Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1177 Okunma
2006 Aralık

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

ARALIK-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

 

“Sosyal Güvenlik Kurumu”  

ve sosyal güvenlik meselesi - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.12.2006

Artık ilgili herkes biliyor ve itiraf ediyor ki, sosyal güvenlik sistemimiz SOS veriyor, adeta çökmüş durumda. Son yıllarda sisteme yönelik çalışmalar yapılıyordu.

Sonunda sisteme müdahale edildi ve bir şeyler yapıldı. Bu müdahalenin iyi ve kötü, faydalı ve zararlı, olumlu ve olumsuz sonuçlarını zamanla hep beraber göreceğiz.

Sosyal güvenlik sistemine müdahale edilmese ve yapılabildiği kadarıyla reform yapılmasaydı, bir süre sonra sistem zaten içinden çıkılmaz bir hâle dönüşecekti.

Her yıl sosyal güvenlik kurumlarının tamamının (TC Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK) açıklarına devlet tarafından 13-14 milyar dolar (USD) aktarılmaktadır.

Bizimki gibi bir ülke bütçesi buna ne kadar dayanıp müdahale edebilir?

Hemen hemen herkesin üzerinde birleştiği konu şudur ki, sosyal güvenlik reformu yapılması gereklidir, elzemdir, geciktirilmemelidir. Geciktirildiği sürece problem daha da artacak ve zamanla içinden çıkılmaz bir hâl alacaktır.

Son yılların en önemli gündem maddelerinden birisi olan sosyal güvenlik reformu konusunda çok şey yazıldı. Ancak, 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile, TC Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK tek çatı altında birleştirilmesinin önündeki en büyük engel olan kurum başkanlığına atamanın yapılmamış olmasıydı. Sosyal güvenlik reformuna ilişkin düzenlemelerin 01.01.2007 tarihinde yürürlüğe girecek olması, konunun önemini ve aciliyetini daha da artırmaktaydı.

*

Geçen ay, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşar Yardımcısı Birol Aydemir, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’na atandı.

Birol Aydemir, sosyal güvenlik uygulamalarını bilen, SSK, Bağ-Kur ve TC Emekli Sandığı’nı yakından tanıyan ve bürokrasi deneyimi çok fazla olan bir bürokrat.

Onun Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’na atanmasıyla birlikte sosyal güvenlikte yeni bir dönem başlamış oluyor...

Bu arada sosyal güvenlik reformuna ilişkin düzenlemeler 01.01.2007 tarihinde yürürlüğe gireceğinden, reformun uygulamasını gösterecek yönetmelikler, tebliğler ve genelgelerin bir an önce çıkarılması gerekiyor.

Artık ülkemizin sosyal güvenlik ile ilgili yarınları şimdilik yeni bir başkana ve onun ekibine emanet. Eğer sosyal güvenlik sistemimiz tamamen çökerse hepimiz sıkıntı yaşarız, hattâ altında ezilip perişan oluruz. Özellikle, hâlen sosyal güvenlik kurumlarında yöneticilik yapanların bunun farkında olması gerekir.

Bu gelişme meselenin bir bölümünü ihtiva ediyor.

*

Yine geçen ay sonunda ülkemiz sosyal güvenliğinde önemli dönüm noktalarından birisi yaşandı. “Tek çatı” olarak adlandırılan “Sosyal Güvenlik Kurumu”nun 1. Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Böylece, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın tüzel kişilikleri sona erdi.

24.11.2006 günü gerçekleştirilen Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Olağanüstü Genel Kurulu ile Sosyal Güvenlik Kurumu Yönetim Kurulu’nun seçimle gelen üyeleri belli oldu.

Seçimler sonucunda, 1- İşveren sendikalarını temsilen Sadık Oğuz (Yedeği: Tandoğan Tokgöz), 2- İşçi sendikalarını temsilen Fikret BARIN (Yedeği: Bedrettin Kaykaç), 3- Kurumdan aylık ve gelir alanları temsilen Kazım Ergün (Yedeği: Gazi Aykırı), 4- Kamu görevlileri sendikalarını temsilen Hasan Hayır (Yedeği: Yusuf Yazgan), 5- Kendi nam ve hesabına çalışanları temsilen Selahattin Biçer (Yedeği: Necat Avcı) yönetim kurulu üyeliklerine seçildiler.

Böylece ülkemizdeki sosyal güvenlikte yeni bir dönem başlıyor...

Herkese eşit sosyal güvenlik ve sağlık hakkı için Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanına ve yeni ekibine yani bütün yönetimine, bu arada Sosyal Güvenlik Kurumu Yönetim Kurulu’na büyük görevler düşüyor.

Sonuç olarak başarılı olmalarını dileyelim. Onlar başarılı olsunlar ki, emeklilerimiz ve yaşlılarımız rahat etsin. Emeklilerimiz rahat ederse, elbette onlara bakmak veya en azından ilgilenmekle yükümlü olanlar rahat ve huzurlu olacaklardır.

Yarın meselenin daha başka, önemli ve çözüme yönelik bir yönünü yazmış olacağım.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Sosyal Güvenlik Kurumu” ve

Adil Düzende sosyal güvenlik - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.12.2006

Dün de yazdığın gibi; sosyal güvenlik reformu ile ilişkin düzenlemeler 01.01.2007 tarihinde yürürlüğe giriyor. Ayrıca, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşar Yardımcısı Birol Aydemir, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’na atandı. Yine geçen ay sonunda “Sosyal Güvenlik Kurumu”nun 1. Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı, böylece SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın tüzel kişilikleri sona erdi.

Malum olduğu üzere, her yıl sosyal güvenlik kurumlarının tamamının (TC Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK) açıklarına devlet tarafından 13-14 milyar dolar (USD) aktarılmaktadır.

Korkunç bir dipsiz kuyu ve kara delik.

Bizimki gibi bir ülke bütçesi buna ne kadar dayanıp müdahale edebilir?

*

ADİL EKONOMİK DÜZEN” açısından bu köşede konuyu zaman zaman anlatmışımdır. Bugün de “sosyal güvenlik meselesi”nin bazı farklı noktalarını tamamlayıcı mahiyette olmak üzere ele alıyorum.

“ADİL DÜZEN”de kadın olsun, erkek olsun, çocuk olsun, yaşlı olsun herkesin yaşama hakkı vardır. Bu hak insan olmaktan doğar ve yeryüzündeki ortaklığın kira payı olarak verilir. Bu pay önce çalışamayan veya çalışmayanlara verilir. Çalışanlara kredi verilir. Onlar paylarını işyerlerinden almış olurlar. Bu maaş iki çeşittir.

1) Küçüklere veya küçüklükten sakat olanlara verilir. Devlet içinde ve il içinde eşit olarak bölüştürülüp dağıtılır. Bunlara bakmayı tekeffül eden kimselere verilir. Onlar bunları yetimlere harcarlar.

2) Yaşlılara veya sonradan sakat kalanlara, hasta olanlara veya çalışmak istemeyenlere bölüştürülür. Bedeni hizmete ihtiyaçları yoksa kendilerine, varsa bakan kimselere verilir.

*

ADİL EKONOMİK DÜZEN”de kadın olsun erkek olsun herkesin “faizsiz çalışma kredisi” vardır. Bu para işçiye ödenir ve işveren borçlandırılır. Bu kredi alanlar o gün için yaşlılık payını almazlar. Böylece çalışanların ikinci sosyal paraları vardır. Buna “çalışma sosyal payı” diyoruz.

Çalışma sosyal payının hesabı aşağıdaki kriterlere göre yapılır.

1) Kişinin mesleki derecesine göre kredi verilir ve bununla emekli yapılır.

2) Çalıştığı saatlere göre, daha doğrusu yaşama sosyal güvenlik payını almadığı günlere göre değerlendirilir.

Bu kredi kadın ve erkekler için aynıdır. Ancak kadın çalışmadığı zaman bu krediyi ancak evli ise alabilir. Evli olmayan kadınlar bu krediyi alamazlar. Eğer bir kadının evli iken kocası ölmüşse, bir daha evlenmese de bu payı alır.

*

“ADİL DÜZEN”de sosyal güvenlik iki bakımdan ele alınır.

1) Bedeni hizmete ihtiyacı olanlara bu hizmeti vermek gerekir. Bu hizmeti yüklenmek kadınlara aittir. Kadınlara bu hizmeti kadın yakınları verir. Çocuklara anneleri, yoksa anneanneleri, yoksa ablaları, yoksa teyzeleri; hâsılı, kadının kadından akrabaları verirler. Yaşlı kadınlara ise kızları, yoksa torunları, yoksa kız kardeşleri, yoksa kız kardeşlerinin kızları verirler. Bunlara hizmet verirken emekli maaşları da onlara verilir. Bakılan kimsenin maaşını başkalarına dağıtma yetkisi yoktur.

2) Erkeklere hizmet vermek eşlerine aittir. Emeklilik maaşını onlar alırlar. Bu sebepledir ki bu tür bakılmaya muhtaç yaşlılar evlendirilir. Onların emeklilik maaşlarını onlar alır, öldüklerinde de bu maaşı almaya devam ederler. İkinci kocaya varsa, o da onun elinde ölse, onun maaşı da ona kalır.

*

Çocukların ve yaşlıların nafakaları, yani maddi ihtiyaçlarını gidermek erkeklere aittir. Çocukların babaları, dedeleri, erkek kardeşleri, amcaları karışırlar. Yaşlıların ise oğulları, oğulların oğulları, erkek kardeşleri, babadan erkek kardeşin çocukları karışırlar. Aidatsız bağlanan maaşlar bu mükellefin yanında toplanır. Yetmezse kendi imkânları ile tamamlar, imkânları da yetmezse âkilesi (dayanışma ortaklığı) tamamlar. Bu gelir ve giderler, kendi katkıları hususu tamamen muhasebe denetimindedir. Diğer yakınları muhasebeleri alır ve gerekirse aleyhinde baba da olsa dava açabilirler. Ona olan velayet hakkını veya hıdane hakkını düşürürler.

Evli olmayan kadınlara çalışma emekliliği verilmiyor. Faizsiz kredi veriliyor ama çalışma sigortası yapılmıyor, buna karşılık kocasının çalışma sigortası kadar sigortayı o da almış oluyor. Yaşama sigortasını her zaman alabiliyor. Böylece sistem olarak yaşlı erkeklere bakacak eş bulunma meselesi çözüme kavuşturuluyor. Evlilik teşvik ediliyor.

 

 

***

 

 

 

 

 

Kayalıklar arasında tarım

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.12.2006

Yeri geldikçe bu köşede tarım konusuna değişik vesilelerle değişik şekilde değiniyorum. Tarım hem ülkemizde hem de bütün dünyada hâlâ Nuh Nebi’den kalma usullerle sürdürülüyor.

Batı medeniyeti beş yüz yıldır teknolojiyi her alana adapte ettiği halde, tarım her ne hikmetse teknolojiden nasibini alamadı, alamıyor. Halbuki, geçmişte işlediğim konular vesilesiyle değindiğim üzere, insanlık sadece karalarda değil, denizlerde ve uzayda tarıma bile hazırlanmak durumundadır.

Hazırlanmak durumunda ama, henüz karalardaki tarım konusunda bile yeni alanlar ve yeni teknolojiler keşfedilmiş veya iyi kötü keşfedilenler yaygın ve etkili bir şekilde uygulanabilmiş değil. İnsanlık artık bu yeni keşiflere ve bunların yaygın ve etkin uygulamalarına muhtaç hâle gelmiştir.

Şimdilik, bu alanda geniş çalışmalarımızın olduğunu, bir önceki Tarım Bakanı Sami Güçlü döneminde ilgili bürokratlarla bunları paylaşmaya çalıştığımızı, bir miktar ilerleme kaydettikten sonra -anlayamadığımız sebeplerden ve birden bire- bakanın görevden alınarak değiştirildiğini açıklamakla iktifa ediyoruz. Sayın Tarım Bakanı Mehdi Eker ile bu konuda henüz görüşme merhalesine geçmedik. Bir karşılaşmamızda konuyu açmama rağmen, o andaki yoğunluk sebebiyle detaylara giremedik. Gerçi bakanlık seviyesindeki ilişkileri kurma ve geliştirmede bürokrasinin bilinen tabiatı gereği çok zorlanıyoruz ama; bu yazı vesilesiyle böyle önemli bir çalışmanın ilgililerin ilgisini beklemekte olduğunu bu vesileyle tekrar hatırlatıyorum…

Umulur ki ilgilenmesi gerekenler ilgilenir.

*

Geçen bahar aylarında gazetedeki yönetici arkadaşlarımızdan Yazıişleri Müdürleri Hasan Durmuş ve Selami Çalışkan ile gerçekleştirdiğimiz Anadolu turnesinde Orta Anadolu ile Akdeniz bölgesinin 14 vilayetini gezmiş, özellikle köylü ve çiftçilerimizle yaptığımız görüşmelerde ne kadar perişan durumda olduklarını bizzat müşahede etmiştik. Göründüğü kadarıyla tarımımız can çekişiyor.

Alternatif çözüm arayışlarını az da olsa gördük.

Mersin’de büyük bir devlet çiftliğinde ziraat mühendisleri ile yaptığımız görüşmelerde, tarım alanında her şeye rağmen önemli araştırma ve çalışmaların yapılmakta olduğunu görmek sevindiriciydi. Birlikte uygulama yapılan tarım bölgelerini gezerek incelemeler yaptık.

Ama asıl sürprizi devlet çiftliği dışında yaşadık.

Devlet çiftliğindeki mühendis bir arkadaş asıl yeni tarım çalışmalarını halkın yapmakta olduğunu ve vaktimiz varsa gösterebileceğini söyledi. Tereddüt etmeden kabul ettik. Birlikte tarım çiftliği dışına çıktık. Ovayı andıran düz tarım arazilerini terk ederek dağlara yöneldik!

Tepelere doğru bir müddet tırmandıktan sonra, dev kayalarla oluşturulan kademeli setler ve o setlerde oluşturulan açık ve sera tarım alanları ile karşılaştık. Halkımız kayaları kompresörlerle sökmüş, set hâline getirmiş, aradan çıkan toprakları değerlendirerek kademeli yeni tarım alanları oluşturmuş. Dağların daha da yükseklerinden borular döşeyerek ulaştırdıkları sularla bu yeni tarım alanlarını sulayınca, dağlara doğru tırmandıkça tepelerde kayalıklar arasında yeni tarım arazileri oluşmuş.

Demek ki, halkımız azmedince yapılması gerekeni yapabiliyormuş.

Kanaatim odur ki, her alanda olduğu gibi tarım alanında da yeni bir şeyi yapmak devlet, hükümet ve tarım bakanlığından çok, halk ile mümkün olmaktadır.

Kayalıklar arasında tarım alanları oluşturan halkımız neleri başarmaz ki!

Yeter ki yol gösteren ve yönlendirenler olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

Topraksız tarım - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.12.2006

Dünkü yazımda “kayalıklar arasında tarım”dan söz ettim. Mersin bölgesinde girişimci halkımız/çiftçimiz alternatif tarım alanları oluşturmada yeni bir başarı ortaya koymuş. Bu başarı öyküsünü kısaca özetlemiş oldum. Oysa, o yazıyı yazmamın sebebi ve vesilesi bambaşka bir şeydi.

‘Sebebi neydi?’ diye sorarsanız, cevabı gayet ilginç; “topraksız tarım!

Evet, evet, yanlış okumadınız; tekrar ediyorum, “topraksız tarım!

Ürünlerini ekecek arazi bulamayan girişimci halkımız/çiftçimiz, tarım için yeni alternatiflere yöneliyor. Son yılların tarımdaki gözdesi seracılık, tahtını yeni bir tarım mecrasına, besinle zenginleştirilmiş akan su ya da katı ortam içinde ürün yetiştirme yöntemi olan “topraksız tarım”a kaptırmaya başlıyor gibi görünüyor!..

Topraksız tarım” denen bu yeni sistem, özellikle bazı Avrupa ülkelerinde, topraktan gelen hastalıkların tespitini yapamayan, yanlış ilaç kullanımından dolayı insana zarar veren bilinçsiz üretime karşı sağlıklı bir yol olarak tercih ediliyor. Geleneksel seracılık yöntemine oranla 3 kat daha fazla ürün elde edildiği ortaya konan “topraksız tarım” 70 yıldır dünyada kullanılan bir sistem olsa da, Türkiye’ye ancak on yıl kadar önce giriş yaptı.

Bu tarım yöntemini ilk defa 1980’li yıllarda yaşadığım Suudi Arabistan’da görmüş, ziyaret ettiğim bilgisayar kontrolünde üretim yapılan sera şeklindeki çiftlikte karşılaştığımda hayretler içinde kalmıştım. Çünkü üretim su havuzlarında yapılıyor, suyun üzerindeki şeffaf naylon örtünün üstünde üretilen sebzelerin gövde ve ürünleri dururken, kökleri suda yüzüyor gibi görünüyordu! Çiftliği gezdiren kişi suyun içinde bitkinin ihtiyacı olan her şeyin olduğunu söyleyince, mekanizmanın nasıl kurulduğunu idrak etmiştim.

*

Topraksız tarım” üretim tekniği son yıllarda ülkemizde de uygulanıyor. Güneydeki Adana değil ama Antalya’daki tarım il müdürü, bu tür tarımın getirisinin fazla olduğunu söylüyor. Örtü altı tarım üretiminde hastalıklara yakalanma riskinin az olduğunu belirtiyor ve Antalya’da “topraksız tarım”ın 317 dekarının plâstik, 286 dekarının ise cam alanda yapıldığı bilgisini veriyor.

Topraklı sera üretiminde dekar başına 15 ton ürün ve 2 bin 892 yeni lira gelir elde edilirken, “topraksız kültür tarımı”nda yüzde 40 verim ve 11 bin 500 YTL gelir sağlandığını belirtiyor ve bu tarz sera yatırımlarında gelecek yıl yüzde 70 oranında artış gerçekleştirileceğini bildiriyor. Böylece Antalya’dan yapılan yaklaşık 250 milyon dolarlık taze sebze ve meyve ihracatı da artacak.

Batı Akdeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsü uzmanı Dr. Suat Yılmaz ise, “topraksız tarım”da ürünlerin kalitesinin yanı sıra 12 ay boyunca üretimin yapıldığını, daha az su, gübre, ilaç ve işçilik kullanıldığını belirtiyor. Yılmaz, bu alanda Hollanda’nın 5 bin dekarla Avrupa’da ve dünyada ilk sırada yer aldığını söylüyor. Ancak ilk andaki yüksek yatırım maliyetlerinin üreticileri korkuttuğu, bu alandaki işgücünün de nitelikli olması gerektiği aktarılıyor.

Topraksız tarım” yapan firmalardan Antalya yönetim kurulu üyelerinden Dr. Savaş Titiz’in yaptığı çalışmaya göre “topraksız tarım” ihracat artışı için de önemli bir avantaj sağlıyor.

Balkanlar, Doğu Avrupa ve Rusya gibi Türkiye’ye komşu ülkelerde artan refah düzeyi turfanda sebze piyasasını genişletiyor ve kaliteye olan talebi artırıyor.

Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Üyesi Ali Rıza Akıncı, üreticilerin modern sera yatırımlarına yönelmemesinde bazı yasal eksikliklerin de etkili olduğunu belirtiyor. Akıncı, seracıların bir sanayi tesisi gibi çalıştıkları halde, sanayi sicil kaydı bulunmadığı için sıkıntı yaşadıklarına dikkat çekiyor.

*

Yerli ve yabancı firmalar ülkemizdeki tarım fuarında buluşuyor. Tarımın Türkiye’deki anavatanı olarak bilinen Antalya ilimiz, “topraksız tarım”daki son gelişmelerin ve yeni teknolojilerin tanıtılacağı “Growtech Eurasia 2006 Fuarı”na ev sahipliği yaptı.

Fuara başta İspanya, Hollanda, İtalya, Fransa, İsrail ve Yunanistan’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda ülke misafir edildi. 110 bin metrekarelik alanda toplam 305 yerli ve yabancı firma katıldı.

30 bin civarında ziyaretçiyi ağırlayan fuar, 3 Aralık’a kadar sürdü.

Nerden nereye?

Topraksız tarım” yapmak bir yana; artık Avrupa ve Asya’dan bu tarım tekniği temsilcilerini bile ülkemizdeki fuarda buluşturuyoruz. Ayrıca, son yıllarda birçok yabancı firma da ülkemizin bu bölgesinde yatırım yapmak için çalışmalar yapıyor.

 

 

***

 

 

 

 

 

Topraksız tarım - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.12.2006

Evet, dün de anlattığım üzere, özellikle Avrupa ve dünyada olduğu gibi ülkemizde de artık tarımda hiç toprak kullanılmadan her türlü tarım üretimi yapılabiliyor.

Üstelik tarla ve seraya dikilen fidanlardan bir kez ürün alınırken, “topraksız tarım”da yılın 12 ayında ve yüksek verimle dikilen bitkilerden ürün alınabiliyor.

Yatırım bakımından büyük maliyet gerektiren “topraksız tarım” ülkemizde özellikle Antalya yöresinde her geçen gün yaygınlaşıyor.

Türkiye’de mazisi son birkaç yıla dayanan “topraksız tarım”, Avrupa’daki tarım ülkelerinde yaygın olarak kullanılıyor. Hollanda günümüzde tarım üretiminin tamamına yakınını, İspanya ise yarısını “topraksız tarım” ile yapıyor.

Hollanda, tarım ürünleri ihracatından yılda 20 milyar dolar, İspanya 12 milyar dolar kazanıyor.

Türkiye’nin ise şimdilik “topraksız tarım”dan elde ettiği gelir 2005 yılında bir milyar doları ancak bulabildi.

Modern seracılığa çok önemli etki ve katkı sağlayacağı artık ayan beyan belli olan topraksız tarım, ülkemizde de başlangıç ve ilk gelişme yıllarını yaşıyor. Zamanla ve şimdilik çoğunluğu Antalya’da yöresinde olmak üzere 500-600 dekarlık bir alanda uygulanıyor. Elbette, bu bölgedeki topraksız tarım ortaya çıkıp gözle görülür hâle geldiğinde, ‘her başarılı uygulama taklit edilir ve yaygınlaşır’ esasına dayanarak ülkemizin diğer bölgelerine de yaygınlaşacaktır.

*

Topraksız tarım” üretim tekniğinde toprak yerine bitkiyi daha iyi besleyen perlit, kaya yünü, volkanik küf gibi malzemeler kullanılıyor. Üretilen bitkinin içinde yetiştiği ortam paketlenmiş malzeme olarak yurt dışından ithal ediliyor. İthalata dayalı olması pek iyi değil ama zamanla yerli üretime de geçilecektir. Yeter ki “topraksız tarım” üretim tekniği iyice yerleşip yaygınlaşsın.

Topraksız tarım” ile yetiştirilen ürünler daha yüksek fiyatlara satılıyor. Böyle olması da önemli bir avantaj. İhracat değeri de yüksek.

Bu yeni başarı öyküsüne ülkemizden bir örnek verirsek, “topraksız tarım” ile üretim yapan TS Tarım Üretim Müdürü Hikmet Şener, bu teknikle çalışan yapan şirketlerin Avrupa’daki büyük süper marketlerle sözleşme imzaladığını söylüyor. Nitekim kendileri de böyle yapmışlar.

Malum olduğu üzere klasik tarım üretimi tamamen hava şartlarına bağlı ve bağımlıdır. Oysa “topraksız tarım”da üründen ve üretimden zarar etme riski adeta yok denecek kadar azalıyor veya tamamen ortadan kalkıyor. Tarım sektöründe çalışanlar için bundan daha büyük avantaj düşünülemez.

Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaplan’ın tespitleri de önemli. Profesör Kaplan, “topraksız tarım” sayesinde bir taraftan üreticinin en önemli meselesi olan topraktan kaynaklanan sorunlar ortadan kalkıyor, diğer taraftan yüksek verim ve kalite değerlerine ulaşılabilmek için tercih edildiğini anlatıyor.

*

“Topraksız tarım” tekniğinin avantajlarını kısaca kimi özellikleriyle özetlemek gerekirse, şöyle anlatılabilir:

-Topraksız tarımda kalite, renk ve boyları yani standartlama bakımından birbirine yakın ürünler üretilebiliyor. Bu gibi özellikler üreticiye ve satıcıya ekstra kazanç sağlıyor.

-Topraksız tarımda yetişen ürünler devamlı ve istikrarlı bir şekilde satılıyor. Pazar değeri yüksek. Üretici ve tüccar için en önemli handikap olan elde kalma sorunu yok.

-Topraksız tarım yıl boyu yani 12 ay yapılabildiğinden, müşteri ile yapılan anlaşmada kendi belirlediğiniz bir fiyatlarla yıl boyunca ürün satabiliyorsunuz.

-Topraksız tarım sayesinde üreticinin en büyük problemlerinden biri olan bitki hastalıklarından kurtuluyoruz. Çünkü, bilindiği üzere bitki hastalıklarının yüzde sekseni topraktan kaynaklanmaktadır. Oysa bitkinin gelişimini riske sokan hastalıklar “topraksız tarım” sayesinde çözüme kavuşturulmuş oluyor. Toprağa bağlı ve bağımlı hastalıklar başta olmak üzere her türlü olumsuzluklar “topraksız tarım” sayesinde ortadan kaldırılmış oluyor.

Dünyada ve Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de “topraksız tarım” giderek yaygınlaşıyor.

Hayırlı, verimli, bereketli olması dua ve dileklerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

TÜRKİYE NEDEN SÜPER GÜÇ OLMALI? - 1

Kıbrıs, kapitalizm ve “ADİL DÜZEN”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.12.2006

 

“Tâ ki mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”

(Kur’an; Haşr Sûresi, 7. âyet.)

 

Bu yazının daha baştan tasarladığım başlığı, “Kıbrıs Meselesi, vahşi kapitalizm ve tek çözüm Adil Düzen” olabilirdi, ancak uzun olmasın diye maruzatımı “Kıbrıs, kapitalizm ve Adil Düzen” şeklinde kısalttım. “Türkiye neden süper güç olmalı?” üst başlığı ise nihayetinde çözüm olarak olması gerekeni ifade etmektedir.

Kıbrıs Meselesi”ni vesile yaparak bir dizi yazı yazmaya niyetlendiğim gün, hükümetin Ercan Havaalanı ile Gazi Magosa Limanı’nı bir yıllığına Rumlara açma sürprizi ile karşılaştık!

Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı da yapılan teklifi medyadan öğrenmiş!

İnsanın hayattaki en önemli hatıralarından bir bölümü de “askerlik hatıraları”dır...

Kıbrıs benim askerlik kıta hizmetini yaptığım yerdir. 1978-79 yıllarında 28. Tümen Karargâhı’nda görev yaptım. Ercan Havaalanı ile Gazi Magosa bizim sorumluluk bölgesinde bulunduğundan, genel olarak Kıbrıs’ın tamamında ve özel olarak bu iki bölgede hizmetlerim ve askerlik hatıralarım vardır.

Kıbrıs’taki görev ve hizmetlerden biri havaalanındaydı. Ankara’dan her hafta Ercan Havaalanı’na gelen askeri uçağı karşılamak, pilot ekibine mihmandarlık yapmak ve sonunda uğurlamak görevim sebebiyle sık sık havaalanına giderdim. Hafta sonları Kıbrıs’ın diğer şehirlerindeki Kıbrıslı dostlarımı ziyarete gitmemişsem, Gazi Magosa’daki sivil dostlarımı ziyaret eder veya Maraş bölgesindeki orduevine giderdim.

Yavru Vatan Kıbrıs, Anavatan olarak her Türk vatandaşını ilgilendirmekte. Ama genel olarak Kıbrıs, askerlik vesilesiyle de olsa bir süre yaşadığım ve hizmet ettiğim Ercan Havaalanı ve Gazi Magosa bölgelerini de kapsıyor ve doğrusu bu duygusal yönüyle beni de çok yakından ilgilendiriyor...

*

Asıl anlatacağım meseleye böyle bir giriş yaptıktan sonra, konunun daha iyi anlaşılması amacıyla farklı bir cephe açacağım. Tam da bu yazı dizisini yazmaya karar verdiğim gün, Millî Gazete’mizin değerli yazarı, 1972’de MSP Genel Başkanı olarak tanıdığım, Muhterem Süleyman Arif Emre’nin önemli bir yazısı yayımlandı. “Yüzde 2 azınlık, dünya genelinde servetin yüzde 85’ine sahip” başlığını taşıyan yazı, aslında yeryüzündeki zulüm düzeninin sona erdirilmesi için Türkiye’nin neden süper güç olması gerektiğinin adeta ‘gerekçe yazısı’ mahiyetinde. Yazının önemli bölümlerini tekrar hatırlayalım:

Yapılan bir istatistiğe göre, dünya nüfusunun % 2 oranındaki küçük bir azınlık, dünya genelindeki zenginliğin, % 85’ine sahip bulunuyormuş. Zenginlik oranında ABD zenginleri birinci sırada, Japon zenginleri ikinci sırada imiş... Bunun adı düpedüz zulüm düzenive düpedüz “vahşi kapitalizm”dir. Demek ki, % 2 oranındaki bir mutlu azınlık, dünyayı insafsızca sömürüyor. Dünyanın (dünya düzeninin) bugünkü yapılanmasına köle düzeni” demek yerden göğe kadar haklı imiş. Paranın adeta putlaştırılması, faizin bir sömürü aracı olarak temel ekonomik politikaların vazgeçilmez unsuru sayılması, bu korkunç dengesizliğin itici faktörlerini teşkil ediyor...

Bu sebepten giderek dünyamız insanca yaşanacak bir gezegen olmaktan çıkıyor. Bu gelir grupları arasındaki uçurum ise terörün sürekli olarak yaygınlaşmasının en önemli sebebidir...

Oysaki insanlığın bu çıkmaz yoldan kurtuluşunun reçetesini yüce kitabımız göstermiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in 546’ıncı sahifesinde yer alan HAŞR Sûresi’nin 7’nci âyeti kerimesinde, mealen: “Ta ki mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” denilmektedir.

Tabii ki bu âyeti kerimenin hayata geçirilmesi için, insanların çoğunluğunun da Allah’a iman etmesi ve Hak ve adaleti sistemleştiren [Adil Düzen Projesi] diğer kuralların gözönünde tutulması icab eder. Zira adalet mülkün temelidir. Adalet gözetilmezse, “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” atasözündeki karmaşa, kaos ve kavgalar kaçınılmaz olur. Anayasamızda da “Türkiye sosyal bir devlettir” ilkesi mevcut…

Artık Anayasa hükümlerini bile kimse önemsemiyor. Kuralların önemsenmesi için, insanların kişisel olarak kendi içlerinde de Hakka ve adalete inanması, bağlanması gerekir ki, o insanlar, adaletin hayata geçirilmesi için düzenlenmiş olan kurum ve kuruluşların kağıt üzerinde kalmasını önleyip, toplumdaki dengeleri sağlayabilsin…

Bu gerekçelere dayanarak diyoruz ki; Türkiye, kendi tarihine, karakterine ve kendi hak ve adalet anlayışına tarihi boyunca olduğu gibi, bundan sonra da sahip çıksın. Bundan sonra da gerek iç politikasında ve gerekse dış politikasında zalimlerden yana değil, mazlumlardan yana; ezenlerden yana değil, ezilenlerden yana hareket ederek, vahşi kapitalizmin herhangi bir fraksiyonuna, ‘bu bir medeniyet projesidir’ diye iltifat etmesin.

Şayet vahşi kapitalizmin uyguladığı sistemler, birer medeniyet projesi olsaydı, dünya nüfusunun % 2’sini teşkil eden bir mutlu azınlık, dünyadaki zenginliklerin % 85’ine sahip olmaz. Geriye kalan % 98 oranındaki çoğunluk açlığa ve yoksulluğa mahkûm olmazdı.

*

Dünyayı sömüren vahşi kapitalizme göre “Kıbrıs Meselesi” ancak bu şekilde istismar edilerek kendi lehine kullanılıp değerlendirilebilir. Türkiye ise “Kıbrıs Meselesi”nin birinci derecede muhatabı, yani günümüzdeki “süper güçler” ile aşık atıyor. Türkiye, bu bölgede varlığını sürdürebilmek için “süper güç” olmak zorundadır ve “süper güç” olmaya giden yol “ADİL DÜZEN”den geçmektedir...

 

 

***

 

 

 

 

 

TÜRKİYE NEDEN SÜPER GÜÇ OLMALI? - 2

Osmanlılar ve “Gerçek Süper Güç” arayışı

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.12.2006

İki kişi arkadaş olup bir araya gelince, içgüdü ile biri diğerine tâbi olur. Tâbi olunca da biri diğerine “önder” olur. Bu ikili yolda yürürken artık adımlarını bile birlikte atmaya başlarlar.

Bu durum sadece iki kişi veya küçük bir toplulukta değil,büyük topluluklarda bile böyledir.

Kalabalık içinde ilk çifti oluşturanlar “merkez” olmaya başlar. Bunlara ikinci çift de katılınca artık o topluluk “örgütlenmiş” olmaktadır. Kalabalık sayı olarak yüzleri aşınca, “önder grub”a karşı bir “muhalif güç” oluşur. Mıknatısın nasıl iki kutbu varsa, topluluğun da böyle iki kutbu olacaktır.

Bu kutuplar %5 ile %10 arasındadır. Kalan %80-90’lık büyük kitle başlangıçta tarafsızdır, daha sonra hangi taraf güçlü ise onun çevresinde kümeleşir. Galip gelen kutup “iktidar” olur, diğeri ise “muhalefet” yapar.

İktidar tecezzi etmez yani parçalanmaz, mutlaka bir kutupta toplanır. Kalabalık büyük kitle de iktidar tarafında ve yönünde kümeleşir. Bu durum bir bucakta, bir ilde, bir ülkede ve tüm insanlıkta böyledir.

Bu dengeli düzen hemen kurulmaz, belli bir zaman süreci içinde oluşur.

Tüm insanlık tarihinde hep böyle olmuştur.

Her uygarlıkta daima iki kutup oluşmuş; biri hakim taraf olarak “iktidar” olmuş, diğeri ise ona teslim olmamış, “muhalif” olmuş ama çevreyi de kendisine uyduramamıştır.

*

Osmanlılar hep süper güç oldular

İnsanlık tarihinin son 500 yılında gerçek “süper güç” olarak hep “Osmanlılar” varolmuşlardır. Osmanlılardan sonra “süper güç” olarak ortaya çıkan Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler, hiçbir zaman Osmanlılar seviyesinde bu boşluğu dolduramadılar. Hattâ, bu boşluğu doldurmak bir yana, bu yöndeki varlıklarını bile pek sürdüremediler ve sonunda yerlerini ABD’ye kaptırdılar.

Osmanlılar zamanında, başlangıçta ikinci kutup “Persler/İranlılar” olmuş, ama iktidar hep “Osmanlılar”da kalmıştır.

Osmanlılar 500 yıllık süper güç olma özelliklerini “adalet” yani kendi dönemlerinde kurdukları “Adil Düzen” sayesinde elde etmiş ve sürdürebilmişlerdir.

Osmanlılar -eceli gelen her ümmet gibi- çökmeye başlayınca, bu boşluğu doldurmak üzere önce Napolyon ile Fransızlar süper güç oldular...

Sonra İngilizler (üzerine güneş batmayan imparatorluk ya da ‘Büyük Britanya’ adıyla) dünyanın süper gücü oldular...

Daha sonra Almanlar güçlenerek Hitler’in önderliğinde dünyayı kasıp kavurmaya başladılar...

İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra ABD süper güç olurken; ABD’ye de Yahudi sermayesi hakim oldu...

Dengeyi korumak için muhalif güç olarak Sovyetleri organize ettiler.

Gorbaçov ve Şevarnadze ikilisi Sovyetleri kutup olmaktan çıkarınca, sömürü sermayesi onu yıktı.

Günümüzde ABD’ye karşı var olması gereken “muhalif kutup” henüz oluşturulamamıştır.

İşte, bu yazı dizisinde asıl anlatmak ve vurgulamak istediğim nokta da bu olmaktadır.

Dünya, Osmanlılar dönemindeki gibi “Adil Süper Gücü”nü aramaktadır…

*

Sömürü sermayesinin oyunları…

Dünkü yazımın bir bölümünde “sömürü sermayesi”nden yani “vahşi kapitalizm”den bahsettim.

Sömürü sermayesi geçtiğimiz yüzyıldaki hakimiyetini “rejimler çatışması” yani “kapitalizm-komünizm mücadelesi” ile sürdürdü.

Sömürücü tekel sermaye şimdi o mücadelenin yerine tekrar -geçmiş asırlarda olduğu gibi- “din savaşları”nı ihdas etmek ve bunun üzerinden denge kurmak istemektedir.

Tekelci sömürü sermaye günümüzdeki “dinlerarası savaşlarını” işte bundan dolayı yeniden ateşlemeye çalışmakta ve körüklemektedir. Bunu gerçekleştirmek için de elinden gelen çeşitli oyunlar tezgâhlamaktadır…

Bu oyunları kısaca tekrar hatırlayalım.

Karikatür oyunu, Papa’nın beyanatı ve ziyareti oyunu ve diğer oyunlar hep “tekel sömürü

11 Eylül’de ikiz kulelerin yıkılması, Taliban ve benzeri tezgahlar hep “muhalif kutup” arayışlarıdır…

Büyük Ortadoğu Projesi, İran ve Suriye’ye karşı yapılan saldırılar ve Afrika başta olmak üzere dünyadaki savaşlar da bu “muhalif kutup” arama faaliyetleridir…

Çin ve Hint denemeleri de benzer arayış çalışmalarıdır ama, henüz başarı sonucu bulamamışlardır.

Yani, günümüzde bir taraftan ABD’nin süper güç olma özelliği elinden uçmakta, diğer taraftan muhalif kutup ise daha doğmadan yok olmuş bulunmaktadır.

Sonuç olarak, bugünkü insanlık “Gerçek Adil Süper Gücü”nü ve “onun muhalifi”ni aramaktadır.

 

 

***

 

 

 

 

 

TÜRKİYE NEDEN SÜPER GÜÇ OLMALI? - 3

Ortadoğu, AB, ABD ve “Kıbrıs Meselesi”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.12.2006

İnsanlar dünyaya geldiklerinden beri karalarda yaşayacak şekilde yaratılmışlardır.

Denizleri günümüzde kullanabildikleri gibi, gelecekte daha fazla kullanacaklar ama bunu daima karadan yapacaklardır.

Gezegenlere bile gidecek ve oralarda tarım yapacaklar ama merkezleri yine karalar olacaktır.

İnsanlar gelecekte uzaya açılsalar bile, merkezleri yine yeryüzünün karaları olacaktır.

Dünyadaki karaların merkezi “Ortadoğu”dur.

Karalar Ortadoğu ile doğu ve batıya bölünmüş, iç denizleri ile de kuzeyden güneye bölünmüştür. Allah yeryüzünü böyle planlayarak var etmiştir.

Eğer bir süper güç buraya yani “Ortadoğu”ya hakim olursa, o güç en az bin yıl “gerçekten süper güç” olur. Buraya hakim olamayanların süper güç olma özelliği, daha önce de yazdığım üzere, ancak Fransa, Almanya ve İngiltere gibi belki bir asır kadar bile sürmez.

ABD’nin süper güç olma özelliği ise elli yıldır vardır ama son zamanlardaki fahiş hataları sebebiyle bu özelliği sallanmaktadır.

ABD yanlışlar yapmasına rağmen, süper güç olma karakterini devam ettirmektedir. İşte bu sebeple yani “süper güç” olarak var olabilmek ve bu yöndeki varlığını sürdürebilmek amacıyla “Ortadoğu”ya göz koymuştur. “Büyük Ortadoğu Projesi” işte bundan dolayı ABD için aleni bir proje olmuştur.

“Ortadoğu”ya hakim olmak için “Basra Körfezi” ile “Kıbrıs”a hakim olmak gerekir.

ABD günümüzde “Basra Körfezi”ni işgal etmiş durumdadır.

Şimdi de gözü “Kıbrıs”tadır.

*

Süper güçlerin çekişme alanı Kıbrıs

Kıbrıs daha önce “süper güç” olması sebebiyle Osmanlıların ilgi ve hükümranlık alanında idi. Osmanlılar adaletle özdeşledikleri süper güç özellikleri ile dünyaya nizamat verdikleri sürece pek sorun yoktu.

Osmanlılar cihan devleti yani “süper güç” olmaları sebebiyle, Kıbrıs’ı fethetmek ve daha sonra da hakim olmak için büyük bedeller ödediler.

Cumhuriyet’ten sonra Türkiye genel olarak dış politikasını değiştirip ‘yurtta sulh cihanda sulh’ prensibini benimsedi. Türkiye ayrıca “süper güç” olma davasından da vazgeçince, Kıbrıs o dönemde süper güç gibi görünen Büyük Britanya/İngiltere’nin ilgi alanı oldu.

İngilizler buradaki varlıklarını sürdürebilmek amacıyla Türkler ile Yunanlıları savaştırarak Kıbrıs’a hakim olmak istediler ve bilinen çatışmalar gerçekleşti…

Kıbrıs günümüzde konum değiştirmiş, artık AB ile ABD arasında çekişme alanına dönüşmüştür.

Her iki taraf Kıbrıs’a hakim olmak istemektedir.

Bu güçler adanın gerçek sahipleri olan Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları arasına bunun için fitne sokuyor, Türkiye ile Yunanistan’ı da bu fitnede araç olarak kullanıyorlar.

Türkiye ile Yunanistan’ın arasında bundan dolayı hep suni sorun/lar vardır.

*

Türkiye ve AB birbirlerini oyalıyor…

AB günümüzdeki mücadelede Kıbrıs’ı ABD’ye kaptırmamak için alelacele Rumları birliğe aldı.

AB gerçekten ve samimi olarak Türkiye’yi birliğe alacaksa, Kıbrıs’ın ikiye bölünmüşlüğünde ne zarar vardır? Rumlar Yunanlıların, Tükler de Türkiye’nin birer vilayeti olur ve mesele biter. Bu mesele bir ilçeyi şu vilayete, mesela Yalova’yı İstanbul’a bağlamadan ibarettir.

Oysa AB ne yapıyor?

AB oyun oynuyor ve Türkiye’yi oyalıyor, aslında birliğe almayacaktır.

Dolayısıyla ve buna bağlı biçimde “Kıbrıs Sorunu” bilinçli ve maksatlı olarak çözülmüyor.

Türkiye de gerçekten AB’ye girecekse, o zaman Kıbrıs’ı AB’ye teslim etmelidir.

Ama Türkiye AB’ye girmeyeceğine göre, AB kesinlikle Kıbrıs’tan ümidini kesmelidir.

Zaten Türkiye de Avrupa Birliği’ne girmeyi düşünmüyor, sadece iç ve dış kamuoyunu ve bu arada Avrupa Birliği’ni oyalıyor.

İngiltere ve ABD de bu arada güya Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekler görünüyorlar. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’tan çekilmesini istemiyorlar. Türkiye oradan çekilirse Kıbrıs’taki kendi hakimiyetleri sona ermiş olacaktır. Bundan dolayı görüntüdeki bu destekleme içten ve samimi bir destekleme değildir. Bu destekleme sadece Kıbrıs’ı kendi sömürü siyasetlerinin bir aracı olarak tutma taktiğinin desteğidir.

Bütün bunları bir yana bırakalım.

Ben size asıl gelecekten haber vereceğim.

Gelecekte neler olacağını ve Türkiye’nin nasıl ‘Süper Güç’ olabileceğini yarın yazacağım.

 

 

***

 

 

 

 

 

TÜRKİYE NEDEN SÜPER GÜÇ OLMALI? - 4

Türkiye nasıl ‘Süper Güç’ olacak?  

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.12.2006

Türkiye’nin ‘Süper Güç’ olabilmesi için bazı merhalelerden geçmesi gerekmektedir.

Bu yazı dizimin bugünkü son bölümünde bunu anlatacağım.

Evet;

-Gelecekte neler olacak ve Türkiye nasıl süper güç olacaktır?

Türkiye kademe kademe, merhale merhale bunu gerçekleştirecek ve ‘Süper Güç’ olacaktır.

*

I. MERHALE:

ORDULAR, OKULLAR, SİGORTA VE KAMU HİZMETLERİ

Türkiye’ye “Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen” gelecek ve üç ay içinde işsizlik, altı ay içinde yargı, bir sene içinde medya ve iki yıl içinde dış borçlar sorunlarını çözecektir.

1) Türk ordularının sayıları on ikiye çıkarılacak ve bu ordular saldırı değil savunma orduları hâline getirilecektir. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesinin orduları olacaktır. Ordular üretici hâle getirilip hem daha güçlü yapılacak, hem de bütçeye yük olmaktan çıkarılacaktır.

2) Ayrıca okullar (yani eğitim) de üretici hâle getirilip (sadece sekiz yıllık zorunlu eğitim değil, seksen yıllık eğitimle) beşikten mezara kadar yapılacak ve bütçeye yük olmayacaktır.

3) Genel aidatsız sigorta ile devlet görevlileri görevden ayrılsalar da sigortalı olacaklardır. Kendilerine kredi verilecek, serbest iş yapmaları sağlanacak, böylece bürokratlar devlete yük olmayacaklardır.

4) Kamu hizmetleri serbest meslek erbabı tarafından yapılacaktır. Yani, devlet memuru hem resmi iş yapacak, hem de dışarıda çalışabilecektir. Böylece devlet bütçesindeki ağır yük kalkacaktır.

Bu uygulamalar sayesinde iki sene gibi kısa zamanda Türkiye saldırı bakımından zayıf ama savunma bakımından ise kimsenin yenemeyeceği bir “Süper Güç” hâline getirilecektir.

*

II. MERHALE:

GÜMRÜK, VİZE VE SERBEST BÖLGE TÜRKİYE

Gümrükler ve vizeler kalkacak, Türkiye dünyanın serbest bölgesi hâline gelecek, tüm insanlık için açık pazar hâline getirilecektir.

Vergi üretimden alınacak, gelip geçenler harca tâbi tutulmayacaktır. Dünyanın ve Ortadoğu’nun merkezinde olmanın zorunluluğudur bu. Dünyanın merkezi olan ülke dünyanın ortak yeridir. Siz, buraya ben sahibim deyip başkalarını sömüremezsiniz. Zaten merkez olmanın avantajı ile siz “Süper Güç” olursunuz.

*

III. MERHALE:

KOMŞULARLA SALDIRMAZLIK PAKTI

Türkiye komşularıyla saldırmazlık paktı imzalayacak ve kendisini güven altına alacaktır. Komşularda da “Adil Düzen”in oluşması için onlarla işbirliğine gidecektir.

İran, Afganistan, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar, Irak, Suriye, Arabistan, Filistin ve İsrail gibi komşularıyla bir “Adil Düzen Birliği”ni kuracaktır. Bunlar saldıran değil, savunan ordulara sahip olacaktır. İşte bu duruma gelindiğinde “Türkiye Süper Güç” hâline gelecek, büyük olasılıkla karşı kutup da ABD olacaktır.

*

IV. MERHALE:

VE ‘KIBRIS MESELESİ’

İşte böyle bir hedefimiz olduğu için Kıbrıs’ın şimdilik bu şekilde çözümsüz kalmasında yarar vardır. Böyle bir Ortadoğu’da Kıbrıs’a şiddetle ihtiyacımız olacaktır. Çünkü Kıbrıs Ortadoğu’nun ana savunma merkezidir.

Bu oyalamayı sürdürebilmemiz için Rumlarla ve Yunanlılarla iyi geçinmemiz, ayrıca Avrupalılarla da iyi geçinip şimdilik onları oyalamamız gerekmektedir.

*

Avrupa Birliği’ne getireceğimiz öneriler nelerdir?

    • Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmadan, AB Kuzey Kıbrıs üzerindeki iddialarını askıya alacaktır.
    • Türkiye buna karşılık Kıbrıs’taki Rum devletini sadece Güney Kıbrıs’ın hakimi olarak tanıyacak ve limanlarını açacaktır.
    • Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı bağımsız devlet olarak değil, Türkiye AB’ye girinceye kadar kendisinin bir vilayeti olarak, yani bağımsız bir il olarak yönetecektir.
    • Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmazsa (veya alınırsa), Kıbrıs’ın statüsü o zaman yeniden görüşülecektir. Kıbrıs’ın statüsü o günkü yeni statüye çevrilmiş olarak bu görüşme yapılacaktır.

Şimdiye kadar ‘Türkiye süper güç olmaktan vazgeçmiştir’ diyorduk.

Ama “Millî Görüş Hareketi”nin başlatmış bulunduğu ve bu hareketin en büyük projesi olan “ADİL DÜZEN” kendiliğinden Türkiye merkezli Ortadoğu’yu “Süper Güç” yapacaktır.

Dolayısıyla Kıbrıs üzerindeki siyasetin bu şekilde yürütülmesi önerisini getiriyoruz.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!

Helal ve temiz olanlardan yeyin.” - 1

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.12.2006

Kur’an zaman zaman “Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!” diyerek, bütün insanlara hitap eder. Üşenmedim, Kur’an lafızları fihristine baktım ve “Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!” hitabının tam 15 yerde geçtiğini tesbit ettim.

Son bir yıldır, çalışma arkadaşlarımla birlikte Bakara Sûresi üzerinde çalışıyoruz. Sûrenin ancak yarısına gelebildik. Çalışmaya devam ediyoruz…

Bakara Sûresi’nde ele alacağım bu “Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!” hitabı, bu sûredeki ikinci hitaptır. Zaten bu sûrede bu hitap sadece iki defa geçmektedir. Önce, ikinci sayfa 21’inci âyette geçen birinci hitap üzerinde kısaca durduktan sonra, asıl 24’üncü sayfanın 168’inci âyetinde geçen ikinci “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR!” hitabı üzerinde biraz detaylı duracağım, inşaallah…

21- “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Umulur ki böylece korunmuş olursunuz.

22- O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü semerât (ekinler ve meyvelerden) size bir rızık çıkardı. Bunları biliyorken sakın Allah’a ortaklar koşmayınız.”

Evet, Cenabı Allah, “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR!” hitabından sonra bunları buyuruyor.

Kur’an önce kendisini tanıtmış, ona karşı tavır alanları anlatmış ve ondan sonra “Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!” diyerek iman bahsine geçmiştir.

Hazreti Adem’den, İsrail oğullarından, Hazreti İbrahim’den haberler vererek insanlığın İbrahim milletine gelmeleri konusunu ele almıştır.

Bakara Sûresi’nin 168’inci âyetindeki bu ikinci “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR!” diyerek, “iman”dan “amel”e geçmektedir. Bundan sonra insanların amelleri ile ilgili hükümleri getirecektir.

Burası 24’üncü sayfanın sonudur. Bakara Sûresi’nin tamamı 48 sayfadır. Yani, Bakara’nın yarısı “iman”dan bahsetmektedir. Geri kalan yarısında ise “amel”den bahsetmektedir.

Sûredeki ikinci “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR!” ile bu ayırımı yapmaktadır. Bu sûrede bundan başka “Ya Eyyuhe’n-Nâs” nidası da yoktur.

İşte Kur’an’ın her tarafı böyle sayılarla takviye edilmiştir. Kur’an’daki hiçbir şey tesadüfen yerleştirilmemiştir. Kur’an’ın mânâsı kadar sözleri de yerli yerine konmuştur.

*

 

168- “Yâ Eyyühe’n-Nâs/EY İNSANLAR! Yeryüzünde bulunan gıdaların helal ve temiz olanlarından yeyiniz. Şeytanın peşine düşmeyiniz, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.

169- O (şeytan) size ancak ve daima kötülüğü, çirkin işi ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

Allah’ın Kur’an’ın bu bölümündeki ilk hitabı, insanlara ekletmeyi emretmesidir.

“Arzda/ yeryüzünde olanlardan eklediniz/ yeyiniz.”

Arapçadaki bu “yeyiniz” ifadesi, aynı zamanda “yiyebilirsiniz” mânâsına da gelir.

Ancak bu emirdir. “Et’imû” denmiyor da “KÛLÛ/EKLEDİNİZ” deniyor. Böylece bu eklde yiyecek olduğu gibi giyecek de girmektedir. İnsanlar için neler ihtiyaçtır?

*

 

İhtiyaçları şöyle sıralayabiliriz.

1. Ekl edilen şeyler yani yiyecekler ihtiyaçtır. Su da yiyecek içinde sayılabilir. Kıyas yoluyla hava da yiyecek içindedir. Yani dışarıdan alınıp bedene ithal edilenlerin hepsi taamdır, yiyecektir.

2. Libas giyecektir. Libasın iki fonksiyonu vardır. Biri, bedeni dışarıdan gelecek zararlı şeylerden korur ve vücut içinde oluşan sıcaklığın dengelenmesini sağlar. Bu sağlık fonksiyonudur. İkinci fonksiyon da tanınma ve bilinme fonksiyonudur. Karşı tarafa mesaj verme yahut kendini kamufle etmedir. Böylece giymenin iki çeşit fonksiyonu bulunmaktadır. Giyinmek tabii ihtiyaçtır. Hayvanlarda bu ihtiyaç doğal olarak yerine getirilir. İnsan ise çıplak yaratılmıştır, bu ihtiyacını ürettiği libas ürünleriyle yapmaktadır.

3. Mesken, barınılacak yer demektir. Hayvanların çoğu yuvalarını yaparlar. İnsanlar için de meskenlere ihtiyaç vardır. Meskenler sakinlerini sıcaktan ve soğuktan, canavarlardan ve haşerelerden korurlar. Meskenlerde aydınlanma, temizlik, ısınma, dışkılıkları uzaklara götürme de temel ihtiyaçlardandır. Telefon, televizyon, buzdolabı, koltuk, sandalye, dolap hep bu ihtiyaçlar içindedir. Meskenlerin mesken olabilmesi için altyapıya ihtiyaç vardır. Su, elektrik, gaz gibi her çeşit altyapı yolları mesken ihtiyacı içindedir. Toplu mabetler ve alanlar da meskenlerin uzantısıdır.

4. Bir başka ihtiyaç da araçlardır. Telefon, internet, ulaşım ve diğer her türlü araçlar dördüncü ihtiyaçtır. İnsanların ulaşım ve iletişim ihtiyaçlarını giderir. Bunları kullanmanın hepsi “ekl” içine girer ve “ihtiyaçlarınızı giderin” denmiş olur.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!

Helal ve temiz olanlardan yeyin.” - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.12.2006

“Yâ Eyyühe’n-Nâs/

EY İNSANLAR!

Yeryüzünde bulunan gıdaların

helal ve temiz olanlarından yeyiniz.”

 (Kur’an; Bakara, 2/168)

Yazımın dünkü bölümünde, “Yâ Eyyühe’n-Nâs/ EY İNSANLAR!” diye başlayan Bakara Sûresi 168’inci âyetinin bir kısmını anlamı üzerinde durdum ve bu vesileyle insanın genel ihtiyaçlarını yazdım.

Bugün kaldığım yerden devam ediyorum…

Dün sözünü ettiğim bu maddi ihtiyaçların dışında;

-İnsanın hislerine yani duygularına,

-İnsanın fikirlerine yani düşüncelerine,

-İnsanın iradesine yani ekonomik hayatına,

-İnsanın sosyal yönsemelerine yani yönetim ve siyaset dünyasına hitap eden ve üretim yapabilmesi için birtakım araçlara da ihtiyacı vardır.

Bu emir mü’minlere yani inananlara verilmiştir.

Bu emir tüm müslimlere ve tüm insanlığa verilmiştir.

Bu emir insanların nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmektedir.

“Ben mü’minim, ben müslimim, ben barışçıyım” demek ne demektir?

İnsan tüm hayatı kurallar içinde ve hakkına razı olarak geçirmektir. İşte, kurallar çerçevesinde ve hakkına razı olarak hayatını idame eden insanlar belli bir denge ve düzen içinde bunu yapmaktadırlar.

*

“Arzda yani yeryüzünde olanlardan” denmektedir.

Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. İnsanlara yaramayan hiçbir şey yoktur. Bazı şeyler yenmez ama başka yararı olur. Nitekim bugün insanların bu bir işe yaramaz, gereksizdir diye attıkları bir şey yoktur. Her şeyden bir yanıyla yararlanılmaktadır. Mesela, günümüzde böyle bir yararı olacağını düşünerek sıtma mikrobunu bile yaşatmaya çalışmaktadırlar.

Burada “arzda yani yeryüzünde olanlardan ekledin, yeyiniz” denmesinden, gökte olanlar haramdır anlamı çıkmaz. “Gökte sizin için rızık vardır” âyeti, insanoğlu için başka ekledilecek şeylerin olduğunu bildirir. Bu da muhalif mefhumla istidlalin yapılamayacağını ispat eder.

*

“Helal olanlarından ekledin yani yeyin.”

Helal olmak” çözülmek demektir. Yani, sindirilecek şekilde yenebilecek yiyecek denmektedir. Bu emir bize zararlı olan şeyleri yemememizi ifade eder. Bir başka haramlık da başkalarının hakkını yememektir.

Zulmetmek demek, başkalarının hakkını yemek demektir.

“Zalimler görüp anlayabilselerdi” âyetinden (165’inci âyet) sonra bu ifadenin gelmesinden anlaşılıyor ki, yiyecek şeylerin helal olması gerekmektedir. Böylece barışın temini sağlanmış olmaktadır. Barış demek, insanların birbirlerinin haklarını çiğnememeleri ve hakem kararlarına uymaları demektir.

*

“Tayyib yani temiz olanlardan yeyiniz.”  

Âyette geçen “tayyiben” kelimesi ya helalin sıfatıdır, ya da hâlden sonra hâldir.

Buradan iki mânâ çıkarırız.

1. Bir şeyin helal olması yeterli değildir, onun helal olarak kullanılması da gerekir.

Yeteri kadarı kullanıldığı zaman faydalı olan aşırı olunca zararlı olur.

İsraf ve tebzir haram kılınmıştır. Her şeyi uygun kullanmak gerekir.

Bir şey helaldir diye onu işe yaramayacak şekilde kullanmamak gerekir. Yani, kullanılacak şeyin kendisinin helal olması gerektiği gibi, kullanılması da helal olmalıdır.

2. Yahut helal olanı yani başkasının olmayanı eklediniz, yeyiniz.

Tayyib olanı yani güzel ve faydalı olanı da, habis olmayanı yani zararlı olmayanı da eklediniz yani yeyiniz demek olur.

Demek ki, âyette geçen iki kelime yani “helal” ve” tayyib” kelimeleri bize iki şeyi öğretmektedir.

Birincisi, bir canlı olarak o şey bize yaramalıdır.

İkincisi de, o şey meşru yoldan kazanılmalıdır.

Biri dinî mesele, diğeri hukuki meseledir.

Hangisi hangisidir hususu tartışılabilir.

Yarın, bu meselenin son ve önemli bir bölümünü ele almış olacağız.

 

 

***

 

 

“Ey insanlar! Şeytanın peşine düşmeyin.” - 3

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.12.2006

“Yâ Eyyühe’n-Nâs/ Ey insanlar!

Yeryüzünde bulunan gıdaların helal ve temiz olanlarından yeyiniz.

Şeytanın peşine düşmeyiniz, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.”

 (Kur’an; Bakara, 2/168)

“Şeytanın hatvelerine, şeytanın adımlarına tâbi olmayınız.”

ŞEYTAN” özel bir yılandır. Sinsi bir avlama metodu olmalıdır. Canlılar genellikle avlarını ağızları ile avlarlar. Oysa yılan avıyla önce yüz yüze gelir, av onu yüz ile karşılayıp uğraşırken o birden kuyruğu ile zehrini akıtarak avını öldürür. Şeytan bu isimle adlandırılmıştır. Yüzüne karşı seni gereksiz şeylerle meşgul eder, arkadan seni zehirler. Belki de o yılan bazı hayvanlara farklı yüzle görünür. Avlanacaklar onun düşmanlığını bilemezler. Çünkü yüz ile saldırmamakta ve sevimli görülmektedir. Şeytan günlük olayları yararlı gösterir, kandırır, acısı sonra ortaya çıkar. İçki, sigara, zina, kumar benzeri fiiller önce hoş görünür ama sonunda zehir olur.

Sonu kötü olan hatalar şeytanın hatalarıdır. Borç alarak israf etmek de böyledir. Banka kartları sebebiyle nice insanlar intihar etmektedir. Helal ve tayyib yani temiz olanları kullanmamak sonunda insanı helâke götürür.

*

“O (şeytan) sizin için mübin aduvdur, açık düşmandır.” (Kur’an; Bakara, 2/168)

UDVE” yaka demektir, vadinin yakası demektir. Savaşta karşı cephe demektir.

İnsanlar önce cephelere ayrılır, sonra birbirlerine saldırırlar. Bununla beraber adavet her zaman savaşı gerektirmez. Karşı tarafı yenmek için oluşturulmuş taraflar aduvdur. Futbol takımları birbirinin aduvvudur.

Allah şeytanı bize aduv yapmıştır. Bizim karşı cephemize yerleştirmiş, bizim onunla maç yapmamızı emretmiştir. Maçı kazanırsak cennete, kaybedersek cehenneme gideceğiz.

“O (şeytan) sizin aduvvunuzdur” derken, oyun oynayacağınız karşı takımdır demektir.

İnsanlar arasında da karşı cephede yer alanlar olacak, şeytanın takımına geçecekler bulunacaktır. Ama burada hitap bütün insanlara olduğuna göre, isterlerse şeytanın takımına kimse katılmaz. Maçın kurallarını değiştirebiliriz.

1- Maçta kadro sınırlaması yoktur. Her gelen oyuna katılabilir. Hattâ maçta oynayanlar dışında seyirci bile bırakılmayabilir.

2- Oyuncu maçta istediği tarafta yer alır. Oyuncu kendi takımında oynayabildiği gibi karşı takıma da katılabilir. Maç oynayanlar ne kadar oyuncu bulurlarsa o kadar oyuncu ile oynarlar.

3- Maç sona ermiyor. Maçın öyle kuralları vardır ki, orada oynayanlar kaybetmekte veya kazanmaktadır. Maç belki hiç bitmiyor. Katılırsın ve karşı cepheye top atarsın. Kalelerden birine attın mı sen gol kazanırsın. Sen belli zaman içinde oynamayabilirsin. O zaman içinde attığın gol kadar kazançlı olursun.

4- Şeytanın takımında kazananlar cehenneme, peygamberlerin takımında gol atanlar cennete giderler. Kişiler böyle katıldığı takıma göre mükafat gördükleri gibi, bir de peygamberler takımında oynayanlar da farkına varmadan şeytan takımının oyununa düşebilirler.

*

Hutuvât/adımlar” kelimesi burada kurallı çoğul kullanılmıştır. Çünkü şeytan tuzağını bir düzende kurar ve adım adım sizi ateşe götürür.

İki komşu vardır. Birincisinin parası, ikincisinin toprağı, mülkü, fabrikası var ama nakdi yoktur. Zengin komşu parayı ne yapsın? Yer, içer, bitirir, aç kalır. Komşusunun toprağında gözü var. Komşusuna borç vererek onu zevk ve eğlenceye, lükse ve israfa alıştırır. Baştan borç verir ve çok kolaylık gösterir. Borç gittikçe artar. Sonunda alacağını talep eder. Komşu tarlasını ona satmak zorunda kalır. Bu merhalede borç da vermez. Komşusu çalışıp yaşayacak toprağı da kalmadığı için oradan ayrılıp gitmek zorunda kalır. Sürünerek ölür.

Osmanlılara işte böyle yaptılar ve batırdılar.

Osmanlılar güya İslâm devleti idi, güya faizli işler yapmıyordu.

Faizle borç aldılar ve saraylar yaptılar, israflı hayat sürdüler ve sonunda helâk oldular.

‘Osmanlı niçin yıkıldı?’ diyen varsa, gerçekten aklına şaşarım.

Allah’ın haram ettiği faizli borçlarla devleti yaşatmak istediler.

Batılılar önce borç veriyor, sonra savaştırıyordu. Böylece savaşan imparatorlukları bu şekilde yıktılar.

Şimdi de 1950’den beri hükümetlerin yaptığı bundan başka bir şey değildir.

AK Parti de aynı yolu izliyor.

İşte şeytanın hutuvatı, şeytanın adımları bunlardır.

Yapılacak iş bundan kurtulmaktır. Eskiden borç almak zorunda idik, çünkü tesislerimiz yoktu. Eskiden borç almak zorunda idik, çünkü kâğıt para bilinmiyordu. Şimdi ne var? İş yerlerimiz boş duruyor. TL de dolar kadar kıymetli hâle gelmiş. Satın al, dolar borcunu öde. Bankaya gelen 60 milyar doları ne tutuyorsun? Buna karşılık on milyar dolar faizi ödüyorsun! Bunu vermekle bankaya on milyar zaten geri gelmiş olur. Ama şeytanın adımlarını takip edecekler ya!..

Dikkat etmeli, her an uyanık ve nöbette olmalı, birbirimizi uyarmalıyız.

 

 

***

 

 

 

 

 

Hazine ve faizsiz kâğıt

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.12.2006

 

Dünya ekonomi gazetesinin dikkatli bir okuyucusuyum. Günlük gazeteler arasında her gün ilk baktığım ve bütün sayfalarını incelediğim, Millî Gazete dahil iki üç gazeteden biridir, Dünya ekonomi gazetesi.

İşte o gazetesinin geçen hafta başındaki (Pazartesi, 18.12.2006) manşeti dikkatimi çekti:

‘Hazine faizsiz kâğıt çıkarırsa para yağar’!

Faize alternatif olabilecek faizsiz her şey kırk yıldır bizim ana inceleme, araştırma ve uygulama konularımızdan olduğundan dolayı haberi dikkatle inceledim…

Sonra, bu hafta konuyu siz değerli okuyucularımla paylaşmaya karar verdim.

Önce haberin özünü ve özetini inceleyelim.

*

Likit fazlasına adres

‘Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, topladıkları fonların büyük kısmını reel sektöre kanalize etmelerine rağmen, ciddi tutarda likit fazlasına sahip olduklarını söyledi. Bunu kanalize edebilecek adres aradıklarını ifade eden Akyüz, faizsiz enstrümanlar çıkarması hâlinde bu kaynakları Hazine’ye aktarabileceklerini vurguladı.

Dev yatırımlara kaynak!

Akyüz, varlığa dayalı menkul kıymet ya da gelir ortaklığı senedi gibi faizsiz enstrümanlara Körfez ülkelerindeki fonların da büyük ilgi gösterebileceğine dikkat çekti.

Akyüz, bu sayede bir yandan Hazine nakit ihtiyacını daha kolay karşılarken, diğer yandan da büyük kaynaklar gerektiren kamu yatırımlarının rahatlıkla finanse edilebileceğine dikkat çekti.’

Haberin birinci bölümü böyle. Daha başka ve daha ince detaylar da var. Onları da kısaca arz edeyim.

*

İkinci el piyasasını biz oluşturabiliriz!

- Elimizdeki fonlar hızlı büyüdü, bunları aynı hızla ekonomiye aktarmak zor.

- Bir kısım fonları likit enstrümanlarda değerlendirme çalışmalarımız var.

- Kamudan gelir ortaklığı senedi ve VDMK ihraç etmesini istedik, bekliyoruz.

- Hazine buna olumlu cevap verirse katılım bankalarının kârlılığı da artar.

- Bu tür kağıtların, ikincil el piyasasının oluşturulmasına yardım ederiz.

- Bu sistemin yasalaşması hâlinde Körfez bölgesinden de daha çok kaynak gelir.

- Böylece Türkiye’nin uzun vadeli tasarruf açığı ve cari açığı azalacaktır.

Katılım Bankaları’nın dokuz aylık performansı: (Bin YTL/ 30 Eylül 2006 itibariyle)

Toplanan fonlar 10.263.150

- Türk parası  5.522.296

- Yabancı para  4.740.854

Kullandırılan fonlar  9.554.592

Tasfiye ol. alacak (net)     129.089

Aktif toplamı 12.698.921

Öz varlıklar  1.420.228

Net kâr        267.959

Kaynak: Türkiye Katılım Bankaları Birliği.

*

Faizli ekonomide devlet ne yapar?

Faizli ekonomi”de devlet “tahvil” çıkarır ve halktan aldığı borca karşılık “faiz” öder.

Devlet bu faizli borçlanmayı niçin yapar?

Merkez Bankası devletin elinde olduğu halde, devlet bunu niçin yapar?!!

Oysa devletin paraya ihtiyacı yoktur; buna rağmen faizle para toplamaktadır!

1. İlkbahar gibi bazı mevsimlerde üretim olmaz. Fiyatlar aşırı derecede artar, para piyasadan çekilir. Böylece fiyatların dengede olması sağlanır. Tüketici korunmuş olur.

2. Sonbahar gibi bazı mevsimlerde üretim fazla olur. Para yetmez, fiyatlar aşırı düşer. Bunu önlemek için tahvillerin itfa tarihleri bu mevsime rastlatılır. Böylece fiyatların fazla düşmesi önlenir, üretici korunmuş olur.

3. Millî hasıladaki artış kadar fazla paranın piyasaya sürülmesi gerekir. Bu da tahvile ödenen faizle sağlanır.

4. Tahville toplanan paralar yatırım yapanlara kredi olarak verilir, faizler oradan tahvillere aktarılır. Tasarruf teşvik edilmiş, böylelikle yatırım dengesi kurulmuş olur.

Türkiye’de ise tahvilin bu anlattıklarımla hiçbir ilişkisi yoktur.

Yarın devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

Devlet neden borçlanıyor?!.

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.12.2006

Dünya ekonomi gazetesinin geçen hafta başındaki (Pazartesi, 18.12.2006) manşetinin ‘Hazine faizsiz kâğıt çıkarırsa para yağar’ şeklinde olduğunu dün en başta yazdım.

Perşembe (21.12.2006) günü konu üzerinde çalışırken, bir iş vesilesiyle ara verdim…

Daha sonra günlük ekonomi haberlerini incelerken, ‘Hazine faizsiz kâğıt çıkarırsa para yağar’ manşet haberinin bir “gerekçe”sini keşfettim.

Meğer tüketici kredileri bıçak gibi kesilmiş, bankalar yeni mecralar arıyorlarmış...

*

Tüketici kredileri bıçak gibi kesildi!

Bankalardan kredi kullanan kişi sayısı son çeyrekte, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 64, kullandırılan kredi miktarı yüzde 43 gerilemiş.

‘Hazine faizsiz kâğıt çıkarırsa para yağar’ haberinin gerekçelerinden biri anlaşıldı.

Türkiye Bankalar Birliği üyesi 47 bankadan tüketici kredisi kullandıran 37 adet bankanın verilerine göre, kredi kullanan kişi sayısı, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 64, bir önceki üç aylık döneme göre ise yüzde 24 gerilemiş.

Temmuz-Eylül 2006 döneminde 1 milyon 142 bin 855 kişi, 6.974 milyon YTL tutarında tüketici kredisi kullanırken, aynı dönemde kullandırılan kredi miktarı ise bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 43, bir önceki üç aylık döneme göre yüzde 53 oranında azalmış.

Bu arada Temmuz-Eylül 2006 döneminde kanuni takipteki krediler de bir önceki yıla göre yüzde 102 artarak 71,5 milyon YTL olarak gerçekleşmiş. Bakiye miktarı 297,5 milyon YTL olan takipteki krediler, toplam tüketici kredileri bakiyesinin yüzde 1’ine denk düşmüş. Dönem içinde kanuni takibe geçilen kredilerin yüzde 28’i taşıt, yüzde 17’si konut, yüzde 37’si ihtiyaç, yüzde 18’i ise diğer kredilerden oluşuyormuş.

*

Genel müdürler ne diyor?

Bu gerekçeyi tesbit ettikten sonra, biz yine asıl konumuz olan ‘Hazine ve Faizsiz Kâğıt’ meselesine dönelim. Katılım Bankaları genel müdürlerinin konu hakkındaki kısa görüşleri de ilginç:

Albaraka Türk Genel Müdürü Adnan Büyükdeniz: Hazine, 3.5 yıldır gelir ortaklığı senetleri üzerinde çalışıyor. Çıkarsa 1 milyar doları aşan kaynak hazır… Köprü, baraj, otoyol gibi devlete ait birtakım mülkiyetlerin intifa haklarının seküritize etmeye yönelik çalışmaların olduğunu duyuyoruz. Hazine gelir ortaklığı senedi çıkarırsa, atıl fonların değerlendirilmesi mümkün olacaktır… Körfez’deki temaslarımızda böyle bir kâğıda talep olacağını gördük.

Bank Asya Genel Müdürü Ünal Kabaca: Hazine rahatlıkla borçlanabildiği için muhtemelen ihtiyaç duymuyor. Çünkü ulusal bankalardan ve diğer yabancı bankalardan rahatlıkla borçlanabiliyor. Hazine gerçekten bir açılım ve avantaj görürse, o ürünü üretmeyi düşünür ve gerekirse kullanabilir. Ortadoğu’da uygulanıyor.

Kuveyt Türk Genel Müdürü Ufuk Uyan: İzmir’deki VİB (Vadeli İşlem Borsası) gibi bu kâğıtların bir ikinci el piyasası oluşturulursa Körfez ülkelerindeki likit fazlası da gelir.

Türkiye Finans Genel Müdürü Yunus Nacar: Körfez’de ilgi görecek enstrüman çıkarılırsa katılım bankalarının aktivitesi bambaşka bir alanda da gelişebilir.

Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, ilk 10 ayda katılım bankalarının 7.5 milyar dolar fon topladıklarını, yıl sonu itibariyle bu miktarı 8.5 milyar dolara çıkartacaklarını ifade etmiş. Önümüzdeki yıl 10 milyar dolar, sonrasında ise 20-30 milyar dolarlar seviyesinde bir fon hacmine ulaşmayı planladıklarını kaydeden Osman Akyüz, “2001 krizinden sonra toplam fon hacmi 1.1 milyar dolardı. Bugün 7.5 milyar dolar. Şube sayımız da 100’lerden 336’ya çıktı” diyor. Bu birikim ve gelişme de önemli bir gerekçedir.

*

Devlet, gereği yokken neden borçlanıyor?!.

1. Devletin dış borcu vardır. Halktan topladığı para ile dış borcun faizi ödenir. Devlet durmadan halka borçlanır. Sonunda enflasyonla dış ülkelere olan faizler ödenmiş olur.

2. Devletin cari harcamalar için paraya ihtiyacı vardır. Para basıp bu ihtiyacı karşılayacağına, devleti batırabilmek için borçlanmaktadır.

3. Ülkede devleti hortumlayan sektörler vardır. Onlar bürokrat ve siyasilere baskı yapmakta, bu yolla hazine hortumlanmaktadır.

4. İktidarın yandaşlara ihtiyacı vardır. Onlara hazineden nakit aktarabilmek için tahvil araç olarak kullanılmaktadır.

İşte, Sn. Osman Akyüz bu Hazine yağmacılığına kendilerinin de ortak edilmesini istemektedir.

Oysa “Adil Ekonomik Düzen” böyle bir kazancı -yolu ne olursa olsun- en hafifinden iyi, güzel, helal ve halk yararına görmemektedir. Devamı ve Katılım Bankalarınca asıl yapılması gerekenler yarın…

 

 

***

 

 

 

 

 

Hazine ve bankalar neler yapabilir?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.12.2006

‘Hazine faizsiz kâğıt çıkarırsa para yağar’ (Dünya ekonomi gazetesinin geçen hafta başında Pazartesi günü 18.12.2006 yayımlanan) manşet haberinden yola çıkarak mesele üzerinde durmaya başladık...

Katılım Bankaları genel müdürlerinin konu hakkındaki kısa görüşlerini de dün aktardık...

Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, bu vesileyle “murabaha” ve murabaha sisteminin geliştirilmesi üzerinde durmuş, murabaha sendikasyonunu önümüzdeki dönemde geliştirmek istediklerini söylemiş...

Aslında, Katılım Bankaları ile asıl üzerinde durmamız gereken “murabaha” ve benzeri konular ama…

Bu arada Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz, Katılım Bankaları olarak mümkün olduğunca kredi kullanmadıklarını, çünkü borçlanmanın çalışma prensiplerine uygun olmadığını belirtmiş!..

İlginç!

Aynı zamanda dikkat çekici.

-Kendileri kredi kullanmıyor ve borçlanmıyorlar…

-Ama Hazine yani halk veya devlet borçlanabilir!..

Doğrusu, onların genel çalışma politikaları hakkında artık daha fazla yorum yapmak istemiyorum.

*

Hazine neler yapabilir?  

Meselenin gerekçesi ve genel durum tesbiti, şimdiye kadar yazdığım üzere, kısaca böyle.

Bizim temel prensibimiz çerçevesinde, tesbit ve teşhis merhalesini -kifayeti müzakere çerçevesinde- bitirdikten sonra, sonuç kısmında tedavi ve çözüm merhalesine geçebiliriz.

Şimdi de “Adil Ekonomik Düzen” açısından meseleyi ele alalım.

Hazine “Adil Ekonomik Düzen”de, sözkonusu ettiğim işlemleri şöyle karşılamalıdır.

1. Hazine “Adil Ekonomik Düzen”de;

- Selem senedi çıkararak üreticilere kredi olarak vermekte,

- Üreticiler bunları satarak nakit temin etmekte ve üretim yapmakta,

- Tüketiciler ellerindeki para ile hazır malları almaktansa, gelecekte üretilecek mallara sipariş vermeyi tercih etmektedirler.

Böylece ilkbaharda fiyatların yükselmesi sözkonusu olmayacaktır.

2. “Adil Ekonomik Düzen”de üreticiler malları sipariş üzerine ürettikleri ve parasını da selem sisteminde çok önceden aldıkları için artık sonbaharda fiyat düşmesi olmaz.

3. “Adil Ekonomik Düzen”de nakit bankaya verilen mal senetleri karşılığı çıkarıldığı için millî hasılada artış kadar para her an kendiliğinden artar. Azalırsa da o nisbette azalır.

4. “Adil Ekonomik Düzen”de “yatırım kredisi” de “çalışana verilen çalışma kredisi” ile sağlanmaktadır. İnşaattaki ücretler resmi ücretlerdir. Bununla “yatırım dengesi” kurulur. Kredi faizsizdir. Resmi ücretle işçi bulan herkese “faizsiz inşaat kredisi” verilir.

Katılım Bankaları hazineyi soyma hevesine kapılacaklarına, kendi imkanları ile yatırım yapsınlar.

*

Katılım Bankaları neler yapabilir?

1. Katılım Bankaları öncelikle kredileşme hesaplarını açacaklardır. Yani, bankaya para yatıranın para değeri altın cinsinden korunur, ayrıca yatırdığı miktar ve zamanla orantılı olarak kendisine faizsiz kredi tanınır. Bankalar bunu faizsiz ve masrafsız yaparlar. Kendileri de karz-ı hasen olarak bu paradan kullanabilirler.

2. İşletmelerin hisse senetlerini alıp satarlar. Böylece işletmelerin taşınmazlarına likidite kazandırırlar. Buna karşılık işletmelerin cirosundan % 2 gibi bir pay alırlar.

3. Selem senedi çıkararak üreticiye kredi olarak verirler, buna karşılık üretimden bir pay alırlar. Yani, kendileri bu şekilde yine üretime katılmış ve üretimden pay almış olurlar.

4. Komisyonculara taşınmazları alıp satma kredisini verirler ve satıştan % 2 gibi bir kâr/komisyon alırlar.

- Banka/lar bu gelirleri ile işletmeyi yapar, rizikoları karşılar.

- Halk ise hisse senetleri veya selem senetleri alarak kazanmış olur.

Bu hususlarda daha fazla bilgi istiyorlarsa; bendenizin yayına hazırlamış bulunduğu, Süleyman Karagülle Hocamızın konu ile ilgili en önemli eserlerinden sadece biri olan “ALTERNATİF FAİZSİZ BANKA/ SELEM VE KRADİLEŞME” (İz Yayıncılık) kitabımızı ve diğer kitaplarımızı okusunlar...

İsterlerse; biz de bu ve benzeri konularda ayrıca yardımcı oluruz...

İsterlerse” diyoruz; çünkü, her nedense bir türlü istemiyor veya isteyemiyorlar…

Bakalım; duçar bulundukları yanlışlarda daha ne kadar direnip ısrar edecekler; göreceğiz…

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1366 Okunma
2-2006 Şubat
1156 Okunma
3-2006 Mart
1239 Okunma
4-2006 Nisan
1186 Okunma
5-2006 Mayıs
1215 Okunma
6-2006 Haziran
1136 Okunma
7-2006 Temmuz
1456 Okunma
8-2006 Ağustos
1396 Okunma
9-2006 Eylül
1403 Okunma
10-2006 Ekim
1264 Okunma
11-2006 Kasım
1347 Okunma
12-2006 Aralık
1177 Okunma