KUR'ANI ANLAMA METODU
Süleyman Karagülle
1873 Okunma
RAHMET TOPLUMU-AZAP TOPLUMU

bölüm

 

RAHMET TOPLUMU (SEÇENEKLİ TOPLUM)

VE

AZAP TOPLUMU (TEKELCİ VE BASKICI TOPLUM)

 

'Allah' kelimesinin dünya üzerinde 'topluluk' veya 'devlet' manasında anlaşılabileceği daha önce açıklanmıştı.

Böylece Allah'ın rahmet sıfatı ile tavsifi, topluluğun ve devletin varlık hikmetlerini ve oluş biçimlerini de ortaya koyacaktır.

Devlet, insanların hak ve hürriyetlerini kısıtlayan bir varlık olmayıp, insan hak ve hürriyetlerini gerçekleştiren bir düzen olacaktır, bir rahmet olacaktır.

Kişinin -Allah'ın bir halifesi olarak- nasıl hareket etmesi gerektiği 'rahmet' kelimesinde belirlendiği gibi; bir toplumun veya devletin de nasıl oluşması ve faaliyet göstermesi yine 'rahmet' kelimesinde belirlenmiş olacaktır. Kamu hizmeti görenlerin, bu hizmetle Allah'ın rahmet sıfatı ile O'nun temsilcileri olduklarını 'Besmele' ile her an hatırlamış olacaklardır.

Hilafet, hakimlik değil hadimliktir.

Yani Allah bizi kendisine halife yaparken O'nun yeryüzündeki gücünü göstermek ve başkalarını hakimiyet altına almak için değil; O'nun yeryüzündeki rahmetini tecelli ettirmek için halife kılmıştır.

 

 

TOPLULUĞA KATILMA HAKKI

 

Saray da olsa, eğer insanların oraya giriş ve çıkışları yasaklanıyorsa, giren çıkamıyor veya çıkan giremiyorsa, orası zindandır.

Oysa bir yere girme ve çıkma serbest ise, yer ne kadar kötü olursa olsun, eğer insanlar orada kendi istekleri ile bulunuyorlarsa, orası cennet gibidir. Şayet orası kötü olsaydı, insanlar orada bulunmaz, isteyerek orada durmaz, ayrılıp giderlerdi.

İşte bir topluluğun rahmet toplumu olabilmesi için her  şeyden önce insanların o topluluğa katılma ve ayrılma hak ve hürriyetlerine sahip olmaları gerekir. İnsanlar topluluğa isteyerek geldiklerine ve orada isteyerek kaldıklarına göre, o topluluk rahmettir.

İnsanların topluluklara gerçekten kendi istekleri ile katılabilmeleri için alternatif topluluklar olmalıdır. Çeşitli topluluklar olmalıdır. İnsan bunlardan birini tercih edebilmelidir. Böyle değişik imkânlar mevcut olur ve bu imkânlardan insan dilediğini seçme hürriyetine sahip olursa, bulunduğu topluluk onun için elbette rahmet olacaktır.

Bir canlı hücrelerden oluşur. Canlılar da toplulukları meydana getirir. Ancak, bu canlı veya canlılar topluluğu yeryüzünde birlik içindedirler. Hücrelerin veya fertlerin canlıyı veya topluluğu değiştirme hürriyetleri yoktur.

İnsan ise yeryüzünde iradesi olan tek varlıktır ve bu iradesini istediği topluluğa katılma hürriyeti ile kullanır. Dolayısıyla 'Allah'ın rahmet sıfatı' en çok insanda tecelli eder. Bundan dolayı 'O'nun 'halifesi'dir.

Yeryüzü bugün altı milyardan fazla insan yaşamaktadır. Bu insanlar gelişmiş teknolojik imkânlarla artık bir tek insanlık içinde yaşamaktadır. Diğer canlılardan farklı olarak mektup, telefon veya diğer araçlarla insanın yeryüzündeki diğer herhangi bir insana kolaylıkla ulaşma imkânı vardır. Adeta tek tek bütün insanlar bir tek insanlığın birer hücresi gibidir. Dünya böylesine küçülmüş ve haberleşme imkânları da o derece artmıştır.

Başka insanlarla ilişki kurup kuramama imkânı bir rahmettir. İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için kendi hürriyetlerini kısıtlayan birtakım kurallar ortaya çıkacaktır. Ama insan bu kurallara katılıp katılmamakta hür olur ve kendi isteği ile katılırsa, bunun 'rahmet' olacağı aşikârdır.

 

 

TOPLULUKLARDAN SÜRME

 

Dağ başına çekilen ve diğer insanlarla ilişki kurmak istemeyen insanları serbest bırakmalıyız. Hatta onlar suç işlemiş olsalar bile onları kovmamalıyız. Yeter ki, suç işlemeye devam etmesinler. Hapishaneler bunun için değil mi? Suç işleyen insanı neden hapishaneye atıyoruz? Onun suç işlemesine mani olmak için değil mi? Dağ başına kaçıp firar eden bir insan da, eğer bundan sonra bize yani bizim toplumumuza dönmüyorsa, o insan bizim için hapishanededir.

İşte burada rahmet devlet anlayışının başka bir tecellisini görüyoruz: İnsanları hapsetme yerine 'topluluklardan sürme' cezasını vermek, bir yere sürmek değil, bir yerden sürmek ilkesi gelmektedir.

Suçlu firar eder ve bir daha bizim topluluğa dönmezse, bizim onu kovalamamıza gerek kalmayacaktır. Hatta bu maksatla sürgünlerin bulunduğu kentler oluşur, oraya kaçan kendisini kurtarmış olur. Böylece insanlar bu tip insanların şerrinden kurtulur.

Kur'ân'da; "Mekke'ye giren herkes emin olur" denmektedir. Yani suçlu oraya kaçar ve oradan ayrılmazsa, biz gidip  takip ederek onu orada cezalandırmayız.

İşte böylece topluluğa katılma ve topluluktan ayrılma hürriyeti mevcut olunca, tüm toplulukların katı kuralları rahmete dönüşür.

 

 

AŞİRET

En küçük topluluk, anne-baba ve çocukların meydana getirdiği 'on aile'nin bir araya gelmesiyle oluşan sosyal grup 'aşiret'tir. Bir ailenin ortalama beş-altı kişiden oluştuğunu kabul edecek olursak, yeryüzünde asgari olarak bir milyar aile var demektir. On aile bir aşireti oluşturduğuna göre, yeryüzünde yüz milyon aşiret var demektir.

Bunun anlamı, insan için yüz milyon seçenek vardır ve fert bunlardan istediğine katılabilir demektir. Veya yeni bir seçenek olarak, birbirleriyle anlaşabilen on aile bir araya gelir ve kendi aşiretini kurabilir. Bugünkü kiralama, satın alma ve satma kuralları içinde bu işi yapmak çok pratik hâle gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla teknolojinin gelişmesi insan hak ve hürriyetlerinin artmasına imkân verir. Yeter ki bu yeni imkânlar kötü amaçlarla baskı aracı olarak kullanılmasın.

O halde, bütün gelişmeler Allah'ın bir rahmetidir.

 

KABİLE / BUCAK

Yüz aşiret birleşerek 'bir kabile', bugünkü deyişimizle 'bir bucak' oluşturur. Demek ki yeryüzünde bir milyon bucak vardır. İnsanlar bu bir milyon seçenek üzerinde istediği bucakta yaşama imkânına sahip olabilirler. Yeter ki yukarıda belirttiğimiz ayrılma ve katılma hürriyeti kısıtlanmasın. Bugün devlet içinde bu kısıtlanma yoktur. Dolayısıyla daha çok rahmete doğru gidiş vardır.

Aşiret, insanların yaşamasını düzenlemektedir.

Bucak ise, ortak çalışıp birlikte üretmeyi ve barış içinde hakların korunmasını düzenlemektedir.

 

İL

Bunun üstünde yüz bucağın birleşmesinden oluşan 'il' vardır. İllerin görevi, bucaklar arasında birlik sağlamanın yanında, hukuk kurallarına uymayan, yani Allah'ın rahmet sıfatını bozmak isteyen kimseleri yakalayıp topluluk dışına çıkarmaktır.

 

DEVLET

Yüz ilin birleşmesinden 'devlet' ortaya çıkmaktadır. Her devletin ortalama nüfusu elli milyon olacağından, yeryüzünde yüze yakın devlet olacaktır.

Devlet, dış güvenliği de sağlayan bir kuruluştur.

İnsan istediği devlette yaşama imkânı bulunca ve kendi isteği ile bir devlet içinde kaldıkça, devlet bir rahmet olacak, gerçekten 'Allah'ın rahmet sıfatı' ile yeryüzünde tecellisi olacaktır.

Maalesef bugün devletlerarası hareket ve hicret hürriyeti yoktur. Pasaport, vize ve gümrük muameleleri yanında interpol gibi teşkilatlar yeryüzünü insanlara zindan etmektedir. Devlet, merkezi bir yönetimle il, bucak ve aşiretlerin içine burnunu sokmuş, insanların hak ve hürriyetlerini koruma yerine, onları hakimiyeti altına alıp, bürokratlar aracılığı ile sermaye veya siyasi tekellerin  sömürü aracı olarak kullanmakta ve insanları köleleştirmiş bulunmaktadır. Yeryüzünde hükümran olan bu zulüm düzeni değişmeli ve son bulmalıdır. Adil bir yeni dünya düzeni kurulmalıdır. Böyle bir düzenin kurulması da insanlık için rahmet olacaktır.

Tarih boyunca, gece ile gündüzün, yaz ile kışın ard arda gelmesi gibi insanlık için iyi ve kötü dönemler olmuştur. Allah'ın rahmet sıfatı yok olur gibi olmuş, adeta sabah olmayacak sanılmıştır. Ama her karanlık gecenin bir sabahı olduğu gibi, elbette bugünkü zulüm dünyasının ve işkence âleminin de sonu olacak, güneşin dünyayı aydınlattığı gibi Allah'ın rahmeti dünyayı aydınlatacak, yeryüzünde merkezî otoriteye dayanmayan adil bir devletin veya devletlerin oluşmasına imkân verecektir.

Her 'Besmele' söyleyişimizde, böyle bir sabahın gelmesini dua ve ümit etmek amacıyla, o nizamın anlaşılıp öğrenilmesi ve uygulanması için Allah'ın yeryüzündeki birer halifesi olarak, hepimizin görev şuuru ve bilincinde olmamız gerekir.

 

 

ORTAK MEKÂN VE ANLAŞMA

 

Allah'ın yeryüzündeki rahmeti olarak gördüğümüz topluluklar, daha önce anlattığımız gibi kendilerine has bir 'ortak mekân' seçmek ve o ortak mekânda 'topluluğun kurallarını uygulamak' suretiyle ortaya çıktığı gibi; böyle bir mekân ayrılığı aranmaksızın 'insanların anlaşarak bir araya gelmeleri ve cemaatleşmeleri' de sözkonusudur.

Aynı inançta olan kimseler bir dini paylaşmış olurlar. Böylece tarihte dinî, ilmî, siyasî ve meslekî mezhepler ortaya çıkmış ve aynı mezhebe mensup olanlar bir içtimai hizip oluşturmuşlardır. Her hizbin kendilerine göre sosyal yapıları oluşmuş ve ona göre teşkilatlanmışlardır.

İnsanların kendilerine mekân olarak ayrı toplulukları oluşturmuş olmaları ve bunlardan istediklerine katılma hak ve hürriyetleri nasıl bir 'rahmet' ise; böyle ayrı ayrı gruplar oluşturarak herkesin kendi grubunu mekân değiştirmeden seçebilmesi de bir 'rahmet'tir. Bugünkü haberleşme ve ulaşım araçları sayesinde pekâlâ insan çok uzaklardaki bir insanla birlik içinde olabilecektir.

 

 

CEMAATLEŞMELERİN GEREKLİLİĞİ

 

İnsanlar, yeryüzündeki Allah'ın rahmetinden tek başlarına yararlanabilme imkânına sahip değildirler. Ayrıca kendileri Allah'ın hilafetini de tek başlarına yerine getiremezler. Mutlaka başka insanlarla birleşerek bir cemaat oluşturmak zorundadırlar.

İşte bu cemaatleşme eğer insanın kendi iradesi ile ve başkaları tarafından zorlanmadan yapılabiliyorsa, bu bir rahmettir.

Ancak böyle olmuyor da insan zorlanarak bir gruba sokuluyor ve istenildiğinde oradan ayrılma imkânı sağlanmıyorsa; bu durum 'rahmet' değil 'azap' olur. Bundan dolayı bu tür topluluklara 'azap toplumu' diyoruz. Ayrıca, insanın kendi iradesi ile girmediği bir topluluğun sorumluluğunu ona yüklemek de katmerli bir zulüm olur.

Bundan dolayıdır ki; insanlar aşiret, kabile, şa'b ve kavimlerini serbestçe değiştirebilmek gücüne sahip olmakla Allah'ın rahmetinde olacakları gibi; ilmî, dinî, siyasî ve meslekî gruplarını da serbestçe değiştirebilme hakkına sahip oldukları müddetçe, rahmet içinde olurlar. İnsanların kendi iradeleri ile katıldıkları toplulukların sorumluluklarını da yüklenmiş olacakları tabiidir.

 

 

HİS - DİN İLİŞKİSİ

 

Allah, kendi rahmeti olarak insanlara 'his duygusu'nu vermiştir.

Bu duygu ile bulunduğu hâlin kendisi için iyi veya kötü olup olmadığını kontrol etmektedir. Hava soğuksa üşümekte, gıdaya ihtiyacı varsa acıkmakta, eli yanıyorsa acı duymaktadır. Bu hisler, ona kötü durumda olduğunu haber veren bir denetim mekanizmasıdır.

Buna karşılık bulunduğu hâl iyi ise zevk almakta ve içinde bulunduğu durumdan hoşlanmaktadır. Kendisine tatlı gelen bir meyveyi lezzet duygusu içinde hissetmekte ve gerekli yerlerden devam talimatını alarak yemektedir.

Allah'ın bu duyguyu insana vermiş olması bir rahmettir.

Kötü şeylerden acı duyması ona azap vermek için değil, ona rahmet etmek içindir.

Toplulukta da Allah'ın böyle tecelli eden rahmeti vardır ki buna 'din' diyoruz.

Din, insanlara neyin iyi neyin kötü olduğunu haber veren ve sosyal olayları devamlı kontrol eden bir müessesedir. Hislerin içtimaileşmiş şeklidir.

Sosyal gruplar içinde bulunan insanın bunlardan yararlanması veya Allah'ın halifesi olarak kişinin bu müessesede görev almış olması hep rahmetin tecellisidir.

'Besmele' ile bu tecelli bilinçli hâle getirilmektedir.

 

 

FİKİR - İLİM İLİŞKİSİ

 

Allah'ın kişiye olan rahmetinin ikincisi ise 'düşünme'dir, 'fikir'dir.

İnsan, bu melekesi sayesinde hislerden aldığı haberleri ve talimatları değerlendirerek iyinin nasıl yapılacağına ve kötüden nasıl korunacağına karar verebilmektedir. Hava sıcaksa gölgeye gidecektir, acıkmışsa karnını doyuracaktır.

İnsana verilen bu fikir melekesi de Allah'ın rahmetinden ibarettir.

Ne var ki, insan bu melekesini de tek başına değil, ancak cemaat içinde kullanabilmektedir. Bunun için de 'ilmî gruplar' veya 'ilmî mezhepler' oluşturmakta ve o dayanışma içinde Allah'ın rahmetinden yararlanmaktadır. Kendisi de O'nun halifesi olarak bu grup içinde görevlerini yapabilmektedir.

İlim, fikirlerin içtimaileşmiş şekli olup topluluğun nasıl hareket etmesi gerektiğine karar veren bir mekanizmadır.

 

 

İRADE - MESLEK İLİŞKİSİ

 

Hisler insanın ne yapacağına, fikirler nasıl yapacağına karar verdikten sonra, yani bir işin yapılması için plan tamam olduktan sonra, insanda mevcut olan 'irade melekesi' harekete geçer ve beden aracılığı ile yapılması gereken yapılmış olur.

Böylece bu alanda da Allah'ın rahmeti insanda tecelli eder.

Toplulukta da bu melekenin kullanılabilmesi için bir teşkilata, bir sisteme, bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Buna da 'meslekî mezhep' veya 'meslekî kuruluş' diyoruz.

Mesleki kuruluşlar, iradenin içtimaileşmiş şekli olup insanın iradesini kullanabilmesi için oluşturulmuş dayanışma kuruluşlarıdır.

Burada da çoklu sistem, insanın dilediği meslekî kuruluşa girebilme imkânı, özel mülkiyet, serbest iş anlaşmaları Allah'ın bir rahmeti olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar böylece işbölümüne girerek kolleketif üretim yapabilmektedirler.

 

 

ÜNSİYET - İDARE İLİŞKİSİ

 

Hislerimizle ne yapacağımıza, fikirlerimizle nasıl yapacağımıza karar verip, irademizle kararı yerine getirdiğimizde, Allah'ın rahmeti tamamlanmış olmaz. Diyelim ki acıktık. Tabaktaki elmayı yemeye karar verdik ve ağzımıza alarak yedik, yerken lezzet alarak devreyi tamamladık.

Ancak bütün bunların varlığı yeterli değildir. Bu elmanın midede, bağırsaklarda sindirilmesi, kana karışması, hücrelere gitmesi ve hücrelerde gerekli yerde kullanılması, artıkların değişik yollardan dışarıya atılması gerekmektedir. Bedenimizde genellikle bu olaylar bizim için bilinçsiz olarak oluşmaktadır.

İnsanda varolan 'ünsiyet melekesi' işte bu merhalede devreye girmekte ve fonksiyonunu icra etmektedir.

Asıl Allah'ın rahmeti bundan sonra başlamaktadır.

Toplulukların da aynen insan gibi ürettikleri ürünleri ve hizmetleri paylaşmaları ve yerli yerinde kullanmaları gerekmektedir.

Din, ne yapılacağına;

İlim, nasıl yapılacağına;

Meslek, kimin yapacağına;

İdare de kimin yararlanacağına,

yani ürünün nasıl bölüşüleceğine karar veren ve bunları düzenleyen mekanizmalardır.

Toplulukta Allah'ın rahmeti olarak tecelli etmektedir.

 

SONUÇ OLARAK

Genellikle, üretim kollektif olarak yapılmakta, tüketim de ferdi olarak ayrı ayrı gerçekleşmektedir. Böylece hem birlik sağlanmakta, birliğin nimetlerinden yararlanılmakta, hem de insanların serbestliği ve hürriyetleri korunmaktadır.

Allah'ın rahmeti böylece her iki yönüyle tecelli etmektedir.

Hâsılı, kâinatın tüm düzeni gibi, insanın fert olarak varlığı gibi, topluluklar da Allah'ın rahmetinden ibaret olup; 'Besmele' ile bunlar hatırlanmakta ve taahhüt edilerek faaliyete geçilmektedir.

 

 

 

bölüm

 

ARAP DİLİNİN ÖZELLİKLERİ

 

Cümlede bir kelimeyi tavsif ederken birden fazla sıfatlar da kullanılabilmektedir. "Yaşlı büyük ağaç" dediğimiz zaman, iki sıfatı birden kullanmış oluruz. Böylece varlık değişik yönleriyle tavsif edilmiş olur.

Arapçada sıfatlar arasında bazen V harfi kullanılır, bazen kullanılmaz. Türkçede de "yaşlı ve büyük ağaç" diyebiliriz. Türkçedeki V harfi Arapçadan geçmedir. Bundan dolayıdır ki, bu husustaki kural henüz Türk dili içinde bir anlama sahip değildir. Oysa Arapçada sıfatlar arasında V'nin gelmesi önemli bir noktaya işaret eder.

Eğer sıfatlar arasında bir ilgi varsa, o zaman V harfi kullanılmaz. İttisalin kemalinden dolayı terk edilir. Sıfatlar arasında hiçbir ilişki yoksa, infisalin kemalinden dolayı terk edilir. İki sıfat arasında ilişki olmakla beraber, ilişki tam değilse V harfi kullanılır.

"Büyük ve yaşlı ağaç" demek uygundur. Ama "yaşlı ve sert ağaç" demek uygun değildir. Çünkü aralarında bir ilişki yoktur. "Yaşlı ve çürük ağaç" demek de uygun değildir. Çünkü yaşlılıkla çürüklük arasında büyük bir yakınlık ilişkisi vardır.

'Besmele'de iki sıfat kullanılmıştır. Birincisi 'rahman', ikincisi 'rahim' sıfatıdır. Bu iki sıfat arasında çok yakın bir ilişki olduğundan aralarında V harfi kullanılmamıştır. Aralarında çok yakın bir ilişki olduğuna, iki sıfatın aynı kökten gelmiş olması delalet etmektedir.

Her dilde olduğu gibi  Arapçada da bazen kelimeler, bazen cümleler tekrar edilir. Bu tekrar ya önemi belirtmek için veya tahsis için yapılır.

"Ahmet geldi Ahmet" dediğimizde, ya Ahmed'in gelip başkasının gelmediğini ifade ederiz veya beklediğimiz Ahmed'in gelmiş olduğunu vurgu ile duyurmuş oluruz.

'Rahman' ve 'rahim' sıfatlarının her ikisinin de sıfat-ı müşebbehe olması ve 'rahmet' kökünden gelmiş olması, bize bu sıfatların birer tekrarı mahiyetinde olduğunu gösterir. Yani Allah'ın rahmet sıfatı te'kid edilmektedir. 'Besmele'de 'rahmet sıfatı'nın tekrarı tahsis için veya te'kid için olabilir.

"Ben Allah'ın rahmet sıfatına dayanarak okuyorum veya yapıyorum, başka sıfatlarına değil". Başka bir ifade ile; "Allah'ın bütün sıfatlarının rahmet olduğunu" ifade etmiş oluyorum. Yani, başka sıfatları nefyediyorum. Veya sadece te'kid için diğer sıfatları da var kabul ederek benim 'rahmet sıfatı' ile tezahür ettiğimi anlatmış olurum. Allah'ın sıfatları ne kendisinin aynıdır, ne de gayrıdır. Bu ikilik Allah'ın 'rahman sıfatı'nı te'kid etmekte ifadesini bulur.

Sıfatlar marifeye sıfatsa marife olacağından 'er-Rahim'deki harfi tarif 'er-Rahman'daki harf-i tarifin benzeridir. Bununla beraber bu harf-i tarif doğrudan doğruya Allah'ı veya O'nun ismini tarif etmiş olabileceği gibi; 'er-Rahman'daki 'EL'in tekrarı da olabilir. Tekrar olarak ele aldığımızda sadece şiddetlenmeyi kasdetmiş olup herhangi yeni bir mana düşünülmemiş olur. Tekrar yerine yeniden onlardan birini isim veya 'Allah' kelimelerini 'rahmet sıfatı'ndan tanımlanmış olur.

Bir yere ayrı iple ama kalın iple iki varlık bağlanabildiği gibi; ayrı ayrı iplerle de bağlanmış olabilir. İkisi arasındaki fark, bunların ayrı ayrı iple bağlanmış olmaları hâlinde serbestçe hareket edebilmeleridir. Oysa tek iple bağlı iseler ikisinin birden hareket etmeleri ve ipin kopması hâlinde ikisinin birden ayrılmaları sözkonusudur.

Bunlar anlatılırken, 'rahman' ve 'rahim'deki 'EL' harflerini ayrı ayrı veya birlikte değerlendirmelerin nasıl olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Soru şudur: "Allah bir yerde rahman sıfatı ile tecelli ederken acaba rahim sıfatı ile tecelli etmemesi mümkün mü, bunlar birbirinden ayrılabilir mi; yoksa nerede rahman sıfatı varsa orada rahim sıfatı da var mıdır ?"

Rahmet sıfatlarının bu şekilde değerlendirilmesini daha iyi yapabilmemiz için bu iki sıfatın dil yapısı bakımından incelenmesi gerekmektedir.

 

 

 

bölüm

 

 

SIFATLARIN TECELLİ ETMESİ

 

 

İKİ SIFATIN ÖZELLİKLERİ

 

'Rahim sıfatı', 'rahman' gibi sıfat-ı müşebbehedir. Sürekli olarak kendisinde rahmet bulunan kimselere sıfat olabilmektedir. Ancak 'fe'lan' kalıbı ile 'fe'il' kalıbı arasında şöyle bir fark vardır. 'Fe'lan', sadece ism-i faillerin sıfatı olduğu halde, 'fe'il' hem ism-i failin hem de ism-i mef'ulun sıfatı olabilir.

Meselâ, 'katil' dediğimizde 'öldüren' anlamına geldiği gibi, 'öldürülen' anlamına da gelebilir. 'Rahim' dediğimiz zaman da hem 'rahmet eden' anlamına hem de 'rahmet edilen' anlamına gelmektedir. Bu itibarla 'rahman sıfatı' yalnız Allah için kullanıldığı halde, 'rahim sıfatı' insanlar için de kullanılabilmektedir.

Burada Allah'ın sıfatları olarak hem 'rahman' hem 'rahim' olarak birlikte kullanılmıştır. Burada te'kid ve tahsis sözkonusu olmakla birlikte, sıfatların ayrı kalıplarda kullanılmasında da hikmet vardır.

Allah hem 'rahman'dır, hem 'rahim'dir.

Bir anne - babanın çocukları büyütmek için gösterdikleri gayret, Allah'ın rahman sıfatının tecellisidir. Anne - baba burada çocuklarına herhangi bir fark gözetmeksizin ve onlardan bir karşılık beklemeksizin rahmet etmektedir. Nitekim Allah da kâinatta bütün varlıklara bu şekilde rahmet edip, rahman sıfatı ile tecelli etmektedir.

Bir fabrikada işveren ile işçiler arasında bir çıkar paralelliği vardır. İşveren işçi çalıştırmakta ve üretim yapıp kâr etmektedir. İşçi de iş bulmakta ve emeğini değerlendirerek yaşamını sürdürmektedir. Buradaki uygulamada açıkça görülüyor ki; işveren de işçi de rahmet içindedir. İlâhi düzen her iki tarafa rahmet sıfatı ile tecelli etmiştir.

Ancak burada 'rahman'da olduğu gibi bir rahmet yerine, iki tarafın da karşılıklı olarak çalışması sonunda bir rahmet doğmaktadır. Rahmet emeğe karşı olmaktadır. Allah burada 'rahim sıfatı' ile tecelli etmiştir.

Bir yerde işsiz insanların bulunduğunu ve kârlı olmamakla beraber orada bir fabrikanın kurulup işsizlere iş temin edildiğini düşünelim. Bu durumdan dolayı burada kurulan fabrika kâr amacı gütmemektedir. Yani burada karşılık beklemeden rahmet edilmiştir. Bununla beraber, oraya yapılan destek bir yardım değildir. Çünkü fabrikada çalışmayanlara ve emek sarf etmeyenlere herhangi bir şey verilmeyecektir. Sadece insanların iş bulabilmeleri bakımından bir rahmettir. İşte Allah'ın bilhassa insanlar üzerindeki tecellisi aynı zamanda böyle bir rahmettir.

Allah bu kâinatı biz çalışıp yaşayalım diye var etmiştir. Adeta işsiz insanlara iş temin etmek için bu nizamı kurmuştur. Böylece 'rahim sıfatı' ile tecelli etmiştir.

İnsanlar kendi gayretleri olmaksızın Allah'ın rahmeti ile hayatlarını sürdürürler. Ayrıca kendileri çalışarak bu kâinatın bir işçisi olarak ücreti istihkak ederler. Böylece insanoğlu da adeta tanrı gibi yapıcı hâle gelebilmektedir. İşçilerin fabrikada üretim yaptıkları gibi insanlar da kâinatta çalışarak üretim yapmaktadırlar. Allah da bu çalışmaların karşılığını vermektedir.

Bu karşılığını verme sıfatının tam adil olarak tecelli edebilmesi için insanların yaptıklarını muhasebe eden, borç ve alacaklarını tasfiye eden bir hesaplaşma gününe ihtiyaç vardır. Eğer böyle bir gün olmasa Allah'ın rahim sıfatı tamamlanmış olmaz. İnsanların bir kısmı zulme uğramış olur.

O halde; Allah'ın 'rahim sıfatı'na inanmak Âhirete inanmak demektir. Herkesin yaptığının karşılığını mutlaka göreceğini ve hakkının zayi olmayacağını kabul etmesi demektir. Bu suretle insan rahmet denizi içine dalmış olarak görevlerini yapmaya gayret edecek ve karşılığını Dünya ve Âhirette Allah'tan bekleyecektir.

"Rahman ve rahim Allah'ın ismiyle" derken, bütün bunların içinde bulunduğunu ve buna göre hareket etmekte olduğunu kabul ve ikrar etmek demektir. İşte bu dört kelime bizim tüm dünyamızı düzenleyen bir mananın ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 

İNSANDA TECELLİ ETMESİ

 

İnsan, Allah'ın 'rahman sıfatı' ile tecellisi olduğu gibi, 'rahim sıfatı' ile de tecellisidir.

Kâinat içinde bilhassa Ademoğlu olarak yeryüzünde diğer canlılara, insana, çevreye ve topluluğa karşı görevlerini yerine getirirken, haklarını kullanırken; 'rahman sıfatı' yanında 'rahim sıfatı'nı da yaşatması gerekmektedir. Bunun anlamı, iyi insanlarla kötü insanları, çalışkanlarla tembelleri bir tutmamaktır. Kendisi de hareketlerini yaparken iyilik veya kötülük yapmasına göre, çalışkan veya tembel olmasına göre, gerek kâinat içinde, gerekse topluluk içinde farklı durumlarla karşılaşacağını bilmesidir.

Allah, insanları var etmeden önce diğer canlıları var etmiştir. O canlıların iradeleri yoktur. Kendilerine verilmiş olan görevleri kendi iradeleri dışında gerektiği gibi yapmaktadırlar. Dolayısıyla, Allah'ın onlar üzerindeki tecellisi 'rahman sıfatı' iledir.

Oysa insan kendi iradesini kullanabilmekte, iyilik veya kötülük yapabilmektedir. Doğru söyleyebildiği gibi, söyledikleri yalan da olabilmektedir. Kendi nefsine ve varlığına yararlı olabildiği gibi, zararlı da olabilmektedir. Bulunduğu toplulukta ve çevrede dengenin kurulmasına hizmet ettiği kadar, dengenin bozulmasına da sebep olabilmektedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran bu özellik, insana diğer canlılardan farklı bir yer sağlamıştır.

İnsan bu sayede kendi iradesi ile diğer canlılardan farklı olarak onların üstüne çıkmakta ve Allah'ın dışında en üstün varlık olabilmektedir. Buna karşılık yine kendi iradesi ile dengeyi bozabilmekte, kötülükler yapabilmekte, dolayısıyla diğer canlıların en aşağısında yer alabilmektedir. İşte 'rahim sıfatı' insanlara da bütün canlılara olduğu gibi eşit değil de farklı bakan bir sıfattır. İyilerle kötüleri bir tutmayan, üstün varlıklarla aşağı varlıkları birbirinden ayırarak onlara farklı muamele yapma esasıdır.

Biz fert olarak, davranışlarımızda aşağılara düşmemek, yukarılara çıkabilmek için kendi hayatımızı ona göre düzenlemek durumundayız. Bize bu yukarıya çıkma yollarını yani iyi insan olma özelliklerini kazandıran araç imandır. Yani, her şeyden önce biz iyi olmak, üstün insan olmak, diğer canlılardan farklı olarak Allah'ın hilafet görevini yerine getirmek azmi ve kararında olmalıyız. Aşağılara düşmemek, görevini yapmayan asi insan durumuna düşmemek azim ve kararında olmalıyız.

Bu karar 'iman'dır.

Bu kararı kabul eden 'mü'min'dir.

Unutmamak gerekir ki; iman, iyiliği kötülüğe, doğruyu yalana, faydayı zarara, adaleti zulme tercih etme ve bunun çabasını göstermeyi benimsemekten ibarettir. İman edenler kurtulmuş, küfredenler ise helâk olmuş olacaklardır.

Bu durum Allah'ın 'rahim sıfatı'nın gereğidir.

"Rahim Allah'ın ismine" derken bunu hatırlamış oluruz.

Kurtuluş için iman yeterli değildir. İmanın gereği olan amelleri yapabilmek için 'ilm'e ihtiyaç vardır. İlmin kaynağı ise 'akıl' ve 'nakil'dir.

Akıl, kendi müşahedemiz, araştırmamız ve buluşlarımızla hakkın ne olduğunu ortaya koymaktır. Görevlerimizi ve haklarımızı bilebilmektir.

Bununla beraber, insan ömrü bunları kendi aklıyla bulup ortaya koymaya yeterli değildir. Başkalarının deneyimlerinden ve bilgilerinden yararlanmak gerekmektedir. Buna da 'nakil' diyoruz.

Aklı ve nakli birlikte değerlendirmek suretiyle insan kendi yüceliğinin yollarını bulabilmektedir.

Kur'ân, baştan yaptığımız varsayıma göre Allah'ın insanlara doğru yolu göstermesi, hakkı öğretmesi için vahyettiği bir kitaptır. Aklımızla birlikte bu kitabı okuyup anlamaya çalıştığımız ve aklımızla değerlendirdiğimiz zaman, bizim ne yapmamız gerektiğini bize tam olarak gösterecektir. Böylece Allah'ın 'rahim sıfatı' ile tecellisinde insana en büyük yardımcı olacaktır.

İnsanların kendi akılları ile hakkı bulmaları mümkün olabilir. Ne var ki, diğer insanlarla uyum içinde olabilmek ve tüm olarak hakkın içinde bulunabilmek için onlarla paylaşılan ortak ölçülerin bulunması gerekir. İlk insanlar, kendi karışlarını esas alarak uzunluklarını ölçmüşlerdir. Ama bu, birbirleriyle alışverişte yeterli olamamıştır. Bunun için ortak bir uzunluk ölçüsünü ortaya koymak, arşın ve metre gibi ölçü birimlerini bulmak zorunda kalmışlardır.

İnsanların da kâinatı kendi görev ve hakları içinde değerlendirebilmek için ortak ölçülere ihtiyaçları vardır. Bu ortak ölçüler, semavi kitaplardır, dini kitaplardır.

Bunların içinde bozulmadan bize kadar gelmiş ve tek metin hâlinde bulunan Kur'ân, bu özelliklere sahip olan yegâne kitap olarak, insanlığın geçmişi ve geleceğiyle, doğusu ve batısıyla ortak metindir ve ortak ölçüler birimidir. Bu da Allah'ın 'rahim sıfatı' ile tecellisidir. Buna uyanlar kurtulacak, uymayanlar ise sonunda helâk olacaklardır.

İşte her surenin başında bulunan ve her Kur'ân okunmasından önce Müslümanların tekrar ettiği 'rahim sıfatı', aynı zamanda Kur'ân'ın bu özelliğini de ifade etmektedir.

 

 

TOPLULUKTA TECELLİ ETMESİ

 

Topluluk, sağladığı bir çok yararlardan dolayı rahmettir.

Ancak topluluğun varlığını sürdürebilmesi için fertlerden bir kısmının topululuğu yaşatmak için çalışmaları gerekmektedir. Ancak bu sayede topluluk varlığını sürdürebilir. Bu çalışma, topluluğa bir şeyler verme şeklinde olur. Böylece oluşan değerler sonra çalışsın çalışmasın topluluklar arasında bölüşülünce, Allah'ın 'rahman sıfatı' tecelli eder.

Eğer bu bölüşmede çalışanlar ile çalışmayanlar eşit tutulacak olurlarsa, iradesiyle faaliyet gösteren insanların hemen hepsi çalışmaz hâle gelir ve dağıtılacak rahmet kalmaz. Kalsa bile çalışan ile çalışmayanı, iyi ile kötüyü eşit tutmak adaletsizliktir. Rahmete münafidir.

İşte bu şekilde 'rahim sıfatı' toplulukta çalışanlara çalışmayanlara nisbetle daha fazla rahmetten yararlandırma demektir. 'Rahim sıfatı', çalışma şöyle dursun, çalışanların ürettiği rahmeti bozanlara veya mani olanlara karşı ceza yoluyla rahmeti korumaktır. Dolaysıyla rahmettir.

Topluluk düzeni 'rahman sıfatı'nın tecellisi için vardır. Topluluk düzeni 'rahim sıfatı' ile tecelli eder. Yani 'rahman sıfatı' 'lehu'daki 'lam'ın tecellisidir. 'Rahim sıfatı' ise 'billah'daki 'ba'nın tecellisidir. Biri gaye, diğeri araçtır. Ama yine rahmet olarak araç.

Bir çölde su bulabilmek için bir çok çalışan insanın bir araya gelerek kuyu açmaları gerekir. Tek başına insan kuyu açamaz. İşte bu bir araya gelme sayesinde kuyunun açılması olayı bir rahmettir. Ayrı ayrı kuyu açsalardı aynı emeklerini sarf edeceklerdi. Ama yararlanmaları açısından bir kuyu ile çok kuyu arasında fark olmayacaktı. İşte böylece bir araya gelme emeksiz bir çok rahmetten yararlanma demektir. Bu arada kuyu açılmasında emeği geçmeyen ve çalışmayan kimselerin de kuyudan yararlanmaları, kuyu açan kimselerin yararlanmalarına bir eksiklik meydana getirmemektedir. Böylece kuyunun suyu, çalışsınlar çalışmasınlar herkesin yararlandığı Allah'ın rahmeti olmakta, diğer taraftan çalışanlara da rahmet olmaktadır.

Burada çalışanlara öncelik tanıyabiliriz. Böylece çalışanlarla çalışmayanlar birbirlerinden rahmetten yararlanma bakımından ayrılmış olurlar. Özel mülkiyet kavramı buradan çıkmaktadır.

Demek ki, kamu mülkiyeti şuyuiyyet, özel mülkiyet Allah'ın rahman sıfatının tecellisi, kapitalizm de Allah'ın rahim sıfatının tecellisidir. Biri üretim, diğeri tüketimdir. Üretim olmadan tüketim olamayacağına, tüketilmeyen bir üretimin de düşünülmeyeceğine göre, bu iki sıfatın tecellisi bir kumaşın iç ve dış yüzü gibidir. Farklıdır ama birbirinden ayrı değildir.

İlk bakışta önce üretmek sonra tüketmek sözkonusu olduğundan, önce rahim sıfatı sonra rahman sıfatının tecelli etmesi gerekir. Ortak üretmezsek neyi paylaşacağız. Önce Allah'ın rahim sıfatının tecelli edip ürünün meydana gelmesi, sonra onun bölüşülmesi gerekmez mi? Oysa burada rahman sıfatı rahim sıfatından önce getirilmiştir.

İnsanlar için eğer tanrı olmasaydı, insanlar kendi kendilerine yaratılmış olup topluluğu oluştursaydılar, böylece rahmet sıfatı ortaya çıksaydı, rahim sıfatı önce olurdu. Ama bu mümkün değildir. Önce çocuk doğacak, büyüyecek, iş yapacak hâle gelecek, sonra iş yapacaktır. Dolayısıyla önce rahman sıfatı ile tecelli edecek ki sonra o yetişkinler üretebilsinler. İşte bu düşünce bile Allah'ın varlığını ve rahmetinin her şeyi kapladığını izah etmeye yeterlidir.

"Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?" sözünde, tavuksuz yumurta civciv olamadığına göre, tavuktan yumurta çıkar. Ama tavuk nereden çıkar? O da yumurtadan çıkar. Öyleyse ne nerden çıkmıştır?

Bütün yaratılışın izahı bu sorunun  cevabına bağlıdır. Allah olmadan, yani önce rahman sıfatı ile tecelli etmeden rahim sıfatı ile tecelli edemez.

Eskiden kâinatın başlangıcının olmadığını, dolayısıyla hep böyle onun ondan, onun ondan çıkıp geldiklerini varsaymak istemişlerdir. Karşı iddialar da, makul gelmemekle beraber bu iddiayı çürütememişlerdir. Ne var ki, bu kendi kendine oluş teorisine dayanan ve bunu ispatlamak için ortaya çıkan deney ilimleri kesin olarak aksi sonuca varmıştır. Bir zamanlar, fazla değil, birkaç milyar yıl önce hatta belki milyon yıl önce yeryüzünde canlıdan eser olmadığını biliyoruz. Hattâ bugün daha fazlasını da biliyoruz. On milyar yıl önce kâinat yoktu. Zaman yoktu, mekân yoktu. Sonra büyük patlama oldu, zamanla oluşarak bugünkü yaşanacak yeryüzü oluştu, canlılar meydana geldi, insan var edildi. İnsan varolalı, yüz bin yıl geçmemiştir. Kemiklerin üzerinde veya mağaralarda yapılan araştırmalar, bugünkü insanın varolmasının üzerinden elli bin yıla yakın bir zamanın geçtiğini göstermektedir.

Bütün bunlar, 'rahman sıfatı'nın 'rahim sıfatı'ndan önce tecelli etmekte olduğunu kesin olarak kanıtlamaktadır.

İşte biz topluluğu oluştururken tarihin gelişi içinde bizden öncekilerin mirasçısı olduğumuzu, onların ürünlerini paylaşarak bugün çalışıp ürün verecek hâle geldiğimizi, görevimizin bizden sonra gelenlere nakletmekten ibaret olduğunu, böylece bizim de bu arada yaşama imkânlarına ulaşmakta bulunduğumuzu bilmek ve bu bilinç ile sosyal yapımızı oluşturmak zorundayız. Şimdi sahip bulunduğumuz özel veya kamu imkânları bizim ürettiklerimiz değildir. Bizden öncekilerden bize kalan mirastır, bize emanettir. Biz onlardan yararlanmak, fakat mirası biraz daha zenginleştirerek bizden sonrakilere aktarmak durumundayız. "Bu benimdir, istediğim gibi kullanırım!" mantığı, rahman ve rahim sıfatında yoktur.

Aynı mantık bedenimiz için de geçerlidir. Gözümüzü, kulağımızı, kolumuzu veya herhangi bir uzvumuzu kullanırken, onların bize emanet olduğunu, dolayısıyla onları bizim icat etmediğimizi bilmek, onu korumak ve onları yerlerinde kullanmak zorundayız.

İşte biz her işin başında 'Besmele' söylerken, bu anlayışın içinde olduğumuzu ifade etmiş ve bunu belirtmiş oluruz. "Beden benim değil mi? İstersem zehir içer o bedeni yok ederim!" diyen insan küfürdedir, şaşkındır. Bu tutum ve davranışı ile delilerin bile kabul etmeyeceği bir mantığa sahip bulunmaktadır.

 

 

İŞÇİ - İŞVEREN MÜNASEBETLERİNDE TECELLİ

 

Bir işyerinin bir işçiyi çalıştırırken ücret vermesine benzettiğimiz Allah'ın 'rahim sıfatı'nın işverenden farkı, işverenin buna muhtaç olmaması şeklinde ortaya konabilir. Diyelim ki, bir işveren makineye de yaptırabileceği bir işi, daha çok insanı çalıştırabilmek için elle yaptırmayı yani insan emeğini istihdam etmeyi tercih etmektedir. Çünkü bu işverenin gayesi, fabrikadan üretim yapıp kazanmak değil, oradaki insanlara iş bulabilmektir. Bugünkü sosyalizm anlayışında devlet bu görevi yüklenmiştir.

Bu yönüyle devlet, Allah'ın 'rahim sıfatı' ile tecellisidir.

Böylece bir topululukta insanlar çalışmakta ve verdiklerinden çok daha fazlasını alabilmekte, bunlarla kendi ihtiyaçlarını giderdikleri gibi, çalışamayan insanların da rahman sıfatı ile ihtiyaçları giderilmektedir.

Öyleyse devlet, 'çalıştıran ve yaşatan' veya 'yaşatan ve çalıştıran' bir kuruluştur.

Rahman sıfatını 'yaşatan' olarak, rahim sıfatını da 'çalıştıran' olarak Türkçeye aktarabiliriz.

'Yaşatan' deyince, çalışsın çalışmasın herkese hayat hakkını bahşeden Allah demek olduğu gibi; 'çalıştıran' da kendi emekleriyle daha fazla Allah'ın rahmetinden yararlanma imkânını ifade eder.

Şimdi karşılık nasıl verilecektir? Mantıki olarak karşılık üç şekilde gerçekleşebilir:

1. Önce ücret verilir, sonra çalıştırılır.

2. Veya, önce çalıştırılır, sonra ücret verilir.

3. Üçüncü şık ise, çalıştırırken ücret vermedir.

Hayvanlarda bu üçüncü şık uygulanmaktadır. Hayvan otlarken karnını da doyurmaktadır.

Oysa insan şimdi çalışmakta ve ilerde almaktadır veya şimdi almakta ileride  çalışmaktadır. Asıl Allah'ın 'rahim sıfatı' böylece tecelli etmektedir.

Peşin yapılan alışverişler takas şeklinde düşünülebilir. Fazla kârlı görünmeyebilir.

İnsan, doğumun ardından gelişmiş hâle gelinceye kadar çalışmadan yaşamaktadır. Böylece önceden almaktadır. Geliştiği zaman ise bu önceden aldığına karşılık çalışmaktadır. Yani borcunu ödemektedir. Bu şekilde düşünebildiğimiz gibi ayrıca daha farklı bir şekilde de düşünebiliriz. Gelişmiş insan, önce çalışmakta ve çocukları büyütmektedir. Sonradan yaşlandığında çocukları ona bakmaktadır. Böylece önceden vermekte, daha sonra almaktadır. İşte bu topluluk düzeninde, hem önceden verme hem önceden alma sistemi birlikte bulunmaktadır.

Bir fabrika sahibi işçilerine önceden ücretlerini vermektedir. Bu durum yeryüzünde Allah'ın 'rahman sıfatı'nın tecellisine benzemektedir. Daha sonra fazla üretim yapan ve iyi çalışan kimselere ayrıca ikramiye vermektedir. Bu durum da, Allah'ın 'rahim sıfatı' ile tecellisine benzemektedir.

Demek ki, toplulukta öyle bir düzen oluşmalıdır ki, orada herkes önce yaşaması için gerekli ücreti -çalışsın veya çalışmasın- almalı ama daha sonra çalışanlara daha fazla karşılık verilmeli veya tembellik yapanlardan sonra ücretleri kısılmalı, bu tembellik durumu ikinci avanslarda etkisini yapmalıdır.

Bu uygulama hukuk düzeni için de aynı anlamı taşır. Yani biz insanları topluluk içinde önce tamamen serbest bırakıyoruz. En ağır suç olan adam öldürmeye bile müsaade ediyoruz. Hiç kimsenin elinden silahı almıyoruz, elini kolunu bağlamıyoruz; ama suç işlediği zaman da cezasını veriyoruz. Öldüreni öldürüyoruz. Bu durum, Allah'ın 'rahim sıfatı' ile tecellisinin sonucudur.

Böylece herkes cezasına katlanmayı göze almak kaydıyla tam hür bulunmaktadır. İnsana sağlanan hürriyet bir rahmettir. Günümüz Batı dünyasında buna 'hukuk düzeni' denmektedir.

"Rahman ve rahim olan Allah'ın ismiyle" derken, 'hukuk düzeni içinde çalıştırma ve yaşama imkânlarını sağlayan devletin mevzuatına uygun olarak hareket etmeyi taahhüt ediyorum' demektir. Fatiha'da bu durum; "Yalnız Sana çalışırız ve karşılığını da yalnız Senden isteriz" şeklinde ifade edilmiştir. Yani, rahim ve rahman sıfatının yeryüzünde tecellisi aynı zamanda insanları eşitlik içinde hür hâle getirmiştir. Herkes istediğini yapacak ve yaptıklarına göre karşılığını alabilecektir.

Allah'ın rahmeti, sosyal ilişkilerde ve iktisadi ilişkilerde de doğmaktadır.

Sosyal ilişkiler, bedenler yani insanlar arası ilişkilerdir. Karı ile koca arasındaki ilişki, anne ile çocuk arasındaki ilişki, doktor ile hasta arasındaki ilişki, berber ile kişiler arasındaki ilişki sosyal ilişkidir.

Buna mukabil insanların bir eşya aracılığı ile kurmuş oldukları ilişkiye ekonomik ilişki diyoruz. Bir adama bir şey satmak, miras bırakmak veya bir iş yapıp ona üretimde bulunmak ekonomik ilişkilerdir.

Bunlardan bir kısmının karşılığı ölçülememektedir. Meselâ, birbirini seven insanların, anne ile çocuk arasındaki ilişkinin bir ölçüsü yoktur. Ama bir çok ilişkilerin ise bedeli para ile takdir edilebilmektedir. İşte bu para ile takdir edilebilen tüm değerlere ekonomik gözüyle bakanlar vardır. Berberin tıraşını sosyal ilişki değil de ekonomik ilişki olarak görenler vardır.

Gerçek olan şudur ki; insanlar başta daha çok sosyal varlık iken, gittikçe ekonomik varlığa dönüşmektedir. Bedenli ilişkilerden bedensiz ilişkilere doğru gidilmektedir. Yani 'rahman sıfatı'ndan 'rahim sıfatı'na doğru bir kayış vardır. Bir tür insanın daha çok kendi emeği ile hak kazanmaya doğru bir meyil görülmektedir.

Bu durum insanın maddileşmesini doğurmaktadır ki; 'rahim sıfatı'nın 'rahman sıfatı'ndan önceye alınması şekli Allah'ın tabii nizamına karşı bir yönelme mahiyetini alabilir. Bu itibarla gerek ferdin hayatı gerek topluluğun düzeni tesis edilirken bu tehlikeli kayışı frenlemek gerekmektedir. Meselâ, sigorta uygulaması böyle bir dejenerasyondur. Herkesin para mukabilinde kendi hayatını kendisinin sürdürebilmesi, yaşlanan insanların çocuklarıyla ve torunlarıyla bir arada bulunma zorunluluğunu ortadan kaldırmış ve insanların en yakınları ile olan sosyal ilişkilerini bile zedelemiştir.

 

 

TRAFİK KAİDELERİNDE TECELLİ

 

Bir arabaya binip trafik kaidelerine uymak şartıyla yolculuğumuza devam edersek, istediğimiz yere beklediğimiz zaman içinde ulaşmış oluruz. Hedefe ulaşmak rahmettir. Bedeli ise trafik kurallarına uymaktır. Böylece burada da Allah 'rahim sıfatı' ile tecelli etmiştir.

Trafik kurallarına uymadığınız takdirde felaketle karşılaşabilirsiniz. İşte bu anlayıştan yola çıkarak diyebiliriz ki; Allah'ın esması kâinatın trafik kurallarıdır. Onlara uyulduğu takdirde istediğimiz ve beklediğimiz hedeflere ulaşmış oluruz. Esmanın kurallarına uyulmazsa, Allah 'rahim sıfatı' ile tecelli ettiğinde uymayanlar için 'rahmet' bir ceza olarak 'gazab'a dönüşmüş olur.

Trafik kurallarına uyulduğu takdirde, bu kurallara uymanın bedeli olarak bütün insanlığa ve özellikle o kurallar içinde yaşayan insanlara rahmet yağmaktadır. Bu kurallara uyulmadığı takdirde de, kurallara uyanlarla uymayanlar arasında fark olsun diye, Allah'ın 'rahim sıfatı'nın da tecellisi ile 'gazap' ortaya çıkmaktadır.

Susamış bir insan için su rahmettir. Ama bu rahmetten yararlanmak için suyu içmek gerekir. Susamış olduğu hâlde su içmeyen kimse azap içinde olur. Bu suyun rahmet olmamasından değil, içmeyenin bu rahmetten yararlanmamasından dolayı ileri geliyor. Allah'ın esmasının tümü rahmettir. Rahmetin gazaba dönüşmesi ise ondan yararlanmak istenilmemesinden kaynaklanmaktadır.

 

 

AİLE HAYATINDA TECELLİ

 

Allah insanları erkek ve kadın olmak üzere iki cins olarak yaratmıştır. Bunları birbirine muhtaç etmiş ve aralarına sevgi ve arzu koymuştur. Evlilik dışı münasebetleri yasaklamış ve onları aralarında ikili birleşmeye zorlamıştır. Bu birleşme, birbirlerini tamamladığından büyük rahmet olmuştur.

Bir taraftan kadın fıtratına uygun olarak kendisi için yapması kolay ve tabii olan çocuk doğurma ve büyütme işleriyle ev ve temizlik işlerini yürütürken; diğer taraftan erkek, yaradılışına uygunluğu sebebiyle kendisi için kolay ve yeterliliği bulunan üretim yapma ve savunma işlerini yüklenmiş olur.

Erkekler, kendi görevlerini kolay ve rahat yapabilmek için birlikler oluştururlar. Topluluklar kurarlar. Bu yapı toplu üretim ve savunmayı ortaya çıkarır. Aşiretler, kabileler, iller ve devletler meydana gelir. Böylece oluşan aile ve insanlık toplulukları, rahmet içinde yaşadıkları gibi, kendilerinden sonra gelen nesilleri de sağlıklı bir şekilde meydana getirirler.

Bir taraftan kadın ve erkek arasındaki iş bölümü, diğer taraftan erkeklerin oluşturduğu topluluklardaki iş bölümü sayesinde, yaşamada ve çalışmada verimlilik artar ve rahmet üzerine rahmet olur. Kur'ân bu birlik ve işbölümünden doğan artışa 'fazl' demektedir.

Ayrıca çocuklar ile büyükler arasında, olgunlar ile yaşlılar arasında da bir dayanışma ortaya çıkmaktadır. Çocuklar büyükler tarafından yetiştirilip büyütülmekte, böylece onlar için rahmet olmaktadır. Diğer taraftan yaşlılar da olgunlar tarafından bakılmakta, bu durum onlara da rahmet olmaktadır. Olgunlar ise eskiden çocuktular ve büyütüldüler, şimdi borçlarını ödemektedirler. İleride yaşlanacaklar ve çocukları onlara bakacaklar. Böylece geleceğe yatırım yapmaktadırlar. İlâhi nizam böyle kurulmuştur ve Allah'ın esması böyle tecelli ediyor.

Serbest cinsi ilişki yasağına riayet edilmediği zaman evlilik müessesesi çöker. Aile bağları zayıflar ve aile fertleri arasındaki sevgi ortadan kalkar.Aileyi oluşturan erkek ve kadınlar huzursuzluk içinde hayatlarını geçirmeye başlarlar. Bunun tabii bir sonucu olarak bir taraftan toplulukta nüfus azalması ile insanlık çöküşe gider; diğer taraftan tarihte sırasıyla ortaya çıkan frengi, zührevi hastalıklar ve son olarak AIDS gibi korkunç tehlikelerle karşı karşıya kalınır. Anne - babalar çocuk yapmak istemezler veya çocuk büyütmekten kaçınırlar. Olgunlar da anne ve babalarını yanlarında bulundurmak istemezler. Bir gün kendilerinin de yaşlanıp aynı durumda kalacaklarını hatırlamak istemezler.

İnsanların ihtiyaçlarını sadece maddi eksikliklerin giderilmesinden ibaret olduğunu zannedenler, sigortaya bel bağlamış ve aileye ihtiyaç olmadığını sanır olmuşlardır. Oysa insanların sevgiye olan ihtiyaçları, aile fertleri ile bir arada bulunmaya olan ihtiyaçları, en az havaya, suya, ekmeğe ve diğer gıdalara olan ihtiyaçları kadardır. Yaşlı bir insan, kendisini göçer görürken, yerine kendi torunlarının yetişmekte olduğunu gördükçe adeta kendi yaşlılığı ve ölümünü unutur hâle gelir. Yaşlılığın doğurduğu acılar ve sancılara karşı, onların neşe ve sevinçleriyle sıkıntılara dayanır hâle gelir. Ama yalnızlığa itilmiş, unutulmuş, ölüme terkedilmiş insanların ıstırabını her halde ancak o günlere gelip o hâle düşenler anlayabilir.

İşte Allah'ın 'rahim sıfatı' ile ailedeki tecellisini bilerek esmasının gereği ne ise ona göre hareket etmeyi taahhüt eden ve bunu aklından çıkarmayan insan, her işinde bunu hatırlamak için her işine başlarken 'Besmele' ile birliktedir. Bu rahmet esmasını öğreten Allah'ın kitabı Kur'ân ile arkadaştır. Bu insan Allah'ın kitabı Kur'ân'ı 'Besmele' ile okumaya başlamakta ve manalarını bu 'rahman ve rahim sıfatları'na göre anlamaya çalışmaktadır.

 

 

ÇALIŞMA HAYATINDA TECELLİ

 

Her canlı ayrı bir bütündür. Hücreleri de ayrı birer canlıdır. Canlıları iki gruba ayırabiliriz. Biri, tek başına yaşayan canlılar, diğeri de birlikte yaşayan canlılardır. Tek başına yaşayan canlı kendi ürettiğini kendi tüketmektedir. Bu tür canlıların yaşamaları ayrı ayrıdır. Birlikte yaşayan canlılar ise ortak üretim ve ortak tüketim yaparlar.

Her ikisi de Allah'ın rahman sıfatıyla tecellisidir.

İnsan ise, bunlardan farklı olarak ayrı ayrı üretip ayrı ayrı tüketme, ortak üretip ortak tüketme özelliklerinden herhangi birini taşıyabilir. Böylece Allah'ın rahman sıfatı kendisinde tecelli eder. İnsan, ilk yaratıldığında bu özellikte idi.

Bunun yanında insanda diğer canlılarda bulunmayan bir özellik daha vardır. Bu da ortak üretip bölüşerek ayrı ayrı tüketmedir. Ortak üretim yaparken, üretime yaptığı katkı nisbetinde bir pay belgesini almakta, sonra bu pay belgesi ile ortak üründen istediği malı alabilmektedir. Bu ortak belgeye 'para' denmektedir. Allah'ın insanlarda bu tarzdaki tecellisini 'rahim sıfatı' ifade etmektedir.

İnsan topluluk içinde kurulmuş bulunan düzende çalışmakta ve karşılığını 'ücret' olarak almaktadır. Buna karşılık elde edilen mallar mağazalarda teşhir edilmekte ve fiyatlandırılmaktadır. Ücret karşılığı olarak aldığı para ile mağazalara gitmekte ve mağazalardaki malları belirlenen fiyatları ile satın alabilmektedir. İnsanlık ilerledikçe bu değiştirme ekonomisine doğru gitmektedir. Bu onun gelişmesini sağlamaktadır. Bu mekanizmanın tümü Allah'ın rahmetidir ve Allah'ın bu sıfatla tecellisini 'rahim sıfatı' ifade etmektedir. Çünkü burada emek karşılığı rahmet vardır. Bundan dolayıdır ki biz, 'rahman sıfatı'nı 'yaşatan' diye Türkçeleştirmiştik; 'rahim sıfatı'nı da 'çalıştıran' olarak Türkçeleştiriyoruz.

Bu sistemde rahmet, herkesin ortak üretimde katkısı nisbetinde adil ücret alabilmesi, yani verdiğinin başkalarının verdikleri ile dengede olması, pazara gidip mal satın aldığında da adil fiyatla karşılaşması sayesinde gerçekleşmektedir.

İnsanlar, bu üretimi yaparken çalışmalarda gösterdikleri kabiliyet nedeniyle daha fazla üretim yapabilmektedirler. Dolayısıyla aldıkları ücret de fazla olmaktadır. Mağazalarda mal artmakta buna mukabil çalışanlarda da bu malı satın alacak güç yani para artmaktadır. Buna 'kâr' denir ve bu bir rahmettir.

Ama bazen mağazalarda mal artmadan kişilerin satın alma güçleri yani para artmış olabilir. Veya mağazada mallar azaldığı hâlde halkta satın alma gücü azalmayabilir. Veresiye satışları böyledir. Buna 'faiz' denir. Bu durumda faiz bir kandırmaca olacaktır. Halka satın alma gücü vereceksin, fakat bunun karşılığında satın alınabilecek yeteri kadar mal bulunmayacaktır. Bu durumu dengelemek için fiyatların artırılması cihetine gidilecektir. İşte böylece 'Allah'ın rahmeti' bir anda 'zahmet'e dönüşecek ve denge bozulacaktır.

Sosyal düzende, 'serbest cinsi ilişki yasağı' nasıl aile müessesesini oluşturuyor ve bu sayede beşeriyet huzur içinde oluyorsa; ekonomide de 'faizin gayr-i meşruluğu' ve faiz yerine 'kredileşme' ve 'selem' müesseselerin varlığı, iktisadi düzenin rahmet içerisinde düzenlenmesine sebep olmaktadır.

"Rahman ve rahim Allah'ın ismine" deyip yola çıkan insan, kendisini yaşama hayatında nasıl aile müessesesine bağlı görüyorsa; çalışma hayatında da faizsiz karz-ı hasenli bir iktisadi müessese içerisinde görüyor ve bunu taahhüt ediyor. Böylece 'mü'min' ve 'müslim' oluyor.

 

 

SES VE ELEKTRİK DALGALARINDA TECELLİ

 

Bir yerde mekân tuttuğumuz zaman hemen o mekânın çevresinde bulunan imkânlardan yararlanarak hayatımızı sürdürmeye başlarız. Suyumuzu, yiyeceğimizi, giyeceğimizi ve yapımızı çevredeki imkânlara göre ayarlarız. Bir imalât yapacak olursak, çevredeki hammaddeleri işleyecek şekilde imalâthaneler kurarız. Çevremizde şeker pancarı varsa şekeri pancardan yapacak fabrika kurarız. Eğer şeker kamışı varsa fabrikayı ona göre kurarız.

Vücudumuzdaki hücreler de vücuda gelmiş olan besinlere göre kendilerini ayarlarlar. Her hücre bir çok fabrikaları içine almaktadır. Değişik şekilde beslenen beden değişik yapıda oluşur. O maddelere ihtiyaç duymaya başlar. Hatta zararlı maddelerden korunmak için hücrelerde koruma tesisleri oluşturulur. Eğer zehirli maddeler gelmezse o tesisler boş kalacağından sıkıntı olur. Sigara ve diğer zehirlilere karşı olan alışkanlık ve bağımlılık böyledir.

İnsan vücudu, kimyasal maddeleri böyle alıp kullandığı gibi, ses dalgalarını da alıp ondan yararlanmayı bilmektedir. İnsan vücudundaki hücrelerin her biri içinde vücudumuzdaki kan gibi dolaşan bir akışkan madde vardır. Buna protoplazma denir. Bu akışlardaki tıkanıklığı gidermek için vücut hücre ses dalgalarından yararlanır. Bu yalnız insan hücresine ait bir özellik olmayıp bütün canlılar için sözkonusudur. Esasen rüzgârdan tutun da, öten kuşlar, cırcır böcekleri, kurbağalar ve benzeri diğer hayvanlar, çıkardıkları seslerle canlıların ses ihtiyaçlarını giderirler. İnsandaki müzik ihtiyacı da budur.

Seslerin yalnız mekanik tesirleri yoktur. Ayrıca bunlar duyu organları aracılığı ile elektrik dalgalarına dönüşmekte, beyin ve sinir sistemlerinde de elektrikî dalgalar meydana getirip onların da bu amaçla yararlanmalarını sağlanmaktadır. Birkaç kişinin bir araya gelerek belli ritimlerle aynı sesleri çıkarmaları vücut için ses ve elektrik dalgalarının oluşturduğu bir vasat meydana getirir. Hücreler bu vasattan yararlanarak hayatlarını sürdürürler.

Hücrelerin bu ses ve elektrik dalgaları vasatından yararlanabilmeleri için her zaman benzer ses ve elektrik dalgaları ile karşı karşıya kalmaları gerekir. Tanıdıkları, bildikleri bir ses ve elektrik dalga grubu olmalıdır ki o ses ve maddeleri kullanacak tesisleri oluştursunlar. İşte bu sebepledir ki her topluluğun kendine has müziği vardır ve o topluluklar o müzik türünden hoşlanırlar.

İnsan bilhassa ilk doğduğu zaman karşılaştığı seslerle kendi vücut yapısını düzenlemektedir. Dolayısıyla ilk duyduğu sesler hayat boyunca kendisi için tatlı gelen sesler olur. Çocuğun ağlaması da bu ses ihtiyacının karşılığıdır. Anne sesi ninni olarak çocukları bu sebeple uyutmaktadır. İnsana annesinin sesi bundan dolayı sevimli gelmektedir.

İşte ilk topluluklardan zamanımıza gelinceye kadar insanlar bir araya gelmiş ve ortak sesler çıkararak ibadetlerini ve ayinlerini yapmışlardır. Bu sayede oluşturdukları ortak ses ve elektrik dalgaları onların hücreleri için bir yaşama vasatını hazırlamıştır. Balıklar nasıl suda yaşıyorlarsa, biz nasıl havanın içinde ve belli sıcaklık içinde yaşıyorsak, hücrelerin de böyle zaman zaman oluşmuş ses vasatı içinde bulunmaları gerekmektedir. Beyindeki hücrelerin ve sinir sisteminin de benzer şekilde elektrik dalgalarının oluştuğu vasata ihtiyacı vardır.

Müslümanlar işte bu vasatı kendileri için oluşturmak maksadı ile gerek ayrı ayrı gerekse bir araya gelerek Allah'ın isimlerini tekrar etmek suretiyle ses ve elektrik armonilerini oluştururlar. "Bismillahirrahmanirrahim"de sekiz çeşit harf olduğu ve onaltı harfin bulunduğu, bunların mahreçlere göre belli bir düzende dağıldığı daha önce belirtilmişi. Böylece "Bismillahirrahmanirrahim" ideal müzik armonisini oluşturur.

Müslümanlar 'Besmele'nin manasını düşünmeseler bile, devamlı olarak her vesile ile bunu söylemek suretiyle kendi vücutlarının ses ve elektrik dalga ihtiyaçlarını gidermiş olurlar.

Esasen Fatiha Suresi'nde de, 'Besmele'nin harflerini yedi defa çoğaltmak suretiyle oluşturulmuş bir ses grubunu oluşturur. Müslümanlar her namazda ve namazın her rekâtında Fatiha okumak suretiyle günde yüzleri aşan miktarda 'Besmele'yi tekrar etmiş olurlar. Böylece kendilerini devamlı olarak aynı ses ve elektrik dalgaları ile beslemiş olurlar. Bu bir taraftan kendi vücutlarının ses ve elektrik dalga ihtiyaçlarını giderir, diğer taraftan aynı cemaate devam eden insanların vücut yapılarında bir benzerlik oluşturur. Aynı cemaatin mensupları arasında bu benzerlikleri müşahede etmek mümkündür. Yani insanların birbirlerine sadece aynı ırktan gelmiş olmaları ile değil, aynı besinle beslenmeleri, aynı şartlar içinde yaşamaları ve aynı ses ve elektrik dalgaları ile beslenmeleri onları hem birbirine yaklaştırır, hem de birbirine benzer hâle getirir. Zamanla eşler arasındaki benzerlik de bu yolla doğmaktadır.

Kur'ân'da Besmele 113 yerde geçmektedir. Biri Fatiha'nın başında diğer 112'si ise surelerin başındadır. Fatiha'nın dışındaki Besmele'nin sayısı 16 tane 7'dir. Ellerimizdeki parmakların sayısı 14'tür. İki elde 28 eder. Eğer dört defa Besmele söyleyerek tanıyacak olursak, surelerin başındaki Besmele sayısınca Besmele'yi tekrar etmiş oluruz. (28x4=112)

Bir Besmele ile beraber Fatiha'yı da okursak, Kur'ân'ı ses bakımından taramış oluruz.

Besmele'nin mana bakımından da bütün Kur'ân'ı özetlediğini daha önce belirtmiştik. Herkes ayrı ayrı ve kendisine has olmak üzere Besmele'yi belli zamanlarda kendisinin takdir edeceği sayıyla tekrar edecek olursa, yukarıda anlattığımız ses ve elektrik dalga ihtiyacını düzgün bir şekilde karşılamış olur.

İnsan, ruh ve bedenden ibarettir. Ruh bedene, beden ruha etki etmektedir. Hasta olan insan acı duyduğu gibi, üzülen bir insan da zamanla hasta olmaktadır.

Elektrik dalgaları manyetiği, manyetik dalgaları da elektriği oluşturmaktadır. Elektrik motorları ile jeneratörler böyle çalışmaktadır. Ruhla beden arasında da böyle bir etkileşme vardır. Ses ve elektrik dalgalarından mahrum olan hücrelerde molekül akışları ile elektrikî devrelerde elektrikî akışlar içinde tıkanmalar meydana getirir. Bu tıkanmalar ruha etki ederek huzursuzlukları ve sıkıntıları oluşturur.

Oysa 'Besmele' gibi uygun söz armonisine sahip cümleler ayrı ayrı veya birlikte devamlı tekrar edilirse, hücrelerde ve sinir sisteminde mevcut olan tıkanmalar giderilmiş, böylece sağlıklı bir faaliyet ortaya çıkmış olur. Bu da ruha etki ederek onu ferahlatır; onu huzurlu, sabırlı, ümitli bir hâle getirir. Ruhsal dengeye ulaşmış olan insanın bu hâli bedene etki ederek bedenin faaliyetlerini de normal bir düzene sokar.

İşte bu sebepledir ki ibadet, meselâ temizlik kadar insanın zaruri ihtiyaçlarındandır. İbadet etmeyen insanlar, hem bedenen hem ruhen farkında olmadıkları bir sıkıntı ve olumsuzluk içindedirler.