Milli Gazete 2003-2004 Yazıları
Reşat Nuri Erol
2004 1.Baskı
1724 Okunma
2. Dosya

 

 

 

BALKANLAR’DA

İ S L Â M

25.07.2004

Balkanlar” uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Bu sebeple bu bölge İslâm’ın derin izlerini ve önemli oranda kültürel mirasını taşımaktadır.

Her ne kadar Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinden sonra İslâm’ın bu bölgedeki izlerinin ortadan kaldırılması için yoğun bir çaba harcandıysa da, bu tümüyle başarılamadı. Müslümanlar varlıklarını sürdürdü, hâlen de sürdürmeye devam ediyorlar.

Bütün dünyadaki dine dönüş hareketine paralel olarak, son dönemlerde İslâmiyet bölgede de yeniden yeşermeye, İslâmî bilinç yeniden kendini hissettirmeye başladı.

Özellikle Bosna ve Kosova Savaşları vesilesiyle Balkanlar’da başlayan İslâmî uyanış, savaş yıllarındaki hızını kısmen yitirse bile, istikrarlı bir şekilde devam ediyor…

Balkanlar”da ne kadar “Müslüman” olduğu ve bu Müslümanların etnik kimlikleri hakkında bazı özet bilgiler kısaca şöyledir.

 

Kosova

Kosova” resmiyette hâlâ Yeni Yugoslavya Federasyonu’na bağlı bir özerk bölge gibi görünmektedir. Ancak son çatışmalar sebebiyle NATO askerleri bölgede kontrolü ele aldıklarından Belgrat yönetiminin bölgede fazla bir etkinliği kalmadı. İki milyon nüfuslu “Kosova”da halkın yüzde doksana yakını Müslümandır. “Kosova Müslümanları”nın çoğunluğu Arnavut, bir kısmı da Türktür. Kosova halkı bölgede bağımsız bir devlet kurmak istiyor. Ancak henüz bölgede halkın iradesinin yönetime yansıdığı söylenemez.

 

Bosna-Hersek

5 milyon civarında bir nüfusa sahip olan “Bosna-Hersek”te halkın % 43'ü “Müslüman”dır. “Bosna-Hersek Müslümanları”nın büyük bir çoğunluğu “Boşnak”tır. Kendilerine “Bosnalılar” da denen Boşnaklar Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek'te yaşamıyor. Eski Yugoslavya’ya hakim olan komünist rejimden kaçan çok sayıda Bosnalı Müslüman dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan Bosnalıların ise % 86'sı “Bosna-Hersek”te, kalanı da Sırbistan’a bağlı “Sancak” bölgesinde olmak üzere, eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında bunlara “Müslüman” denirdi.

 

Arnavutluk

Müslümanların nüfus oranı itibariyle en yoğun olduğu Balkan ülkesi “Arnavutluk”tur. Dört milyon civarında bir nüfusa sahip olan bu ülkede nüfusun % 70’ini Müslümanlar oluşturmaktadır. Bu ülkede % 20 oranında Ortodoks Hıristiyan, % 10 oranında da Katolik Hıristiyan vardır. Müslüman nüfusun % 75 - 80'i Sünni, kalanı Bektaşi’dir. Arnavutluk ve Makedonya’da yaygın olan bu Bektaşiler komünist dönem öncesinde de aynı inanca sahiptiler. Arnavutlar, Arnavutluk dışında Makedonya ve Kosova başta olmak üzere, eski Yugoslavya cumhuriyetlerine ve dünyanın birçok ülkesine yayılmışlardır.

 

Makedonya

İki milyon üç yüz bin civarında nüfusa sahip olan “Makedonya”da Müslümanlar nüfusun % 50'den fazlasını oluşturmaktadırlar. Bu ülkedeki Müslümanların yaklaşık % 75'i Arnavut, % 13'ü Türk, kalanı da başta Makedon olmak üzere muhtelif etnik unsurlardandır. Arnavutluk’ta olduğu gibi Makedonya'daki Arnavut Müslümanlar arasında da az sayıda Bektaşi mevcuttur. Fakat çoğunluğu Sünni Müslümanlar oluşturmaktadır.

 

Yunanistan

Yunanistan’daki Müslümanlar”ın tamamına yakını “Batı Trakya”da yaşamaktadırlar ve sayıları 150 bine yakındır. Bunların büyük çoğunluğu Türk, bir kısmı da Pomak asıllıdır. Başkent Atina'da, Selanik’te ve daha başka Yunan şehirlerinde de az sayıda Müslüman vardır. Avrupa Topluluğu ülkeleri içinde Müslümanlara en çok baskı uygulayan ülke Yunanistan’dır. Yunanistan Batı Trakya’yı ele geçirdikten sonra sistemli bir asimilasyon politikası uygulayarak bu bölgedeki Müslümanların oranlarını düşürdü. Batı Trakya Müslümanlarının üç adet şer’i mahkemeleri vardır. Bu mahkemeler Müslümanların evlenme ve boşanma gibi özel durumlarıyla ilgilenmektedir. Bölgede Müslümanların kendi maddi imkânlarıyla ayakta tuttukları 292 okulları ve ibadete açık durumda 297 camileri bulunuyor. Müslümanların pek çok camisi de hükümet tarafından yıkılmış yahut kiliseye veya müzeye çevrilmiştir.

 

Bulgaristan

Sekiz milyona yakın bir nüfusa sahip olan bu ülkede halkın yaklaşık % 25'ini “Bulgaristan Müslümanları” oluşturuyor. Resmi istatistiklere göre 1 milyon 300 bin Müslüman var. Ama gayri resmi kaynaklara göre Müslümanların nüfusu 2 milyondan az değil. Müslümanların çoğunluğunu Türkler oluşturuyor. Bunların yanı sıra Pomak, Makedon, Tatar ve Çingene asıllı Müslümanlar da var. Bulgaristan’daki sosyalist rejimin çökmesi sebebiyle Müslümanlar üzerindeki resmi baskı ve zorla Bulgarlaştırma uygulamaları artık devam etmiyor. Dolayısıyla Müslümanlar genel hürriyetler yönünden geçmişe göre daha rahatlar. Ayrıca Müslümanlara kendi baş müftülerini kendilerinin seçmesi hakkı tanındığından dini hizmetlerin biraz daha rayına oturtulması için yoğun bir çaba olduğu dikkat çekiyor. Komünist rejimin hakim olduğu dönemde devlet Müslümanların başına genellikle dinle ilgisi olmayan kişileri baş müftü olarak tayin ediyordu.

 

Yeni Yugoslavya Federasyonu

Altı cumhuriyetten oluşan Eski Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasından sonra kurulan “Yeni Yugoslavya Federasyonu” “Sırbistan” ve “Karadağ” cumhuriyetleri ile “Voyvodina Özerk Bölgesi”ni içine almaktadır. Sırbistan’ın ve federasyonun başkenti olan Belgrat’ta yüz bin, “Sancak” bölgesinde üç yüz bin, Karadağ Cumhuriyeti’nde de yüz bin kadar Müslüman vardır. Sırpların hakimiyetindeki Yeni Yugoslavya Federasyonu Müslümanlara ağır bir baskı yapmaktadır. Özellikle “Sancak Müslümanları” sürekli bir gözetim ve baskı altında tutulmaktadırlar. Sancak Müslümanları, Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılarak Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne katılmak istiyorlar. Sancak Müslümanlarının haklarını savunmak amacıyla “Sancak Müslüman Millî Konseyi” adında bir konsey oluşturuldu.

 

BALKANLAR'DA MÜSLÜMANLAR

VE DEVLET YÖNETİMLERİ

Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere “Balkanlar”daki devletlerde dağınık halde çok sayıda Müslüman bulunmaktadır.

Bölgedeki devlet yönetimlerine büyük ölçüde Ortodoks inancı hakimdir. Her ne kadar Ortodoks inancı devlet sistemlerinin şekillenmesinde çok fazla etkili olmasa da, izlenen siyasetlerde genel anlamda büyük ölçüde etkisini göstermektedir. Bundan dolayı “Balkanlar”da adı konulmamış bir Ortodoks Birliği’nden söz etmek mümkündür. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk’ta yaşayan Hıristiyanların büyük çoğunluğu “Ortodoks”tur. Bu inanç birliği söz konusu ülkelerdeki yönetimleri de birbirine yaklaştırmaktadır. Aralarında her ne kadar bazı siyasi problemler olsa da, sahip oldukları ortak inanç sebebiyle zor zamanlarında birbirlerine yardımcı olabilmektedirler.

Arnavutluk’ta Fatos Nano liderliğindeki mevcut hükümet Yugoslavya ve Yunanistan’ın destekleriyle yönetimi ele geçirebilmiş Ortodoks destekli bir hükümet olduğundan Makedonya’daki Arnavut kökenli Müslümanların davalarına sahip çıkma cesareti gösteremiyor. Aynı Fatos Nano, Kosova meselesinde de mültecileri kabul etme ve yaralıların tedavisine fırsat verme dışında söze gelir bir etkinlik gösterememişti. Bu Ortodoks işbirliği daha önce Bosna-Hersek’te yaşanan savaş esnasında da kendini göstermişti.

Balkanlar’daki Ortodoks güçler Rusya’dan da destek almaktadır. Rusya’nın Kosova meselesinde hemen devreye girerek NATO’ya karşı asker göndermesi de bu yüzdendi.

Bu bilgilerden anlıyoruz ki Balkanlardaki Müslüman halklar devlet yönetimlerine hakim olan Ortodoks zihniyetinin kendi aralarında gerçekleştirdikleri ittifakın zulmüne uğramaktadırlar.

 

AMERİKA'NIN HESAPLARI

Balkanlar”daki Ortodoks ittifakı büyük ölçüde Avrupa Birliği ülkeleri tarafından da destekleniyor. Bunun belki en önemli sebebi Avrupa ülkelerinin Balkanlardaki Müslüman halkların İslâmî yönden bilinçlenmelerini ve hareketlenmelerini kendi açılarından olumsuz bir gelişme olarak görmeleridir. Bölgedeki Ortodoks ittifakıyla menfaat birliği de önemli bir etken olabilir. Ancak Amerika’nın bölgeyle ilgili çıkar hesapları bölgedeki Ortodoks ittifakının ve onlara destek veren Rusya’nın hesaplarıyla, bu arada Avrupa Birliği ülkelerinin hesaplarıyla çatışmaktadır. Bu yüzden ABD bölgeye siyasi yönden yerleşebilmek ve bölgeyle ilgili planlarını uygulamaya geçirebilmek için Arnavutlara sahip çıkıyor. Tabii bu destek Arnavut halkın mağduriyetinin önüne geçme amacına değil, bu halk vasıtasıyla bölgeyle ilgili hesapları yürütme amacına yönelik. Bununla birlikte yine de Arnavut halk söz konusu destek sebebiyle Amerika’ya bir sempati duymaktadır.

 

 

ÖNEMLİ VE İLGİNÇ BİLGİLER:

* BALKAN YARIMADASI: Akdeniz kıyısındaki yarımadaların en doğuda olanı. Adriyatik Denizi ile Karadeniz arasında, kuzeyde Sava ve Tuna ovalarıyla karaya bağlanır. Güneyde birçok ada ve yarımadayla Batı Akdeniz’i Doğu Akdeniz’den ayırır. Bölgede Karadeniz’e (Morava), Ege Denizi’ne (Vardar ve Meriç), İon Denizi’ne (Akheloos) ve Adriyatik Denizi’ne (Drina) dökülen nehirler ve ayrıca çok miktarda küçük akarsular vardır. “Balkan” adı, dağların yarımadadaki önemini açıklar. “Balkan Yarımadası” Türkiye’nin Avrupa kesimi ile Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Bosna-Hesek ve Hırvatistan’ı içine alır. Bu bölgede yaşayan 60 milyona yakın nüfusun ortak yanı, çok uzun bir dönemde Osmanlı yönetiminde huzur içinde yaşamış olmalarıdır. Kendilerinden önce yöredeki konuşulan dilleri ve varolan kültürleri kökünden yok etmeyi asla amaçlamayan halkların peş peşe yöreye gelmesi, yarımadada çeşitli etnik öbeklerin bulunmasını açıklamaktadır. Büyük devletler Avrupa, Akdeniz ve Asya arasında elverişli bir yerde bulunan yarımadanın stratejik noktalarını, çoğunlukla istikrarsız yapılı ve çokuluslu toplumların elinden almak istiyorlardı.

* BALKAN SAVAŞLARI: Türk-Sırp Savaşı (1876), Türk-Rus Savaşı (1877-1878), Sırp-Bulgar Savaşı (1885), Türk-Yunan Savaşı (1897), I. Balkan Savaşı (1912-1913), II. Balkan Savaşı (1913), I. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları ve II. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları.

* KOSOVA SAVAŞLARI: Osmanlı Türkleri ile birleşik Hıristiyan orduları arasında Kosova Ovası’nda yapılan iki meydan savaşının adı. I. Kosova Savaşı, 20 Haziran 1389. II. Kosova Savaşı, 17-19 Ekim 1448.

* KOSOVA: Kosova’daki Mitrovica şehrinin Türkçe adı.

* KOSOVA OVASI: Kosova’da, Mirtovica (Kosova) ile Urosevac şehirleri arasındaki, Osmanlılar döneminde iki meydan muharebesinin yapıldığı meşhur ova.

 

* Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: XV. yüzyıldan itibaren İslâmiyet Arnavutlar arasında yayılmaya başladı ve Arnavutlar arasında kısa sürede Türk dilini ve edebiyatını bilen aydın bir kesim yetişti. Bunlar ana dillerinde fakat Türk-İslâm edebiyatı etkisinde eserler verdiler ve Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da bu etkiyi yansıtan güçlü bir edebiyat oluştu. Arnavut şairler Türk halk edebiyatından da geniş şekilde etkilendiler. Arnavut halk edebiyatının atasözü, tekerleme, fıkra ve diğer yazılı metinlerinde de Türk etkisi görüldü. Bazı atasözleri özgün şekillerini koruyarak Arnavutça diline girdi. Nitekim “Eski tas eski hamam” ve “Selam verdim bela buldum” gibi atasözleri günümüzde de Türkçe olarak kullanılmaktadır. XV. yüzyıldan itibaren şehir görünümlerine ve yaşamaya egemen olan Türk tarzı çoğunlukla Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinden bilinmektedir.

* Türkler Arasında Arnavut Etkisi: Arnavutbiberi (Küçük ve kırmızı renkte çok acı bir biber türü). Arnavutciğeri (Koyun ya da kuzu ciğeri ile yapılan bir yemek türü.). Elbasan Tava (Arnavutluk’taki Elbasan şehrinin ismine izafeten yapılan bir yemek türü.). Arnavutkaldırımı (İrili ufaklı taşlarla döşenmiş yol.). Arnavutköy (İstanbul’da Beşiktaş ilçesine bağlı semt olup Boğaziçi’nin batı yakasında yer alır. Semt adını buraya yerleştirilen Arnavut göçmenlerden almıştır.

 

* “BALKAN” ya da “BALKANLIK”: Sazlık, bataklık. Genellikle orman ya da çalılıkla kaplı engebelere verilen ad. Ormanlarla kaplı dağlık yerler için de kullanılır. Bulgaristan’daki Balkan dağlarının adı da olan bu Türkçe sözcük, benzer koşullardaki engebeleri belirtmek için Bulgaristan Türkleri, göçmenleri ve Trakyalılar tarafından kullanılır.

* “BALKANLI”: Balkan halkından olan.

 

* CUMHURİYET DÖNEMİNDEKİ “BALKAN ANTLAŞMALARI”

* BALKAN ANTANTI (1930-1940): Türkiye’nin de katıldığı, Balkan devletleri arasındaki güvenlik ve işbirliği antlaşması (9 Şubat 1934). Türkiye ve Balkan devletleri arasında işbirliğini sağlamak amacıyla Türkiye, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulagaristan, Romanya ve Yunanistan’ın katıldığı bir konferans önce Atina’da (1930), sonra İstanbul (1931) ve Bükreş’te (1932) toplandı. 1933 yılında Selanik’te toplandı. Bazı ülkeler arasında sorunlar çıktı. Nihayet, ertesi yıl Atina’da yapılan konferansta Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya bir Balkan Birliği kurdular (9 Şubat 1934). “Balkan Antantı” diye anılan birliğin temel yapısı Ankara’daki görüşmelerde belirlendi (20 Ekim – 2 Kasım 1934), dört ülkenin dışişleri bakanlarından bir yönetim kurulu oluşturuldu ve her yıl dönüşümlü olarak bir ülkenin dışişleri bakanının yönetim kurulu başkanlığını üstlenmesi kararlaştırıldı. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticaret işlerine bakmak için her devletin beş üye ile temsil edileceği bir Danışma Kurulu da oluşturuldu. Temsilciler Belgrad (1936), Atina (1937), Ankara (1939) ve son defa Bükreş’te (1940) bir araya geldiler. II. Dünya Savaşı başlayınca birlik dağıldı.

* BALKAN PAKTI (1954-1960): Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 1954 yılında kurulan savunma ve işbirliği örgütü. Pakt, 28 Şubat 1953 tarihinde Ankara’da imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasının ardından, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya’nın Bled şehrinde imzalanan antlaşmayla kuruldu. Sürekli bir Konsey kurularak çalışmalarına başladı. Yugoslavya daha sonra tarafsız ülkeler blokuna katılıp liderliği üstlenince işlevini kaybedip resmen sona erdi (1960).

 

 

***

 

 

 

 

Kosova Meselesi

26.07.2004

Balkanlar” çok farklı etnik kitleleri bünyesinde bulunduran bir bölge. Üstelik bu etnik unsurların her biri belli bir coğrafi parça üzerinde toplanmış değil. Bu yüzden bölgenin etnik haritasını çıkarırken kesin ve net sınırlar belirlemek mümkün olmuyor. Birçok bölgede farklı etnik unsurlar bir arada yaşıyor.

Milliyetçilik fitnesinin bugünkü kadar etkili olmadığı dönemlerde bu bölgedeki halklar arasında ciddi sorunlar yaşanmıyordu. Özellikle “Osmanlı dönemi”nde bölgeye hakim kılınan adalet bütün etnik unsurları kuşattığı ve halklara karşı herhangi bir kültürel asimilasyon ya da dini dayatma söz konusu olmadığı için bölgenin etnik mozaik niteliği taşımasından kaynaklanan ciddi sorunlar yaşanmıyordu. Ancak Batı Avrupa’nın kışkırtması neticesinde patlak veren Balkan Harbi sonrası Osmanlı’nın bölgeden çekilmesiyle birlikte bölgede belli etnik unsurların hakimiyetleri esasına göre şekillenen devletlerin ve devletçiklerin ortaya çıkması pek çok problemi de beraberinde getirdi.

Özellikle Sırpların bölgede güçlü bir hakimiyet kurma ve diğer etnik toplulukları sömürme anlayışları yıllardan beridir Kosova’da da önemli acıların yaşanmasına sebep olmaktadır. Bu acıların en önemli sebebi ise insanların sırf etnik kimliklerinden ve inançlarından dolayı horlanmaları, aşağılanmaları, ikinci sınıf insan muamelesine, baskıya ve zulme maruz bırakılmalarıdır.

Kosova” aslında İslâm âleminin uzun yıllardan beri kanayan yaralarından biridir. Ancak son zamanlarda Sırp zulmünün bu bölgeyi iyice kuşatması üzerine bu mesele dünya kamuoyunun gündeminde daha çok yer almaya başladı.

1991 yılında Yugoslavya’nın dağılmasıyla beş bağımsız cumhuriyet kurulmasına rağmen, Kosova’da önder konumunda olan bazı kesimlerin pasif davranışı ve halkı oyalamaları sonucunda Kosova bağımsızlığını kazanamadı. Ancak Kosova’daki özelde Arnavut kökenliler, genelde tüm Müslümanlar sürekli Sırp baskı ve dayatmalarıyla karşı karşıya kaldılar. 27 - 28 Şubat 1998’de Sırp askerinin ve polislerden onlara yardımcı olanların Kosova’nın Drenitsa bölgesine saldırarak onlarca Arnavutu öldürmesi, bölgede sıcak çatışmaların başlamasına yol açtı. Daha sonra Sırpların zulüm ve işkencelerini tam anlamıyla bir katliama dönüştürmeleri Kosova’da ciddi bir insanlık dramının yaşanmasına yol açtı. Ama yaşanan bu önemli olaylara maalesef dünya sessiz kalmayı tercih etti. Olayların katliam boyutlarına ulaşmasıyla biraz sesini yükseltmek zorunda kalan Avrupa görünüşte “Kosova Meselesi”yle ilgileniyormuş havası estirmesine rağmen, oradaki kan ve gözyaşının durması için önemli bir adım atmadı.

Sonunda Avrupa Birliği, NATO ve ABD, “Kosova Meselesi”nin kendi kontrolleri dışında bir mecraya doğru akmasını önlemek amacıyla tümüyle olayın dışında kalmak istemediler ve Kosova’yı işgal ettiler.

 

BALKANLARDAKİ ARNAVUTLAR

Dünyanın değişik yörelerine ve Balkanlar’daki ülkelere dağılmış durumdaki Arnavutların en yoğun olarak yaşadıkları bölge Balkanların güney kesimidir. Bu bölgede 6 milyona yakın Arnavutun yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu kitle üç ayrı ülkeye yayılmıştır: Arnavutluk, Makedonya ve Yugoslavya. 3,9 milyon nüfusa sahip olan Arnavutluk’ta halkın % 95'ten fazlası Arnavuttur. İki milyon iki yüz bin nüfusa sahip olan Makedonya’da sekiz yüz bin civarında Arnavut bulunmaktadır. Bu sayıyla Arnavutlar, Makedonya nüfusunun % 35’ini oluşturmaktadırlar. Yugoslavya sınırları içinde yaşayan Arnavutlar ise genellikle Kosova’da toplanmışlardır. Bu bölgede ise Arnavutların sayısı etnik oranlarla ilgili olarak verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere yaklaşık 1,5 milyonu bulmaktadır.

Arnavutlar Makedonya’da da etnik ayırım politikasına ve haksızlığa maruz kalmaktadırlar. Bu yüzden bölgede yaşayan Arnavutlar arasında tüm Arnavutların tek bir devlet çatısı altında birleştirilmesi gerektiği düşüncesi etkilidir. Bu düşüncenin en çok etkisini gösterdiği bölge ise “Kosova”dır. Bu açıdan “Kosova” bölgede büyük bir Arnavut devletinin kurulması konusunda önemli bir stratejik konum arz etmektedir.

Arnavutların tek bir devlet çatısı altında bir araya gelmelerine ise Batı ülkeleri, NATO ve bölge ülkeleri içinde böyle bir gelişmeden birinci derecede etkilenecek olan Makedonya karşı çıkmaktadır. Batı’nın ve NATO’nun Kosova dramına duyarsız kalmasında bölgedeki tüm Arnavutların tek bir devlet çatısı altında birleşebilecekleri endişesinin önemli rolü olduğunu söyleyebiliriz.

 

KOSOVA HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Yugoslavya Federasyonu dağılmadan bir süre öncesine kadar altı cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşuyordu. Bu cumhuriyetler Sırbistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve Makedonya; özerk bölgeler ise Kosova ve Voyvodina idi. 1989’da “Kosova”nın özerk statüsü kaldırılarak tamamen Sırbistan’a ilhak edildi. 1991’de Yugoslavya Federasyonu dağılma sürecine girdi ve Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsızlığını ilân etti. Sırbistan ile Karadağ ise “Yeni Yugoslavya Federasyonu”nu oluşturdu. “Kosova” özerk statüsü kaldırılmış olduğundan bu kurulan yeni federasyonun sınırları içinde ve Sırbistan Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak kaldı.

Coğrafi Konumu: Kosova, kuzeyden ve doğudan Sırbistan, kuzeybatıdan Yeni Yugoslavya Federasyonu’nun ikinci üyesi Karadağ tarafından kuşatılmış durumdadır. Güneyinde Makedonya, batısında ise Arnavutluk bulunmaktadır. Bu konumu sayesinde Sırp zulmünden kaçan Kosovalılar Arnavutluk ve Makedonya’ya sığınabilmektedirler.

Nüfusu, Dini ve Etnik Yapısı: “Kosova”nın nüfusu yaklaşık iki milyonu bulmaktadır. Bu nüfusun yaklaşık % 90’ı Müslümandır. Müslümanların da % 80’ini Arnavutlar oluşturmaktadır. Müslümanların geriye kalan kısmının büyük çoğunluğu Türk, Boşnak ve az bir kısmı Çingene asıllıdır. Müslüman olmayanların çoğunluğu Sırp asıllıdır. Sırp asıllılar buraya genellikle sonradan yerleştirilmişlerdir. Bu itibarla kırsal alanda Sırp asıllılara pek rastlanmaz. Sırplar başkent başta olmak üzere büyük şehirlerde ikamet etmektedirler.

Başkenti: “Kosova” eski Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasından kısa bir süre öncesine kadar özerk olduğundan resmen tanınmış bir başkenti bulunuyordu. Burası da Priştina’ydı. Ancak daha sonra özerkliği kaldırıldığından Priştina’nın bugün resmiyette bir başkent özelliği bulunmamaktadır. Buna rağmen Priştina yine de Kosova bölgesinin merkezi durumundadır. Halk bu şehri bir merkez olarak tanıdığı gibi, devletin bölgeyle ilgili önemli daireleri, askeri merkezleri ve eğitim kurumları bu şehirde bulunmaktadır. Priştina’nın nüfusu yüz bin civarındadır. Başkent Priştina birbirinden çok farklı özelliklere sahip iki bölümden oluşmaktadır. Sırpların oturduğu yeni bölgesinde modern hizmetlerle donatılmış ve çok katlı apartmanların bulunduğu siteler dikkati çekerken, Müslümanların yoğun olduğu kesimde genellikle bir veya iki katlı eski binalar ya da yeni gecekondular dikkati çeker. Bu kesim altyapı hizmetlerinden de mahrumdur.

Ekonomik Durumu: “Kosova” Sırpların maksatlı politikaları sebebiyle ekonomik yönden geri bırakılmış bir bölgedir. Bölgenin kırsal kesiminde oturan Müslümanlar genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Şehirlerde Müslümanlar arasında işsizlik hakimdir. İşsizlik yüzünden başkent Priştina’nın parklarını ve cami bahçelerini boş dolaşan insanlar doldurur. İşsizlik doğal olarak beraberinde fakirliği getirmektedir. İşsizler ordusunu oluşturanlar sadece vasıfsız elemanlar değildir. Çok sayıda üniversite mezunu da, Sırp yönetiminin maksatlı uygulamaları yüzünden iş bulamamakta, iş bulabilenlerin birçoğu da daha sonra işten atılarak işsizler ordusuna dahil edilmektedir. Bundan dolayı Müslümanlar arasında fakirlik oranı yüksek, gelir düzeyi düşüktür. Ancak Sırp yönetimi bu konudaki gerçek bilgileri ve istatistikleri açıklamaktan kaçınmaktadır.

 

 

***

 

 

 

 

Sudan’da neler oluyor?

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

30.07.2004

 

Dünya kamuoyunun Afganistan, Irak ve Filistin sorunları ile meşgul olduğu ve sıranın Suriye ile İran’a (ve Türkiye’ye) gelmesini beklerken; hiç umulmayan bir şey oldu ve sürpriz bir şekilde bu sefer Afrika kıtasında adeta sudan sebeplerle “Sudan sorunu” ortaya çıkıverdi!.. Neden? Sudan’da neler oluyor?!.

Sudan tam da 21 yıldır süren iç savaşı dizginleyip kontrol altına aldığı sırada, “Darfur krizi” patlak verdi. Aslında ülkenin güneyinde 1954 yılında, yani tam 50 yıl önce başlayan ve dış güçler tarafından sürekli olarak kışkırtılıp desteklenen savaşın ana amacı, Afrika’nın süper gücü olabilecek bu ülkenin gelişmesini engellemekti. Savaş Sudan’ın ekonomik ve sosyal gelişmesini yıllar boyunca sürekli olarak engelledi. Çünkü savaşın günlük maliyeti 2 (iki) milyon dolara ulaşıyordu. Hangi ülke böyle bir yüke uzun zaman dayanabilir ki?

Sudan, sahip olduğu yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle, başta vahşi Batı dünyasının ve sömürü sermayesinin daima iştahını kabartmıştır; hâlen de kabartmaya devam etmektedir… Özellikle petrol ve altın gibi yeraltı zenginlikleri, Batılı emperyalistlerin ve sömürgecilerin ana hedefi bulunuyor. Sudan’ın bu zenginliklerine sahip olmak isteyen siyonist ve sömürgeci Batılılar, sudan sebeplerle bu ülkenin istikrarsızlaştırılması, geri kalması ve ekonomisinin bozulması için her türlü fitne ve fesat organizasyonlarını gerçekleştiriyorlar. Sudan devlet olarak asilere karşı büyük mücadeleler verirken, Batılı ülkeler Sudan’ın komşularından yararlanarak bu asilere her türlü desteği sağlıyorlar…

Son olarak, Darfur bölgesindeki “insanlık krizi”ni bahane eden ve “soykırım” olarak değerlendiren ABD Kongresi; oy birliği ile aldığı kararla “Darfur’da yapılanlar soykırımdır!” dedi. Hâlbuki İsrail ile birlikte, ayrılıkçı John Grand militanlarını destekleyerek Sudan’da insanî felâketlerin yaşanmasına sebebiyet veren ülkelerin başında bizzat ABD geliyor… Senato tarafından da oy birliği ile kabul edilen bu karardan sonra, şimdi de ABD Başkanı Bush, BM’den Darfur’daki gelişmelerden dolayı Sudan’a karşı yaptırım uygulanmasını öngören bir karar çıkarmaya çalışıyor. ABD’nin daha önce “kimyasal silah üretiliyor” bahanesiyle Sudan’ın en büyük ilaç fabrikasını bombalama gibi bir sabıkası da bulunuyor! Bombalamadan sonra bu iddianın yalan olduğunun anlaşılmasına rağmen, ABD’ye karşı herhangi bir yaptırım yapılamadı.

ABD’nin baş yardakçısı İngiltere, bölgeye 5 000 (beşbin) asker gönderebileceğini açıklamıştı. Öyle anlaşılıyor ki, İngiltere tarihte bu bölgede yaşadığı mağlubiyetlerden ders almamış görünüyor. Bu gelişmeler üzerine Sudan Hükümeti, bölgedeki çözüm bulma çabalarına zarar verici açıklamalarından dolayı İngiltere ve Almanya’yı şiddetel protesto etti. Bu arada Avrupa Birliği de boş durmadı ve ABD’nin ardından, Darfur bölgesinde yaşanan insanlık krizi nedeniyle bu ülkeye yaptırım çağrısında bulundu. Brüksel’de toplanan AB dışişleri bakanları, BM’den Sudan’a karşı yaptırım uygulaması çağrısında bulundu!...

Tam da bugünlerde Türkiye Dışişleri Bakanı’nın davetlisi olarak ülkemizde bulunan Sudan Dışişleri Bakanı Mustafa Osman İsmail, ABD ve İngiltere’ye hitaben dedi ki: “ABD (ve İngiltere) söylediklerini yapar da Sudan’a müdahale ederse, Irak benzeri bir kaosun içine düşer. Sudan halkı, tarihte olduğu gibi işgalcilere karşı savaşır.” Bu arada Türkiye ile Sudan arasındaki ‘tarihî bağlar’ bulunduğuna işaret eden Sudan Dışişleri Bakanı Mustafa Osman İsmail, iki Müslüman ülke olarak Türkiye ile Sudan arasında ticarî ilişkileri geliştirmek istediklerini kaydetti ve dedi ki; “Türkiye’nin Afrika’ya açılan kapısı olmak istiyoruz. Türk yatırımcıların ‘Afrika İktisadi İşbirliği’ vasıtasıyla 400 (dörtyüz) milyon kişilik bir pazara hitap edeceğini hatırlatmak isterim.”

Sudan, gerek Kıbrıs gerekse İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) konularında Türkiye’nin politikalarını desteklediğini her vesileyle ortaya koymuş bulunuyor. Darfur krizi sebebiyle Batı ülkelerinin olumsuz ve düşmanca tavırları sürerken, bugünlerde gerçekleşen tek olumlu gelişme, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Darfur’a insani yardım yapılmasına karar vermesi ve bu yardımın önümüzdeki günlerde bölgeye ulaşacak olması. Darfur düşmanca tavırlara değil, dostça yapılacak yardımlara ve insanî bir ilgiye muhtaç.

Sudan, 2,5 milyon km2’lik yüzölçümü olan dünyanın en verimli toprakları (Türkiyenin yaklaşık üç misli) ve bu topraklardan boydan boya geçen Nil Nehri, yine bu topraklar üzerinde yaşayan 40 milyonluk nüfusu, milyonlarca sayıdaki küçük ve büyükbaş hayvan serveti, ayrıca tam dokuz komşusunu oluşturan Mısır, Libya, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Zaire, Uganda, Kenya, Eritre, Etiyopya ve Kızıldeniz kıyısı ile; Afrikayı asırlardır sömüren sömürgecilerin iştahını kabartıyor... Hele bu mazlum Afrika ülkesinin zengin petrol ve altın başta olmak üzere yer altı kaynakları, vahşi Batı ve Siyonist İsrail’in uykularını kaçırıyor…

Bahaneler basit, sebepler sudan ve sömürgeci ülkelerin hedefindeki ülke Sudan!.. ABD başta olmak üzere, İngiltere ve Almanya ile birlikte tüm AB ülkeleri hep birlikte acımasızca Sudan’a baskı yapmaya başladılar bile!.. BM her an Sudan’a karşı ambargo kararı alabilir!..

Müslüman bir ülkeye karşı, kaba kuvvetten başka bir şeye inanmayan küfür güçleri, nasıl da bir anda tek güç olabiliyor. Boşuna dememişler; “El-küfrü milletün vahide/ Küfür tek millettir.”

Filistin sorunu yıllardır vardı, hâlen de varolmaya devam ediyor; ama orayla ilgilenen yok!.. Afganistan ve Irak’tan sonra, sıranın Suriye ve İran’a (elbette daha sonra Türkiye’ye) gelmesini beklerken; Sudan sürprizi ile karşılaştık!..

Evet, Sudan’da bir şeyler oluyor ve Sudanlı kardeşlerimiz ilgiyi hak ediyor. İslâm âleminin, insanlığın ve ilgililerin ilgilenip gereğini yapmaları duâ ve dileğiyle…

 

 

***

 

 

 

 

Hep aynı film, hep aynı senaryo;

Afganistan… Irak…

Ve “Sudan”!..

 

Reşat Nuri EROL

22.08.2004

 

Hani klasik eski Türk filmlerinin senaryoları var ya, işte aynen onlar gibi. Film başlayıp birkaç kare seyrettikten sonra, sonunda ne olacağını, senaryonun nereye varacağını hemen anlarsınız. Sömürü sermayesinin prodüktörlüğünde, “Vahşi Batı”nın baş aktörlüğündeki filmin senaryosu da, aynen o klasik filimler gibi başlar başlamaz sonucun ipuçlarını veriyor. İşin nereye varacağını anlıyorsunuz.

Afganistan ve Irak’tan sonra, aynı senaryo son olarak “Sudan”da oynanmaya başlandı bile. “Vahşi Batı”nın baş aktörleri elbette hep aynı; ABD-İngiltere-İsrail ve figüranlar

I.

Senaryoya göre, önce suni ve son olarak “Sudan”da olduğu gibi sudan sebeplerle bahaneler oluşturulur. Senaryonun birinci bölümünde, aslında daha önce hazır edilmiş olan birilerine katliamlar, işkenceler, tecavüzler, soykırımlar, yargısız infazlar… vs. yaptırılır. (Ki Sudan’da bu hazırlık, Türkiye’deki PKK örneğinde olduğu gibi onlarca yıldır yapılıyordu zaten.) Taraflar her ne kadar yüzlerce, hattâ binlerce yıldan beri aynı topraklarda bir arada yaşıyor olsalar da; her ne hikmetse çıkartılan fitnelerle dininden, dilinden, renginden, kavminden, etnik kimliğinden… vs. dolayı birden bire birbirlerine saldırmaya başlarlar!..

Sebep?!.

Sebep yok, ama hazırlanan senaryo böyle olmasını gerektiriyor!.. “Sudan” örneğinde olduğu üzere, “Darfur”da onbinlerce kişi öldürtülür, milyon kişi yerinden yurdundan göç ettirilir…

II.

Senaryonun ikinci bölümünde “medya” devreye girer ve “kamuoyu oluşturma operasyonu” startı verilir. Sömürü sermayesinin ana kuvvetlerinden olan dışa bağımlı “yazılı ve görsel medya” bütün dünyada ve sözkonusu ülkede hazır kıta olarak emir beklemektedir. Düğmeye basılır ve yaygara başlar. Düşman bellidir: “Terör ve teröristler!” Ama dışa bağımlı medya teröristin Müslüman ve özellikle Arap olanını sever! Kızıl komünizm yıkılmış, demir perde devrilmiş, soğuk savaş sona ermiştir. “Kırmızı” veya “kızıl” yerine; yeni kod “yeşil”, düşmanın adı “İslâm ve Müslüman”, medyadaki adı da “terörist!”tir!.. Dramatik dezenformasyon bombardımanı başlar ve bıktırasıya aynı noktaya odaklanır. Senaryodaki sözler ve vahşet görüntüleri çıkmamacasına beyinlere kazınır. Artık “sözde gerekçe” hazırdır!..

III.

Senaryoya göre gerekçeler hazırlandıktan sonra, sıra başta “Birleşmiş Milletler” olmak üzere, taşeron kuruluş ve ülkelerin yani sözde “müttefikler”in kullanılmasına gelir. BM, NATO, IMF, AB, … ve “müttefik ülkeler” için artık harekete geçme zamanıdır. BM Güvenlik Konseyi toplanır ve 1556 sayılı kararı alır:

1) Sudan Hükümeti bir ayda Darfur’da silahlı Arap milisleri durduracak ve failleri cezalandıracak…

2) (Silahları ABD ve İsrail sattığı halde) Milislere ve diğer çatışan taraflara silah satılmayacak…

3) BM Genel Sekreteri her ay bölgedeki gelişmeleri Güvenlik Konseyi’ne rapor edecek. Konsey, Sudan Hükümeti’nin kararları uygulamadığına kanaat getirirse, “Sudan”a karşı ekonomik ve diplomatik ambargo kararı alabilecek!..

IV.

Senaryonun dördüncü ve son bölümü için Afganistan ve Irak uygulamalarını hatırlamanız yeterlidir. “Sudan” da aynen Afganistan ve Irak filmlerinin birebir kopyası gibi olacaktır… Seyirci konumundaki dünya ülkeleri, aslında film değil gerçek olan bu senaryonun kendi ülkesinde çevrilmemesinden dolayı duydukları buruk sevinçle, çaresizce ve zoraki olarak televizyonda hep aynı filmin son versiyonunu seyretmeye başlar…

Aynı senaryo hep böyle devam eder gider…

Filistin bitmeyen film olarak hep vizyonda…

Afganistan ve Irak işgalleri…

Sırada Suriye ve İran var…

Libya ve S.Arabistan yedekte bekletiliyor…

Ve sürpriz olarak “Sudan”!..

Neden “Sudan”?..

ABD-İngiltere-İsrail üçlü çetesi, I. Körfez Savaşı’ndan beri Irak’ı, daha doğrusu Irak’ın petrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Irak işgal edildi ama Vietnam bataklığı örneği ülkede istikrar sağlanıp Irak petrolü Batı dünyasına istendiği ölçüde pompalanamıyor. Irak’taki petrol boru hatları direnişçiler tarafından havaya uçuruluyor. Alternatif petrol kaynaklarına ihtiyaç var.

Senaryo zaten hazır...

Strateji gereği yedekte bekletilen “Sudan petrolü” devreye girmeli ve sömürülmeli… “Darfur”, mazlum kıta Afrika’nın yüzölçümü olarak en büyük devleti “Sudan”da, Irak kadar büyüklüğü ve zengin petrol yatakları olan bir bölge. Batı için biçilmiş kaftan!..

Afrika ve Sudan demişken, bu kıta ve bu ülkede yakın geçmişte cereyan eden bazı katliamları kısaca hatırlayıp -senaryoda olmayan- bazı sorular soralım. Sudan’ın güneyinde 1983’ten beri tam 21 yıldır devam eden (PKK benzeri) bir savaş var ve yaklaşık iki milyon insan hayatını kaybetti. 21 yıldır ABD ve BM başta olmak üzere, dünya neredeydi? Aslında ABD ve İsrail başından beri oradaydı! Nasıl? Sudan’ın güneyindeki ayrılıkçı Sudan’ın Kurtuluşu İçin Halk Cephesi’nin baş destekçisi ve silah tedarikçisi ABD ve İsrail!..

1994 yılında Ruanda’da yarım milyondan fazla insan katledilirken, ABD ve BM neredeydi? BM’in az sayıdaki askeri oradaydı ama katliam başlayınca Ruanda’dan kaçmayı tercih ettiler!.. Çünkü Ruanda’nın sömürülecek petrolü yoktu. Bu arada mazlum kıta Afrika’nın diğer ülkelerinde onlarca yıldır cereyan eden iç savaş ve katliamlar da sömürü sermayesi ile onun taşeronu Batı dünyasını ilgilendirmiyor! Angola’dan Burundi’ye, Mozambik’ten Liberya’ya nice Afrika ülkesinde onbinlerce insan katledilip milyonlarcası yerinden yurdundan uzaklaşmak zorunda kaldığında, ABD, BM ve Batı dünyası neredeydi? Üç maymunları oynuyordu. Çünkü bu ülkelerin ufak bir kusur ve eksikleri vardı; petrol yokluğu!.. Bu vesileyle petrolü olmayan memleketlerim Bosna ve Kosova’daki katliamları hatırlatmadan geçemeyeceğim.

Senaryoda olmayan asıl büyük tehlikeyi haber vereyim mi?

Çin, “Sudan”daki en büyük yabancı yatırımcı ülke ve “Darfur”da petrol arama yetkisi de hâlen “Çin Ulusal Petrol Şirketi”nin elinde.

Ne dersiniz, III. Dünya Savaşı vesilesi olabilecek bir gerekçe gibi durmuyor mu?..

 

 

***

 

 

 

 

TÜRKİYE-İRAN-SURİYE KOALİSYONU  

 

REŞAT NURİ EROL

01.08.2004

 

Millî Görüş Lideri ve 54. Hükümet Başbakanı Necmettin Erbakan, 1997 yılında ilk dış seyahatini İran’a yapınca, malum çevreler tarafından çok eleştirilmiş ve kıyametler kopmuştu!.. Aradan yıllar geçti, dış politika köprüsü altından çok sular aktı, hâlen de akmaya devam ediyor… 2004 yılı Temmuz ayı sonunda, 59. TC Hükümeti Başbakanı R. Tayyip Erdoğan da İran’a üç günlük ziyaret yaptı ve artık kimsenin sesi soluğu çıkmıyor!.. Eski MGK Genel Sekreteri Kılıç Paşa, hem de MGK’daki görevi başında olduğu sırada, Türkiye için “İran alternatifi”nden söz ettiğinde de birileri pek ses çıkaramamıştı!..

Daha önce de yazmıştım, Millî Gazete’de İslâm ülkeleri ve dış politika ile ilgili yazılar yazmaya başladıktan sonra, Arap ve İslâm dünyası medyasını daha büyük bir dikkatle izlemeye başladım. İyi ki başlamışım. Hiç de alışık olmadığım, daha doğrusu önceleri pek görülmeyen, çok ilginç ve olumlu makale ve yorumlarla karşılaşıyorum. Son olarak Lübnan’da yayımlanan “El-Liva” gazetesinde, “Türkiye-İran-Suriye Koalisyonu kurulursa ne olur?” başlıklı bir yazı ve yoruma rastladım. Yazar Mihail İvad diyor ki:

 

“Türkiye-İran-Suriye Koalisyonu kurulursa ne olur?”

“Düşünce oldukça kışkırtıcı, bölgesel ve uluslararası çevre üzerinde büyük etkilere ve stratejiye sahip tarihî bir düşünce. Hattâ etkileri Rusya’daki Bolşevik devrimi, İran’daki İslâm devrimi, ellili yılların ortasındaki Arap ulusal hareketi veya geçen yüzyılın başlarındaki Atatürk devrimlerinden altta kalmayacak fırtınalı devrimsel bir inkılâbı temsil etmektedir. Zira bu üçlü koalisyon gerçekleşir, nesnel şartlar ve özel sürükleyici güçler sağlanır, yaşamla gerçekçi uyumun temelleri üzerine formüle edilirse, bölgeye ve üç tarihî millete ‘Fars, Arap ve Türklere’ geçmiş dönemlerde -Emeviler, Abbasiler, Eyyübiler ve Osmanlı dönemleri gibi- oynadıkları rolün altında kalmayacak önemli rolü tekrar veren önemli bir dönüşüm teşkil edecektir. Tarihin söylemlerinde ve kanunlarında herkesin bildiği bir gerçek var: Bu üç millet birleşmedikçe bölge ve onunla beraber dünya da ayağa kalkamaz

Dönüşümler yakın zamanın da şahididir ve Britanya İmparatorluğu’nun güneşi bu bölgede varlığını kaybedince söndü. Sovyet imparatorluğu Afganistan ve çöl fırtınası savaşları arasında bu bölgede yıkıldı. Yeni Amerikan imparatorluğu da bu üçgen üzerinde kontrol kurmaya çalışmakta şu an(!)…

 

Bölgedeki devletler neden birleşmeli?

“Bugün yöneltilen soru, bu üç milletin ve öncü ülkeler Suriye, İran ve Türkiye’nin koalisyonuna ‘ufukların açık olduğu’ yollu maceralı söze izin veren şartların olgunlaşıp olgunlaşmadığı, nasıl ve ne zaman olacağı şeklindedir. Çevre ve bu çevrenin değişimleri koalisyonun bu üç millet ve devlet için hayati ve ölüm kalım meselesi olduğunu gösteriyor. Nasıl ve niçin? İşte cevapları:

1- Irak ve İslâm’la savaşanlarla mücadele etmek için: Suriye, Türkiye ve İran ilişkilerinin güçlenmesi doğrultusundaki gelişmelerin hız kazanması bu durumu açıklıyor. İran ve Suriye stratejik bir koalisyon içindeydi ve bu ortaklığa yeni Türkiye de katıldı.

2- Fikrî ve kültürel yapıdaki benzerlik: Suriye’de imanlı bir lâiklik ve pragmatist açılımcı bir milliyetçilik, Türkiye’de lâik İslâm, İran’da ise içtihada dönük bir İslâm bulunmakta. Gelecek, din ve siyaset arasındaki ilişkilerin geleceğidir ve Suriye, yeni Türkiye ve yenilenmiş İran modeline doğru yavaş adımlarla gidiyor.

Bu üç milletin ülkeleri beşerî ve ekonomik güce, özelliklere, coğrafik birleşik sınırlara, kültürel, sosyo-tarihî karışıma, ekonomik tekâmüle ve uluslararası dönüşümler sürecinde hâkim konumlara sahiptir. Bu ülkeler direnişe, karşı koyma ve dış müdahaleleri reddetme iradesine de sahiptirler ve bu özellikleri koruma noktasında savaşlara girmişlerdir

Suriye, bağımsızlığından bu yana her türlü ilhak formülünü reddetmiş ve geçen otuz yıl boyunca bunun yaşanan deneyimini ortaya koymuştur.

İran, İslâm devriminden bu yana dünyayı bölüşen ve yarım asırdır hareket alanını daraltan kutuplaşmalara meydan okuyarak ne Doğu ne Batı sloganını yükseltme cesaretini göstermiştir.

Türkiye: Aynı yöntemi Sovyetler’in yıkılmasından sonra yeni Türkiye izlemiş, Washington ve Tel Aviv’in kendisini çevresinden soyutlayarak, iradesiz ve rolsüz şekilde bağımlı hâle getirerek siyasî, askerî, güvenlik ve ekonomik anlaşmalarla yükümlü kılma ve korkutma stoklarını bitirmiştir. Türkiye, bu ilişkilerin hakikatini anladıktan ve lâik İslâmcılardan yeni kuşağın iktidara gelmesiyle son bulan uzun iç siyasi çekişmelere direnme eğilimini aştıktan sonra baş kaldırdı.”

 

Irak’ın işgali işbirliğini güçlendiriyor mu?

Irak olayı, bütünü, ayrıntıları, gerçeği ve geleceğiyle bu üç ülkeyi buluşturma, etkileşimli diyalog kurdurma, ardından güçlü koalisyonlar temeli üzerinde ortak çalışma noktasında sistemli bir sürece ulaştırmaya iten temel etkendir. Zira Suriye-Türkiye ilişkileri Irak olayının etkisiyle daha da gelişti ve ilişkiler bu üç ülke arasında İsrail’in Kuzey Irak’taki kontrolü, İsrail ve ABD’nin Irak’ı bölme ve federasyon tehlikesi noktasında olduğu gibi bütün ayrıntılarda gelişmeye devam ediyor…

Uluslararası platformda da bu koalisyonu zorunlu kılan birçok etkili unsur bulunmakta. Örneğin, tarihî ihtiyaçlar ve zaruretler yeni dünyanın, çekişen ve dengeli kutuplar dünyasının görüntüsünü tamamlamak için gelmekte ve bu kutupların hepsinin gözü bu bölgede. İmparatorluk eğilimlerine karşı yeni bir karşı kutuplaşma oluşmadan önce bölgede bir uyanışa ihtiyaç duyulmakta ve bu ihtiyacın öncülleri ve öncelikli unsurları hâlâ bölgede mevcut. Uyanışın şartı ise bu üç ülke milletlerinin koalisyon kurmaları esası.”

 

İsrail’e karşı güvenlik koalisyonu şart

“Resmî yönetimler ve halkın bilincinde bu düşünce oluşuyor. Suriye devlet başkanının Türkiye ziyaretinde ‘Suriye-İran-Türkiye arasında bunu başka alanlardaki koalisyonların izleyeceği güvenlik koalisyonu’ kurulması istendi. Yanıt, üçlü koalisyonun kurulmasının zorunluluğunu açıkça dile getiren Beşşar Esad’ın İran ziyaretinde geldi. Arap ve İslâm sahasındaki şartların ıslahıyla ilgili Suriye’de çok şey konuşuldu, tartışıldı. İstanbul’da yapılan İKÖ toplantısından çıkan sonuçlar bu üç ülkenin ulaşmaya çalıştığı yola dair büyük bir göstergedir. Şartlar hızlı bir şekilde olgunlaşıyor. Uluslararası, bölgesel, ulusal, ekonomik ve sosyal şartlar bu eğilim ve ortak çıkarlar yönünde baskılar yapmakta, bu koalisyonun öneminin bilinci berraklaşmakta…

Beşşar Esad’ın İran ve Suriye başbakanının ise Türkiye ziyaretleri bu bağlamda algılanıp yorumlanabilir. Zira her iki ziyaret veya ziyaretler,… bu üç ülkeyi birbirine bağlayacak ve aralarında uyum ve etkileşim düzeyine çıkaracak karakteristik bir geçiş bağlamında gelmekte, Irak olayında kaos hâlinin ve ya iç savaşın önünü kesmek ve İsrail’in planlarına cephe almak amacıyla karşı atak içerikli bir geçiş için kurulmakta.”

Başta yazdıklarımı tekrar hatırlayalım. Millî Görüş Lideri ve 54. Hükümet Başbakanı Necmettin Erbakan, 1997 yılında ilk dış seyahatini İran’a yapınca, malum çevreler tarafından çok eleştirilmiş ve kıyametler kopmuştu!.. Bugünlerde, 59. TC Hükümeti Başbakanı R. Tayyip Erdoğan da İran’a üç günlük ziyaret yaptı ve artık kimsenin sesi soluğu çıkmıyor!.. Eski MGK Genel Sekreteri Kılıç Paşa, hem de MGK’daki görevi başında olduğu sırada, Türkiye için “İran alternatifi”nden söz ettiğinde de birileri pek ses çıkaramamıştı!..

1997’den 2004’e kadar, yedi yılda ne değişti ki, o malum birilerinin artık sesi çıkmıyor!.. Millî Görüş Lideri ve 54. Hükümet Başbakanı Necmettin Erbakan o zaman D-8 çalışmalarını başlattığında da kıyametler kopmuştu!.. Şimdilerde O’nun yaptıkları, daha doğrusu uzağı görerek yapmak istedikleri daha iyi anlaşılıyor. O dünya çapındaki öngörüleriyle “Bir Bilen” olarak orada dururken, Türkiye ve dünya kaoslar içinde kıvranıyor…

Türkiye ve dünyanın çilelerinin biteceği günler yakındır. D-8 ve benzeri dünyanın dertlerine derman ve deva olacak projeler elbette bir gün tam olarak uygulanacaktır.

Bekliyoruz…

 

 

***

 

 

 

 

Irak işgalinin ana amacı;

Irak petrolünü iç etmek!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.08.2004

Ortadoğu ülkelerinin stratejik konumları bir yana, acaba çağımız dünyasının bir numaralı ihtiyacı olan enerji kaynakları yani petrol ve türevleri buralarda olmasa, bu bölge ve bu bölgedeki ülkeler bu kadar ilgiye mazhar olurlar mıydı? Elbette hayır!.. Irak işgal edildi… İran sırasını bekliyor… Sudan, sürpriz bir şekilde işgalcilerin gündemine girdi… Neden? Sebep çok değil, tek. Her üç ülkenin en önemli ortak özelliği, zengin “petrol rezervleri”ne sahip olmaları. “Terör” başta olmak üzere, ileri sürülen diğer gerekçeler sadece aldatmaca ve bahane. Dünya medyasında bu konuda zaman zaman önemli bilgiler çıkıyor. Bunların bazıları kısa ve öz olmasına rağmen, derli toplu ve meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya seriyor. Birlikte inceleyelim.

I.

Frankfurter Rundschau’dan (Almanya) Pierre Simonitsch, 30 Temmuz 2004 Cuma günü bu konuda çok önemli bilgiler veriyor ve daha başlığında diyor ki:

“BM, ABD’yi Irak petrolünü iç etmekle suçluyor.”

“BM’in tahminlerine göre, Washington tarafından atanan işgal makamları, Irak petrolünün değerlendirilmesinde anlayışlarını kaybetmiş gözüküyorlar. Güvenlik Konseyi’nce oluşturulan denetleme organının Mayıs 2003 tarihli raporunda durum böyle ifade ediliyor. Çıkarılan petrol miktarı ve gelirlerin toplamı kayda geçirilmiş ve hesaplanmış değil. Ayrıca, işgal makamları konu hakkında BM, Dünya Bankası ve IMF temsilcilerinden oluşan ortak bir denetleyiciler grubuna belge sunmayı ve bilgi vermeyi reddettiler(!)…”

Irak işgalinin ana gerekçesi, Saddam’ın elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahları yalanıydı. Şu ana kadar bu konuda herhangi bir delil ve belge bulunamadı… Bulamazlar!.. Bulamayacaklar!.. Zaten kendileri de bulamayacaklarını iyi biliyorlar. Bu arada işgalciler belge bulmaktan daha önemli işlerle, petrol işleriyle, Irak petrolünü iç etme işleriyle meşgul!.. Irak’taki sözde “bilgi ve belge savaşları” devam ediyor…

II.

“BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası denetim organının raporu geçtiğimiz 12 ay boyunca bölgede ham petrolün çıkartılmasında, amaca uygun oranda bir kontrolün eksikliğini tesbit etti. Bu sebeple ortada ciddi bir aldatmaca tehlikesi mevcut...”

Irak’a “demokrasi ve insan hakları” ihraç etme iddiasındaki işgal güçleri, insan hakları bir yana, insanların haklarını yemekten ve Saddam yönetimi döneminde biriken fonları bile iç etmekten geri durmuyorlar. Demokrasi, insan hakları, kitle imha silahları vs. bahane; petrolün kendisi ve petro-dolarlar şahane!..

III.

“Ayrıca, petrol ihraç gelirinin bir kısmıyla oluşturulan Irak Geliştirme Fonu ile ilgili olarak da denetleyiciler, endişeye sebebiyet veren çok sayıda sorun ile karşılaştılar. Irak savaşını sona erdiği Mayıs 2003 tarihinde fonda yaklaşık 20 milyar dolar bulunuyordu. Şimdiye kadar Irak’ın yeniden inşası ve gelişim harcamaları için 11,3 milyar dolar kasadan harcama yapıldığı söyleniyor; ancak bu bilgilerin doğruluğunu ispatlayacak bir kanıt dahi yok(!)…”

20 milyar petro-doların yarıdan biraz fazlası kısa zamanda iç edilmiş. İşgalciler yani dünya sömürü sermayesinin temsilcileri, kalan kısmın da icabına ya bakmışlar, ya da bakmak üzeredirler. Kimler ve nasıl? “Bal tutan parmağını yalar” hesabı, elbette önce belli kişiler. Irak’ın iç edilen ve işgal süresince iç edilmeye devam edilecek olan petro-dolarlarının kimler tarafından nasıl iç edildiği ile ilgili küçük bir örneği, Frankfurter Rundschau’dan (Almanya) Pierre Simonitsch vermeyi ihmal etmiyor ve diyor ki:

IV.

Denetleme organı, diğer taraftan ihalelerin dağıtımındaki şeffaflık eksikliğinden de şikayetçi. Yaklaşık 1,4 milyar dolarlık bir meblağı bulan üç adet ihalenin, kamuoyuna herhangi bir açıklama ve ilan yapılmaksızın, petrol sektöründe faaliyet gösteren, şu anda ABD Başkan Yardımcısı olan Dick Cheney’in daha önce başkanı olduğu Halilburton firmasına verildiğini belirtiyorlar(!)…”

Bu durumda ABD yönetimi ne yapıyor? “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” hesabı, ABD muhafazakâr kanadı BM üst yönetimine karşı yolsuzluk iddiasıyla bir kampanya başlatmış bile!.. Bu arada William Safire ve Claudia Roseet gibi ABD’li yazarlar, son yazdıkları köşe yazılarında, uzunca bir süre Saddam Hüseyin’in üst düzey BM görevlilerinin yardımıyla 10 milyar doları özel amaçları için kullanmak üzere kendisine tahsis ettiğini iddia ettiler… “Tencere dibin kara, seninki benden kara!” hikâyesi… Bu arada olan Irak’a, Irak’lılara, Ortadoğu’ya, bölge ülkelerine, bütün dünyaya ve insanlığa oluyor. Dünya ve insanlık başta olmak üzere, bölge ülkeleri uyanıp gereğini yapmazsa, olmaya devam edecek.

Demek ki, artık belgelerle sabit olmak üzere, Irak işgalinin ana amacı; Irak petrolünü iç etmekmiş!..

 

 

***

 

 

 

 

ABD’de demokrasi var mı?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

06.08.2004

Soruyu, “Sadece iki parti ile demokrasi olur mu?” diye de sorabiliriz.

Ya da, “ABD’deki Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında bir fark var mı?” diye sorduğumuzda, cevabı “Yoktur!” olursa; o zaman da, “Tek parti yani tek görüş ile demokrasi olur mu?” şeklinde bir soru daha sorabiliriz. Bu sorunun cevabı “Olmaz!” ise; o zaman durum daha da vahimleşir ve aslında Amerika’da demokrasi olmadığı ortaya çıkar. Sonunda asıl sorumuza, daha doğrusu bizi ilgilendiren sorumuza gelebiliriz:

“ABD, kendisinde olmayan demokrasiyi nasıl ihraç edecek?!.”

Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı başkalarına himmet ede!..

ABD, kendisinde var olmayan bir şeyi Irak veya başka bir yere nasıl götürecek?

Mesela, pek akla gelmeyen bir şey hatırlatayım. Nisbeten demokrasi kültürü olan İngiltere’nin hükümran olduğu Irak’ın Basra bölgesinde istikrar olmasına rağmen, ABD’nin hükümran olduğu Irak’taki diğer yerlerde vahşet, işkence, tecavüz ve katliamlar günlük olağan olaylar hâlinde cereyan ediyor. Neden? Çünkü ABD askerleri ve sivil yöneticiler demokrasiden yani devlet kültüründen yeteri kadar nasiplerini alabilmiş değiller. Demek ki, birkaç on yıllık tarih ile gerçek devlet ve gerçek demokrasiye sahip olunamıyor. Hele hele kendisinde var olmayan şeyleri ihraç etmeye kalkışmakla, ABD sadece komik oluyor. İngiltere’nin ise ABD’ye nisbetle iyi-kötü bir tarih, devlet ve demokrasi geçmişi var.

Bu soruları neden sordum? Bu konuya neden girdim?

Tahmin edileceği gibi sebebi, yaklaşan ABD’deki 2 Kasım başkanlık seçimi.

Dünya kamuoyu, 2000 yılında yapılan ve Bush’un mahkeme kararıyla güya kazandığı seçimde Florida’da cereyan eden oy sayımı komikliklerini henüz unutmamışken, ABD Kasım ayında yapılacak olan yeni bir seçim tiyatrosuna hazırlanıyor. Sadece iki partili, sadece iki adaylı, en önemlisi sadece tek görüşlü sözde seçim ve demokrasi!..

Bu iki parti yani Cumhuriyetçiler ve Demokratlar dışında üçüncü, beşinci, onuncu, ellinci partinin ortaya çıkmasına ABD’de hükümran olan güçler izin vermiyor! Mesela, Türkiye’de resmen 50 parti var ve bunların en az 10-15 tanesi her yönüyle parti gibi partidir. Bundan dolayı Türkiye partileşme, dolayısıyla demokrasi açısından ABD ve Avrupa ülkelerinden çok ileri seviyede bulunmaktadır.

Biz yine ABD ve asıl konumuza dönelim.

Peki, ABD başkan adayı Bush ve Kery, Amerikalı seçmenlerini nasıl ikna etmeye çalışıyorlar dersiniz? Cevaba sakın şaşırmayın:

“Ben başkan olursam İsrail’i daha çok savunurum!..”

“Hayır! Sen benim kadar İsrail sevdalısı olamazsın, ben İsrail’i senden iyi savunurum!..”

Evet, yanlış okumadınız. ABD Başkan adayları, Amerikalı seçmenlerinin oylarını İsrail’i ne kadar sevdiklerini ispatlamaya çalışarak almaya çalışıyorlar!..

Bush’un son zamanlardaki taktiği ise insan kasabı Ariel Şaron’u iltifatlara gark etmek oluyor. Çoğu Yahudilerin bile sevmediği Şaron’a böylesine sevdalı olan bir başkanın, İsrail için yapmayacağı yoktur!.. “İsrail ile ABD’nin ne ilgisi var?!.” şeklindeki soru akla geliyor. Doğru bir soru. Kanaatimce, ABD seçmenin kahir ekseriyetinin aynı soruyu sorup oyunu ona göre kullanacağı dönem geldi gibi görünüyor. Kim bilir, belki 2004 veya en geç 2008 seçimlerinde bunu net olarak göreceğiz.

George W. Bush, 11 Eylül’ün hemen ertesinde “Ya bizdensiniz, ya düşmanımızsınız!” söylemiyle, ne kadar demokrat olduğunu veya demokrasiden ne anladığını apaçık ortaya koymuştu. Zaten başkan seçildiğinden beri bütün dünyada yaptıklarıyla da ne kadar demokrat olduğu ortaya çıktı…

Yazımıza sorular sorarak başlamıştık. Son bir soru daha soralım: “Peki, Senatör John Kerry seçimi kazanırsa, Başkan George W. Bush’tan farklı bir dış politika izler mi?”

Bu sorunun tek cevabı var. Senatör Kerry seçimi kazanırsa, ABD dış politikasında ve özellikle de askerî güç kullanma konusunda radikal bir değişme beklenmemelidir. Kerry, “Yurtta güçlü, dünyada saygın!” sloganını kullanarak seçim kampanyasına başladı. Dünyada işgal edilmedik stratejik nokta bırakmayan ABD nasıl saygın olacaksa! Bu sloganın gerçek biçiminin “Yurtta güçlü, dünyada işgalci!” şeklinde olması daha doğru olur. Reel gerçeği ifade eder. Çünkü bu şekli Amerika’nın yaptıklarına daha uygun düşer.

Yukarıda demokrasiden söz ederken Türkiye örneğini vermiştim. Senatör Kerry’in sloganından dolayı yine bir Türkiye örneğini hatırladım. Binlerce yıllık devlet tecrübesi bulunan Türklerin dünyadaki en güçlü devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikası “Yurtta sulh, cihanda sulh.” ilkesine dayanır. İşte gerçek büyük devlet politikası böyle olur. ABD bunu taklit etmeyi bile beceremiyor veya böyle bir ilkeyi hazmedip içselleştiremiyor.

Yazımın başında sorduğum soruları tekrar hatırlayalım:

1)

- “ABD’de demokrasi var mı?..”

2)

- “Sadece iki parti ile demokrasi olur mu?..”

3)

- “ABD’deki Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında bir fark var mı?..”

4)

- “Tek parti yani tek görüş ile demokrasi olur mu?..”

5)

- “ABD, kendisinde olmayan demokrasiyi nasıl ihraç edecek?!.”

 

 

***

 

 

 

 

Özbekistan’da neler oluyor?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.08.2004

İslâm ülkelerini tanıtma kapsamında, sırası gelince Özbekistan ve Özbekler, başkent Taşkent başta olmak üzere, Buhara ve Semerkand şehirleri üzerinde daha geniş durmayı düşünüyorum.

Bugün, geçtiğimiz günlerde Özbekistan’ın başkenti Taşken’te ABD ve İsrail büyükelçilikleri ile başsavcılık binalarına yönelik seri saldırı ve patlamalar sebebiyle bu ülke üzerinde kısaca durmak istiyorum. Pek ülke dışına çıkmayan Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, bu bombalı saldırılar üzerine Kırım’daki ziyaretini yarıda keserek ülkesine döndü, meşhur “soruşturma komisyonu”nun başına bizzat kendisi geçti ve suçlu olara Hizbuttahrir grubunu ilân ediverdi!..

Her ne kadar saldırının asıl hedefinin Özbekistan yönetimi olduğu düşünülse de, saldırılarda İsrail ve ABD büyükelçiliklerinin önlerinde de birer canlı bomba havaya uçtu. Bu bahaneyle İsrail bölgeye hemen büyük bir MOSSAD, Şabak (İç Güvenlik) ve Forensic ekipleri gönderdi. ABD, Orta Asya ülkelerinin her birine yerleştirdiği askerî güçlerle, Özbekistan başta olmak üzere zaten orada…

Bu gibi patlamalar komplo teorilerini ister istemez gündeme getiriyor. Çünkü bu gibi olaylar yani sözde “terör” bahane ve vesilesiyle, İsrail ve ABD’nin Özbekistan başta olmak üzere, zengin yeraltı ve yerüstü varlıkları olan bütün Orta Asya ülkelerine rahatça yerleşip istediği gibi at oynatacağından kimsenin şüphesi yok. Başta Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov olmak üzere, Özbekistan ve diğer Orta Asya ülkelerinin yöneticileri, bu gerçeği ne kadar görüyor, tam olarak bilmemiz mümkün değil…

Bu arada Özbekistan ve diğer Orta Asya ülkelerindeki ketum karakter ve Komünizm dönemindeki eski alışkanlıkların tam olarak terk edilememesi sebebiyle, bu ülkeden ve bölgeden daha geniş bilgiler alıp daha sağlıklı yorumlar yapabilme şansımız, şimdilik yok. Olacağı günleri sabırla bekliyoruz…

Sovyetler’in yıkılmasından yani demir perdenin ortadan kalkıp komünizm yönetiminin sona ermesinden sonra, başta Türkler olmak üzere bütün dünya, Özbekistan’ın Orta Asya’ın lider ülkesi olacağını düşünüyordu. Oysa Özbek yönetimi bütün dünya ile birlikte Türkiye ve İslâm âlemini şaşırtarak tam tersi bir politika uygulamaya başladı. Bu yanlış politika, Orta Asya’nın en güçlü ve istikrarlı İslâm ülkesi olması beklenen Özbekistan’ı istikrarsızlığa ve kaosa sürükledi. Halk ile yönetimin arası açıldı. Müslümanlar kendi ülkelerinde mazlum konumuna düştüler ve adeta Sovyet döneminin devamını yaşar durumlara duçar oldular. Aradan yıllar geçmesine rağmen, bu talihsiz yönetim biçiminde herhangi bir değişiklik ve düzelme emareleri görülmüyor. Muhalefet, özellikle de İslâmî muhalefet, komünizm dönemini aratmayacak şiddetli bir baskı politikasıyla tamamen sindirilmiş durumda. Maalesef ülkede yönetim ile diğer gruplar arasında tam bir kaos ve kan davası hükümran. Özbekistan yönetimi, soruna çözüm üreteceğine, ülkedeki bütün sorunları baskıyı daha da artırarak çözebileceğini zannediyor ve bu şekilde çözümsüzlüğü daha da pekiştiriyor.

Bir hatıramı kısaca hatırlatarak meseleye açıklık getireyim. Sovyetler yıkılıp demir perde yani komünizm ortadan kalkar kalkmaz, bir grup yerli ve yabancı işadamı arkadaşımla Orta Asya ve Rusya Federasyonu’ndaki ülkeleri ziyarete çıktık. Sözkonusu bütün ülkeleri rahatlıkla ziyaret ettiğimiz hâlde, bütün çabalarımıza rağmen özel uçağımızın Özbekistan hava sahasına girmesine ve Taşkent Havaalanı’na inmesine izin verilmedi! Bunu üzerine biz de karadan davetsiz misafir gibi sınırı aşmış ve sadece Semerkand şehrindeki dostlarımızı ziyaret edebilmiştik. O zamandan beri, aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, Özbekistan yönetiminin bu akıl dışı siyaset, davranış, tutum ve tavrı değişmedi!..

Özbekler, Türkistan ve Kuzey Afganistan’dan başlayarak Fergana Havzası ile Amu Derya ile Sir Derya ırmakları arasındaki meşhur Maveraünnehir’i kapsayan ve Aral Gölü kıyılarının ötesine uzanan geniş ve verimli bir alanda yayılmış olarak yaşayan çok önemli bir Türk soyu. Özbeklerin toplam sayısı 20 (yirmi) milyonu aşmakta ve bunların çoğunluğu Özbekistan’da yaşamaktadır. Diğerleri Kuzey Afganistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Çin yani Doğu Türkistan’da yaşamaktadırlar.

Özbek halkı, tarihçilere göre Altınordu devletinin kuruluşu sırasında, Uralların doğusundaki İrtiş ırmağının kaynağına doğru uzanan bölgenin Cengiz Han’ın torunu Şeyban’a verilmesiyle, bu bölgede yaşayan ve Kıpçakların büyük hükümdarı Özbek Han döneminde (1313-1341) Müslümanlığı benimsemiş ve “Özbek” adını alarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır…

Özbekistan, geniş doğalgaz, petrol ve kömür yatakları ile dünya sömürgecilerinin özel ilgisine mazhar olmaktadır! Kızılkum Çölü’nde dünyanın en saf altın yatakları vardır. Özbekistan, 30 milyon hektar arazide yetiştirdiği yıllık 10 bin tonu bulan üretimiyle, dünyanın en büyük üçüncü pamuk üreticisidir. Birçok meyvenin ana vatanı olan Özbekistan’da, sadece üzümün 150, kavunun 30 çeşidi bulunmaktadır. Ülkede 10 milyondan fazla koyun, 3 milyondan fazla sığır ve yarım milyon keçi beslenmektedir. İpekböcekçiliği de çok gelişmiştir.

Taşkent, 2 milyonu aşan nüfusu ile Orta Asya’nın en büyük metropolü olarak sadece Özbekistan’ın değil, adeta bu bölgenin başkenti gibidir. Ancak, ülke yöneticileri kapalı ve ketum yönetim anlayışları sebebiyle, Özbekistan’ın ve Özbek halkının gelişip kalkınmasının önündeki en büyük engel olarak duruyorlar! Semerkand ve Buhara başta olmak üzere, diğer Özbekistan kentlerine, Özbekistan’a ve Özbek kardeşlerimize olan hasretimizin biteceği günlerin gelmesini bekliyoruz… Özbekistan’ın ve Özbek kardeşlerimizin demokratik, çağdaş, istikrarlı ve huzurlu bir yönetime kavuşacağı günlerin gelmesi duâ ve dileğiyle…

 

 

***

 

 

 

 

Hakemlik Meselesi - I

“Kanada Şeriat Mahkemeleri”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.08.2004

Bugünkü yazıma üç Süleyman’dan nakledeceğim bilgilerle bir girizgâh yapmak istiyorum.

Geçen Cuma günü, seminer vaktinden iki saat kadar önce Süleyman Kılıç aradı ve heyecanla, o anda radyodan dinlemekte olduğu bir haberle ilgili müjdeyi verdi. Hükümet “hakemlik” ile ilgili bir yasayı Meclis gündemine sunacakmış. Ben de Süleyman arkadaşım gibi bu haberden dolayı heyecanlanıp sevindim. Aslında cari hukukta yani yürürlükteki hukuk sisteminde hakemlik müessesesinin var olduğunu ama ne hikmetse öne çıkarılıp tam olarak uygulanmadığını söyledim...

Seminer saati gelince Üstadımız Süleyman Karagülle’ye müjdeyi verdik. Sevinmekle beraber, her zamanki temkinli hâliyle, teklifin tam olması gereken şekliyle değil de, tahribata uğrayarak yasalaşacağı ile ilgili endişelerini dile getirdi. Sonra birkaç ay önce Ankara’da makamında ziyaret ettiği Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile olan görüşmesini, bakana yaptığı önerileri ve aldığı olumsuz cevabı kısaca özetledi…

Av. Dr. Süleyman Akdemir, üç yıldır avukatlık yapıyor ve kendisine gelen meseleleri önce “hakemlik usûlü” ile çözmeyi öneriyor. Taraflar kabul ederse, bu sayede meseleler daha çabuk çözüme kavuşmuş oluyor. Süleyman Akdemir doktora çalışmasını “Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması” konusunda Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ile yapmıştı. Bu vesileyle bu aybaşında vefat eden Dönmezer Hoca’yı da rahmetle anıp yâd etmiş olalım. Akdemir, doktora çalışmasından sonra tam 10 (on) yıl yardımcı doçentlik yaptı, bu süre zarfında tam 5 (beş) adet doçentlik tezi sundu ve hepsi de siyasi sebeplerle reddedildi!..

Doçent olamayınca 9 Eylül Üniversitesi sözleşmesini yenilemedi ve o şimdi avukatlık yapıyor!..

Ne yapabiliriz ki?!.

Türkiye’de ilim yuvası olması gereken üniversiteler böyle!..

Bu yazdıklarımın “Kanada Şeriat Mahkemeleri” ile ne alâkası var diyorsanız, anlatayım.

Malumunuz, federal bir devlet olan Kanada’nın Ontario Eyaleti, 1991 yılından beri uygulamakta olduğu kanuna istinaden, tarafların gönüllü olarak başvurmakları ve normal mahkemelerde temyiz hakkına sahip olmaları şartıyla, özel hukuk alanına giren meselelerde dinî makamlara “hakemlik” yapma yetkisi veriyor. Bu kanuna istinaden Kanada’da Yahudi hahamlar çiftlerin evlenip boşanmasına karar verebiliyor, Yahudiler arasındaki iş uyuşmazlıklarında hakemlik yapabiliyor. Bildiğim kadarıyla Yahudiler zaten yaptıkları sözleşmelerde her zaman birinci olarak hakemlik maddesini yazarlar. Kanadalı Katolikler de kimi anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması için hakem olarak rahiplere başvurabiliyor.

Kanada Ontario Eyaleti, geçtiğimiz bahardan beri “Kanada Müslümanlar Deneği”nin teklifini kabul ederek, din adamlarından ve İslâm hukukçularından oluşturulacak kurulların Müslümanlar arasında mülkiyet, miras, evlenme ve boşanma gibi özel hukuk alanına giren meselelerde hakemlik sistemi uygulamasını başlattı. Kanada adalet makamları, Müslümanların gönüllü olarak başvurması hâlinde “Şeriat Mahkemeleri” uygulamasına olumlu bakıyor. Çünkü bu sayede normal mahkemeler üzerindeki yükün azalacağı biliniyor.

Kanada’yı yönetenlerin “hakemlik sistemi” (veya kimilerine göre “Şeriat Mahkemeleri”) uygulamasının siyasi sebepleri de var. Kanada ülke olarak çok kültürlülük politikalarını benimsemiş bulunuyor. Bu politikalara göre, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplumun kişilere eşit hak ve hürriyetler tanımakla yetinmeyip; etnik, dini ve diğer azınlıklara grup hakları tanınmasını da getiren, liberalizmin son 20-30 zarfında gelişen yeni çok kültürcü yorumuna dayanıyor. Sonuç olarak, Kanada Ontario Eyaleti’nin 1991 yılından beri yürürlükte olan kanuna göre, bu ülkede yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar, grup haklarını özel hukuk alanıyla sınırlı tutmak, gönüllülüğü şart koşmak ve normal mahkemelerde temyiz hakkı olmak üzere “hakemlik sistemi” uygulaması yapıyorlar. Ne diyelim? Darısı diğer dünya devletlerinin başına...

Bu yazımda geçen kimi bilgileri, Şahin Alpay’ın Zaman gazetesinde yayımlanan 10 Ağustos 2004 tarihli makalesinden aldım. Alpay yazısının bir bölümünde şu ilginç hatırlatmayı yapıyor: “Bugünlerde Kanada’da gündemde olan, bizde bir zamanlar Refah Partisi sözcülerinin önerdikleri (partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının gerekçelerinden biri olan) “çok hukukluluk” rejimini andıran bu uygulama, Hindistan’da bağımsızlıktan beri yürürlükte…” Zaman gazetesi yazarı, yazısını şu cümleyle bitiriyor: “Bir zamanlar RP’nin “çok hukukluluk” projesine karşı çıktığım gibi, “Kanada’da Şeriat Mahkemeleri’ne Karşı Uluslararası Kampanya”yı da kesinlikle destekliyorum.”

Ne yapalım, birileri istemese, kimileri karşı olsa ve bu kişi Zaman gazetesi yazarı olsa da, Allah dünyanın bir yerlerinde bir şekilde nûrunu tamamlıyor. Zaman gazetesi yazarının “Kanada Şeriat Mahkemeleri” şeklinde isimlendirdiği ve karşı olduğu, ya da bağımsızlığını kazandığından beri Hindistan’da uygulanmakta olan “hakemlik sistemi” karşıtlarına alternatif bir proje sunabilir; nitekim sunuluyor da. Avrupa başta olmak üzere, dünyanın 90 (doksan) ülkesinde uygulanan (ve Avrupa’nın yani İsveç’in Osmanlı’dan aldığı) “Ombudsmanlık Sistemi” alternatif olarak düşünülebilir. Ne dersiniz?..

Ombudsmanlık sistemi yazım için yarını beklemeniz gerekecek.

Herkese hayırlar ve sabırlar diliyorum…

 

 

***

 

 

 

 

“Hakemlik” Meselesi - II

Avrupa ve dünyanın 90 ülkesinde uygulanan

“Ombudsmanlık Sistemi”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.08.2004

“Ombudsman” gibi önemli bir kavram, Büyük Larousse sözlük ve ansiklopedisinde çok kısa olarak birkaç satırla geçiştirilmiş. Aynen aktarıyorum: “İskandinav ülkelerinde (1709’dan beri İsveç’te) yurttaşların İdare’den olan şikâyetlerini incelemeye ve sonuçlandırmaya yetkili resmi kişi. (Başka ülkelerde de buna benzer, “yurttaş koruyucusu” makamlar kurulmuştur.)” Bu kadar!

İsveç Kralı Karl XII yani Demirbaş Şarl (1682-1718), Poltava Savaşı’nda (8 Temmuz 1609) Ruslara yenildikten sonra1709-1714 yılları arasında Osmanlı ülkesine sığındı, Bender ve Dimetoka şehirlerinde tam beş yıl yaşadı. İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Osmanlı ülkesinde yaşadığı yıllarda görüp öğrendiği Osmanlı Divan-ı Mezalim ve Divan-ı Hümayun müesseselerinden etkilenerek “vekil adam” anlamına gelen ve “ombudsman” olarak adlandırılan bir kişiyi tayin ederek İsveç’te bu müessesenin ilk temelini attı. Böylece Osmanlı Devleti’nden örnek alınarak İsveç’te uygulanmaya başlanan “ombudsmanlık sistemi” hâlen Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın 90 (doksan) ülkesinde uygulanıyor. Darısı Türkiye’nin başına!..

Bu önemli konuda Türkiye’de akademik bir çalışma da yapıldı. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Ali Kaya, doktora tezinde “ombudsmanlık müessesesi”ni bütün detaylarıyla inceledi ve bu müessesenin Osmanlı Devleti’nden örnek alınarak Avrupa’da ilk defa Demirbaş Şarl zamanında İsveç’te uygulanmaya başlandığını bilimsel olarak ortaya koydu. Daha sonra bu müessese diğer Avrupa ve dünya ülkelerinde de uygulanmaya başlandı ve zamanla sayı 90 ülkeye ulaştı. Şimdi de Türkiye uygulamada 91. ülke olmaya aday…

Ombudsmanlık sisteminin Türkiye’de uygulanması için bu ilk teşebbüs olmayacak. Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk, ombudsmanlığın Türkiye’de hayata geçirilmesi için yoğun bir çaba göstermiş, ancak hazırlanan tasarı Meclis’te görüşülememişti. Bunun üzerine Hikmet Sami Türk, ombudsmanlık tasarısının yasalaşmaması hâlinde bakanlıktan istifa etmeyi düşündüğünü beyan etmişti. Umarız Adalet Bakanı Cemil Çiçek, eski bakan gibi zorlanmaz ve istifayı düşünmez! Ne de olsa AKP tek başına iktidarda!..

Ombudsmanlık sistemi, “Türkiye Halk Denetçiliği Kurumu Tasarısı” olarak önümüzdeki dönem Meclis gündemine gelecek. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan tasarıda “Türkiye Halk Denetçiliği Kurumu”nun amacı, “İdarenin insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hukuka ve hakkaniyete uygun olarak görev yapmasını, kamu hizmetlerinin düzenli ve verimli yürütülmesini sağlamak için icrai nitelik taşımayan önerilerde bulunmak” şeklinde açıklanıyor. Bağımsız bir kurum olarak faaliyet gösterecek olan Türkiye Halk Denetçiliği Kurumu, kamu kurum ve kuruluşlarıyla her türlü idarî işlem, eylem, tutum ve davranışlarını, insan hak ve özgürlüklerine saygı, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden inceleyip araştırabilecek. Bir başdenetçi ve en fazla on denetçi ile uzman, uzman yardımcıları ve diğer personelden oluşacak olan kurumun merkezi Ankara’da olacak. Gerekli görülen yerlerde bürolar açabilecek. Yasama organının sadece yasama, yargı organlarının sadece yargılama ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sadece askeri nitelikteki faaliyetleri ile mahalli idareler, Halk Denetçiliği Kurumu’nun görev alanı dışında kalacak. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, baş denetçiye ve denetçilere görevlerini yerine getirirken emir ve talimat veremeyecek. Türkiye Halk Denetçiliği Kurumu’na gerçek ve tüzel kişiler başvurabilecekler. Başvurular üzerine yapılacak inceleme ve araştırma, başvuru tarihinden itibaren en geç üç ay içinde sonuçlandırılacak…

Nerden nereye?..

Osmanlı’dan İsveç’e; 18. yüzyıl (1714) başlarından 21. yüzyıl 2004) başlarına…

Avrupa başta olmak üzere dünyanın doksan ülkesinden tekrar Türkiye’ye…

“Hakemlik Meselesi” ile ilgili bu iki yazı, Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay’ın “Kanada’da Şeriat Mahkemeleri” (10 Ağustos 2004) yazısı üzerine yazıldı. Yazar, 14 Ağustos 2004 günü aynı konuda “Köktenci çokkültürcülüğün çıkmazı” başlığını kullanarak bir yazı daha yazma gereği duydu. Çünkü benim gibi başka okuyucuların da ilgisine mazhar olmuş. Şöyle ki; ““Kanada Şeriat Mahkemeleri” başlıklı yazım okurlardan ilgi gördü. Bazı okurlarım bu yazının “kafalarını karıştırdığını”, ne demek istediğimi anlamadıklarını yazdılar. Söylediklerime açıklık getirmeye çalışacağım. Bir defa, Kanada’nın Ontario eyaletinin Yahudiler ve Katoliklerden sonra, geçen ilkbahardan bu yana Müslümanlara da, gönüllü olarak başvurmaları ve olağan mahkemelerde temyiz hakkına sahip olmaları koşuluyla, özel hukuk alanına giren uyuşmazlıklarda din adamları ya da hukukçuların hakemliğine başvurma imkanı tanıdığını gündeme getirmemin amacı, kesinlikle bu uygulamaya destek vermek değildi…” (!)

Sayın Yazar’a basit iki soru: Birincisi, futbol başta olmak üzere, bütün spor dallarında uygulanan “Hakemlik Sistemi”nin yerine, davaların en az 5-10 yıl sürdüğü “hakimlik sistemini” mi düşünüyor?!.

Duyar gibiyim, “Ne alâkası var?” diyecektir!

Bilmem, laf olsun diye hatırlattım işte!..

İkinci olarak soruyorum, Kanada Katolikleri ve Yahudileri arasında yıllardır uygulanmakta olan “Hakemlik Sistemi”, geçen bahardan beri Kanada Müslümanları arasında da uygulanmaya başlanınca, neden rahatsızlık veriyor ve Sayın Yazar tarafından desteklenmiyor?!. Böyle daha nice soru sorulabilir.

Zaman yazarı Şahin Alpay devam ediyor: “Bazı okurlarım diyor ki: Gönüllü olursa, olağan mahkemelerde temyiz hakkı mevcutsa (ki cari TC hukuku hâlen aynen böyledir. RNE), özel hukukla sınırlıysa, dini hukuku uygulayacak mahkemeler neden demokratik bir topluma uygun olmasın?.. Uygun olmaz, çünkü…”(!) Yazar Şahin Alpay, yazısını şöyle bir not ile bitirme gereği duymuş: “Nihayet: Elbette ki herkes benim gibi düşünmek zorunda değil. Birbirlerimizin düşüncelerine saygılı olduğumuz, fikir özgürlüğümüzün başkalarının fikir özgürlüğüyle sınırlı olduğunu kabul ettiğimiz sürece, tartışarak doğruyu bulabiliriz. Zira insan olarak hepimizin ortak olduğu akıl, mantık ve gerçeklik var.” Elhak, doğru…

Yazar Şahin Alpay’a, yine de böyle önemli bir konuyu gündeme getirdiği için teşekkür ederim.

“El-adlu esasu’l-mulk./ Adalet mülkün (yönetimin) esasıdır (temelidir).”

Temeli olmayan bina nasıl en ufak sarsıntıda yıkılırsa, adalet olmayan ülke de kısa zamanda çöker. Bu vesileyle, iflâs etmiş olan ülkemiz adalet mekanizmasının tek kurtuluş çaresi olan ve aslında hâlen yürürlükte de bulunan, ama her nedense pek itibar edilmeyen “hakemlik sistemi”nin Türkiye’de tam olarak uygulanması duâ ve dileğiyle…

 

 

***

 

 

 

 

Amerika… Amerika…

Zavallı AMERİKA!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

11.09.2004

Amerika’da 2 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde, Allah başkan adaylarını adeta önemli tesbit ve itiraf gibi ifadelerle söyletiyor. Siz söyleyene değil, söyletene bakın. Nitekim son olarak Cumhuriyetçi Parti’nin tarihî kongresi öncesinde konuşan ABD Başkanı George Bush dedi ki:

“Washington, özel çıkarlar tarafından yönetilen, benim tahmin ettiğimden çok daha acı ve çirkin bir yer!..”

Zavallı Washington!..

Medyada zaman zaman zekâ seviyesi tartışma konusu olan Başkan Bush’un, dört yıllık başkanlık dönemi sonunda ABD’deki yönetim ile ilgili bu gerçeği kavramış olması ve bunu kamuoyu önünde itiraf etmesi, sadece Amerika değil, bütün dünya ve insanlık için çok çok önemli bir gelişme. Darısı diğer Amerikalı yöneticilerin başına! Gelişmeler öyle gösteriyor ki, pek de uzak olmayan bir gelecekte Amerikan halkı da bu gerçeği görecek ve gereğini yapacaktır. Nitekim ABD halkı bazı şeyler yapmaya başladı bile…

Cumhuriyetçi Parti Kongresi öncesi eylemler başladı ve bu eylemlerin dozu giderek arttı... Önce birkaç üniversite öğrencisi soyunarak kongrenin yapılacağı meşhur Madison Square Garden salonu önünde gösteri yaptı... Sonra bir gece yarısı sokaklara dökülen beş bin bisikletli şehrin trafiğini adeta felç etti… Bu izinsiz gösterilerden sonra yirmi bin kişi izinli yürüyüş yaptı… En sonunda ve finalde ise ABD tarihinde görülmemiş bir kalabalık, tam dört yüz bin kişi toplanıp protesto gösterileri yaptı… Polis dört yüz protestocuyu tutuklamak zorunda kaldı… Sivil haklar savunucusu Jesse Jakson ile Bush karşıtı ünlü yönetmen Michael Moore de eylemcilere destek konuşmaları yaptılar… Bu büyük protestolar öncesi ve sonrasında da çok farklı protestolar yapıldı, bundan sonra da yapılmaya devam edecek… Birleşik Barış ve Adalet Organizasyonu yetkililerinin yaptıkları açıklamalardan böyle olacağı anlaşılıyor…

Amerika, Amerika; zavallı Amerika!..

New York gibi bir şehirde bu gösteriler olurken, şehrin sakinleri ne yapıyordu dersiniz? Şehrin sakinleri, haftalardır yapılan çağrılara uyarak şehirlerini terk etmişler!.. Üç yıl önce 11 Eylül ikiz kuleler yıkımını yaşamış olan şehir, sakinlerinin bu şehri terk etme gereği duyması psikolojisi ile adeta 11 Eylül 2001 sonrasını tekrar yaşamış gibi oldu…

Zavallı New York!..

Zavallı Amerikalılar!..

Sadece ABD’de değil, bütün dünyada Amerikan karşıtlığı bir çığ gibi büyüyor. Mesela, son olarak ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel, Yunanistan’da yapılan ve gelmesi hâlinde yapılması düşünülen protestolar sebebiyle, olimpiyatların kapanış töreni için Atina’ya yapacağı ziyareti iptal etmek zorunda kaldı.

Zavallı!..

ABD sporcuları olimpiyatlarda birinci, ABD siyasetçileri dünyada sonuncu!..

Zavallı Amerika!..

Amerikan seçimlerinde genel olarak ekonomi, kalkınma, sosyal meseleler ve millî güvenlik konuları hep ön plana çıkar. 2000 seçimlerinden sonra 2004 seçim çalışmaları başladı. Dört yıl önceki seçim sonrasında 11 Eylül 2001 olaylarını yaşayan, buna dayanarak iki ülkeye yani Afganistan ve Irak’a savaş açan, sıradaki ülkelere meydan okuyan Amerika’da bu seneki başkanlık yarışında önde gelen tema güvenlik, millî güvenlik.

Amerika, zavallı Amerika kendini güvende hissetmiyor!..

Zavallı Amerika!..

Zavallı Amerikalılar!..

Amerikan rüyası bitiyor…

Zavallı Amerika’nın zevali yaklaşıyor…

Amerika’nın kendi kabuğuna çekilme döneminin eşiğindeyiz.

Nitekim, son üç aydır ABD’de bulunan Doç. Dr. Oya Akgönenç, korkular içinde değişen Amerika değerlendirmesinde gazetemize yaptığı açıklamadaki bir bölüm bunu teyid ediyor: “Amerikalılar hiç kimseye güvenmiyorlar. Dünyada yalnız kaldıklarına dair bir inanç var. Mesela, eskiden Amerikalılar yurtdışına dünyanın çok yerine gezmeye çıkarlardı. Şimdi Amerika’dan çıkamıyorlar. Sadece Amerika içinde geziyorlar. İşte en kabadayısı, en cesuru Kanada’ya gidip geliyor…”

Zavallı Amerikalılar!..

Hani meşhur bir söz var, onu hatırladım; “Quis custodiet ipsos custodes?/ Bekçilere kim bekçilik edecek?” Dünyaya bekçilik, insanlığa jandarmalık yapmaya kalkışan ABD halkına kim bekçilik edecek? Dünyaya nizamat vermeye, yeni dünya düzeni kurmaya kalkışan ABD, bizzat Başkan Bush’un itiraf ettiği gibi; kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı başkalarına himmet ede?!. Zavallı dünya bekçisi başkan!..

Bugünkü yazıma Başkan Bush’un bir sözü ile başladım; yazımın sonunu Bush ile ilgili son zamanlarda yazılan en ilginç yazılardan birinin ilginç birkaç cümlesi ile bitirmek istiyorum. Londra’da Arapça olarak yayımlanan El-Kudsu’l-Arabî gazetesi genel yayın yönetmeni Abdülbari Atvân diyor ki:

“Amerikan Başkanı George Bush, ünlü Time dergisine ‘Ben tarih yapıyorum’ dediği vakit aslında yanlış söz söylemiyordu; ancak yaptığı tarihin kendisini Hülagu, Hitler, Mussolini, Neron ve Şaron hanesine koyduğunu fark etmemiş olsa gerek… Dünya, Başkan Bush ve siyasetlerini belirleyen ‘yeni muhafazakârlar çetesi’nin gelmesinden bu yana daha tehlikeli ve gerilimli bir hâle geldi… Arap bölgesindeki barış girişimleri tamamen bitti… Amerikan ekonomisinin çökmesi, bütün dünyada ekonomik kaosun yaşanması anlamına gelmekte… Bush Iraklıları öldürmekten doymamış, Şaron aracılığıyla Filistinlilerin kanını akıtma isteği şifa bulmamış… Listesinde Suriye ve İran var… Başkan Bush’a münasip asıl mekân, bütün insanlığa karşı bir savaş suçlusu olarak yargılanacağı mahkemedir… Bush, devlet terörüne girişen, ülkesinin korkunç derecedeki askerî ve ekonomik gücünü dünyayı yıkmak, zenginliklerini tekeline almak ve fakirlerin sıkıntısını artırmak için kullanan bir başkan olarak tarihin çöplüğüne girecektir.”

Amerika, Amerika, zavallı Amerika; zavallı Amerikan halkı!..

Ve Amerika yüzünden zavallı dünya, zavallı insanlık!..

 

 

***

 

 

 

 

Anadolu… Olimpiyatlar… Osmanlı…

Ve

“Osmanlı adaleti istiyorum!” diyen

Yahudi belediye başkanı…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

13.09.2004

Mersin’in Aydıncık ilçesindeki Kelenderis antik kentinde, 1987 yılından beri sürdürülen kazıların sonucunda, bu yıl ilk kez tarih öncesi bulgular elde edildi. Kelenderis Kazısı Başkanı Prof. Dr. Levent Zoroğlu yaptığı açıklamada, antik kentin M.Ö. 8. yüzyıla kadar inen geçmişi konusunda kalıntılar ortaya çıkarıldığını bildirdi. Ayrıca dört yıldır akropolde yürütülen kazılarda ise bu yıl ilk kez M.Ö. 3. bin yıllarına ait seramik parçaları bulunduğunu belirtti… (Zaman, 30.08.2004)

Silifke ile Anamur arasında bir liman kenti olan ve Hitit metinlerinde “Şaranduva” olarak geçen Kelenderis bulguları, bizi insanlık ve Anadolu tarihinin beş bin yıl öncesine götürüyor. Anadolu, bilinen Hitit medeniyetinden itibaren nice medeniyetlerin mezarlığı konumunda…

Kur’an diyor ki; “Onlar, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur görsünler diye yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki?!.” (12/109, 22/46, 30/9, 35/44, 40/21, 40/82, 48/10)

Anadolu’da ve dünyanın diğer yerlerinde yaşayanlar öncekilerin âkıbetinden ibret alsalardı, hiç tarih tekerrür eder miydi?.. Şimdi de biz bin yıldır Anadolu topraklarında yaşıyoruz… Yaşıyor ve hâlen içimizde tam 16 (onaltı) çeşit “sosyal tufan” barındırıyoruz… İçimizdeki bu siyasi, ekonomik, biyolojik ve silahlanma yani savaş tufanlarından; özellikle Irak, sonra İran, sonra Suriye ve en sonunda “Türkiye” savaşlarından yok olup Anadolu’daki kavimler ve medeniyetler mezarlığında yerimizi almak istemiyorsak, bir an önce uyanalım… Uyanalım ve bu tufanlardan kurtuluşun gereklerini yapalım… Gafletten uyanmaz ve gerekenleri yapmazsak ne olur?.. Bu konu uzayıp giden “yazılası bir yazının” konusu olur… Bugünlük bu kadarcık bir hatırlatma ile iktifa ediyorum…

***

Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı (IOC) Jacques Rogge’nin 28. Yaz Olimpiyat Oyunları başlamadan önce BBC’ye yaptığı, “Atina’da doping patlaması yaşanacak!” açıklaması gerçekleşti. Atina 2004’te çeşitli dallarda yarışan 25 sporcu(!)nun doping yaptığı tesbit edildi. Böylece Atina “dopingli sporcular olimpiyat oyunları” olarak anılmayı hak ederek tarihteki yerini aldı. 1968’den bugüne, oyunlara katılma hakkı kazanan toplam 89 sporcu(!) dopingli çıktı… Türkiye’den Süreyya Ayhan doping şüphesiyle Atina’ya gitmedi, bayan haltercimiz Şule Şahbaz’ın ise Atina’da dopingli olduğu tesbit edildi…

Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, “İnsanlığın birliği, kardeşlik, barış gibi söylemlerle desteklenen olimpizm, olimpiyatları anlamamak adına bütün kamuoylarına zerk edilen bir afyondur. Bugüne kadar barışa hizmet etmiş değildir, bundan sonra da edeceğini beklemek safdillik olur… Bugün sadece rekabet; rekabet için rekabet ve sadece başarı; başarı için başarı ilkesi egemendir… Atina’nın görkemli spor şöleni bitince başarılı sporcular ülkelerine dönecek… göğüslerinde madalyaları, başlarında barışı temsil eden zeytin dallarıyla… O arada Irak ve Filistin’de (Afganistan ve dünyanın her yerinde) katliam(lar) devam ediyor olacak…” diyor.

“Olimpiyatlar üzerine aykırı düşünceler” ve benzeri “yazılası nice yazılar” akla geliyor da; biz bugünlük bu kadarcık bir olimpiyat hatırlatması ile yetinelim…

Mehmet Barlas, bu arada 31.08.2004 tarihli köşesinde, üşenmeden zaman tüneline dalıp madalya sayım ve yorumu yapmış. Atina 2004’te ABD toplam 103 (35’i altın) madalya ile birinci, Çin ikinci, Rusya toplam 92 (27’si altın) madalya ile üçüncü oldu. Barlas, “Ya Sovyetler Birliği dağılmamış olsaydı?..” diye başlayıp Rusya, Ukrayna, Belarus, Gürcistan, Özbekistan Kazakistan, Azerbaycan, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın kazandıkları madalya toplamının 45 altın, 50 gümüş, 162 bronz, toplam 257 madalya olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin birinci olacağını yazmış. Bu arada “Osmanlı” sınırları içinde kalan Türkiye başta olmak üzere Bulgaristan, Yunanistan, Macaristan, Romanya, Sırbistan, Slovenya, Suriye, İsrail, Mısır ve BAE’nin kazandığı 30 altın, 25 gümüş, 33 bronz; toplam 88 madalya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun ABD ve Çin’den sonra üçüncü olurmuş… Osmanlı İmparatorluğu o “Osmanlı gücü” ile Barlas’ın yazdığı gibi üçüncü değil, birinci olurdu ya; bu konuda “yazılası bir yazı ve değerlendirme” şimdilik bu kadarcıkla kalsın!..

***

Osmanlı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu anmışken, bugünkü yazımı şöyle bir Osmanlı hatırlatması ile bitirerek ecdadımızı hayır ve rahmetle yâd etmiş olalım.

Bir İsrail Başbakanı, eski Dışişleri Bakanımız Hikmet Çetin’e bakanlık yaptığı dönemde şunları anlatmış: “Mısır’a yakın bir kasabamıza gitmiştim. Yahudi olan belediye başkanı açtı ağzını, yumdu gözünü, Araplara çattı, döndü İsrail hükümetine çattı…

Konuşması bitince ‘Sen herkese veryansın ediyorsun! Peki ne istiyorsun?’ dedim.

Bana dönüp BEN OSMANLI ADALETİ İSTİYORUM dedi.”

Hazreti Ömer, Kudüs’ün yönetimini sadece kendisi, kölesi ve devesi ile teslim almıştı…

Osmanlılar ise “adaletli yönetim” sayesinde Filistin’i asırlarca bir manga askerle yönettiler…

Günümüzde ise Filistin, İsrail, Irak ve Ortadoğu kan gölü gibi; “zulüm yönetimleri” altında inliyor.

“Adalet ve zulüm”, “Osmanlı adaleti ve Ortadoğu”, “ABD-İngiltere-İsrail üçlü çetesi ve Irak vahşeti biricik çözümü adalet” … gibi “yazılası nice yazılar” akla geliyor ama…

Adaletli bir dünya duâ ve dileğiyle, Allah’a emanet olunuz…

 

 

***

 

 

 

 

Sömürü sermayesi ve

‘savaş’ ile ‘barış’

arasındaki dünya

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.09.2004

 

Mevlana diyor ki:

“Dünyaya isli bir camdan bakarsanız, onu kapkaranlık görürsünüz.”

Birileri, daha doğrusu sömürü sermayesi bizim ve bütün insanlığın dünyayı kapkaranlık görmemizi istiyor. Bunun gerçekleşmesi için de, başta medya olmak üzere, bütün kuruluş ve disiplinlerin önüne sisli bir cam veya suni bir sis perdesi oluşturuyor. Medyayı ve diğer müesseseleri istediği gibi yönlendirerek, olaylara ve meselelere o is veya sis perdesi arkasından bakmamızı sağlıyor.

Bunun böyle olduğunu olayların merkezindeki yani Amerika’daki bir örnekle anlatayım.

Oscar ödüllü Amerikalı aktör, yönetmen ve oyun yazarı Tim Robbins, Irak savaşı ve manipüle edildiğini dile getirdiği medyayı konu alan “Embedded/ İliştirilmiş” isimli tiyatro oyunun prömiyeri sebebiyle, bu oyunu neden yazdığını şöyle açıklamış:

“Amerika’da özgür basın kavramını kaybettik. Irak’taki yerel gazetelerle Amerikan televizyonları ve İngiliz Guardian ile Independent gibi gazeteler arasındaki farkları gördükçe hasta oluyordum.”

Sadece medya değil; bütün siyaset, ekonomi ve en önemlisi ilmî kuruluşlar her şeye ancak isli camlar veya sis perdeleri ardından bakabiliyor. Dünyada cereyan eden olaylarla ilgili haber ve yorumlar ile daha sonrasındaki derin değerlendirmeleri sadece sömürü sermayesinin hükümran olup yönlendirdiği bakış açısı ile izleyip takip edebiliyoruz. Bu durum, sermayenin Avrupa’da palazlanmaya başladığı beş asır öncesinde başlıyor, Amerika’nın keşfinden sonra giderek güçleniyor ve günümüzde zirveye tırmanmış bulunuyor. Ancak, her zirveye çıkışın bir düşüşü yani bir de zevali vardır. Zirveye çıkmak uzun bir çaba ve çalışmayı gerektirir. Zirveye çıktıktan sonra ise uzun zaman orada kalmak mümkün değildir. İnsanlık tarihi bunun şahididir. Allah’ın sosyal ve tabiî kanunları böyledir. Bunu değiştirmek mümkün değildir.

Dünya üzerindeki olaylar ve gelişmeler son yıllarda iyice hızlandı. Gün, hafta, ay geçmiyor ki, ülkemizi ve dünyayı çok yakından ilgilendiren bir gelişme olmasın. Olayların ve gelişmelerin bu kadar artmasının ve hızlanmasının sebebi nedir? Sebebi sömürü sermayesidir. Neden? Zirveden düşmemek ve mukadder olan sermayenin sonunu geciktirmek için. Sermaye sonunun başlangıcını yaşıyor. Bunun böyle olduğunu çok iyi biliyor. Bildiği için de bir taraftan sonunu geciktirmeye, diğer taraftan bu gerçeği dünyadan gizlemeye çalışıyor.

Sömürü sermayesi gerçekleri nasıl bizden daha iyi bilebiliyor?

Çünkü onun önünde isli bir cam veya sisli bir perde yok. O olaylara isli camın veya sis perdesinin berisinden bakıyor. Ayrıca ve en önemlisi, olayları başlatan bizzat o olduğu ve o sis perdelerini de kendisi oluşturduğu için gerçekleri bütün çıplaklığı ile çok iyi biliyor.

Sömürü sermayesi sonunun yaklaştığını, zevalinin başladığını bizden daha iyi görüyor… Gördükçe hırslanıp hırçınlaşıyor… Hırçınlaştıkça daha da saldırganlaşıyor… Saldırganlaştıkça, artık vahşet boyutlarına çıkan olayları organize ediyor…

“11 Eylül 2001” ile Amerika’da başlayan, dünyanın dört bir tarafına yayılan ve son olarak ard arda Rusya’da ortaya çıkan olayları bir de bu bakış açısı ile değerlendirmek gerekiyor. Böyle bakmaz ve değerlendirmezsek, olayları ve gelişmeleri gerçekçi bir şekilde değerlendiremeyeceğimiz gibi; asıl önemlisi, çare ve çözüme giden yolları da bulamayız.

Amerika’da 11/9/2001’den itibaren başlayan olaylar zincirinin Afganistan ve Irak’a kadar uzanan halkalarını, bir de bu bakış zaviyesinden dikkatle izleyin... Sudan, Suriye, İran ve asıl hedef Türkiye halkalarının her an olaylar zincirine eklenebileceğini aklınızdan çıkarmayın… ABD başkanlık seçimini ve bu ülkedeki diğer gelişmeleri, en ince ayrıntısına varıncaya kadar bir de bu açıdan izleyip değerlendirin…

Rusya’da Nord Ost Tiyatro işgali, İnguşetya baskını, uçak kazaları, metro bombalı saldırısı ve son olarak Kuzey Osetya’daki ortaokul baskını, aynı olaylar zincirinin diğer halkalarından başka bir şey değildir… Rusya Federasyonu parçalanmak isteniyor… Kafkasya birileri tarafından karıştırılmak isteniyor… Gürcistan, kendi gücüne bakmadan, ama bir yerlere güvenerek Rusya ile savaşmayı göze almışçasına meydan okuyor!..

Türkiye-Rusya, Türkiye-İran-Rusya, Türkiye-İran-Suriye arasında dostluk koalisyonlarının oluşması istenmiyor... Sömürü sermayesi son olarak Soçi’de gerçekleşen Rusya-Almanya-Fransa liderleri zirvesinden son derece rahatsız oluyor… Irak işgali başladıktan sonra Çin ve Hindistan’ın bunlara katılmasını hiçbir şekilde hazmedemiyor… Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan’ın D-8 barış ve kalkınma projesini akamete uğratmak için elinden gelen her şeyi yapıyor…

Sömürü sermayesi üçüncü milenyumun, üçüncü bin yılın da, ikinci milenyum gibi ‘barış’ değil ‘savaş milenyumu’ olmasını; ‘adalet’ değil ‘zulüm milenyumu’ olarak yaşanmasını istiyor. Milenyumun medeniyetler çatışması şeklinde geçmesi için akademisyen, siyasetçi, yönetici, gazeteci ve duruma göre diğerlerinden oluşan kölelerini harekete geçirmiş bulunuyor.

Dünya ‘barış ile ‘savaş arasında gelip gidiyor.

İnsanlık ‘adalet’ ile ‘zulüm’ düzenlerinden birini tercih edip karar vermek ve şayet geleceğin dünyasında adil bir dünya düzeni istiyorsa, onun gerçekleşmesi için gerekli olanları yapmak zorunda.

 

 

***

 

 

 

 

OSETYA KATLİAMI

VE

“İSRAİL FİTNESİ”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

22.09.2004

İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Strateji Uzmanı Prof. Dr. Erol Manisalı, Kuzey Osetya’daki katliam ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmede diyor ki: “Bu olay sadece Çeçen davası ile sınırlı basit bir eylem değildir. Türkiye, İran ve Rusya gibi bölge ülkelerinin işbirliğinden korkan emperyalist ülkeler var. Tüm dünyayı sömüren ABD ve İngitere gibi ülkeler, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye ziyaretini engellemek için Çeçen kartını oynadılar ve ziyareti engellediler… Dünyada bu olayın benzerleri vardır. ABD ve İngiltere, sömürülerini devam ettirmek için Çin’e karşı Uygurları, Türkiye’ye ve İran’a karşı Kürtleri, Rusya’ya karşı Çeçenleri kullanmaya çalışmaktadır. Küresel emperyalistlerin en fazla korktuğu şey bölgesel işbirlikleridir. Çin’in, Hindistan’ın, Rusya’nın, İran’ın ve Türkiye’nin her zaman bölgelerinde yalnız kalmaları gerekmektedir…”

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Temel Karamollaoğlu da, Kuzey Osetya’da meydana gelen rehine katliamından en çok gelişmekte olan Türkiye-Rusya-İran ilişkilerinin zarar gördüğünü söyledi. Karamollaoğlu, yaptığı basın toplantısında, Rusya Devlet Başkanı Putin’in Türkiye ziyaretinin bu yolla engellendiğini ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinden rahatsız olanların bu saboteyi yaptığını, özellikle ABD’nin yeni dünya düzenini kurmak ve BOP’u hayata geçirmek için Rusya’daki terör olaylarını gerçekleştirdiğini anlattı.

Yukarıda görüşlerini kısaca aktardığım Manisalı ve Karamollaoğlu doğru söylüyorlar. Elbette olayın arkasında ABD ve İngiltere vardır. Ancak meselenin bir merhale daha ötesi var, o da “İsrail fitnesi”dir. Birçok değerlendirmeciler gibi onlar da orayı eksik bırakıyorlar. Bu eksikliği de Millî Görüş Lideri Necmettin Erbakan zaman zaman konu ile ilgili yaptığı derin değerlendirmelerle gidermiş oluyor.

“İsrail fitnesi” dedik. Konuyu biraz açarak açıklık getirmeye çalışalım. İsrail oğullarının bir görevi de yeryüzünde “savaş ateşi”ni körüklemektir. İsrail oğulların nüfus olarak sayıları çok az olduğu halde, Allah tarafından kendilerine çok önemli görevler verilmiştir. Bunları kısaca dört bölümde toplayabiliriz.

1) Birincisi, ülkelerarası ekonomiyi faal halde tutma görevi onlara verilmiştir. Tarih boyunca hep onlar tüccar olmuşlardır. Nitekim çağımızda da dünya ekonomisine hâkimdirler.

2) İkincisi, uluslar arasında ilmi taşıma da onlara görev olarak verilmiştir. Yunan ilmini İslâm dünyasına onlar taşıdılar, İslâm ilmini de Avrupa’ya onlar taşıdılar. İsrail oğulları yeryüzünde ilme ve alime değer veren kavimlerin başında gelmektedirler.

3) Üçüncü olarak Lâiklik de onların insanlara öğrettiği ve uygulattıkları bir müessesedir. Kendileri başka kavimleri Yahudiliğe alamadıkları için başka kavimlerle ilişkiler kurmak ancak lâiklik anlayışı ile mümkündür.

4) Yine Allah’ın en son olarak onlara verdiği görev de, bozulmuş ve çökmüş bulunan topluluklar arasında savaş çıkartarak onları boğuşturmaktır.

Aslında savaş insanlığın yapısında olan bir müessesedir. İnsanlar her zaman savaşa hazırdırlar. Ülkeler askerleri ve orduları bunun için besliyorlar. Ancak askerler savaşı başlatmazlar. Bir kıvılcıma, bir kibrite, bir çakmağa ihtiyaç vardır. Bu çakmak gereklidir. Bu çakmağı da Allah “İsrail fitnesi”ne vermiştir. Kur’an bunu bildirirken; onlar her ne zaman savaş ateşini yakarlarsa Allah onu söndürür diyor. Bunun anlamı şudur ki, gerektiği kadar ateş yanar, yangın olur ve sonra o yangın söner. Onlar o yangını devam ettiremezler.

Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan bunun böyle olduğunu her vesileyle ve son olarak da Millî Gazete ve TV5’te resmen ilan etmiş, gerçekleri ortaya koymuştur.

Geçmişte ve bugün dünyada nerede “savaş” olmuşsa veya hâlen varsa, bunların hepsi Yahudi güdümündeki sömürü sermayesinin yani “İsrail fitnesi”nin tezgâhladığı savaşlardır. I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı’nı onlar tezgâhladılar…

Kıbrıs Savaşı onların tezgâhıdır…

Pakistan ile Hindistan arasındaki Keşmir Çatışması onların tezgâhıdır...

Bangladeş ile Pakistan’ın ayrılması onların tezgâhıdır…

Irak-İran Savaşı ile Irak’taki savaşlar onların tezgâhıdır...

Bosna ve Kosova savaşları onların tezgâhıdır... Baas Partisi onların tezgâhıdır... Sovyetler Birliği onların tezgâhlarıdır…

Çin ile Türk dünyasının arasını açmayı hedefleyen Doğu Türkistan’daki savaşlar hep sermaye dolarları sayesinde kaynamakta ve savaş ateşi yanmaktadır…

Nihayet, başından beri Rusya’da yani Çeçenistan’daki savaşlar da onların tezgâhıdır…

Neticede, meselenin böyle olduğu çok güzel bir şekilde Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın etkili üslûbu ve anlatımı ile bütün dünyaya duyurulmuş oluyor. Ancak bütün bu gerçeklerin çok daha açık bir şekilde, başta Erbakan tarafından olmak üzere, bu konuda bilgili ve etkili olanlar tarafından Türk halkına, İslâm âlemine ve bütün insanlığa duyurulması, anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. İnsanlığın her türlü maddî ve manevî güçleri ve imkânları bunun için seferber edilmelidir.

Türkiye, İslâm âlemi ve dünyadaki müesseseler insanlığın bu önemli ve öncelikli meselesini gündemlerine almalı ve gereken çalışmaları yapmaya başlamalıdırlar.

Aksi halde “İsrail fitnesi” bütün dünyada varlığını sürdürecek ve “savaş ateşi” yanmaya devam edecektir.

 

 

***

 

 

 

 

Dünya çocukları açlıktan ölüyor;

Amerikan halkı dünyayı yiyor!..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.09.2004

Irak’ta her gün yüz çocuk ölüyor!..

Dünya medyası ve kamuoyu, son günlerde Kuzey Osetya’nın Beslan kentinde gerçekleştirilen katliama kilitlenmiş durumda.

Beslan’daki okul katliamında bir günde yüzlerce çocuk öldü.

Oysa Irak’ta her gün ortalama 100 (yüz) çocuk, ayda 3000 (üçbin) ölüyor!..

Evet, Irak’ta her gün “yüz çocuk” ölünce; Irak’ta ayda ortalama “üç bin çocuk”, bir yılda da tam “otuzaltıbin çocuk” ölüyor!..

Iraklı çocuklar gıda eksikliği yani açlık sebebiyle yeterince beslenemiyor ve ölüyor. Savaş nedeniyle su sıkıntısı olması ve temizlik şartlarının giderek kötüleşmesi de her türlü hastalıkların yaygınlaşıp öldürücü hâle gelmesini sağlıyor ve bu durum önce çocukları etkileyip ölümlerine sebebiyet veriyor.

Saddam döneminde de uygulanmakta olan ambargo sebebiyle Irak’ta yüzbinlerce (500 000) çocuk ölmüştü. Ancak bugünlerde Amerikan işgali ve savaş sebebiyle yaşanan zor günler Saddam dönemini bile aratır hâle geldi. Çünkü Saddam döneminde ambargoya rağmen petrol karşılığı ülkeye ilaç alınabiliyordu. Şimdi o kaynak da kesildi ve çocuklar sadece savaştan değil, ayrıca gıdasızlık ve ilaçsızlıktan ölüyor.

Irak Sağlık Bakanlığı İstatistik Dairesi’nin rakamlara göre, Irak’ta her gün 100 (yüz), ayda 3000 (üçbin), yılda 36 000 (otuzaltıbin) çocuk toprağa veriliyor!..

***

 

Afgan ve Afrikalı çocuklar açlıktan ölüyor!..

Sadece Irak’ta değil, dünyanın her yerindeki kötü şartlar, beslenme yetersizliği, hastalık ve savaş gibi sebeplerle her yıl milyonlarca çocuk ölüyor!..

Nitekim BM’in çocuklara yardım kuruluşu UNICEF’in Almanya’nın başkenti Berlin’de açıkladığı 2004 yılı raporuna göre, sadece Kongo Cumhuriyeti’nde her yıl beş yaşın altında yaklaşık 530 000 (beşyüzotuzbin) çocuk açlıktan ölüyor!..

Aynı raporda anlatılan detaylarda Afganistan, Angola ve Sierra Leone’de her dört çocuktan birinin, henüz beş yaşına ulaşamadan öldüğü belirtildi. Sözkonusu raporda çocukların çoğunun kızamık, ishal ve sıtma gibi tedavisi mümkün olabilen hastalıklardan öldüğü, bunun yetersiz beslenme ve ilaç eksikliğinden kaynaklandığı ifade edildi.

Irak, Afganistan, Afrika ülkeleri ve dünyada insanlar açlıktan ölürken, dünyanın yiyeceğini kimler tüketiyor? Başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri aşırı tüketim çılgınlığına kapılmış durumda. Birileri yitor, birileri bakıyor; bu arada olan çocuklara oluyor ve onlar açlık veya hastalıktan ölüyor!..

***

 

Çocuklar açlıktan ölürken Amerikalılar dünyayı yiyor!..

Aşırı tüketim, çok yemek ve obezite, dünyada ilk sıradaki ölüm nedenlerinden biri hâline gelmeye başladı. Uluslararası Obezite İle Mücadele Kuruluşu (IOTF), aşırı şişmanlığın bütün dünyada bir sorun hâline gelmeye başladığını belirterek, 1,7 milyar insanın kilo vermesi gerektiğini açıkladı.

Dünyadaki her dört kişiden biri aşırı kilolu.

Türkiye’de de her iki kadından biri şişman.

Dünyadaki 312 milyon kişinin obez olduğuna dikkat çeken IOTF’nin siyasi direktörü Neville Rigby, “Bu kişilerin normal kilolarından en az 15 kilogram fazlaları var. Şu anda Hindistan’daki gençler arasında bile obezite görüyoruz. Obezite bir küresel salgın hâline geldi!..” diyor.

ABD Tarım Bakanlığı verilerine göre, Amerikan halkının bir yılda yiyecek ve içeceğe harcadığı para tam 844 (sekizyüzkırkdört) milyar dolar.

Yani, Amerikalılar dünyayı yiyor!..

Yiyor da ne oluyor?

1950’lerde günlük olarak ortalama 800 kalori alan bir Amerikalı, süper güç olduktan sonra yani günümüzde tam 3 800 kalori tüketiyor. Artan kalori tüketimi ile birlikte Amerikan halkının yüzde 62’si şişman, yüzde 27’si de obez sınıfına yükselmiş bulunuyor! Amerika’da gençler arasında obez oranı daha da fazla yaygınlaşmış bulunuyor. 1980’li yıllarda Amerikan halkının yüzde 46’sı şişman sınıfına girerken, günümüzde halkın yüzde 16’sı daha bu gruba dahil olmuş, böylece oran yüzde 62’ye yükselmiş!..

***

 

Kuzey Osetya’nın Beslan kentinde gerçekleştirilen katliamda bir günde yüzlerce çocuk öldü.

Oysa Irak’ta her gün ortalama 100 (yüz) çocuk, ayda 3000 (üçbin) çocuk, bir yılda da 36 000 (otuzaltıbin çocuk) ölüyor!..

Afganistan, Afrika ülkeleri ve dünyada her yıl milyonlarca çocuk ölüyor!..

Irak, Afganistan, Afrika ülkeleri ve dünyada insanlar açlık ve savaş sebebiyle ölürken; Irak, Afganistan ve dünyanın diğer yerlerini işgal eden Amerikalılar ise dünyayı yiyor!..

 

 

***

 

 

 

 

Avrupa Birliği Komisyonu Genişleme Sorumlusu

Sayın Günter Verheugen’e Açık Mektup

Sayın Günter Verheugen!

Türkiye’ye geldiniz ve çok memnun bir şekilde ayrıldınız! Dört konuda Türk yöneticilere hatırlatma yaptınız. Doğu’nun geri olduğu, azınlıkların dinî haklarına riayet edilmediği, Kıbrıs yönetiminin gümrük birliği içinde davranması gerektiği ve en önemlisi zina cezasının ülkeye gelmemesini önerdiniz.

Sayın Ekselansları!

Bir olay hakkında hüküm vermeden önce mahkûm ettiğiniz kimselere savunma hakkını vermelisiniz. Askeri dikta anlayışı ile karar vermeniz bize değil, Avrupa Birliği’ne zarar verir.

Sayın Günter Verheugen!

Geri kalmış olan yalnız Güneydoğu değildir. Tüm Anadolu geri bırakılmıştır. Bunun sebebi şudur. Türkiye ekonomisinin yüzde doksanını sayıları yüzde bir olan azınlıklar ellerinde tutmaktadırlar. İslâm’ın adil mülkiyet anlayışı bunların elinden bu tekelini almamaktadır. Bunlar da İstanbul’da toplanmışlardır. Bunlar işyerlerini İstanbul ve İzmir’de açtıkları için halk İstanbul ve İzmir’e göç etmiştir. Devletin yaptığı yatırımlar bile oraları kalkındıramamıştır. Anadolu’ya kredi veren (54. Erbakan Hükümeti gibi) iktidarlar CIA’nın oyunları ile alaşağı edilmiştir. O halde yapacağınız ilk tavsiye CIA’nın Türkiye’den elini çekmesi olmalıdır. Türkiye’de müdahaleyi askerler yapmakta, ancak CIA askerleri müdahaleye zorlamaktadır. Türkiye Güneydoğu’ya 200 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. Borçlanmış, yememiş, içmemiş ve oraları mamur etmiştir. Ne var ki yerli halka bir şey kazandırmamış, azınlık sermayesi bu yatırımlardan yararlanma yoluna girmiştir. Halk yine işsiz ve güçsüz olarak İstanbul ve İzmir’lerde sürünmekte; İstanbul ve İzmir’de yine mutlu azınlıklar tarafından sömürülmektedir. Her tekel sömürür. Başka bir önemli husus da, iyi biliniz ki Kürtlerle Türkler arasında herhangi bir çekişme yoktur. Biz kardeşiz ve birbirimizi ayırmayız. MİT ile işbirliği yapan CIA PKK’yı oluşturmuş ve Kürtleri değil, bulduğu işsiz güçsüz insanları organize ederek Türkiye’ye yirmi yıldır kan kusturmuştur. Bunun sorumlusu biz değil, onları destekleyen sizsiniz. Kendinizin özür dilemesi gerekir. Ülkelerinize gelen her Güneydoğuluyu mülteci kabul ettiniz. Güneydoğulu olmayanlar da Güneydoğudan pasaport alarak size iltica ettiler. Siz de onları ‘mülteci’ diye kabul ettiniz. Türkiye’de onları aç bıraktınız, Avrupa’ya ilticaya zorladınız, şimdi de biz suçlu olduk! Sayın Günter Verheugen! İyi bilin ki Allah vardır ve O zulmü asla tasvip etmez.

Sayın Günter Verheugen!

Biz bin yıl Hıristiyanlarla birlikte yaşadık. Hiçbir sorunumuz olmadı. Onların ne dinerline ne de ekonomilerine karıştık. Onları askere almadık. Ağır vergilerin altında ezmedik. Sonra sizin kışkırtmalarınızla onlar bize karşı katliama ve soykırıma kalkıştılar. Müslümanları camilere doldurup yakmaya başladılar. Biz de mecburen savaştık ve zafer kazandık. Biz onları katletmedik, mübadele yoluyla onları kendi dindaşları ile birleştirdik, yani zorunlu göçü getirdik. Savaşın hangi galibi böyle bir lütufta bulunur? Onların maddî zararları, isyanlarının cezasıdır. Bu arada aynı şekilde Müslümanlar da cezalandırıldılar. Burada bizim bir kusurumuz yoktur. Fırsat ele geçti diye Türk halkını katliamdan geçirmeye başlayanlar Hıristiyanlarındır. Bununla beraber İstanbul’u barışla aldığımız için orada yaşayanları zorunlu tehcire tâbi tutmadık. Hâlen ekonomimizin %90’ı onların elindedir. Halkımız onarın yüzünden açlıktan kıvranmaktadır. Onların ibadetlerine karışmadık, dillerine karışmadık, kiliselerini yıkmadık. Ama siz bize ateist düzeni empoze ettiğiniz için Müslümanların tekkelerini yıktık, medreselerini kapattık. Hâlâ Müslümanların Kur’an okumaları yasak! Düşünün ki Almanya’da İncil okumak yasak! Lâiklik gereği böyle imiş! Sizin bunları söylemeniz gerekirken, hâlâ azınlıkların dinî haklarının olmadığı iddia ediliyor! Müslümanların vakıfları ne oldu? Müslümanların tekkeleri ne oldu? Müslümanların medreseleri ne oldu? Siz Türkiye’yi alıp Hıristiyanlaştırmak isteyebilirsiniz. Bunun için sizce Hıristiyanlar dokunulmaz, Müslümanlar soykırıma lâyık görülebilir. Ancak, iyi bilin ki bunu başaramayacaksınız. AK Parti’ye bunları kabul ettirebilirsiniz, Cumhurbaşkanına kabul ettirebilirsiniz; hattâ orduya bile kabul ettirebilirsiniz. Ama başaramayacaksınız. Çünkü Allah vardır, O kendi nûrunu mutlaka tamamlayacak ve payidar edecektir. Bizim Hıristiyanlarla bir sorunumuz yoktur. Siz zaten bir Hıristiyan olarak bunları yapmıyorsunuz, Hıristiyanlığı sömürü aracı olarak kullanıyorsunuz. Adil Düzenciler tüm dinlere İslâm ülkesinde tam serbestlik vermek zorundadır. Zaten İslâm budur. Bizim sorunumuz; sizin herkesi Hıristiyan yaparak Roma benzeri tek din altında insanlığa hâkim olma arzunuzdur.

Sayın Günter Verheugen!

Kıbrıs sorunumuz bir sorun değildir. Siz baştan hukuk dışı davrandınız. Sorunu olan ülkeyi içinize aldınız. Bizi de sömürmek için Gümrük Birliği’ne aldınız. Ekonomimizi çökerttiniz. O zaman Türkiye’nin borcu 70 milyar dolardı. Türkiye tarım döneminden sanayi dönemine geçti; 70 milyar dolar borçlandı. Ondan sonra hiçbir şey yapılmadı ama; şimdi Türkiye’nin 200 milyar dolar dış borcu vardır! Gümrük Birliği sayesinde Türkiye’yi mahvettiniz. Şimdi de bizim paramızla Güney Kıbrıs’ı zengin edeceksiniz. Kuzey Kıbrıs lehinize oy kullandı, cezalandırdınız; Güney Kıbrıs aleyhinize oy kullandı, Türkiye eliyle zengin ediyorsunuz! Tekrar ediyorum: Allah vardır. Zalim olanların cezasını O verecektir. Güney Kıbrıs Kuzey Kıbrıs’ı tanısın ve siyasi münasebetleri kursun; biz de Güney Kıbrıs’ı tanıyalım. Ancak tanımak istemiyor, çünkü yutacak! Bu sizin yaptığınız yalnız zulüm değil, aynı zamanda saygısızlıktır. AK Parti de sizinle birlikte gark olup gidecektir.

Sayın Günter Verheugen!

Gelelim zina konusuna. Getirilen Ceza Kanunu AB’yi memnun etme amacındadır. Türkiye’yi anarşiye ve ahlâksızlığa sürükleyecek durumdadır. Çıkmasını istemiyoruz. Bunu desteklediğiniz ve bu vesileyle gerçek yüzünüzü gösterdiğiniz için biz Allah’a hamd ediyoruz. Ancak, siz zina yasağını kaldırdınız da ne haldesiniz? Her yıl nüfusunuz azalıyor. Varlığınızı sürdürmek için Türkiye’den ve diğer ülkelerden işçi ithal ederek yaşıyorsunuz. Bunun anlamı nedir? Bir asır sonra Almanya bir Türkiye olacak, iki asır sonra Alman ırkı soykırımına uğrayacaktır. Siz kendi kendinize intihar ediyorsunuz. İdam cezasını kaldırıyorsunuz, böylece katilleri üretiyor ve koruyorsunuz. Fuhşu serbest bırakıp aile müessesesini yıkıyorsunuz, AIDS gibi en tehlikeli hastalıkları dünyaya musallat ediyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki, bu fuhuş devam edecek, biz fuhuştan doğan hastalıklara çare bulacağız ve yaşayacağız! Oysa bundan bir asır evvel AIDS yoktu, zührevi hastalık vardı, frengi vardı. Frengiye çare buldunuz ama Allah AIDS’ı getirdi, daha beterini getirdi. Şimdi de AIDS’e çare arıyorsunuz. Çare bulduğunuzda Allah daha beterini size musallat edecektir. Allah’la savaşmaktan vazgeçin, O’nu yenemezsiniz. O vardır ve O sizin inkârınızla yok olmaz. Şimdi siz AIDS yoktur deseniz, o yok olur mu, var olan yok olur mu? Allah’ı nasıl yok ediyorsunuz?!.

Sayın Günter Verheugen!

Siz bize ders vermeyin, bizimle tartışın.

Sizinki iyiyse biz onu kabul edelim, bizimki iyi ise siz onu kabul edin.

 

Süleyman KARAGÜLLE

Yüksek Elektrik Mühendisi

“ADİL DÜZEN” Çalışanı

 

 

***

 

 

 

 

TÜRK CEZA KANUNU MACERASI

 

Süleyman KARAGÜLLE

Yayına Hazırlayan: Reşat Nuri EROL

 

Osmanlı İmparatorluğu’nu borçlandırarak yıktılar. Yerine borçlu ve tüm altyapısı yabancı şirketlere ait bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasına izin verdiler. İstanbul’un suyu ve elektriği, Türkiye’nin demiryolları yabancı şirketlere aitti. İstiklâl Savaşı’nı gerçekleştiren Türkiye bir taraftan Osmanlı’dan kalan dış borçlarını ödedi, diğer taraftan bu altyapı tesislerini millîleştirdi. Dış güçler Türkiye’nin gelişmesini önlemek için çalıştılar ama olmadı. 1950’ye gelindiği zaman dış borçlar bitmiş, tüm altyapı da millîleştirilmişti. KİT’ler kurulmuş ve Türkiye büyük ekonomik hamle yapma durumuna gelmişti. Demokrasi de geldiği için her türlü gelişme şartları hazırlanmıştı. Dış borca ihtiyaç yoktu.

Türkiye’yi yıkamayı hedef hâline getiren dış güçler Türkiye’de iktidar değişikliği yaptılar, Demokrat Parti’yi iktidara getirdiler ve Türkiye’yi borçlandırmaya başladılar. Maksatları, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktıkları gibi elli yıl sonra Türkiye’yi de yıkıp parçalamak; bundan sonra Bulgar ve Yunanlıları birleştirip Bizans imparatorluğunu ihya etmek; Gürcü ve Ermenileri birleştirip kuzeyde Pontus devletini kurmak; güney ve doğuyu da İsrail imparatorluğuna vermekti.

Plan tam yürümedi. Türkiye’yi borçlandırıp yıkmak için iktidara getirilen Adnan Menderes ülkeyi kalkındırmaya başladı. Menderes ve arkadaşları Batı’da planlanan görevi yerine getirmek yerine başka şeyler de yapıca iktidardan düşürülüp idam edildiler.

Bu dönemden sonra Türkiye zamanla kalkındı ve “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçti.

Süleyman Demirel geldi ve altyapı yatırımlarını yaptı. Buna izin verdiler. Çünkü Anadolu’yu kullanabilmek için yollara ve barajlara ihtiyaç vardı. Bu yatırımlar Anadolu’yu kalkındırmaya başladı…

Demirel’i indirdiler, Turgut Özal’ı getirdiler. Gayeleri “İstanbul tekeli”ni desteklemekti. Özal kapitalizm ekonomisine inanıyordu. Ona göre, bir memleketin kalkınması için o ülkede 10-12 tane büyük holding olmalı ve onlar ekonomiyi yönetmelidir. Orta sınıf ortadan kalkmalı, bütün halk bu 10-12 holdingin emrinde olmalıydı. Özal masonlarla anlaştı. Bunu bir şartla yapacaktı; o firmalardan biri de Özal ailesi olmalıydı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Özel teşebbüs desteklendi. Bu sefer Türk müteşebbisleri de zengin olmaya başladı. Orta sınıf ve küçük müteşebbisler çökertilemedi. İşte bu sebepten dolayı Özal’ı da götürdüler!..

İhale Tansu Çiller’in üzerinde kaldı. Çiller aldığı kararla Türkiye’yi büyük krize soktu. Ancak halkın elinde birikmiş sermaye vardı. Çünkü 1990’da yapılacak müdahale 94’te yapıldı. Böylece Türkiye’de iş bulamayan halk sermayesi dışarıya taşındı, Türkiye dünyada iş yapan müteşebbisler kazandı.

Bu arada Necmettin Erbakan bütün çalışmaları ile sanayiyi Anadolu’ya taşıdı. Ne var ki ticaret hâlâ İstanbul’un elinde idi. Türkiye’yi çökertmek için 28 Şubat Müdahalesi ile Refahyol Hükümeti’ni indirdiler. Son ihaleyi Bülent Ecevit’e ayarladılar. Ecevit zamanında krizler en yüksek seviyelere çıktı, ama Türkiye yıkılmadı. Batılı sömürgeci güçlerin beklemediği ters bir olay oldu. Artık İstanbul ticaret merkezi olmaktan çıktı ve Anadolu kendi üretimini ve iç ticaretini yapar hâle geldi.

Son planları; AK Parti’yi iktidara getirmek, onu krize sokmak ve Türklerin son ümitlerini tüketmek idi.

AK Parti iktidara gelince ben yazı yazmış, “AK Parti için Amerikalılar iki yıllık ömür biçmişlerdir.” demiştim. Altı ayda bir deneme yaparak AK Parti’yi nasıl yıkabiliriz planlarını yapmaktadırlar. Ancak henüz kesin plan yapamadılar.

Hatırlanacağı üzere ilk olarak “resepsiyon” yani “başörtüsü krizi” çıkararak Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Cumhurbaşkanı’nın, Ordunun, Yargının AK Parti’ye cephe alıp almayacağını test ettiler. Bunu başardılar. Daha sonra planlarını bu varsayım üzerinden yürüttüler.

Sonra “Irak” yani “tezkere krizi”ni çıkardılar. Memleketi yıkacak taleplerde bulunarak AK Parti’yi bölüp bölemeyeceklerini denediler. Burada AK Parti’nin bölünebileceği varsayımına girdiler. Mahalli seçimleri de gözetlediler. Başarılı bir sonuca gidemediler.

Batılı sömürgeci güçler Türkiye’nin ana sorunlarını hallettirmiyorlar. Türkiye’de çok yönlü patlama için hazırlıklar devam ediyor. Türkiye’nin dört ana sorunu vardır; İŞSİZLİK, DIŞ BORÇ, YARGI ve BASIN. AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’nin bu dört ana sorununda herhangi bir düzelme yoktur.

İşte “TCK Olayı” budur.

Ceza Kanunu’nun temelleri Roma Hukuku döneminden itibaren atılmıştır. Her bir madde ve kavram binlerce senedir oluşmuş ve gelişmektedir. Mesela, “şiddet” veya “tehdit” Mezopotamyalılardan beri oluşturulan kavramlardır. İtalyan Ceza Kanunu Roma Hukuku yanında “İslâm Hukuku”nun da etkisi ile oluşmuş ama tamamen mevcut hukuk terminolojisi üzerinde oturtulmuştur. Türk Ceza Kanunu onun çevirisidir. Hukukçular tarafından çevrilmiştir. Buna rağmen yorumlama yapılırken İtalyan Ceza Kanunu’na başvurulur. Türkiye’de Ceza Kanunu’nu tahrif ederek istedikleri şekilde uygulamak isteyenler böyle yapmaktadırlar. Ama bunu kolay yapamamaktadırlar. Çünkü dev gibi tarihî yorumlar vardır.

Şimdi yapılmak istenen nedir?

Yeni ceza kanununu yeni dille yazmak, yeni kavramlar getirmek, yeni suçlar icat etmek, yeni yorumlara imkan vermek istiyorlar. Ceza Kanunu’nda “müessir fiil” vardır. Mesela, biri adamı dövme demektir, diğeri de hakarettir. Şimdi yeni kavram getirdiler; “işkence”. Bu nedir? Tabii ki yazanlar da bilmiyor. Şimdi “işkence” kavramı ile polisi, yargıyı, savcıyı iş yapamaz hâle getireceklerdir. Bu kavramları basın yoluyla çarpıtıp Türkiye’yi bir anarşi ülkesi hâline sokacaklardır. İşte yeni Türk Ceza Kanunu’nun hedefi budur.

Dışarıdan hazırlanıp getirtilen bu yasanın değiştirilmeden geçmesini sağlamak amacıyla Başbakan Tayyib’in yokluğundan da yararlanarak CHP ile uzlaşıp geçirdiler.

Şimdi son uygulama senaryosunu sizlere takdim etmek isterim:

Hiçbir gerek yokken Meclis’i olağanüstü toplayıp kanunu yıldırım hızıyla geçirdiler. Bu arada Başbakan Tayyib’i Türkiye’den uzaklaştırıp başbakanlığı Abdullah Gül’e teslim ettiler. Gül saflığı ile gitti ve Ceza Kanunu teklifine dokunulmaması anlaşması yaptı. Gül’ün böyle hinliğe aklı ermez; Cemil Çiçek ise bunu anlayacak kadar akıllıdır, ama aynı oyunu oynadı. Çiçek’e güvenim vardı, çok üzüldüm! Tam son uygulama maddesinde Başbakan Tayyip Türkiye’ye geldi. Öyle ayarladılar. Ona vahameti anlattılar. Kanunu geri çektirdiler. Maksatları neydi? Abdullah Gül ile Tayyib’in arasını açıp partiyi parçalamak.

Bu arada “AB” dediler ve TCK’yı geçirdiler.

İşte bu son denemeleri de bu yönde bir uygulamadır.

Şimdi partide dört grup vardır:

  1. Erbakan’a karşı olan Refahçı grup. Bu Tayyib’in grubudur.
  2. Erbakan’a karşı olmayan Refahçı grup. Bülent Arınç’ın grubu.
  3. Millî Görüş ve Adile Düzen’e karşı Refahçı olmayan Abdullah Gül grubu.
  4. ANAP’tan gelenlerin grubu. Aralarında başkan seçilmemiştir. Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu gibi kişiler olabilir.

İşte şimdi düşündükleri senaryo şudur:

Önce AK Parti’yi parçalamak ve dört parti hâline getirmek…

Sonra Deniz Baykal’ı başbakan yapmak...

Onu da diskalifiye ederek atanmış vali Kemal Derviş’i başbakan yapmak...

İşte “Türk Ceza Kanunu Macerası” budur.

Önce Ceza Hukuku karmaşasını yaratmak…

Sonra da AK Parti’yi parçalamak…

En sonunda Türkiye’yi yıkmak.

 

 

***

 

 

MEHMET ALİ BİRAND’a AÇIK MEKTUP

 

Süleyman KARAGÜLLE

Yayına Hazırlayan: Reşat Nuri EROL

 

Yoğun çalışmalarım sebebiyle genellikle gazete okumam, televizyon seyretmem. Ara sıra elime geçen gazetelerde rastladığım makaleleri okur, televizyonlarda sadece konuşmaları seyrederim.

Genellikle bilmediğim şeyler söylenmez.

Bunun bir istisnası vardır. Mehmet Ali Birand’ın “Manşet” programını hemen hemen hep seyrederim. Mehmet Ali Birand gerçekten çok iyi bir programcıdır. O’nun hazırlayıp sunduğu program, bana olayları takip etmek için yetmektedir.

Elbette bu program ve programcının da eksik tarafları vardır.

Mehmet Ali Birand fanatik Cumhuriyet Halk Partilidir. Fehmi Koru kadar bile tarafsız kalamıyor. Halk Partili olmakla iftihar ediyor. Bu da onun seviyesini düşürüyor. Solcu olduğunu belirtiyor. Bu demode olmuş düşüncenin içinde gömülü kalıyor. Ayrıca sermayenin isteklerini alenen koruyor.

Bir de Adil Düzencileri istediği halde programına çıkaramıyor.

Bu konuda defalarca bize söz verdiği halde yerine getir(e)medi.

Artık sözünü yerine getirmesinin zamanı gelmedi mi?..

Dâvetini bekliyoruz…

 

 

 

Sayın Mehmet Ali Birand!

Hep Avrupa Birliği lehine konuşuluyor. Solun çarpık anlayışına göre bu doğrudur. Ama sizin de bildiğiniz gibi sosyalizmin teorisi Moskova’da değil Paris’te şekillenmiştir. Şimdi Sovyetlerin dağılmasından sonra günümüz dünyasında sosyalizmin savunulduğu ve iktidar olduğu ülkeler eski Sovyet ülkeleri değil, Avrupa’nın demokratik ülkeleri olmuştur.

Siz Avrupa Birliği’ni bütün yönleriyle tartıştırmazsanız, belki Türkiye Avrupa Birliği’ne girer ama bu Avrupa’yı da Türkiye’yi de yıkar. Yani sol mantıkla insanlık düşmanı olarak belki uygundur, ama insanlığa inanan bir kimse buna razı olmaz.

Sayın Mehmet Ali Birand!

Ben Avrupa Birliği’ne karşıyım.

Bunun için dört sebebim vardır:

  1. Avrupa Uygarlığı faizci ve zinacı bir uygarlıktır; bu da tabiî ve sosyal kanunlara aykırıdır. Tabiî ve sosyal kanunları insanlar değiştiremez. Bunları değiştirmek isteyenler aynen Sovyetler gibi kendileri helâk olurlar. Bu meselelerden yani ‘faiz’ veya ‘zina’ konularından herhangi birini benimle siz tartışın; yahut karşıma tartışabilecek birini çıkarın. Mahzuru yok, ben mağlup olayım. Ama cesaretiniz varsa tartışınız, tartıştırınız. Bütün dinler benim dediğimi söylüyor. Tarih felsefesi bunu söylüyor. Buna itiraz eden tek düşünce Marksizm’dir, komünizmdir. Bakınız, ben suçlamıyorum; ama takiyye yaptığınız anlayışı suçluyorum. Açık olarak tartışalım. Batacak bir birliğe girmek demek, batan gemiye binmek demektir. Onun için karşıyım.
  2. Avrupa siyasi birliğe gitmek istiyor. Bu birlik millî devletleri yok edecek midir; ya da millî devletlerin varlığını ve bağımsızlıklarını koruyacak mıdır? Yoksa Avrupa imparatorluğuna mı dönüşecektir. Bu husus Avrupa Birliği’nde henüz çözülmüş değildir. Taraflar bu hususta takiyye yapmaktadırlar. Yarın Avrupa Birliği millî hâkimiyete müdahaleye başladığı gün Avrupa ikiye ayrılacaktır. Müdahale etmezse işler yürümeyecektir. İç ve dış savunma yapamayacaktır. Bu da Avrupa için III. Dünya Savaşı demektir. Türkiye buraya girip taraf olduğu zaman, iyi biliniz ki mağlup olacak taraf bizim tuttuğumuz taraf olacaktır. Tarihte öyle olmadı mı? Biz henüz anayasası bile olmayan bu birliğe katılamayız. Ama ‘Adil Düzen’i, tabiî ve sosyal kanunlara uygun düzeni benimseyelim; o zaman biz de hemen Avrupa Birliği’ne girelim. Yani, biz AK Parti anlayışı ile Avrupa Birliği’ne girilmesine karşıyız. Ama ‘Adil Düzen’ iktidar olursa, onu kabul ederlerse Türkiye memnuniyetle Avrupa Birliği’ne girecektir. Bu hususlarda yanılmış olabilirim. Karşılıklı tartışalım, bizi aydınlatın. Güneş yani gerçekler balçıkla sıvanmaz.
  3. Biz ülke olarak dünyanın tam orta yerindeyiz. Süper güçler bizi aralarında paylaşamadıkları için rahatlıkla yaşıyoruz. Ama Avrupa Birliği’ne girdiğimizde sermaye Avrupa’ya karşı dünyayı organize edecektir. Eski Sovyetleri, ABD’yi ve Çin’i birleştirip Türkiye’ye saldırtacaktır. Bu saldırılar başladığında Avrupa bizi savunma gücüne sahip değildir. Bizi ortadan kaldırdıktan sonra Türkiye’yi paylaşıp otururlar! Trakya’yı Avrupa Birliği’ne verip sorunlarını çözerler! Kuzey Anadolu Sovyetlerin olur. Sovyetler doğuyu da alır, onlara başka yerlerde karşılık olarak toprak verir. O halde AB konusunda Türkiye için çözüm tarafsız kalmadır. Türkiye’deki her asker bu konuda benim gibi düşünür. Bunun aksini düşünen bir kurmay subay bulursanız benimle tartıştırın. Gerçekler ortaya çıksın.
  4. Türkiye lâiktir. Kendisinin din’i sorunu yoktur. Ama Avrupa’da İngiltere ve Almanya lâik değildir. Fransa güya lâik olduğunu söylüyor ama ülkedeki Müslümanları ve Hıristiyanları güldürecek bir başörtüsü kararı çıkardı ve uygulamaya başladı! Bu nasıl lâiklik?!. Böylece Fransa da diğer bazı Avrupa ülkeleri gibi lâik olmaktan vazgeçti. Dine dayalı bir topluluğa onda bir olmayacak bir nüfusla hangi akılla katılıyoruz? Biz din değiştirip Hıristiyan olsak bile, iyi biliniz ki onlarda aslolan dinî inanç değil, ırkçılıktır. Böyle olmayıp gerçek Hıristiyan olsalar ‘zinacı’ olabilirler miydi?

 

Sayın Mehmet Ali Birand!

Bu dört sorunu çözüyorsanız, o zaman biz de Avrupa Birliği’ne girebiliriz.

Hazırlamış bulunduğumuz “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bütün bu sorunlar çözülmüştür. Bizimle tartışırsanız sadece Türkiye’yi değil, Avrupa Birliği’ni de kurtarabilirsiniz.   

Görüşebilmek dileğiyle…

Selâmlar…

‘Adil Düzen’ Çalışanlarından

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

 

 

***

 

 

 

 

Saraybosna’dan Bağdat’a… (I)

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.09.2004

 

Barbar Batılılar, hatırlanacağı üzere sön dönemdeki vahşi saldırılarına önce Bosna’dan başladılar… Bu bölgedeki katliamlarını Kosova ile devam ettirerek bütün Balkanlar’a yerleştiler… Adım adım ilerleyerek Afganistan’a saldırdıktan sonra; sonunda Bağdat’ı bile işgal ettiler!..

Ahbâr El-Halîc gazetesi yazarı Seyyid Zehra, geçen ay (14.07.2004) yayımlanan “Saraybosna’dan Bağdat’a” makalesini şöyle bitirmiş:

“Bu yüzden diyoruz ki, bugün en büyük ve asil savaşımız Filistin, Irak veya herhangi bir Müslüman ülkesindeki işgalcilere direnmek değil sadece, aynı zamanda ümmetin geçmişini, tarihini, uygarlığını koruma savaşıdır.”

Bosna’da başlayan savaş bitmedi, devam ediyor… Hattâ asıl savaş daha yeni yeni başladı diyebilirim. Nasıl bir savaş? Neyin savaşı? Anlatmaya çalışayım.

Bosnalı öğretim görevlisi Dr. Esat Durakoviç kendisiyle yapılan bir röportajda diyor ki; Sırpların sadece Saraybosna’da ülkenin en büyük kütüphanesi olan Üniversite Millî Kütüphanesi’ni ateşe vererek 6000 el yazma ve 200 bin orijinal tarihî belgenin bulunduğu Doğu Enstitüsü’nü yakmışlardı… Bosna Savaşı, oradaki Müslümanların ve İslâmî değerlerin kapsamlı bir soykırımdan geçirilmesi savaşıydı… Dr. Esat’ın dediği gibi; Batılı Barbarlar Bosna’daki bütün kültürel mirası ve medeniyeti soykırımdan geçirmeye çalıştılar…

Bilge Başkan Aliya İzzetbegoviç’in dâvâ arkadaşı Prof. Dr. Cemalettin Latiç, Ağustos ortasında birkaç günlüğüne Türkiye’ye, İstanbul’a geldi. Dertliydi, derdini paylaşacak dostlarla dertleşmeye ve bazı projelerini onlarla değerlendirmeye gelmişti. 16 Ağustos tarihli yazısında gazetemiz yazarı İbrahim Tenekeci, Cemalettin Latiç’in bulunduğu bir toplantıya katılarak aldığı notlarda onun dertlerini şöyle dile getirdi:

“Latiç, Bosna-Hersek’in şu anki hâlini, “karmaşıklar bütünü” olarak tanımlıyor ve durumun Müslümanlar adına her geçen gün kötüye gittiğini belirtiyor… Bosnalı Müslümanlar evliliklerinin yüzde otuzunu Sırp ya da Hırvatlarla yapıyorlarmış… Latiç, bu gerçeğin altını çiziyor ve diyor ki: “Artık Müslümanlar çocuklarına Aliya, Cemalettin, Ahmet, Mehmet gibi isimler koymuyorlar; Batı kültürüne ait isimler koyuyorlar!”

Cemalettin Latiç, Türkiye’de bulunduğu günlerde tek cümleyle özetlersem, şöyle bir çığlık attı veya adeta feryat etti: “Bosna’yı (yeniden) gündeminize alın!”

Cemalettin Latiç, Bosna’nın, Saraybosna’nın yeniden yapılanması ve İslâmî kültürel altyapısının yeniden oluşması için Bosna ve Balkanların sürekli olarak konuşulması ve gündemde tutulması gerektiğini vurgulamaya çalıştı. Bosna ve Balkanlar’da İslâm kültürünün savaş sonrasında daha çok tahribata uğradığını dile getirdi. Asıl savaşın şimdi başladığını, şimdilerde Bosna ve Balkanlarda bir kimlik savaşının sürdüğünü anlattı. Hâlen varolan eğitim sistemi içinde gençleri kaybettiklerinden yakındı. İslâmiyet’i yaşama konusunda halka yön verecek ve onları bilgilendirecek yayınlara çok ihtiyaç olduğunun altını çizdi…

Cemalettin Latiç, “Bosna’nın dolayısıyla Balkan Müslümanlarının gerçekten kurtarılıp kurtarılamayacağı” üzerine yoğunlaşmış bir şahsiyet.

Bosna ve Balkanlar’ın yeniden dirilmesi ve İslâm kültürünün kurtarılıp yeniden canlandırılmasına yönelik projelerle geldi Türkiye’ye Cemalettin Latiç.

Bu projeler aynı zamanda Bilge Başkan Aliya İzzetbegoviç’in vasiyeti mahiyetinde.

Bu önemli projelerden sadece ikisini kısaca şöyle özetleyebilirim.

Birinci proje Saraybosna/ Bosna-Hersek, Priştina/ Kosova, Yeni Pazar/ Sancak ve Türkiye’yi kapsama alanına alacak olan Boşnakça, Arnavutça, Türkçe yayın yapacak bir televizyon; “Balkan Televizyonu”. Televizyon projesinin yarıya yakını tamamlanmış durumda. Tamama erdirilmesi için Türk aydınlardan, ilgili ve bilgili şahsiyetlerden yardım ve ilgi bekleniyor. İzzetbegoviç’in vasiyetine göre, televizyonda dört şey kesinlikle yer almayacak; yalan, alkol, şans oyunları ve açık-saçık yayınlar.

İkinci proje ise Bosna ve Balkanlar’da İslâm kültür ve medeniyetinin geliştirilmesi ve tanıtılması projesi. Bu amaçla sadece Bosna-Hersek ve Balkanlar değil, bütün Doğu Avrupa’yı kapsayacak genişlikte “Güneydoğu Avrupa Müslüman Düşünür ve Yazarlar Birliği” kurulması düşünülüyor. Bu yönde çalışma ve görüşmeler yapılıyor…

Demir perde yıkıldığı günlerde “Adriyatik’ten Çin’e kadar…” sloganı dillerden düşmemecesine çok söylendi… Sâbık cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel bile bu sloganı bir ara çok istismar etti!.. Sonra ne oldu?!. Elbette, geçen zaman zarfında Adriyatik’ten Çin’e kadar çok şeyler oldu!.. Ancak, bu arada “Saraybosna’dan Bağdat’a kadar…” da çok şeyler oldu; ve hâlen de olmaya devam ediyor…

Bugünkü yazımın başlığı, metin içinde geçen ve tekrar hatırlatma gereği duyacağım “Bosna gerçekten kurtarılabilir mi?” ya da “Bosna’yı yeniden gündeminize alın!” olabilirdi.

Bu iki başlığı hatırlatarak bugünkü yazıma son veriyorum.

Yarın aynı konuya devam etmek duâ ve dileğiyle…

 

 

***

 

 

 

 

Saraybosna’dan Bağdat’a… (II)

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.09.2004

 

Bu konuya Ahbâr El-Halîc gazetesi yazarı Seyyid Zehra’nın geçen ay (14.07.2004) yayımlanan “Saraybosna’dan Bağdat’a” makalesi ile giriş yapmıştım.

Yazar yazısının ana bölümünde meselenin can damarına vurgu yaparak diyor ki:

“Asırlardan beridir Arap ve Müslüman ülkeleri gasp edenlerin ilk yaptıkları şey kültürel ve uygarlık soykırımı girişimidir. Bağdat’ın düştüğü ilk günden itibaren gasp edicilerin yaptığı ilk iş kasıtlı ve önceden planlı bir şekilde Irak kütüphanelerini ateşe vermek, müzelerini yıkmak ve yağmalamak için barbarca bir hamle başlatmak olmuştur. Bu tarihi suçun boyutları şu ana kadar hakkında yazılanlardan daha büyük ve iğrençtir. İşgalcilerin başlattığı bu kültürel ve uygarlık soykırım savaşı, aynı zamanda barbar eğilimlerin, Arap ve İslâm tarihi boyunca işgalcilerin bu ümmetin uygarlık ve kültüründen korktukları kadar başka bir şeyden korkmadıkları gerçeğinin somutlaşmasıdır. Onlar bu kültürün ümmetin gücünün, hayatta kalma, direnme ve yeniden uyanışının en büyük kaynağı olduğunu biliyorlar. Ancak bu işgalcilerin tarihten almadıkları ders, Saraybosna’dan Bağdat’a, oradan bütün Arap ve İslâm topraklarına kadar barbarca saldırılara maruz kalan bu ümmetin, bütün soykırım girişimlerinden daha büyük olduğudur. Bu ümmet yaralardan ve acılardan daha büyüktür ve bunları aşmaya kadirdir…”

Seyyid Zehra, bu makaleyi küçük bir haberden dolayı duyduğu sevinç vesilesiyle yazmış. Haber şöyle. Mısır’daki İskenderiye Kütüphanesi Bosna’daki kütüphanelerle bir anlaşma imzalamış. Anlaşmaya göre, İskenderiye Kütüphanesi’nin elyazma metinleri onarım ekibi, Bosna kütüphanelerindeki Arapça, Farsça ve Türkçe 30 binin üzerinde elyazmasının onarımı görevini üstlenmiş. Barbar Batılıların tahribatları elden geldiğince tamir edilecek. Evet, Müslümanlar her şeye rağmen boş durmuyor ve bir sloganda ifade edildiği üzere; ümmet çalışıyor!..

Bu yazımın birinci bölümünde, Prof. Dr. Cemalettin Latiç’in Saraybosna’dan İstanbul’a yaptığı ziyaretten ve dile getirdiği görüşlerinden söz etmiştim. Bugün Latiç’in görüş, düşünce, dilek ve temennilerini yazıya dökmeye devam etmek istiyorum.

Cemalettin Latiç diyor ki:

“Hıristiyan zengin devletler ve kuruluşlar Bosna’da okullar açıyorlar. Batı dünyası Bosna’da medyaya hâkim olduklarından, yavaş yavaş topluma da hâkim olmaya başladılar. Durum böyle devam ederse, iki-üç kuşak sonra Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşlarının savaşarak, şehitler vererek, hapishanelerde yıllarca çürüyerek verdikleri mücadeleler sonunda kazanılmış olan ‘Müslüman Boşnak’ kimliği bir süre sonra yok olacak… Müslüman Bosnalıların üçte biri artık yabancılarla evleniyor ve çocuklarına renksiz, özellikle İslâmî geçmişlerini hatırlatmayan isimler takıyorlar… Bosna’da beş-altı kültür var ve bu kültürler mozayiği arasında şimdilik en zayıfı ve gelişme göstermeyeni İslâmî kültür. Diğer kültürler ise çok baskın ve Batılı destekçileri var… Mesela, Saraybosna’nın en büyük caddesinin ismine ‘İzzetbegoviç Caddesi’ ismini vermek için halk oylaması yapıldı ve %60 ile ‘Tito Caddesi’ kazandı!.. Geçtiğimiz yıl toplu mezarlardan çıkarılan 330 şehidimiz için Saraybosna’da büyük bir millî tören düzenlendi ve bu törene sadece 12 bin kişi katılırken, aynı gün Adriyatik Denizi sahillerinde güneşlenmek için Hırvatistan tarafına 50 bin Boşnak geçiş yaptı!..”

Bosna Savaşı günlerinde Hırvat topçular tarafından yıkılan Mostar Türk Köprüsü yeniden inşa edilip açılırken, dosya hâlinde uzunca bir yazı yazdım. Bu dosya ile birlikte, bu vesileyle kaleme aldığım “Balkan Müslümanları” ve “Kosova Meselesi” dosyaları gazetemizde yayımlandı. İşte sözkonusu köprü hakkında Cemalettin Latiç’in dile getirdiği acı gerçekler beni derinden yaraladı.

“Yeni Mostar Köprüsü ‘Mostar Köprüsü’ değil, ‘Kofi Annan Köprüsü’dür! Neden? Çünkü Mimar Hayrettin’in köprünün yapılış tarihi olarak koyduğu tarih yeniden yazılmamıştır. Tarih 2004’tür! Köprünün ortasındaki ünlü ‘Ezan Taşı’ da, müftünün yazılı uyarısına rağmen yerine konulmamıştır! Köprü bu hâliyle anlamından yoksun bırakılmıştır…”

Prof. Dr. Cemalettin Latiç’in söylediklerini onun şu önemli görüşü ile bitirmek istiyorum: “Ben de aynen ünlü yazar Attas gibi düşünüyorum. Kalıcı olan kültürel etkidir. Bosna’nın kültürünü diriltmeli ve yükseltmeliyiz.”

Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Bir Kosovalı, bir Bosnalı, kısaca bir Balkanlı olarak içim yanıyor…

Yanıyor; ama içimdeki bu yangını anlatamıyor ya da artık gına getirir endişesiyle anlatmaktan çekiniyorum…

Seyyid Zehra ve Cemalettin Latiç kardeşlerim, yazı ve görüşleriyle içimdeki yangını dile getirdikleri ve bu yazıları yazmama vesile oldukları için onlara teşekkür borçluyum.

Saraybosna’dan Bağdat’a kadar uzanan İslâm ülkelerinde Müslümanların dûçar bulunduğu nice maddî ve manevî yangınlar var…

Dün de dediğim gibi; bu yazımın başlığı, metin içinde geçen ve tekrar hatırlatma gereği duyacağım “Bosna gerçekten kurtarılabilir mi?” ya da “Bosna’yı yeniden gündeminize alın!” şeklinde de olabilirdi.

Bu iki başlığı tekrar hatırlatarak bugünkü yazıma son veriyorum.

Saraybosna’dan Bağdat’a olup bitenlerin hatırlanıp ilgilenilmesi ve bu vesileyle de herkesin elinden geleni yapması duâ ve dileğiyle…

 

 

***

 

 

 

 

“Sosyal Tufanlar”, Türkiye ve İnsanlık

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

27.09.2004

Gazetemizde 13.09.2004 günü yayımlanan “‘Osmanlı adaleti istiyorum!’ diyen Yahudi belediye başkanı…” başlıklı yazımda 16 (onaltı) çeşit “sosyal tufan”dan bahsetmiştim. Bazı okuyucularım bu konuyu biraz daha açmamı istediler.

Çağımız dünyası ve insanlık çok büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Bunlara kısaca “sosyal tufanlar” diyoruz. Bu sosyal tufanlar dörderli gruplar hâlinde olmak üzere tam 16 (on altı) tanedir. Çağımız dünyası, bütün insanlık ve Türkiye hâlen bu sosyal tufanları yaşamaktadır. Bunların sadece isimlerini saymam onları bizzat yaşadığınızı hatırlamanıza vesile olacaktır.

I. grup: 1. Hava, 2. su, 3. toprak ve 4. canlı kirliliği gittikçe tüm hayatı yokluğa doğru götürüyor.

II. Grup: 1. Serbest cinsi ilişki, 2. tedavi tababeti, 3. kitle imha savaşları ve 4. doğum kontrolü insan neslini dejenere etmektedir.

III. grup: 1. Biyolojik, 2. kimyasal, 3. tahrip edici ve 4. atom silahları dünyayı patlamak üzere olan barut fıçısı hâline getirmektedir.

IV. Grup: 1. Rüşvet mafyası, 2. iş mafyası, 3. uyuşturucu mafyası ve 4. terör mafyası tüm sosyal yapıyı kanservari yok olmaya sürüklemektedir.

Türkiye’mizi ayrıca 1, işsizlik, 2. dış borç, 3. bağımlı yargı ve 4. dışa bağımlı basın tekeli ölümün eşiğine getirmiş bulunmaktadır. Hâsılı, gerek insanlık, gerekse Türkiye uçuruma doğru gitmektedir.

Bu sorunların çözümü ve kurtuluş nedir?

Renksizler yani gömleksiz muhafazakârlar kurtuluşu Avrupa Birliği’nde; kapitalistler kurtuluşu Amerika Birleşik Devletleri’nde; sosyalistler kurtuluşu Marksizm’de görmektedirler.

Millî Görüşçü ve Adil Düzenciler kurtuluşu Allah’ta görmektedirler. Ancak Allah dünyayı ve insanlığı kurtarabilir. İnsanlığı ve Türkiye’yi ne AB, ne ABD, ne de Marksizm kurtaramaz diyorlar. Kurtuluş Allah’ın düzeninde, yani Millî Görüşte ve Adil Düzendedir.

Renksizler, kapitalistler, sosyalistler ve cahil bağnazlar kurtuluşu sadece inanmak, o sistemi benimsemek ve onu sevmekle sorunun çözüleceğini sanıyorlar.

Cahil bağnazlar; “Allah’a dua edersek bizim çalışmamıza gerek yoktur, Allah bizi kurtarır!..” diyorlar.

Renksizlerin fanatikleri; “Biz Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirir de Avrupa Birliği’ne girersek kurtuluruz, onlar gelir ve bizi cennete götürürler!..” diyorlar.

Kapitalistlerin fanatikleri de “ABD’nin gönlünü yaparsak kurtuluruz, yoksa jenoside uğrarız!..” diyorlar.

Sosyalistlerin fanatikleri de “Sosyalistler iktidar olursa sorun biter!..” diyorlar.

Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler bu konuda şu görüştedirler: “Sadece dua ile Allah insanlığı ve Türkiye’yi kurtarmaz. O’nun şeriatını yerine getirir ve O’nun emirlerini yaparsak kurtuluruz. Yani, sadece inanmak ve dua etmek yetmez; ayrıca Allah’ın emirlerine uymamız, O’nun dediklerini yapmamız gerekir. ‘Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun, o zaman Allah sizi sever.’ Yani sadece sevme yeterli değildir, O’na tâbi olmak gerekir. Yani, Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler sadece mistisizmin yeterli olmadığına, pozitivizmin de gerekli olduğuna inanırlar. Yani, sadece İslâm dini yeterli değildir, İslâm düzenine de gerek vardır.”

Kapitalistler, ABD ne derse o kapitalizmdir ve doğrudur!” diyorlar...

Renksizler, AB ne diyorsa o doğrudur!” diyorlar...

Sosyalistler, Marx ne demişse o doğrudur!” diyorlar…

Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler olarak biz, “Allah ne diyorsa doğrusu odur.” diyoruz. Allah bize iki şekilde hitap etmektedir. Menkul ve makul deliller ile sorunların çözüleceğini emretmektedir. Menkul Kur’an’dır, mâkul da müsbet ilimdir, yanı içtihadımızdır, icmalarımızdır. Biz geçmişteki bütün çalışmalardan yararlanırız, ama çağımızın sorunlarını içtihat ve icmalarımızla biz çözeriz.

Kapitalistler, sosyalistler, renksizler, cahil bağnazlar başkalarını dalâlette görüp onları güçleri yeterse zorla düzeltmek isterler. Başkalarını iktidardan indirip kendileri onların yerine geçmeye çalışırlar.

Oysa Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler zalim düzenci olanlara sadece anlatırlar. “Bu Kâinatın bir Allah’ı vardır, bu zulmünüzle devam ederseniz O sizi bu zulmünüz üzere yaşatmaz, helâk eder.” derler. Ama kendileri asla onlara karşı cephe alıp helâk olmaları için çalışmazlar. Evinizde bir hastanız var. Ona ilaç alıp içirmek istersiniz. İlacı içmediği takdirde öleceğini söylersiniz. Ama ilaç içmiyor diye hastayı öldürmezsiniz.

Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler ‘Adil Düzen’e karşı olanlara saldırmazlar, onları zorla düzeltmezler. “Siz iktidardan inin biz çıkalım!” demezler. Sadece “Böyle giderse Allah sizi kendi tabiî ve sosyal kanunları ile yani “sosyal tufanları” ile helâk edecektir.” derler. Ondan sonra beklerler…

Onlar kendileri yapmış olduklarından yani “sosyal tufanlar”dan dolayı helâk olurlarsa, -ki düzelmezlerse olacağı budur- o zaman Millî Görüşçüler ve Adil Düzenciler yönetimlerini kurarlar. İstiklâl Savaşımız bunun tipik örneğidir. İmparatorluğu biz yıkmadık, kendi zulümleri onları yıktı. Sonra biz Cumhuriyet’i kurduk. Bugün de bu ateist ve zalim devlet düzenini biz yıkmayacağız. Düzelmezlerse, zalim düzenden vazgeçip adil düzene gelmezlerse, kendileri kendi zulümlerinden yani “sosyal tufanlar”dan dolayı yıkılacaklardır. Allah’a inanmayanlar, Allah’a şirk koştukları tanrıları da fos çıkınca; yani sosyalizm, kapitalizm, karma düzen başarısız olunca; ondan sonra kendi inançsızlıkları içinde çöküp gideceklerdir. Dıştan saldırıya uğramasalar bile, panikleyip kaçacaklardır.

Biz şimdi onlara siz iktidardan inin, biz adil bir düzen kuralım demiyoruz; size yardım edelim, zalim düzenin yerine adil düzeni siz kurun, iktidarda siz olun diyoruz.

Ama ne yazık ki onların kulakları tıkalı, gözleri kapalı ve beyinleri çalışmaz olmuştur.

 

 

***

 

 

 

 

Başkan Putin’in ziyareti vesilesiyle

Türklerin ve Rusların anatomisi

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

09.10.2004

Bizim gençlik yıllarımız “Rus düşmanlığı ve Moskof düşmanlığı” ile gelip geçti!..

Oysa Ruslar ve Rus Çarlığı asırlarca Müslümanlarla çok iyi geçinmişlerdi…

Ayrıca, Türkler ve Ruslar tarihin ilk çağlarından beri birlikte yaşamaktadırlar…

Katolikler tarihte Müslümanları ve Yahudileri içlerinde barındırmak istememişlerdir.

Oysa Ruslar, -aynen Türkler gibi- başka din ve ırkta olanlarla binlerce yıl birlikte yaşamışlardır.

Peki, bu galiz düşmanlık nereden geliyordu?

Bu düşmanlık, Katoliklerle işbirliği hâlinde olan Yahudilerin insanlar arasında fitne çıkarma, onları savaştırma, sonra yönetme taktiğidir.

Oysa biz Türkler yaşadığımız coğrafyada Katoliklerden daha çok Ortodokslarla iç içeyiz.

Ruslar ve biz kimiz? Biraz tarihimizi anlatmaya çalışalım.

Nuh Tufanı’ndan sonra Hz. Nuh’un oğlu “Yafes” doğuya gitti, Hint ve Çin uygarlığının oluşmasına önder oldu. Hz. Nuh’un diğer oğlu “Ham” ise batıya gitti, Yunan ve Latin uygarlığının oluşmasına neden oldu. Çinliler kuzeye gittiler ve Moğolları oluşturdular. Latinler de kuzeye gittiler ve Cermenleri oluşturdular. Cermenler doğuya, Moğollar batıya giderek karıştılar. Bu karışıma sonunda bir ırk ortaya çıktı. Bu ırk “İskitler” ve “Slavlar” adını aldı. Bunların doğu kanadı Türkleri, batı kanadı Slavları oluşturdu.

İnsanlığın ilk yerleşik uygarlığı Mezopotamya’da doğdu. Önce site devletleri kuruldu, sonra ulusal devletler oluştu. Bunlar kuzeye etki ederek Anadolu’da bin yıl sonra M.Ö. 2000 yıllarında Hitit İmparatorluğu’nu kurdular. Bunlar da Mezopotamya’da olduğu gibi yerleşik devletti. İşte bunlarla yakın ilişkisi olan “İskitler” Doğu Avrupa ve Orta Asya’da göçebe devletler oluşturdular. Yani, devlet oluşturdular ama yerleşik değil “göçebe devlet” oluşturdular. Sadece göçebe kabilelerden vergi alır ve onları korurlardı. Beyliklerin iç işlerine karışmazlardı. Bu devlet yazıya dayanan, yerleşik uygarlığı olan bir devlet değildi. Bu Orta Asya devleti sonra ikiye ayrıldı. Slavlar ve Türkler ayrı devletler oluşturdular. Aralarında hep savaş oldu ama halk arasında değil, hükümdarlar arasında savaş oldu... Bazen Ruslar, bazen Türkler hâkim oldular. Halklar ise galip olana vergi verir, onların iç çekişmelerine karışmazlardı.

Türkler hanlarla ayrı yerleşik topluluk oldular. Hanlar hanelerde, konaklarda yerleşir ve orada sürekli karargâh kurarlardı. Hunlar ya da Hun İmparatorluğu budur. “Han, hakan” kelimeleri hep buralardan gelir. Merkezî yerleşik göçebe devlet demektir. Henüz yazılı uygarlıkları yoktur. Göktürkler ise yerleştiler. Yazıları vardır. Kentleri vardır. Ama özgün uygarlıkları yoktur. Sonra onların yerini Uygurlar aldılar. Uygurlar doğu dinlerini kabul ettiler. Böylece yerleşik uygarlık kurdular. Satuk Buğra Han Müslümanlığı kabul ederek Abdülkerim adını aldı (945), Karahanlılar İslâm Devletini kurdu ve Türkler de onun zamanında Müslüman oldular. Slavlar da kendi millî varlıklarını korumaları için aynı tarihlerde M.S. 1000 yıllarında Hıristiyan oldular. Böylece eskiden Moğol-Cermen karışımı olan Türkler ve Slavlar birbirlerinden ayrıldılar. Dini sebeplerle birbirleriyle evlenmediler, ama dünyanın bu geniş topraklarında birlikte yaşamaya devam ettiler. İskitlerden sonra oluşan yönetim şekli sürüp geldi.

İslâmiyet çölde doğmuştu. Çöldeki Müslümanların kurduğu devlet halk devleti idi. İslâmiyet Mezopotamya, İran ve Anadolu’da yayıldı ama buralardaki halklar bu yönetime alışamadılar, Türkler ise çok kolay alıştılar. Çünkü onlar da Araplar gibi göçebe idiler. İslâmiyet ve Hıristiyanlık din olarak farklı gelişti ama devlet düzeni Türkler ile Ruslar arasında pek fark etmedi. Halk birbirleri ile kavga etmedi. Halklar daha önce binlerce senedir olduğu gibi birlikte yaşamaya devam ettiler.

İşte Slavlar ile biz Türkler arasındaki tarihî macera budur. Irklarımızda karışma vardır. Tarihin ilk çağlarından beri binlerce yıldır birlikte yaşıyoruz. Komşuluk sorunumuz yoktur. Dinler bakımından da biz Hıristiyanlığa yani Hz. İsa’ya inanıyoruz, onlar da bizim dinimize yani Müslümanlığa saygılıdırlar.

İki büyük millet olarak geleceğimiz ne olacaktır?

Türkler ve Ruslar olarak geleceğimizi inşa ederken iki yol tutabiliriz.

Türkler ile Slavlar savaşmaya, çatışmaya, birbirlerini yok etmeye devam ederler!.. Onlar arada eriyip giderken; batıda Latin ve Cermenler, doğuda Hint ve Çinliler hakim olurlar. Biz de aradaki her iki ırk olarak zamanla tarihten silinir gideriz. Ancak böyle bir şey bizim için de, dünya için de doğru olmaz. Çünkü o zaman dev birer güç olan bu komşular, birbirleriyle savaşa savaşa üçüncü bin yıl uygarlığını kanla bitirirler…

Ya da biz Türkler ve Slavlar eskiden olduğu gibi halk olarak barış içinde oluruz. Demokrasi düzeni içinde artık iktidar kavgası da olmaz. Birlikte, doğu ile batıyı sentez eden bir uygarlık, barışçı bir düzen kurarız. Batıdaki düşmanlar saldırırsa doğu ile işbirliği yaparız; doğudaki düşmanlar saldırırsa batı ile işbirliği yaparız ve üçüncü milenyumu “barış milenyumu” yaparız. III. bin yıl uygarlığını birlikte kurarız.

Rusya Devlet Başkanı Putin bu gerçeklerin bilincindedir ve bu amaçla İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) toplantısına bizzat katıldı… Türkiye’deki NATO toplantısına gelmedi… Ama şimdi bütün engellemelere rağmen Türkiye’ye gelme hazırlıkları yapıyor...

 

 

***

 

 

 

 

AVRUPA BİRLİĞİ MESELESİ (I)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

16.10.2004

Avrupa Birliği Türkiye’yi birliğe alamaz!..

Ama Avrupa Birliği Türkiye’yi dışlayamaz da!..

***

Avrupa Birliği Türkiye’yi niçin dışlayamaz?

Her şeyden önce, Türkiye Avrupa Birliği’nin boğazıdır. Türkiye’yi dışlarsa bir başka ülke Türkiye’ye hâkim olur ve Avrupa’nın boğazı sıkılmış olur. Avrupa’nın Ortadoğu ve Asya’ya geçiş yolu kapanır.

Türkiye topraklarına ve bölgeye hâkim olmak için Türkiye’yi ele geçirmek isteyen büyük güçler vardır. Amerika Birleşik Devletleri için Türkiye hayati ehemmiyete sahiptir. ABD Afganistan’dan sonra Irak’ı da işgal edip almıştır; Türkiye’yi de alsa, Avrupa artık ABD’nin eyaleti olmaya mahkûm olacaktır. Rusya da üç-dört asırdır Türkiye’yi ele geçirmek için hop oturup hop kalkmaktadır. Yahudi sermayesinin ve İsrail’in emelleri ise tamamen başkadır, ayrı bir yazı konusudur. Avrupa Birliği bu sebeple Türkiye’yi dışarıda bırakamaz.

Türkiye’nin coğrafi ve tarihi sebeplerle güçlü devlet olma temayülü vardır. Türkiye’de Millî Görüşe dayalı olarak ‘Adil Düzen’ gelse, ülkemiz bir-iki yıl sonra dünyanın süper güçleri arasına girmiş olacaktır. Çünkü Türkiye kendisine yetecek kadar her türlü imkânlara sahiptir. Tüm komşuları Türkiye’nin dostluğunu kazanmak için yarış içindedirler. İran, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan, Gürcistan, Azerbaycan, eski Yugoslavya ülkeleri, Bulgaristan (hattâ İsrail) Türkiye’nin dostluğunu arıyorlar. Yunan ve Ermeniler geçmişte yaptıklarından kaynaklanan utançlarından dolayı uzaktadırlar. Türkiye AB dışında kaldığında dünyada ‘İslâm Birliği’ oluşacaktır. İran ve Türkiye el ele verdi mi kimse bu birliğin oluşmasını durduramaz.

Avrupa Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almadığı zaman, dünyadaki bir buçuk milyarlık İslâm âlemi uyanacaktır. Nitekim D-8’ler bu uyanmanın sadece bir kıvılcımıdır. O zaman 1000 yıllık din savaşları (yeniden) başlayacak demektir. Hindistan ve Çin tarafsız kalırsa Türkiye bu birliği sağlayabilir. O takdirde Afrika ve Güney Amerika Türkiye ile işbirliği durumuna girebilir. Bu birliğin gerçekleşmesi durumunda Türkiye süper güç konumuna geçebilir. Türkler tarihte bunu yapmış ve bu birlikteliği gerçekleştirmişlerdir.

Çin’de Türk asıllı bugün Türkçe konuşmayan 300 milyon Müslüman vardır. 100 milyon da Türklere akraba Müslüman vardır. Avrupa ve Ortadoğu’da da en az 100 milyon Türk Müslüman vardır. Bunlar kavmî ve dinî birlik oluşturduklarında, toprakları ve savaşma kabiliyetleri ile Avrupa için başlı başına bir sorun olabilirler. Ruslarla yapacakları ittifakla Avrupa’yı hâkimiyetleri altına alabilirler.

İşte bu sebeplerden dolayı AB Türkiye’yi dışarıda bırakmak istemiyor.

***

Avrupa Türkiye’yi niçin Avrupa Birliği’ne alamaz?

Avrupa’da sosyal ahlâk çok yüksektir. Herkes varolan kurallara titizlikle uymakta ve yetkilileri tam olarak dinlemektedir. Avrupa ülkelerinde rüşvet yok, yolsuzluk yok, yalan yok, suiistimal yok... Kısaca, halkın devleti ile sorunu yok. Türkiye’de ise sosyal ahlâksızlık marifettir. Avrupa’da birisi kırmızı ışıkta geçse, onu gören şoför hemen polise haber verir. Bizde ise şoförler polise karşı organize olmuşlardır. Trafik kontrolü varsa hepsi birbirine işaret vererek uyarırlar. Polise karşı dayanışma içindedirler. Oysa Avrupa Türkiye değildir. Avrupa’nın yüksek sosyal ahlâkı olmazsa yaşayamaz. Avrupalılar Türkiye’yi AB’ye alıp sosyal ahlâk kirliliğini ülkelerine götüremezler. Rüşvetçi, hortumcu, yalancı bir Avrupa uzun süre yaşayamaz.

Avrupa’nın tarihte daima asaletini ve gücünü göstermiş bilinçli bir Türkiye ile 100 kilometrelik bir kara hududu vardır. Oysa Türkiye’yi aldığı anda sınır birkaç bin kilometreye çıkacaktır. Pek çok devlet tecrübesi olmayan ve her an başka devletlerin oyuncağı olabilecek konumdaki devletlerle uğraşmak zorunda kalacaktır. Avrupa’nın şimdilik bu sınırları savunacak gücü yoktur. Türkiye bugünkü konumuyla Avrupa’ya hücum etmiyor. Rusya’nın da şimdilik başkalarına saldırabilecek gücü yoktur. Avrupa’nın savunma sorunu yoktur. Bu durum bir yarım asır daha böyle gider. Ondan sonra da kendisi zaten güçlü olur; Türkiye’yi almaz, işgal eder.

Türkiye topraklarında herkesin gözü vardır. Tarihte düşmanlarımız bu toprakları paylaşamadıkları için Osmanlılarda kaldı. Yakın geçmişte de paylaşamadıkları için bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardır. Türkiye bu coğrafi konumu sayesinde II. Dünya Savaşı’na girmek zorunda kalmadı. Dünya Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne bırakmaz. Türkiye AB’ye girdiği gün ABD’nin CIA ajanları ve dünya basını harekete geçer. Çin, Hindistan ve Rusya’yı birleştirip Türkiye’ye saldırtırlar. Kendisi de Arabistan’dan yürür ve Türkiye’yi ortadan kaldırır. Böyle bir saldırı olduğunda Avrupa Türkiye’yi savunacak durumda değildir.

Bu sebeple Avrupa Türkiye’yi AB’ye al(a)maz.

Türkiye’nin şimdilik 200 milyar dolar borcu vardır. Bu borç azalmamakta, aksine giderek artmaktadır. Türkiye’nin ayrıca dev bir sorun gibi çözümsüz olarak duran 15 milyon işsizi vardır. Avrupa Birliği bugün Türkiye’nin bu borç ve işsizlik sorunlarını çözecek güçte değildir. Böyle bir hata yaparsa, Avrupa hastalıklı bir kanı kendisine zerk etmiş olur. Böyle bir şey de Avrupa Birliği için intihardır.

O halde AB için tek yol kalmıştır; oyalama!..

Avrupa Türkiye’yi AB’ye almayacaktır; ama Türkiye dışarıda da kalmayacaktır!..

Yarın bu konuya devam edelim, inşaallah…

 

 

***

 

 

 

 

AVRUPA BİRLİĞİ MESELESİ (II)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17.10.2004

Türkiye de Avrupa Birliği’ne giremez.

Çünkü…

Avrupa’da kişisel ahlâk çok bozuktur. Devletler ve birlik olarak (şimdilik) yükseliyor olabilirler, ama halk olarak çöküyorlar. Avrupa ülkelerinde cinsel ahlâk bitmiş, ‘zinacı’ bir Avrupa olmuştur. Aile yapısı yıkılmış olduğundan Avrupa ülkelerinin nüfusu azalmaya başlamış, buna bağlı olarak ekonomisi de çökmüş ‘faizci’ bir Avrupa olma yolundadır. Avrupa Birliği’ne girdiğimizde, bizim kişisel ahlâkımız da aynen onlar gibi bozulacaktır. Siyasi ahlâkımız zaten yoktur.

Avrupa Birliği’ne girersek, Avrupalılarla birlikte hep beraber yok olup gideceğiz!

Avrupa’da uygulanan demokraside ekseriyet kararları alınmaktadır. Biz onlara karşı nüfus oranı olarak onda birler seviyesindeyiz. Onlar tarihte olduğu gibi bugün de bize karşı her zaman ittifak halindedirler. Bizi yıkmak başlıca hedefleridir. Kavga; Türkiye’yi içeri almadan mı yok edelim, yoksa içeri alarak mı yok edelim şeklindedir!

Tartıştıkları nokta budur.

Bu durumda biz Avrupa Birliği’ne hangi güvence ile gireceğiz?

Onların dostluklarına mı güveneceğiz?!.

Endülüs’te tek bir Müslüman bile bırakmamacasına yaptıkları katliam ortada...

Amerika’da yaptıkları soykırım ortada… İstiklâl Savaşı’ndan önce bizleri nasıl katliamdan geçirmeye başladıkları unutulmadı…

Daha dün Kıbrıs’ta yaptıkları taptaze duruyor; Annan Planı ne oldu?!.

Türkiye AB’ye girerse kendisini bile bile ateşin içine atar.

Türkiye eğer Avrupa Birliği veya benzeri bir bloka dahil olursa, dünya birleşip bize saldırır. AB bizi bu saldırılara karşı koruyamaz. Çünkü Avrupa ülkelerinin bu saldırılara karşı koyabilecek bir güçleri yoktur. Bu durumda Türkiye parçalanıp gider. Avrupa Birliği’ne girmek demek, dünyaya savaş ilan etmek demektir. Göz göre göre kendini savaş ateşinin içine atmak demektir. Zaten Türkiye’ye on-onbeş yıllık ömür biçiyorlar. Avrupa Birliği’ne girmekle bunu tescil etmiş oluyoruz.

Bundan dolayı Türkiye Avrupa Birliği’ne giremez.

Avrupa Birliği’ne girmek demek, Türk halkının tüm Avrupa’ya yayılması demektir. Hattâ orada da iş bulamayacağız; ama onlar Azerbaycan’da, Orta Asya’da fabrikalar kuracaklar ve bize oralarda iş verecekler! Yapılması düşünülen uygulama budur. Türkiye’deki fabrikalara ise kendi insanlarını alıp çalıştıracaklardır. Böylece, İstiklâl Savaşı’nda geri aldığımız topraklarımızı artık ekonomik oyunlarla kendi ellerimizle onlara teslim etmiş olacağız. Nitekim Anadolu’nun her bölgesinde uygulanmaya başlanan arazi ve emlak alımları ile bunun böyle olacağının ilk işaretlerini vermiş oluyorlar.

Yukarıda kısaca sıraladığımız sebeplerden dolayı Türkiye Avrupa Birliği’ne giremez. Girse bile yaşayamaz; hattâ Avrupa ile birlikte yok olup gider.

***

Ancak, bugünkü durumuyla Türkiye Avrupa Birliği dışında da kalamaz.

Neden?

Kısaca açıklamaya ve hatırlatmaya çalışayım.

Ekonomimiz son derece bozuktur. Zaten iç ve dış borç yükü altında eziliyoruz. Birileri bize borç vermezse yaşayamayız. Mevcut AKP yöneticilerinin bu borçlar konusunda en ufak bir ödeme planları yoktur. Ödeme planı bir yana, gündemlerinde böyle bir mesele bile yoktur!..

Ülkemizde onbeş milyon işsiz vardır. İşsizlik yoksulluğun, yoksulluk açlığın, açlık her türlü musibetlerin kaynağıdır. İşsizliğin verdiği sıkıntıların sebebiyet vereceği büyük sosyal ve ekonomik patlama her an beklenmektedir. Bu işsizlik musibetini çözmek için ancak Avrupa Birliği gibi yerlerde iş bulabiliriz!..

Ülkede adalet yok, düzen yok, istikrar yok, huzur yok… Son olarak Türk Ceza Kanunu diye bir ucube çıkardılar. Kimse, ama hiç kimse, özellikle de çıkaranlar ne olduğunu bilmiyorlar. Bu zulüm düzeni içinde biz nasıl yaşayacağız? O halde AB’ye girip bu zulüm düzeninden kurtulmak zorundayız!..

ABD başta olmak üzere, düşmanlarımız bize saldırmak üzere hazırlıktadır. Afganistan ve Irak işgal edildi. Suriye ve İran’dan sonra sıra bize gelecektir. Kendimizi bu azgın düşman(lar)dan nasıl koruyacağız?

Şimdilik düşmanlarımızdan korunmak için tek sığınağımız vardır; Avrupa Birliği!..

***

Görülüyor ki, ne Avrupa Birliği bizi alabilir, ne de bırakabilir!

Biz de ne Avrupa Birliği’ne girebiliriz, ne de dışarıda kalabiliriz!

Karşılıklı oyalama aldatmacaları içinde zaman kazanılmaktadır.

Turgut Özal Avrupa Birliği’ne bunun için müracaat etti; girmek için değil, şerlerinden kurtulmak için.

AK Parti’nin AB aşkı da oyalamadan başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğunu kendilerinin de iyi bilmesi gerekmektedir. AKP’lilerin o kadar akılsız olabileceklerini düşünmek bile istemiyoruz.

Bu durumda iş başa kalmış gibi görünüyor.

Sonuç olarak öyle anlaşılıyor ki, bizim için Millî Görüşe dayalı ‘Adil Düzen’den başka bir çözüm yoktur. Yarın çok geç olmadan, yapılması gerekenleri bugünden yapmaya başlasak iyi olur. Aksi halde, yarın Türkiye ve Türkler yıkılıp yok olduğunda, yer ve gökler bile bizim yokluğumuza ağlamayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

AVRUPA BİRLİĞİ MESELESİ (III)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.10.2004

Bundan önceki yazımda, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi AB’ye alması hâlinde bundan süper güçlerin rahatsız olacağını yazmıştım. Bugünkü yazımda bu konu üzerinde duracağım.

Rusya rahatsız olacak çünkü güneye (sıcak denizlere) inme emeli suya düşmüş olacak, AB’nin güçlenmesiyle kendisi açısından oluşacak ekonomik zorluktan dolayı sıkışmış bir durumda kalacaktır.

Avrupa Birliği bir nevi İslâm-Hıristiyan anlaşması olacağından, bu sayede dünyaya hakim olma yoluna girmiş olacaktır. Bu durumdan dünyanın en büyük nüfusunu oluşturan Budist Çinliler rahatsız olacaktır. Çünkü ülkelerindeki her beş kişiden biri Müslümandır.

Hindistan rahatsız olacaktır. Çünkü ülkesindeki Müslümanların arkasında olan Pakistan’ın Avrupa Birliği’nde savunucusu konumunda olan Türkiye olacaktır.

En çok rahatsız olacak olan ise ABD’dir. Çünkü Büyük Ortadoğu (BOP) hayali suya düşecektir.

Bu rahatsızlıklardan yararlanan İsrail, süper güçleri birleştirecek ve ABD’ye Irak’tan Türkiye’ye saldırtacaktır. Dünyanın desteğini alan ABD Türkiye’yi yıkmaya başlayacak; AB gücü yetmeyeceğinden sesini çıkar(a)mayacaktır. Böylece İsrail 1897’de ayarladığı Türkiye’yi parçalama emeline ulaşmış olacaktır. Kuzeyde Gürcü ve Ermenileri birleştirerek Pontus devletini kuracak, doğuda İsrail’e bağlı bir Kürt devleti kurulacak, batıda Bulgar ve Yunanlıların birleştiği bir Bizans kurulacaktır. Suriye’yi işgal edip Toroslar’ı da İsrail alacaktır.

Avrupa Birliği İsrail’in bu planına dayanacak ve karşı koyacak güçte değildir.

***

Bu durumda Avrupa Birliği ne yapmalıdır?

Avrupa Birliği’nin son sınırları hemen çizilmelidir. Bu Ural Dağları, Hazar Denizi, İran’ın doğusu ve Belucistan olmalıdır. Arap Yarımadası ve Türkiye de Avrupa’nın içinde yer almalıdır. Bu bölgelerdeki ülkelerden isteyenler Avrupa Birliği’ne hiçbir şart aranmadan hemen alınmalıdır. Bunun için zaman kaybedilmemelidir.

Sibirya’da kurulacak Asya Rus devleti ile Orta Asya devletleri, Moğolistan, Afganistan ve Tibet bir birlik kurmalıdırlar. Kendilerine nüfus çekerek büyük bir birlik oluşturmalıdırlar.

Çin kendi setleri arkasına çekilip Kore, Japonya ve Hindi-Çin gibi devletler ile birlik kurmalıdır.

Keşmir bağımsız hâle getirilip Hint Yarımadası’ndaki devletler birlik kurmalıdırlar.

Afrika ve Güney Amerika bir birlik kurmalıdır. Avustralya ve adalar ayrı birlik kurmalıdır.

Avrupa, insan hakları içinde değil, tüm insanlık için geliştirdiği anayasa içinde kendisine yer bulmalıdır.

Avrupa Birliği ‘anayasa’dan önce ve ‘ortak para’dan sonra, öncelikle ‘ortak dil’ meselesini çözmelidir. Bu dil Lâtince olmalıdır. Dünyada iki ilim dili vardır: Arapça ve Lâtince. Avrupa Birliği Lâtince’ye sahip çıkmalıdır. Bütün dünyada uluslararası resmî dil Arapça ve Lâtince olmalıdır. Bu sorunu öncelikli olarak çözmeden Avrupa birliğini sağlayamaz.

Avrupa ordusu oluşturulmamalıdır. NATO dağıtılmalı, NATO benzeri bir askeri pakt oluşturulmalıdır. Bu askeri pakt şunları içermelidir:

a) Avrupa devletleri komşularına saldırmayacaklar, diğer devletlerin iç işlerine karışmayacaklardır. Avrupa devletleri savunma ordularını bulunduracaklardır. Avrupa kıtası dışındaki ülkelerle sadece dostane ilişkiler kuracaklardır.

b) Avrupa devletleri içinde çıkan bütün anlaşmazlıklar hakemler yoluyla çözülecektir. Hakem kararına uymayan Avrupa devleti Avrupa Birliği’nden çıkarılacak, ekonomik ve siyasi ambargo uygulanacaktır.

c) Herhangi bir devlete dışarıdan gelecek saldırı tüm Avrupa devletlerine gelmiş kabul edilecektir. Avrupalı askeri birliklerden oluşturulan bir ordu ile bu saldırıya karşı savunma yapılacaktır.

d) Avrupa ordusunda askeri komutlar Lâtince olacaktır. Savaşa Avrupa ordularından gönüllüler katılacaklardır.

***

Sonuç olarak;

Avrupa Birliği ancak İran ve Rusya’yı da içine aldığı takdirde kendisini savunabilir.

Çin ve Hindistan ile Avrasya paktını kurmalı, birlikte uygarlık oluşturmalıdırlar.

İsrail emperyalizmine hizmet eden ABD ancak bu sayede durdurulabilir.

Bunun için de Avrupa “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı değerlendirmek zorundadır.

Bugünlerde gündemde olan çok önemli iki nokta daha vardır; ‘zina’ ve ‘faiz’ ile başarılı olunması mümkün değildir. Bundan dolayı ‘Avrupa Birliği mukaddes kitaplardan yararlanmadan kesinlikle “III. Bin Yıl Uygarlığı”na katkıda bulunamaz.

 

 

***

 

 

 

 

AB MESELESİ (IV)

Türkiyeli AB’nin imparatorluğu tehlikede!

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.10.2004

 

Dikkatli okuyucularımın hatırlayacağı üzere; 16-17-18 Ekim günlerinde “Avrupa Birliği Meselesi”ni çok yönlü boyutlarıyla yazmıştım. Aynı günlerde bu yazılarımdaki görüşlerimi teyid eden makaleler Avrupa basınında yayımlandı. Bugünkü yazımda, yazdığım önceki yazıları teyit eden mahiyette olan, Almanya’da Die Welt gazetesinde yayımlanan sadece iki makale üzerinde durmak istiyorum.

Birinci makale, Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Michael Stürmer’in 14 Ekim günü yayımlanan “Türkiyeli AB’nin imparatorluğu tehlikede!” ilginç başlığını taşıyor.

***

Prof. Dr. Michael Stürmer’in görüşlerini aktarmadan önce, kendisinden sadece dört gün sonra Türkiye’de 18 Ekimde Zaman gazetesinde “AB patentli demokratikleşme” makalesi yayımlanan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin görüşlerinin özeti ile bir girizgâh yapmak anlamlı olacak.

Prof. Mümtaz’er Türköne diyor ki:

“Avrupa Birliği patentli demokratikleşme, vatandaşın kendi devletine ve kendisine saygısını kaybettiren, onur kırıcı bir ayıptan ibaret değil. Uzun ve sancılı süreceği anlaşılan Avrupa yolculuğu boyunca toplumun ve ülkenin çıkarlarını koruyabilmemiz de, demokratikleşmeyi boynumuza takılan yularla gerçekleştirmek yerine, kendi irademizle bir şeyler başarabilmeye bağlı görünüyor. Çünkü bu yular o kadar sağlam ki, aynı yöntemle Türkiye’yi ölümcül kayıplara uğrayacağı uçurumların kenarlarında dolaştırmak mümkün görünüyor.

AB patentli demokratikleşme, Türkiye’nin bütün hassas sorunlarını bir AB sorununa dönüştürüyor. Başta Güneydoğu sorunu olmak üzere, Heybeliada Ruhban Okulu, Fener Rum Patrikhanesi, mülkiyet hakkına ve serbest piyasa düzenine dayalı sorunların hepsi karşımıza bir demokrasi sorunu olarak çıkıyor…

Türkiye, önüne ev ödevi olarak konan demokratikleşme paketleri ile, daha AB’ye girmeden egemenliğini kaybediyor. Basit ve hayati çıkarlarını koruyamaz hale geliyor…”

***

Erlangen Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Michael Stürmer de “Türkiyeli AB’nin imparatorluğu tehlikede!” başlıklı makalesinde diyor ki:

“Herkes Türklerden bahsediyor; ama Türklerin savaşlarını kanla, anlaşmalarını mürekkeple yazdığı Avrupa tarihindeki uzun süren Osmanlı yüzyıllarından bahseden kimse yok…

Osmanlıların ataları Selçuklular, bundan 800 yıldan daha uzun bir süre önce yurt edinmek için Orta Asya’dan Küçük Asya’ya gelmişlerdi. Osmanlılar, bin yıllık Bizans İmparatorluğu’na son verdiler. Yüz yıl boyunca duvarları ancak 1453’te yıkılacak olan kudretli İstanbul’u kuşatma altında tuttular. O zamandan beri Doğu Akdeniz’e hakim olup, Venediklilere ve Cenovalılara İpek Yolu’nu ve Hindistan kapısını kapadılar. Bu, tacirleri ve deniz yolcularını batı deniz yoluna yönelmeye sevk etti. Bunun şartı ise bilimsel bir malumattı: Dünyanın yuvarlak olduğu! Amerika’nın keşfi de Türkler sayesinde mümkün olmuştur…

1955 yılında Türkiye NATO üyesi oldu. Bu zamana kadar Amerika deniz kuvvetlerinin işi olan güney kanat karadan güçlendi, İran’a ve Pakistan’a uzanan bir köprü oluşmaya başladı. Bu eski Great Game (Büyük Oyun) idi, farklı olan sadece oyuncularının yeni olmasıydı. Soğuk Savaş’ın sonu daha çok ‘dejavu’lar gösterdi. 40 yıllık NATO üyeliğini ve AB bekleme odasındaki 30 yılı Avrupa’ya girmek için yeterli zaman olarak gördüler. AB fonlarından yararlanma, İran ve Arap dünyasından gelen İslâm dalgasına karşı laikliği sağlamlaştırmak için ve İç Asya’daki Türk halklarını desteklemek. Ama dış dünya Türklerin sahip olduğu çift anlamlılıklarından çok az tecrübe edinmiş bir vaziyette eski işlevselleştirmelerine devam ediyor.

Türkiye, 700 yıldan beri Avrupalıların stratejik atmosferini oluşturdu. Bu, gelecekte de farklı olmayacak. Avrupa, manasını anlayamayacağı manevi güçlere, zaptedemeyeceği demografik patlamalara, altından kalkamayacağı siyasi haklara, tatmin edemeyeceği mali taleplere maruz kalacak. Bu, imparatorlukların trajedisine has bir durumdur. Ve bu, Avrupa imparatorluğu için de geçerlidir. Başarı, onları yoldan çıkarmış ve sınırları koyamadıkları için de yolda kalacaktır.”

***

Demek ki, sadece ben ve Türkiye’de benim gibi düşünen aklıselim sahipleri değil; Avrupa’daki kimi âkil düşünürler de bizim gibi düşünebiliyor. Düşünmekle kalmıyor, bu düşüncelerini kamuoyu ile paylaşma ihtiyacı hissediyorlar. Bu durum AB meselesi ile ilgili şimdilik biricik olumlu gelişme gibi görünüyor.

Konu ile ilgili ikinci yazımın sonunda yazdıklarımı, bu vesileyle tekrar hatırlamakta yarar var.

Sonuç olarak öyle anlaşılıyor ki, bizim için Millî Görüşe dayalı ‘Adil Düzen’den başka bir çözüm yoktur. Yarın çok geç olmadan, yapılması gerekenleri bugünden yapmaya başlasak iyi olur. Aksi halde, yarın Türkiye ve Türkler yıkılıp yok olduğunda, yer ve gökler bile bizim yokluğumuza ağlamayacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

AB MESELESİ (V)

Türkiye için ‘AB üyeliği’ yerine ‘ortaklık’(!)

 

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.10.2004

 

Dün ifade ettiğim ve dikkatli okuyucularımın da hatırlayacağı üzere; 16-17-18 Ekim günlerinde “Avrupa Birliği Meselesi”ni çok yönlü boyutlarıyla yazmıştım. Aynı günlerde bu yazılarımdaki görüşlerimi teyid eden makaleler Avrupa basınında yayımlandı. Bugünkü yazımda, yazdığım görüşleri pekiştirici mahiyette olan, Almanya’da Die Welt gazetesinde yayımlanan ikinci makale üzerinde durmak istiyorum.

Almanya Hıristiyan Demokrat Birliği Başkanı Angela Merkel, Die Welt gazetesine 16 Ekim 2004 tarihinde yazdığı “Türkiye için Avrupa Birliği üyeliği yerine ortaklıkbaşlıklı makalesinde, nihayet baklayı ağzından çıkardı. Almanya’daki en yetkili konumda olan bir siyasi liderin açıkça yazdığından da anlaşılıyor ki, gerçekten de Avrupa Türkiye için ‘AB üyeliği’ değil, herhangi bir çeşit ‘ortaklık’ düşünmektedir.

Almanya Hıristiyan Demokrat Birliği Başkanı Angela Merkel, Die Welt gazetesine yazdığı makalesinde görüşlerini şöyle belirtmiş:

“Avrupa Birliği sınırlarının dışında kalan, Iran, Irak ve Suriye’ye sınır ülke olan Türkiye ile müzakerelerin başlaması anlamına geliyor. Bu yüzden de Kurul’un tavsiye raporunun yazılma tarzının önümüzdeki kararların tarihi bir menzil olduğunu içermesi şaşırtmıyor.

Şüpheler, sorular, kaygılar, kısıtlamalar, askıya alma şartı; bunların hepsi Kurul raporunda geçiyor. Bu zamana kadarki AB genişleme sürecinde böylesi kısıtlamalı bir tavsiye şüphesiz örneksizdir. Gerçekten de formüle edilen şüpheler ve kaygılar zorunlu olarak şu ana soruya götürüyor: Yakında 27 üyesi olacak olan Avrupa Birliği, Türkiye’nin katılımını kaldırabilecek mi? Diğer bir ifadeyle: En iyi siyasi taslak hangisidir? Avrupa Birliği’nin kurumsal, ekonomik ve siyasi uyum sağlama kapasitesini aşmaktan kaçınmak mı? Türkiye’nin Avrupa’ya yönelmesini güçlendirmek ve gitgide artan jeopolitik önemini dikkate almak mı?

CDU ve CSU, bir ortaklık taslağını oluşturdu. İmtiyazlı ortaklık Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiyi diğer komşu ülkelere nazaran daha da sık düzenliyor. Ne Türkiye’yi ne de Avrupa Birliği’ni “ya hep ya hiç”, “ya böyle ya şöyle”, “ya tam üyelik veya başarısızlık” gibi telafisi olmayan alternatiflerle baş başa bırakmıyor. Bu taslak her ikisini de başarabilen tek yoldur: Aynı anda Türkiye’nin Avrupa’ya yönelmesini destekliyor ve Avrupa Birliği’nin uyum sağlama kapasitesini de aşmıyor. Hiç şüphe yok ki: Türkiye son senelerde reform çabalarında önemli ilerlemeler kaydetti. Erdoğan hükümeti güçlerinin yettiği kadarıyla reform kanunları ile gerçekler arasındaki hiç de azımsanmayacak uçurumları kapatmaya çalışıyor. Türkiye’nin ekonomik performansı Avrupa Birliği’ninkinin üçte birinden az da olsa, Türk hükümetinin büyük çabaları takdire şayandır ve tasdik edilmelidir. Bunlar, devletin ekonomik zaaflarını gidermeye yarıyor.

Bugün söz konusu olan, o zamanki Avrupa Ekonomik Birliği’ne girmek değil, bundan ziyade Avrupa’nın siyasi birliğine girmektir. Avrupa Birliği ekonomik amaç birliğinden fazla bir şeydir. Bu, tarihten gelen değerler düzeni üzerine kurulan Avrupa devlet ve milletlerinin siyasi ve ekonomik bir birliğidir. AB ile Türkiye arasında sonucu gerçekten açık olan müzakereler ise üçüncü bir yola sevk ediyor. Bu yüzden CDU ve CSU, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yerine imtiyazlı ortaklık taslağını, yani Türkiye’nin Avrupa Birliği ile daha sık işbirliğini savunuyor. Bu takviye edilmiş işbirliği, dış ve savunma politikasından ekonomi, araştırma ve eğitime kadar AB ile Türkiye arasında kurumsallaştırılmalı. Hem Türkiye için hem de Avrupa için Türkiye’nin AB ile imtiyazlı ortaklığı imtiyazlı üyelikten daha değerlidir.”

***

Türkiye’nin Avrupalılaşma ya da Batılılaşma macerası, bugün böyledir de, dün başka türlü müydü? Hiç de değildi! Nitekim Avrupa Birliği yönündeki yolculukta bugünlerde izlenen yolun kilometre taşları, çok fazla geride değil, yakın geçmişimizde de ayan beyan ortadaydı. Bugün ‘faizci’ ve ‘zinacı’ Avrupa mukallidi olma karasevdasında olan gafil yöneticilerimiz, geçmişte de pek farklı değildiler.

Bunun böyle olup bugün tarihin tekerrür etmekte olduğunu teyid edercesine, onlardan yani Batılılardan biri bakınız ne kadar da güzel ifade etmiş. 1925 yılında Anadolu’yu dolaşan İngiltere yani Büyük Britanya Maslahatgüzarı Edmonson, Dışişleri Bakanlığı’na sunduğu raporda diyor ki:

“Türkiye’de medeniyet denince şapka, içki, dans, kravat, yüksek topuk, zenginler için gece elbisesi, futbol, namazsızlık, lüks mobilya ve ne olursa olsun modaya uymak anlaşılmaktadır…”

***

Ne dersiniz?

1925’ten 2004’e kadar epey ilerleme kaydetmişiz!

“Şapka, içki, dans, kravat, yüksek topuk, zenginler için gece elbisesi, futbol, namazsızlık, lüks mobilya ve ne olursa olsun modaya uymak”(!)tan; çıkarılan nice Türkiye’yi yıkıp yok edecek kanunlarla birlikte, Avrupa gibi tek kelimeyle “zinacı”(!) olma noktasına geldik veya bu yönde gelişme kat ettik!..

80 yılda Batılılaşma, Avrupalılaşma, ya da AB yolunda az mesafe kat etmemişiz!..

 

 

***

 

 

 

Bir “Sosyal Tufan” Senaryosu

ya da  “Dört Günlük Savaş”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.10.2004

27 Eylül tarihli makalemde, “Sosyal Tufanlar”dan söz etmiş ve bu çerçevede III: grup tufanlar olarak “1. Biyolojik, 2, kimyasal, 3. tahrip edici silahlar ve 4. atom silahları dünyayı patlamak üzere olan barut fıçısı haline getirmektedir.” diye yazmıştım.

“Irak meselesi”ne şimdi de “İran’ın nükleer silah programı” eklendi. İsrail ve Amerika, İran’ın birkaç ay içinde nükleer silah edineceğini iddia ediyor. İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi’nin ülkesinin nükleer kulübün bir üyesi olarak kabul edilmesini istemesi ve bunu ‘geri dönüşü olmayan bir yol’ olarak nitelemesi bu iddiayı teyid ediyor. I. Körfez Savaşı döneminde Hindistan Genelkurmay Başkanı’na, Irak’taki ani ve ezici Amerikan zaferinden ne tür stratejik dersler çıkarıldığının sorulması üzerine başkanın verdiği cevap şu olmuştu: “Amerika’ya kafa tutmadan önce atom bombanız olduğundan emin olun...”

Haber ajansı UPI’nın editörlerinden Claude Salhani’nin The American Conservative’in Eylül sayısı için kaleme aldığı ve İran ile İsrail arasındaki olası bir nükleer savaşı canlandırdığı “4 Günlük Savaş” başlıklı bir makale, benim dile getirmeye çalıştığım “Sosyal Tufanlar”dan biri olan “atom savaşı” ya da “nükleer savaş” ile ilgili endişelerimi paylaşmış oldu.

Claude Salhani, bir soru üzerine diyor ki: “İran’ın nükleer kulübe katılma çabalarını sürdürmesi durumunda, böyle bir savaş riski olduğuna inanıyorum. İsrail, İran’dan ya da kendisine karşı savaşan gruplara İran’ın vereceği nükleer silahlarla yapılabilecek nükleer bir saldırıdan ciddi anlamda korkuyor. Bunların ışığında, İsrail’in, İran’ın bu çabalarını devam ettirmesine göz yumacağını düşünmek, çok düşük bir ihtimal. İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırması durumunda olabilecekleri tahmin etmek güç. Burada önemli olan İran’ın böyle bir saldırıya nasıl karşılık vereceği.”

 

1. GÜN: ÇARŞAMBA

Şafakla birlikte Necef çölündeki askerî üslerden kalkan İsrail savaş uçakları İran’ın Buşehr’deki nükleer tesislerini imha eder. İsrail ordusu, operasyonla ilgili açıklama yapmaz. Ancak İsrail savaş uçaklarının Ürdün, Suudi Arabistan’ın kuzeyi ve Irak üzerinden uçtuğu hesaplanır. İran, bir saat süren saldırı esnasında birkaç İsrail uçağının düşürüldüğünü açıklar. Saldırı Arap ve İslâm dünyasını şoke eder. Milyonlarca kişi, İsrail’e misilleme yapılması için sokaklara dökülür. İsrail, Arap ve İslâm dünyasının tepkisini hesaplamıştır. İsrail’e yönelik tek tehdit Nükleer güç Pakistan’dır. İsrailliler, Pakistan’ın nükleer tesislerini de vurmayı düşünürler. Lakin Hindistan istihbaratı, Pakistan’ın savaş başlıklarını İsrail’e fırlatacak imkanının olmadığı hususunda İsrail’i bilgilendirir. Amerikalılar da, Pervez Müşerref iktidarda kaldığı sürece Pakistan’ın İsrail için tehdit olmayacağı güvencesini verir.

 

2. GÜN: PERŞEMBE

ABD’nin İsrail’i desteklediğine inanan İran, karşı saldırı başlatır. Devrim muhafızları, Irak topraklarına girer. Amerikalılarla devrim muhafızları arasında yaşanan şiddetli çatışmalarda yüzlerce Amerikan askeri ölür. Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından Irak’a yerleşen İran ajanları Iraklı Şiileri harekete geçirir. Şiiler, işgal güçleri ile saldırı altındaki birlikleri arasındaki bağlantıyı keser. Tahran, İsrail’in kuzeyine saldırması için de Lübnan’daki Hizbullah’ı devreye sokar. Hizbullah, İsrail kasabalarına, şehirlerine ve Yahudi yerleşim birimlerine saldırır. Ortadoğu’da tansiyon yükselir. Washington’da kabine olağanüstü toplanır. İslâm dünyasında devasa gösteriler yapılır. Kalabalıklar sokaklara dökülür. Kahire, Amman ve Ankara’da İsrail büyükelçilikleri tahrip edilir. Birçok başkentte ABD büyükelçilikleri ateşe verilir.

 

3. GÜN: CUMA

İslâm ülkelerinin hepsinde cuma namazı sonrası kalabalıklar harekete geçer. Kazablanka’dan Karaçi’ye kadar sokaklara dökülen kitleler, devasa gösteriler yapar. Devlet binaları ateşe verilir. Çatışmalarda çok sayıda kişi ölür. Sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Kaos ve ayaklanmanın önüne geçilemez. İslâmcı gruplar, iktidarların devrilmesi ve İsrail’e saldırılması için gösteriler yapar. Suudi Arabistan’ın birçok kentinde İslâmcı gruplarla güvenlik güçleri arasında şiddetli çatışmalar patlak verir. Endonezya’da, Malezya’da, Mısır’da ve diğer İslâm ülkelerinde İsrail’e savaş açılmasını isteyen halk, çığırından çıkar.

 

4. GÜN: CUMARTESİ

Pakistan ordusu Müşerref’i devirme planını devreye sokar. Darbecilerle işbirliği içindeki Pakistan istihbaratı (ISI), ülkenin nükleer tesislerinin ve kodlarının denetimini ele geçirir. Artık radikaller tarafından idare edilen Pakistan’da nükleer silah yüklü iki özel jet, gizli bir hava üssünden havalanır. Hedef Tel Aviv ve Ashdod’dur. Dolaylı bir rota takip eder, Doğu Afrika’da yakıt ikmali yapar ve güneyden İsrail’e yaklaşırlar. İsrail Pakistan’a misilleme yapar. Karşılıklı olarak milyonlarca insan ölür. Arap yönetimleri çöker. Günlerce süren gösterilere ve İsrail’e savaş açılmasını isteyen İslamcıların baskısına teslim olan Suriye, Ürdün ve Mısır İsrail’e savaş açar. Savaş bütün Ortadoğu’ya yayılır. Yüz binlerce insan ölür. Zayıflayan İsrail ayakta kalmaya çalışmaktadır ve nükleer silahlarla Arap başkentlerini vurur. Ortadoğu tam bir kaosa sürüklenir. Amerikan yönetimi, ateşkes için büyük gayret göstermektedir...

 

 

***

 

 

 

 

DÜNYA SİYASETİ (I)

Dünya siyaseti sermayenin elindedir

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

02.11.2004

500 yıldır dünyanın siyaseti tekel sermayenin elindedir.

Dünyanın bu beş yüzyıllık son döneminde sömürü sermayesinin ana siyaseti ‘böl ve yönet’ şeklinde ortaya çıkmış ve uygulanmıştır.

1897’ye kadar dünya “Hıristiyan” ve “Müslüman” olarak ikiye bölünmüş, bunlar savaştırılmış ve yönetilmiştir. Sömürü sermayesi temsilcilerinin 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde yaptıkları kongrede aldıkları kararla ‘dinî bölünme’ yerine ‘rejim bölünmesi’ uygulaması ortaya konmuştur.

Onlara göre kendi dinlerinden başka dinler bâtıldır. Dolayısıyla dünya ‘ateist’ olacak ve bundan sonraki yeni dönemde bütün dünyada ‘din savaşları’nın yerini ‘rejim savaşları’ alacaktır. Kendileri dindar olacak, kendileri dışında kalan dünyadaki diğer bütün insanlar dinsiz yani ‘ateist’ olacaklardır.

İslâm dünyası yenilmiş halklardan ve geri kalmış -veya bıraktırılmış- ülkelerden oluşacaktır.

Hıristiyanlar da galip gelmiş ama Hıristiyanlığı terk etmiş halk yığınları hâline geleceklerdir.

Müslüman ve Hıristiyanların yerine artık dünya ‘kapitalizm’ ve ‘sosyalizm’ olmak üzere iki kutba ayrılacaktır. Yirminci yüzyıl bu ayırımın uygulandığı yüzyıl oldu. Bunun gerçekleşmesi için iki dünya savaşı yaşandı. Bu savaşlar döneminde ve sonrasında bu dünya düzeninin gerçekleştirilmesi için milyonlarca insanın canına kıyıldı. “Soğuk Savaş” dönemi, demir perdenin yıkılmasına kadar özellikle komünizmle yönetilen ülkelerde rejim tam bir katliam makinesi gibi çalıştı ve önüne çıkan her engeli acımasızca yıkıp yok etti.

Bu arada kapitalizmin ve sosyalizmin teorisyenleri de bizzat sermayenin kendisi olmuştur.

“Soğuk Savaş”ın teorisyeni, ABD’nin eski savunma bakan yardımcısı Paul Nitze, 97 yaşında olduğu halde geçen hafta öldü. Nitze, 1950’li yılların başında SSCB’ni ABD’nin bir numaralı düşmanı hâline getirerek, komünizmin önüne set çekilmesini savunan, daha doğrusu sömürü sermayesinin senaryosunu oluşturan, “Soğuk Savaş” doktrini NSC 68 direktifinin ortaya çıkarılması için çalışmıştı. Sermayenin hizmetkârı olan Nitze, Başkan Jimmy Carter ve Sovyet yetkililerce imzalanan stratejik silahların sınırlandırılması anlaşmasına şiddetle karşı oluşuyla tanınmıştır.

Aslında bu ikisi yani ‘kapitalizm’ ve ‘sosyalizm’ birdir, adeta birbirlerinin yumurta ikizleri gibidir ve aralarında çok önemli farklar yoktur. Ama sermaye bunları bütün dünyaya yıllarca farklıymış gibi yutturmuştur; hâlen de yutturmaya devam etmektedir.

***

Sermayenin bir diğer önemli oyunu olarak ‘kâğıt para’ dünyaya hakim kılınacaktır. Kâğıt paranın sahibi kendileri olacaktır. Kâğıt para işletmelere kredi olarak verilecek, işletmeler ürettikleri malları bu kâğıt para ile satacaklardır. ABD Merkez Bankası’nın parası bile kendileri tarafından verilecektir; hâlen de verilmeye devam edilmektedir!

Hepsinden daha da önemlisi, dünya ülkeleri ve insanlar kendilerine ‘faiz’ olarak ödemelerde bulunacaktır. Neyin faizi?

Boş kâğıdın faizi, karşılıksız kâğıt paranın faizi!

Bu boş ve aslında karşılığı olmayan kâğıt parçasıyla dünya orduları yaşatılacak ve kendi emirleri ile istendiği anda ve istendiği yerde savaştırılacaktır. Bu sayede bütün dünya onlar tarafından yönetilecektir.

***

Demek ki, dünyaya yön vermek için sermayenin elinde çok önemli silahları vardır.

Bunlar nelerdir?

Bedava elde ettikleri ve karşılığı olmayan kâğıt paralar...

O karşılıksız paralarla besledikleri ordular

O para ile sahip oldukları medya, yani basın ve yayın organları

O para ile sahip oldukları üniversiteler ve okullar

Ve tabii ki bunların baskısı ile dünya ülkelerinde kendilerine bağlı ve de bağımlı hâle getirilen yargı, partiler, bürokratlar ve yerli işbirlikçi sermaye

Bunlar sayesinde her tarafı ve her yönüyle tüm dünyanın hakimi hâline gelmişlerdir.

Dünyayı bölüp yönetmede kullandıkları ‘kapitalizm’ ile ‘sosyalizm’ arasında sadece nüans farkı olduğunu söylemiştik. Nedir bu fark?

Sosyalizmde devletin başına silah zoru ile yönetici getirmektedirler, kâğıt parayı onlar basmaktadır. Kapitalizmde ise işsizlik zoru ve dayatması ile yönetici getirmektedirler, kâğıt parayı onlar basmaktadır.

Ayrıca CIA ve mafya teşkilatı ile kendilerini dinlemeyenleri iktidardan indirmekte, asmakta, hapsetmektedirler… Hapishanede uslananları hapisten çıkarıp ülkelerinin başına diktatör yapabilmektedirler.

III. bin yıla, III. milenyuma girilirken işte bu dünya düzeni içinde girilmiştir.

***

Ancak, bu arada dünyada ve Türkiye’de beklenmedik olaylar cereyan etmiştir.

 

 

***

 

 

 

 

DÜNYA SİYASETİ (II)

Dünya siyasetindeki gelişme ve değişmeler

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

04.11.2004

Dinler sömürü sermayesinin sandığı gibi yok olmamış, aksine bütün dünyada ilâhî dinler yeniden canlanmaya başlamıştır. İnsanlık yeniden dine dönmeye başlamıştır. Hem de dünyadaki ilâhî dinlerin müntesipleri birbirlerinin düşmanı olarak değil, birbirlerinin dostu olarak dine dönüş yapmakta ve bu arada aralarındaki ilişkileri de “Ehli Kitap” olarak canlandırmaktadırlar.

Bu yeni ve olumlu gelişmenin gereği olarak ilâhî dinlerin mensupları artık birbirleriyle savaşmıyorlar. Hıristiyan-Müslüman savaşları, Budist-Müslüman savaşları, Brahman-Müslüman savaşları artık sona ermektedir.

Dinler yani dünyadaki dinlerin müntesipleri, artık gerçek düşmanlarının ‘ateizm’ olduğunu biliyorlar. Kendilerini beş asırdan beri birbirleriyle savaştıran fitneyi bertaraf etmek ve yenmek için müsbet ilmin verileri çerçevesinde birleşmeleri gerektiğini de biliyorlar.

Türkiye’de ve İslâm âleminde; -özellikle ABD’deki 11 Eylül olayından sonra - bütün dünyada Müslümanlar dışındaki diğer insanlar arasında da yaygın bir şekilde herkes Kur’an okumaya başlamıştır. İnsanlarda uyanan merak saiki ile gerçek İslâmiyet öğrenilmeye çalışılmaktadır.

***

Ekonomide de ‘büyük işletmeler’in yerini ‘küçük işletmeler’ almıştır. Gerek Türkiye’de, gerek eski Sovyetlerde, gerek Çin’de ve Hindistan’da ‘kayıt dışı ekonomi’ olarak ‘halk ekonomisi’ doğmakta ve ‘para ekonomisi’nden ‘eşya ekonomisi’ne yani mal ekonomisine geçilmektedir. Avrupa’da da bilhassa Türklerin etkisiyle halk ekonomisi canlanmaktadır.

Güney Amerika ve Afrika’da bugünlerde neler oluyor, şimdilik tam olarak bilemiyoruz. Ancak oralarda da ekonomiler ve ekonomik işletmeler yeni biçim almaktadır.

Bütün dünyada temel silah olarak kullanılan ‘kâğıt para’ tekel sermayenin elinden çıkmaktadır. E-marketler adı altında ‘takas marketleri’ gelişmektedir. Yakında bütün dünyada takas marketleri yaygınlaşacaktır. Bu gelişme sayesinde artık karşılıksız paranın bütün dünyada bir sömürü aracı olması sona erecek ve bitecektir.

Avrupa’nın parası ‘Euro’ ABD dolarını solladı, ilerliyor. Doların karşılıksız para olarak geçerli olmasının millî ordular sayesinde olacağı sanılıyordu. Oysa Avrupa’nın parası Euro ordu gücüne dayanmadan varlığını sürdürüyor.

Gelecekte eski Sovyet ülkeleri de aralarında anlaşarak tek paraya geçebilirler.

Çinliler, Korelilerle ve Japonlarla birleşerek tek paraya geçebilirler.

Pakistan da Hindistan ile anlaşır ve tek paraya geçebilir.

Afrika devletleri tek paraya geçebilir.

Güney Amerika ülkeleri anlaşarak tek paraya geçebilir.

Böylece tekel sermaye ipin ucunu kaçırır ve bu gelişmelerden dolayı çok kolay bir şekilde dünyadaki hâkimiyeti sona erebilir.

***

Dünyada yeni bir gelişme daha başlamış, ‘millî ordular’ bağımsızlıklarını ilan etmiş, artık sermayenin arzusu ile birbirleriyle savaşmıyor olmuşlardır.

Çin gittikçe güçlenmekte, ordusu da bağımsız hâle gelmekte, ama saldırı ordusundan ziyade savunma ordusu şeklinde oluşmaktadır.

Sovyetler dağılmış, yerine ulus devletler oluşmuş, ancak bu devletlerin orduları arasında savaş sözkonusu olmamıştır. Ermeni-Azeri savaşları bile durmuştur. Gerek Kafkasya, gerek Rusya, gerek Balkan ülkelerinde de savaşlar devam etmiyor.

Avrupa Birliği içinde bulunan ülkeler arasında da savaşlar sona ermiştir.

Artık Güney Kore ile Kuzey Kore, Güney Vietnam ile Kuzey Vietnam savaş hâlinde değildir.

İran ile Türkiye önce zayıflatılmak, sonra da yok edilmek üzere kapıştırılamamaktadır.

Kürt ayaklanması tam olarak başarılamamıştır. PKK tamamen silah bırakmak üzeredir.

Askeri ihtilaller de durmuştur. CIA artık dünyada istediği faaliyetleri gösterememektedir. CIA’nın tezgâhladığı oyunlar, terörist eylemler, oluşturduğu merkezler beklenen anarşiyi çıkaramamaktadır.

Doğu Türkistanlılar artık ABD’nin emrinde değiller. Yakında Çeçenler de gerçekleri görecek, ABD’den bir sonuç elde edemeyeceklerini anlayacak ve Rusya ile anlaşarak iyi geçineceklerdir.

Bizzat ABD’de de sermaye etkinliğini kaybetmiştir. Türkiye’de de MİT millî ordunun emrine girmiştir. ABD’de CIA millî ordunun emrine girmiştir. Sermaye yavaş yavaş etkisini kaybetmektedir. ABD yakında sermayenin emrinden çıkacak ve Amerika kıtasına dönmek zorunda kalacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

DÜNYA SİYASETİ (III)

Dünya siyasetindeki n son gelişmeler ve Türkiye

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

05.11.2004

Son zamanlardaki en önemli olay ‘Irak Savaşı’nda cereyan etti.

‘Birleşmiş Milletler’i kendilerinin oyuncağı konumunda garantili bir kurum olarak kabul eden sömürü sermayesi, burada beklenmedik bir sürprizle karşılaştı. Birleşmiş Milletler’de istediği kararları çıkartamadı.

Türkiye’de de tezkereyi geçiremedi. TBMM tezkereyi kıl payı geçirmedi.

Fransa ile Almanya’nın anlaşması sayesinde, sermaye Avrupa Birliği ülkelerine tam olarak hâkim olamadı. Başlangıçta sadece İngiltere, İtalya ve İspanya sermayenin yanında yer aldı. İspanya bir müddet sonra karşı cepheye geçti. Rusya ve Çin de Fransa ve Almanya’nın yanında yer aldı.

Böylece ABD’nin ‘süper güç’ olması son buldu.

Türkiye tezkere meselesinden sonra güçlü olduğunu öğrendi. Çünkü dünya onun yanında yer aldı. Türkiye’deki Irak tezkeresi sayesinde III. bin yıl siyasetinde Türkiye bağımsız devlet hâline geldi.

Türkiye bu arada komşuları Suriye ve İran ile yakınlaşmak zorunda kaldı. Bu gelişme ABD’nin Suriye’yi işgal etmesini önledi. Ortadoğu oyunu, Ortadoğu aldatmacası, ‘Büyük Oyun’ ya da Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) da tutmadı.

*

Hâsılı, şimdiki durumda dünya siyasetinde sermaye yenilmiş durumdadır.

Ne var ki dünyada siyaset boşluğu vardır.

Oysa hayat boşluk kabul etmez.

Bu durumda dünyaya hangi siyaset hâkim olacaktır?

İşte bunun anahtarı Türkiye’dedir.

*

Türkiye AB’ye girmemelidir.

Bundan önce bunun gerekçelerini ihtiva eden beş yazı yazmıştım.

Dikkatli okuyucularım o yazılarımı hatırlayacaklardır.

AB ile müzakereler devam ederken, Türkiye Rusya ile sıkı işbirliğine girişmelidir. Eski Sovyetleri Avrupa Birliği modeline benzer bir şeklinde canlandırmalıdır. Bunun için Müslüman halkları ikna edip tarihte ve özellikle Osmanlılar döneminde olduğu gibi Ortodokslarla işbirliği içinde olmalarını sağlamalıdır.

Çin ile ilişkilerini geliştirmeli, “Doğu Asya Birliği”ni sağlamaya çalışmalıdır.

Hindistan’da Müslümanlarla Hinduların arasına girmeli, aralarını bulmalı ve “Hint Birliği”nin kurulmasını gerçekleştirmelidir.

Afrika’daki Müslüman devletleri harekete geçirerek onların önderliğinde “Afrika Birliği”nin sağlanmasını temin etmelidir.

Yukarıda zikredilen bölgelerde gelişme ve başarılar kazanılmaya başlayıp örnekler oluştuktan sonra, “Güney Amerika Birliği”nin kurulması için yardımcı olmalıdır.

ABD, Kanada ve Meksika arasında kurulan “gümrük birliği”ni desteklemelidir.

Bugün bütün bunların gerçekleşmesine önderlik edebilecek tek bir kişi vardır;

Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan.

*

Dünyadaki sön gelişmeler öyle gösteriyor ki; Ehli Kitap olan bütün din mensupları birleşecek ve ateistleri bir daha gelmemek üzere dünya siyasetinden sileceklerdir. Dünya siyaseti ve yeni dünya düzeni bu yönde gelişmeler göstermektedir.

*

Dünyadaki en son gelişmeleri -son üç yazımda ele almaya çalıştığım gibi- bir de bu açıdan ele almak, değerlendirmek, üzerinde düşünmek ve gereğini yapmak zarureti apaçık görülmektedir.

III. bin yıl, III. milenyum, insanlık ve dünya siyaseti için çok olumlu gelişmelere gebe gibi görünüyor. Dünyadaki birçok olumlu gelişmeler bunun müjdecisi mesabesindedir.

Kâinatı ve dünyayı “O” yani “Allah” yarattı. Her şey ‘sünnetullah’ yani “O’nun tabiî ve sosyal kanunları” çerçevesinde cereyan ediyor. Her şey sadece ve sadece O’nun kontrolündedir; kıyamete kadar da öyle olacaktır.

Allah’a sonsuz şükürler; inananlara da müjdeler olsun…

 

 

***

 

 

 

 

ABD BAŞKANLIK SEÇİMİ (I)

2004 ABD seçimi öncesinde olanlar…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

18.11.2004

500 yıldır Avrupa’ya hâkim olan sömürü sermayesi, 200 yıldır dünyaya da hâkim olmuştur.

I. Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğunu, Rus Çarlığını ve Nemse İmparatorluğunu yıkan sermaye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail devletini kurmuştur. Şimdi de İsrail imparatorluğunu kurmanın peşindedir.

Sömürü sermayesinin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak yaptığı ve uygulamaya geçirdiği planlamaya göre; Ortadoğu’da on milyondan büyük devlet bırakmayacak, bunları da silahsızlandıracaktır. İsrail’i atom silahları ile tecrit edecek ve böylece Ortadoğu Birleşik Devletlerini kuracaktır.

Sermaye bu ilk adımını gerçekleştirdikten sonra, bilahare dünyayı doğu ve batı bloklarına ayıracak ve bunları çatışmalarla meşgul ederken İsrail’i dünyanın tek yöneticisi hâline getirecektir. Avrupa, Amerika ve Afrika’yı “batı bloku”, Asya ve Avustralya’yı “doğu bloku” hâline getirecektir. Bu hedefe varmak için önce Irak, sonra İran, sonra Suriye ve en sonunda da Türkiye’yi parçalayacaktır.

Bunun aksini iddia edenler sadece saf değil, aynı zamanda hain kimselerdir.

Ancak, bilindiği gibi evdeki hesap her zaman çarşıya uymaz, bazen işler planlandığı gibi gitmez.

Sömürü sermayesi tarafından 1897 yılında yapılan bu plan 1997 yılına kadar yüz yıl boyunca hep istediği gibi gitmiştir. Ancak 1997 yılında beklenen büyük hedefe ulaşılamamıştır. Bunların başlı başına önemli sebepleri vardır.

1) Her şeyden önce, beklendiği ve planlandığı gibi dünya dinsizleşmemiştir.

2) Beklendiği ve planlandığı gibi Sovyet bloku varlığını sürdürememiştir.

3) Beklendiği ve planlandığı gibi Avrupa iç savaşlara devam etmemiştir.

4) Beklendiği ve planlandığı gibi Amerika’da işler yolunda gitmemiştir.

Sömürü sermayesi yüzlerce yıldır Müslümanlarla Hıristiyanları çatıştırıp kendisi hâkimiyetini sürdürdü.

a) Dünyadaki bu çatışmalar, önce Türkiye’de 1974 yılında Erbakan ile Ecevit’in koalisyon yapması ile sona erdi.

b) Sağ-sol barışının başarısını gören ve o zaman Türkiye’de Bursa’da sürgünde olan Humeyni, İran’da sol ile işbirliği yaptı. İran devrimi böyle gerçekleşti

c) Oradaki başarıyı gören Sovyet lideri Mihail Gorbaçov Afganistan’dan askerleri çekti ve Müslümanlarla barış sürecine girdi.

d) Bu gelişmeleri gören Batı solu da din düşmanlığını sona erdirdi.

Sermaye Gorbaçov’a bu yaptığının cezasını onu iktidardan düşürerek verdiyse de, bu inkılâp eski Sovyet ülkelerinde geriye dönüş yapmadı.

Sömürü sermayesi ikinci darbeyi yine Türkiye’den yedi.

ABD Çekiç Güç sayesinde doğuda PKK’yı destekleyecek ve böylece Türkiye’de iç savaş çıkarılacaktı. Sonra (Irak ve) İran ile savaş başlayacak ve böylece Türkiye parçalanacaktı. Çekiç Güç PKK’yı alenen destekliyordu. Ecevit Çekiç Güç için Meclis’ten ancak 20 günlük bir izin alabilmişti. Ondan sonra Refahyol Hükümeti kuruldu ve Erbakan Başbakan oldu.

Erbakan Amerikan elçisini çağırdı ve açıkça “Eğer PKK’yı desteklemezseniz ben size altı aylık ortak izin çıkarayım.” dedi. ABD’liler söz verdiler ve Erbakan hiçbir sıkıntı çekmeden Çekiç Güç için ruhsat çıkardı.

Bunu gören ABD Başkanı Clinton, Gorbaçov gibi siyasette inkılâp yaptı; artık dünyada İslam’a ve Müslümanlara karşı siyaset gütmeyecekti. Ramazan’da başkanlık sarayında yani Beyaz Saray’da iftarlar vermeye başladı. İşte buna kızan sermaye Başkan Clinton’a Monika oyununu oynadı ve ABD’de çetin bir siyasi savaş başladı.

Gorbaçov sol cephede, Clinton da kapitalist cephede sömürü sermayesinin planlarını alt üst ettiler.

ABD’de 2000 yılı seçimleri dünyadaki bu gelişmeler sebebiyle oluşan sarsıntılar içinde yapıldı, Amerikan halkı Clinton’u tuttu. Ama sermaye seçim oyun ve hileleri yaparak Clinton’un adayını değil de, Cumhuriyetçilerin adayını yani Bush’u başkan yaptılar.

Bush’un sermayeye borçları vardı. 2000 yılından itibaren bu borçların hepsini tane tane yerine getirdi. Önce Afganistan’a, sonra Irak’a saldırdı. Aklı başında olan Amerikan halkı sömürü sermayesinin bu politikalarına karşı daha da bilendi. Ancak biz o zaman şöyle bir tahmin yapmış ve bunu yazmıştık. Bush seçimi kaybeder ama seçim hilesi ile yine de onu iktidar ederler. O zamanki tahminimiz doğru çıktı ve Bush aslında seçimi kazanarak gelmedi. Bütün dünyanın gözleri önünde yapılan oyun ve hileler sayesinde sermayenin dediği oldu ve Bush başkan yapıldı!..

2004 seçiminde de sonuç baştan belirlenmişti.

Yarın, bunun nasıl yapıldığını ve sonuçlarını yazmış olacağım.

 

 

***

 

 

 

 

ABD BAŞKANLIK SEÇİMİ (II)

2004 ABD seçim sonuçları ve Türkiye

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.11.2004

Evet, 2004 seçiminde de sonuç baştan belirlenmişti.

a) Seçim sonucu baştan ilân edildi ve sermayenin güdümündeki medya tarafından ilân edilen bu sonuç değişmeden sonuna kadar hep aynı kaldı. Yani, verilen genel talimat bu idi, Amerikan halkı daha baştan Bush’a şartlandırıldı. Nitekim sonunda sonucun değişmediği görüldü.

b) Seçim başa baş götürüldü. Ama Kerry hep arkadan takip etti. Seçim neden başa baş götürüldü? Çünkü Bush seçimi ‘ben kazandım’ zanneder, başkan olduktan sonra sermayenin taleplerine karşı çıkabilirdi. Sermaye bu operasyonla ‘sen değil, biz kazandırdık’ havasını oluşturmayı güdüyordu.

c) Son olarak Ohio’da seçim başa baş götürüldü. Seçim oyunu hazırlanan senaryoya göre sonuna kadar heyecanla sürdürüldü. Aslında 2000 yılında gerçekleştirilen seçim oyununun senaryosu aynen oynandı. Bilenler iyi bilir ki, bu kadar rastlantılar muhtemel kanunlar içinde gerçekleşemez.

d) Amerika Birleşik Devletleri’ndeki geri kalmış güneydeki bölgelerde Bush, gelişmiş kuzeydeki bölgelerde ise Kerry kazandı. Bunun anlamı şuydu; geri kalmış bölgelerde kolay hile yapıldı, ama gelişmiş olan kuzey bölgelerinde seçim hileleri tam olarak yapılamadı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, aslında ABD’de seçim yoktur, seremoni vardır. Daha önce de yazdığım gibi ABD’de demokrasi de yoktur. Hiç sadece iki parti ve sadece iki aday ile demokrasi olur mu?!. Nitekim halk da seçimlere katılmıyor. Olacak şey değil ama bir bakıma ABD’de halkın gelişmişlik seviyesi düşük.

Bizim bu duruma ilave edeceğimiz bir şey vardır.

Varsayalım ki ABD’deki seçim tarafsız yapıldı ve sonuçlar gerçekten böyle çıktı. Bu durum da bizim daha önce yaptığımız tahminleri teyit etmektedir. Artık Amerikan halkı uyanıyor. Gelecek seçimlerde iç bölgelerde de Demokratlar kazanacak, 2008 seçimleri Demokratların olacaktır.

Neden?

a) Amerikan halkı yavaş yavaş siyasete ısınmaktadır. Gelecek seçimlerde daha büyük oranda seçime katılacaklardır. Amerikan halkı dört sene içinde bilinçlenecektir.

b) Bush’un takip edeceği sömürü sermayesinin saldırı siyaseti başarısızlığa uğrayacak ve Amerikan halkı bütün dünyada ABD imajını yerle bir eden bu gidişata artık ‘dur’ diyecektir.

c) Bütün dünyada Euro değerini artıracak ve Dolar tepetaklak gidecektir. Bu da ABD içinde ekonomik krizler doğuracaktır. Amerika Birleşik Devletleri bunu savaşlarla kapatmaya çalışacak ama başaramayacak ve federe devletler bağımsızlığa doğru kayacaktır.

d) ABD’deki geri kalmış iç bölgeler şimdi seçim yapılsa Bush’a değil Kerry’e oy verirler. Çünkü geri kalmış ülkelere basın yayın ulaşamadığı ve dış dünya ile ilişkileri kesik olduğu için Bush’a oy verdiler. Oysa artık görüyorlar ki, dış dünya ile ilişkisi olan gelişmiş ülkeler sömürü sermayesinin taşeronlarını desteklemiyorlar.

Bütün bu olaylar gösteriyor ki, bundan sonraki dört yıl içinde ABD’de artık iktidar el değiştirecek ve yeni iktidar eski dünyadan elini çekmek zorunda kalacaktır.

Bu noktadan sonra, asıl bizim için önemli olan noktaya gelelim.

O zamana kadar sömürü sermayesi ve onun dünyadaki işbirlikçi taşeron ülkeleri, belki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmış olabilirler. Çünkü Türkiye AB’ye girse dünya Türkiye’ye düşman olacak, güçlü ülkeler ülkemize saldıracak ve ABD önderliğinde yıkacaklardır.

Türkiye AB’ye girmese, bu sefer sömürü sermayesinin güdümündeki dünya ülkeleri Türkiye’ye saldıracaklar, dünya da bu saldırıya seyirci kalacaktır.

Bu durumda Türkiye için yazılmış olan kader; “Ölümlerden ölüm beğen!” olacaktır.

Türkiye bu durumdan ancak “Millî Görüşe dayanan Adil Düzen”i kabul ederse kurtulabilir. “Adil Düzen”in Türkiye’yi nasıl kurtaracağını göstermeye hazırız.

Ne var ki, eğer Türkiye’nin bu merhaledeki kaderi mağlubiyetle bitecekse, bu önerimize kulak veren olmayacaktır.

Üzülerek, ağlayarak devletimizin yıkılışını beklemek zorunda kalıyoruz…

Ne var ki; her şeye rağmen ümitliyiz, hattâ eminizi ki, Türkiye “Millî Görüşe dayanan Adil Düzen” üzerinden İkinci Cumhuriyeti kuracaktır. Mustafa Kemal’in “Gençlik Hitabesi”ndeki ileriyi gören ifadeler gerçekleşecektir. Bu vesileyle ezberinizde olan o ifadeleri tekrar tekrar şöyle bir hatırlayın ve AKP iktidarının yaptıkları ile ne kadar da uyumlu olduğunu ibretamiz bir şekilde görün!..

Ümit olunur ki; Bush siyasetini değiştirir, sömürü sermayesinin körü körüne maşası olmaz, Amerika Birleşik Devletleri’ni çökertmez, insanlığı da kana bulamaz.

Yine ümit ediyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ordusu gafletten uyanır. “Adil Düzen”i önce dinler; sonra kendisi düzenler; sonra da uygulayarak Cumhuriyetimizin yıkılmasına sebep olmaz. Osmanlıların akıbetine düşmez. Duamız budur…

Allah milletimizin ve dünyanın koruyucusu ve yardımcısı olsun…

Allah’a emanet olunuz…

 

 

***

 

 

 

 

ABD’nin SONU (I)

ABD’nin SONU IRAK’TA BAŞLAMIŞTIR…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

26.11.2004

Osmanlılar yani Selçuklular önce Anadolu’yu fethettiler…

Sonra Viyana’ya kadar gittiler...

Osmanlılar bu fetihleri gerçekleştirirken halkla savaşmadılar. Bilakis, halk içinde bulundukları “zulüm düzeni” sebebiyle Osmanlıları “adalet düzeni”nin kurucuları ve uygulayıcıları olarak kurtarıcı gibi kabul ettiler. Bunu yalnız halk değil, din adamları da kendi hürriyetleri için Osmanlıların gelişini nimet saydılar.

Anadolu’daki bir kasabayı yani kaleyi Osmanlı Ordusu muhasara eder; kale tekfurunun kızı Türk komutanına âşık olur, kale kapısını (güya gizlice) açar, Türk komutan da onunla evlenirdi. Böylece kale Bizanslılardan ayrılmış, Türklerin eline geçmiş, bizzat tekfur veya onun başka bir yakını orada yine bey olarak atanmış olurdu. Türkler Bizans İmparatorunu ve Balkanlardaki ülke yöneticilerini Lâtinlerden yani onların zulümlerinden korumak için bizzat Bizans’ın dâveti ile buralara gitmişlerdir. Kosova Savaşları Bizanslıları korumak için Katoliklere karşı yapılmıştır. İstanbul fethedildiği zaman Kilise bayram yapmıştır.

Moğol İmparatorluğu’nu kuran Cengiz Han, önce Müslümanlara esir düşmüş ve orada İslâm eğitim sistemini öğrenmiş, sonra memleketine döndüğü zaman imparatorluğunu bu bilgilere dayanarak kurmuştur. Din özgürlüğünü esas almış, karşı gelenlere acımasız baskı yapmış, ama kendisine tâbi olanlara ise asla dokunmamıştır. Daha sonra bu sistemi Rus çarları ile İngiliz kralları da benimsediler ve dünyaya öyle hâkim oldular. Sovyetler ise sorunları yalan ve şiddetle çözmeye başlamış, bundan dolayı ömrü sadece yetmiş yıl olmuştur...

Amerika Birleşik Devletleri’nde seçimi kazanan parti yani Bush yönetimi, dünyaya gözdağı vermek için Kadir gecesinde Irak’taki mabetleri bombalamıştır... Bu uygulama bize ‘eceli gelen köpek cami duvarına pisler’ atasözümüzü ne kadar da hatırlatıyor...

ABD’nin sonu bu saldırı ile başlamıştır…

ABD’nin sonunun başlangıcı bu saldırı ile başlamıştır…

ABD’nin dünyadaki imajının sıfıra inmesi bu saldırı ile başlamıştır…

ABD bugüne kadar dünyada işgal ettiği hiçbir ülkeye barışı ve refahı getirememiştir.

Bir yer silah zoru ve zulüm ile her zaman alınabilir; ama silah zoru ile hiçbir zaman yönetilemez. Sözde hükümran görünür, oysa ‘adalet’ olmadan asla zorla ve ‘zulüm’ ile o ülkede yönetim sürdürülemez. Niçin? Çünkü bunun çok basit bir sebebi vardır. Yönetim bir kadro ile yönetilmektedir. Bürokrasi dediğimiz bu kadro ile halk arasında devamlı çatışma vardır. Baştakiler halka kulak vermezler, bundan dolayı bürokratları dinlemek zorunda kalırlar. Onlar ise kendilerini üstün görmeye başlarlar. Ancak halka karşı güçleri yetmez, sonunda halkla anlaşmak zorunda kalırlar. Böylece sahte bir yönetim doğar. Herkes bile bile yalan söyler. Bu seviyeye gelen bir yönetimin artık sonunun başlangıcı gelmiştir demektir.

Ülkemizden yani Türkiye’den çok bilinen ve yaygın olan bir örneği bu vesileyle hatırlayalım. Gidin ve herhangi bir dükkandan bir şey alın; “Fatura istiyor musunuz?!” diye sorarlar; “Hayır!” derseniz fatura kesmez ve KDV’yi almazlar. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor, ama ses çıkar(a)mıyor. AKP iktidarının Maliye Bakanı böyle faturaların şampiyonu olarak o makama gelmiştir; ne diyebilir ki?!.

Herkes çok iyi bilir ki, gerçek fatura kesilse Türkiye kısa zamanda batar. Çünkü ülkemizdeki vergiler ödenemeyecek kadar çok ağırdır. Batılılar Türkiye’de işte böyle bir düzen kurmuşlar veya kurdurmuşlardır. Neden? Ülkemizi kolayca yıkmak için…

ABD’nin başarıya ulaşması söz konusu bile değildir. Peki, bu durumda başarıya ulaşması mümkün olmayan ve bir müddet sonra Sovyetler gibi batacak olan ABD Irak’ta ne arıyor?

ABD Irak’ta ecelini yani sonunu arıyor...

Dünyada cereyan eden her şeyin hâkimi Allah olduğuna göre, Irak’ta cereyan eden vahşetin sebebi ve hikmeti nedir? Sadece birini hatırlayalım, yeter. Iraklıların ölümünü üzülerek ve ağlayarak ibretle izliyoruz. Ancak, şunu da biliyoruz ki, Saddam yönetimindeki Iraklılar gittiler ve hiçbir haklı gerekçeleri yokken, Batı dünyası ile işbirliği yaparak tam sekiz yıl İran’a saldırdılar!.. Ayrıca yıllarca Saddam’a taptılar!..

Bir zamanlar Moğollar gelip Bağdat’ı yerle bir ettiler, taş üstüne taş bırakmadılar. Ama kısa bir müddet sonra geldikleri gibi gittiler ve dünyadaki hâkimiyetlerini de kısa zamanda kaybettiler. Neden? Çünkü zulüm ile âbâd olunmaz. Mülkün yani hükmetmenin aslı ve esası ‘adalet’tir. Adil bir yönetim kurulmadıkça, bir ülkede uzun zaman hakimiyet kurulamaz.

Çağımızın modern Moğolları Amerikalılar da vahşetlerini tamamladıktan sonra, aynen Moğollar gibi kısa zamanda çekip gideceklerdir…

Çağımızın modern Moğolları Amerikalılar çekip gitmekle kalmayacak, yine aynen Moğollar gibi dünyadaki hâkimiyetlerini de kaybedeceklerdir…

ABD’nin sonu Irak’ta başlamıştır…

ABD’nin sonu Ortadoğu’da bitecektir…

Amerikalılar geldikleri gibi günü gelince gideceklerdir…

 

 

***

 

 

 

 

ABD’nin SONU (II)

ABD çökerken Yahudiler ve

Hıristiyanlar ne yapmalıdır?..

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

28.111.2004

ABD’nin önderliğinde genel olarak dünyada, özel olarak da Afganistan, Irak ve Ortadoğu’da cereyan eden bu gelişmeler karşısında akla şu sorular geliyor. ABD’nin bu siyaseti, bu işgalleri, bu katliamları ve bu vahşeti ile gelecekte dünyamızda neler olacaktır?..

Dünyamız ve insanlık bu olaylarla ve bu gelişmelerle nereye doğru gidiyor?..

Bu soruların cevabı olarak kısaca denebilir ki;

Tekel sermayenin yandaşları ABD’deki gelecek seçimleri kaybedeceklerdir… Bush yönetimi dünyada yenilmiş olarak siyaset sahnesinden çekilecektir…

Bu arada İsrail devleti de Müslümanların himayesinde bağımsız bir kuruluş hâline dönecektir. İsrail’de akan kan her iki taraf açısından da duracaktır…

Bu olaylarda başrolü oynayan Yahudiler ve Hıristiyanlar yepyeni yapılanmalara doğru gidecektir, gitmelidir; gitmek zorundadırlar... Bugünkü yazımızda Yahudiler ve Hıristiyanlar açısından bu yeni yapılanmaların neler olabileceğini kısaca tahlil ve tahmin etmiş olacağız.

*

Yahudiler Tevrat ehli olmaya devam edeceklerdir. Ancak Tevrat’ı Kur’an’ın öğretileri içinde çağımızdaki müsbet ilme göre yorumlayacaklar, tarihî hâle gelmiş olan hükümleri değiştirecekler, Hazreti İsa’yı ve Hazreti Muhammed’i Allah’ın Resulü olarak kabul edecekler; ancak onların kendilerine değil, diğer insanlara peygamber olduğunu söyleyeceklerdir!.. Böyle yaparlarsa, onların Hıristiyan ve Müslümanlarla olan dinî çekişmeleri de sona ermiş olur. Hazreti İsa Havarilerine; siz yeryüzüne dağılın ve İsrail oğullarını değil, tüm insanları dâvet edin demişti. Kur’an da; Tevrat ehli Allah’ın indirdiği ile hükmetsin diyor. İman etmek ayrı, hükmetmek ayrıdır. Nitekim biz Müslümanlar Tevrat’a inanıyoruz ama ona göre hükmetmiyoruz.

İsrail oğulları artık akıllarını başlarına toplayıp gerçekleri görmeli ve “üstün ırk” meselesini “üstün mükellefiyet” olarak anlamalı, bunu insanlara hükmetme şeklinde düşünmemelidirler. Ticarette ve ilimde insanlığa hizmet etmek üzere üstün olduklarının bilmeli ve bu hizmeti yapmalıdırlar. Diğer insanlar da onların bu durumlarına saygı duymalı ve onlarla hayırda yarışmalı, onlara örnek olup yol göstermelidirler.

Nasıl peygamberler insanlar için örnek kişiler ise; İsrail oğulları da insanlar için örnek ve birçok yönden ibret alınması gereken bir kavimdir. Sahabeler Müslümanlara ve insanlığa örnektir, ama Araplar örnek değildir. Bunlar Allah’ın hükmüdür. Bizim buna itiraz etmeye ne gücümüz, ne de yetkimiz vardır.

*

Hıristiyanların da yapacakları şeyler çok açıktır. Her şeyden önce, artık “teslis akidesi”ni terk etmelidirler. İncil’de olmayan ve Kur’an tarafından şiddetle reddedilen bu anlamsız iddialarından vazgeçmelidirler. İncil’deki “oğlu” ve “oğullar” kelimeleri tevil edilmelidir. Ondan sonra da din olarak İncil’e sarılmalıdırlar. Ama şeriat olarak Tevrat’ı değil, Kur’an’ı esas almalıdırlar. Yani, artık İncil’i Ahd-i Atik yani Tevrat ile değil, Kur’an’ın meali ile beraber basmalıdırlar. Buna onların ihtiyacı vardır. Neden?

1) Tevrat yalnız İsrail oğullarına ait hükümleri içerir, insanlığa onun hükümlerini uygulamak mümkün değildir. Mümkün olmadığı içindir ki Roma Hukuku lâik hukuk olmuştur.

2) Tevrat “tarım dönemi”, hattâ “çobanlık dönemi” hükümlerini içerir. Tevrat’ta insanlığın ulaştığı “sanayi dönemi” hükümleri yoktur. Oysa Kur’an sanayi dönemi hükümlerini de içermektedir. Saçmalıklarla dolu olan lâik hukuk dağınıklığından kurtulmak için Kur’an’a dönülmelidir. İbadetler yine İncil’e göre yapılsın, ama şeriat Kur’an’ın içtihat ve icma şeriatı olsun; kendileri buna göre içtihat etsinler, icma yapsınlar.

3) Kur’an son kitaptır, Tevrat’ı ve İncil’i tasdik etmektedir. Oysa Tevrat bugünkü yorumları ile İncil’i tasdik etmemektedir. Dolayısıyla Kur’an’ı benimsedikleri zaman kendilerini inkâr edeni değil, tasdik edeni benimsemiş olurlar.

4) Nihayet, Kur’an değişmeden bütün usûl ve diliyle hazır bulunmaktadır. İnsanlık 1500 seneyi kaybederek gerisin geriye dönemez, dönmemelidir. Dolayısıyla Hıristiyanların yapacağı en önemli iş ve değişim Kur’an şeriatını kabul etmektir. Bu İncil’i bırakmak değil, Tevrat’ı hukuki hükümlerde bırakmak olur. Hıristiyanlar neshi kabul ettikleri için bu konuda bir sorunları olmaz.

Hıristiyanlar “artık yeter” deyip Hıristiyanlığı insanları sömüren Yahudi sermayesinin bir istismar aracı olmaktan çıkarmalıdırlar. Roma İmparatorluğu’nu yıkan, Bizans İmparatorluğu’nu yıkan Müslümanlar olmamıştır. Onları yıkan ve o hâle getiren İsrail oğullarıdır…

Eğer tarihte gerçekten bir Ermeni soykırımı olmuşsa, bunu yaptıranlar onlardır... Batıyı ateist hâle getirenler onlardır... Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını çıkaranlar onlardır... Sosyalizmi ve kapitalizmi Avrupalılara musallat edenler onlardır...

Hıristiyanlar artık uyanıp Yahudilerin bu saydığımız ve burada sayamadığımız daha nice fitnelerine âlet olmaktan kurtulmalıdırlar. Bugünkü üniversite ve iletişim sistemine rağmen bu gaflet nedir?!.

Dünyadaki bu son savaş fitnesi Yahudilerin yönlendirmesi ve kimi Hıristiyanların da âlet olmasıyla ABD’de başlamıştır ve önce Afganistan’a, sonra Irak’a ulaşmıştır… Şimdi de bütün Ortadoğu’ya yayılma eğilimindedir.... Durdurul(a)mazsa, III. Dünya Savaşı ölçeğinde bütün yeryüzünü kaplayacaktır… Bush’un yaptıklarıyla, “Bush ekibi”nin ettikleriyle ABD çöküyor, ABD mukadder sonunun başlangıcını yaşıyor…

Aslında Amerika yaptıklarıyla bütün dünyada insanların uyanmasına vesile oluyor...

Dünya uyanıyor…

 

 

***

 

 

 

 

ABD’nin SONU (III)

ABD’nin SONU ve

DÜNYADAKİ DİĞER GELİŞMELER

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

03.12.2004

Önceki yazımızın başında ifade ettiğimiz üzere, ABD’nin önderliğinde dünyada cereyan eden bu gelişmeler karşısında akla şu soru geliyor.

ABD’nin bu siyaseti ile gelecekte dünyamızda neler olacaktır?

Dünyamız bu olaylarla nereye doğru gidiyor?

Bu soruları sormuş ve demiştik ki; tekel sermayenin yandaşları ABD’deki gelecek seçimleri kaybedeceklerdir. Bush yönetimi dünyada yenilmiş olarak siyaset sahnesinden çekilecektir.

Bu arada İsrail devleti de Müslümanların himayesinde bağımsız bir kuruluş hâline dönecektir. İsrail’de akan kan her iki taraf açısından da duracaktır.

Yahudiler ve Hıristiyanlar yepyeni yapılanmalara doğru gidecektir.

Bu arada doğudaki Budistler ve dehriler yani dinsizler ne yapacaktır?

Bugünkü yazımızda da kısaca bu konular üzerinde duracağım.

***

Kaynağı tek olan Budizm ve Hindu dinleri de kendi dinlerinde yenilik yapmalıdırlar. Her şeyden önce bunlar da Hazreti İbrahim Peygamberin üçüncü hanımı Ketura’dan doğan çocuklarının geliştirdiği dinlerdir. “Brahman” ile “İbrahim” kelimeleri arasında büyük bir benzerlik vardır. Kur’an’da bahsedilen “Furkan” da bunlara indirilen kitap olabilir.

Bu gerçek içinde onlar da kendi dinlerinde kalacaklar, ancak şeriat olarak Kur’an şeriatını benimseyeceklerdir. Böylece insanlık uygarlığına hizmet etmeye katılmış olacaklardır.

Çin ve Hindistan böylece saldırgan sermayeye karşı birleşmiş olacaktır. Çin ve Hindistan Irak olayındaki tutumları ile bunun ilk emarelerini göstermişlerdir.

Çin ve Hindistan’ın bu tutumlarından cesaret alacak olan başta Japonya, Kore, Malezya, Endonezya gibi doğu ülkeleri de ABD’ye karşı aynı politikaları uygulamaya başlayacaklardır.

Dünyadaki ve doğudaki bu gelişmeler ABD’nin sonu olacaktır.

***

Çağımız dünyasında bir de dehriler yani ateistler vardır.

Yine Yahudilerin ürettiği bu grup Tevrat’ın, İncil’in, Furkan’ın ve Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul etmiyorlar. Bunlar müsbet ilmi kabul ettiklerini iddia ediyorlar.

Varsayalım ki bu kitaplar Allah’ın sözleri değildir. Bu kişilerin yani peygamberlerin eseridir. O zaman Marx’ın kitabı ile eşit durumdadırlar. Çünkü insanlığa on bin yıldır bu peygamberler ve bu kitaplar yön veriyor ve insanlığın bugünkü seviyeye çıkmasını sağlamış olarak yönetiyorlar.

O zaman aramızdaki ihtilafları müsbet ilme çözdürelim; tabiî ve sosyal ilimler ne diyorsa onu yapalım.

1) Zina yapmayalım...

2) Faiz almayalım…

3) İnsanlara tapmayalım…

4) Birbirimizi haksız yere öldürmeyelim...

Savaş yerine artık dünyada barış olsun.

Siz de lâik ahlâk içinde yaşayın. Sitelerinizi kurunuz, illerinizi kurunuz; hattâ devletinizi kurunuz. Ama buralara giriş-çıkış serbest olsun. İnsanlara diktatörce ve zalimane hükmetmeyiniz. Çünkü dünya ve insanlık ikinci bir komünizm yani eski Sovyetler denemesini kaldıracak durumda değildir.

Birlikte yarışalım. Herkes düzenini serbestçe uygulasın. Kim daha çok insanı ikna ederse o güçlü olsun. Bunu başardığımız zaman yeryüzüne huzur, saadet ve adalet gelecektir.

***

Bush’un sahte zaferi bütün insanlığı bu gerçeklerin etrafında birleştirecektir.

ABD’deki zulmün bu son zaferinin sebebi ve hikmeti budur.

Dünya o şeytanca düşünce karşısında birleşmiş olacak ve bu da ABD’nin sonu olacaktır.

Bu konu ile ilgili ilk yazımızda ne demiştik?

ABD’nin sonu Irak işgali ile başlamıştır…

ABD’nin sonunun başlangıcı bu vahşi saldırı ile başlamıştır…

ABD’nin dünyadaki imajının sıfıra inmesi bu saldırı ile başlamıştır…

ABD’nin sonu, aynen Sovyetler gibi Afganistan ve Irak’ta başlamıştır…

ABD’nin sonu Afganistan ve Irak’ta başlamıştır; Ortadoğu’da bitecektir…

Amerikalılar geldikleri gibi günü gelince gidecekler ve bu ABD’nin sonunun başlangıcı olacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

DÜNYA NASIL UYANIR?…

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

14.12.2004

İnsanlar hep zannederler ki, dünyada kendilerinden daha büyük ve daha güçlü insanlar vardır; o büyük insanlar bizi çıkmazlardan kurtaracaklardır... İnsanlar bunun için ‘teşkilat’ kurar ve ilçede üye olurlar. Sonra il merkezini oluştururlar, onlar da devlet merkezinde teşkilat olurlar. Onlar da Avrupa (AB) veya Amerika’ya (ABD) bağlanırlar. Onlar da bir ‘başkan’ seçerler. Ondan sonra da hep ondan yani ‘Başkan Bush’dan kurtuluş beklerler. Başkan Bush da kendisini bir şey zanneder ve insanları kendisine taptırmaya başlar; başka hiçbir şey yapamaz!.. Diktatörler yetersizliklerinden dolayı kendilerine taptırırlar, böylece kendi acziyetlerini örterler...

Böyle bir teşkilata belki ihtiyaç vardır. Ancak bu teşkilat yani birlik sadece birliktelik için gereklidir.

Oysa, aslolan herkesin kendi işini kendisinin görmesidir.

Birinci olarak ve her şeyden önce şu bilinmelidir ki; bütün insanlar aynı genlere sahiptir, aynı yeteneklere sahiptir, aynı melekelere sahiptir. Hiç kimsenin diğerlerinden bir farkı ve eksikliği yoktur. Herkes şuna inanmalıdır ki; ben de orada görevli olsam en az ben de onun kadar bu işi yapabilirim. Bu bir.

İkincisi, herkes şunu bilmedir ki; kendisinin işini kendisinden başka hiç kimse ondan daha iyi bilemez ve yapamaz. Dolayısıyla merkezden yardım almalı ama hiçbir zaman merkezin emrine girmemelidir. Merkezin emrine girdiğiniz gün artık siz “insan” değil de adeta “hayvan” olursunuz ve bir şey yapamazsınız. Bu iki.

Üçüncü olarak da; önce herkes kendi işini yapacak, ondan sonra teşkilat yani birlik olmak isteyecek, yapanlar o merhalede birleşecektir; birleşenler yapmayacaktır. Önce sen kazanacaksın ve zekâtını vereceksin; önce birleşip kazanmayacaksın. O halde herkes kendisini kurtarma yoluna gitmelidir; kimseyi beklemeden kendini kurtarma yoluna gitmelidir. Bundan sonra birlikteliği gerçekleştirmelidir. Bu da üç.

Dördüncü ilke olarak da bilinmelidir ki; insan sorunları ancak bilgi içinde çözer, gayba inanmakla çözer. Bu ne demektir? Bir kimse size bir şey anlatıyor. Siz onu görmediniz. Belki de hiçbir yerde o yoktur. Ama sizin beyninizde oluştu. İşte buna inanacak ve harekete geçeceksiniz. Görünmeyene inanacaksınız. Başkalarının yapmadığına inanacaksınız ve onu yapacaksınız. Herkes yapıyor diye siz de yapmayacaksınız. Kimse yapmadı, ben yapayım diyeceksiniz. Kur’an buna “gayba iman” diyor. Bu da dört eder.

İşte bu dört melekeye sahip olan kimse “mü’min”dir.

Nedir bunlar? Tekrar hatırlayıp toparlayarak ayrı ayrı sayalım:

1. Birincisi, kendinize güveneceksiniz. Siz Hak yolda iseniz Allah yanınızdadır. Korkacak bir şeyiniz yoktur. Allah’tan daha güçlü kimse yoktur. O sizi yalnız bırakmaz.

2. İkincisi, kendi aklınızla yani kendi içtihadınızla hareket edeceksiniz. Danışacaksınız ama kararı daima siz bağımsız olarak vereceksiniz. Merkez size emretmeyecek, size yardım edecektir.

3. Üçüncüsü, önce kendi işinizi yapacak, kendiniz başarılı olacak, diğer yapanlarla sonra birleşeceksiniz. Birleştikten sonra yapalım anlayışını atacaksınız.

4. Nihayet dördüncü olarak, asıl başkalarının yapmadığı, başka yerde olmayan çözümleri deneyeceksiniz. Onlar çözmüş olsaydı sorunlar olmazdı. Bu gayba imandır. En önemli ilkedir.

İnsanlık tarihi boyunca dünyamız ağır krizler yaşadı.

İnsanlıktoplayıcılık dönemi”nde yaşarken kriz oldu. Herkes aç kaldı. Ama mü’minler “avcılığı” buldular ve çok daha başarılı bir hayat başladı. Sonra yine kriz geldi. Yine mü’minler gayba inandılar, yeni çözümleri denediler ve “çobanlığı” buldular. İnsanlık bu sayede çok daha büyük refaha erişti.

İnsanlık bir müddet sonra yine krize girdi. Mü’minler bu sefer de başkalarının yapmadıklarını yaptılar ve “tarım dönemi”ne geçtiler. İnsanlığın saadet daha çok arttı.

Dünyamız yine krize girdi. Bu sefer mü’minler “mübadele”yi denediler, başardılar ve refah yine arttı. Tekrar krize girdiler. Bu sefer “ticaret”i denediler, yine refah arttı. Sonunda “işçiliği” denediler ve refah arttı.

Görülüyor ki, insanlık tarihinde hep ağır krizler gelmiş, mü’minler o krizlere çareler ve çözümler aramışlar, gayba inanmışlar, çözümler bulmuşlar, bu sayede refaha ve saadete ermişlerdir.

İşte şimdi de bütün dünyada büyük ve ağır krizler dönemindeyiz.

Ama bu ağır krizler insanlığın ve dünyanın uyanmasına vesile oluyor.

Faizli işçilik sistemi” sebebiyle dünyamız krizdedir. Ülkemizde ve bütün dünyada faiz, enflasyon, işsizlik, açlık, borçlanma, yolsuzluk, rüşvet, isyan, işkence, terör kol geziyor... Dünyamız yavaş yavaş bu sorunlara alternatif çözüm olarak “faizsiz ortaklık sistemi”ne doğru yöneliyor…

Çözüm olarak yine mü’minlerin yani Millî Görüşçü Adil Düzencilerin Allah’a inanarak her birinin ayrı ayrı “faizsiz mal mübadelesi ilkesi”ne dayalı ekonomiyi ayrı ayrı uygulamaya başlaması gerekir. Mü’minlerin bu başarıları gösterdikten sonra birleşmeleri gerekir.

İnsanlık ve bütün dünya için artık “para”ya değil de “Allah’a inanma” zamanı gelmiştir. Artık kımıldamaya başlasınlar, uyansınlar ve harekete geçsinler...

Mala-Mal Mübadelesi” demek, “para” denen puttan kurtulma demektir. Hele herkes kendi hayatında bunu uygulamaya bir başlasın; gerisi kendiliğinden gelecektir…

İnsanlık uyanacaktır; insanlık uyanıyor… Dünya uyanacaktır; dünya uyanıyor…

 

 

***

 

 

 

 

DÜNYADA DEĞİŞEN DENGELER VE TÜRKİYE

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

15.12.2004

-Türkiye’nin dış politikası yeni dengeler üzerinde oturmalıdır.

Dünyada yeni denge AB ile ABD arasında oluşmaktadır.

Yeni denge Çin ile Hindistan ve diğer Asya ülkeleri arasında oluşmaktadır.

Dünyada yeni denge İslâm âlemi ile Hıristiyan dünyası üzerinde oluşmaktadır.

Türkiye oluşmakta olan bu yeni dengeleri çok iyi bir şekilde takip edip değerlendirecek ve özellikle Avrupa ile Amerika arasında “taraf” olmadan ziyade “tarafsız” kalacaktır. Geleceğin müstakbel süper güçleri Çin ve Hindistan ile de dost olacaktır. Bu dostlukları oluşturmak, geliştirmek ve pekiştirmek için Orta Asya ülkeleri ve İslâm ülkeleri nezdindeki kredisini ve itibarını değerlendirecektir.

*

-Türkiye bu dengeleri oluşturmazsa, parçalanır.

Türkiye’nin parçalanması planları yeni değildir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden beri bu planlar yapılmaktadır. Bu sebeple Türkiye’yi parçalama planlarının kimi 100 (yüz), kimi 1000 (bin) seneliktir. En son plan 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde gerçekleştirilen I. Yahudi Kongresi’nde hazırlandı.

İki Dünya Savaşı bunun için çıkarıldı... Osmanlı İmparatorluğu bunun için yıkıldı... Türkiye’de ateist devlet bunun için kuruldu... Son olarak önce Afganistan’a, sonra Irak’a bunun için saldırıldı…

Şimdi de İran ve Suriye’ye bunun için saldırılacaktır…

Asıl ve nihai hedef ise Türkiye’dir…

Dünya coğrafyasındaki müstesna stratejik yerimiz bizi ya güçlü kılar, ya da yok eder.

Bu topraklarda, bu ülkede, bu coğrafyada yaşayanların yurdu zayıfların yurdu olamaz.

Anadolu ve Türkiye’de yaşıyorsanız; ya güçlü olmak veya yok olmak durumundasınız.

*

-Ortadoğu yani BOP dayatmasını Rusya, Çin, İran, Arap ülkeleri ve Hindistan görmektedirler.

ABD’nin, daha doğrusu ABD’yi de yöneten Yahudi güdümündeki sömürü sermayesinin BOP/ Büyük Ortadoğu Projesi’nden maksadı dünyayı Türkiye’yi yıkmaya ikna etmektir.

ABD bütün dünyaya “Ya Türkiye’yi parçalarız; ya da Ortadoğu belası gelir!...” diyor.

Türkiye bu durumda ne yapmalıdır?

Türkiye iyi bir strateji ile Ortadoğu’da tarafsız olmalıdır.

TürkiyeOrtadoğu Birliği”ni tarafsızlık ilkesi etrafında gerçekleştirmelidir.

*

-Fransa ve Almanya ABD den çekindikleri için ses çıkar(a)mıyorlar.

Perde arkasında hep Türkiye pazarlığı vardır; Türkiye’yi bölüşme pazarlığı vardır...

Türkiye o kadar güçlüdür ki, tüm dünya süper güçleri birleşse ve ülkemize saldırsa, Türk ordusu onların tümünü yener. Bunun dört sebebi vardır:

1) Çünkü bir yerde çok fazla asker yığamazsınız. Onun için Türk ordusu kendine denk ordu ile savaşma durumunda olacaktır. Türk ordusu dünyadaki kendine denk her orduyu yener.

2) Savunma saldırıdan daha kolaydır. Dolayısıyla denk kuvvetlerde savunan galip gelir. Türk ordusu savunma ordusu olarak organize olmuştur. Dünyada savunmadaki Türk ordusunu yenecek güç yoktur.

3) Türkler vatanları için savaşacaklar, onlar zorla savaştırılacaklar. Türkiye’ye karşı bir savaş başlasa, düşman askerlerinin çoğu yanımıza geçip bizimle birlikte onlara karşı savaşırlar.

4) Türkler çekilip İstanbul’u birilerine bıraksa, onların kendi aralarında anlaşmazlık çıkar. İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi bize karşı gevşerler. Bu da yenilmelerine sebep olur.

Devletimizi yıkabilirler, ama istiklâlimizi elimizden alamazlar.

Türkler “Ya istiklâl, ya ölüm!” dediler mi, dünyada onlara karşı durabilecek bir güç yoktur.

*

-Rusya Avrasya’yı organize ediyor. Çin, Hindistan ve İran yanlarında görünüyor.

Türkiye dünyadaki bütün gelişmeler karşısında tarafsız olacak, her iki taraf ile müzakere ve diyalog hâlinde olacaktır. Türkiye on sene sonra ne tarafa ağırlık vereceğine veya ne tarafa gideceğine karar verecektir.

Şimdilik siyasetimiz böyle olmalıdır.

*

-Dünya büyük krizlerin ve çatışmaların arefesinde bulunuyor.

Faizli sistem” emeği sermayeye sömürtme sistemidir. Ancak 500 yıldır dünyayı sömürme vesilesi olan “faizli işçilik sistemi” çöküş merhalesine geçmiştir. Bundan dolayı dünyamız büyük krizlere gebedir.

Faiz enflasyonu… Enflasyon işsizliği… İşsizlik açlığı… Açlık borçlanmayı… Borçlanma yolsuzluğu… Yolsuzluk rüşveti… Rüşvet isyanı… İsyan işkenceyi… İşkence terörü getiriyor…

Bütün bu sorunlar dünyamızı büyük krizlere doğru sürüklüyor…

“Faizsiz kredileşme sistemi”ni kurmadıkça bunları önlememiz mümkün değildir.

“Faizsiz ortaklık sistemi” insanlığın ve dünyamızın kurtuluş reçetesi olacaktır.

 

 

***

 

 

 

 

 

Türkiye’nin AB Macerası (I)

Türkiye’nin AB üyeliği hakkında

Avrupa’daki Hıristiyanlar ne diyor?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

17-18.12.2004

“Dünya Nasıl Uyanır?” başlıklı 14 Aralık günü yazdığım yazıda, bütün dünyayı ve Türkiye’yi kemirmekte olan on sosyal hastalığı ismen saymış ve şöyle demiştim: “‘Faizci işçilik sistemi’ sebebiyle dünyamız krizdedir. Ülkemizde ve bütün dünyada faiz, enflasyon, işsizlik, açlık, borçlanma, yolsuzluk, rüşvet, isyan, işkence, terör kol geziyor...

Ülkemiz ve dünya bir taraftan ‘sosyal kriz’, hattâ ‘sosyal tufan’ boyutunda bu sorunlarla boğuşurken, diğer taraftan AB ve ABD olanca güçleriyle Türkiye’yi kıstırmaya, ikili kıskaç altına almaya ve uyguladıkları baskı politikalarıyla her dediklerini yaptırmaya çalışıyorlar. AKP iktidarının cehalet ve acziyeti sebebiyle maalesef başarılı da oluyorlar.

Bir taraftan AB ile görüşmeler 17 Aralık tarihine kilitlenmişken, tam da bu günlerde ABD güdümündeki IMF ile üç yıllık yeni bir anlaşma imzalanıyor!.. Batı dünyası medeniyeti ile birlikte çöküş merhalesine geçmiş olarak batarken, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de peşlerinde sürüklüyor!..

“Dünya Nasıl Uyanır?” başlıklı yazım gazetemizde yayımlandığı gün (14.12.2004), Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, Hollandalı parlamenter Camiel Eurlings’in kaleme aldığı ‘Türkiye Raporu’nu ve buna bağlı tavsiye kararını görüşürken, bir gün öncesinde AB Dönem Başkanı Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende Birliğin motor gücü Almanya Başbakanı Gerhard Shröder ile Berlin’de bir araya gelerek ‘Türkiye kararı’nı ele aldılar. Bu görüşmeden şu görüş ve mesaj çıktı: Türkiye ile hedefi ‘tam üyelik’ olan, ‘ucu açık’(!) müzakerelerin 2005’in ikinci yarısında başlatılması’(!) mesajı çıkmış oldu!..

Aynı gün Brüksel’de AB Genel İşler Konseyi toplantısına katılan Fransa Dışişleri Bakanı Michel Barnier, Türkiye’den, ‘geçmişte yaşanan Ermeni trajedisini tanımasını isteyeceklerini’ söyledi!..

Bu arada Rum yönetimi rahat durur mu? Rum yönetimi lideri Tasos Papadopulos da aynı gün yaptığı açıklamada ‘17 Aralık’ın, Türkiye’nin AB perspektifinin başlangıcı olacağını ve süreç içerisinde kontrol altında tutulacak Ankara’nın Kıbrıs sorununu her zaman önünde bulacağını’ söyledi!..

Bu gelişmelere kısaca değindikten sonra, asıl anlatmak istediğim meselelere geçmek istiyorum:

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası konusunda “Avrupalı Hıristiyanlar” ve “Türkiyeli Atatürkçüler” ne düşünüyor ve ne diyorlar?..

***

AP (Avrupa Parlamentosu) Hıristiyan Demokrat Grubu Başkanı Hans-Gert Poettering, 14 Aralık günü Zaman gazetesinde yayımlanan (tam üyelik değil de) “Niçin imtiyazlı ortaklık?” başlıklı makalesinde, Avrupalı Hıristiyanların Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili görüşlerini özetlemiş. Ben de kısaca bu görüşlerin özetini sunup kısa değerlendirmelerimi yapmış olacağım. Yazıdaki vurgular bana aittir. (RNE)

“Bugüne kadar çok az mesele hem Avrupa çapında hem de ulusal düzeyde Türkiye’nin AB üyeliği kadar yoğun ve hararetli bir şekilde tartışıldı. Avrupa’yı kendi kimliği ve birlik içi tartışmalarla yüzleştiren bu durum, AB’nin bunu göğüslemeye ne kadar hazır olduğu; ayrıca Türkiye’nin de üyeliğe hazır olup olmadığıyla ilişkili…”

Avrupa Parlamentosu’ndaki gruplar içinde Türkiye’nin üyeliği konusunda değişik görüşler mevcut. AP, 17 Aralık öncesi ve sonrasında bu konudaki duruşunu yoğun şekilde tartıştı, bundan sonra da tartışmaya devam edecektir...

Türkiye’nin üyeliği kendisi için olduğu kadar AB için de çok büyük bir meydan okumadır...

Benim ilgilendiğim asıl nokta, üyeliğin AB’ye ve içindeki uyum üzerine muhtemel etkisi. Eğer Türkiye, AB’ye 2015’te katılırsa o tarihte Almanya ile aynı nüfus büyüklüğüne sahip olacak. 2025’te ise Türkiye AB’deki en büyük ülke olacak… Türkiye’nin katılımı sonucu sınırlarının genişlemesiyle birlikte AB, artık bölgesel aktör konumundan potansiyel küresel aktörlüğe doğru adım atmak zorunda kalacak. Irak krizi süresince Avrupa’nın gösterdiği tutarsız duruş göz önüne alındığında, AB’nin böylesi bir küresel sorumluluğu üstlenebilmesi için hâlâ çok uzun zamana ihtiyaç olduğu görülüyor. Böylesine iddialı projeleri hayata geçirmeden önce AB’nin dış politika mekanizmalarının yeni anayasa çatısı altında önceden test edilip onaylanması gerekmektedir. AB, şu an mevcut genişlemeyi hayata geçirmeli ve henüz onaylanmayan yeni anayasanın işlerliğini test etmelidir…”

AP Hıristiyan Demokrat Grubu Başkanı’nın da açıkça itiraf ettiği üzere, Avrupalılar aslında Türkiye’nin büyüklüğünden ve gelişmesinden korkuyorlar. Çünkü onlar da çok iyi biliyorlar ki; Avrupa çökerken, Türkiye “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracak potansiyeli bünyesinde barındırıyor. Ayrıca, AB’nin henüz tam olarak anlaşılır ve uygulanabilir bir anayasası bile yok!..

“Yukarıda saydığım sebeplerden ötürü inanıyorum ki AB ve Türkiye olabildiğince yakın çalışabilecekleri; ama karar almada özerk kalacakları bir imtiyazlı ortaklık geliştirirlerse çok daha verimli ve memnuniyet verici bir ilişkiye sahip olurlar. AB ve Atlantik İttifakı (NATO) için önemli bir ortak olan Türkiye, kuvvetli bir bölgesel güçtür… Diğer taraftan da AB, Türkiye gibi büyük bir bölgesel gücün talep ve meydan okumalarıyla karşı karşıya kaldığında hareket kapasitesinde, bu güçle uyum ve birlikteliğinde bir kısım gevşemeler yaşayacaktır ve bunları kendi yapısı içerisinde çözümlemesi mümkün olmasa da güçlü bir ortak olarak Türkiye ile beraber çözebilecektir.

Büyüklüğü, jeostratejik konumu, tarihî kökleri ve Avrupa ailesine katılmayı istemesiyle Türkiye, birliğin en önemli ortaklarından ve komşularından biri olacaktır. Karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde her iki ortak da kendi içlerindeki karmaşık siyasi durumu hesaba katarak ilişkilerini daha da yoğunlaştırmalıdır. Eğer Avrupa Konseyi 17 Aralık’ta oybirliği ile müzakereleri başlatma kararı almalı ise benim görüşüme göre bu müzakereler “imtiyazlı ortaklık” gibi muhtemel alternatifleri de göz ardı etmemelidir. Eğer yıllar sürecek müzakereler yerine, daha makul bir zamanda böyle bir ortaklık hayata geçirilebilirse bu her iki taraf için oldukça ilginç olacaktır. Ancak Türkiye de kendi üyeliğinden sonra şimdikinden çok farklı olabilecek bir AB’ye girmeyi isteyip istemediğini iyi düşünmelidir.”

Avrupa’daki, Avrupa Parlamentosu’ndaki AP Hıristiyan Demokrat Grubu Başkanı Hans-Gert Poettering, dolayısıyla Avrupa’daki Hıristiyanlar Türkiye’nin AB üyeliği hakkında böyle düşünüyor.

 

 

***

 

 

 

 

Türkiye’nin AB Macerası (II)

Türkiye’nin AB üyeliği hakkında

Türkiye’deki Atatürkçüler ne diyor?

Dünkü yazımda, AP (Avrupa Parlamentosu) Hıristiyan Demokrat Grubu Başkanı Hans-Gert Poettering, 14 Aralık günü Zaman gazetesinde yayımlanan (“tam üyelik” değil de) “Niçin imtiyazlı ortaklık?” başlıklı makalesinde, Avrupalı Hıristiyanların Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili görüşlerini özetlemiş, ayrıca çok kısa değerlendirmeler yapmıştım. Aynı gün, aynı gazetenin aynı sayfasında, ülkemizin meşhur Atatürkçülerinden Prof. Dr. Toktamış Ateş’in “Atatürkçülük ve Avrupa Birliği” makalesi yayımlandı.

Bugün de Toktamış Hoca’nın şahsında ‘Atatürkçülerin Avrupa Birliği ile ilgili görüşleri’ni ele alıp değerlendirmelerimizi yapmış olalım. Bu yazımı okuyacak olan her okuyucunun, -ama özellikle de Atatürkçülerin,- yazımı okumaya başlamadan öce Mustafa Kemal’in hepimizin ezberinde olan ve “Ey Türk Gençliği!” diye başlayan hitabesini hatırlamalarında yarar vardır. Zira Türkiye AKP yönetiminde AB macerasını yaşarken, ülkemiz adeta bu hitabede özetlenip ifade edilen durumları yaşıyor.

Atatürkçülük ve Avrupa Birliği

Atatürkçülük, ya da bir başka anlayış çerçevesinde, Kemalizm; ülkemizde çok farklı biçimlerde anlaşılan, değerlendirilen ve yorumlanan bir düşüncedir. Hatta bazen Atatürkçülük hakkındaki yorumlar, birbiriyle çelişmekte ve çok farklı noktalara çekilmektedir. M. Kemal “akılcı” bir devlet adamıydı...

Gerçekten yukarıda da vurguladığım gibi M. Kemal değişen dünya koşulları karşısında farklı tutumlar sergilemiş ve farklı şeyler dile getirmiş bir siyasetçi olarak günümüz Türkiyesi’nin siyasal yelpazesindeki herkes tarafından dipnot olarak alınabilmektedir. Örneğin, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında bir camide hutbede söyledikleri bir İslâm şeriatçısı için dipnot olabilirken, 1923-29 arasındaki liberal M.Kemal, günümüzün liberallerine dipnot olabilmektedir. 1929 sonrasında da devletçi bir M. Kemal ile karşı karşıyayız.

Fakat tüm bu farklı tutum ve söylemlerinin ardında M. Kemal’in ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin değişmeyen üç temel ilkesi vardır. Bunlardan biri, “halk egemenliği” biri, “çağdaşlık” ve nihayet biri de “lâiklik”tir. Bu üç ilke, bütün ayrıntıların üzerinde hem Atatürkçülüğün temel ilkelerini betimler, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin değişmez ilkeleri olarak karşımıza çıkar.

***

Çağdaşlık dediğimiz zaman, kastedilen şey Atatürk’ün deyimiyle, “muasır medeniyet” yani çağdaş uygarlıktır. Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde bu kavram yüzlerce defa geçer. Zaten hiç kuşku duymadan, Atatürk’ün temel hedefinin çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak olduğunu söyleyebiliriz.

Ve bence çağdaşlık denildiği zaman anlaşılması gereken şey, “Batıcılık” yani o zamanki deyimle, “Garpçılık”tır. M. Kemal’in hedefi ve Türk ulusuna hedef olarak koyduğu şey, Batı uygarlığına ya da çağdaş Batı uygarlığına ulaşmak idi. Ve buradan “Batı” denildiği zaman anlaşılması gereken şey, “Avrupa”dır. Çağdaş uygarlık düzeyi, çağdaş Avrupa düzeyi olarak okunmalı ve değerlendirilmelidir.

Türkiye’de kimi kalemler, Atatürk’ün hedefinin Avrupa değil, uygarlık ya da Atatürk’ün deyimiyle, “muasır medeniyet” olduğunu yazmaktadırlar. Hiç kuşkusuz Atatürk’ün hedefi muasır medeniyetti. Fakat bu muasır medeniyet, Avrupa medeniyetinden başka bir şey değildi(!)…”

İşte tam bu noktada Toktamış Hoca iki büyük yanılgı içindedir. Çünkü Mustafa Kemal, -T. Ateş’in de ifade ettiği üzere,- hiçbir zaman “Avrupa medeniyeti” veya “Batı medeniyeti” kavramlarını kullanmamış, sadece “muasır medeniyet” kavramını kullanmıştır. Bunu kullanırken de, bizim kanaatimize göre, bu kelimeden her ne anlaşılıyorsa sadece onu kastetmiştir. Ayrıca ve çok önemli bir nokta olarak da “muasır medeniyetin seviyesine çıkmak veya onun peşinde gitmek”ten değil; “muasır medeniyetin fevkine (üstüne) çıkmayı” Türk milletine hedef olarak göstermiştir.

***

“Atatürk’ün dış politikadaki kararlarının somut bir biçimde ortaya çıktığı ilk süreç, Lozan Barış Konferansı’dır. Bu konferans sırasında sahnenin önünde görülen isim, hiç kuşkusuz İsmet Paşa’dır. Ancak İsmet Paşa’yı en ufak ayrıntısına kadar yönlendiren, sırasında özendiren, sırasında frenleyen isim M. Kemal olmuştur. Lozan’da kapitülasyonlar konusunda ve Osmanlı borçlarının paritesi konusunda asla ödün vermeyen ve “Ülkemizin ekonomik esaretine rıza gösteremeyiz.” diyen İsmet Paşa, Lozan görüşmelerini yarıda bırakarak, Türkiye’ye dönerken hiç kuşkusuz M. Kemal’in kesin direktifleri doğrultusunda hareket ediyordu…

***

“Bu anlattıklarımdan Lozan’ı bir başarısızlık gibi değerlendirdiğim zannedilmesin. Bence Lozan, çok büyük bir başarıdır ve I. Dünya Savaşı’na son veren çok sayıdaki anlaşmalar arasında günümüzde de geçerli olan ve saptadığı sınırların yürürlükte olduğu tek anlaşmadır. Tüm bunların sebepleri, Lozan’ın “haklı” ve “akılcı” bir anlaşma olmasıdır. Türkiye o dönemin koşulları altında alabileceği her şeyi almış ve vermek zorunda olduğu şeyleri de (maalesef) vermiştir. Fakat Lozan günümüze kadar yaşamıştır ve yaşayacaktır. M. Kemal’in yaşadığı dönemde uyguladığı dış politikaya ve uluslararası ilişkilerdeki ekonomik politikalara baktığımız zaman, “Atatürk bugün yaşasaydı Avrupa Birliği’ne girmek isterdi” düşüncesinin ağır bastığını görürüz. Ancak bu konuda olumlu ya da olumsuz bir görüşü kesin olarak dile getirmek elbette mümkün değildir.

Atatürk’ün uluslararası ilişkileri yoğunlaştırma konusundaki çabaları, Balkan Paktı gibi Sadabat Paktı gibi örgütlenme çabalarında açık bir biçimde görüleceği gibi kısa bir süre önce en kanlı biçimde savaştığı İngiltere ve Yunanistan’a dost elini uzatabilmesi, Atatürk’ün bu konudaki tutum ve beklentilerini net bir biçimde gösterir. Gerek Yunanistan başbakanı Venizelos’la gerekse İngiliz kralı ile yapılan yüz yüze görüşmelerle Türkiye Avrupa’nın bir parçası olma özelliğini ön plana çıkarmıştır. Aynı şekilde İngiltere ve Fransa ile 1939’da imzalanacak olan ‘Askeri İttifak Anlaşması’nın temelleri Atatürk’ün yaşadığı dönemde atılmıştır.

***

“Günümüz Türkiyesi’nin AB karşısındaki durumu bence haksız ve hatta insafsız bir durumdur. AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye karşı uyguladıkları çifte standartlar, insanı isyan ettirmektedir. Eğer Soğuk Savaş sona ermeseydi ve Sovyetler Birliği saldırgan tavrını sürdürseydi, bugün Türkiye hiç kuşku yok ki, Avrupa Birliği’nin bir üyesiydi. Zaten Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan “Ortak Pazar”a yapılan üyelik başvurusu neredeyse hiç tartışmaya yol açmadan ve hatta memnuniyetle kabul edilmişti. Fakat daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu AET adını alacak olan bu topluluk, siyasal bir nitelik kazanıp, “Avrupa Birliği” biçimine bürününce, Türkiye açıkça dışlandı ve dışlanıyor. Eğer Atatürk yaşasaydı bu durumda ne yapardı? Biraz yukarıda da benzer bir biçimde değindiğimiz üzere, bunun olumlu ya da olumsuz yanıtını hiç kimse veremez. Fakat Atatürk’ün ve o ocaktan yetişen devlet adamlarının bu türden itilip kakılmalara rıza göstereceklerini bekleyemeyiz. Belki de “Atatürk yaşasaydı AB üyesi ülkeler böyle bir tavır içine giremezlerdi” gibisinden hoşumuza gidebilecek analizler yapabiliriz. Ancak bu türden analizlerin de bir kıymet-i harbiyesinin olmayacağı açıktır.

1964 Kıbrıs bunalımında ABD başkanı Johnson’un İsmet Paşa’ya yazdığı ünlü “mektup” sonrasında İsmet Paşa’nın verdiği onurlu yanıtın hiçbir sonucu olmamıştı. İş söze gelince “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu yeni dünyada yerini bulur” demek güzeldir. Ancak bunu söyleyen İsmet Paşa kısa bir süre sonra başbakanlıktan düşürülmüştü. Zaten eğer “düşürülmese ne olurdu?” sorusunu sorduğumuz zaman, buna verecek bir yanıt da yoktur.

Bugün Türkiye Lozan’da kesinlikle reddettiği kapitülasyonları 1947 sonrasında başlayan bir süreç içerisinde maalesef yaşama geçirmiştir. Ekonomik bağımsızlığımız kalmadığı gibi, kültürel kimliğimizden de hızla uzaklaşmaktayız. “Atatürk yaşamış olsaydı ne olurdu?” sorusunu yanıtlamak mümkün değildir. Ancak öyle sanıyorum ki, “çöküş” böylesine hızlı olmazdı. Atatürk değişen koşullarda farklı tutumlar sergileyen bir liderdi. Ve günümüz koşullarına da hiç kuşkusuz bir biçimde ayak uyduracaktı. Fakat bunun sınırlarını belirleyebilmemiz mümkün değildir.

Bence Atatürk, Avrupa Birliği’nin üyesi olmak için çok uğraşırdı. Ancak ne egemenlik hakkını devretmeye sıcak bakardı, ne de böylesine itilip kakılmaya rıza gösterirdi. Bunun dışında bir şey söylemek sadece spekülasyon olur.”

Yerimizin darlığı sebebiyle, Prof. Dr. Toktamış Ateş’in yazısında vurgular yapmak dışında, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda bir Atatürkçü’nün görüşlerini aynen aktarmaya çalıştım.

Bize göre kimi isabetli görüşler yanında, bazen aynı paragraftaki çelişkiler ise Atatürkçülerin zamanla Mustafa Kemal’i yani Kemalizm’i doğru anlamaktan ne kadar uzaklaştığını veya yanlış değerlendirdiğini apaçık ortaya koyuyor. Yine de tutarlı ve doğru görüşlerinin fazlalığı, yanlışlarından fazladır ve ülkemizi uçurumların kenarında gezdirmekte olan AKP yöneticilerinin fersah fersah uzağındadır. Şimdilik buna da şükrediyor, herkesi aklıselime ve sağduyulu davranmaya dâvet ediyoruz.

Allah ülkemizi ve milletimizi akılsız yöneticilerin şerrinden korusun ve yardımcımız olsun!

 

Not: Allah’tan Ali Bulaç kardeşimize acil şifalar niyaz ediyorum.

 

 

***

 

 

 

 

PUTİN’İN TÜRKİYE ZİYARETİ (I)

TÜRKLERİN VE RUSLARIN MUKADDERATI

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

08.12.2004

Rusya Devlet Başkanı Putin nihayet Türkiye’ye geldi, ziyaretini yaptı ve gitti…

“Knyaz” denilen Rus derebeylikleri dönemlerinden beri, Rusya’dan Türkiye’ye ilk kez bu seviyede resmi bir ziyaret gerçekleştirilmiş oluyor. Putin yönetimindeki Rusya açısından Türkiye artık ayrı bir önem taşıyor. Bir tarafta Avrupa Birliği süreci, diğer tarafta Rusya açısından iyice agresifleşen ABD’nin tek kutuplu politikaları… Bu arada Rusya’nın tarihteki dostlukları yanında, günümüzde de İran, Hindistan ve Çin ile giderek geliştirdiği yakınlık…

Bütün bunlarla birlikte dünyadaki diğer gelişmeler de nazarı itibara alındığında, Türkiye-Rusya ilişkileri ve çok yönlü işbirliği kaçınılmaz hâle geliyor.

“Millî Görüş Adil Düzen Çalışanları”nın her konuda net, açık ve belirli görüşleri olmalıdır. “Millî Mutabakat” içinde iktidar olduklarında yürütecekleri siyaset içinde herhangi bir tereddütleri olmamalıdır...

Meselede ülkemiz ve dış politika açısından derinleşmeye başladığımızda görüyoruz ki, AKP iktidarı her konuda olduğu gibi dış politikada da yanlış siyaset gütmektedir... Ama çok kötü de olsa bir siyaseti olduğu için, AB’ye girmeyi hedeflediği için, kendine göre siyasette ilerlemekte; ancak bu arada maalesef Türkiye’yi de kendisiyle birlikte uçurumların kenarında gezdirmektedir!..

Hedefini belirlememiş bir iktidar sadece bocalar; ancak kendisi bocalamakla kalmaz, ayrıca yönettiği veya yönettiğini zannettiği ülkeyi de bocalatır ve çok tehlikeli mecralarda gezdirir.

İşte günümüz Türkiye’si özellikle dış politikada AKP iktidarının beceriksizlikleri ve diğer ettikleri sebebiyle tam da böyle kötü ve tehlikeli bir durumdadır.

***

Putin’in Türkiye ziyareti değerlendirmelerine başlamadan önce, kısaca insanlık tarihini hatırladıktan sonra, meseleyi Türkler ve Slavlar yani Ruslar merhalesine getirelim.

Nuh Tufanı sonrasında Nuh Peygamber’in (aleyhisselâm) üç oğlu dünyayı paylaştılar. Yafes doğuya gitti... Ham batıya gitti... Sam ise yerinde kaldı... Dünyadaki üç dil grubu böyle doğdu…

Doğuya gidenler Çinlileri, batıya gidenler Latinleri, yerinde kalanlar da Samileri oluşturdular...

Çinlilerden kuzeye gidenler Moğolları, Latinlerden kuzeye gidenle Cermenleri, Samilerden güneye giden Afrikalıları oluşturdular…

Kuzeyde, doğuda bulunan Moğollar ile batıda olan Cermenler Ural dağlarının iki yakasında birleşerek karıştılar ve İskitleri oluşturdular. İskitler daha sonra yine Cermenlerle birleştiler ve Slavları oluşturdular; o tarihlerde doğuda Moğollarla birleştiler ve Türkleri oluşturdular. Slavlar ve Türkler Moğol-Cermen melezidirler. Bundan dolayı birçok örf ve âdetleri ile devlet yönetim şekilleri hep birbirine benzer.

Buraya kadar olan insanlık tarihi hep Milattan Önce (MÖ) cereyan etmiştir.

Buradaki en önemli husus, Türkler ve Slavlar tarihleri boyunca hep iç içe ve komşu olarak yaşamışlardır. Yönetim şekli olarak “yerinden yönetim sistemi”ni uyguladıkları için zaman zaman Slavlar, zaman zaman da Türkler hâkim olmuş, ama genel yapıda değişme olmamıştır.

***

Milattan Sonra (MS) 1000 yıllarında TürklerMüslüman” oldular. O tarihlerde CermenlerKatolik” oldular. Slavlar da Türklere karşı kendilerini korumak için “Ortodoks” oldular.

Böylece bu iki ırk arasındaki karışma, kaynaşma ve evlilikler din ayrılığı sebebiyle durdu. Doğu Avrupa ve Orta Asya’da halklar ikiye ayrıldı. Kimi Müslüman olup Türklerle bir oldu, evlenmeler devam etti. Kimi de Ortodoks oldu ve sadece kendi aralarında evlenmeler devam etti.

Türk imparatorlukları ve Rus çarlıkları lâik anlayış içinde oldukları için Müslümanlar ve Hıristiyanlar 1000 yıl birlikte yaşadılar. Savaşlar halk arasında değil, devletler arasında oluyordu. Galip devlet sadece yönetiyor, halkın sosyal yapısını bozmuyordu. Halkın sosyal yapısını dinler oluşturuyordu.

1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Siyonistlerin yaptıkları “I. Yahudi Kongresi”nde şu karar alındı:

Avusturya İmparatorluğu yıkılacak ve millî devletler oluşturulacak…

Rus Çarlığı yıkılacak ve sosyalist devletler kurulacak…

Osmanlı İmparatorluğu yıkılacak, Türkiye’de ateist millî devlet oluşturulacak...

1997’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıkılacak, yerine Pontus ve Bizans imparatorlukları ihya edilecek, Büyük İsrail Devleti Anadolu’nun doğu ve batısına hâkim olacaktır…

Sovyetler din düşmanlığı yapmış, ırkçılıkları kışkırtmış, Rusçuluğu desteklemiş, bu arada diğer ırkları parçalamak istemiştir…

Son Sovyet lideri Gorbaçov sömürü sermayesinin talimatları dışında sosyalizmi bağımsız olarak geliştirmek istemiş, bundan dolayı alaşağı edilmiş ve Sovyetler de dağıtılmıştır...

Onun yerine geçen Yeltsin yönetimde yalpalamalar yaşatmış, büyük bocalamalardan sonra başkanlıktan çekilmiş, onun yerine Putin devlet başkanlığına getirilmiştir…

 

 

***

 

 

 

 

PUTİN’İN TÜRKİYE ZİYARETİ (II)

TÜRKLER VE RUSLAR İÇİN ÇİZİLEN YOL HARİTASI

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

10.12.2004

Rusya Devlet Başkanı Putin nihayet Türkiye’ye gelebildi, ziyaretini yaptı ve gitti…

Putin de Gorbaçov gibi Batı dünyasından bağımsız bir politika gütmektedir. Şimdilik Putin’in Rusya içindeki durumu iyidir. En büyük sorunu Müslümanlarla olan gerginliğidir.

Siyonizm dünyaya hâkim olmak için devletler içinde isyancı gruplar beslemektedir. İngiltere’de İrlandalılar, Fransa ve İspanya’da Basklılar, Amerika’da Zenciler, Türkiye’de Kürtler, Rusya’da Çeçenler, Türkistan’da ve Hindistan’da Müslümanlar hep silahlı direnişçiler olarak ayakta tutulmakta ve desteklenmektedir... Bu ülkelerde iktidarda olanlara da zulümler yaptırılmakta, savaşlar devam ettirilmekte, barışın sağlanması engellenmekte, böylece çatışmalar bitmemecesine sürdürülmektedir…

Gorbaçov bu oyunu anlamış ve Afganistan’dan çekilerek Müslümanlarla barışmak istemiştir...

Putin de İslam Konferansı’na başvurarak katılmak istemiş ve şimdilik kısmen girmiştir...

Yani; Rusya’nın yetiştirdiği bu iki büyük devlet adamı Müslüman halklarla Hıristiyan halklar arasında çatışma istememekte, Türkiye’ye karşı da yakınlık siyasetini gütmektedirler.

Türkiye’yi Avrupa Birliği içinde güçlendirmektedirler.

Boğazları eline geçiremeyeceğini anlayan Ruslar, Boğazların Türkiye’de kalmasını istemektedirler.

İstiklâl Savaşı yıllarında da Ruslar ülkemize saldırmakta olan Batı ülkelerine karşı işte bu genel siyasetleri sebebiyle bizi desteklediler... Nitekim Türkiye Cumhuriyeti kuruluş merhalesinde ilk dış anlaşmasını o günkü Moskova yönetimi ile yapmıştır.

***

Gelecek dünya gerçeği şudur:

Dünya iki kutba ayrılacak; doğuda Hint ve Çin uygarlığı, batıda da Hıristiyan ve İslâm uygarlığı olacaktır. Bu kader -dünkü yazımda da kısaca özetlediğim üzere- Milattan Önce (MÖ) 2000’li yıllarda çizilmiştir. Hazreti İbrahim’in üçüncü hanımından olan oğulları ve erkek torunları doğuya gitmiş ve doğunun mistik uygarlığını oluşturmuşlar; diğer iki oğlu (Hazreti İsmail ve Hazreti İshak) batıda kalmış ve onlar da pozitif uygarlığı oluşturmuşlardır...

Dünya nüfusunun yarısı doğudadır ve süratle gelişmektedir.

Japonlar 20. yüzyılın başında Batı Uygarlığı seviyesinde idiler.

Kore ve Malezya gibi ülkeler 20. yüzyılın ikinci yarısında Batı seviyesine ulaştılar.

Çin ise şimdi yani günümüzde süratle çok yönlü gelişmekte, ayrıca demokratikleşmektedir.

***

“Türkler” ve “Slavlar” için iki yol haritası çizilmiştir:

1) Türkler ve Slavlar ya birbirleriyle kavga edecekler, tarihte olduğu gibi savaşacaklar, böylece Doğu ve Batı medeniyetleri içinde eriyip gidecekler; 1000 sene sonra Türkler ve Slavlar yerine Avrupalı, Hintli, Çini halklar hâline gelecekler; Avrupa’da bulunan bugünkü Bulgarlar ve Macarlar gibi olacaklar… Bu durumun başka bir boyutu olarak da, insanlık önümüzdeki 1000 yılı doğu-batı savaşları ile kan ve savaş uygarlığı şeklinde tamamlayacaktır...  

2) Ya da, Türkler ve Slavlar birlik içinde merkezi bir “barış uygarlığı”nı kuracaklar; medeniyetlerin merkezi olacaklar; doğu ile batı arasında bir tür “barış bekçileri” gibi duracaklar; güçlü orduları ve uygarlıkları ile doğu-batı arasında denge kuracaklar; böylesi olumlu gelişmeler olduğu için de “III. Bin Yıl Uygarlığı” Türkler ve Slavlar sayesinde “barış uygarlığı” olacaktır…

***

Prof. Dr. Necmettin Erbakan önderliğindeki biz Millî Görüşçü Adil Düzenciler bunu istiyor, bu barış medeniyetinin gerçekleşmesi için çalışıyor ve diyoruz ki; Batı ile de iyi olalım, Doğu ile de iyi olalım; Ruslarla ve Araplarla yani Müslümanlarla ortak bir güç olarak bütün insanlığa hizmet edelim...

Türkiye, Rusya, Arabistan, İran, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri bir birlik oluştursun.

Yahudiler sadece İsrail devletine razı olsunlar ve artık emperyalizmden vazgeçsinler; biz de onların mukaddes topraklarda yaşamalarına izin verilim. Bu arada önemli bir mesele olarak Yahudi sermayesi de tekelci ve sömürücü olmadan varlığını sürdürsün. Ülkelerimiz dünya ticareti açısından “serbest bölge” olsun...

Avrupa Birliği de “III. Bin Yıl Uygarlığı”ndaki yerini belirlesin, sınırlarını da çizsin. Türkleri Avrupa Birliği’ne alacaksa; Rusları, İranlıları ve Arapları da alsın…

Böylece Avrupa Birliği; Hint Birliği’ne, Çin Birliği’ne, Güney Amerika Birliği’ne ve dünyada oluşturulması gereken diğer birliklere gidilmesine örnek kuruluş olsun. Bu da ancak “Adil Düzen” dediğimiz İslâm yani barış anayasası ile mümkündür; ve “İslâm” deyince elbette dinlerin atası olan Hazreti İbrahim aleyhisselâmdan başlayan tüm büyük dinlerin ortak anayasasından bahsediyoruz.

Sayın Putin ve ekibine, insanlık tarihinin bu seyri çerçevesinde “Türkiye’ye hoş geldiniz; güle güle gidiniz…” diyoruz.

 

 

 

***

 

 

 

 

AVRUPA BİRLİĞİ’NE “HAYIR”!

NEDEN?

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

19.12.2004

I.

Avrupa Birliği Roma imparatorluğunu yeniden ihya etmeye özenmektedir.

Roma bir Akdeniz imparatorluğu idi, şimdi Avrupa kıta imparatorluğu olmak istemektedir.

Bizim Kur’an’dan ve tarihten öğrendiğimize göre, “III. Bin Yıl Uygarlığı” yani gelecek dünyanın uygarlığı imparatorluklara değil, ulusal devletlere dayanacaktır. Devletler ve topluluklar olacaktır. Birleşmiş Milletlerin Temsilcileri bu devletlerin arasında ekonomik ve sosyal birlik sağlayacaklardır. Toplulukların askeri birlikleri olmayacak, devletlerin orduları olacaktır. Oysa Avrupa askerî birliğe doğru gitmektedir.

II.

Avrupa Birliği merkezî yönetime dayanmaktadır. Merkezde yani Brüksel’de alınan kararların taşrada da geçerli sayılması istenmektedir.

Oysa İslâm düzeninde yani gerçek demokraside merkezî kararları merkezdeki taşra temsilcileri alır ve bu kararlar sadece merkezde geçerli olur. Merkez kesinlikle taşranın iç işlerine karışamaz.

Avrupa Birliği bu merkezî yönetim anlayışı ve uygulaması ile bir yere varamaz.

Anayasaya göre sadece ortak işler ve devletlerarası ikili işler için merkez karar almalıdır. Hiçbir devletin iç işlerine asla karışılmamalıdır. Ortak ordu olmamalı, her ülkenin kendi ordusu olmalıdır.

III.

Avrupa Birliği ekseriyet sistemine dayanmaktadır. Ekseriyet sistemi bir zulümdür, çoğunluğun azınlığı ezme zulmüdür. Sonunda bir kavmin hakimiyeti ile biter.

Amerika’da öyle olmuş, sonunda İngilizlerin hakimiyeti ile bitmiş, ABD bir İngiliz devleti olmuştur. Çünkü ekseriyet ekalliyeti (çoğunluk azınlığı) yutar.

Avrupa’da da gelecekte bir dil hâkim olur, artık Avrupa Birliği, ABD birliği veya Sovyetler Birliği gibi olur, İngilizce veya Rusça hâkim dili oluşturur. O da parçalanır.

Oysa Avrupa Birliği Latince’yi ortak ilmî uluslararası dil olarak kabul etmelidir. Devletlerin kendi dillerine karışmamalıdır.

IV.

Avrupa Birliği üyelerinin ortak çıkarları üzerinde değil, üyelerinin ortak sömürüsü üzerine kurulmaktadır. Bunun en açık delili “Gümrük Birliği”dir.

Devletlerin gümrükleri kaldırması ortaklarının lehinedir. Ama başka devletlere gümrük uygulama zorunluluğu o devletlerin zararına alınmış bir uygulamadır.

Avrupa lâik değildir. Çünkü bir taraftan din düşmanlığı yapmakta, zinayı kutsileştirmekte; diğer taraftan Hıristiyanlığı da kendi birliği için temel dayanak olarak almaktadır! Oysa Avrupa yalnız Hıristiyanlığa değil, Hıristiyanlık ve İslâmlığa dayanmaktadır. Ortaçağ Avrupa’sından farkı da budur.

Yapılacak iş, gerçek lâikliği ve demokraside ekseriyeti değil istişârî sistemi getirmesi olmalıdır.

O halde biz Avrupa Birliğine karşıyız. Çünkü AB çıkmazdadır.

Başarıya ulaşması mümkün değildir.

***

PEKİ, ALTERNATİFİMİZ NEDİR?

ALTERNATİFİMİZ, TARAFSIZ OLMAKTIR.

Çünkü;

Biz İslâmiyet’i temsil ediyoruz.

Kur’an diyor ki;

“Siz hayırlı ümmetsiniz. Bütün insanlar için çıkarıldınız. Marufu (iyiliği) emreder, münkeri (kötülüğü) nehy edersiniz.” (Âli İmrân[3], 110)

1.

Bizim “Avrupa Birliği”ne girebilmemiz için tek şart vardır.

Avrupa önce gerçek Hıristiyanlığı kabul edecek. Sonra Hıristiyanlar da şeriat olarak Tevrat’ı bırakıp Kur’an’ı kabul edecekler. Bu kabul dinlerine zarar vermez. Çünkü Tevrat zaten kendi şeriatları değildir, ariyeten yani emaneten kullanmaktadırlar. İncil de Kur’an’a uyulması gerektiğini emretmektedir. Aslında Tevrat ile Kur’an arasında esasta şeriat bakımından fark yoktur, sadece Kur’an içtihat ve icma sistemini kabul etmiştir. Kur’an bu sayede her devre ve zamana uyar. Tevrat ise yalnız İsrail oğullarına o gün için şeriat idi.

2.

“Avrupa Birliği” yerine “İnsanlık Birliği” hedeflenmelidir.

Bu birliğin hedefi Amerika değil de Avrupa olmalı, yani Ortadoğu olmalıdır. Ortadoğu Avrupa Birliği içine alınmalıdır. İnsanlığa hizmet eden merkezî bir kıta olmalıdır. İnsanlığa hükmeden kıta olmamalıdır. Tek devlet çağrışımı yapan merkezî ordu olmamalıdır.

3.

“Avrupa Birliği” kıtanın sınırlarını kesin olarak belirlemelidir.

Bu sınırlar şöyle olabilir: Ural Dağları, Hazar Denizi, Belucistan, Akdeniz ve Atlas Okyanusu. AB, bu sınırlar içinde kalan devletleri de hemen hiç zaman kaybetmeden Birliğe almalıdır. Girmek istemeyen ülkeler zorlanmamalı ve dışarıda kalmalıdır.

4.

“Avrupa Birliği” üye ülkelerin iç işlerine karışmamalıdır.

Merkezî işlerde ise bunların intibaklarında bir zorluk olmayacaktır. Euro altına kote edilmelidir. Her devletin kendi parası olmalı, ancak hepsi Euro’ya kote edilmelidir. Üye ülkeler Merkez Bankalarındaki Euro miktarı ile orantılı olarak beş misli para çıkarmalıdırlar. Kurlar serbest borsada oluşmalıdır.

***

Hâsılı, Avrupa Birliği’ne girebilmemiz için; Avrupa’nın adil düzeni, şeriat düzenini, Kur’an düzenini, İslâm düzenini, Hak düzenini yani gerçek demokrasi ve lâikliği, halkın kendi kendisini yönetmesini  ve yerel yönetimleri kabul etmesi gerekir. Bu düzen aynı zamanda İncil düzenidir, Tevrat düzenidir.

Bunun dışında bugün veya yarın Avrupa Birliği’ne kesin olarak girmiş olsak bile; ülkemizde Millî Görüşe dayalı adil bir düzen iktidar olunca, Türkiye orada kalmayacak, çıkacaktır…

Şimdiden haberleri olsun.

 

 

***

 

 

 

 

AB Türkiye’yi ne alır, ne de bırakır;

SADECE ‘O-YA-LAR’!..

Neden? – (I)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

23.12.2004

Avrupa Birliği istese de Türkiye’yi birliğe alamaz, ama Türkiye’yi dışlayamaz da!..

Avrupa Birliği Türkiye’yi hem alamaz, hem dışlayamaz yani dışarıda bırakamaz!..

Peki, Avrupa Birliği bu çelişkili durumda ne yapar? Türkiye’yi sadece ‘o-ya-lar’!

Avrupa Birliği’nin ülkemize yönelik kırk yıllık biricik istikrarlı(!) politikası da zaten bu değil midir; Türkiye’yi ne almak, ne de bırakmak, sadece ve sadece “o-ya-la-mak”!..

Elbette AB’nin bu istikrarlı(!) politikasının sebepleri vardır. Kısaca açıklayalım.

Avrupa Birliği Türkiye’yi dışlayamaz, ancak dışarıda da bırakamaz?

Neden?

Türkiye, bir ‘kıta birliği’ olan Avrupa Birliği açısından bakıldığında, bu kıtanın doğuya açılan kapısı, hattâ stratejik bakımdan ele alındığında boğazıdır. AB Türkiye’yi dışlarsa veya birliğin dışında bırakırsa, bu sefer Türkiye başka bir oluşumun içinde yer alır ve Avrupa’nın boğazı sıkılmış olur.

Türkiye nereden bakılırsa bakılsın, başka bir oluşumu gerçekleştirebilecek, hattâ onun liderliğini de yapabilecek güç ve potansiyele sahiptir. Böyle bir şey gerçekleştiğinde, doğu kapısı kapanan veya boğazı sıkılan Avrupa’nın Ortadoğu ve Asya’ya geçiş yolu kapanır.

Türkiye öylesine stratejik bir konumdadır ki, çağımız küreselleşme dünyasında ‘süper güç’ konumunda olan ülke veya ülkeler mutlaka bu kritik ülkeye bir şekilde kısmen veya tamamen hâkim olmak zorundadır. Çünkü Türkiye dünyanın tam ortasında yer almakta, bu arada İstanbul da dünya başkenti gibi bir konuma sahip bulunmaktadır. Bundan dolayı Türkiye’yi elinde bulundurmak veya eline geçirmek isteyen büyük güçler vardır. SSCB’nin yıkılmasından sonra şimdilik ABD dünyanın tek süper gücü olarak kalmıştır.

Türkiye dünyada tek süper güç konumunda olan ABD için hayati ehemmiyete sahiptir.

ABD Afganistan’dan sonra Irak’ı da işgal etmiştir…

ABD’nin gücü yeterse sırada Suriye ve İran vardır…

Ancak ABD’nin asıl büyük hedefi Türkiye’dir...

ABD Ortadoğu’daki diğer ülkeler yanında Türkiye’yi de tamamen hükümranlığı altına alsa, doğu kapısı kapanan veya boğazı sıkılan Avrupa artık ABD’nin eyaleti konumunda olmaya mahkum olacaktır. Aslında bir İngiliz devleti olan ABD, İngiltere aracılığıyla -yanına Avrupa’nın güney kanadında yer alan İspanya ve İtalya’yı da katarak- AB’yi olabildiğince kontrolü altında tutmaktadır. NATO da, ABD açısından bakıldığında, yeterli askerî gücü olmayan AB ülkelerini kontrol etme kurumu konumundadır.

İşte ABD’nin kontrolünde olan başta İngiltere olmak üzere, diğer Güney Avrupa Ülkeleri ile birlikte Türkiye, ABD için adeta AB içindeki bir ‘Truva Atı’ gibi görev ifa edecektir. ABD’nin düşüncesi böyledir.

ABD kendi güdümünde olan işte böyle bir Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde yer almasını istemektedir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilen Almanya ile Fransa’nın ve onların güdümünde olan diğer Avrupa ülkelerinin karşı politikaları işte bu önemli sebebe dayanmaktadır.

AB içinde yer alacak olan Türkiye kimden yana olacaktır? İngiltere gibi ABD’den yana mı? Yoksa!..

Her iki taraf açısından bakıldığında; Türkiye ayıdan yana mı, yoksa dayıdan yana mı olacaktır?!.

İşte bu bilinmiyor…

Bilinmeyince, Türkiye kırk yıldır, ârafta yani arada bekletiliyor; ne içeri alınıyor, ne de dışarıda bırakılıyor; tek kelimeyle sadece ‘o-ya-la-nı-yor’!..

Türkiye, ‘eski süper güç Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya Federasyonu yani Rusya tarafından da üç-dört asırdır, özellikle sıcak denizlere inebilmek için bir şekilde ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Rusya, kendisine yâr ve râm olmayacak karasevdalısı olduğu bu sevgilinin, hiçbir zaman başkasına yâr olmasını kabul etmez, rıza göstermez; göstermeyecektir.

Türkiye hakkında eski süper güç Rusya böyle düşünür de, ‘müstakbel süper güç Çin’ başka türlü mü düşünür? Elbette hayır! Çin de ABD’nin rakibi konumunda olan diğer büyük ülkeler gibi kendisine yâr olmayan Türkiye’nin hiç olmazsa ‘bağımsız ve tarafsız’ kalmasını ister.

Bu istek yani siyaset Hindistan, Japonya ve diğer Asya ülkeleri için de aynen geçerlidir.

İsrail’in yani Yahudilerin, daha doğrusu sömürü sermayesinin arzuları, istekleri, emelleri ve planları ise tamamen başkadır, ayrıdır, derindir ve ayrı bir yazı konusudur.

Avrupa Birliği işte bu sebeplerle Türkiye’yi dışarıda bırakamaz, içeriye de alamaz!

Peki, ya ne yapar?

Kırk yıldır istikrarlı bir şekilde yaptığı gibi Türkiye’yi sadece ‘o-ya lar’!..

Aslında Türkiye’nin gücü de buradan kaynaklanmaktadır. Süper güçler ve büyük ülkeler, kendilerine yâr olmayan Türkiye’nin başkalarına da yâr olmasını istememektedirler. Türkiye bu konumdan yararlanmalıdır.

Bu durumda Türkiye’nin siyaseti ‘tarafsız ve bağımsız olmak’ olmalı, vakit kazanmalı; ama bu arada mutlaka kendisi ‘süper güç’ olmak için çalışmalıdır. Çünkü dünyanın merkezindeki bu topraklarda güçlü olmayanlara yer yoktur!..

Türkiye her şeyden önce bunu idrak etmeli ve gereğini yapmalıdır.

 

 

***

 

 

 

 

AB Türkiye’yi ne alır, ne de bırakır;

SADECE ‘O-YA-LAR’!..

Neden? – (II)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

24.12.2004

Avrupa Birliği Türkiye’yi hem alamaz, hem dışlayamaz yani dışarıda bırakamaz!.. Neden?

Türkiye’nin coğrafî ve tarihî sebeplerle güçlü ve büyük devlet olma temayülü, hattâ ‘süper güç’ olma potansiyeli vardır. Türkiye coğrafî olarak dünyanın merkezinde yer almaktadır.

Sadece Türkiye değil, dünyanın en güzel ve en eski yerleşim yeri olan İstanbul da dünya kara, deniz ve hava ulaşımlarının merkezinde yer almakta ve adeta dünya başkenti gibi bir konuma sahip bulunmaktadır.

Dünya tek devlet olsa, neresi başülke ve neresi başkent olur?

Elbette Türkiye ve İstanbul…

Türkiye ve Türkler, tarihî olarak dünyanın en son ve en uzun ömürlü süper gücü Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı bulunmaktadır.

Türklerin insanlık tarihi boyunca adilane bir şekilde yaptıkları, gelecekte insanlık için yapabileceklerinin garantisi gibidir. Sayısız devletler ve imparatorluklar kurmuş olan Türkler, dünyada ırkçı olmayan ve ‘hâkim’ değil ‘hâdim’ olma özellikleriyle bilinen tek büyük kavimdir.

Türkiye sadece bu iki potansiyelini değerlendirerek Millî Görüşe dayalı olarak bu ülkede ‘Adil Düzen’ kursa, birkaç yıl içinde dünyanın süper güçleri arasına girmiş olacak, kim bilir belki de Osmanlılar döneminde olduğu gibi dünyanın tek süper gücü olacaktır. Çünkü Türkiye kendisine yetecek kadar her türlü maddî ve manevî birikim ve imkânlara sahip bulunmaktadır.

Türkiye, isimlerini sayacağımız ülkelerin yöneticileri tarafından olmasa da, komşusu bulunan bütün ülke halkları tarafından sevilmektedir. Komşularımız tarihte olduğu gibi günümüzde de Türkiye’nin ve Türklerin dostluğunu kazanmak için yarış içindedirler. İran, Irak, Suriye, Lübnan, Arabistan ve diğer Arap ülkeleri; Gürcistan, Azerbaycan, hattâ Ermenistan; eski Yugoslavya ülkeleri (Bosna, Kosova, Makedonya, Hırvatistan, Sırbistan ve Karadağ), Arnavutluk, Bulgaristan ve Romanya (hattâ Ortadoğu’da hiçbir dostu bulunmayan İsrail bile) Türkiye’nin ve Türklerin dostluğunu arıyorlar. Yunanlılar ve Ermeniler bile, -halk olarak değil ama yöneticiler olarak,- Avrupalı ülkelerle işbirliğine girerek geçmişte yaptıklarından kaynaklanan utançlarından dolayı şimdilik siyaseten bize uzak durmaktadırlar. Ancak, aramıza fitne girmeden önce bu kavimlerle Anadolu topraklarında huzur ve saadet içinde asırlarca yaşadığımızı unutmamız mümkün değildir. Bir gün fitne ateşi sönecek ve yeniden iyi komşu olacağız.

Türkiye Avrupa ülkeleri tarafından itilip ‘Avrupa Birliği’ dışında kaldığında, Türkiye’nin önderliğinde ‘Ortadoğu Birliği’ veya ‘Avrasya Birliği’ ya da  ‘İslâm Birliği’ oluşacaktır. Özellikle sadece İran ve Türkiye el ele verdi mi, dünyadaki hiçbir güç bu birliklerden herhangi birinin oluşmasını durduramaz.

Avrupa Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almadığı zaman, dünyadaki bir buçuk milyarlık İslâm âlemi boş durmayacak, bu boşluğu görecek ve kendilerine yönlendirilen baskıların da etkisiyle uyanacaktır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Oluşan bir boşluk mutlaka doldurulur. Nitekim Millî Görüş Lideri ve 54. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan önderliğinde oluşturulan D-8’ler bu uyanmanın sadece bir kıvılcımıdır. Son olarak İslâm ülkeleri tarafından İKÖ (İslâm Konferansı Örgütü) Genel Sekreterliği görevinin Türkiye’ye verilmesi de bunun işaretlerinden biridir.

Avrupa Birliği Türkiye’yi almayıp ‘Hıristiyan Birliği’ gibi kalırsa, karşısında da İslâm âlemi ‘İslâm Birliği’ şeklinde bir araya gelirse; o zaman bin yıllık din savaşları yeniden başlayacak ve III. milenyum, III. bin yıl savaşlarla geçecek demektir. İnsanlık bu yükü kaldırabilir mi? Zor görünüyor.

Peki, bu durumda çare ve çözüm nedir?

Çare ve çözüm “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın ‘savaş’ değil ‘barış uygarlığı’ olmasıdır.

Dünyada bu oluşumun önderliğini gerçekleştirebilecek birikime sahip biricik ülke ve millet Türkiye ve Türklerdir. Çünkü gelecek medeniyet, “III. Bin Yıl Medeniyeti” ancak her iki medeniyeti yani İslâm ve Batı medeniyetlerini bilen ve bunları sentez edip yeni bir medeniyet oluşturabilen insanlar tarafından kurulabilir. Allah, iki asırdan beri Türkleri bu görev için hazırlamaktadır. Dünyada Türkiye ve Türklerden başka bu birikim ve potansiyele sahip olan başka bir ülke ve millet yoktur.

Rusya bu birliğin içinde yer alırsa, Çin ve Hindistan da tarafsız kalırsa; Türkiye yukarıda isimlerini saydığım bu birliklerden herhangi birini rahatlıkla oluşturabilir. O zaman bugüne kadar sömürülen diğer Asya ülkeleri, Afrika ülkeleri ve Güney Amerika ülkeleri de bu birlik ile işbirliği durumuna girebilir.

Türkiye’nin önderliğinde işte bu birliklerden herhangi birinin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye süper güç konumuna geçebilir. Türkler tarihte bunu yapmış ve bu birlikteliği gerçekleştirmişlerdir.

Çin’de Türk asıllı ama Türkçe konuşmayan en az 200 milyon Müslüman vardır. 100 milyon da Türklere akraba Müslüman vardır. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’da da en az 100 milyon Müslüman Türk vardır. Bunlar kavmî ve dinî birlik oluşturduklarında, toprakları ve savaşma kabiliyetleri ile Avrupa için başlı başına bir sorun olabilirler. Ruslarla yapacakları ittifakla Avrupa’yı hâkimiyetleri altına alabilirler.

Avrupa Birliği işte bu sebeplerden dolayı Türkiye’yi dışarıda bırakmak istemiyor; içine de alamıyor!

Peki, ya ne yapıyor?

Kırk yıldan beri yaptığı gibi bugün de Türkiye’yi sadece ‘o-ya-lı-yor’!..

 

 

***

 

 

 

 

AB Türkiye’yi ne alır, ne de bırakır;

SADECE ‘O-YA-LAR’!..

Neden? – (III)

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

25.12.2004

Avrupa Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne almıyor, alamıyor, alamaz!

Almıyor da ne yapıyor? Sadece ‘o-ya-lı-yor’!

Neden?

***

Avrupa’da her şeyden önce “sosyal ahlâk” çok yüksektir.

Herkes Avrupa ülkelerinde varolan kurallara titizlikle uymakta ve yetkilileri tam olarak dinlemektedir.

Avrupa ülkelerinde rüşvet yok, yolsuzluk yok, yalan yok, talan yok, kamu mallarını hortumlama yok, adam kayırma yok, suiistimal yok...

Kısaca, halkın devleti ve yerel yönetimleri ile sorunu yok.

Türkiye’de ise “sosyal ahlâksızlık” marifettir.

Bu durumu en iyi bir şekilde anlatan, herkesin bildiği, yaşadığı ve özellikle sürücülerin sık sık karşılaştığı bir örneği hatırlatalım. Avrupa’da birisi kırmızı ışıkta geçse, onu gören şoför veya sürücüler derhal polise haber verir ve o suçu işleyen aracın plaka numarasını bildirirler. Bizde ise şoförler trafik polislerine karşı organize olmuşlardır. O güzergâh üzerinde trafik kontrolü varsa, hepsi birbirine işaret vererek uyarırlar! Türkiyeli sürücüler trafik polisine karşı böylesine bir dayanışma içindedirler!..

Avrupa ülkelerindeki insanlar bu gibi konularda Türkiye’de yaşayanlar gibi değildir.

Avrupa ülkelerinde bulunan bu “yüksek sosyal ahlâk” olmasa bu ülkeler yaşayamaz, batar. Devlet düzenleri ve yerel yönetimleri kısa zamanda çöker. Rüşvetin, hortumculuğun, yalancılığın, vergi kaçırmanın ve bunlara benzer diğer “sosyal hastalıklar”ın hükümran olup marifet sayılacağı bir Avrupa uzun süre yaşayamaz.

Avrupalılar Türkiye’yi ve Türkleri Avrupa Birliği’ne alıp “sosyal ahlâk kirliliği”ni ülkelerine sokamazlar. Sokarlarsa, kendilerinde zaten var olan “şahsî hastalıklar” yanında bir de bu “sosyal hastalıklar” olunca, kısa zamanda yıkılıp yok olurlar.

***

Avrupa’nın tarihte gerektiğinde gücünü göstermiş Türkiye ve Türkler ile sadece yüz kilometrelik bir kara hududu vardır. Oysa Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne aldıkları anda sınır birkaç bin kilometreye çıkacaktır. Pek çok devlet tecrübesi olmayan ve her an başka devletlerin oyuncağı olabilecek konumdaki devletlerle komşu olarak uğraşmak zorunda kalacaktır. Avrupa’nın bu sınırları savunacak askerî gücü yoktur.

Türkiye bugünkü konumuyla Avrupa’ya hücum etmiyor…

Rusya’nın da şimdilik başkalarına saldırabilecek gücü yoktur...

Bu durumda Avrupa’nın savunma sorunu yoktur. Bu durum en az bir yarım yüzyıl daha böyle gider. Ondan sonra da kendisi zaten güçlü olur; Türkiye’yi içine ‘ortak’ olarak almaz, işgal eder!..

***

Türkiye topraklarında daha önce anlattığımız sebeplerden dünyadaki bütün büyük devletlerin, ama özellikle de süper güçlerin gözü vardır. Düşmanlarımız bu toprakları tarihte paylaşamadıkları için Türkiye hep Osmanlılarda kaldı. Yakın geçmişte yani Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış döneminde ve İstiklâl Savaşı yıllarında da bu toprakları aralarında paylaşamadıkları için bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardır.

Türkiye yine bu eşsiz stratejik coğrafi konumu sayesinde II. Dünya Savaşı’na girmek zorunda kalmadı.

Dünya ülkeleri, büyük ülkeler, özellikle de süper güç konumunda olan ABD Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne bırakmaz. Türkiye AB’ye girdiği gün ABD’nin içte ve dıştaki CIA ajanları ve sömürü sermayesinin güdümündeki dünya medyası derhal harekete geçer. Rusya, Çin, Hindistan ve diğer büyük ülkeleri birleştirip Türkiye’ye saldırtırlar. ABD de Afganistan ve Irak başta olmak üzere, civardaki üslerden yürür ve Türkiye’yi ortadan kaldırır. Böyle bir saldırı olduğunda Avrupa Türkiye’yi savunacak durumda değildir.

Bu sebeple Avrupa Türkiye’yi AB’ye al(a)maz.

***

Türkiye’nin şimdilik 200 milyar dolar dış borcu vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç borçlarla birlikte toplam 300 milyar dolar borcu vardır. bu borç azalmamakta, aksine ‘faiz sarmalı’ sebebiyle giderek artmaktadır.

Türkiye’nin ayrıca dev bir sorun gibi çözümsüz olarak duran 15 milyon işsizi vardır. Avrupa sınırlarını açsa ve giriş-çıkışları serbest bıraksa, bu işsizlerin çoğu Avrupa ülkelerine akın edecektir.

Avrupa Birliği bugün Türkiye’nin bu borç ve işsizlik sorunlarını çözecek güçte değildir.

Böyle bir hata yapsa ve Türkiye’yi birliğe alsa, Avrupa hastalıklı bir kanı kendisine zerk etmiş olur. Böyle bir şey de Avrupa Birliği için tek kelimeyle intihardır.

O halde AB için tek yol ve tek çözüm kalmıştır; Türkiye’yi almayıp ‘o-ya-la-mak!..

Avrupa Türkiye’yi AB’ye almayacak; ama Türkiye dışarıda da kalmayacaktır!..

 

 

***

 

 

 

 

Dünya Merkezi “İSTANBUL”

ve “BELEDİYE SEÇİMLERİ”

REŞAT NURİ EROL

resaterol@akevler.org

 

Yeryüzü yuvarlaktır, beşte ikisi karadır. Karalar birbirine yakın yerlerde toplanmıştır. Asya, Avrupa, Afrika ve Avustralya bir tarafta toplanmış; Amerika kıtaları ile Antartika da başka bir tarafta sıralanmıştır. Aralarında Atlas Okyanusu vardır. Asya, Avrupa ve Afrika arasına iç denizler girmiştir: Akdeniz ve Karadeniz. Himalaya ve Alp dağları silsilesi kuzey yarımküresini ikiye ayırır. Ant Dağları da güneyden kuzeye ayırır.

İstanbul bütün bu karaların merkezindedir. Amerika, Afrika ve Avrupa kıtaları karadan İstanbul’dan geçerek Hint ve Çin’e ulaşır. Ayrıca Rusya ve Orta Asya’dan gelen gemiler İstanbul Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e ve oradan Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu’na açılır.

İbrani Uygarlığı’na kadar dünyada kara hâkimiyeti vardır. İbraniler M.Ö. 1000 yıllarında gemiciliği geliştirdiler ve Akdeniz bir göl hâline geldi. Bundan yararlanan Fenike ve Yunanlılar Akdeniz ve Karadeniz’in kıyılarında siteler kurdular. Büyük İskender İstanbul Boğazı’nı geçerek dünyayı birleştirdi. Sonra Romalılar İbranilerin zamanında kurulmuş olan siteleri birleştirerek büyük bir imparatorluk kurdular. Roma kuzeyden gelen Cermen ve Türk kabilelerin tehdidi altında kalınca, Konstantin imparatorluğun merkezini İstanbul’a taşıdı. M.S. 300’lü yıllardan 1900’lu yıllara kadar İstanbul merkez olarak kaldı, yani 1000 yıldan fazla merkez olmaya devam etti.

Cumhuriyet döneminde devletin merkezi Ankara’ya taşındı. Ancak İstanbul ticaret ve kültür merkezi olmayı sürdürmüştür. Deniz taşımacılığının önemli olduğu zamanlarda, İzmir İstanbul ile rekabet hâlinde idi. Asya’ya sevk edilecek mallar İzmir’de boşaltılırdı. Kara taşımacılığının önem kazanması üzerine İzmir’in yükünü de İstanbul çekti Ankara’nın devlet merkezi olması ve bu merkezin İstanbul üzerinden dünyaya çıkması İstanbul’u biraz daha büyüttü.

İstanbul 1950’lerde bir milyon nüfusa sahipti. İstanbul halkının %50’den biraz fazlasını azınlıklar oluşturuyordu. Anadolu Selçuklular tarafından fethedilmiş, İstanbul 500 yıl Osmanlı devlet merkezi olmuştu. Ancak, Osmanlıların adil yönetimi sebebiyle çoğunluk hep Hıristiyanlarda kalmıştır. Mübadele sebebiyle Anadolu’da kahir ekseriyet 1920’lerde Müslümanların eline geçmiştir. İstanbul’da ise çoğunlukları devam ediyordu. Adnan Menderes zamanında İstanbul’un nüfusu 2 milyona çıkmış, bugün 13 milyon olmuştur. Azınlıkların nüfusları artmadığı için nisbetleri %3’lere düşmüştür.

Osmanlıların adil yönetimi sebebiyle İstanbul değişik din ve mezheplerin merkezi olmuştur ve bunlar halk arasında günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler. Bu bakımdan sadece coğrafî olarak değil, dinî açıdan da bu kuruluşların merkezi İstanbul’dur. Mekke’de bile değişik mezhepler serbestçe örgütlenemiyorlar.

Resmen Türkiye’de yasak olduğu halde birçok tarikatın merkezi İstanbul’dadır ve merkezi İstanbul’da olan tarikatlar gelişmekte, yönetime etkide bulunmaktadırlar. Türkiye’de basının merkezi İstanbul olmaya devam ediyor. Türkiye’nin yayın merkezi de İstanbul’dur.

Evet, İstanbul Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi değildir ama “dünyanın merkezi”dir. Bu hâlini sürdürmeye devam etmektedir. Bundan dolayıdır ki Ankara İstanbul sayesinde canlılığını korumaktadır.

Böylesine eşsiz özellikleri olan bu kentin çok ilkel birçok sorunu vardır. “Millî Görüş yani Adil Düzen Belediyeciliği”ne şiddetle ihtiyaç vardır. İstanbul halkı yakın geçmişinde “Millî Görüş” yani “Adil Düzen Belediyecileri”ni iktidara getirmiştir. Ne var ki, Başkan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ilk hareketten sonra, maalesef bu belediyecilik unutulmuştur.

İstanbul ve Türkiye, 28 Mart 2004 tarihinde yapılacak olan yerel yönetim seçimleri atmosferine girmiş bulunuyor. Şayet “Millî Görüş” yani “Adil Düzen Belediyecileri” seçilip yerel yönetim hizmetlerinin başına geçmezse; diğerleri kesinlikle İstanbul’un sorunlarını çözemeyecek, maalesef tahribat devam edecektir.

“Belediye Hizmetleri” açısından İstanbul’un durumunu kısaca şöyle özetleyebiliriz:

R. Tayyip Erdoğan tarafından çözülen iki sorun:  

  1. Su sorunu,
  2. Çöp sorunu.

Çözülememiş iki büyük sorun:  

  1. Gecekondu sorunu,
  2. Trafik ve ulaşım sorunu.

Yeni Sorunlar:

1- İşsizlik sorunu,

2- Boğaz’dan geçiş sorunu.

Gizli sorunlar:

  1. Örgütlenme sorunu,
  2. Taşıma sorunu.   

 

 

***

 

 

 

 


Milli Gazete 2003-2004 Yazıları
1-1. Dosya
1150 Okunma
2-2. Dosya
1724 Okunma
3-3. Dosya
1019 Okunma
4-4. Dosya
1686 Okunma