Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1265 Okunma
2006 Ekim

 

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

EKİM-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

Türkiye -ve İstanbul- ne yapmalı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.10.2006

Türkiye ikiyüz yıldır Batı tipi sanayileşme çabası içindedir.

“Türkiye sanayileşmede nerededir?” derseniz; benim vereceğim not koskoca bir ‘sıfır’dır.

Okuma yazmayı öğrenmemiş veya toplama ve çıkarma bilmeyen bir öğrencinin, üniversite giriş imtihanlarında arkadaşından aşırdığı test kâğıdına soruları işaretlemesi gibi bir şeydir bizim sanayimiz.

Batılılar da tarımda en küçük bir ilerleme kaydedememişlerdir.

Uygarlık iş bölümüne dayanır.

-Tarım ülkeleri tarımda derinleşmeli; sanayiye özenmemelidirler.

-Sanayi ülkeleri de sanayileşmedeki hızlarını sürdürmeli, tarımla ilgilenmemelidirler.

Uygarlaşma budur.

Gözün işitmeye, kulağın görmeye kalkışması ilkelliktir, irticadır.

*

Ülkemiz açısından bakıldığında, bu konudaki çözüm İstanbullulara düşmektedir.

Tarım ülkelerini sanayi ülkelerinin tasallutundan kurtarmak, tarımla sanayi arasındaki dengeyi kurmak İstanbullulara kalmıştır.

Ne yapılacaktır?

İstanbul Anadolu demektir.

Anadolu’daki her beş kişiden biri İstanbul’a göç etmiştir ama memleketleri ile ilişkileri devam etmektedir. Türkiye’nin her ilçesine İstanbul’da bir bucak tekabül etmekte; hattâ iki bucak tekabül etmektedir. Anadolu’nun her köyü için İstanbul’da bir apartman vardır.

İstanbul’da en az 2000 “MALA-MAL MARKETİ” oluşturulmalıdır. Bunun onda birine yani 200 tanesine bizler yani Millî Görüşçüler tâlip olmalıyız. Biz, Adil Ekonomik Düzen Çalışanları olarak, hâlen bunun deneme çalışmalarını yapmaktayız. Diğer marketleri de diğer dünya görüşü sahibi olanlar, mesela sosyalistler, mesela kapitalistler, mesela liberalistler, mesela diğer görüş sahipleri kursunlar...

Çoğulculuk nedeniyle biz onda birden fazlasına talip değiliz.

*

Bu Mala-Mal Marketleri neler yapacaktır?

1. Her biri en az bir kamyon veya TIR alacaklardır. İstanbul’dan Anadolu’daki kendi ilçe merkezlerine haftada en az bir defa gidip-geleceklerdir. Anadolu halkının satacak bir şeyi varsa, en geç bir hafta içinde İstanbul’a ulaştırılmalıdır. Anadolu halkının eğer bir şeye ihtiyacı varsa, en geç bir hafta içinde o mal onlara ulaşmalıdır. Bunun en ideali bu ihtiyacın günlük olarak karşılanmasıdır. Bu taşımada masraflar ticaret mallarının satışına konmamalı, Genel Hizmet Payları ile karşılanmalı, taşıma karşılıksız olmalıdır.

2. İstanbul’da her İstanbul bucağının ortak ambarı olmalı, Anadolu ilçelerinden gelen mallar buralarda depolanmalı; birer ambar da Anadolu’daki ilçelerinde olmalı, İstanbul’dan giden mallar oralarda depolanmalıdır. Bu ambarların giderleri de satılan mallara konan Genel Hizmet payından karşılanmalı, mallara depolama masrafları yüklenmemelidir.

3. İstanbul’da teşhir mahiyetinde satış mağazası, her ilçede de yine teşhir mahiyetinde satış mağazası olmalıdır. Alınacak ve satılacak mallar burada vitrinlenmeli/sergilenmeli, halk görerek istediği malı alabilme şansına ulaşmalıdır. Tüccarlar da öyle olmalıdır. Burada çalışanlara cirodan pay verilmeli, yani mal satıldıkça bir pay almalıdırlar.

4. Üreticiler malları ambara teslim ettiklerinde kendilerine “Mal Belgesi” verilmelidir. Üretici “Mal Belgesi”ni İstanbul’da oluşturulan ve her ilçede temsilcisi bulunan “Mal Belgesi Borsası”nda serbest fiyatla satabilmelidir. Mal Borsası’nda Mal Belgeleri bu marketler zincirinin İşletme Senedi ile alınıp satılarak “Mala-Mal Sistemi” geliştirilmelidir. Bu İşletme Senedi Türk Lirası ile de alınıp satılarak Mala-Mal Marketleri normal marketler gibi çalışabilmelidir.

Bu sistemde mevcut ekonomi düzeni rahatsız edilmemekte, aksine güçlendirilmektedir.

Tüccar mal alıp satmak yerine, mal belgesini alıp satacak; yahut mal belgelerini toplayıp sonunda toptan ambarlardan çekerek ihracat yapacaktır. Bu da aracı masraflarını düşüreceği ve ticaret yapma imkanını genişleteceği için serbest rekabetli bir piyasayı oluşturacaktır. Tarım üreticisi ürettiği her malı aracı masrafları olarak sadece yüzde on-yirmi ilavesiyle tüketiciye ulaştıracaktır. Bu da Türk tarımını koruyacak ve yaşatacaktır.

İstanbul’un ikinci bir şansı veya görevi daha vardır. İstanbul yalnız ülke içinde alışveriş yapmayacak, ayrıca dünyanın 2000 yerinde Mala-Mal Marketleri kuracak, benzer teşkilatı dünya üzerinde oluşturacaktır. Böylece dünya tarımını örgütlemiş olacak, bu sayede dünya ve insanlık sanayinin tasallutundan kurtulacaktır.

“Adil Ekonomik Düzen” işte budur.

Kuvveti üstün tutan ülkelerin çıkar çatışmasına dayanan çözümleri yanında; “Adil Ekonomik Düzen” sanayi ve tarım ülkeleri arasında işbölümü ve çıkar beraberliğine dayanan bir çözümü getirmektedir.

Bizim İstanbul’daki küçük MİLAD MARKET’imizde bunu denemeye çalışıyoruz...

İlgilenen dostlara haber ve selâm olsun…

 

 

***

 

 

 

 

 

‘Yüksek faizden kurtulamayacağız!’

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.10.2006

Bugünkü yazımın başlığı benim değil, Dünya gazetesinden Tevfik Güngör’ün 27 Eylül 2006 tarihli yazısının başlığı; ‘yüksek faizden kurtulamayacağız!’ Tevfik Güngör doğru yazıyor, gidişata bakılırsa durum aynen öyle. Geçen gün ‘ülke ve dünya ekonomileri olumsuzluklarla kaynıyor’ başlıklı bir yazı yazdım ki; bana göre olumsuzlukların anası ve ana kaynağı “faiz”dir. Hele ülkemizde olduğu gibi bu belânın katmerlisi olan “yüksek faiz” olursa, o ülke ekonomisinin düze çıkması için mucizeler gerekir.

O yazıyı yazmak için “Merkez Bankası Para Politikası Kurulu”nun kararını bekledim. Merkez Bankası Para Politikası Kurulu, Eylül ayı olağan toplantısını yaptı ve bu toplantı sonucunda gecelik faiz oranlarını değiştirmedi; borçlanma faiz oranı yüzde 17,5, borç verme faiz oranı da yüzde 22,50 olarak kaldı!.. Ardından ABD Merkez Bankası (FED) toplantı yaptı ve faiz oranını değiştirmeyerek yüzde 5,25’te bıraktı! Dünya piyasalarını yakından ilgilendiren karar sonrası ABD’li ekonomistler 2007 yılının ilk çeyreğinde faiz oranlarının düşüşe geçeceği tahmininde bulundu.

Önce iki ülkede varolan aradaki büyük faiz farkına dikkatinizi çektikten sonra, benim de kanaatim odur ki; Türkiye’de faizler artacak, ABD’de düşecek…

Böyle dedikten sonra, tekrar Tevfik Güngör’ün ‘yüksek faizden kurtulamayacağız’ yazısına dönüyorum: ‘Para Politikası Kurulu’nun faiz ile ilgili kararı ne olabilirdi? Bana göre faizi indirmesi gerekirdi. Ama uygulanan politikaların sürdürülebilmesi faiz indirimini değil, hatta yükseltilmesini gerektiriyordu. Uygulanan politikalar, faizi yükselterek döviz girişini sürdürmeyi hedef alıyor.’

Bu politikaların olumsuz yanları ile ilgili olarak iktisatçı Mustafa Sönmez’in bir değerlemesi var. Sayın okuyucularıma Mustafa Sönmez’in çalışmasından bazı bölümler aktarmak istiyorum.

Mustafa Sönmez diyor ki; Mayıs-Haziran dalgalanmasının ardından iç borçlanmada faizler tırmanışa geçti. 2005 Kasım’ından beri yüzde 14’te seyreden Hazine bileşik faizleri, dalgalanmanın yaşandığı mayısta yüzde 15’e çıktıktan sonra, Haziran’da yüzde 18’e, Temmuz’da yüzde 21.5’e, Ağustos’ta da yüzde 20.5’a yükseldi. Bunlar nominal, yani enflasyondan arındırılmamış faizler. Hazine, bunları enflasyondan arındırarak reel faiz oranlarını da açıklıyor. Reel faizin Haziran ayında yüzde 13’e ulaştığı görülüyor. 2003 yılında yüzde 12 iken, 2004 sonunda yüzde 9.4’e, 2005 sonunda yüzde 8’e kadar düşen reel faizin, bu yılın Mayıs sarsıntısından önce yüzde 7.5’a gerilediği, ancak Mayıs ve Haziran aylarında yapılan faiz artışları ile yüzde 13’e tırmandığı anlaşılıyor.

Gösterge niteliğindeki iç borçlanma faizinin iki ayda 5 puan artırılmasının nedeni, TL’den dövize kaçış tehlikesinin önlenmesi ve yeniden sıcak para girişini çekici kılacak şartların (verimin) teminidir.

Sıcak para, ‘yüksek faizler’le geri dönmektedir ama ‘yüksek faiz’ hem bütçenin faiz giderleri hem de özel sektörün dış borçlanma riskini büyütmektedir.

Dalgalanma öncesi 15 milyar YTL ile toplam bütçe harcamalarında yüzde 28 payı olan faizin, mayıs ayında 20 milyar YTL’ye çıktığı ve payını 1 puan artırdığı, Ağustos’a gelindiğinde ise ilk 8 ayın faiz faturasının 34 milyar YTL’yi geçtiği, bütçedeki payının da yüzde 30’lara dayandığı görülüyor.

Faizin bütçe içindeki yükü artınca, Maliye yeni vergi kaynakları arayışına yöneliyor.

Şu günlerde gündeme gelen yeni vergi paketi yüksek faiz afyonunun bedeli nereden, yüksek faizin faturasını ödemeyi hedefliyor.

Önce sosyal kamu harcamaları kısılacak, sonra yeni vergiler salınacak. Artan faiz yükünü başka türlü kaldırmanın imkânı yok. Mustafa Sönmez, Özel İdareler ve Belediye Gelirleri Kanunu Tasarı Taslağı’nda yer alan düzenlemeleri özetliyor:

-Orduevleri, askeri gazinolar ve okul eğlencelerinden de vergi alınacak. -Bilet, jeton veya manyetik kartla girilen hipodrom, araba yarışı, sinema, lunapark, sirk, spor yarışmaları ve benzeri eğlencelerden yüzde 10 eğlence vergisi alınacak.

-Bar, pavyon, gazino, gece kulübü, taverna, diskotek kabare, dansing gibi yerlerde günlük 80 YTL üzerinden vergi alınacak.

-İnternet cafeler 5, kahvehaneler 4 YTL günlük eğlence vergisi ödeyecek.

-Kaynak suları ve işlenmiş su vergisi: Suyun işlendikten sonra özel işaretli kaplara doldurularak satışa sunulması vergiye tabi olacak. Vergi matrahı bir litreye kadar olan sularda 1 YKr olacak. -Geçici kullanım harcı: Taşıtların geçici olarak sokağa ya da caddeye park edilmesi halinde her taşıt için saatlik 2 YTL, günlük 7 YTL harç ödenecek.

-Taksi duraklarındaki taksiciler de, taksi başına yılda bir kez 30 YTL harç ödeyecek.

-Elektrik ve gaz tüketim vergisi: Doğalgaz ve likit petrol gaz tüketimi de vergi kapsamına alınacak ve tüketiminden yüzde 1-5 vergi alınacak.

-Hayvan kesimi muayene ve denetleme harcı: Daha önce harca tabi olmayan tavuk, horoz ve hindi kesimi için 1 YTL’lik harç ödenecek...

Mustafa Sönmez’in yüksek faizin getirdiği yükü ve faturanın nasıl halka yansıyacağını anlatan araştırmasından belli bölümleri aktardım.

-Yüksek faize dayalı politikalar daha ne kadar uygulanabilir?..

-Sürdürülebilir mi?..

-Faturayı devamlı halka yüklemek mümkün mü?..

Ülke ekonomisi tamamen çıkmaza girip batmadan önce, bunlar tartışılması ve aynı zamanda çare ve çözümler üretilmesi gereken önemli konular.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Peynir, faiz, vergi…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.10.2006

 

Yaman Törüner 2 Ekim 2006 günü köşesinde yaman bir yazı yazmış. Yazının başlığında “Peynirimi kim yürüttü?” diyor, devam ediyor ve özetle diyor ki: Dünyanın en pahalı borçlanmasını yapıyor, beklenen enflasyon oranının 5 katı faiz veriyoruz. İnanılmaz bir şey. Önümüzdeki 2 yıl için hedeflediğimiz enflasyon % 4. Gelecek 5 yıl için sabit faiz % 20.89 oranıyla borçlanıyoruz. Yani, 16.89 puan reel faiz ödüyoruz. Üstelik, ihtiyacımızdan fazla borçlanıyoruz. Reel faizin yüksek olduğu durumlarda, “kısa vadeli” borçlanılır. Biz ise “uzun vadeli” borçlanıyoruz. İşçiye, memura, köylüye gelince; ücrete, maaşa, ürüne enflasyonun altında artışlar yapıyor; rantiyeye enflasyonun 5 misli faiz ödüyoruz...

Peki, bu anlaşılmaz işi neden yapıyoruz?

-Ya, kafamız çalışmıyor... -Ya, bizi zorlayan var... -Ya, bu politika birilerinin çıkarına geliyor... -Ya, ekonomide bizim bilmediğimiz ama borçlananların bildiği bir risk var... -Ya da hepsi...

Vatandaşın peynirini kimler yürütebilir?

Polis, suçluyu yakalamak için, paranın izini sürer. Biz de öyle yapalım. Bu politikadan kimlerin çıkarı var, bunları inceleyelim. Böylece, vatandaşın peynirini kimin çaktırmadan yürüttüğünü anlamaya çalışalım.

Birinci şüpheli: Hükümet... İkinci şüpheli: Sıcak para getiren Türk ve yabancı rantiyeler... Üçüncü şüpheli: Dövizle borçlu olan şirket ve kişiler... Dördüncü şüpheli: IMF... Beşinci şüpheli: Merkez Bankası... Altıncı şüpheli: Yabancı devletler... Yedinci şüpheli: İthalatçı... Sekizinci şüpheli: Türk halkı... Dokuzuncu şüpheli: Hepsi...

Peyniri yürütülen biziz.

***

 

Faizlerdeki artış kaygı verici

Faizin bizzat kendisi zaten başlı başına bir kaygı ve üzüntü vesilesidir; fahiş şekilde yükselip artması ise kaygı ve üzüntünün “katmerli acı”ya dönüşmesi demektir.

Aslında dünyadaki gelişmelere paralel olarak ülkemizde oldukça enteresan bir durum yaşanıyor. Geçen gün de yazdığım üzere, FED yani ABD Merkez Bankası’nın faiz yükselişlerine ara vermesinin ardından, bizim Merkez Bankası’nın da faizleri aynı düzeyde tutması sonrası piyasaların bir süre nefes alması bekleniyordu. Normal şartlarda durumun böyle olması gerekir.

Ancak, hiç de beklenildiği gibi olmadı. Birileri yine bir yerlerden düğmeye bastılar ve yapacaklarını yaptılar, piyasalarımıza hakim güçler pozisyonlarını ayarlama adına yeni bir oyun oynadılar.

Bu defa ne yaptılar?

Mayıs ayındaki gibi “döviz”de değil de, bu sefer “faiz” piyasasında hareket ederek gözdağı verdiler...

Hazine vakti geldikçe ihaleler yapıyor. Bu ihaleler sonrası faizler fren tutmaz, böyle artmaya devam ederse, genel durum daha da vahimleşecektir. Hele kimi ekonomi yorumcuları tarafından kritik eşik olarak belirlenen yüzde 23 aşılırsa, bu alandaki kırılganlık daha da artacaktır.

Böyle bir şey olursa, bu defa döviz piyasası da olumsuz etkilenebilir... Bunlara bağlı ve de bağımlı olmasından dolayı borsa da olumsuz etki kıskacına girer... Bunların etkilenmesiyle de ülke ekonomisi topyekün etkilenir ve olanlar “vatandaşın peyniri”ne olur…

Bakalım, faizdeki yükseliş sürerken , frene basan olacak mı? Bu arada acaba fren tutacak mı?..

***

 

Yükselen faizler yeni vergileri getiriyor…

Faizlerin bütçe genelindeki ağır yükü yükseldikçe, ülkeyi yönetenler mecburen yeni arayışlara giriyor. Hazine’ye yeni kaynaklar arandığında da ilk akla gelen her nedense hep “vergi” oluyor. Bugünlerde gündemde “yeni bir vergi paketi” var. Faiz belası artık durduğu yerde durmuyor, kartopu misali giderek büyüyor ve son zamanlarda karşımıza “yüksek faiz” olarak oluştuktan sonra, karşımıza “vergi” diye çıkıyor!..

Bu durumda neler yapılacak? Elbette, önce pek çok kamu harcamasında kısıntıya gidilecek… Sonra, bugünlerde gündemde olan “Özel İdareler ve Belediye Gelirleri Kanunu Tasarı Taslağı” ile her şeye vergi artışı getirilecek; yetmezse yeni yeni vergiler ihdas edilecek… Ama vatandaş buna ne kadar dayanabilecek?..

Nitekim, zaten fazla olan vergi yükünü daha da artıracağı gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşılanan yeni yasa teklifine tepki gösteren Tüketici Dernekleri Federasyonu, gerekirse tüketicileri sivil itaatsizliğe çağıracaklarını açıkladı. Belediyelerin, yaptıkları çalışmalar için konut ve arsa sahiplerinden yol, kanalizasyon ve su tesisleri harcamalarına katılma payı alınmasını öngören tasarıyı “zulüm” olarak değerlendiren federasyon, tüketicileri eyleme çağırdı ve TBMM’ye sunulan tasarının geri çekilmesini istedi...

Geçen gün “Yüksek faizden kurtulamayacağız!” başlıklı bir yazı yazdım ve en sonunda dedim ki:

-Yüksek faize dayalı politikalar daha ne kadar uygulanabilir ve sürdürülebilir?.. -Faturayı devamlı olarak “vergi” biçiminde halka yüklemek mümkün mü?..

Ülke ekonomisi “kriz” seviyesinde tamamen çıkmaza girip batmadan önce, bu yazdıklarım tartışılması ve aynı zamanda çare ve çözümler üretilmesi gereken önemli konular...

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Makineye öğretmek ve insan

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.10.2006

 

Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu arkadaşım yine ilginç bir konu üzerinde durmuş. Ona da bir arkadaşı bir elektronik posta ile bir kitabı almasını tavsiye ediyor: “Introduction To Machine Learning, Ethem Alpaydın, MIT Press, 2004.” Elektronik posta ile kitabın giriş bölümünün web adresini de göndermiş. Kitap, makinenin öğrenmesini anlatan, bu konuyla ilgilenenler için iyi bir kitap. O da bu kitaptan yola çıkarak bir çalışma yapmış.

Çalışma Arkadaşım Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu, bakalım bu konu ile ilgili olarak neler yazmış?

İnsanlar tarih boyunca teknolojinin gelişmesine paralel olarak gittikçe gelişen “âletler ve makineler” üretmişlerdir. Zaman içinde bu makineler sistematik bir gelişme ile “sistemler” hâline dönüşmüşlerdir. Zamanla “elektronik cihazlar”ın geliştirilmesi ile çok kompleks işler kısa zamanda makinelere yaptırılmaya başlanmıştır. Ama insan beyni doyumsuz isteklere sahiptir; daha ileri gitmek ister her zaman...

Evet, bu elektronik cihazlar ve bilgisayarlar insan tarafından programlanan işleri rahatlıkla yapabilmekteydiler. Ama programlananın dışında bir durumla karşılaşırlarsa “hata” (bilgisayar dilinde “error”) vermekteydiler. İnsanlar öyle makineler veya programlar yapmalıydılar ki, yeni bir durumla karşılaştığında öğrenebilmeliydiler. Yani, aslında insanlar insana benzer varlıklar yaratmak istemekteydiler. Bu nedenle gelişen makinelerle birlikte “yapay zeka” kavramı ortaya çıktı.

-Makinelere öğretme konusu geniş bir çevrede ilgi odağı haline geldi.

-İşte bu makinelere birçok şey öğretilebiliyor günümüzde.

-Ama bu makineler asla bir insan kadar öğrenemiyorlar;

-Hattâ bir hayvanın öğrenebildiği şekilde öğrenemiyorlar.

En kompleks işlemcileri kullanarak bir arabayı yol kenarında boş bir alana park ettiren bir bilgisayar yapsanız ve bunu da arabaya monte etseniz, yine de sonuç alamazsınız. Çünkü istenmeyen ya da beklenmeyen bir durumla karşılaşma ihtimali vardır. Park edeceği yerde bir taş olabilir veya o gün oraya bir çukur kazılmış olabilir. Bunları da programlayıp öğretebilirsiniz. Ama doğada hiç akla gelmeyen olaylar meydana gelebilir.

Arabayı o anda park ederken deprem olabilir veya arabayı park ettiği yere yağ dökülmüş olabilir. Bu ihtimaller o kadar çoktur ki, siz bilgisayara bunları programlarsanız, her park edişte bu ihtimalleri gözden geçirmesi gerekir ki, bu da işi inanılmaz derecede yavaşlatır ve bilgisayar kullanılamaz hâle gelir.

Ama bu bilgisayar yerine bir şoförünüz olsa, onun da tahsilli olması veya hesap yapmayı bilmesi gerekmez. O şoför arabayı park etmek için her durumda uygun olan işlemi yerine getirecektir. Çünkü o bilgisayarı insan programlamıştır, insanı ise Allah. Aradaki fark budur.

Kitabının girişinde geçen şu cümleler dikkat çekiciydi: “Makine öğrenmesi bilgisayarla görme, ses tanıma ve robotik gibi konularda birçok problemin çözümünde bize yardımda bulunur. Yüz tanıma konusundan örnek verecek olursak: Biz bu işi çaba sarf etmeden yaparız; her gün aile bireylerimizi ve arkadaşlarımızı yüzlerine bakarak veya fotoğraflarından pozları, ışık yönü, saç şekli değişmiş bile olsa tanırız. Fakat bunu bilinçsiz olarak yaparız ve nasıl yaptığımızı da açıklayamayız. Çünkü bilgisayar programını biz yazmadık.”

Yazarın söylediği gibi; biz kendi beynimizi programlamadık ve farkında olmadan o kadar kompleks işleri yapıyoruz ki, nasıl yaptığımızı bile bilmiyoruz. En önemlisi öğrenebiliyor ve öğretebiliyoruz.

 

Makineler nasıl ve ne kadar öğrenir?

“Makineler nasıl öğrenir?” sorusunun cevabı tamamen bir uzmanlık konusu.

Bunun için bu sene içinde yaptığım bir çalışmayı örnek vereceğim.

Çalışmamda bilgisayara kan hücrelerini tanımayı öğretme üzerinde bir çalışma yaptım.

Bir doktor mikroskoptan kan hücresini görür ve o hücrenin özelliklerini çok fazla düşünmeden hangi kan hücresi olduğunu söyler. Aslında geri planda beyinde o kadar çok işlem (bilgisayarda process) gerçekleşir ki, beynini kullanan bunun farkında değildir. Beyin arka planda hücrenin yuvarlaklığını, ovalliğini, diğer kan hücrelerine kıyasla büyüklüğünü, çekirdek sayısını, çekirdeğin kaç lobdan oluştuğunu, çekirdeğin yoğunluğunu, sitoplazmanın yoğunluğunu, bu yoğunlukların birbirine oranını ve daha birçok özelliğini değerlendirmekte ve bu özellikleri beyinde (bilgisayarda veritabanında) önceden öğrendiği hücrelerin özellikleri ile kıyaslamakta ve bir sonuca varmaktadır. Ben de çalışmamda bilgisayara bunu yaptırmaya çalıştım. Bilgisayar (yazdığım program), hücrenin resmi üzerinde insan beyninin ayırt ettiği özellikleri bulmak için birçok matematiksel ve görüntü işleme yöntemlerini kullanarak çeşitli özellikler elde ediyordu ve bu özellikleri veritabanına önceden kaydedilmiş olan örnekler ile karşılaştırıyordu.

Sonuçta, bilgisayar (yani yazdığım program), hücrenin veritabanında bu hücreye en çok benzeyen hücre grubu ile aynı hücre olduğunu söylüyordu. Ama bilgisayar asla ve asla konusunda uzman olan bir hekimin tanıyabildiği doğrulukta tanıyamamaktaydı. Daha önce yapılan başka çalışmalar da vardı bu konuda. Onlarda da başarı oranı benim çalışmamdaki gibi % 90’ın üzerindeydi, ama % 100 değildi.

Sonuç olarak diyoruz ki; insan makineye veya bilgisayara sınırlamalarla da olsa öğretebilir ve bundan birçok konuda yararlanabilir. Ama özellikle yorum gerektiren, netliği tam olmayan, değişik ihtimallerin olduğu, beklenmeyen durumların gelişmesi ihtimali çok fazla olan, yani modellemesi tam olarak yapılamayan konularda insanın yerini tutan bir makine yapamaz.

 

 

***

 

 

 

 

 

Ürettiğimizden çok tüketiyoruz…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

07.10.2006

Üretip yurtdışına sattıklarımız maalesef az

Tüketmek için yurtdışından aldıklarımız ise çok

Cari açık, işte yurtdışından satın alınanların çok, üretilip satılanların ise az olmasından kaynaklanıyor.

Ülkemizin ihracat-ithalat dengesi bozuk.

***

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, geçenlerde bu konuya değindi ve cari açığın finansmanında şu anda sorun yaşanmadığını; kısa, orta ve uzun vadede yeni önlemler alınacağını söyledi…  

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, bir adım daha ileri giderek carî açığın kısılması için alınacak tedbirlerin ek vergi değil, yapısal tedbirler içereceğini bildirdi…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise carî açıkta sıkıntı olduğunu nihayet itiraf etti, ancak her zamanki malum cesaretiyle bunu tehdit olarak görmediklerini söylemeyi de ihmal etmedi!..

Hükümet üyelerinden art arda gelen bu açıklamalar, ekonomi ve finans çevrelerinde, “cari açık” vesilesi ve bahanesiyle alınacak tedbirlerin içeriği konusunda tedirginlik oluşturdu…

***

Türkiye ekonomisi, malum olduğu üzere, uzun zamandan beri ihracat ve ithalatın artışıyla büyüyor ama; yukarıda da değindim, ülkemizin ihracat-ithalat dengesi bozuk…

Ürettiğimizden çok tüketiyoruz…

Cari açığımız da durmadan yükseliyor...

30 milyar dolara yaklaşan carî açığımız var!..

‘Cari açığımız’ var olduğuna göre, acaba bu açık nereden kaynaklanıyor?

1. Cari açığımız önemli ölçüde sanayi yatırımlarından ve uluslararası fiyatı sürekli yükselen enerji ithalatından kaynaklanıyor.

2. Ülkemizin otomotiv, beyaz ve elektronik eşya üretiminde artışlar var ama, bunlara bağlı olarak hammadde ve ara malı ithalatı da artıyor.

3. Çılgınlık derecelerine varan tüketim harcamalarımız bir türlü hız kesmiyor; üretmeden tüketmeye dizginlenemeyen bir şekilde devam ediyoruz!..

4. Bir önemli yanlışımız da şudur: Bankalarımız ‘üretim’ desteği yapmak yerine, -maksatlı olarak yapıyorlar demeye dilim varmıyor ama- her nedense ‘tüketim’ çılgınlıklarını finanse ediyorlar!..

***

Cari açık kar topu misali böyle büyümeye devam ederse, gün gelir ülke ekonomisi tamamen çöker ve Allah muhafaza etsin ama devletimiz yıkılır…

Uygulanmakta olan bu ekonomi politikalarının çok fazla sürdürülebilir olmadığını, -bu köşe müdavimlerinin hatırlayacağı üzere,- defalarca yazdık; ama sadece gerekçelerini yazmakla iktifa etmedik, her seferinde çare ve çözümleri de yazmayı ihmal etmedik.

Her zaman ve her vesileyle yazıp hatırlattığımız bu çare ve çözümler kâle alınmadığı sürece, biz sabırla bunları hatırlatmaya devam edeceğiz…

Yazıp hatırlatmak bizden…

Yapmak yöneticilerden…

***

Peki, yöneticilerimiz başta ‘cari açık’ olmak üzere, ekonomi politikaları ve uygulamaları konusunda gerekenleri yapmaz veya yapamazlarsa, o zaman en çok mağdur olan bizler yani ‘halkımız’ ne yapmalı?

1. Yavaş yavaş seçim sathı mailine giriyoruz. Gündem seçim ağırlıklı oluşmaya başladı bile. Halkımız ülkeyi gerektiği gibi yönetemeyen yöneticilere haddini bildirmek için bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek için şimdiden hazırlanmalı ve günü geldiğinde de gereğini yapmalı.

2. O gün gelinceye kadar da, cari açığımızın azaltılması konusunda sadece hükümetten, yerel yönetimlerden, sanayici ve ithalatçılarımızdan değil; tüketim harcamalarında tasarruflu davranma açısından bütün halkımıza çok büyük görevler düşüyor. Artık bu tüketim çılgınlığını terk edelim.

Yoksa…

Yoksa, işin nereye varacağı ayan beyan belli.

Cari açığın çözümü yolunda ilk adım olarak artık, ‘ürettiğimizden çok tüketmeye’ değil, ‘tükettiğimizden çok üretmeye’ başlayalım…

Selâm, sevgi, salât ve duâ ile…

 

 

***

 

 

 

 

 

Faiz, enflasyon ve Lübnan’a asker…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.10.2006

Avrupa’da faizler artıyor…

Avrupa Merkez Bankası (ECB), geçen hafta faiz oranlarını çeyrek puan (yüzde 0,25) artırdı. Banka yönetim kurulu son toplantısında, baz faiz oranlarıyüzde 3’ten yüzde 3,25’e çıkarmayı kararlaştırdı.

Avrupa Merkez Bankası (ECB)’nın faizleri artırma ile ilgili bu son kararı, Avrupa ekonomisinin enflasyonu tekrar artıracak şekilde ısınmaya başlamış olabileceğini gösteriyor…

Bu arada Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranlarında bir yıl içinde yaptığı bu beşinci artışla Euro bölgesinde faizler, son dört yılın en yüksek düzeyine çıkmış oldu. Maliye uzmanları, enflasyonun İngiltere Merkez Bankası’nın beklentisinden yüksek seyretmesinden dolayı, gelecek ayki toplantıda faiz artırma kararının çıkma olasılığının büyük olduğunu belirtiyorlar…

Hep yazıyor ve hatırlatıyorum: Peşinde yaltaklanarak koştuğumuz Avrupa’nın durumu işte bu! Yani, ne kadar faiz, o kadar enflasyon!

***

Faizler artıyor, enflasyon da artıyor…

Türkiye’de Hazine’nin bu yılın ilk dokuz aylık dönemdeki ortalama iç borçlanma faizi 2005 yılının tümündeki yüzde 17.12’nin üzerine çıktı. Hazine bu yılki toplam borçlanmasını 2005 yılına göre daha yüksek bir maliyetle gerçekleştirdi. Enflasyon beklentilerindeki düşüşe rağmen, artan risk algılaması nedeniyle faiz oranlarının yükselmesi ve yüksek kalmaya devam etmesi nedeniyle reel faiz de önemli ölçüde arttı.

Nisan’da yüzde 7.97’ye kadar geriledikten sonra Mayıs’ta yüzde 8.65’e, Haziran’da yüzde 10.74’e, Temmuz’da yüzde 12.44’e çıkıp, Ağustos’ta yüzde 11.61 olan beklenen reel faiz; Eylül’de yüzde 12.62 oldu!

Eğer gelecek yıl Eylül’de yıllık enflasyon beklendiği gibi yüzde 7.5 düzeyinde gerçekleşirse, bu ay Hazine’ye bir yıl vadeli borç verenler gelecek yıl Eylül’de yüzde 12.62 oranında reel faiz elde etmiş olacaklar.

Hazine, Eylül’de yaptığı beş ayrı YTL cinsinden iç borçlanma ihalesinde ortalama yüzde 21.7’lik yıllık bileşik faizle borçlandı. Nominal faiz Ağustos ayına göre az da olsa yükselirken, gelecek bir yıllık dönem için beklenen reel faiz ise yüzde 12.62’ye kadar çıktı!..

Türkiye ve dünyada bu zalim faizli ekonomik düzen devam ettiği sürece, bu kısır döngü yani faiz sarmalı varlığını sürdürecek, artan faizlere paralel olarak enflasyon da hep artmaya devam edecektir…

***

‘Yüzde 14 reel faiz’

Mahfi Eğilmez, 8 Ekim Pazar günü yazdığı ‘Yüzde 14 reel faiz’ başlıklı yazısında önemli şeyler yazmış. Diyor ki: ‘Türkiye, iç borçlanmada yeniden 2 haneli reel faiz dönemine girmiş durumda... Hazine’nin iç borçlanmada kullandığı kâğıtlardan 1 yıldan kısa vadeli olanlarına Hazine Bonosu ya da kısaca bono, 1 yıldan uzun vadeli olanlarına Devlet Tahvili ya da kısaca tahvil deniyor. Bunların ikisine birden de Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) adı veriliyor. Hazine iç borçlanmasını genellikle ihale düzenleyerek yapıyor ve bu ihalelerin ağırlığı iskonto usulüyle borçlanmaya dayanıyor. Yani Hazine tahvil karşılığında bir yıl vadeli 100 YTL’yi yüzde kaç faizle borç verirsiniz diye sormak yerine, bir yıl vadeli 100 YTL anapara bedeli olan bir tahvili kaça alırsınız diye soruyor. Diyelim ki alıcı da bu tahvili 80 YTL’ye almış olsun. O zaman bu tahvilin faizi ((100-80) / (80)) formülüyle yüzde 25 olarak bulunuyor. Buraya kadar anlattığımız faiz nominal faiz. Yani görünür faiz. Oysa bir yıl boyunca enflasyon nedeniyle ortaya çıkan bir aşınma da söz konusu. O nedenle ele geçecek olan faizin enflasyon kaybına göre düzeltilmesi gerekiyor. Ki buna da reel faiz hesabı adı veriliyor. Reel faiz hesabı düşük oranlar söz konusu olduğunda son derecede basit bir formülle yapılıyor: (Reel Faiz = Yıllık Bileşik Nominal Faiz -Bir yıl sonunda olması beklenen enflasyon.) Diyelim ki nominal faiz yüzde 5 ve bir yıl sonrası için beklenen enflasyon yüzde 3.5 bu durumda reel faiz (0.05- 0.035 =) 0.015 yani yüzde 1.5 olarak hesaplanıyor. Ne var ki oranlar yükselmeye başlayınca bu formül tam sonuç vermiyor ve onun yerine ((1 + Bir yıllık bileşik nominal faiz / 1 + bir yıl sonra olması beklenen enflasyon) 1)) formülü kullanılıyor. Diyelim ki nominal faiz yüzde 22 ve bir yıl sonrası için beklenen enflasyon yüzde 7 ise reel faiz ((1.22 / 1.07) - 1)) yüzde 14 olarak bulunuyor. Hazine’nin piyasadan yaptığı iç borçlanmanın reel faizi bugün yüzde 14…’

***

Faiz-enflasyon ve Lübnan’a asker göndermek…

Ülke ekonomisi faiz-enflasyon sarmalına böylesine dolanan Türkiye, elbette her istenen yere asker gönderir. Nitekim deniz askerimiz Lübnan’a ulaştı bile! Ardından kara ve hava askerlerimiz de gidiyor!..

Türkiye, Lübnan’daki barış gücüne önce ‘Deniz Görev Gücü’ olarak katılacak ve devriye görevi yapacak... Dost(?) ve müttefik(?) ülkeler için deniz ve hava ulaşım desteği sağlayacak... Güvenliği sağlamak için kuvvet koruma birlikleri gönderecek… Lübnan ordusuna eğitim verecek…

Dışarıdan para alan ülke, yeri geldiğinde asker gönderme talebi de alır…

 

 

***

 

 

 

 

 

“İFTAR ÇADIRI” ya da hayırda çığır açmak… - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.10.2006

Bugün tüm İstanbul’a, Türkiye’ye ve de Türk dünyasına yayılan “İFTAR ÇADIRI” fikri Üsküdar eski Belediye Başkanı YILMAZ BAYAT’a ve 4 kişilik ilâhiyat kökenli bir ekibe ait.

Yılmaz Bayat, artık gelenek hâline gelen iftar çadırının doğumunu kısaca şöyle açıklıyor: “Katibim Şenlikleri’nin devamı sayılabilir bu çadırlar. Yer darlığından dolayı ‘iftar için çadır kuralım’ fikri ortaya atılınca, 1994’te Üsküdar Meydanı’na tek direkli 1100 m²’lik çadır kurdurduk. İlk gün 1500 kişiye iftar vermiştik. En son 15 bin kişiye kadar çıktı bu sayı. Şimdi her belediyenin İFTAR ÇADIRI oldu...”

Başta İstanbul olmak üzere bütün Türkiye’yi kuşatan iftar çadırları, yoksullar kadar maddi durumu iyi olanları da bir araya getiriyor. Modern zamanların “Ramazan geleneği”ne dönüşen “İFTAR ÇADIRLARI”ndan İstanbul’da her gün 100 bin, bütün Türkiye genelinde ise 300 bini aşkın insan yararlanıyor. Toplumsal dayanışmayı sağlayan ve yoksulları hatırlamaya vesile olan bu uygulamanın ilk örnekleri ise 1960’lı yıllarda İHL öğrencilerine verilen iftarlara kadar uzanıyor...

***

Üsküdar’dan bütün İstanbul’a…

RAMAZAN 2006’DA AÇILAN İSTANBUL İFTAR ÇADIRLARI- Avcılar Belediyesi: Avcılar Meydanı ve Yeşilkent Mah.’ndeki çadırlarda 1.000 kişiye, Bağcılar Belediyesi: Ramazan Çadırı İrfan Sofrası’nda 2.000 kişiye, Bahçelievler Belediyesi: Yenibosna Aksa Camii yanı, Yenibosna Otobüs Durağı ve Kocasinan Merkez Camii karşısında kurulan çadırlarda 2.500 kişiye, Bakırköy Belediyesi: İki ayrı çadırda 2.000 kişiye, Bayrampaşa Belediyesi: Üç ayrı çadırda 2.500 kişiye, Beyoğlu Belediyesi: Taksim Meydanı Gezi Parkı ve Kulaksız Okspor sahası yanındaki iki çadırda 5.000 kişiye, Beykoz Belediyesi: Sekiz ayrı çadırda 2.500 kişiye, Beylikdüzü Belediyesi: İki ayrı çadırda 3.000 kişiye, B.Çekmece Belediyesi: İki bölgede toplam 1.000 kişiye, Eminönü Belediyesi: Yeni Cami eski otobüs duraklarındaki çadırda 3.000 kişiye, Esenler Belediyesi: 3.000 kişiye, Fatih Belediyesi: Karagümrük, Mevlanakapı, Sümbül Efendi Camii ve Fatih Şehitler Anıtı önündeki çadırlarda 3.250 kişiye, Gaziosmanpaşa Belediyesi: 20 ayrı noktada kurulan iftar istasyonlarında 15.000 kişiye, Güngören Belediyesi: Sanayi Mah. köprü durağı, Fetih Camii Yanı ve Merter Veysel Karani Camii karşısındaki çadırlarda 3.000 kişiye, Kağıthane Belediyesi: Çeliktepe, Çağlayan ve merkezdeki çadırlarda 1.000 kişiye, Kadıköy Belediyesi: Aşevinde 6.000 kişiye, Kartal Belediyesi: Kartal Meydanı’nda 2.500 kişiye, Küçükçekmece Belediyesi: 3.000 kişiye, Pendik Belediyesi: Pendik sahilindeki çadırda 2.000 kişiye, Sarıyer Belediyesi: Sarıyer Merkez, İstinye ve Çayırbaşı’ndaki çadırlarda 1.500 kişiye, Şişli Belediyesi: 1.500 kişiye, Tuzla Belediyesi: Tuzla İçmeler’deki çadırda 1.500 kişiye, Üsküdar Belediyesi: Eski Karaköy İskelesi’ndeki çadırda 5.000 kişiye, Ümraniye Belediyesi: Halil İbrahim Sofrası Aşevi’nde 5.000 kişiye, Zeytinburnu Belediyesi: Belediye binası önünde 1.500, Merkezefendi Camii önündeki çadırda 300 kişiye her akşam düzenli olarak iftar veriyor.

***

Üsküdar’dan bütün Türkiye’ye…

RAMAZAN 2006’DA AÇILAN TÜRKİYE İFTAR ÇADIRLARI- Adana: Seyhan Belediyesi iftar çadırında 1.500 kişiye, Ankara: B.Şehir Belediyesi’nce 30 çadırda 18.000 kişiye, Antalya: Muratpaşa 15.000 kişiye, Büyükşehir 4.400, Kepez Belediyesi 3.000 kişiye, Adıyaman: Belediye tarafından 1.500 kişiye, Ağrı: Belediye tarafından 1.000 kişiye, Afyon: Belediye çadırlarında 3.500 kişiye, Burdur: Belediyece 1.000 kişiye, Bursa: Büyükşehir 4.000, Osmangazi 600, Yıldırım Belediyesi 5.725 kişiye, Balıkesir: Belediye tarafından 4.000 kişiye, Bingöl: Belediye çadırında 10.000 kişiye, Bilecik: Belediye Kültür Sitesi’nde 500 kişiye, Bolu: Belediye çadırında 2.000 kişiye, Batman: Belediye tarafından 100 kişiye, Bayburt: Belediye tarafından 200 kişiye, Denizli: Belediyece 3.500, Genç Tüccarlar ve İşadamları Derneği’nce 4.500 kişiye, Diyarbakır: Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nca (SYDV) 5.000 kişiye, Düzce: Belediye 1.000, Akçakoca 250, Gölyaka 400 kişiye, Elazığ: Belediyece 200 kişiye, Mamuret’ül-Aziz Vakfı 10.000 kişiye, Erzurum: Büyükşehir Belediyesi ile Erzurum Genç İş Adamları Derneği’nce 1.200 kişiye, Erzincan: Belediyece 600 kişiye, Eskişehir: Beş iftar çadırında 5.000 kişiye, Gaziantep: Büyükşehir 1.000, Şahinbey Kaymakamlığı Hoşgör Aşevi’nde 3.000 kişiye, Gümüşhane: Valilik 900, belediye 150, Kelkit Kaymakamlığı ve Belediyesi 500 kişiye, Iğdır: Belediye tarafından 500 kişiye, Isparta: Valilik 650, belediye 1500 kişiye, Kahramanaraş: Saçaklızade Vakfı 2.900 kişiye, Hayır ve İhsan Vakfı 300 kişiye, Kilis: Belediye tarafından 500 kişiye, Muğla: Belediye iftar çadırında 1.000 kişiye, Kayseri: Büyükşehir Belediyesi’nce 5.000 kişiye, Karabük: Belediye iftar çadırında 500 kişiye, Karaman: Belediye iftar çadırında 2.500 kişiye, Kastamonu: Belediye 500, Tosya, Taşköprü, Bozkurt ve İnebolu ilçeleri 650 kişiye, Kars: Belediye tarafından 200 kişiye, Kırşehir: Belediye tarafından 5.000 kişiye, Kütahya: Belediye Kültür Sarayı’nda 600 kişiye, Konya: Selçuklu ilçe belediyesi iki çadırda 2.000 kişiye, Mardin: Belediye çadırında 3.000 kişiye, Mersin: Büyükşehir Belediyesi 3.000, Yenişehir Belediyesi ile Mezitli Belediyesi çadırlarında 3.200 kişiye, Muş: Belediye çadırında 2.500 kişiye, Niğde: Hüdavent Hatun Sosyal Salonu’nda 1.500 kişiye, Nevşehir: Belediye tarafından 700 kişiye, Ordu: Sanayici İş Adam. Der. iftar çadırında 600 kişiye, Rize: SYDV 200, belediye 350 kişiye, Samsun: Büyükşehir Belediyesi 1.500 kişiye, Sakarya: Büyükşehir Belediyesi’nce 1.000, ilçe belediyeleri 2.000 kişiye, Siirt: Belediye 1.500, Siirt İş Adamları Derneği 500, SYDV ise 1.000 kişiye, Sinop: Belediye iftar çadırında 250 kişiye, Sivas: Belediye 1.000, Suşehri Belediyesi 300 kişiye, Şanlıurfa: Belediye tarafından 16 bin aileye, Tokat: Belediye Sulusokak’ta 400, Aşevi Müdürlüğü 7.000 kişiye, Trabzon: Belediye tarafından 200 kişiye, Uşak: Uşak Genç İş Adamları Derneği’nce 1.000 kişiye, Van: Belediye tarafından 2.000 kişiye, Yalova: Belediye iftar çadırında 1.000 kişiye, Yozgat: Belediyeler ve SYDV iftar çadır ve aşevlerinde 10.000 kişiye…

 

 

***

 

 

 

 

 

“İFTAR ÇADIRI” ya da hayırda çığır açmak… - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

12.10.2006

Üsküdar’dan Türk dünyasına…

Yazımın dünkü bölümünde, artık tüm İstanbul’a, Türkiye’ye ve  Türk dünyasına yayılan “İFTAR ÇADIRI” fikrinin Üsküdar eski Belediye Başkanı YILMAZ BAYAT’a ve 4 kişilik ilâhiyat kökenli ekibine ait olduğunu yazdım. Hayırda çığır açmak yazıma kaldığımız yerden devam ediyorum.

Üsküdar’dan başlayıp önce bütün İstanbul’a, zamanla tüm Türkiye’ye yayılan bu hayırlı çalışmalar bu yıl Türk dünyasına da ulaştı. Türk Dünyası Belediyeler Birliği (TDBB) bu yıl 6 farklı ülkede binlerce kişiye iftar veriyor, yoksullara da gıda yardımında bulunuyor. Her bir ülkeyi Türkiye’den iki farklı belediye üstlenerek gıda yardımı ve iftar programlarının masraflarını karşılıyor. Azerbaycan’da iki, Kazakistan da dört, Kırgızistan’da bir, Gürcistan’da bir, Ukrayna’da iki ve Tataristan’da bir olmak üzere toplam 6 ülke 11 şehirde iftarlar verilip halka gıda yardımı yapılarak çeşitli sosyal aktivitelerde bulunuluyor... Bu sayede Ramazan, Türk dünyasında da Türkiye’de olduğu gibi kendi kültürü ve manevi havasıyla yaşanıyor...

Kimi ülke şehirlerinde Ramazan etkinlikleri bir hafta sürerken kimilerinde bir ay boyunca devam ediyor. Her şehirde ortalama bin kişilik salonlarda iftarlar veriliyor, o bölgedeki yardıma muhtaç insanlara da gıda yardımı yapılıyor. Ayrıca, yine etkinliğin yapıldığı her şehirde 200 kişilik protokol yemekleri verilerek o bölgenin önde gelen vekilleri ile bürokratları aynı masa etrafında buluşturuluyor... 2 bin 515 üyesi bulunan Türk Dünyası Belediyeler Birliği (TDBB)’nin çatısı altında gerçekleştirilen bu yardımlaşma programı Ramazan’ın Türkiye’deki manevi havasını kardeş milletlere de taşımayı sağlıyor...

***

Cami aşevi her gün 510 kişiyi doyuruyor…

Bu köşede, 25 Eylül 2006 Pazartesi günü “Ramazan, açlık, israf ve ‘AŞEVİ’ kurmak” başlıklı yazım yayımlandıktan sonra, pek çok olumlu tepki ve teşekkür aldım; memnun oldum… Bu arada önemli haberler edindim. Bunların içinde en çok aşağıdaki habere sevindim: İstanbul Ümraniye Ihlamurkuyu Mahallesi Birlik Camii, geçen yıl kurulan “CAMİ AŞEVİ” ile her gün 510 vatandaşa sıcak iftar yemeği sunuyor...

Cami derneği ve muhtarlığın belirlediği yardıma muhtaç isimler, her gün cami altındaki “AŞEVİ”ne gelerek iftar yemeklerini kaplarına doldurup evlerine götürüyor. Aşevinin aşçısı da, yemek dağıtıcısı da cami derneği üyelerinden oluşuyor. Yemek işini organize eden Birlik Camii İmam-Hatibi İmdat Muammer Cebeci, hayırsever işadamlarının desteği ile alınan malzemelerden yemek hazırlandığını anlatıyor ve diyor ki; “Her gün 102 ailedeki toplam 510 kişiye yemek ulaştırılıyor. Aşevindeki tüm hizmetleri cami derneği yönetim kurulu sunuyor.” Her gün iftar saatinde sıcak ekmek ve 3 çeşit yemek alan vatandaşlar da aşevinin hizmetinden memnun. Geçen yıl da caminin aşevinden yemek aldıklarını dile getiren mahalle sakinleri, “Aşevinde emeği geçen herkesten Allah razı olsun.” duâ ve dileklerinde bulunuyor…

Benim “Ramazan, açlık, israf ve ‘AŞEVİ’ kurmak” başlıklı yazımda önerdiğim proje, meğer uygulanıyormuş da haberim yokmuş; elhamdülillâh… O yazımın bir bölümünde demiştim ki: ‘Mahalle mescidi veya bulunduğunuz işyeri sitesi mescidi yöneticilerini ziyaret ederek bu projeyi onlara anlatabilirsiniz. Mesela, bu uygulamanın yapılması için mekanı ve çevresi müsait bulunan yakınınızdaki bir cami veya mescitte kolayca harekete geçilebilir. Bir yerde uygulanırsa, ondan sonra her yerde uygulanır. Zaman zaman siz de gidip yapabileceğiniz hizmetlere katılır ve katkıda bulunabilirsiniz...’

Artık ‘neden olmasın?’ demiyorum, çünkü;

İstanbul Ümraniye Birlik Camii’nde olmuş bile!..

O halde siz de mahallenizde aynısını yapabilirsiniz…

***

İftar Yemeği 30 Ramazan (ya kalan günler ne olacak?)

Güngör Uras, benim bu yazımı yazdığım 8 Ekim Pazar günü, Milliyet gazetesindeki köşesinde “İftar yemeği 30 ramazan (ya kalan günler ne olacak?)” başlıklı bir yazı yazdı. Bir kısmını aynen aktarıyorum:

Ramazan’da 30 gün imkânı kıt olanları iftar sofrası başında toplamak çok güzel bir davranış... Ama imkânı kıt olanların tüm aile üyeleri iftar sofrasına gelemiyorsa ne olacak? İftarda bir öğün sıcak yemeğin önemi büyük... Ama ya kalan günler? Yeniköy’de bizim mahalledeki kadınlar komitesi bundan 8 yıl önce Ramazan’da, mahallemizdeki imkânı kıt olanlara yardıma başladığında bu sorulara da cevap arandı. Ve de çözüm bulundu... Ramazan ayı boyunca iftar vakti öncesi, imkânı kıt olan ailelere, aile üyelerinin sayısına göre sıcak yemek dağıtılıyor. Yemek almaya gelemeyeceklerin evlerine yemek götürülüyor. Ramazan ayından sonra imkânı kıt olan ailelere her ay gıda maddesi alımı için bir imkân tanınıyor. Aileler, anlaşma yapılan bir marketten belli bir limit içinde ihtiyaçları olan gıda maddelerini satın alabiliyor...

Her gün Yeniköy vapur iskelesi karşısındaki camiin alt katında saat 14.00’ten itibaren 16 aileden 52 kişiye 3 kap iftar yemeği dağıtılıyor... Bu yardım düzeni artık müesseseleşmeye başladı

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarım-sanayi işbirliği

REŞAT NURİ EROL

17.10.2006

Bugünkü yazımda kısaca ‘tarım ülkeleri’ ile ‘sanayi ülkeleri’ konusunu kurcalamak, bu ülkeler arasında var olması gereken dengeli ve adil işbirliği üzerinde durmak istiyorum.

Bu arada önemli bir hatırlatma;

İnsan ‘sanayi ürünleri’ olmadan da yaşayabilir ama ‘tarım ürünleri’ olmadan yaşayamaz.

Gıda önemli.

Yaşamak tarıma bağlı.

Yaşamak için yemek şart.

Sanayi mamulleri karın doyurmaz!

Tarım ülkelerinin toprakları geniş ve bâkirdir, henüz sanayinin sebebiyet verdiği çevre kirliliğine maruz kalmamıştır. Ayrıca, tarım ülkelerinin sanayi ve teknolojileri olmasa da, nüfusları artıyor. Nüfus da başlı başına bir güç ve değerdir. Sanayi ülkelerinin teknolojileri ileridir ama nüfusları yaşlıdır ve azalmaktadır.

Dünyadaki tarım ülkeleri sanayi ülkelerine şöyle deseler yeridir:

‘Gelin aramızda işbölümü yapalım; siz sanayi ülkesi olunuz, biz tarım ülkesi olalım. Biz sanayiyi beceremiyoruz, siz de tarım yapacak topraklara sahip değilsiniz, aynı zamanda tarım yapmayı da bilmiyorsunuz. Sanayi ülkeleri olarak çok büyük bir yanlış yapıyor ve tarımı da sanayi metotları ile işletmeye çalışıyorsunuz. Oysa tarım sanayi metotları ile işletilemez.’

*

TARIM-SANAYİ METOD FARKLARI

1.

Sanayi cansız varlıklara hitap eder. Kâinat kanunlarına uygun ne söyler ve ne yaparsanız, bu cansız varlıklar hiç itirazsız yaparlar. Dolaysıyla sanayide üretimi siz kendiniz istediğiniz gibi yaparsınız.

Tarım ise canlıdır. Siz ona emredemezsiniz, sadece onu desteklersiniz, üretimi o mevsimdeki şartlara göre bizzat kendisi yapar. Bir tarım ürününü herhangi bir sanayi mamulünü üretir gibi topraktan üretemezsiniz.

2.

Sanayi merkezî yerlerde yapılır. Sanayi ürünleri şehirlerde, fabrikalarda, sanayi sitelerinde üretilebilir.

Tarım üretimi yaygındır. Tarım ürünlerini üretmek için dağlara ve bayırlara varıncaya kadar dünyanın her tarafına gidilmesi gerekir. Tarım ürünlerini üretmek için siz onun yani arazinin ayağına gitmek zorundasınız. Tarım üretimi fabrikalarda değil, tarlalarda olmaktadır.

3.

Sanayide üretim birbirine çok benzer. Makinelerle aynı model üretimi her zaman yapabilirsiniz.

Tarım üretimi ise her parsele göre değişir. Sadece bir tarlanın bile her yerinde benzer tarımı yapamazsınız.

Sanayide işbölümü yapar ve birkaç günde üretim yapacak kişileri yetiştirirsiniz.

Tarım ise geçmiş deneyimlere dayanır, bundan dolayı tarım ancak babadan ve dededen öğrenilerek yapılabilmektedir.

4.

Sanayide standartlaşma vardır. Sanayide benzer ürünleri elde edersiniz, bu sebeple sanayide standartlaşma çok kolaydır.

Tarımda ise her yıl her tarladan ayrı kalitede mahsul alırsınız. Tarım ürünlerinde standartlama ancak harmanlama yani üretilen ürünleri karıştırma ile olabilmekte, yöreye ve yıla göre de değişmektedir.

*

İşte, durum özet olarak böyle.

Sanayi ülkeleri sanayide inkılâplar yapabildiler ama tarımda yapamadılar. Tarım hâlâ Nuh Nebi’den kalma usullerle yapılıyor. O halde sanayi ülkeleri tarım üretimini tarım ülkelerine bıraksınlar. Tarım ülkeleri ile sanayi ülkeleri arasında dengeli ve adil bir işbirliği oluşsun. Sanayi ülkeleri sanayi mamullerini tarım ülkelerine satsın, tarım ülkeleri de tarım ürünlerini üretip sanayi ülkelerine satsın.

Bu arada önemli bir şeye daha dikkat edilsin:

Bu karşılıklı alış-veriş tekel oluşturmadan gerçekleştirilsin. Serbest arz ve talep kanunları ile fiyatlar oluşsun. Gümrükler kaldırılsın. Vize ve kotalara son verilsin. Faizli sömürü sona erdirilsin...

İşte, “Adil Düzen Çalışmaları”ndan bir uzlaşma formülü daha.

Son Hatırlatma:

Tarım çok önemli. Tarım ülkeleri sanayisiz yaşar ama sanayi ülkeleri tarımsız yaşayamaz.

Vesselâm…

 

 

***

 

 

 

 

 

Yeni medeniyet ve defter

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.10.2006

Tarihte medeniyetler doğmuş, gelişmiş, yaşamış, yaşlanmış ve çökmüştür.

Yeni medeniyet için yeni peygamber gelir, yeni kitap getirir, halk onun etrafında toplanır, böylece cemaat oluşur ve medeniyet geçekleşirdi.

İslâm Medeniyeti de böyle oldu ve oluştu.

Kur’an; yeni peygamberin gelmeyeceğini, peygamberlerin yerini ulemanın alacağını ve yeni kitabın gelmeyeceğini, onun yerine Kur’an’ın yeniden yorumları ile yeni medeniyetin doğacağını bildirmiştir.

Şimdiye kadar yapılan çalışmalarımıza ve eski bilgilerimize dayanarak insanların bir başkan etrafında toplanacağını ve bu yolla ‘III. bin yıl medeniyeti’nin doğacağını düşündük ve çalışmalarımızı hep bu yönde yönelttik. Ancak, hâlâ tam ve kâmil başarıyı yakalayamadık...

Bu durumda usûlümüzde hata vardır demektir.

Oturup düşünmemiz gerekir; neden başaramıyoruz?..

***

Bize göre bunun sebebi, hâlâ sadece kişilerin etrafında toplanmaya çalışıyor olmamızdır.

Peygamberler ise “namaz” yani bir müessese ile işe başladılar...

Cemaatler toplanmakta, Kur’an’ın istediği toplantılar olmakta, ama yeni medeniyete doğru etkin adımlar atılamamaktadır. Bu durumda biz insanları “yeni medeniyet”e götürmek için bir şey bulmalıyız.

Kişi “yeni muasır medeniyete”e inandığını göstermelidir.

Daha açık ifade edecek olursak; Hazreti Peygamber zamanında kişi “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın resuldür.” der ve “cemaatle kılınan namazlara” katılmakla “Müslüman” olurdu.

Günümüzde kişinin ‘III. bin yıl uygarlığı’na katıldığını gösteren bir sloganımız olmalıdır.

Bize göre; kişi “Ben Millî Görüşçü ve Adil Düzenciyim” dediği zaman, onun ‘III. bin yıl uygarlığı’ kervanına katıldığını kabul ederiz. Nasıl şehadet kelimesini getirmeden Müslüman olunmuyorsa; “Ben Millî Görüşçü ve Adil Düzenciyim” demeyen de ‘III. bin yıl uygarlığı’ kervanına katılamaz.

Birileri bu gömlekleri çıkardılar; bundan dolayı onların başarıya ulaşması mümkün değildir.

Bugünlerde “irtica” adı altında bu ve benzeri kelimelere saldırılar vardır...

Onlar saldırıyorsa, biz doğru yoldayız demektir…

Ama henüz müessese yerine geçecek bir şey bulmuş ve yerine koymuş değiliz.

Bunun için ne yapmalıyız?

Bugün bir öneride bulunacağım.

Kur’an’da; “Büyük olsun küçük olsun her şeyi yazın.” emri/âyeti vardır.

Bu emri çağımızda uygulamaya başlayalım.

Bunun için herkesin cebinde bir “DEFTER” bulunacaktır.

Kime ne verirse, kimden ne alırsa, tarihle beraber deftere yazar, görüştüğü kimseleri kaydeder, özet bilgi verir. Sevindiği haber gelirse kaydeder, üzüntülü haber olursa kaydeder. Önemli olayları yazar yahut ses kayıt cihazına anlatır. Defteri en az haftada bir gözden geçirir, eski kayıtlara bakar; toplulukla paylaşması gereken konuları bir kooperatif merkezine vererek bildirir.

Bu defterin çok büyük yararları vardır.

Mesela, olaylar oluyor, muhasebelerde hatalar yapılabiliyor.

Muhasebelerdeki birçok hatalar kişilerin bu özel defterlerinden yararlanılarak düzeltilebilir.

***

MECLİS, yeni yasama yılında ne yapabilir?

Kişiler bunları yazmıyor. Neden yazmıyor?

Kişiler, defter yarın devletin eline geçer ve bana saldırılır diye düşünür ve yazmazlar.

Bu tedirginliği gidermek için basit bir kanun çıkarılacak ve kanunda şu maddeler bulunacaktır.

Madde 1- Herkes, kendisine özel sıralı ve tarihli tek defter tutabilir. Defteri notere, kooperatife veya muhtara mühürletebilir. Kendisi tarih atarak imzalayabilir. Defter noterde ve diğer yerlerde harca tâbi değildir.

Madde 2- Özel sıralı deftere yazılanların başkaları tarafından okunması, kopya edilmesi, çoğaltılması veya yargı önünde delil olarak çıkarılması yasaktır. Yasak ihlâl edilirse, tarafların seçeceği birer bilirkişi ile bilirkişilerin seçeceği baş bilirkişi tarafından tazminat miktarı belirlenir.

Madde 3- Kişi özel sıralı defteri ticari defter gibi kendisi kanıt olarak gösterebilir. Karşı tarafın defterinde geçmesi gerekirken geçmemişse, geçeninki belge sayılır. Karşı taraf malı davacıdan aldığını kabul ediyorsa, bedel sıralı özel deftere geçmişse onunki kabul edilir. İhtilaflı ise ikisi de geçersiz olur.

Madde 4- Defterin başına, kaybolması hâlinde bulanın nereye teslim edilmesi gerektiği yazılıdır. Ölümü hâlinde yakılmasını isteyebilir veya birisine verilmesini vasiyet edebilir. Bu defteri sahibinin izni olmadan kimse açamaz, mahkeme açılması hususunda karar alamaz.

Böyle bir kanuni düzenleme yapılırsa, “III. bin yıl medeniyeti”ne gidecek adımları insanlar daha güvenle atarlar. Bu yapılmalıdır, çünkü kayıt dışı dünya ve hayatın en büyük kurbanı bizzat devletin kendisidir.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Kâinat” bir sistemdir; “Adil Düzen” de öyle…

Reşat Nuri EROL

28.10.2006

“Yudebbiru’l-Emra” ifadesi Kur’an’da dört yerde geçmektedir. (Yunus 3 ve 31, Ra’d 2, Secde 4,5) “(Allah) dütün işleri döndürür.” demektir. Burada “döndürmek”ten kastedilen nedir?

Günümüzde ilmî terminolojide kullanılan “döngü” (siklus, “cyclus”) kavramıdır. Bu kelime bütün işlerin kendine has döngü içinde gerçekleştiğini anlatmaktadır. Tanımlanmış bir veya daha fazla görevi yerine getirmek üzere belirli görevleri üstlenen alt birimlerden meydana gelen ve bu alt birimlerin kendileri de bir sistem olabilen bütün yapıya “sistem” denir.

Sistemlerin girdileri ve çıktıları olur. Bir sistemin çıktısı, başka bir sistemin girdisi olabilir. Bütün kâinat sistemlerden oluşmuştur ve kendisi de tek başına bir sistemdir. Bu nedenle alt sistemlerin girdileri başka sistemlerin çıktıları veya tersi, alt sistemlerin çıktıları başka sistemlerin girdileri şeklindedir.

KÂİNAT BİR SİSTEMDİR. Galaksiler kâinatın alt sistemleridir. Güneş sistemleri (adı üstünde) galaksilerin alt sistemleridir. Dünyamız, güneş sisteminin bir alt sistemidir. Dünyamız içinde yaşayan canlılar ve cansızlar arasında da çok sayıda sistemler vardır. Canlıların birbirini yemesinden oluşan besin zinciri bir sistemdir. Bu besin zinciri içindeki her canlı da kendi başına bir sistemdir. Herhangi bir canlı da alt sistemlerden oluşur. Örneğin insanda sindirim sistemi, solunum sistemi, dolaşım sistemi, endokrin sistemi, sinir sistemi, kas iskelet sistemi şeklinde çok sayıda sistem vardır. Bunlardan dolaşım sisteminin merkezinde yer alan kalp bir sistemdir. Kalp kas yapısında bir organdır ve kalbi oluşturan kasta bulunan her hücre de bir sistemdir. Hücre kendisi tek başına bir sistemken, hücreyi meydana getiren organellerde (hücre zarı, mitokondri, sitoplazma, endoplazmik retikulum, nükleus, nükleolus) kendi başlarına birer sistemdirler. Mitokondri kendi başına bir sistemdir. Girdileri ve çıktıları vardır. İçerisinde vücut için enerji oluşturan olaylar meydana gelir. Glikozdan enerji oluşturan bir döngü vardır. Bu döngü içinde görev alan enzimler sistemin birer parçası konumunda bu organel içinde yer alırlar. Mitokondri enerji kaynağı olarak Adenozin trifosfat (ATP) çıktısını verir. Bu sistemler içindeki bütün işler döngülerle sağlanır. Bütün hayat döngülerden oluşur. Bir insan bir hayvanı yer. O hayvanın proteinleri aminoasitlere parçalanır ve insan vücudunda yeniden protein sentezinde kullanılır. Sonra o insan ölür ve o proteinler toprakta başka canlılara yemek olur. O canlıları başka canlılar yer. Onları yiyen canlı ölür, toprakta parçalanır ve bitkiler için protein kaynağı olur. Sonra o bitkileri tekrar insan veya hayvan yer ve tekrar protein sentezinde kullanılır. Böylece doğada yer alan atomlar, organik ve inorganik moleküller, döngüler içinde sürekli yer değiştirirler. Su buharlaşır, tekrar yağmur olarak yeryüzüne iner, tekrar buharlaşır, tekrar iner. Bu da bir döngüdür. Sistemleri incelediğimiz zaman hep bu “döngü” olayını görürüz.

Sistemlerin birbirine ne kadar benzediği konusu günümüzde bir bilim dalı haline gelmiştir ve “sistem benzetimi” (simülasyon) adı altında bir uzmanlık konusudur. Sistem benzetiminde matematiksel olarak iyi ifade edilebilen bir sisteme başka bir sistem benzetilerek, diğer sistemin davranışı önceden belirlenmeye çalışılır. Bunun için kullanılan en iyi referans sistem “elektrik devreleri”dir. Günümüzde elektrik devreleri kullanılarak bir çok sistemin benzetimi yapılmıştır.

Sistemler arasındaki bu benzerlik ilminin doğmasının sebebi sistemlerin benzemesidir. Sistemlerin birbirine benzemesinin sebebi ise bütün sistemleri yapan varlığın ‘aynı varlık’ olmasıdır.

Peki “Allah” değişik şekillerde, birbirlerine benzemeyen sistemler yapabilir miydi? Allah için bu çok kolay ve sıradan bir olaydır. Ama insan için o kadar da karmaşıklaşır. Aslında benzeyen sistemleri bile anlamakta zorlanan insanın, benzemeyen sistemleri anlaması çok zordur.

İnsanların kendi oluşturdukları sistemler de YARATICI’larının yarattığı sistemlere benzer. Allah’ın yarattığı sistemler kadar kompleks ol(a)masalar da, günümüzde ileri düzeyde sistemler geliştirilmiştir. Bir otomobil bir sistemdir. Otomobilin motoru da bir sistemdir. Motor içinde yer alan bujiler de bir sistemdir. Her birinin girdileri ve çıktıları vardır. Günümüzde en kompleks sistemler “bilgisayar sistemleri”dir. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, zekâsı en geri düzeyde olan bir hayvanın beyni kadar karmaşık olamamaktadırlar. Sadece ve sadece insanın kontrolü altında, programlaması ile işe yarayabilmektedirler. Bu da şu kuraldan dolayıdır: “Hiçbir varlık, kendisine eşit veya kendisinden daha ileri bir varlık meydana getiremez.”

ÂYETLER: Yunus-3: “Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı dönemde yaratan, sonra arş üzerine istiva eden Allah’tır. Bütün işleri döndürür. O’nun izni olmadan şefaat edici yoktur. İşte O Allah Rabbinizdir. O halde O’na kulluk edin. Tezekkür etmiyor musunuz?” Yunus-31: “Gök ve yerden sizi besleyen kimdir, söyle. Ya da işitme ve görmelere kim mâlik olur? Ölüden diriyi ve diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim bütün işleri döndürüyor? Yakında “Allah” diyeceklerdir. Öyleyse korunmayacak mısınız?” Ra’d-2: “Gördüğünüz direklerden başkasıyla gökleri yükselten sonra arş üzerine istiva eden ve güneşi ve ayı boyun eğdiren Allah’tır. Her biri adlanmış bir süreye kadar akar. Bütün işleri döndürür. Rabbinize kavuşmaya kesin olarak inanasınız diye âyetleri açıklar.” Secde-4,5: “Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri altı dönemde yaratan, sonra arş üzerine istiva eden Allah’tır. Size O’nun dışında ne bir dost, ne de bir şefaat edici vardır. Tezekkür etmiyor musunuz? Gökten yere kadar bütün işleri döndürür sonra saydıklarınızla bin yıl olan bir gün içinde O’na yükselir.”

“Adil Düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen” de işte böyle bir sistemdir… Vesselâm…

NOT: Konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, “www.ehabir.com”dan Çalışma Arkadaşım Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu’nun “BENZEŞİM (Analoji)” çalışmasına bakabilirler…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Üsküdar İftar Çadırı” Amerika ve Moskova’da!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.10.2006

“İFTAR ÇADIRI ya da HAYIRDA ÇIĞIR AÇMAK” yazılarım geçenlerde bu köşede yayımlandı.

Yazımda, günümüzde tüm İstanbul’a, Türkiye’ye ve de Türk dünyasına yayılan “İFTAR ÇADIRI” düşünce ve projesinin Üsküdar eski Belediye Başkanı YILMAZ BAYAT ile 4 kişilik ilâhiyat kökenli bir ekibe ait olduğunu yazmıştım.

İşte, ülkemizde Üsküdar Belediyesi’nin yılar önce başlattığı ve artık hayırlı bir geleneğe dönüşen bu “İFTAR ÇADIRI” örnek faaliyeti, bu sene Amerika ve Moskova’ya kadar ulaştı.

*

Üsküdar’dan Amerika’ya…

Evet, yanlış okumadınız; özellikle son on yılda ülkemizin dört bir tarafında yaygınlaşan iftar çadırları öylesine sınır tanımamaya başladı ki, Balkanlar ve Orta Asya ülkelerinden sonra, sonunda Amerika’ya kadar ulaştı ve ABD’deki ilk iftar çadırı, New York’un Queens bölgesindeki bir parkta açıldı.

TAMEF (Türk-Amerikan Kültürlerarası Eğitim Derneği) tarafından tefriş edilen çadıra gelen Türk, Çinli, Zenci, Müslüman her renkten, dilden ve dinden insan karnını doyuruyor. Böylece New York’un göbeğindeki Queens bölgesi, “Türk usulü İFTAR ÇADIRI” ile tanışmış oldu. Belediye Parklar Müdürlüğü’nün izni ile kurulan çadırda bir hafta boyunca, gelen herkese yemek verildi. Her gün 4-5 çeşit yemek, tatlı ve meyve ikram edilen Amerikalılar, gördükleri “Türk usulü İFTAR ÇADIRI” karşısında hem şaşkın, hem de mutlu... Her gelenin sorgusuz sualsiz karnını doyurduğu bu sofranın etrafında değişik milletlerden Müslümanlar oturuyor ve akşam olunca iftarlarını açtı. Bu arada Müslümanların dışındaki insanlar da çadıra gelerek karınlarını doyurdu. Yabancılar bu vesileyle hem Türk yemeklerini tanıdı, hem de çadırdakiler ile tanışıp dostluk kurdu. Çadırda Türkiye ve Ramazan’ı anlatan videoları da gösterildi...

Bu gibi etkinliklerin sosyal ve kültürel etkileri ise sayılamayacak kadar çok.

Nereden nereye?..

Üsküdar’dan Amerika’ya…

“Üsküdar İftar Çadırı” nerelere ulaştı?!.

*

Müslümanlar Moskova’ya!..

Bizim yaşımızda olanların gençlik dönemi sağ-sol çatışması, anarşi ve ‘Komünistler Moskova’ya!’ sloganı ile gelip geçti. Komünizm çöküp demir perde kalkınca, komünistler değil ama Müslümanlar dünyanın her yerine ulaştıkları gibi, Moskova’ya da uzandılar. “Üsküdar İftar Çadırı” ile başlayan örnek uygulama, bu sene Moskova’ya kadar gitti ve “Ramazan Çadırı” Rusça olarak ilk defa söylendi: “Şatör Ramadana”.

Moskova’da cami, kilise ve havrayı içinde barındıran Zafer Parkı, tarihinde bir ilke şahitlik yaptı. Şehitler Camii’nin hemen yanı başına kurulan “Şatör Ramadana” farklı millet ve dinden insanları iftar sofrasında buluşturarak tüm dünyaya barış ve kardeşlik mesajı verdi. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Moskova Belediyesi ve Diyalog Avrasya Platformu’nun işbirliği ile kurulan “Şatör Ramadana/Ramazan Çadırı”, Rusya Müftüler Konseyi’nin himayesinde düzenlenen programlarla şenlendi. 250 kişinin iftar yapabileceği çadırı, saatlerce trafikte kalmayı göze alarak Moskova’nın dört bir yanından gelen sevgi insanları doldurdu...

İftar sırasında elinde tabldotla çadırda bekleyen bir Türk işadamı; Moskova’nın ortasında bizler garip kalmıştık. Bugüne kadar şu güzel havayı koklayamadığımız için Türkiye’ye gıpta ile bakıyorduk. Televizyonlarda Türkiye’deki Ramazanları seyrederken ‘Moskova’da bu havayı nasıl yakalarız’ın özlemi içinde idik. İşte bugünlerde nasip oldu.” diyerek Türkiye’ye şükranlarını gönderiyor…

Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynuddin, Türkiye’de Ramazan çadırlarında iftar etme imkanı bulmuş. Kardeşlik ve sevginin yaşandığı mekanların Moskova’ya da taşınması için taleplerini Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e ileten müftü, başkandan olumlu cevap almış. Ankara-Moskova kardeş şehir projesi çerçevesinde Moskova Belediye Başkanı Yuri Ruçkov da ücretsiz yer tahsisi ve altyapı imkanları sunarak çadırın kurulmasına katkıda bulunmuş. “Türkiye bize en yakın Müslüman ülke” diyen Müftü Ravil Gaynuddin, duygularını şöyle ifade etmiş: Bu çadır bize Türkiye’den geldi. Gümrük işleri dahil tüm masrafları Türk kardeşlerimiz karşıladı. Bu Moskova’da, umumen Rusya’da ilk. Önceleri kafelerde ya da cami altlarında küçük programlar yapmaya çalışıyorduk. Bu, bizim için yeni tecrübe. Bunu gelecek yıllarda Tataristan, Başkırdistan, Dağıstan ve başka yerlere de yaymak istiyoruz. Bu çadırın kurulmasında emeği geçen herkesten Allah’ımız şu mübarek Ramazan-ı Şerif’te razı olsa deyip dua kılırız...

Üsküdar’dan bütün İstanbul’a…

Üsküdar’dan bütün Türkiye’ye…

Üsküdar’dan tüm Türk dünyasına…

Ve; Üsküdar’dan Amerika ve Moskova’ya…

“İFTAR ÇADIRI ya da HAYIRDA ÇIĞIR AÇMAK” işte bu…

Selâm, sevgi, salât ve duâ ile; hayırlı bayramlar…

 

 

***

 

 

 

 

 

Tarım ve sanayide yanlış strateji

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.10.2006

Geçenlerde (17 Ekim) bu köşede, “Tarım-sanayi işbirliği” yazım yayımlandı.

O yazımı kısa bir paragrafta özetlersem, şöyle derim:

Sanayi ülkeleri sanayide inkılâplar yapabildiler ama tarımda yapamadılar. Bütün dünyada tarım hâlâ Nuh Nebi’den kalma usullerle yapılıyor. O halde sanayi ülkeleri tarım üretimini tarım ülkelerine bıraksınlar. Tarım ülkeleri ile sanayi ülkeleri arasında dengeli ve adil bir işbirliği oluşsun. Sanayi ülkeleri sanayi mamullerini tarım ülkelerine satsın, tarım ülkeleri de tarım ürünlerini üretip sanayi ülkelerine satsın. Bu arada önemli bir şeye daha dikkat edilsin:

-Bu karşılıklı alış-veriş tekel oluşturmadan gerçekleştirilsin...

-Serbest arz ve talep kanunları ile fiyatlar oluşsun…

-Gümrükler ve benzeri engeller kaldırılsın...

-Vize ve kotalara artık son verilsin…

-Faizli sömürü sona erdirilsin...

Bu konular üzerinde dururken yanlış yapıyoruz demesek de, önemli bir şeyleri ihmal ediyoruz. Detaylar yani ağaçtaki veya ormandaki dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler üzerinde dururken, ana gövde yani ağacın veya ormanın tamamına bakmayı genellikle ihmal ediyoruz. Bütünü kavramadan detaylarda boğuluyoruz.

Nitekim, bugünlerde de ‘dengesiz bütçe, cari açık, ihracat-ithalat dengesizliği ve giderek açılan makas, kur politikaları, enflasyon ve bilhassa faiz de faiz… vs’ diyoruz ama bütünü hep kaçırıyoruz.

Bu haftaki yazılarımda meseleye geniş bir perspektiften bakmaya çalışacağım.

-Önce, tarihi de kapsayacak genel bir bakış…

-Sonra, köklü çözümlere yöneliş…

-Hattâ, pilot uygulama teklifi…

*

İlk insanlar meyve toplayarak geçiniyorlardı…

Sonra nüfus arttı, havalar soğudu, insanlar avcılık dönemine geçtiler...

Daha sonra nüfus arttı, avlar azaldı, sıcaklık oldu ve insanlar çobanlık dönemine geçtiler...

Tekrar nüfus daha da arttı, kuraklıklar başladı, insanlar çare olarak tarım dönemine geçtiler...

Yine nüfus arttı, topraklar yetmez oldu, insanlar mal mübadelesi dönemine geçtiler…

Mübadelenin gerçekleşmesi için gelişmiş ulaşım ve haberleşme imkânlarına gerek vardı. Haberleşme ve ulaşımdaki gelişim sanayi inkılâbı ile gerçekleşti.

-Tarım merkezî ekonomiye elverişli değildir.

-Sanayi ise merkezî ekonomiye elverişlidir.

Sonunda sanayi inkılâbı faizli kapitalizmle başarıldı.

Çağımızda toplayıcılık ve avcılık hemen hemen tarih olmuştur. Mera çobanlığı da bitmek üzeredir. Onların yerini “tarımcılık” almaktadır.

Dünya ikiye bölünmüştür, “ileri sanayi ülkeleri” ile “geri tarım ülkeleri”.

Sanayi ülkeleri tarım ülkelerini sömürmektedir.

*

Sanayi ülkeleri tarım ülkelerini nasıl sömürmektedir?

1. Sanayi ülkeleri sanayilerini müsbet ilimlere dayandırmışlardır. Dolayısıyla süratle ilerlemekte ve yenilik yapmaktadırlar. Oysa tarım ülkeleri müsbet ilme dayalı bir tarıma geçmemişlerdir.

2. Sanayi ülkeleri silah ve teknoloji üstünlüğüne sahiptirler. Çağımızdaki savaş tarımla değil, silah ve teknolojiyle yapılmaktadır. Silah da sanayi ve teknoloji ürünüdür.

3. Sanayide uygarlaşma kolaydır, çünkü eşya üzerinde işlem yapılmaktadır. Tarımda uygarlaşma zordur. Tarımda standartlar zor oluşmakta, işbölümü yapılamamakta ve merkezî üretim de olmamaktadır.

4. Nihayet, tarım ekonomisi yaşlanmıştır. Kendin üret-kendin tüket sistemi sona ermiştir. Yeni tarım politikasını üretmek gerekmektedir. Tarım ülkelerinin uygarlıkları da yaşlandığı için yenilik yapamamaktadır. Sanayi ülkeleri tarımda bu evrimi yapamamaktadırlar.

Önemli bir yanlış olarak, sanayi ülkeleri tarımı da sanayileştirmek istemektedirler. Bunu ancak şeker, pamuk, kısmen unlu ve süt mamullerinde başarmışlardır. Sigara ve alkol gibi maddelerin ekonomide yeri yoktur. Onun için onları saymadım. Et, sebze ve meyvede sanayi tipi tarım mümkün olmamaktadır.

Tarım ülkeleri de tarımı geliştirip tarımı sanayiye galip getireceklerine, ya da asgari olarak tarımı sanayinin sömürüsünden kurtaracaklarına; tarım ülkeleri tarımcılıktan sanayiye geçmektedirler!

Bu durum insanlık için en büyük tehlike teşkil etmektedir. Çünkü sanayisiz yaşanır ama tarımsız yaşanmaz. Tarım unutulmakta ve köyler boşalmaktadır. Bu gelişme yalnız Türkiye için bir felaket değil, tüm insanlık için helâke gitme demektir. Bizzat sanayi ülkeleri de yarın açlıktan ölebilirler. Kim bilir, bizim hep hatırlattığımız “sosyal tufan” da belki böyle olur.

Günümüz dünyasının durum özetle böyle... Bu konuya devam edeceğiz…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1366 Okunma
2-2006 Şubat
1156 Okunma
3-2006 Mart
1239 Okunma
4-2006 Nisan
1186 Okunma
5-2006 Mayıs
1215 Okunma
6-2006 Haziran
1136 Okunma
7-2006 Temmuz
1456 Okunma
8-2006 Ağustos
1396 Okunma
9-2006 Eylül
1403 Okunma
10-2006 Ekim
1265 Okunma
11-2006 Kasım
1347 Okunma
12-2006 Aralık
1177 Okunma