Milli Gazete 2006 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2006 1.Baskı
1216 Okunma
2006 Mayıs

 

 

 

 

 

Muhterem İstanbul Tüccarları!

Reşat Nuri Erol
resaterol@akevler.org

MAYIS-2006

16.03.2006

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE - İRAN   S A V A Ş I  -  1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

29.04.2006

Yahudilerin 1897’de İsviçre’de yaptıkları Büyük Yahudi Kongresinde, Türkiye’nin 1997’de yıkılması ve Ortadoğu’da büyük bir İsrail imparatorluğu kurulması kararlaştırılmıştı…

Bu planın uygulanması amacıyla Türkiye dinsizleştirilmeye çalışılmış, bu arada her on yılda bir askeri müdahale zorunluluğu ile Türkiye ekonomide çökertilmek istenmişti…

Ayrıca; Türkiye Kürt-Türk, Alevi-Sünni, lâik-antilâik, mürteci- Atatürkçü olmak üzere kamplara bölünüp iç savaş çıkarılmak, sonra Müslüman ülkelerle savaştırılarak harap ve bitap hâle getirilmek, arkasından İsrail kuvvetlerine işgal ettirilerek İsrail imparatorluğu kurulmak istenmişti...

Önce Irak-İran savaştırılacaktı; sekiz yıl savaştılar… Irak’ın galibiyetinden sonra Suriye de işgal edilerek büyük iki güç olarak Türkiye-Irak savaşacaktı...

Saddam bunu başaramayınca, ABD kendisi Irak’ı işgal etti...

Bundan sonraki bütün dert, İran ile Türkiye’yi savaştırmaktır…

Türkiye’den Irak’a saldırma planı TBMM’den geçmeyince, bu ümit ertelenmiş oldu...

ABD, şimdi yeniden aynı hevese düşmektedir...

Sömürücü İsrail sermayesi yeni bir plan peşindedir…

*

Atom bombası ve İsrail

İran bugünlerde ‘atomu yapıyorum’ diye ilan etmekte…

Allah İslâm ülkelerine hakimiyet verecektir, ama silahla değil, “Adil Düzen” ile verecektir.

Adil Düzen”i ülkesinde gerçekleştiremeyen hiçbir İslâm ülkesi tam gücüne sahip olamaz. “Yeni Bir Dünya” sadece “Adil Düzen” ile kurulabilir. Bunun dışındaki çabalar boş hayaller peşinde koşmadır. Bu neden böyledir? Çünkü insanlar “Adil Düzen”i silah zoru ile değil, Hak olduğu için kabul edeceklerdir.

Adil Düzen”i önce halk uygulayacak, ondan sonra oluşan “halkın gücü” demokratik yoldan iktidar olacaktır. Bir devlet kendi ülkesinde “Adil Düzen”i uyguladıktan sonradır ki dünya onu benimseyecektir. O düzende atom silahlarının üretilmesi İnsanlık tarafından denetime alınacak ve bütün dünyada atom dengeli şekilde kullanılacaktır. Evet; “atom” elbette İsrail’de olmamalıdır. ABD’de olmamalı, Çin’de de olmamalı... Yahut; İnsanlık kontrolünde denetimli ve dengeli şekilde olmalıdır…

Bizim atom bombasına ihtiyacımız yoktur, enerjisine de ihtiyacımız yoktur. Çünkü çok pahalı bir teknolojidir ve tehlikelidir. Türkiye veya İran kara savaşı ile birkaç haftada İsrail’i işgal edebilir; buna hazır olmalıdırlar... Saldırıya uğrarlarsa, yapacakları ilk iş İsrail’i işgal etmek olmalıdır... Ama İsrail devletini ortadan kaldırmayı hedeflememeli, tam tersine; önce buralara, sonra bütün bölgeye barışı getirmelidirler…

*

Sinsi gücün planı nedir?

1- ABD Irak’ı işgal etmiştir. Bu durumda İran’a saldırmak için her türlü yer imkânına sahiptir.

Ama Irak’tan değil, Türkiye’den saldırmak istiyor. Böylece İran nefsi müdafaa yapmak amacıyla savunmaya geçecek, ABD de Müslümanı Müslümana kıldırmayı başlatmış olacaktır... Sömürü sermayesi Avrupa’da beş yüz yıl Hıristiyanı Hıristiyana kırdırmıştır... Ayrıca, son olarak Bosna ve Kosova’da neler neler yaptırmıştır... Kore ve Vietnam’da neler yapmıştır... Irak-İran Savaşı bu amaçla çıkarılmıştır...

2- ABD hedefine ulaşmak için AB’yi ikna etmiş; İran-Türkiye birbirini bitirsinler, sonra biz oraları işgal ederiz demiştir... Böylece Fransa da İran’a karşı cephe almıştır.

ABD ve AB ülkeleri, İran-Türkiye Savaşı’nda güya Türkiye’yi destekleyeceklerdir...

3- ABD Dışişleri Bakanı Türkiye’ye geldi.

-Neden geldi?

-İran’a karşı savaşmaya Türkiye’yi ikna etmeye geldi!.. ABD önce üsleri isteyecek... Sonra bu üslerden saldıracak... Savaşı başlattıktan sonra kendisi çekilecek ve NATO’yu devreye sokacak, Müslüman halk ölmeye devam edecek, silahı ise NATO sağlayacak...

4- Çin Cumhurbaşkanı da ABD’ye davet edilmiştir. Görüşmede ortaya konan sofra şudur:

İslâm âlemi dünya için tehlikelidir. Anarşisttir. Müslümanlar sizde de sorundur, Rusya’da da sorundur, Avrupa’da sorundur... Bizde de zenci Müslümanlar sorun olmaya devam ediyor... Bunları yok etmeliyiz... Ya Müslümanlıktan vazgeçerler, ya da İspanya’da olduğu gibi soykırımına uğrarlar!..

ABD Çin’e aynen böyle dedi. [Zaten Cengiz Çandar bunun böyle olduğunu ağzından kaçırmıştır.]

ABD böyle dedi ve devam etti: Biz bunu ancak Müslümanları birbirine savaştırmak suretiyle yapabiliriz. Biz Türkiye’yi silahla ve ekonomik olarak destekleyeceğiz... Siz ve Rusya da İran’ı silah ve ekonomik bakımdan desteklesin... İran-Türkiye Savaşı’nı çıkaralım, bunları birbirine kırdıralım…

Çin de buna rıza gösterirse savaş başlayacaktır. Irak-İran Savaşı’na benzer bir savaş yıllarca sürecek, bu savaşa diğer Asya ve Afrika Müslümanları da katılacak ve Müslüman halk savaş ve sefalet içinde ya dinsizleşmeyi ve esareti kabul edecek, ya da imha edilecektir...

Onların plan-projesi böyle! Buna karşı Allah’ın plan-projesi nedir? Yarın da onu yazacağız…

 

 

***

 

 

 

 

 

TÜRKİYE - İRAN   S A V A Ş I  -  2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

01.05.2006

Dün yazdığım üzere, işte ABD’nin, Siyonizmin yani sömürü sermayesinin gündeminde bunlar var.

Tabii ki, bizim ‘bir kısım medya mensubu yazarlar’ bu sadece ‘bir senaryodur’ veya bu ancak ‘bir komplo teorisi olabilir’ derler.

Bugüne kadar böyle diyorlardı ama artık mızrakları çuvala sığmıyor. Her gün yaşanan gelişmeler, onları değil de, bizleri haklı çıkarıyor.

Dün yazdıklarımızla ‘genel bir durum tesbiti yaptık.

Bu genel durum tesbitinden sonra, teşhis ve tedavi merhalesine geçebiliriz.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki; Allah vardır ve Allah’ın vadi bu değildir. Ne İslâmiyet ortadan kalkacak, ne de Müslümanlar jenosite uğrayacaktır. Tam tersine, “Adil Düzen” dünyaya hakim olacaktır. Bütün bu gelişmeler “Yeni Bir Dünya” ve “Adil Bir Dünya Düzeni”nin habercisidir.

Bu neden böyledir?

Böyle ise bundan sonra neler olacaktır?

Anlamaya ve anlatmaya çalışalım.

Avrupa, Çin, Rusya ve Hindistan birleşse, İran-Türkiye arasında savaş başlasa bile, bu proje başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü böyle bir savaş kolay kolay bitmez ve bu sıkıntı başta ABD olmak üzere, onun müttefiki veya yandaşı olan ülkelerde rejim değişikliklerine sebep olur...

Türkiye-İran Savaşı, kim bilir, belki Şii-Sünni savaşına dönüşebilir...

*

Allah’ın plan-projesi nedir?

Ama; -her ne kadar böyle bir savaşın olmasını dilemiyorsak da,- iyi bilinmelidir ki, bu savaşın sonucu her iki cepheyi yani Türkiye ve İran’ı güçlendirir. Nitekim İran-Irak Savaşı İran’ı bugün eskisine göre çok daha güçlü devlet hâline getirmiştir.

Dünya savaşmamızı istediği için savaşsak bile, halk olarak silah atarız ama hedefi vurmayız.

Olacakları çok kısa olarak özetliyorum:

1- Bu savaş Müslümanları iki cephede birleştirir...

2- Sonra bir anlaşma ile ‘süper güç’ olarak ortaya çıkarlar...

3- Bu arada Amerika Birleşik Devletleri dağılır, Avrupa Birliği havada kalır...

4- Rusya federasyon yönetimi son bulur... Milyar nüfuslu büyük Çin de parçalanır...

Bu fitnelerden korkmayın. Üç aşağı-beş yukarı böyle olacağından emin olun.

Tekrar ediyorum: Allah vardır ve Müslümanları yok etmek için plan-proje yapanlara karşı Allah’ın plan-projesi budur. Allah da plan-proje yapanların her zaman hayırlısıdır. [Âl-i İmrân Sûresi;3/54]

*

Türkiye ve İran ne yapmalı?

ABD, AB ülkeleri, Rusya ve Çin başta olmak üzere, dünyanın böyle bir ittifaka girmemesi için İran ve Türkiye dünya siyasetinde yeni bir hamle yapmalıdırlar.

1- Bütün Müslüman ülkeler İsrail devletini tanımalı, İsrail oğullarına düşmanlıktan vazgeçmelidirler. Müslüman ülkeler bunu yaptıktan sonra, asıl düşmanlıklarını ABD’deki sömürü sermayesine yani Siyonizme yöneltmelidirler. Savaşı istiklâl ile sömürü arasına çevirmelidirler...

2- Türkiye ve İran devletleri bir araya gelerek yeni bir strateji belirleyerek dünyadaki Hıristiyanlarla, Budistlerle ve Hindularla bir araya gelerek Hakkı hakim kılmak için anlaşmalı, sömürü sermayesine karşı savaş ilan etmelidirler…

3- Türkiye ve İran her türlü ihtilaflarda “hakem kararlarına uyacaklarını” beyan edeceklerdir. Hakem kararlarına karşı da hakemlere gidilebilir. Ama hakem kararlarına kayıtsız şartsız uyacaklarını beyan etmelidirler. Böylece, zalimlerin savaş bahaneleri ortadan kalkar.

4- Başka çare kalmaz, baskılar artarsa, karşılıklı savaş hazırlıklarına başlamalıdırlar...

a) Türkiye ABD ve AB’den gerekli silahı ve desteği almalı, savaşa hazır olmalıdır...

b) İran da Rusya ve Çin’den silah ve destek almalı, savaşa hazır olmalıdır...

c) Güçlenen iki kuvvet ayrı ayrı Irak’a saldırıp işgal etmeli, oradaki halkı da teşkilatlandırmalıdır...

d) Sonunda “İran-Türkiye İttifakı” ile tarihte görülen beklenmedik başarılara imzalarını koymalıdırlar... Ama oralarda yerleşmemeli, “Yeni Bir Dünya” kurmalı, dünyaya barışı yani “Adil Bir Dünya Düzeni”ni getirmelidirler...

Büyük İskender, Cengiz, Atilla, Hitler böyle beklenmedik zaferler kazanmadılar mı?.. Beyinsiz zalimlerin yaptıklarından dolayı, tarih bir kere daha neden tekerrür etmesin ki?.. Bugünkü İran ve Türkiye yöneticileri dolduruşa gelebilir ve birbirlerini kırmaya başlayabilirler... O zaman İran’da ve Türkiye’de bulunan bu iktidarlar giderler ve dediklerimiz yine böyle olur. Çünkü Allah’ın takdiri böyledir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Dinlenme, çevre ve çözüm

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.05.2006

Bir önceki yazımın sonunda demiştim ki: Kırlarda yani köylerde yiyecek çeşidi azdır, ama bu yiyeceklerin besin değeri tamdır ve yüksektir. Dolayısıyla kırlarda yiyecekleri taze taze yediğimizde besinimizi tam olarak alırız. Kentlerde ise yiyecek çeşitleri çoktur ama besin değerleri düşüktür. Kente gidenler her çeşit besini kolay ve bol bulacaklarını sanırlar, oysa kente gittikleri zaman köylerindeki besinleri bulamadıklarını hemen görürler. Köyde doğup büyüyenler kente geldikleri zaman hemen köylerindeki besinleri özlerler…”

Konu pek çok yönden önemli olduğu için kaldığım yerden devam ediyorum.

“Kahraman Bakkal Amca Sömürü Sermayesine Karşı” yazılarımda bazı detayları yazmıştım. Önemine binaen bugün bir taraftan tekrar hatırlatıyor, diğer taraftan bazı ince detayları gündeme getiriyorum.

Biz, önce İstanbul’da, sonra bütün Türkiye’de marketler zincirini oluşturduğumuzda, köylerden doğrudan “hormonsuz” ve “ilaçsız” olan “doğal gıdalar” getirtip satmış olacağız. Ancak, yine de bunların besin değeri köydekiler gibi olmayacak, çünkü besinler dalından taze taze koparılmamış olacaktır.

Bu sebepledir ki biz, bu duruma çare ve çözüm olmak üzere, kentlere elli-altmış kilometre mesafede olan yerlerde kentliler için “Bir Dönüm Arazide Bahçeli Dinlenme Evleri” tesis edilmesini tavsiye ediyoruz. Buralarda her ailenin bir dönüm yeri olacak, aile fertleri ve yardımcıları tarafından çeşit çeşit meyve ve sebzeler yetiştirilecektir. Kentliler hafta sonu ve yıllık tatillerinde oraya gidecek, dalından meyveler koparacak, taze taze sebzelerden pişirerek doğal besinler ile beslenecek, bu sayede kır hayatının hayırlarından yararlanacaklardır. İleride helikopter dolmuşları oluşturulacak ve bu elli-altmış kilometre mesafe daha da genişleyecektir.

Millî Görüşçü Adil Düzen Çalışanları bütün ilhamlarını Kur’an’dan ve müsbet ilimden almakta, hazırlıklarını da ona göre yapmaktadırlar. Çok yakında bu uygulamalara geçme durumundadırlar...

*

Doğum kontrolü cinayettir

Konuya bir başka açıdan devam ediyoruz.

Bugünkü İsrail oğulları aile müessesesini parçalamak, mülkiyeti kaldırmak, milliyeti yok etmek ve devleti ortadan kaldırmak suretiyle insanları yönetmek istiyorlar. Oysa bunlar insanlığın temel ve ana kurumlarıdır. Onlar tekel sömürü sermayesi ile dünyaya hakim olmak istiyorlar. Meselâ, ne yapıyorlar? İnsanlığı ‘doğum kontrolü’ ile azaltmak istiyorlar. Peki, dünyada insan kalmayınca kimleri sömürecekler? Kendi kuyularını kendileri kazıyorlar. Oysa faizi haram eder, zinayı yasaklarlarsa insanlık gelişir, ticaret alanları artar. Dünyayı sömüremezler ama daha çok kâr ederler. Kur’an’da onlara işte bu hatırlatılmaktadır.

‘Yeryüzü dardır, dünya küçüktür, insanlara yetmez’ gibi iddialar artık itibarını kaybetmiştir.

-Neden kaybetmiştir?

1- Henüz yeryüzü karalarının dörtte birinden bile yararlanılmamaktadır. Dünyanın karaları boştur. Demek ki 40 milyar insan nüfusunu sadece karalar besler.

2- Henüz denizlerde tarım yapılmamaktadır. Denizlerde insanların yaşayacağı kentler kurulmamıştır. Oysa, Kur’an karaları ve denizleri birlikte zikretmektedir. Demek ki, yeryüzü 100 milyar insanı besler.

3- Henüz gökyüzüne çıkılmamıştır. Kur’an, ‘göklerde sizin rızkınız var’ diyor. Yarın Ay’da, gezegenlerde, hatta Güneş etrafındaki suni uydularda üretim yapılacak, hem de doğal üretim yapılacaktır. Artık buralardaki imkânlar milyar insanlarla ifade edilmez, bizim için adeta sonsuzdur.

4- Uzaya açılabiliriz. Çünkü uzay boşluğunda hidrojen vardır. Hidrojen enerjisinden bugün yararlanamıyoruz. Yarın teknik gelişecek, Güneşte olan hidrojenin helyuma dönüşmesi cihazlarda olacaktır. Elde ettiğimiz ışığı güneş ışığına çevirebileceğiz. Basit bir gaz karışımı bunu sağlar. Onunla bitkilerimizi yetiştireceğiz. Bu sayede de Güneş’ten uzak boşluklarda yaşama imkânımız varolacaktır.

O halde, çok açık ve net söylüyoruz; doğum kontrolü cinayettir.

*

Çevre kirliliği nasıl önlenir?

Çevre kirliliği demek; havanın, suyun, toprağın ve canlının kirlenmesi demektir. En korkunç kirlilik ise canlıların kirlenmesidir. Canlı türleri arasında doğal denge vardır. Onlar arasından bir türü kaldırırsanız doğal denge bozulur, canlı kirliliği başlar ve yalnız insanlar değil, tüm canlılar yok olur.

Bugün biz, müsbet ilimlerin verileri içinde çevre kirliliğinin ne sonuçlar getireceğini biliyoruz. Çağımız dünyasında çevreyi yok eden ‘kapitalist büyük sanayi’ insanlığı korkutmaktadır. Bu sorun insanlık için en azgın ve ürkütücü sorun olmaktadır. “Adil Düzen” bu soruna çareler üretmektedir.

-Çözüm olarak neler öneriyoruz?

1- Büyük sanayi yerine dağınık küçük parça sanayiine gidilmeli, böylece doğanın kendi kendisini arıtmasına izin verilmelidir.

2- Sanayi atıklarının ham madde olarak kullanılıp değerlendirilmesi gerekir. Atıklar vakıflar tarafından satın alınarak, daha ucuz bir değerle sanayiciye satılmalıdır. Yani, eskileri ve atıkları değerlendiren sanayi desteklenmelidir.

3- Çevre kirliliğini her sanayicinin kendisinin önlemesi yerine, Çevre Kirliliğini Önleme Vakıfları oluşturulmalı, bu vakıflara üretimden pay verilmeli, çevre kirliliği bu şekilde önlenmelidir.

4- Gerek üretimde, gerek yaşamada, gerek avlanmada zaman ve mekân içinde yasaklar getirilmelidir. Ancak, bu yasaklar dengede tutulmalıdır ki, halk doğadan en çok ve en verimli şekilde yararlanabilsin. Hiç yararlandırmama, yağmalamadan daha kötüdür. Çünkü doğa insanlar içindir.

Ormanları koruyalım diye insanları ormana yani doğaya sokmamak en büyük cinayettir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yahudiler ne yapmalı? - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.05.2006

Allah, bizim yaptığımız Kur’an ve ilim çalışmalarına göre, bugünkü İsrail oğullarına bazı gerçekleri anlatmakta, yeni bir dünyanın oluşması için sermayelerini ve bilgilerini doğru yolda kullanmalarını istemektedir.

Savaş, faiz, zina ve fitne ile bir yere varamazlar. Hem kendilerini helâk eder, hem de insanlığı ıstıraplara sürüklerler, âhirette de yaptıklarının hesabını veremezler.

Dünya ticareti, uluslararası ticaret büyük çapta ellerinde olabilir. Aralarında serbest rekabet sistemine sahip olmaları hâlinde, böyle bir hizmetin onlara tahmil edilmesinde insanlara yapılan bir haksızlık yoktur.

Ticaret her toplumda birkaç seçkin kimse tarafından yapılacaktır. Halk için; ticaretin kim tarafından yapıldığı değil, kaliteli ve ucuz bir şekilde yapılıp yapılmadığı önemlidir. Rekabet diğer insanlara da açıktır. Birileri yapamıyorlarsa, yapanlara bırakmaları gerekir. Halk için yararlı olan odur.

O halde; İsrail oğullarının becerileri insanlığa rahmettir. Biz sermayeye karşı değiliz. Onların ticaretine karşı değiliz. Bunların bizim için Allah’ın nimeti olduğunu biliriz.

Bizim karşı olduğumuz şey, sermayenin sömürüsü ve tekel oluşturmasıdır.

Bu hususu İsrail oğulları iyi anlamalıdırlar.

Biz onların sermayesine ve ticaretteki üstünlüklerine karşı değiliz. Şeriata göre kullanıldığı zaman, hem kendilerine hem de insanlığa yarayacağı kesindir. Biz onların ‘faizli tekel sistemine’ ve sermayenin ilim, din ve siyasete hakim olmasına karşıyız. Bizimle uzlaşmak istiyorlarsa, bunlardan vazgeçsinler.

*

Ticaret yapsınlar ama…

İsrail oğulları kentlere girmiş ve dünya üzerinde dağılmışlardır. Seçilmiş bir kavim, bilgili bir kavim oldukları halde, yerliler tarafından hakir görülmüşlerdir. Çünkü kentlerde çobanlık yapılamazdı. Toprakları yoktu ki ziraat yapsalardı. Ellerinden sanayi de gelmezdi. Bu durumda yapacakları tek bir iş kalmıştı; ticaret.

Ticaret ile meşgul olmaya başladılar. Tarım döneminde ticaret başarılı bir meslek değildi. Çünkü tarım ürünleri pazarda alınıp pazarda satılır. Dolayısıyla bulundukları topluluklarda aşağı sınıf olarak yer aldılar. Son 500 yıldan önce durumları işte öyle olmuştu. Ama sonra devran döndü, dünya hayatı değişti…

Büyük sanayi dönemi başlayınca “ticaret” en üst seviyedeki bir meslek oldu. Bu sayede zilletten kurtuldular. Ama şimdi bütün dünyada nefret edilen ve şerlerinden korkulan bir topluluk hâline gelmişlerdir.

Allah onlara işte o günleri hatırlatmak istemektedir.

Bugünkü teknolojik gelişmeler diğer insanları da ticarete doğru götürmektedir. “Büyük sermaye” ile “halk sermayesi” arasında yarış veya savaş vardır. Yedi milyar yedi milyona, bin kişi bir kişiye karşı galip gelecektir. O zillet devri yeniden başlayabilir. Alâmetleri belirmiştir. Dünyadaki siyasi oyunlar artık işe yaramaz hâle gelmiştir...

*

Ne yaptılar, ne buldular?

Demek ki, insanlık tarihindeki pek çok dönemde iş yapamaz duruma düştüler, yoksulluk çektiler.

Tarım döneminde ticaretin revaçta ve serbest olmadığı dönemde de böyle olmuştur.

Sosyalizm zamanında da Yahudiler sıkıntılı günler yaşamışlar, çünkü başarılı işçi olamamışlardır. Sonra yolunu buldular; devletlerin kasa ve ambarlarını ellerine geçirdiler, devletleri soyup soğana çevirerek sonunda iflas ettirdiler…

Eski Sovyet ülkelerinde bugün bile ambar ve kasalar onların elindedir. Hiçbir yenilik yapamıyorsunuz. Çünkü işletmelere gidersiniz, yöneticilerle konuşursunuz, anlaşma yaparsınız, son olarak mesele Yahudi muhasibe ve ambar memuruna kadar gider, onlar sizi ambara ve kasaya yanaştırmazlar! Para verirseniz yutarlar ve bir daha geri alamazsınız! Bankaya para yatıramazsınız, çünkü sonra rüşvet vermezseniz çekemezsiniz, vezne size paranızı ödemez! Onun için eski Sovyet ülkeleri hep banka dışı çalışmaktadır.

Kırgızistan ve diğer Sovyet ülkelerinde çok sıkıntılı hayat süren okumuş Yahudileri gördük. Onların bir kısmında zillet ve meskenet hâlâ devam etmektedir. Türkiye’deki Yahudiler refah içindedirler, ama yine de “Adil Düzen” düşmanlığı yapıyor, otel odalarında Adil Düzen iktidarlarını indiriyorlar...

Bugünkü İsrail’dekiler bile ‘çalışmak suretiyle kazanarak’ değil de, ‘Amerikan sermayesi ile desteklenen birer bürokrat’ olarak yaşamaktadırlar. Amerikan doları bir gün tepetaklak gitse, İsrail’de hayat felç olur. Öyle anlaşılıyor ki, hâlâ zillet ve meskenetten kurtulmuş değildirler...

“Adil Düzen” bunların sömürü sermayesini dizginleyecek, şeriat yani hukuk getirecek, bugün zillette olan Yahudileri de bu zillet ve meskenetten kurtaracaktır. Hazreti Ömer ve Osmanlılar zamanında nasıl himaye edilmişler ise, III. Bin Yıl Uygarlığı’nda da Müslümanlar onları meskenet ve zilletten kurtaracaktır…

Meskenet ve zillet yetmedi, ayrıca eziyetlere de uğradılar. Tarihte, İbrani devletinden sonra, hükümranlık başka devletlere geçince önce Babil’e sürüldüler... Mısır’a sürüldüler… Sonra Romalılar tarafından sürüldüler… Medine’den sürüldüler… İspanya’dan sürüldüler… II. Dünya Savaşı’nda dünyadan sürüldüler...

Bunların hepsi Allah’tan gelen gazaplardır.

Çünkü bulundukları yerlerde rahat durmamaktadırlar.

 

 

***

 

 

 

 

 

Yahudiler ne yapmalı? - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.05.2006

Şimdi Afganistan’da kanlar akıyor, Irak’ta kanlar akıyor, Filistin’de kanlar akıyor...

I. ve II. dünya savaşlarını onlar çıkardı. Sosyalizm belasını onlar getirdi, kırk milyon insan öldürüldü.

Bütün bunları onlar yapıyorlar. İnsanlık belki bütün bunları hak etmişti. Etmeseydi Allah zaten fırsat vermez ve onlar da bunları yapamazlardı. Ama yapanlar da şeriat kararı olarak yapmadılar, zulmettiler. Onlar da elbette bu zulümlerinin sonucunu çekecekler, karşılığını dünyada ve âhirette göreceklerdir.

Türkiye Yahudilerinin bir şansı vardır. Türkiye’ye dâvetli olarak gelmişler, muhacir olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu onların sermaye ve becerilerinden yararlanmak istemiştir. Sonra Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmada aktif olmuşlarsa da, Cumhuriyet’in kuruluşunda destek vermişlerdir. Dolayısıyla Yahudiler Türkiye’de gazaba uğramamışlardır. Türkiye’deki Türkiye Yahudileri sorun teşkil etmiyor, Anglo-Sakson Yahudileri sorun teşkil ediyor. Onlar Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmakla yetinmiyor, şimdi Türkiye’yi de parçalayıp yok etmek istiyor. Yapmak istediklerine karşılık gazaba çarpılmalarına az kalmıştır.

Avrupa’dan olduğu gibi Amerika’dan da sürülecekler, sömürü saltanatları da yakında bitecektir…

*

Kur’an anlatmaya devam ediyor…

Tefsir notlarımızdan yararlanarak bugünkü Yahudilerin durumunu değerlendirmeye devam ediyoruz.

İsrail oğulları için anlatılanlar ilk bakışta fazla taam/yiyecek istediklerinden olmuş gibi görünmektedir.

Oysa, Bakara Sûresi’nin bu bölümünde anlatılanlardan öğreniyoruz ki, onların bu gazaba uğramaları, zillet ve meskenete düşmeleri, çeşitli taam/yiyecek istemelerinden değildir. Tam aksine, çeşitli taam istediler, Allah da onlara verdi, bolluğa ulaştılar. Bugün de tüm dünyanın kaymağını yemektedirler. Dünyadaki nüfusları binde bir civarındadır, ama dünya servetinin yarısı onlarındır.

Ekonomide, reel ekonomi finans ekonomisine eşittir. Finans ekonomisi olmazsa insanlık için reel ekonomi olmaz; reel ekonomi olmadan finans ekonomisi zaten olmaz.

İsrail oğulları binde bir nüfusları ile dünya servetinin yarısına hükmetmektedirler. Bir taraftan bu güce ulaşmışlar, ama diğer taraftan yeryüzünün hiçbir yerinde huzur içinde değildirler.

Allah onları neden cezalandırmaktadır?

Kur’an’ın bu bölümü işte bu durumu anlatmaya ait kılınmıştır.

*

İsrail oğullarına gelen tüm zillet, meskenet ve gazap hep Allah’ın âyetlerini tekfir etmiş olmalarından dolayıdır. Tahrif etmiş, tevil etmiş, ilim ve akıl dışı hâle getirmişlerdir.

İnsanları hayvan mertebesinde kabul ederek onlar cennete gitmesinler istemişlerdir.

-Zina serbest olsun ki, aile bozulsun…

-Faiz serbest olsun ki, ekonomi düzenleri bozulsun…

-İdam cezası kalksın ki, her tarafta anarşi olsun, terör olsun…

-İnanç ortadan kalksın ki, herkes korkak olsun ve sürü hâline gelsin...

Tevrat’ın emrettiklerinin tam zıddını kullanmaktadırlar.

İşte bu sebeplerden dolayı zillet ve meskenet içinde olmuşlardır.

Bugünkü küfürlerine devam ettikleri takdirde, daha da beterleri ile karşılaşacaklardır...

*

20. yüzyıl din adamlarını ortadan kaldırma zulüm ve katliamları ile geçmiştir. Mabetlerde ibadet etmekten başka bir günahları olmayan insanlar dinsizlik furyasında katledilmişlerdir. Bütün bunların müsebbibi hep büyük sömürü sermayesidir.

Siyasi suçluları cezalandırmak belki meşru olabilir. Ama sırf dinin ve ilmin adamı oldu ve kendine göre hakkı söyledi diye insan öldürmek kadar büyük zulüm ne olabilir?

-Hâlen başörtülü olanlar okula gidemiyor!..

-İçki içmeyen başbakan, cumhurbaşkanı olamıyor!..

-İnsanlar çocuklarına Kur’an ve dinlerini öğretemiyor!..

-Yetmiyormuşçasına, bunları yapamayanlara düşman gibi bakılıyor!..  

İşte bu zulümlerinin cezası olarak, otel odalarında bunların kararlarını verenler Allah’tan çekeceklerdir.

*

İsrail oğullarından bir kısmı savaş istemiyor, göç etmek istemiyor, bulundukları yerde rahatları iyidir, oralarda kalmak istiyor...

Sermaye sahibi İsrail oğulları ise fitneden sonra savaşlar çıkarıyor, yerli yöneticileri kışkırtıyor, yanıltıyor ve Yahudilere saldırtıyor, onları İsrail’e göç etmeye zorluyor...

Haber veriyoruz: “Adil Dünya Düzeni” işte bu fitneye son verecektir…

İnsanlar birr ve takvada yardımlaşacak, ism ve udvanda yardımlaşmayacaklardır...

Bu projeye uyan ve yapan İsrail oğulları saadete erecek, uymayanlar ise helâk olup gideceklerdir…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu yollarında…

Reşat Nuri EROL

06.05.2006

KAHRAMANMARAŞ- Millî Gazete kampanyası vesilesiyle, Yazıişleri Müdürlerimiz Hasan Durmuş ve Selami Çalışkan ile Anadolu yollarına düştük, dostlara ulaştık, sohbet halkaları oluşturduk, görüşmeler yaptık; dertleştik, dinledik, halleştik, maruzatlarımızı arz ettik…

Anadolu’yu ve Anadolu insanını özlemişim… Hareket ve heyecanı özlemiş, hem de çok özlemişim… O hareket ve heyecanı yeniden yaşamak öylesine güzel ki…

Gençlik yıllarımda, MSP İzmir Gençlik Kolu Başkanı olarak bu bölgeye yaptığım gezileri hatırladım… Geçmişteki hatıraları rastladığım eski dostlarla yâd ettim…

1975 yılında, Erbakan Hocamızın önderliğinde “…Ve Zafer Yakındır” hamlesi vesilesiyle bölge illerinde çalışma arkadaşlarımla yaptığımız çalışmaları hatırladım… Benim “Zafer Tankı” ismini taktığım, Hocamızın ifadesiyle ‘Türkiye’deki ilk teşkilat özel aracı minibüsümüz’ ile İzmir’den yola çıkmış, Antalya, Adana üzerinden Gaziantep ve Kahramanmaraş’a ulaşmıştık… Zaten MSP’nin o yılki “…Ve Zafer Yakındır” hamlesinin son noktası Kahramanmaraş’ın kurtuluş günü olan 12 Şubat gününe denk getirilmiş, Erbakan Hocamızın başkanlığında muhteşem bir final yaşamıştık…

Bilahare, Türkiye çapında gerçekleştirdiğimiz bu hamle hareketindeki izlenimlerimi Millî Gazete’ye yazmış, iki hafta süreyle her gün yayımlanmıştı.

Anadolu yollarındayız dedim ya; işte o hamle vesilesiyle Gaziantep-Kahramanmaraş güzergâhı üzerinde 1975 yılı 10 Şubat günü yaşadığım önemli bir hatıramı yazmadan geçemeyeceğim.

Gaziantep’ten Kahramanmaraş’a giderken, yolda bir köylüyü minibüsümüze aldık. Tanıştıktan sonra konuşmaya başladık. O gün o köylünün söylediklerini hiçbir zaman unutmadım. Demişti ki:

“Bizim köyde 275 seçmen vardı. Necmettin Erbakan’ın başkanlığında Millî Selâmet Partisi’nin kurulduğunu duyduk. Köyümüzün büyükleri toplantı yaptılar ve karar verdiler. MSP mensubu hiç kimse köyümüze gelmediği halde, 275 oyumuzun tamamını MSP’ye verdik…”

Özlediğim Anadolu işte bu…

Anadolu insanının engin feraseti işte bu…

Ziyaret ettiğimiz her ilde Millî Görüş mensubu dostlarımız arasında, Saadet Partisi’nin 2. olağan kongresinde başlatılan “Kurtuluş Hamlesi” hareket ve heyecanını yaşamak da işte bu…

*

Kırşehir’den Kahramanmaraş’a…

Geçenlerde yazdığım üzere, bu sene leyleği havada gördük ve gerçekten de yollara düştük: KIRŞEHİR, NEVŞEHİR, AKSARAY, NİĞDE, KAYSERİ, KAHRAMANMARAŞ…

Günlerdir Anadolu yollarındayız…

Ziyaretlerimize devam ediyoruz…

Programımız öylesine yoğun geçiyor ki, bugüne kadar durup yazmak mümkün olmadı.

Bugün Kahramanmaraşlı dostlarla birlikteyiz.

Öğleden sonra Millî Gazete’nin son kampanyası ile ilgili toplantımızı yaptık...

Merkezden ve ilçelerden başkanlarımız ve gazete temsilcilerimizle birlikte olduk...

Sonra, başta İl Başkanımız Ahmet Bahar ve ‘Baba Tahir’ (Tahir Gören) olmak üzere, dostlarla görüşmeler yapmaya başladık…

Şu anda bir taraftan bu görüşmelerimizi gerçekleştirirken, diğer taraftan bu satırları yazıyorum...

Saadet Partisi Kahramanmaraş il merkezi binasındayız... Vakit akşamüzeri... Güneş yavaş yavaş bu günün sona ermeye başladığını haber veriyor... Pencereden dışarı bakıyor, Kahramanmaraş’ı seyrediyorum…

Bulunduğum salonda Erbakan Hocamızın fotoğrafları; pencereden görünen karşı tepenin zirvesinde ise hâlen inşaatı devam eden Abdülhamit Han Camii

Bu manzaraya akıyor ve yazılası öylesine dolu dolu şeyler aklıma geliyor ki…

Bu arada akşam sohbetinde birlikte olacağımız dostlar gelmeye başlıyor…

Selâmlaşıyor, kucaklaşıyor, tanışıyor ve görüşmelerimize başlıyoruz…

İl başkanımız, ‘sohbete başlayalım’ diyor ve başlıyoruz…

*

Dedim ya; yollara düştük…

Anadolu yollarına…

Dostlara vâsıl olduk…

Anadolu illerindeki dostlara…

Anadolu’dan…

Anadolu coğrafyasından…

Anadolu illerindeki dostlardan;

Anadolu’nun ârif insanlarından gönül dolusu selâm, sevgi, salât ve duâlar…

Hürmet ve muhabbetlerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu ‘Dostlar Bahçesi’

Reşat Nuri EROL

07.05.2006

GAZİANTEP- Bir önceki yazımda yazdığım üzere, Anadolu yollarında, Anadolu coğrafyasında, Anadolu’muzun feraset sahibi ârif insanları arasında dolaşmaya devam ediyoruz…

Kırşehir’den başlayıp Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri, Kahramanmaraş ile devam eden seyahatimiz sürüyor… Güzel ve gazi insanlarımızın yaşadığı, bölgenin en gelişmiş illerinden biri olan Gaziantep’teyiz… Bu satırları bu ilimizden yazıyorum…

Geriye dönüp gezimizin başlangıcından itibaren tutmaya devam ettiğim notlarıma bakıyorum. Elbette bu notlarımın tamamını sizlerle paylaşmam mümkün değil. Ancak, bence önemli olan bazı noktaları yazmadan geçemeyeceğim.

Kırşehir ilimiz, 1272 yılında Kılıçarslan oğlu Nurettin Cibril b. Caca tarafından inşa ettirilmiş olan “Gökbilimleri Medresesi” ile izlenimlerimde derin bir iz bıraktı. Çünkü bugüne kadar bilme ve ilgilenme fırsatı bulamadığım bir konuydu. Medrese günümüzde cami olarak kullanılıyor. Selçuklu atalarımız Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi buralarda da hizmetler yapmış, eserler bırakmış. Kırşehir, Orta Anadolu’da genel olarak tarım ve gurbetçiliğe dayanan bir ekonomi ile ayakta kalmaya çalışıyor. Sıkıntılar öylesine çok ki…

Ahi Evran’ın hayat sürüp yaşadığı ve çağının en mükemmel ekonomik nizamını kurduğu bölgedeki bugünkü durum, üzücü olmanın ötesinde, tek kelimeyle vahim

Kanaatimce, bütün bu sorunların ana kaynağı, ülkemizin ‘yerinden yönetim’ temeline dayalı olarak değil de, tamamen ‘merkeziyetçi bir zihniyetle’ zalimane yönetilmesidir. Ülkemizdeki kurulu düzen maalesef böyle. Tek çözüm ise -her zaman hatırlattığım üzere- Adil Ekonomik Düzendir.

*

“Dostlar Bahçesi” neresi?

Ahi Evran Türbesi’ne yaptığımız ziyaret, şehir turu ve yaptığımız kimi özel görüşmeleri geçiyorum...

Selami Çalışkan arkadaşım bazı detayları bilahare dosya veya haber-yorum olarak yazacak, inşallah…

Ben bugünlük kalbimde, gönlümde ve aklımdaki tazeliği devam den daha farklı şeyler yazmak istiyorum…

Ertesi gün sabah namazından hemen sonra yola çıktık...

Sabah vaktinin berrak aydınlığında Kırşehir’den Nevşehir’e doğru gidiyoruz...

Şehrin çıkışında Dostlar Bahçesiile karşılaştık...

 

-“Dostlar Bahçesi” neresi?

-Dostlar Bahçesi, aynı çağda yaşamış olan Türkistan Horasan doğumlu olup asıl adı Şeyh Mahmut Nasruddin olan Ahi Evran (1236-1329), yine Türkistan Horasan doğumlu Hacı Bektaş-ı Veli (1248-1337) ve hepimizin çok iyi tanıdığı Yunus Emre’nin buluştukları, halleştikleri, dertleştikleri ve dönemlerinin meselelerini birlikte çözüme kavuşturdukları mekân...

Bu buluşmayı hatırlatmamın özel bir sebebi var.

Acaba, o dönemde yapılanlardan ilham alarak günümüzde yeniden bu çağın sorunlarının çözümünü gerçekleştirecek ‘alternatifler’ üretilebilir mi?..

Bir zamanlar sorunlar çözülebildiyse, günümüzde de neden mümkün olmasın...

Onlar yapmış, biz neden yapmayalım? Onlar başarmış, biz neden başarmayalım?..

*

Anadolu işte böylesi dostlar diyarı...

Anadolunun her yöresi böylesi dostlar bahçesi olmaya aday…

Anadolu, bugünlerdeki izlenimlerime dayanarak yazıyorum, yeni bir kurtuluş hamlesine muhtaç…

Anadolu ilmî, ahlâkî, iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda, sadece Türkiye’ye ve İslâm âlemine değil, bütün dünyaya örnek olacak çalışmalar yapabilecek potansiyele sahip bulunuyor...

Anadolu’daki bu potansiyeli harekete geçirebilecek tek teşkilat da Millî Görüş camiasıdır…

*

Nevşehir’den sonra sırasıyla Aksaray, Niğde, Kayseri, Kahramanmaraş ve Gaziantep ile ilgili notlarım var…

Bu arada ziyaret programımızda olan diğer iller var…

Ne kadarını yazabilirim, bilemiyorum…

Selami Çalışkan kardeşim her gün izlenimlerimizi haber-yorum ve fotoğraf olarak geçiyor...

İnşallah, şimdilik sadece depolayabildiğimiz pek çok malzeme daha sonra “dosya” ve “köşe yazısı” olarak hazırlanıp yayımlanır…

Bugünlerdeki bu yoğun koşturmaca arasındaki az yazı, haber ve değerlendirmelerimizi, Anadolu’daki dostlarımız şimdilik çoğa saysınlar…

En derin selâm, sevgi, saygı, hürmet ve muhabbetlerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu Ârifleri - 1:

“Dağ Başında Bir Kadın Çoban”

Reşat Nuri EROL

09.05.2006

HATAY- Anadolu insanları kadını ve erkeği ile ârif kişilerden oluşuyor…

Anadolu’nun neresine gitsek, kadını-erkeği-çocuğu-yaşlısı-genci ile “ârif kişiler”le karşılaşıyoruz…

Anadolu yolları…

Anadolu yöreleri…

Anadolu mezraları…

Anadolu’nun köyleri…

Anadolu’nun kasabaları…

Anadolu’nun şehirleri, yani Anadolu illeri öylesine bâkir ve zengin ki…

Her türlü medya mensuplarına tavsiyem, ‘Anadolu yollarına’ düşmeleridir… Haddim olmayarak söylüyorum; her türlü haber, yorum ve değerlendirme sadece masa başında değil, Anadolu yollarında, Anadolu’nun ‘ârif insanları’ arasında… Bahar geldi, karlar eridi, güneş çıktı, yollar açıldı; Anadolu, Anadolu yolları, Anadolu şehirleri ve de Anadolu’nun kadın-erkek “Anadolu Ârifleri” bizi bekliyor…

Öyleyse;

-Haydi Anadolu’ya!..

Biz bir haftadır bu mahrem kucakta dolaşıyor, sizler için bu bâkir toprakları karış karış dolaşıyoruz... Gördüklerimizi ve duyduklarımızı sizlerle paylaşıyoruz...

Ve de biliyoruz ki, zaten siz bu gözlemlerde kendinizi bulacaksınız... Çünkü biz size geldik, sizde olanları, sizdeki değerleri yine sizlerle paylaşıyoruz…

*

Dağ başındaki ‘kadın çoban’!..

Kayseri’den Kahramanmaraş’a doğru gidiyoruz…

Seyahatimizin bu bölümünde ara yolları, ücra dağ yollarını tercih ediyoruz… Keskin bir virajı döndüğümüzde, önümüze görkemli dağların eteklerinde bu bâkir coğrafyanın sakladığı bilmediğimiz, biliyor olsak da unuttuğumuz bir yaşam yüreklerimizi binbir duyguyla saran bir sıcaklıkla gözlerimizin önüne seriliyor. Henüz daha karları erimemiş dağların bereketli suları ile binbir renkle bezenmiş yeşil tonlu kumaştan etek giymiş vadilerin derinlikleri içinde büyükbaş hayvan sürüsü ile karşılaşıyoruz… Elinde değneği, başında örtüsü, sürüye hükmünü geçirmiş bir kadın çoban bize çok ilginç geliyor; “Dağ Başında Bir Kadın Çoban”!..

İşte burada duralım, bu hayat gerçeğini paylaşalım diyorum. Duruyor ve görüşmeye başlıyoruz…

Karşımızda kadınlığından, cüssesinden beklenmeyecek bir cesaret ve bir o kadar sıcaklıkla selamımızı alıyor. Kadın çobanımız bu ıssız dağlarda yalnız değil. Yanında eşi, bir de küçük oğlu var. Sorduğumuz sorulara daha çok kadın çoban cevap verdi, eşi destekledi. Kadın hakları savunucularının bu dağlara da gelip bu okur-yazar bile olmayan kadınla konuşmalarını isterim. Öyle zannederim ki, fırsat bulduklarında Anadolu insanını hor gören değerlendirmelerinden ve kadın haklarının eksikliğinden bu kadar ısrarla konuşmazlar.

“Kadın Çoban” öylesine ârifane değerlendirmeler yaptı ki, hayretler içinde kaldık. Her sorumuza hiç eziklik duymadan, yaptığı işin kıymetini ve önemini kavramış, içinde bulunduğu şartlarla ‘ben yoksam, siz de yoksunuz’ der gibi yüklenmek zorunda kaldığı hayatın bilinci içinde arifane değerlendirmeler yaptı.

Okumamış, yazmamış ama öyle bir kaynaktan feyiz almış ki, ciltler dolusu kitaplar içinde dünyayı kendinin dizayn ettiğini sanan aydınlara dudak ısırtacak tasvirler yaptı.

İşte, ülkemizin yakın ve uzak geleceği için bize ümit veren de bu… Çobanımız bile böyleyse…

Anadolu’nun bu ücra köşesindeki “Kadın Çoban”a sordum ve dedim ki;

-Bu dağ başında kurt, kuş var, korkmuyor musun?..

Ne cevap verse beğenirsiniz:

-ŞİMDİ İNSANLAR KURT OLMUŞ BEYİM! HAYVANLARDAN NİYE KORKAYIM?!.

İşte bu kadın, kocası ve küçük oğlu, altı ay çalışıp yedi milyar lira para kazanacaklar ve beş çocuk yani yedi nüfustan oluşan ailenin ekonomik ihtiyaçlarını giderecekler!..

Ailenin en büyük kızı Şule İmam-Hatip Lisesi’nde okuyor ve sınıf birincisi…

Okur-yazar bile olmayan “Çoban Anne” o bilinen ‘anne şefkati’ ile hayıflanarak diyor ki;

-Kızımın yazdığı şiiri, Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle yapılan şiir yarışmasında birinci oldu... Bu şiirleri yayımlamanızı istiyorum...

Anne böyle diyor ve gözleri yaşarıyor… Ben de duygulanıyor ve buğulanan gözlerimi kaçırıyorum… Ve; o anda elleri öpülesi annenin bu hâlini ve söylediklerini ilk fırsatta yazmaya karar veriyorum…

[Şule, Çoban annesinin yanında değil, okuluna devam ediyor... Millî Gazete olarak Şule’yi bulup şiirini nasip olursa yayınlayacağız…]

Sonra, bir taraftan Hasan Durmuş, diğer taraftan Selami Çalışkan bu iftihar tablosunu deklanşörlerine basarak tespit ediyorlar. “Bu fotoğraflardan bize de gönderir misiniz?” diyorlar… Birkaç dakikada birbirimizi öylesine seviyoruz ki; nasıl ayrıldığımızı, nasıl ayrılabildiğimizi yazmam mümkün değil… Şunu da söyleyeyim ki, o çektiğimiz fotoğraflardan birer nüsha bu irfan dolu “hanım çoban”a mutlaka göndereceğiz.

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu Ârifleri - 2:

“Nevşehirli Faruk Amca”

Reşat Nuri EROL

10.05.2006

İSKENDERUN- Anadolu yollarında dolaşmaya devam ediyoruz…

Dolaştıkça, güzel ve de güzide ülkemizin kadını ve erkeği ile ârif kişilerinden oluşan fertleri ile karşılaşıyoruz…

Böylesi feraset sahibi insanlarla karşılaşınca, derin sohbetlere dalıyor ve hikmetli değerlendirmelerinden istifade ediyoruz…

Anadolu’nun her yeri, her yöresi, kadını-erkeği-çocuğu-yaşlısı-genci ile “ârif kişiler” diyarı…

Anadolu’nun uzayıp giden yolları…

Anadolu’nun kimi adeta gidilmeyen yöreleri…

Anadolu dağların yücelerindeki yayla ve mezraları…

Anadolu’nun ücra köyleri… Anadolu’nun kasabaları…

Anadolu’nun şehirleri, yani Anadolu illeri öylesine bâkir ve zengin ki…

*

“İnsanlarımızın deseni değişti!..”

Bir diğer Ârif Kişi’miz, Aksaray-Nevşehir karayolu üzerinde akşamüzeri evine ulaşmak için otostop yapan “Faruk Tekcan Amca”mız oldu.

Kendisini arabamıza alıp istediği yere kadar ulaştırdığımız arabamızdan inerken, bu hizmetimizin karşılığını ancak gece bizi köy evinde misafir ederse ödeyebileceğini, dolayısıyla gece bizi beklediğini ısrarla hatırlattı…

Hasan Durmuş ‘inşaallah’ dedi ve ayrıldık…

“Faruk Amca” bu davetini o kadar candan yapmıştı ki, dayanamadık ve işlerimizi toparlayıp günlük görüşmelerimizi ve çalışmalarımızı yaptıktan sonra, gecenin karanlığında yollara düştük…

Aradığımız köyü bulduk ve Faruk Amcanın ‘Tanrı Misafiri’ olduk…

Önce ikram edilen köy sofrasından nasibimizi aldık…

Sonra, çok tatlı ve derin bir sohbete koyulduk…

Biz söyledik o dinledi…

O söyledi biz dinledik...

Ama daha çok onu konuşturmaya çalıştık…

Umutlarını, beklentilerini, çocuklarını, işlerini, bağını-bahçesini anlattı…

O da, dağ başındaki “Kadın Çoban” gibi yaptığı işin önemini kavramış bir bilge kişi olarak konuştukça açıldı, açıldıkça derinleşti ve kendisini bize dinletti; biz de dinledik, dinledik…

Günlerce Anadolu yollarında işimizi en iyi şekilde yapabilmenin gayreti içinde oradan oraya koşuştururken, yemek yemeğe ve kana kana bir yudum su içmeye bile fırsat bulamadan Anadolu insanının durumunu anlamaya, kavramaya ve sizlere aktarmaya uğraşırken, yine en güzel değerlendirmeyi Faruk Amca yaptı…

O da bizim gibi, sizin gibi gidişattan pek de memnun değildi. Bakınız neler dedi:

“Eskiden bir kahveye girdiğimiz zaman içeride oturanlar kardeşmiş gibi birbirlerine benzerlerdi. Şimdi ise kiminin saçı sararmış, gözleri yeşillenmiş, kiminin boyu uzamış, kiminin ki kısalmış. Yani insanımızın deseni değişmiş. Ben böyle giderse daha da değişeceğinden korkarım…”

Millî Gazete ekibi Anadolu’yu taramaya devam ediyor… Çalışma arkadaşlarımızla hazırladığımız Nevşehir haber, değerlendirme, yorum ve fotoğraflarımızın çok az bir kısmını gazetemizde gördünüz; daha fazlasını da bilahare görüp okuyacaksınız, inşallah…

Ama “Faruk Amcamız” kısa değerlendirmesi ile o günün özetini yapmış, bölgedeki vahim durumu tek cümlede ârifane bir şekilde değerlendirmişti…

*

KIRŞEHİR… NEVŞEHİR… AKSARAY… NİĞDE…

KAYSERİ… KAHRAMANMARAŞ… GAZİANTEP… KİLİS…

HATAY… İskenderun… Payas…

Ve daha nice beldeler ve özel yerler…

Anadolu yollarına düştük…

Programımızdaki illeri tek tek ziyaret ettik…

Millî Gazete toplantıları ve sohbetler yaptık, konferanslar verdik…

Anadolu Ârifleri”nden oluşan Millî Görüş erlerimizle kader birliğimizi, dava kardeşliğimizi, mücadele muhabbetimizi ve şimdiden görünen müstakbel zaferlerimizin ilk günlerini birlikte yaşadık; hâlâ yaşıyoruz…

“Anadolu Ârifleri”nden sonsuz selâmlar, sevgiler, duâlar…

Ve -Allah’ın izniyle- nice başarılar…

Hürmet ve muhabbetlerimle…

 

 

***

 

 

 

 

 

Anadolu bizi bekliyor!..

Reşat Nuri EROL

11.05.2006

OSMANİYE- Anadolu’nun gaziler diyarı ANTEP ve KİLİS ile güneydeki en uç noktası olan HATAY, (Antakya), İskendurun ve Payas izlenimlerimiz, tek kelimeyle harikaydı.

GAZİANTEP’te Mehmet Bozgeyik başkanımızla, geçmişte “Millî Görüş Hizmetkârları” olarak 1970’li yılların ortalarında İzmir ve Gaziantep’te birlikte yaşadıklarımızı hatırladık, hasret giderdik, birbirimizden adeta ayrılmamacasına kucaklaştık… Gaziantep merkez ve ilçe başkanlarımız ile Millî Gazete temsilcilerimiz, bizleri adeta birer usta gazeteci gibi değerlendirme ve teklif bombardımanına tuttular…

Gaziantep hâlen bine yakın Millî Gazete dağıtıyor…

Yeni hedef, son “Yemek Kitabı” promosyonu vesilesiyle bu rakamı ikiye katlamak…

Neden olmasın?..

*

HATAY İl Başkanımız Necmettin Çalışkan ile buluştuğumuz andan itibaren hiper-aktif bir program yaşamaya başladık… SP İl Başkanı, Beyza Piliç Genel Koordinatörü, dünyanın üç ülkesinde tahsil yapmış Necmettin Çalışkan’ın hazırladığı yoğun programa ayak uydurmakta zorlanıyoruz ama her şey hiç aksamadan gerçekleşiyor… Hatay (Antakya), İskenderun, Payas ve diğer yerlerdeki ‘çok özel çalışmalarımız’ aksamadan gerçekleşiyor… Darısı diğer illerimizin ve yapacağımız değerlendirmelerle okuyucuların başına…

Toplantılar, değerlendirmeler, tenkitler, teklifler, daha iyi nice hizmet dilek ve temennileri… İkili ve toplu görüşmeler… Ortalama 40-50 kişiden oluşan topluluklarla “Millî Gazete Genel Değerlendirmeleri ile Mutfak Kültürümüz ve Pratik Yemek Tarifleri” kitabımızla ilgili toplantılar… Kalabalık sohbet ve konferanslar… Kimi yerde, ‘yazılası’ diyeceğim -ama yazmak ne mümkün- ancak ‘yaşanası’ coşkulu tenkit, tebrik, takdir ve alkışlar… Dostlar, bu hava yazılamaz, ancak yaşanır…

*

Bu satırları şu anda OSMANİYE’de, Saadet Partisi İl Merkezi’nde İl Başkanımız İrfan İlker Şanlı’nın riyasetinde yapmakta olduğumuz toplantı esnasında yazıyorum... Saat gündüzün 11’i ve iş saati olmasına rağmen, Millî Görüş davamızın çilekeş teşkilat mensupları bulunduğumuz salonu doldurmuş durumda... Toplantının başlangıcında tam 40 kişi saymıştım; şu anda katılımcıların sayısı 50 kişiyi geçmiş bulunuyor ve kardeşlerimiz hâlâ gelmeye devam ediyorlar…

Her katılımcı “Millî Gazete” ile ilgili geçmişte neler yaptığını ve gelecekte neler yapacağını veya neler yapılması gerektiğini hatırlatıyor… Heves, heyecan, temenni ve dilekler dorukta… Herkes adeta birbiriyle yarışırcasına bir an öce düşüncelerini bizimle paylaşma yarışında…

*

KIRŞEHİR… NEVŞEHİR… AKSARAY… NİĞDE…

KAYSERİ… KAHRAMANMARAŞ… GAZİANTEP… KİLİS… HATAY… OSMANİYE…

Ve zuhuratlar zirvesi Adana-FEKE…

Anadolu yollarında… Anadolu yörelerinde… Anadolu mezralarında… Anadolu’nun köylerinde… Anadolu’nun kasabalarında… Anadolu illerindeki Millî Görüş Teşkilâtlarında;

Ziyaret, buluşma, toplantı ve çalışmalarımız devam ediyor…

*

Sadece biz değil;

-Anadolu yeniden uyanıyor…

-Anadolu yeni bir kurtuluş hamlesinde…

-Anadolu, Anadolu insanı, Anadolu ârifleri yeniden geliyor… Anadolu bizi ve sizi bekliyor…

*

FEKE [Adana]- Gazetemizin yeni promosyonu olan “Mutfak Kültürümüz ve Pratik Yemek Tarifleri” kitabının tanıtım turnesinin onbirinci ve de özel duraklarından olan Adana’nın FEKE ilçesine gelinceye kadar kendimize bir turne programı yapmıştık. Planladığımız programı hiç aksatmadan uyguladık…

Ancak, Anadolu yolculuğumuzda öyle zuhuratlar gelişti ki, adeta içlerinden seçip neyi yazalım, sizlerle hangilerini paylaşalım diye uzun elemeler yapmak zorunda kaldım. Karşılaştığımız her zuhuratın ayrı bir zevki, tadı ve anlamı vardı. Yaşadığımız her zuhurat bir öncekinin pabucunu dama attı!..

Adana’da Saadet Partili Feke Belediye Başkanımız Cuma İŞ kardeşimiz ile buluşup FEKE’ye doğru kah Toros dağlarının yamaçlarından, kah Göksu’nun kenarlarından kıvrılarak Karacaoğlan’ın yurdu Orta Toroslar’ın zirvelerine tırmanırken, hangi yeni zuhuratla karşılaşacağımızın heyecanı içinde olduk...

FEKE, saklandığı dağların koynundan birden karşımıza çıkarken güzelliği, sadeliği, sıcaklığı, sevecenliğiyle bizleri karşılaması sayesinde bugüne kadarki zuhuratların en güzelini yaşattı…

FEKE’nin egzotik atmosferi kendi insanları için etkileyici olmasa da bizim için Sarıtepe, Bakırdağı, Garip Kayası ve Feke Dağı arasına saklanmış güzelliği ile Torosların zirvesinde buraya kadar karşılaştığımız zuhuratların zirvesini oluşturdu. Bundan sonrasını nasıl göğüsleyeceğimizi doğrusu biz de merak ediyoruz.

Her yeni coğrafya, her yeni insan, her yeni mekân bizler için sürprizlerle dolu bir turne oldu…

Anadolu bizleri bekliyor, Anadolu sizleri bekliyor… En çok da Toroslar’daki FEKE...

Mutlaka gelin, görün, gezin ve ülkemizin gizli cennetlerinden birini daha keşfedin…

 

 

***

 

 

 

 

 

Saklı Dünya Cenneti: FEKE

Reşat Nuri EROL

12.05.2006

FEKE (Adana)

Kış bitti, bahar geldi, yollara düştük…

Millî Gazete çalışmaları için Hasan Durmuş ve Selami Çalışkan ile Anadolu yollarına düştük… Hazırlanan program üzere, her gün bir-iki ilde Millî Görüşçü dostlarla birlikte oluyoruz…

Dostlara vâsıl olmak için Anadolu yollarında kimi zaman umulmadık ve de beklenmedik güzellikteki yerlerden geçiyoruz… Öylesi yerlerden geçince de her an sürpriz zuhuratlarla karşılaşıyoruz…

Nerelere gitmedik, ne iller gezmedik, neler görmedik ki?..

Tekrar hatırlatayım: KIRŞEHİR… NEVŞEHİR… AKSARAY… NİĞDE… KAYSERİ… KAHRAMANMARAŞ… GAZİANTEP… KİLİS… HATAY… OSMANİYE…

Ve “zuhuratlar zirvesi” Adana-FEKE

Soğukların artık iyice çekilmeye başladığı Mayıs günlerinin başındayız… Yaz geliyor… Bu günlerde bizim gibi Akdeniz kıyılarındaysanız, yaz geldi bile!.. Akdeniz’in rutubetli deniz havasında, FEKE Belediye Başkanı Cuma İŞ ile Adana’da buluşuyor ve hiç oyalanmadan yola koyuluyoruz… Kozan’a kadar normal bir yol güzergâhı izledikten sonra, dolambaçlı yollardan Toroslar’ın ilk yamaçlarını tırmanmaya başlıyoruz…

Bir haftadır Anadolu yollarındayız… Her gün daha güneş doğmadan başladığımız seyahatimizde hep zuhuratlarla karşılaştık… Karşılaştık ama, bugünkü hepsinden bambaşka…

Dolambaçlı dağ yollarından adeta bugüne kadar keşfedilmemiş saklı bir âleme, ‘dünya cenneti’ denilebilecek bir Anadolu yöresine doğru yol alıyoruz… Bunun böyle olduğunu FEKE’ye vardığımızda iyice anlıyor ve bu durumun tadını çıkarmaya, keyfine varmaya bakıyoruz…

SP’li Cuma Başkan, kısa bir dinlenmenin ardından, Feke’nin içinden geçen Göksu’nun alabalıkları ve başta Feke’nin keçi etinden olmak üzere, zengin yöre yemeklerinden oluşan ikramını yaptıktan sonra, ‘Saklı Dünya Cenneti FEKE’nin güzelliklerini göstermek üzere bizi gezdirmeye başlıyor…

Hasan Durmuş ve Selami Çalışkan, bu güzelliklerin her bir karesini yakalayabilmek için fotoğraf makinelerinin deklanşörüne basıyor da basıyorlar… Bazen biz de her biri kartpostal güzelliğindeki bu tablolardaki karelerde yerimizi alıyoruz…

*

Karacaoğlan’ın memleketi FEKE

Havalar Anadolu’nun bu yayla yörelerindeki Toroslar’da bile ısınmaya başladı…

Feke Dağları’nda yeşilin her tonunun bitmeyen egemenliğine, meyvelerin dallarıyla, çiçekleriyle eşlik ettiği günlerdeyiz... Feke Çayı boyunca, Göksu kıyısında karpuz kabuğuna beklemeden suya giren karabataklar, ördekler suya dalıp çıkıyor... Oysa, yüzücüler ve rafting sporcuları için Göksu Irmağı hâlâ çok soğuk…

Feke Çayı’nda takla atan, oynayan turna balığı, havuzlarda yetiştirilen alabalıklara adeta özgürlük gösterisi yapıyor... Kuş sesleri baharın gelişine alkış tutuyor sanki, avcılara inat... Bugünlerde bahçelere kiraz, hurma, üzüm fidanları dikiliyor… Sebze dikim işlemleri son hızla devam ediyor... Koyun ve keçiler otlaklarda…

Kara Ardıç Dağı’nın, Eğri’nin, Kabaktepe’nin başında çok az kar kalmış... Kalanlar da eriyor… Eriyen karlar akarsuları coşturdukça coşturuyor… Kış boyunca engebeli arazinin dolambaçlı yolları açılmıştır artık... Mansurlu, Şahmuratlı, Akkaya, Maran ve diğer daha nice yaylalar, sıcak bölgelerden gelecek konuklara hazırlanıyor... Demir ocağındaki ustalar ve işçiler terlerini siliyor şimdilerde…

Feke Kalesi, Maran Kalesi, Sedir ağacı ve daha nice diğer güzellikler, Bahçecikli kızın kilimine nasıl gireceğini heyecanla bekliyor… Güzpınar ve Kısacıklı içmeleri misafirlerini ağırlayacak, mevsim boyuna… Onlar Feke dağlarının eşsiz faunasında beslenen arıların ürettiği balı her zamanki gibi yine arayacaklar ama, bulabilecekler mi acaba?..

Karacaoğlan’ın torunları bugünlerde daha heyecanlı gibiler... Evet, meşhur Karacaoğlan FEKELİ!..

Saadet Partili Belediye Başkanı Cuma İŞ, özenle Toros dağları arasındaki ‘saklı dünya cenneti FEKE’yi bize gezdirirken, şiir gibi konuşuyor; anlattıkça anlatıyor... Bu güzelliklere ne gibi yeni güzellikler katacağını heyecanla hatırlatıyor… Şu an yapamayacağı şey yok gibi; öylesine coşkulu ve azimli ki...

*

FEKE’yi biraz daha tanıyalım…

İlk çağlardan günümüze kadar birçok kavimlere ve devletlere yerleşim alanı olmuş, Toroslar’ın en çok kırılmaya uğradığı engebeli, sarp, ormanlık bir sahada stratejik bir geçiş noktasında yer alıyor, FEKE. Böylesine Toros Dağları’nın arasında kalmasından mıdır nedir, kimseler bilmiyor, ‘Saklı Dünya Cennet FEKE’yi…

FEKE; bünyesinde 7 kale 17 kilise kalıntısı ve daha nice tarihî harabeleri barındırıyor… Feke’nin geçmiş kültürü çok eski tarihlere dayanıyor… Yüksekliği bulutlara ulaşan yüce dağları, oksijen deposu sedir ve karaçam ormanları, birinci derecede rafting alanı ilan edilen Göksu ırmağı, şifalı kaplıcaları, 1500 rakımda kurulu alabalık tesisleri, dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen ve yurt dışına ihraç edilen Katran mantarı, muhteşem manzaraları, doğa harikası yaylaları ile ‘Saklı Bir Dünya Cennetidir FEKE’

Şimdilik, evet şimdilik FEKE ile ilgili yazacaklarım bu kadar!..

‘Saklı Dünya Cenneti FEKE’ ile olan ilgim başladı ya; ömrümün sonuna kadar devam edecek…

Yoksa siz de benim gibi bugüne kadar FEKE’yi tanıyamayanlardan mısınız?.. Çok yazık!..

İlk fırsatta FEKE’yi keşfetmenizi,  gezip görmenizi, havasını teneffüs etmenizi dilerim…

 

 

***

 

 

 

 

 

On ikinci ilimiz MERSİN!

Reşat Nuri EROL

14.05.2006

MERSİN- Günlerdir yollardayız… Anadolu yollarında… Anadolu yörelerinde… Anadolu mezralarında… Anadolu’nun köylerinde… Anadolu’nun kasabalarında… Anadolu illerinde ve bu Anadolu illerindeki Saadet Partisi yani Millî Görüş Teşkilâtlarında…

Ziyaret, buluşma, toplantı ve çalışmalarımız devam ediyor…

KIRŞEHİR… NEVŞEHİR… AKSARAY… NİĞDE… KAYSERİ… KAHRAMANMARAŞ… GAZİANTEP… KİLİS… HATAY… OSMANİYE… Adana FEKE… Ve on ikinci ilimiz MERSİN…

Uğradığımız her yer bir başkaydı…

Saadet Partisi İl Başkanı Sezai İNCESU yönetimindeki Mersin ise bambaşkaydı…

Akşamüzeri başlayan programımız, kalabalık bir topluluk tarafından izlendi… Millî Gazete promosyon yani özendirme çalışmalarının tanıtımı ile başlayan sohbetimiz, daldan dala konan kuşlar misali, konudan konuya geçmek suretiyle gecenin geç vakitlerine kadar devam etti… Millî Görüş davasının yaşlı ve genç erleri, birbirlerinden ayrılamamacasına konuştukça açıldılar… Açıldıkça derin konulara daldılar… Daldıkça çözüm önerilerini sıraladılar… Sıraladıkça -bugün de Allah için yaptıklarının- keyfine erdiler…

Gecenin ilerleyen saatlerinde, ertesi gün tekrar buluşup çalışmalarımıza devam etmek üzere ayrıldık…

Ertesi gün sabah buluşur buluşmaz Mersin ili ile ilgili çalışmalarımıza başladık…

*

Mersin’de her şey özelleştiriliyor

MERSİN, Akdeniz kıyısında çok önemli ve stratejik bir ilimiz. Bugünlerde, genel olarak “Büyük Ortadoğu Projesi/ BOP”, özel olarak da “Irak İşgali” sebebiyle, -İskenderun ile birlikte- hep gündemde...

Yöre insanının ifadesiyle; Amerika için Mersin dinlenme yeri, Adana-İncirlik de harekat yeri!..

Mersin’de maddî gelişmelere rağmen, beklenen sosyal ve kültürel gelişme yok! Mersin çok göç aldığı için büyümüş ama fakirlik-zenginlik açısından halk kesimleri arasında uçurumlar var. Ülkemizde konut fazlası olan tek il Mersin. Ama çadırlarda kalan aileler olduğu gibi; birkaç ailenin bir arada kaldığı çadırlar da var...

Genel olarak bu bölgedeki özelleştirmelerde olduğu gibi Mersin’de de, başlangıçta yerli bazı firmalar devrede oluyorlar ama; daha sonra onlar sahneden çekiliyor ve ortada sadece İsrailli ortaklar kalıyor!..

Silifke’deki SEKA da satılmış. Amerikalılar SEKA arazisinin etrafını çevirmiş, artık oralara yaklaşmak veya fotoğraf makinesiyle görüntü bile almak yasak!..

MERSİN LİMANI eski canlılığını ve ekonomik değerini yitirmiş durumda. Neden? Elbette birilerine peşkeş çekmek için. Hep aynı oyun oynanıyor. KİT’ler önce zarar ettiriliyor, sonra komik fiyatlarla birilerine peşkeş çekiliyor. Mersin ve Mersin Limanı da halkımızın aleyhine düzenlenen bu dümen ve tezgâhtan nasibini alıyor. İşte bu yüzden Mersin Limanı popülaritesini yitirmiş durumda, eskisi gibi canlı ve faal değil...

Neden faal değil?

Elbette özelleştirilmek için!

Zaten özelleştirilmiş bile; şimdi mâlum akıbetini bekliyor…

*

Ne olacak bu Mersin’in hâli?

Mersin de Adana gibi bir zamanlar çok zenginmiş... Ancak, ahlâk ve sosyal yapı aynı seviyede gelişmediği için; bu verimli topraklarda kazanılan servetler, bar ve pavyonlarda harcanmış... Türk filmlerine de konu olan bu durum tespitini biz değil, yöre insanı yapıyor, bunun böyle olduğunu onlar söylüyor…

Mersin ve civarında, özellikle Tarsus’ta, -aynen Hatay’da olduğu gibi- Hıristiyanlık propaganda faaliyetleri” oldukça yaygın. Bize anlatıldığına göre; mesela, bir kilisenin hemen bitişiğinde cafe var! Kilisenin yanında cafe ne arıyor? Sebebi var. Gençler burada ağırlanıyor, propaganda yapılıyor, yeşil dolarlar verilip yönlendiriliyor!.. Mersin’deki bütün bu olumsuz gelişmeler, Saadet Partisi’nin önderliğinde oluşturulan -ve AKP hariç- bütün partilerin katıldığı bir çalışma platformu tarafından protesto edilmiş…

Mersin Ziraat Odası Başkanı Salim ONGUN’u, Saadet Partisi İl Başkanımız Sezai İNCESU başta olmak üzere, teşkilat mensuplarımızla hep beraber ziyaret ediyor ve görüşüyoruz…

Mersin’in tarım arazileri 60-70 bin dönümmüş, ama yoğun göç sebebiyle bu arazilerin 15-20 bin dönümü maalesef iskan alanı olarak işgal edilmiş…

Mersin, ülkemizin narenciye yöresi ama; portakal satılamıyor, limon satılamıyor, greyfurt hiç satılamıyor!.. Çiftçi narenciye ağaçlarını sökse bile, ne ekeceğini bilemiyor, çaresiz durumda…

Salim ONGUN diyor ki: “Bugünkü şartlarda elde edilen gelirlerle geçinmek mümkün olamadığından, sosyal yapı ve ahlâk bozuluyor; ahlâk bozulunca da her şey bozuluyor… Ahlâksızlık her tarafa yayılmış, piyasaya da... 100 bin liraya satın alınan portakal bir milyona satılıyor. Böyle serbest piyasa olur mu?!. Kontrol ve denetim yok. 75 milyon nüfusumuz var. Oysa narenciye ucuza satılsa çok tüketilecek, sürüm olacak ve ağaçlarda çürümeyecek… Çiftçimiz aldığı her şeye % 18 KDV veriyor, sadece çiftçimiz çok vergi ödüyor… Uygulanagelen sözde tarım destek politikası son derece yanlıştır ve hep suiistimal ediliyor…”

MERSİN ve havalisindeki genel durum böyle…

Ne kadar da Türkiye’nin bugünlerdeki hâline benziyor, değil mi?..

 

 

***

 

 

 

 

 

Millî Görüşün gücü işte bu!

Reşat Nuri EROL

15.05.2006

SİLİFKE- Millî Gazete yönetici ve yazarları Anadolu yollarına düştüler…

Güzel Anadolu’muzun illeri altı bölgeye ayrıldı ve bu bölgeler iki haftadır altı ekip tarafından taranıyor…

Bu taramalarda geniş katılımlı toplantılar düzenleniyor, karşılıklı değerlendirmeler yapılıyor, tenkitler ve teklifler değerlendiriliyor, daha iyi nice hizmet dilek ve temennileri dile getiriliyor… Bu arada fırsat yakalanmışken ikili ve toplu görüşme imkanları oluşturuluyor…

Millî Gazete genel değerlendirmeleri yanında, elbette asıl amacımız olan “Türk Mutfak Kültürü ve Pratik Yemek Tarifleri” kitabımızla ilgili tanıtım ve taleplerimizi iletiyoruz… Çoğu  yerde geniş katılımlı kalabalık sohbet ve konferanslar oluyor… Kimi yerde ‘yazılası’ ama daha çok ancak ‘yaşanası’ coşkulu tenkit, tebrik, takdir ve alkışlar alıyoruz… Doğrusunu yazmak gerekirse, bunların ancak az bir kısmını siz değerli okuyucularıma yansıtabiliyorum… Ne yapalım, bu az yazılarımızı çoğa sayıverin!..

Bu vesileyle bu organizasyonu gerçekleştirmede başta Saadet Partisi il teşkilatları olmak üzere, uğradığımız her ildeki Millî Gazete Temsilcileri ile birlikte, Millî Görüş kurum ve kuruluşlarının yakın ilgisi, desteği, ev sahipliği, misafirperverliği gücümüze güç kattı… Onların bu yakın destekleri sayesindedir ki, hep birlikte günlerdir süren çok başarılı bir çalışma örneği sunmuş olduk…

Uğradığımız bütün illerdeki dostlara sonsuz teşekkür, hürmet ve kucak dolusu muhabbetler…

*

Biraz durduk, dinleniyoruz!..

Yazıişleri Müdürlerimiz Hasan Durmuş ile Selami Çalışkan ve bendenizden oluşan bizim tarama ekibimiz açısından yazıyorum, bu kapsamlı çalışmanın artık sonlarına doğru geldik sayılır… Adeta nefes nefese sürüp giden programımızın bu bölümünde kısa bir ara verdik; dinleniyoruz!..

Nerede mi dinleniyoruz?

Akdeniz sahilinde, SİLİFKE’nin birkaç kilometre batısındaki küçük bir köyde, köyün sahile kadar uzanan minik koyunda… Nefes almak için biraz durduk, dinleniyoruz!.. Bu satırları işte böyle bir dinlenme anında, yakın bir çalışma arkadaşımızın yazlığında yazıyorum… Dinlenme dediysem de, siz dinlendiğimize pek inanmayın; çünkü on gündür alışageldiğimiz üzere burada da rahat durmuyor, minik haberler ve Anadolu’nun o eşsiz güzelliklerini fotoğraf karelerine tespit etmeye çalışıyoruz…

Bu ücra diyarlarda bile Millî Gazete olmadan yapamıyor, gazetemizi aramaktan geri kalmıyor, arıyoruz; arama-araştırma görevi de Selami’de!.. Selami köye doğru uzanmak üzere dışarı çıkarken, gayri ihtiyari ‘Millî Gazete bulmaya çalış’ diyorum; demez olaymışım!.. Köye vardığında, ilerideki benzinlikte gazete olabileceği söyleniyor… Selami de yakın zannettiği üç kilometre ileriye gidip-geliyor ve gazete bulamıyor; ama yolda çektiği onlarca fotoğraf karesi ve görüşme haberleri ile dönüyor!..

Bu arada Akdeniz suları her ne kadar soğuk olsa da, bu senenin deniz mevsimini de açmayı ihmal etmiyoruz… Ordulu Hasan Durmuş ile İzmirli Reşat Nuri Erol için deniz suyunun soğuk olması ne gam, biz yakaladığımız bu fırsatı değerlendiriyor ve Akdeniz sularına dalıyoruz!..

Saatler sonra yanımıza gelen Bayburtlu Selami Çalışkan da bize özeniyor ve o da koca gövdesi ile denize girmesine rağmen, bir mucize gerçekleşiyor ve deniz taşmıyor, yani Akdeniz’de tsunami olmuyor!..

Oysa, biz günlerdir ‘Selami denize girdiğinde tsunami olacak’ diye korkuyorduk ama, tsunami falan olmadı, deniz de taşmadı ve biz biraz üşüyerek de olsa, keyifli bir şekilde bu yılın deniz sezonunu açtık!..

*

Millî Görüşün gücü nedir?

Öyle tahmin ediyorum ki, Türkiye’de böylesi bir çalışma bir gazete tarafından ilk defa yapılıyor. Zaten diğer gazetelerin bu çapta bir organizasyonu gerçekleştirebilmeleri mümkün görünmüyor. Sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın en büyük teşkilatlarından biri olan Millî Görüş camiası böyle bir şeyi gerçekleştirebilirdi.

Bu vesileyle gücümüzü bir kere daha bizzat yaşayarak görmüş olduk.

Biz ekip olarak çalışmalarımıza İç Anadolu Bölgesi’nin Orta Kızılırmak Bölümü olan, sırasıyla KIRŞEHİR, NEVŞEHİR, AKSARAY, NİĞDE, KAYSERİ illerinden başladık ve devam ettik…

Sonra Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin Orta Fırat Bölümü olan GAZİANTEP ve KİLİS ile Akdeniz Bölgesi’nin doğu tarafı olan KAHRAMANMARAŞ, OSMANİYE, HATAY (ANTAKYA), İSKENDERUN, ADANA, MERSİN ve -daha önce de ifade ettiğim üzere- zuhuratlar zirvesi Adana/FEKE ile şimdilik bitirdik… Böylece on iki ilimizdeki çalışmalarımızı tamamlamış olduk…

Geriye sadece iki ilimiz kaldı; İç Anadolu Bölgesi’ndeki KARAMAN ve KONYA

Anadolu yollarına düştük… Anadolu’nun bâkir yörelerinde dolaşıyoruz… Kimi zaman Anadolu’nun en ücra mezralarında, Anadolu’nun Toroslar’daki dağ köylerinde, Anadolu’nun kasabalarında kendimizi arıyoruz… Artık programımız sona doğru yaklaşsa da; Anadolu illerindeki Millî Görüş teşkilâtlarında zirveleşen ziyaret, buluşma, toplantı ve çalışmalarımız devam ediyor… Her zaman devam edecek, inşaallah…

Bu organizasyonun güç kaynağı nedir?

Bu Millî Görüş teşkilatlarının gücüdür.

 

 

***

 

 

 

 

 

Konya ve Karaman toplantıları

Reşat Nuri EROL

16.05.2006

KONYA/KARAMAN-

Çalışmalarımızın ilk gününden beri mutat olduğu üzere, sabah namazımızı eda ettikten sonra, hiç beklemeden yola çıkıyoruz… Akdeniz sahillerinde yani rakım olarak deniz seviyesindeyiz…

Haritaya bakıyor ve bugünkü yolculuğumuzda Toroslar’ı iki defa aşacağımızı görüyoruz… Akdeniz sahillerindeki Silifke ile Anamur arasında bulunan orta bir noktadan kuzeye doğru yöneliyoruz… Dağların ilk yamaçları hemen başlıyor… Sabahın seher vaktinde dolambaçlı yolları tırmanmaya başlıyoruz… Deniz seviyesinden itibaren adım adım yükseliyor, bir ara yüksekliği iki bin metreye yaklaşan meşhur Sartavul Geçidi’ni de ardımızda bırakıyoruz… Yüksek platolarda yol üzerinde yabani hayvanlarla bile karşılaşıyoruz… Mesela, yol üzerinde, bizden az önce ezilmiş büyükçe bir yabani tavşan ölüsü ile karşılaşmak bizi üzüyor… Yörük köyleri arasından bir bir geçiyor ve yolumuza devam ediyoruz… Her türlü uçan kuşlar ve minik yabani hayvanlar, geçtiğimiz dünya güzeli yerlere ayrı bir güzellik ve zenginlik katıyorlar…

Gülnar ile Mut üzerinden KARAMAN ve KONYA’ya varacağız…

Gülnar’a sabahın erken saatlerinde varıyor ve sabah çorbasını içebileceğimiz açık bir lokanta arıyoruz… Kısa bir araştırmadan sonra, aradığımızı buluyoruz… Bu arada iki gün öncesinde Millî Gazete Mersin toplantısında birlikte olduğumuz koca çınar, ak sakallı, hem Saadet Partisi Gülnar İlçe Başkanı, hem de Millî Gazete Temsilcisi MUSTAFA IŞIK Amcamızı soruyor ve bir sürprizle karşılaşıyoruz; meğer Gülnar’daki abonelere Millî Gazete’yi bizzat Mustafa Amcamız dağıtıyormuş!.. Bir müddet beklersek, Gülnarlılara Millî Gazeteleri dağıtan Mustafa IŞIK Amcamız ile karşılaşabilirmişiz… Ama bizim yolumuz uzak, yolcu yolunda gerek!.. Mustafa Amcamızı göremeden yolumuza devam ediyoruz…

*

Toroslar’dan Konya Ovası’na…

KONYA’ya gidiyoruz!.. KARAMAN yolumuzun üzerinde olmasına rağmen, hiç durmadan geçiyor ve KONYA’ya yöneliyoruz. Sebebi hayırlı bir değişiklik. Aslında Karaman programımız öğleden önceydi. Ancak Karamanlı kardeşlerimiz daha geniş katılımlı konferans seviyesinde bir toplantı istedikleri için programı akşama aldırdılar. KONYA’ya varmamız pek uzun sürmüyor.

Torosları aştıktan sonra, Karaman-Konya arasında yol almak oldukça kolay.

Saadet Partisi İl Merkezi’nin mükemmel ve geniş binasına varıyor ve yorgunluk çaylarımızı içmeye başlıyoruz… Bu arada Konya ilçelerinden Saadet Partisi İlçe Başkanları ve Millî Gazete Temsilcileri de toplantıya gelmeye başlıyor… Gelenlerle tanışmaya ve görüşmeye devam ediyoruz…

Saadet Partisi Konya İl Başkanı Zülfikar GAZİ’nin salona teşrifinden sonra, asıl toplantımıza start veriyoruz… Hasan Durmuş gündemi hatırlatıyor… Sünnete uygun şekilde, araya espriler de katarak tanışıyoruz… İl Başkanımız açış konuşmasını yapıyor… Sonra, Hasan Durmuş haziruna uzunca Millî Gazete ile ilgili maruzatlarımızı arz ediyor.. Ardından tenkitler, dilekler, temenniler ve can alıcı öneriler bombardımanı başlıyor… Kimi ilçe başkanları sert eleştiriler yanında, değerlendirilesi çok güzel teklifler de sunuyorlar…

Günlerdir yollarda olmak ve birkaç saat içinde Toroslar’ı aşarken deniz seviyesinden bin-ikibin metrelik rakımları aşmak sebebiyle olsa gerek, toplantı esnasında ufak bir rahatsızlık geçirmeme rağmen, bendeniz de coşuyor ve konuşmamı yapabiliyorum… Toplantının hitamında teşkilat mensuplarımız ve Millî Gazete Temsilcilerimizle vedalaşarak ayrılıyoruz…

Millî Gazete Konya Bürosu ziyaretimiz, Konya’daki programımızın son halkasını teşkil ediyor. Büro çalışanları ile tek tek tanışıyor ve Millî Gazete çalışmaları ile ilgili mini bir brifing alıyoruz…

Artık, tekrar Karaman’a dönebiliriz!..

*

Karaman’da hanımlar da vardı

KARAMAN’a akşamüzeri varıyoruz… Tarihî bir camide ikindi namazlarımızı eda ederken, Millî Gazete Karaman Temsilcisi Hüseyin ÖLGER bizi buluyor… Kısa bir gezintiden sonra, programın yapılacağı GENÇLİK Radyo ve Televizyon binasına yöneliyoruz…

KARAMAN’da bir sürprizle karşılaşıyoruz, on dördüncü ilimizdeki toplantımızda katılımcıların yarısı hanımlardan oluşuyor. Zaten Millî Gazete’nin bu seferki promosyonu olan “Yemek Kitabı” da daha çok hanımları ilgilendiriyor. Büyükçe toplantı salonu tamamen doluyor...

Saadet Partisi Karaman İl Başkanı Avukat Abidin ÇAĞLAYAN’ın teşrifi ve açış konuşması ile toplantımızı başlatıyoruz… Ardından, ziyaret ettiğimiz bütün illerde olduğu üzere, Yazıişleri Müdürümüz Hasan DURMUŞ detaylı bir şekilde, genel olarak Millî Gazete çalışmalarını ve özel olarak da “Türk Mutfak Kültürü ve Pratik Yemek Tarifleri” ile ilgili sunumunu yapıyor… Selami ÇALIŞKAN da, yazdığı haberlerde değerlendirmek üzere onlarca kare fotoğraf çekiyor…

Anadolu Gençlik Dergisi Karaman Şubesi’nin organize ettiği gece muhteşem geçiyor… Her konuşmacı çok dikkate değer değerlendirmeler yapıyor… Final konuşması da bendenize nasip oluyor…

Toplantıdan sonra, gece yarısına kadar Karamanlı dostlarımızla sohbet ediyoruz…

Gece, Millî Gençlik Pansiyonu’nda istirahata çekiliyoruz…

Yarın erkenden İstanbul’a dönüş yollarında olacağız…

Gayret bizden, başarı Allah’tandır… Nice muvaffakiyet dilek ve dualarımla; hürmet ve muhabbetler…

 

 

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

“Adil Düzen” nedir? - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.05.2006

Ne “Adil Düzen”i, ne de demokrasiyi bilmeyen gazeteci, AKP kurucusu ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’e soruyor:

- “Bugün demokratik düşünüyorsunuz ama zamanında Adil Düzen’ciydiniz” diyen çıkmıyor mu peki?..

Sayın Abdüllatif Şener cevap veriyor:

- Çıkıyor tabii. Onu da şöyle anlatayım. Ben eskiden de hiç Adil Düzen’den bahsetmezdim. Hattâ üniversitedeyim, milletvekilliğine hazırlanıyorum. O zaman bir araştırma kurulunun organizasyonunda Adil Düzen hakkında konuşma yapmam istenmişti. O konuşmada Adil Düzen eleştirisi yaptım!..

- Neyini eleştirdiniz?

- Bunun bir toplum mühendisliği olduğunu anlattım… Hayatımda hiçbir zaman “Adil Düzen”ci olmadım, “Adil Düzen” nutukları atmadım. Hayatımı bu kurallara göre belirlemedim. Kimseyi ona yönlendirmedim… Ben sustum sadece…

Dün de yazdığım üzere, bu minval üzere sürüp giden röportajdaki çelişkiler karşısında insan hayretler içinde kalıyor. Meğer biz bu arkadaşları ne kadar da yanlış tanımışız.

Bu durum karşısında bize düşen, -Sayın Şener’in de itiraf ettiği üzere- bir ‘toplum mühendisliği projesi’ olan “Adil Düzen”i açıklamaktan başka bir şey değildir.

Gerisini önce Allah’a, sonra halkımıza havale ediyoruz…

*

İnsandaki dört meleke ve “Adil Düzen”

“Adil Düzen” Hakkı üstün tutan düzendir.

“Zalim Düzen” ise kuvveti üstün tutan düzendir!

“Adil Düzen”de kim haklı ise kuvvetli olan da odur.

“Zalim Düzen”de ise kim kuvvetli ise haklı olan odur!

Bu konuyu biraz daha açalım.

İnsanda his, fikir, irade ve ünsiyet diye dört meleke vardır.

His iyiyi kötüden ayırır.

Fikir doğruyu yanlıştan ayırır.

İrade faydalıyı zararlıdan ayırır.

Ünsiyet ise adaleti zulümden ayırır.

İyi, doğru, faydalı ve adil olan ‘hak’tır. Kötü, yanlış, zararlı ve zulüm olan ise ‘bâtıl’dır.

-Hisler ne yapılacağına karar verir, yani iyiliğin ne olduğunu belirler.

-Fikirler nasıl yapılacağına karar verir, yani doğruyu bulur.

-İrade ne zaman yapılacağına karar verir, yani faydalıyı yapar.

-Ünsiyet ise nasıl paylaşılacağına karar verir, yani adil bölüşüm yapar.

Kâinatta hak ile bâtıl arasında mücadele vardır. Bu mücadelede tarafsız kalamazsınız; ya hakkın yanında olacaksınız, ya da bâtılın yanında olacaksınız. Sizi arada bırakmazlar.

Hakkın yanında olanlara “Adil Düzenci”, bâtılın yanında olanlara “Zalim Düzenci” diyoruz.

Burada şu itirazda bulunabilirsiniz; ‘Biz de Adil Düzenciyiz, hakkın yanındayız, inanıyoruz ama sizin bildiğiniz ve söylediğiniz Adil Düzenci değiliz.’ Bu iddianıza karşı deriz ki:

-Siz bâtıla hak diyorsunuz. Biz ise bizim anladığımız “Adil Düzen”i kabul edin demiyoruz.

Gelin birlikte hakkı arayalım. Bulduğumuz kadarıyla birlikte ona sarılalım.

Siz ise sükut ediyor, susuyor, tartışmıyor, sonra ayrılıp “Adil Düzen”e karşı çıkıyorsunuz, hakka karşı çıkıyorsunuz! Siz ayrılıp da sizinki “Adil Düzen” değil deseydiniz, tartışırdık...

Yukarıda anlatılanlar kişisel anlayışta “Adil Düzen”dir. Ayrıca yönetimde “Adil Düzen” vardır.

*

Yönetimde “Adil Düzen” nedir?

İnsanlar birlikte yaşarlar. Kişilerin hakları ile topluluğun düzeni birlikte korunur. “Adil Düzen” işte bunun adıdır. “Adil Düzen” kişilerin haklarını çiğnemeden topluluğun düzenini sağlayan bir mekanizmadır.

-Bu düzen nasıl sağlanacaktır? Bu düzen ‘yargı üstünlüğü’ ile sağlanacaktır. Herkes kendi içtihadına göre iş yapar. Herkesin hak ve hürriyet sınırı başkalarının hak ve hürriyet sınırıdır. Bu sınırı tarafların seçtiği ‘iki hakem’ ile onların seçtiği ‘başhakem’den oluşan ‘Hakemler Heyeti’ belirler. Herkes onların kararına uyar. Yargı kararlarına karşı çıkanların, yani zalimlerin bertaraf edilmesi ise ‘dayanışma ortaklıkları’nca sağlanır. Hakkı kabul eden Adil Düzenciler bir olur, bâtılın yanında yer alan zalimleri birlikte tenkil ederler.

İşte “Adil Düzen” demek, yargı kararlarına karşı birleşerek Hakkı kuvvetli hâle getirmek demektir.

-İnsanlar hislerini ‘sanat’ ile ifade edip içtimaileştirirler.

-Fikirlerini ‘dil’ ile ifade ederek içtimaileştirirler.

-İradelerini ‘teknik’ ile ifade ederek içtimaileştirirler.

-Ünsiyeti ‘hukuk’ ile ifade ederek içtimaileştirirler.

 

 

***

 

 

 

 

 

“Adil Düzen” nedir? - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

20.05.2006

-Hislerin içtimaileşmiş şekli dindir.

-Fikirlerin içtimaileşmiş şekli ilimdir.

-İradenin içtimaileşmiş şekli ekonomidir.

-Ünsiyetin içtimaileşmiş şekli de yönetimdir.

Dinler ne yapılacağına, ilimler nasıl yapılacağına, ekonomi kimlerin yapacağına, yönetim ortak ürünün kimlere ait olacağına karar verir. “Zalim Düzen”de bunlara merkezde mevcut kuvvet karar verir. “Adil Düzen”de ise bunlara halk örgütlenerek kendileri karar verir. Merkezdeki kuvvet, sadece halkın bu kararları verebilmesini sağlar ve düzeni korur. Yani, “Zalim Düzen”de hukuk zalimlerin emrindedir. “Adil Düzen”de kuvvet hakkın emrindedir, yargının emrindedir.

*

a) “ADİL DÜZEN”DE YERİNDEN YÖNETİM VARDIR

Hukuk bucaklarda halk tarafından kendilerince oluşturulur. Beğenmeyenler, bucaklarını değiştirirler. Oysa “Zalim Düzen”de ekseriyetin seçtiği meclis ekseriyetinin aldığı merkezî kararlar taşralarda uygulanır. “Adil Düzen”de il iç güvenliği sağlamakla, devlet dış savunmayı yapmakla yükümlü olmaktadır. Bu konularda hâkimdir. Ama altyapı ve kredi gibi hizmetlerde devlet taşranın hâdimidir, taşranın emrindedir. “Adil Düzen”de içtihat sistemi vardır. “Zalim Düzen”de ekseriyet demokrasisi vardır. “Adil Düzen”de ise hicret demokrasisi vardır. Buna “hukuk sistemi” diyoruz; Latince karşılığı demokrasidir.

*

b) “ADİL DÜZEN”DE İNSANLAR BARIŞ İÇİNDE YAŞARLAR

“Adil Düzen”de ilmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu soysal grupları vardır.

Her grup kendi şir’ası içinde yaşar. Sosyal gruplar barış içinde, hakemlerden oluşan yargı karşısında birbirlerinin haklarını korurlar. Sosyal grup kurucuları kamu davası açma yetkisine sahiptirler. “Zalim Düzen”de ise parası olanları, güçlüleri mahkemelerde savunurlar; zayıfları ve parasız olanları ise ezerler.. Oysa, ‘barış düzeni’ ancak etkin, saygın, tarafsız ve bağımsız yargı ile olabilir. Böyle bir yargı sistemi hakimlerle değil, hakemlerle oluşur. “Adil Düzen”de bunun adı “silm/barış”tır; Latincesi ise “lâikliktir. Fikir ve inanç baskısının yapılmadığı, bütün fikir ve inançların serbest olduğu sistemde barış olur.

*

c) “ADİL DÜZEN”DE TÜM YERYÜZÜ İNSANLIĞINDIR

Çalışamayanların da kira payları ile geçinme hakları vardır. Herkes yaşama hakkına sahiptir. Devlet çalışanlardan toprak kira payını alır ve bununla tüm çalışan ve çalışamayanların yaşamasını sağlayan altyapılarını yapar, çalışamayanlara paylarını bölüştürür. “Zalim Düzen”de ise toprak sermayenindir. Ancak sigorta primlerini yatıranlara yaşama hakkı tanınır. Çalışmayanlar ve çalışamayanlara bir hak tanınmaz. Tanıyan devletler varsa, onlar Adil Düzenci demektir. Falan devlet zalimdir demiyoruz. Biz buna “hukuk düzeni” diyoruz; Latincesi sosyal düzendir. Sosyal düzende herkesin sosyal güvenliği vardır.

*

d) “ADİL DÜZEN”DE İNSANLAR SERBEST REKABET İÇİNDE HAYIRDA YARIŞIRLAR

Devlet fiyatlara ve ücretlere karışmaz. Sadece mevzuat ile tekelleşmeyi önler. Bunu sağlamak için faizi meşru saymaz, “gelir vergisi” yerine “sermaye vergisi”ni alır. Altyapıyı ve genel hizmetleri karşılıksız yapar. Hakemlik ücretsizdir. “Zalim Düzen”de ise faizli sistem ve gelir vergisi ile tekellerin oluşması sağlanmıştır. Kapitalistlerde sermaye sömürür, sosyalistlerde bürokratlar sömürür. Oysa “Adil Düzen”de serbest rekabet içinde denge vardır. En üst seviyede verimli ekonomik faaliyet yapılır. “Adil Düzen” demek ‘denge düzeni’ demektir; “fiyatlar dengesi, ücretler dengesi, adil dağılım dengesi, kredi ve vergi dengesi” vardır. Latincede bunun adı liberalizmdir.

Görülüyor ki, “Adil Düzen” anayasamızda değişmez maddeler arasında yer alan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olma özelliğini gerçekleştiren bir düzendir.

Anayasamızda ‘liberallik’ değişmez maddelerden değildir ama anayasanın tamamı liberalizme dayanır.

“Adil Düzen” anayasamızın emrettiği hükümlere mekanizma getirmiş, işlerlik kazandırmıştır. Devletimiz “Adil Düzen”i benimsemiştir ama uygulamada zulüm yapılmaktadır. Bu sebepledir ki Adil Düzenciler anayasayı değiştireceğiz demiyorlar, çünkü anayasamız zaten Adil Düzenci bir anayasadır.

Anayasayı çarpıtıp laikliği din düşmanlığı olarak anlayanlara karşı siyasi mücadele veriyoruz. Biz yargıyı kaldırmıyoruz, hakimleri atamıyoruz. Tam tersine var olan “hakemlik” ve “bilirkişilik” uygulamalarına işlerlik getiriyoruz.

Bu söylediklerimizde yanlışlık veya eksiklik var mıdır?

Olabilir.

“Biz doğru söylüyoruz, siz yanlış söylüyorsunuz” demiyoruz. “Gelin tartışalım” diyoruz…

Biz “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası”nın son düzeltmelerini yapıyoruz. Yakında internetteki “www.akevler.org” web sitemize koyacağız ve kritiklerinizi bekleyeceğiz...

Selâm, sevgi ve dualarımızla...

 

 

***

 

 

 

 

 

Gürsoy Erol’dan “Adil Düzen Nedir?” Basın Bildirisi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

21.05.2006

Sayın Abdüllatif Şener’e cevaben “Adil Düzen nedir?” yazılarımı yazmakta olduğum gün, “Adil Düzen Çalışanları”ndan olan yakın çalışma arkadaşım İstanbul Milletvekili Muhterem Gürsoy EROL Ankara’dan aradı. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif ŞENER’in “Hayatımda hiç “Adil Düzen”ci olmadım!” röportajı ile ilgili olarak bir Basın Bildirisi hazırladığını, bu bildiriyi değerlendirmemi ve görüşlerimi beyan etmemi rica etti.

Bildiriyi gönderdikten sonra tekrar arayıp görüşümü sorduğunda, cevaben dedim ki:

-“Adil Düzen” öz ve özet olarak ancak bu kadar veciz şekilde anlatılabilir.

Böyle dediğime göre; özellikle “Adil Düzen” konusunda -geçmişte olduğu gibi bugün de- kendisiyle aynı görüşleri paylaşıyoruz demektir.

Ertesi gün Yeni Asya, Dünya, Radikal ve Milliyet gibi birkaç günlük gazete ile internet ortamındaki değişik sitelerde bazı kısımları yayımlanan Muhterem Gürsoy EROL’un ‘özel bir emek mahsulü’ olup “Adil Düzen”i veciz bir şekilde özetleyen bu ‘Basın Bildirisi’nin tamamını, bugünkü yazımda siz değerli okuyucularımla aynen paylaşmak istiyorum.

*

“ADİL DÜZEN NEDİR?”

“1967 yılında bir grup araştırmacı; ‘çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek ortaklar arasında ekonomik, sosyal, kültürel, ilmî ve ahlâkî araştırmalar yapmak ve araştırma sonuçlarına göre de ortak bir yaşam geliştirmek üzere,’ teorisyenliğini Süleyman Karagülle’nin yaptığı ‘S.S. Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurmuşlardır.

1979 yılında yeni bir akademik kadro ile yoğun bir ilmî araştırma dönemine giren kooperatif üyeleri, “Barış Düzeni” adını verdikleri yeni bir anayasa teklifini içeren bir siyasal sistem geliştirmiş, sonradan ünlenen birçok kişi, kısa ve uzun süreler araştırmalarda ve uygulamalarda görev almışlardır.

Sayın Süleyman Karagülle’nin organize ettiği ilmî çalışmalar, 1987’den sonra birçok siyasi partiye sunulmuş, “Laik, demokratik, liberal ve çok hukuklu barış düzenini” içinde barındırdığı yeni fikirler nedeniyle çalışmaları ilgi ile karşılayan bir siyasi parti [Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN] ismini “ADİL DÜZEN”e çevirerek milletimize [ve bütün dünyaya] takdim etmiştir.

*

Çok kısa bir şekilde özetleyebileceğimiz “Adil Düzen” nedir?

Yönetimde Adil Düzen; siyasette demokrasiyi, idarede yerinden yönetim- merkezî yönetim dengesini savunan ‘çoğulcu ve rekabetçi bir demokrasi’den yanadır.

*

Ekonomide Adil Düzen; devletin ekonomik işletmelerden çekildiği ama ‘kredi bütçesi’ ile merkezde bir ihtiyaç planlaması yaptığı, vergilerin sadece üretimden ve aynî olarak alındığı ‘faizsiz liberalizm’i savunmuştur.

*

Bilimde Adil Düzen; fikrin suç sayılmadığı, konuşma ve yazma dokunulmazlığının olduğu, deneylerin ve icatların kamu tarafından sigortalandığı, üniversitelerin okul öncesinden doktora düzeyine kadar ekolleştiği, ekoller arasında rekabetin olduğu çoğulcu bir yapıdır.

*

İnançta Adil Düzen; insanların inanç ve ahlâk olarak serbestçe örgütlendikleri, her inanç grubunun devlete eşit, devletin de inanç gruplarına eşit mesafede olduğu, inanç gruplarına üyelerinin sayısı ve suç işlememeleri oranında ödenek verildiği, her inancın örgütlenme ve grup içinde inanç ve ahlâkını yaşayabildiği çoğulcu ‘dindar lâikliği’ savunmaktadır.

*

“Adil Düzen” inkâr edilmemeli

Anlaşılacağı gibi gerçek “Adil Düzen” ne kuru bir slogandır, ne de (Sayın Abdüllatif Şener’in söz konusu röportajda söylediği gibi) “Ben hayatımda hiçbir zaman “Adil Düzen”ci olmadım!” diyerek inkâr edilecek veya utanılacak bir kavramdır.

Aksine, ülkemiz için hiçbir menfaat gözetmeden fikir üreten, ilmî çalışmalar yapan kişileri teşvik ve takdir etmeli, sayıları artırılmalıdır.

Hepimizin bildiği gibi, insan bilmediğinin düşmanıdır.

İlmî çalışmalar ne kadar tartışılır ise o kadar olgunluğa erecektir.

Son günlerde muhtevasına girmeden, hattâ dinlemeden, tartışmadan ve okumadan bazı kelimeler üzerinden yapılan spekülasyonların doğru olmadığını, kendisini yakinen tanıdığım ve fikirlerine büyük değer verdiğim Muhterem Süleyman Karagülle’ye yapılan bu haksızlığı düzeltme adına kamuoyunu doğru bilgilendirmeyi bir görev sayarak, sevgi ve saygılarımı sunarım.” Gürsoy EROL, İstanbul Milletvekili

 

 

***

 

 

 

 

 

Türk halkının gücü

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.05.2006

“Halk”ın gücü “Hakk”ın ve haklının gücüdür. Hak, haklı yani ‘halk’ da her zaman bu gücünü göstermiş ve ortaya koymuştur; bugün olduğu gibi kıyamete kadar da bu gücünü gösterip ortaya koyacaktır.

Bu dünya düzeni Yaratıcı tarafından böyle kurulmuştur...

Hakk’ın yeryüzündeki halifesi halktır...

Halkın gücü işte buradan geliyor…

Allah tek düzenleyici olduğuna göre; bu dünya düzeninin kuruluş şekline ister ‘sünnetullah’ ister ‘tabiat’ veya her ne dersek diyelim, sonuç değişmiyor. Patron O, bizler ise O’nun sadece işçileriyiz. Dünyadaki bu tabiat, sünnetullah ya da sosyal kanunlara uymak dışında yapabileceğimiz bir şey yok!..  

Kâinat ve dünya düzeni Yaradan tarafından kurulmuş, düzenli bir şekilde işliyor…

Yaratılanların her biri de yaradılış ve tıynetlerinin gereğini yapıyor…

Hakk ve halk tarafından da her şey kayıt altına alınıyor…

*

Onlar ektiklerini biçecekler…

Anadolu turnesinde olduğum iki hafta boyunca, ortalama olarak her gün bir ilde olmak üzere, her gün sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar ‘halk’ ile beraber oldum. Aslında iyi bildiğimi zannettiğim bir şeyi günlerce bir kere daha bizzat yaşayarak bir kez daha görüp teyid ettim.

Yıllarca Avrupa ve Arap ülkelerinde yaşadığımdan dolayı, ‘Anadolu halkının Allah vergisi özel özelliklerini’ de diğer halklarla mukayese edebilme birikimim olduğundan, -her zamanki gibi- bu mukayeseyi bu vesileyle bir kere daha yaptım. Ancak, bu yazımda o mukayeseye girmeyeceğim. Çünkü bu konu başlı başına ayrı bir yazı konusu olmayı hak edecek kadar önemli. Bilahare yazarım, inşaallah…

Şimdi, bugünlerde gündemde daha acil konular var...

Halkımız ekonomik, ahlâkî, siyasî ve sosyal bütün olumsuzluklara rağmen, her yerde olduğu gibi Anadolu’da da dimdik ayakta... Halkımız, o her zamanki vakur, sabırlı, sebatlı, Rabbi’ne müteşekkir ve mütevekkil hâliyle hayatını sürdürmeye devam ediyor... İntizar merhalesine geçmiş olarak bekliyor; duygulu, duyarlı, dikkatli ve her türlü olumlu özelliklerle birikimli bir şekilde, bekliyor… Neyi bekliyor?

Olacak olayların önce olmasını, sonra durulmasını bekliyor…

Halkımızın şimdilik elinden gelen budur, bunu yapıyor…

Halkımız çok iyi biliyor ki; mü’minler, müslimler ve muslihler yanında, kâfirler, münafıklar, müfsidler de var. İyi, güzel, doğru ve adil insanlar karşısındaki bu kötülük, çirkinlik, yanlışlık ve zulüm abidesi güruhlar elbette görevlerini yapacaklar, yapacaklar ki; cehenneme çevirmeye çalıştıkları dünyamızda işledikleri günahların karşılığı olarak âhirette cehennemi hak edeler. Cehennemi hak etmek kolay olmasa gerek. Çok çalışmak gerekiyor, çoook…

Halk olarak onların hakkını teslim etmeliyiz. Doğrusunu söylemek gerekirse, görevlerini yerine layıkıyla yerine getiriyorlar. Dünyayı karıştırıyorlar... Ortalığı bulandırıyorlar... Her türlü mel’aneti işliyorlar... Yani, varlıklarının gereğini yerine getiriyorlar… Fitne, fesat, anarşi, terör, kriz vesaire tohumlarını ekiyorlar…

Ekiyorlar ama, iyi bilsinler ki;

Dünya hayatı âhiretin tarlasıdır…

Âhirette dünyada ektiklerini biçecekler…

*

Anadolulu halkımız bekliyor…

Halkımın arasında günlerce dolaştıktan sonra, mutat ve rutin çalışmalarıma döndüğümde, ‘yazılası’ nice konu ile baş başa kaldığımı gördüm; gördüm görmesine de, haydi, yazabilirsen yaz bakalım! Yazmak ne mümkün! Akılları sıra gündemi onlar belirliyorlar ya, biz de güya onlara uyar olduk; oysa, onlara uymuyoruz. O zavallılar güruhu halkın yani Hakk’ın gücünü bilmiyorlar, bilemezler, bilmeleri mümkün değil. Biz ‘halk’ olarak her ahvâl ve şeraitte yine diyeceğimizi der, yapacağımızı yapar, yazacağımızı yazarız. Geçmişte öyle yaptıysak, bugün ve yarın da aynı şeyi yapacağız demektir. Mesela, son vesileyle “Adil Düzen”i anlattık…

Bu genel tesbiti yaptıktan sonra diyoruz ki:

-Bir yerlerden düğmeye basılmış bir şekilde birileri halkımıza karşı harekete geçip ‘hazırlanan senaryo’ gereği yapacağını yaparken;

-Halkımız sabır, sebat, şükür, esbaba tevessül, tevekkül ve intizar vasıflarına sığınarak gücünü pek belli etmeden gösteriyor ve bekliyor…

-Halkımız, sokakları aşındırmadan, yaygara yapmadan, vakur bir şekilde bekliyor, gücüne güveniyor ve bir gün sıranın kendisine geleceğini çok iyi biliyor…

-Hakk’ın yeryüzündeki halifesi olan halkımız, sırtını dayadığı gücün her şeye hakim olduğunu bilerek, kendinden emin bir şekilde hazırlıklarını yapıyor ve bekliyor…

-Türkiye, Türk halkı, halkımız, o hayran olunası sabırlı ve vakur Anadolulu halkımız bekliyor…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Kriz” yerine “provokasyon” - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.05.2006

Bazı ekonomi yazarlarının yazılarının sadece başlıklarını okuyor ve acaba ‘kriz mi geliyor’ ya da ‘kriz geldi mi’ diye düşünmeye başlıyorsunuz...

-“Ekonomide kriz mi var?” M. Ali Yıldırımtürk, 15.05.2006

-“Tekrar bir kriz mi yaşanacak?” Hüseyin Sümer, 16.05.2006

-“Krize mi sürükleniyoruz?” Kadir Dikbaş, 19.05.2006

Türkiye ve Türk milleti ‘krizlere’ karşı artık bağışıklık kazanmış durumda. Asgari şartlarda yaşamaya alıştı artık. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye 15 (onbeş) ‘kriz’ yaşadı ama halkımız yine de bana mısın demedi, hâlâ da demiyor... Halkımız dimdik ayakta!..

İşte, 19 Mayıs tarihli Zaman gazetesinin dokuzuncu sayfasının üs tarafında Kadir Dikbaş Krize mi sürükleniyoruz?” derken; aynı sayfanın altındaki yazısının daha başlığında Doç Dr. İbrahim Öztürk ne dese beğenirsiniz:

“Kriz denemesi ekonomide tutmadı, sırada başka provokasyonlar var!”

*

Kriz lobisine sert çıktı!

“Kriz” böylesine gümbür gümbür geliyorum derken, delikanlı başbakanımız boş durur mu; durmaz… Söz konusu yazarların yazı yazdığı gazetenin 17 Mayıs 2006 Çarşamba günkü nüshasının ‘ekonomi’ 10. sayfasındaki haberin başlığı aynen şöyle: “Kriz lobisine sert çıktı!”

Başlık böyle olunca, siz haberin devamını da merak etmişsinizdir:

Piyasalarda son bir haftadır yaşanan dalgalanma ve hareketlilikten dolayı ortaya atılan Kriz geliyor?’ iddiaları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gündemindeydi. AK Parti Meclis Grubu’nda kriz lobisine sert çıkan Erdoğan, döviz ve faiz piyasaları ile Borsa’da yaşanan iniş çıkışların doğal olduğunu belirterek, “Dalgalı kur rejiminde devalüasyondan bahsetmek, en hafif tabiriyle cehalettir. Yok eğer cehaletten kaynaklanmıyorsa, o zaman bulanık suda balık avlama hesabında olanlar var.” dedi. Piyasalarda yaşanan hareketliliğe rağmen hükümetin ekonomik programını devam ettirdiğini vurgulayan Erdoğan, “Herkes rahat olsun. Endişeye gerek yok.” ifadesini kullandı. Merkez Bankası ve Hazine’nin piyasalardaki gelişmeleri soğukkanlı biçimde izlediğini dile getiren Erdoğan, “Türkiye'de dalgalı kur rejimi hakimdir. Sabit kur artık geride kaldı. Dalgalı kur rejiminde de bu tür hareketlilikler, inişler, çıkışlar, gelgitler tamamen doğaldır.” diye konuştu...

Böyle diyen Sayın Başbakan;

-Elbette ‘devalüasyon’ söylentileri çıkarılmasına da tepki göstermeyi ihmal etmemiş…

-Ekonomi piyasalarındaki hareketliliği tek bir sebebe bağlanmasının da doğru olmadığını savunmuş…

-Nisanda ‘yüksek çıkan enflasyon’un piyasaları kısmi oranda olumsuz etkilediğini de kabul etmiş…

-Hükümetin temel önceliğinin ise ‘enflasyon hedefine ulaşmak’ olarak açıklamış ve demiş ki:

-“Enflasyon karşısında elde ettiğimiz kazanımlardan vazgeçmeyiz.”

-Petrol fiyatlarındaki yükselişin cari açık hedefini yukarı doğru revize etmelerine sebep olduğuna işaret eden Başbakan’a göre; turizm gelirleri toparlanmış...

Eh, artık yaz geldi, turistler gelir, döviz getirir, ekonomimiz kurtulur…

Siz de benim gibi peşin parayı görünce gülüyorsunuz, değil mi?!.

Ne yapalım, elden ne gelir; nasılsak, öyle idare olunuyoruz!..

*

Ekonomide ‘kriz’ tutmadı, ama ‘provokasyon’ var!

Türkiye’de zaman zaman ortaya çıkan ‘gizli bir el’ derhal düğmeye basıyor ve hep bildik oyunu oynamaya başlıyor… Oyun oynanmaya başlayınca da ‘ülkenin gündemi’ bir anda değişiyor... Gündem değişince de bizim ana konumuz olan ‘ekonomi’ ister istemez ikinci plana sürükleniyor… Bu arada güya ülkemizi yönettiklerini iddia edenlerin ağız dalaşından öte gitmeyen günlük tartışmaları manşetlere taşınıyor...

Oysa, bugünlerde ekonomiden, istikrardan, kalkınmadan, adaletten ve ülkemizin en iyi nasıl yönetilmesi gerektiğinden söz edecektik… Ama karşımıza yine ve de yepyeni bir ‘28 Şubat senaryosu’ sunuluyor... Son günlerde suni olarak oluşturulup ortaya konan gerilimin hedefi ise doğrudan doğruya milletimizin istikbali, huzuru, geleceği ve diyebiliriz ki her şeyi... Kriz tutmayınca, devreye derhal provokasyon sürüldü…

Evet, sözü uzatmaya gerek yok, ‘provokasyon’ var ve bu arada kral da çıplak!

Yarın, bu yeni gerilim ve provokasyon üzerinde duracağız, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Kriz” yerine “provokasyon” - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Evet, olanlar oldu ve 17 Mayıs 2006 Çarşamba günü ‘genç bir avukat’ elini kolunu sallaya sallaya Danıştay’a silahla girdi!..

Sadece girmekle kalmadı, 2. Daire Toplantısı’nın tam ortasına dalıp ateş etti ve içeridekilerden biri hariç beş kişiyi yaraladı…

Maalesef, hastaneye kaldırılan Danıştay 2. Daire Üyesi Mustafa Yücel Özbilgin kurtarılamayarak vefat etti ve ardından ‘malum cenaze provokasyonları’ yapıldı...

CHP yani Deniz Baykal, Batı uzantısı medya, malum yorumcular, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve bunlara katılan diğerleri, her zamanki gibi fırsatı ganimet bilip ‘irtica yaygaraları’ koparmaya başladılar veya en azından bunun ‘irticanın bir işi’ olduğunu ima ettiler!..

Daha önce başını örtmeyen bir kadın öğretmen, sokakta başını örtüyor diye müdürlük görevinden alınmış ve açtığı dava Danıştay’daki işte bu 2. Daire tarafından reddedilmişti…

Olay halkın her türlü kesimlerini kapsayacak şekilde reaksiyonla karşılanmış, iktidar partisinin mensupları da bunun bir ‘provokasyon’ olduğunu iddia etmişlerdir…

Dün ele aldığım ‘ekonomide kriz’ denemelerinin ardından, ‘ekonomide kriz senaryoları’ tutmayınca; işte yukarıda kısaca özetlediğim ‘Danıştay provokasyonu’ gerçekleştirildi…

*

Olayların “Adil Düzen”e göre tahlili

Evet; olanlar oldu, yapanlar yapacaklarını yaptılar, olayın “provokasyon” olduğu anlaşıldı…

Şimdi soğukkanlı bir şekilde “Adil Düzen”e göre olayları tahlil edelim.

BİRİNCİSİ: İktidarın yetkisini kullanan makamlar ne kadar zulüm yaparlarsa yapsınlar, onlara karşı gelmek ne hukuken, ne de dinen caiz değildir.

Her kendini haklı gören kimse ihkak-ı hakka (yani kendi hakkını kendisi almaya) kalkışırsa, artık o ülkede hep fitne olur ve ortada ‘devlet’ ya da ‘devlet otoritesi’ diye bir şey kalmaz.

Herkes ihkak-ı hakka kalkışırsa, kendilerini haklı görmeyenler de görenler gibi istedikleri hareketleri haklı gösterebilirler. Bu sebepledir ki bütün din ve hukuk sistemlerinde ‘mahkeme kararı’ olmadan kimsenin ihkak-ı hakka kalkışma yetkisi yoktur.

Zulme uğrayan için şeriatın yani hukukun ortaya koyduğu hüküm, o ülkeyi terk edip gitmektir. Bunu kabul etmeyip bizzat ihkak-ı hakka kalkışanlar dinen kâfirdirler ve hukuken de en ağır cezaya çarptırılırlar. Bunun tek istisnası vardır, o da nefsi müdafaadır.

İKİNCİSİ: Bu şekilde kişiye değil de, ‘kamu yetkisine karşı’ suç işleyenin cezası ‘idam’ olmalıdır. Kişiye karşı işlenirse, katil kısasa mahkum edilir, maktulün yakınları tarafında af edilirse cezası diyete dönüşür.

Ama -tekrar ediyorum- suçu kamuya karşı suç işlerse, cezası kesinlikle ‘idam’dır ve bu idam cezasına karşı hiç kimse onu affedemez. Fiili işlemeden önce akıl hastalığına karar verilmemişse, fiil işlendikten sonra akıl hastalığı sabit olsa bile, geçersiz olup katil kişi mutlaka öldürülür.

Bu arada mağdur olanların diyetleri kamu tarafından ödenir.

Muhakemesi -günümüzde olduğu gibi uzatılmayıp- en geç bir hafta içinde biter ve Danıştay’ın yani katil fiilini işlediği binanın önünde asılır. Asıldıktan sonra da âleme ibret olsun diye en az bir gün teşhir edilir.

İşte görüyorsunuz, idam’ cezasını kaldırırsanız, bu tür olayları önleyemezsiniz.

ÜÇÜNCÜSÜ: Yargı karar verip infaz gerçekleşmeden önce de kimse ‘beyanda bulunmaz’, bulunamaz. Oysa, devlet ricali ayağa kalkmış, beyan üstüne beyanlar verilmiştir!..

-Bu beyanlar anayasaya aykırıdır, devlet yetkilileri suç işlemişlerdir.

-Sadece normal bir ölüm imiş gibi taziyede bulunulabilir.

Devletin bütün üst kademeleri hukuka uymayıp suç işlerse, o zaman herhangi bir avukatın da suç işleme mazereti doğabilir.

Bazen olay o kadar büyük olur ki, halkın fiilen cephe alması istenir. O zaman artık ‘hukuk’ askıya alınır ve halkın cephede yer alması istenir. Bu uygulama elbette ‘hukuk düzeni’nde olmaz, ‘askeri düzen’de olur; ‘sıkıyönetim’ ilan edilir ve sıkıyönetim komutanının talimatı ile yapılır.

Anayasalardaki ‘sıkıyönetim maddesi’ işte bundan dolayı konmuştur.

DÖRDÜNCÜSÜ: Diğer taraftan basın-yayın yani tüm ‘medya’ da bu provokasyon ateşine körükle gitmiş, su yerine benzin dökmüştür. Bu fiili yapan veya özellikle yaptıran kimselerin ana gayesi de zaten budur.

-Peki, bunların ana gayeleri nedir?

-Gayeleri ‘devlet kurumlarını’ birbirine çatıştırmak, halkta heyecan ve galeyan yaratıp topluluğu suç işlemeye itip devleti yıkmaktır. Bu hedeflerine doğru maalesef mesafe katetmişlerdir. Bu sebepledir ki, bu tür hallerde basın-yayın/medya sadece resmi beyanları yayınlar, asla yorumda bulunmaz, muhakeme safahatı sonuçlanmadan halka fazla bilgi de vermezler. Ama günümüzde bunun tam tersi yapılıyor…

Yarın da ‘ilmî tahlillerimize’ devam edeceğiz…

Allah ülkemizi, devletimizi ve milletimizi korusun…

 

 

***

 

 

 

 

 

“Kriz” yerine “provokasyon” - 3

REŞAT NURİ EROL

“Yargı kararı” sonuçlanıp infaz tamamlandıktan ve halkın heyecanı da yatıştıktan sonra, artık konular serbestçe tartışılır ve mahkeme kararları doğrultusunda lânetler yapılabilir...

-Hattâ, kararın yanlış olduğu da söylenip yazılabilir.

-Aleyhte konuşamadığınız zaman, lehte konuşmak da abestir.

-Bu dava bugünkü şartlarda maalesef nasılsa yıllarca sürecektir.

-O zamana kadar susmamız, devletimizin yıkılmasını beklemek demektir.

İşte bu gibi önemli sebeplerden dolayı biz olay üzerinde bir şey söylemeyeceğiz.

Ancak “Adil Düzen” çalışmaları çerçevesinde ilmî tahliller yapmak durumundayız.

Çünkü Adil Düzencilerin iktidar olduklarında ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilmeleri gerekir.

*

İlmî tahliller yapmak zorundayız

BİRİNCİSİ: Yargı değil, yargıçlar saygın, etkin, yansız ve bağımsız hâle getirilmelidir.

Saygın demek; herkes onların kararlarının adil olacağından emin olmalıdır.

Etkin demek; herkes onların kararlarından etkilenmeli ve korkmalıdır.

Bağımsız demek; yargıçları ordudan, üst kademe bürokratlardan, siyasetten, basından, sermayeden, mafyadan korkmayacak bir hâle getirmek demektir.

Yansız demek; bizzat kendilerinin de taraf tutmamaları gerekir demektir.

Yargıyı ve yargıçları bu hâle getirmediğimiz zaman, yargı ne kadar ‘adil’ olursa olsun, halk onları ‘zalim’ görecek ve bu tür menfur olaylar cereyan edecektir.

Bunun için ‘yerinden yönetim’de ‘hakemler sistemi’ni getirmemiz gerekir. Başka çıkar yol yoktur.

“Hakemler sistemi” demek, hakemleri tarafların seçmesi ve baş hakemi de hakemlerin seçmesidir.

“Yerinden yönetim” demek, bidayet mahkeme kararlarının kesin olması ve merkezî yüksek mahkemelerin kaldırılması demektir.

Mahkeme kararlarına yine hakemlerden oluşan başka mahkemelerde itiraz edilebilmelidir.

Hakemler de muhakeme edilmelidir. İlk karar kesin olmalıdır.

İKİNCİSİ: Mağdur olanların maddî kayıpları mutlaka giderilmedir. Faili meçhul cinayetlerde bile kamu bu kayıpları karşılamalıdır. Ama cezalandırma mutlaka kesin ispatlara dayanmalıdır.

Kesin sabit olan fillere acımasızca en ağır cezalar verilmelidir.

Affedilmez idam cezaları, yargıçların kararı ile verilebilmektedir. Kısas, cinayetlerin temel cezası olmalıdır. Cinayetten sonra, eğer fail belli ise bir hafta içinde cezası infaz edilmelidir, değilse hemen diyete dönüştürülmelidir. Cezalar kesinlikle caydırıcı olmalıdır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Devlet sadece dış savunmayı yüklenmeli, altyapı hizmetlerini vermeli, para ve kredi işleri ile uğraşmalıdır.

İller iç güvenliği sağlamalı, soruşturma gibi genel hizmetleri vermelidir.

“Hukuk düzeni” ise “bucaklar”da ‘doğrudan demokrasi’ içinde yürütülmelidir. Ceza kanunları dahil kamu hukukunu her bucak kendisi düzenlemelidir. Kararları ‘ilçedeki hakemler’ vermeli, ama bucakta ve bucak hukukuna göre vermelidir.

Hakemlerin kararlarına uymayanları il jandarması tenkil eder.

DÖRDÜNCÜSÜ: Soruşturma dört kademede yapılmalıdır. a) Birinci kademe dışarıda soruşturmadır. Sanık ve tanıklara bizzat gidip onlardan yerlerinde “şifahi sorular sorma” şeklindedir. b) İkinci kademede “yazılar yazılır ve yazılı cevaplar alınır”. Soruşturmacılar sorunu çözmüşse, onların şehadetleri ile suçlu mahkum edilir. c) Üçüncü kademede bucak başkanın izni ile “duruşmalı soruşturma” yapılabilir. d) Gerekiyorsa, “Karakol soruşturması”na ise “hakemler” karar verir. Karakol soruşturmasında işkence caizdir, ancak sorguya çekilen itiraf etsin-etmesin, yapılan işkencenin diyeti ödenir.

*

Yargı sistemimizde eksiklik var ki…

Demek ki; önce yürürlükte olan mevzuata göre gerekenleri yapmalıyız... Mevzuatı çiğnememeliyiz... Mahkemeye etki eden beyanlar vermemeliyiz... Sıkıyönetimi ilan etmemişsek, işkence yapmamalıyız...

Ama sonra dönüp ‘yargı sistemimizde bir eksiklik var ki bu cinayetler işleniyor’ deyip sistemimizi irdelemeli ve gerekli değişiklikleri yapmalıyız...

Bir örnek vereyim: Bugün yüksek yargıyı denetleyen bir mekanizma yoktur. Türkiye ‘hukuk devleti’dir. Kanunlara uyarak davranmalıyız. Hakimler de kanunlara uymak zorundadırlar. Ama hakimler için kanunlara uymadıkları takdirde müeyyidesi yoktur; olmayınca da onları ibra edecek makam yoktur demektir. Başkanların işleri bu durumda hükümetleri azarlamaya dönüşebilir!..

Oysa, “Adil Düzen”de her zaman yargıçlara karşı hakemlere gidilebilir. Kanunlara aykırı hükümlerde onlar mahkum edilebilir. O hakemlere karşı da hakemlere gidilebilir. Dolayısıyla, yargıya karşı da yargı denetimi dışında bir kuruluş kalmaz.

Allah’a, bu tür menfur olaylardan milletimizi uzak tutması için dua ediyoruz...

 

 

***

 

 

 

 

 

Vay onların hâline! - 1

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.05.2006

“Vay hâline o kimselerin ki Kitab’ı elleriyle yazarlar!..

Ellerinin yazdıklarından ötürü vay hâline onların!..

Yine kazandıklarından dolayı vay hâline onların!”

[Kur’an, Bakara, 2/79]

‘Veyl’ vardır, ‘vâveylâ’ vardır, ‘âh vâh’ vardır, ‘yaygara’ vardır; ya da bunların hepsi vardır…

Bugünlerde ülkemizde bunların hepsi birden vardır…

Kişi olarak parmağınız bir yerde sıkışsa yüksek sesle bağırmaya, feryad etmeye başlarsınız...

Bir topluluğa da bir âfet, bir kriz, bir manipülasyon, bir provokasyon gelince, o toplulukta yaşayanlar âhu figana, ağlamaya, sızlanmaya ve bağırmaya başlarlar. Buna ‘vaveylâ’ denir.

Kur’an buna ‘veyl’ diyor ve ilginçtir, yukarıda hatırlattığım âyette bu ‘veyl’ kelimesini tam üç defa tekrar ediyor. Veyl ne demektir? Veyl, vâh demektir, âh vâhtır, vâveylâdır, vay hâline demektir.

Bir topluluğun, bir ülkenin bu hâle düşmesi veyldir/vâveylâdır.

İşte “kitabî düzen” yerine “gelenek düzeni” ile yaşayanların akıbetleri veyldir.

İşte “Adil Düzen” yerine “Zalim Düzen” içinde yaşayanların durumu veyldir/vâveylâdır...

Sadece ülkemizin, sadece Türkiye’nin değil, bugünkü bütün insanlığın, bütün dünya ülkelerinin içinde bulunduğu zulüm, fitne, fesat ve savaşların ana kaynağı da işte budur.

*

“Adil Düzen” insanlığı kurtaracaktır

Kabile toplulukları küçüktür ve orada yaşayanlar birbirlerini tanıyan kimselerden oluşur, bundan dolayı da orada yaşayanları yönetmek için “şifahi gelenekler” yeterli olur.

Ama artık milyonların, hattâ milyarların birlikte yaşamak zorunda olduğu bugünkü kalabalık dünyamızda ancak “yazılı kurallar” bu kadar büyük toplulukları yönetebilir.

Bu yazılı kurallara sahip olmayan topluluklar anarşi ve zulüm içine, fitne ve baskı içine düşerler...

Bugünkü insanlık, bugünkü dünya, günümüzdeki ‘Dünya Düzeni’ işte bu durumdadır.

“Adil Düzen” insanlığı ‘cahiliye yönetimi’nden çıkarıp ‘kitabî yani kanuni yönetim’e sokacaktır. Böyle bir düzene ulaşan topluluklar yaşayacak, diğerleri silinip tarih olacaklardır…

Basit bir işletmeyi, küçük bir şirketi çalıştırıp yönetirken bile bu yazıların, sözleşmelerin, anlaşmaların yani ‘yazılı kuralların’ ne derece önemli olduğunu hepimiz görüyoruz.

Muhasebenin, yazmanın, kaydetmenin, sözleşme yapmanın özelliği, orada zannın bulunmaması, rakamların ve yazılanların kesin olmasıdır. Bilgisayarlar da sayısaldır, sayılardan oluşur. Teknikte de araçlar sayısala, adediyeye geçmektedir. Nitekim dijital haberleşmede parazit olmaz.

Bu girizgâhtan sonra, şimdi asıl meselemize ve ne demek istediğime gelelim.

*

Avrupa’dan kanunlar dayatılıyor…

Sözleşmelerini ve anlaşmalarını dayatarak yaptıranların, kanunları Avrupa’dan aktararak zorla insanlara dayatıp kanunlaştıranların vay hâline; vay onların hâline!..

Kanunları, ülkenin kanunlarını başka uluslardan tercüme edip onları dayatarak anlamadan ve okumadan ulusa kabul ettirenlerin vay hâline; vay onların hâline!..

Avrupa’dan anlamadan ve okumadan aktarılan kanunlar için bunlar söylenebilmektedir.

Halkın okuyup anlamadığı çeşitli ve çelişkili kanunları bir ülkeye dikte ettiğiniz zaman, bunun tek faydası, o kanunları istismar eden kimselerin onlardan yararlanarak kendi çıkarlarını sağlamaya çalışmalarıdır. Bu da vatandaşlara zulüm olur, işkence olur, anarşi olur, terör olur…

Bunun sonucu olarak o topluluk vaveylayı basar; vay onların hâline!..

Cumhuriyetin ilk yıllarında böyle tercüme edilen kanunlar uygulanırken bürokratlar siyasilerin zulmüne araç edilmiştir. Ama onlar hiç olmazsa o kanunları anlayarak ve kavrayarak tercüme ettiler...

Şimdi dayatma ile yapılanlarda ise kanunlar tercüme edenler tarafından da anlaşılmadan güya tercüme ediliyor! Batılıların bir ülkeyi sadece yıkmak için hazırladıkları bu taslaklar Türkiye’de zorla kanun hâline getiriliyor. Önce ‘Sizi Avrupa Birliği’ne alacağız.’ diyorlar… Sonra Danıştay’da bir hakimi öldürtüyorlar… Devlet olaylara müdahale edince de, ‘Siz insan haklarını çiğniyorsunuz!’ diye almıyorlar!..

Böylece Türkiye’yi ve Türkleri yalancı bir hayalin peşinde koşturup koşturup helâk ediyorlar...

Güçleri ile ve zorla dayatarak kanunlar yapıyorlar, sonra da; ‘Bunlar millî irade ile oluşan kanunlardır, Meclis’in çıkardığı kanunlardır, milletvekillerinin yaptığı kanunlardır!’ diyorlar!.. Vekillere dayatarak ve sadece parmak kaldırtarak kanunlar yaptırıyorlar.

Anayasalarda ‘yasama’ ile ‘yürütme’nin ayrıldığı yazılıdır. Ama bir hile ile yasama yürütmenin emrine verilmiş, yürütme de seçilmiş olmayanların ve dış sermayenin emrinde olanların dümenine sokulmuş; ondan sonra da utanıp sıkılmadan padişahları kötüleyip cumhuriyeti ve demokrasiyi getirdiklerini söylemektedirler; hangi demokrasi?!.

İşte bunlara ‘veyl’ vardır; vay onların hâline!..

 

 

***

 

 

 

 

 

Vay onların hâline! - 2

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

31.05.2006

Daha yakın zamanlarda Nazistler, Faşistler, Komünistler, Leninistler, Maocular neler yaptılar?!.

Yaptılar da ne oldu?

Akıbetleri veyl olmadı mı; vay onların hâline!..

Şimdi İsrail’de veyl/vaveyla yok mudur?.. Vay onların hâline!..

Bugünkü Irak’ta veyl/vaveyla yok mudur? Vay onların hâline!..

Ülkemizde de ‘veyl/vaveyla’ vardır ama henüz oraların seviyesine erişmemiştir.

İnsanlar “Adil Düzen”i benimserlerse bu veyl ve vaveyladan kurtulacaklardır.

Bu vesileyle bir kere daha kısaca da olsa hatırlatalım ve hep birlikte hatırlayalım.

“Adil Düzen” nedir?

1. “Adil Düzen” her şeyden önce “yerinden yönetim”dir.

2. Sonra, “Adil Düzen” “içtihat ve icma sistemi”dir, “istişare sistemi”dir.

3. En önemlisi, “Adil Düzen” “hakemlik sistemi”dir, “adaleti sağlayan sistem”dir.

4. “Adil Düzen”de sahtekârlık yoktur, yolsuzluk yoktur, hırsızlık yoktur, hortumculuk yoktur…

Güç kullanarak kanunlar çıkaracaksınız, ondan sonra da‘bunu ulusun iradesi yaptı’ diyeceksiniz!..

İşte veylin/vaveylanın kaynağı budur; bu kandırmaca ve aldatmacadır; bunları yapanların vay hâline!..

“Adil Düzen” işte bu dayatmaya karşı oluşturulan güçtür.

Şimdilik bu güç zayıf görünüyor ama haklı olduğu için mutlaka galip gelecektir. Çünkü Kâinatı var eden Allah’tan daha güçlü kimse yoktur ve O’nun halifesi olan ulustan daha güçlü güç de yoktur.

Er veya geç, ama bir gün mutlaka halkımız kendi kanunlarını kendileri yapmaya başlayacaktır.

Bunun aksini yapanlara ise sadece ‘veyl/vaveyla’ vardır; vay onların hâline!..

*

O vaveylayı duyduk bile…

Avrupa Birliği’ne gireceğiz, zengin olacağız, işsizlik son bulacak, ekonomi düze çıkacak, adalet sağlanacak, başörtüsü zulmü son bulacak!..” diye böylesine millî iradeye dayanmayan kanunlar çıkarılıyor.

Bunu yapanlara ‘veyl/vaveyla’ vardır; vay onların hâline!..

Cumhuriyet’in ilk döneminde çıkarılan kanunlarda böyle çıkar hesapları yoktu. O dönemde, gelişen dünyada yaşamamız için mevcut kanunlarımız yoktu, olanlar da yetersizdi.

İşte bu eksiklik sebebiyle geçici olarak onların kanunlarını tercüme ederek aktarmak ve uygulamak zorunda idik. Zaten benzer kanunların aktarılmasına Osmanlıların son zamanında başlanmıştı.

Sonra, o kanunlar bilerek ve anlayarak aktarıldı. Ülkemizi savunma zorunluluğundan aktarıldı. Savunma anlarında zaruret vardır. Zorunlu ve zaruri hallerde şeriat dışına çıkılabilir.

Oysa Avrupa Birliği’ne girme savunma amaçlı değil, çıkar amaçlıdır. Üç-beş kuruş gelecektir diye millî hakimiyeti satmaktır. İşte bu küçük çıkar hesaplarıyla bunu yapanlara yani bunlara ‘veyl/vaveyla’ vardır; vay onların hâline!..

Nitekim Danıştay’da öldürülen merhum üyenin cenazesinde bu vaveylayı duyduk bile…

Küçük çıkarlar için binlerce yıldır ulusumuzun yaptığı nice istiklâl mücadelelerimiz ayaklar altına alındıktan sonra rahat edeceklerini sanıyorlarsa, yanılıyorlar; vay onların hâline!..

*

Adalet zulme galip gelecektir

İsrail devleti de böyle bir dayatma ile oluşturuldu, şimdi kan kusuyor…

Eskiden Müslüman memleketlerde Yahudilerin bir itibarı vardı, halk onları sevmese de sempati duyardı. Şimdi Müslümanlar tüm Yahudilere düşman edildi. Yahudilere karşı Hıristiyanlar arasında var olan tarihi kin şimdi Müslümanlar arasında başladı. Dünyayı birbirine düşürüp beş yüz yıldır savaştırırken, şimdi bütün dünya onlara düşman olmuştur. Çinliler ve Hintliler de onların yanında yer almıyorlar. Rusya Devlet Başkanı Putin bile Müslümanlara yanaşmakta ve İslâm Konferansı Örgütü üyesi olmak istemektedir.

Dünya zalim sermayeye karşı örgütleniyor...

Onların yanında yer alanlar da yakında onlarla beraber boğulup gideceklerdir.

Tarihte hiçbir zaman ‘zulüm’ galip gelmemiş, hep ‘adalet’ zulme karşı galip gelmiştir.

Zulüm galip gelseydi zaten bugün insanlık olmazdı.

Canlılar arasında birbirlerini yok etme savaşı vardır. Yaşlananları ve hastaları günü gelince mikroplar ortadan kaldırırlar, ama onları ortadan kaldıran mikropların kendileri de sonunda onlarla beraber yok olurlar. Mikroplar dışındaki diğer canlılar hep savaşı kazanmışlardır.

Bugün yeryüzünü dolduran kişiler ve hayvanlar işte o muzaffer canlıların nesilleridir.

İnsanlık içinde böyle mikroplar hep var olmuş, görevli olarak bozulmuş ve yaşlanmış toplulukları ortadan kaldırmışlar ama, sonunda kendileri de o yok olması gereken topluluklarla birlikte yok olmuşlardır…

Oysa insanlık ve uygarlık gelişerek bugünkü hâle gelmiştir.

 

 

***

 

 

 

 

 

Vay onların hâline! - 3

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

Avrupa Birliği’ne gireceğiz ve; bu sayede bütün sorunlarımız çözülecek, ekonomimiz düze çıkacak, işsizlik son bulacak, iç ve dış borçlarımız ödenecek, cari açık ile birlikte bütçe açıkları da kapanacak, demokrasimiz rayına oturacak, bu arada başörtüsü meselesi de çözüme kavuşacak!..

-IMF’nin, Dünya Bankası’nın boyunduruğuna girdik de ne oldu?!.

-Yukarıda sayılan sorunları çözüme kavuşturabildik mi?..

Düşmandan medet umanlara sadece ‘veyl/vaveyla’ vardır; vay onların hâline!..

Birkaç kuruşluk menfaat veya sözde lâiklik için ‘başörtüsü düşmanlığı’ çığlıkları atanlar, sadece bu zulümlere maruz kalanları uyandırma bakımından işe yarayacaktır. Ama lâikliği ters çevirip tam aksini savunanlar birer zavallıdır, ‘veyl/vaveyla’ vardır onlara; vay onların hâline!..

İnsanların zorla başlarını örtmeleri lâikliğe aykırıdır. Bu bakımdan bunu yapan ülkelerde lâiklik yoktur. Ama zorla baş açtırmak da lâikliğe aykırıdır. Türkiye’de ve Fransa’da bu yapılmak isteniyor. Bu da lâikliğe aykırıdır. Bunu herkes biliyor. Buna rağmen ‘başını açmayanların haklarını istemeleri lâikliğe aykırıdır’ diye beyanlarda bulunmak sahtekârlıktır. Gerçek lâikliğe tam aykırı bir iddiadır. Onlar kelimelerini mevzilerinden değiştiriyorlar. Bunu yaparak birkaç kuruşluk çıkar veya dünya makamı elde etmeye uğraşıyorlar...

Kur’an ‘onlara veyl/vaveyla vardır’ diyor; vay onların hâline!..

*

Dayatanlara ‘veyl’ vardır, çünkü…

“Adil Düzen”e göre; önce, “yerinden yönetim”lerde her bucak kendi kıyafetini kendileri belirlemelidir. Merkezî yönetimler kıyafetleri dayatmamalıdır. İkincisi, “Adil Düzen” bucaklarında müsbet ilmin söylediklerine uyulacaktır. Müsbet ilim çıplak gezmemizi istiyorsa çıplak dolaşırız, müsbet ilim çarşafla dolaşmamızı istiyorsa çarşafla dolaşırız, müsbet ilim hangi sınırları koyarsa bizim şeriatımız/hukukumuz odur. Buna karar verecek olan da, her zaman ve her yerde tarafların seçecekleri “birer hakem” ile hakemlerin seçeceği “baş hakem” olacaktır. Taraflar hakem kararlarını da her zaman hakemlere götürebileceklerdir.

Böyle dayatanlara, zorla kanunları çıkartanlara, baskı yapanlara ‘veyl/vaveyla’ vardır.

1. Türkiye’ye baskı yapan Avrupalılara veyl/vaveyla vardır…

2. Onların hepsine baskı yapan zalim sermayeye veyl/vaveyla vardır...

3. Türkiye’de baskılar yaparak kanun çıkartanlara da veyl/vaveyla vardır...

4. Güçleri ile yazanlara, yazılanlara, yazdıranlara ve diğerlerine de veyl vardır...

Gelecek olan veyl/vaveyla birçok taraftan olacaktır. Yazılanlar veyli içermektedir.

1) Çünkü yazılanlar yabancıdır, kan uyuşmazlığı vardır...

2) Merkezîdir, değişik şartlara uyumlu değildir...

3) Çoktur, öğrenilmesi mümkün değildir...

4) Çelişkilidir, aralarında uyum yoktur...

Zaten bu maksatla hazırlanmıştır, değişik ülkelerden aktarılmıştır. Bunun sonucunda topluluğu uçuruma götürmektedir. Âhu figanlar yükselmeye başlamıştır bile, vaveyla kopmuştur; vay onların hâline!..

*

Vay hâline o kimselerin ki…

Avrupa Birliği’ne girecekler, dinsizleşecekler, zinayı takdis edecekler de ne kazanacaklar?!.

1924’lerde lâiklik getirildi ama lâiklik dinsizlik olarak takdim edildiği için halk karşı geldi, halk yönetim ve yöneticilerden soğudu. Bu soğukluk o kadar sürdü ki, düşmanlık hâline dönüşmemesi ancak baskıcı kanunlarla sağlandı. Bu soğukluk yöneticiler ile ulus arasında hâlâ sürmektedir. Bu veyl/vaveyla’ değil midir? Daha sonra 1930’lara gelindiğinde işi daha ileri götürdüler. Başörtüsü, sakal, dans ve içki zorlaması ile inanmış kimseleri devlet yönetiminden uzaklaştırdılar. Kadroları hortumcular doldurdu, hâlâ temizleyemiyoruz. Bu onlara veyl/vaveyla’ olmadı mı? Daha sonra Köy Enstitülerini kurdular, solculuk başlarına bela oldu. Kaç defa onların yüzünden ordu devlet yönetimine el koydu. Bu onlara veyl/vaveyla’ değil midir? 28 Şubat bu millete nelere mâl oldu?!. Bu ‘veyl/vaveyla’ mevzuatın uygulanmamasından doğan ‘veyl’dir; vay onların hâline!..  

Uygulan[a]mayacak kanunlarla ülkeyi doldurursanız, kimse onlara uymaz, uyamaz; dolayısıyla bu sefer de hukuk dışına çıkmaktan doğan bir ‘veyl/vaveyla’ olur. Oysa, bize göre, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, kanunlar yürürlükte iken herkes onlara uymalıdır. Tamam, kötü kanunlar değiştirilmelidir ama, değiştirilmeden önce kimse onları savsaklamamalıdır. Ne var ki, kanunlara uymak bizim gibi saf vatandaşlara kalmıştır.

Ama siz sade vatandaşlar, siz Adil Düzenciler, bundan ve bu durumdan memnun olmalı, başarısızlığınızdan dolayı asla sıkıntı duymamalısınız. Çünkü vakti gelince mutlaka galip geleceksiniz.

Zalimler tarih boyunca hep böyle yapmışlar, ama ‘Hakkın, halkın ve adaletin gücü’ karşısında da hep mağlup olmuşlardır; yine mağlup olacaklardır… Mağlup olduklarında da; vay onların hâline!..

“Vay hâline o kimselerin ki Kitab’ı elleriyle yazarlar!..

Ellerinin yazdıklarından ötürü vay hâline onların!..

Yine kazandıklarından dolayı vay hâline onların!”

[Kur’an, Bakara, 2/79]

 

 

***

 

 

 

 

 


Milli Gazete 2006 Yazıları
1-2006 Ocak
1366 Okunma
2-2006 Şubat
1156 Okunma
3-2006 Mart
1239 Okunma
4-2006 Nisan
1186 Okunma
5-2006 Mayıs
1216 Okunma
6-2006 Haziran
1136 Okunma
7-2006 Temmuz
1456 Okunma
8-2006 Ağustos
1396 Okunma
9-2006 Eylül
1403 Okunma
10-2006 Ekim
1265 Okunma
11-2006 Kasım
1347 Okunma
12-2006 Aralık
1177 Okunma