İşçi ile işveren arasında “serbest pazarlık” olacak, işçi istediği işverenin yanında istediği fiyatla çalışabilecektir; devlet ücretlere müdahale etmeyecek, fiyatlara da müdahale etmeyecektir.

Ancak işverenin “faizsiz ve icrasız kredi” alabilmesi için işçi çalıştırmak zorunda olduğu aşikârdır. Sadece inşaatta çalışan işçilerin ücretleri “resmi ücret” olacak, bu ücretler de kredi baremleri ile orantılı olarak tesbit edilecektir.

6- Devlet “resmi fiyatlar” tesbit edecektir.

Ham madde olsun, mamul madde olsun, her malın resmi değeri olacaktır. İşveren teminat olarak mamul maddeyi gösterecektir. Ambarda stok edilen mal kadar işverenlere kredi verilecektir. Bu krediyi kullanabilmesi için o miktarda işçiyi de çalıştırması gerekmektedir. Taşınmazların değerleri ise resmi malzeme fiyatları ve resmi inşaat işçi ücretleri toplamı ile belirlenecektir. Denetim bankalarca yapılacaktır. Mamul madde fiyatı serbest olacaktır. İnşaat ise maliyetle satılacak, işverenlerin azami kredi limitleri olacaktır. Satıldıkça kredisi açılmış olacaktır.

7- Serbest fiyatlar ve serbest ücretlerin oluşmasına göre devlet yılbaşında şunları tesbit edecek ve yılsonuna kadar değiştirmeyecektir.

a) Nüfus başına ödenecek haftalık YTL.

b) Ailelere ödenecek haftalık kira bedelleri.

c) İşçilere baremlerine göre verilecek “faizsiz-icarsız kredi” miktarı.

d) Ham ve mamul maddelerin kredi teminat değerleri. Bu suretle her yıl ortaya çıkan enflasyonla bu değerler ayarlanmış olur, yıl içinde değiştirilmez.

8- Bu krediler bankalara Merkez Bankası tarafından verilecektir.

İşçilere verilen kredilerden dolayı bankalara bir ücret ödenmez, faiz de istenmez. İşletmelerden alacakları hizmet paylarını serbest olarak belirler. Devlet bu hizmetleri birbirine rakip on banka aracılığı ile yapar. İşverenlerin denetimi bankalara aittir. Bankaların usulsüzlük yapmaları hâlinde ellerinden bu hizmeti verme yetkisi alınır.

9- Beş misli kredi açıldığı için beş misli üretim olacaktır.

% 20 KDV alındığında bu para devlete geri dönmüş olacak, yahut yılda % 20 enflasyon ile KDV’siz de bu döngü çalışır.

10- Bu sayede bütün vatandaşlar “sosyal güvenlik” kapsamına alınmış olur. Böylece hem herkes çalışır hâle gelir, hem de herkes çalışmaya teşvik edilmiş olur.

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2007 Yazıları
1-2007 Ocak
1130 Okunma
2-2007 Şubat
1221 Okunma
3-2007 Mart
1194 Okunma
4-2007 Nisan
1093 Okunma
5-2007 Mayıs
1087 Okunma
6-2007 Haziran
1141 Okunma
7-2007 Temmuz
1228 Okunma
8-2007 Ağustos
1227 Okunma
9-2007 Eylül
1102 Okunma
10-2007 Ekim
1227 Okunma
11-2007 Kasım
1328 Okunma
12-2007 Aralık
1112 Okunma