NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
1946 Okunma
NİSA 95-101

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم   *   لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنْ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللَّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللَّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا(95)

دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةً وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(96)

إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمْ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ

قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا(97)

 

لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ (LAv YaSTaVUvNa elQAGıDUvNa)  “Kaid olanlar istiva etmez.”

Kaide” temel demektir. Kaide, bir şeyin yere dayandığı yerdir. Oturma, insanın yere oturmasıdır. Culus, ayakta iken oturmaktır. “Kaide” ise yatmış iken kalkıp oturmaktır. Kelime olarak yolculuğa çıkmamaya “kuud” dendiği gibi; yolculuğa çıkmaya da “sefer” denmektedir.

Kur’an’a göre insanlar önce iki guruba ayrılırlar; kâfirler ve müslimler.

Kâfirler, genel güvenliğe ve barışa ne bedenen ne de mâlen katılmayanlardır. Kendi topraklarında cizye vermeden ve bizimle savaş yapmadan yaşayanlardır. Onlar da iki kısımdırlar. Bizimle anlaşma yaparak barış içinde yaşayanlardır. Bunların hükümleri yukarıda geçmiştir. Biz onlarla savaşta değiliz, onlar bizimle savaşta değiller, aramızda siyasi ilişkiler vardır. Onların içindeki bir grupları ise barışı tanımayan, sözlerinde durmayan, uluslararası hakemlik müessesesine karşı çıkan kimselerdir. Bunlar ‘müşrik kâfirler’dir. Onlarla savaşmak hakkımızdır; hattâ görevimizdir. Bize saldırmasalar bile, başkalarına saldırıyorlarsa gidip onlarla savaşırız. Yeryüzünün güvenliği mü’minlere tevdi edilmiştir. Bize saldırırlarsa gidip onlarla savaşmak bize farzdır. Savaştan kaçmak irtidattır. İşte savaşçı yani ‘mü’min’ olduğu halde savaştan kaçan bu mürtetler öldürülür.

Müslimler ve mü’minler, ikinci grup insanlardır. Bunlar cizye verenler, yahut bedenen katılanlardır. Kişi 15 yaşına geldiği zaman, erkek olan ya bedelli (cizyeli) olmayı, ya da nöbetli (asker) olmayı kabul eder. Asker olan kendisine bir siyasi dayanışma ortaklığını seçer. Bu bir ulus içinde bulunan bölgelerden birindeki komutandır, ordu komutanıdır. Kişi komutanını kendisi seçer. Ancak komutan kendi bölgesinden olmamalıdır. Mesela, Ege bölgesinde oturuyorsa Ege bölgesinin dışında bir orduyu seçer ve orada  askeri eğitim alır, oranın savunmasını taahhüt eder. İşte buna “mü’min” denir. Mü’minler nöbetli müslimlerdir.

Bir kimse müslim olmadan mü’min olamaz. Her müslim her zaman mü’min olabilir. Ama hiçbir mü’min, mü’min olduktan sonra geri dönüp cizyeli olamaz. Olmak isterse o devleti değiştirmek zorundadır.

Kendi ülkelerine saldırılınca mü’minler orasını savunmak zorundadırlar. Savaştan kaçamazlar. Bir de ülke dışında mesela Kore’de, mesela Afganistan’da, mesela Bosna’da ve Kosova’da kâfirler azdılar, hakem kararlarını dinlemiyorlar ve çevreye saldırıyorlar. İşte o zaman devletin izni ile bir komutan çıkar, gönüllülerden askeri birlik oluşturur ve oraya giderek saldırganları, hakem kararlarını dinlemeyenleri tenkil eder. İşte bunlara “mücahit mü’minler” denmektedir. Ülkenin savunmasına katıldıkları halde uzaklardaki zalimlere karşı savaşa katılmayanlara da “kaid mü’minler” denmektedir.

Bu hükümler erkekler içindir. Mü’min kadınlar da kendi kentlerine saldırıldığı zaman savunmaya katılmakla mükelleftirler. Onun dışında isterlerse savaşlara katılabilir ve sonunda ganimete ortak olurlar. Ganimetten yarım pay alırlar. Katılmalarına zorlanmazlar. Mü’min olmayan kadınlar cizye de vermezler. Bunlar istedikleri zaman müslim, istedikleri zaman da mü’min olabilirler. Mü’min kadınlar silah taşırlar. Bir polis gibi saldırganlara müdahale edebilirler, ama müdahale etmekle yükümlü değildirler. Diyetlerin taksitlerine de katılmazlar. Erkeklere yani savaşmakla mükellef olanlara âmir olamazlar. Gönüllüler mükellef olanlara emredemezler. Bu sebepledir ki başkan veya vali olamazlar, ama hakim olurlar.

مِنْ الْمُؤْمِنِينَ (MiNa eLMuEMıNIyNa)  “Mü’minlerden”

Mü’minlerden kaid olanlar” denmektedir. Yani, kaid olduğu halde mü’min olanlar vardır demektir. Yani, savaşa katılmayan mü’minler vardır. Oturmakla imandan çıkmamaktadırlar. Müslim olmaktadırlar.

-Hem savaşçı hem de oturmak nasıl olacaktır?

Bundan sonra gelen âyette 97. âyette ‘onların me’vaları cehennemdir’ diyor. Demek ki mü’minlerden kimi savaşa gitmediği için cehenneme gidiyor, diğerleri ise cennette derece alıyor.

İşte bu iki grubu ayırmak için şöyle bir kayıt getiriyoruz. Ülkeye saldırıldığı halde savaşmayan mü’minler cehennemliktirler. Ülke dışındaki savaşlara katılmayanlar cennetliktirler ama dereceleri azdır. Böylece “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda ortaya konan hükümler bu âyetle teyit edilmektedir.

غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ (ĞaYRı EuLıy elWaRaRı)  “Dararlısız olarak.”

DaRaRa” kataraktlı olup zor gören kimse demektir. Kör ise hiç göremeyendir.

Gözleri iş yaparken göremeyecek duruma gelen kimseler artık savaşa katılmakla yükümlü değildirler. “Darar” için yapacağımız kıyas budur. Mesela, gözlük de taksa artık yazamıyor veya okuyamıyorsa o dararlıdır. Bu durumda olan kimse savaşa katılmakla yükümlü değildir. Mazeretin seviyesi budur. Diğer muztarlar bunlara kıyas edilerek hükme bağlanacaktır.

Bugün de sakat olduğu için askerlikten muaf tutulan veya ihraç edilenler vardır. İhraç derecesini belirleyen kriterler vardır. Kur’an bu kriterleri vermektedir.

Mü’minlerden mazeretsiz kaid olanlar yani savaşa katılmayanlar ile savaşa katılanlar bir değildirler.

وَالْمُجَاهِدُونَ (Va eLMuCAHıDUvNa)  “Ve cihad edenler.”

Cuhd” gayret demektir, çaba demektir. “İçtihad” kelimesi de buradan gelir. Kendi kendisi ile cihat yapmak demektir. Dünyaya gelen insan yaşayıp sonra ölür. Öldüğü zaman bir hizmet bırakır. Böyle olanlara “mücahit” denir. Mücahit, müteşebbis demektir. Eğer bir konu sizin uykularınıza giriyorsa, her türlü faaliyetlerinizi yaparken hep beyninizde o varsa, hiç aklınızdan çıkmıyorsa; işte o sizin cehdinizdir. Kur’an’da ‘aşk’ kelimesi yoktur, onun yerini ‘cihad’ kelimesi almıştır. Bir şair aşkı şöyle dillendirmiştir.

Canı canan istemiş, gönül vermemek olmaz,

Ne niza eyleyelim, ol ne senindir ne benim.

İşte “cihad” da budur. Eğer canını seve seve onun uğruna verebiliyorsan, o zaman sen mücahitsin. Mücahit, mü’minlerin üst derecesidir. Müslim var, mü’min var, bir de mücahit var. İşte mücahitlerle mücahit olmayanlar bir değildirler. Cihat sadece harb değildir. Harb her zaman meşru değildir.

Mekke döneminde savaşmak haramdır. Ama ölümü göze alarak Kur’an’ı yaymak en büyük cihattır. Hazreti Peygamber (s.a.v.) silahlı cihada küçük cihat, silahsız cihada ise büyüt cihat demiştir.

Adil Düzen Çalışanları şimdi büyük cihat içindedirler.

Eğer sıkıntı içinde iseler, bilsinler ki yüksek dereceler içindedirler.

فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBıLı elLAHı)  “Allah’ın sebilinde.”

Allah’ın sebili” demek, Allah’ın şeriatı demektir; hakemlerin aldığı kararlar demektir. Şeriat yalnız kuralları içerir, oysa sebilullah kararları içerir. Buradaki “Allah” kelimesinden Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanlık ve ulusal devletler anlaşılmalıdır. Nasıl ‘Allah’a borç vermek’ demek, devlete faizsiz para yatırmak demekse; nasıl ‘Allah’ın hakkını vermek’ demek, zekât yani vergi vermekse; nasıl ‘başkana itaat Allah’a itaat’ ise; aynen bunun gibi “Allah’ın sebili” demek, topluluğun yolu, topluluğun kural ve kararları demektir. Bunun mücahidi olmak demektir. Hakem kararlarını uymayanlara karşı mazlumları korumak demektir. Demokrasi için, lâiklik için, liberal faaliyet için, soysal güvenlik için çaba sarf etmek demektir; yani, ‘Adil Düzen’ için çalışmak demektir. Din ve vicdan hürriyeti için ölümü göze almak demektir. Demek ki ‘cihat etmek’ demek, ‘Adil Düzen’de direnmek demektir. ‘Adil Düzen’i terk etmek, Adil Düzen gömleğini çıkarmak demektir.

بِأَمْوَالِهِمْ (Bı EaMVALıHIM)  “Malları ile”

Malları ile cihad edeceklerdir. Allah cihadı önce mallarımızla yapmamızı emretmektedir.

Biz bu emre uyarak “Akevler Kooperatifi”ni kurduk. Binlerce insanın katkısı ile faaliyete geçtik.

İstanbul’da kurduğumuz kooperatifler de aramızdaki mâli dayanışmadır.

Mü’minler ve müslimler, emredilen malları ile cihada katılmalıdır. Bu da karz-ı hasen, yani ortaklıklar kurmaktır. Bunu yapmaları zor bir iş değildir. Bir kooperatif kuracak ve bankada ortak hesap açtıracaklardır. Herkes parayı oradan çekecek ve oraya yatıracaktır. Böylece ‘karz-ı hasen müessesesi’ kurulmuş olur.

Market açacaklar. Zarar etmeyecekler. Ama kaid olmayacaklar. Esnaf, konsinye, mala mal ve elektronik marketler zincirini oluşturacaklardır. Bunları yapmak önce mü’minlere emrediliyor. Bu ortaklıklara katılanlar askerlik yapanlar gibidirler. Buradan kâr beklemeyeceklerdir. Aynen savaş gibidir; ganimet için savaş yapılmaz ama ganimet de helaldir. Bu faaliyetlerden kazanç beklemeyeceklerdir ama buradan gelen kazanç da helaldir. Nasıl savaşı kazanmak mü’minler için mukadderse, burada da kâr etmek mukadderdir.

Malları ile cihadın yolları bellidir. Ahşap evler faaliyete geçecek, dinleme siteleri kurulacaktır. Pis ve kirli havaya, zelzele ve sel gibi âfetlere karşı da sigortalanmış olacaklardır. İşte Akevler bu cihadı başlatmış ve mü’minlere ne yapacaklarını öğretmiştir. Ahşap eve katılanlar şimdilik bir şey elde edemediler. Ama projeler ortaya çıktı. Ne yapılacağı netleşti. Bundan beş sene önce böyle bir netliğe sahip değildik. Bu bilgi ve gelişmeler Adil Düzen Çalışanlarının malları ile katılmaları suretiyle sağlanmıştır. Allah amellerinizi zayi etmeyecektir. Muzaffer kılacak ve maddi kazançlara da erdirecektir. Sabırlı olmak gerekir.

وَأَنفُسِهِمْ (Va EaNFuSıHıM)  “Canları ile de cihad edeceklerdir.”

Canları ile cihad da savaş cihadı değildir. Sadece o değildir. Tarikat olarak, Nurculuk olarak, siyasi parti olarak, bütün zulümlere dayanarak cihad yapmak da ‘nefisle savaşmak’ demektir. Başlarını açmayarak cihada devam eden kızlarımız ve bunları destekleyen aileler hep cihad içinde olmuşlardır. Hapishanede risaleleri öğrenenler nefisleri ile cihad içindedirler. Akevler, bugüne kadar yapılan zulümlere rağmen dağılmamışsa, hâlâ varlığını sürdürüyorsa, Akevler’de bulunanlar cihad içindedirler. Eğer siyasileri hapishaneler korkutmamış ve kapatıldıkları halde fırsat ele geçince direniyorlarsa cihad içindedirler.

Ara sıra gevşemeler olmaktadır. Onun için zafer ertelenmektedir. Ama zafer hep mü’minlerin olmuştur.

Şöyle ki; yirminci yüzyılı göz önüne alalım. Her on yıl mü’minlerin zafer yılları olmuştur.

Bunlar milletimizin nefisleri ile cihad yapmaları sonucunda oluşmuştur.

-1900’larda düşman alenen dine saldırdı. Allah yoktur diye kitaplar çıktı. Mü’minler bunlara cevap vermek için içtihat kapısını açtılar. Meşvereti yeniden dirilttiler. Bin yıldan beri kapalı bulunan içtihat kapıları açıldı.

-1910’larda düşman imparatorluğu yıktı. Sevr dayatıldı. Ama mücahitler çıktı ve Kuvva-yı Milliye kuruldu.

-1920’lerde Sevr’i gerçekleştiremeyenler ateist inkılâplarını dayattılar. Ancak Müslümanların en büyük zaferi bu yıllarda oldu. Anadolu gayrimüslimlerden tasfiye edildi. Onlar sakalımızı kestiler, biz ülkeyi tamamen ele aldık.

-1930’larda düşman bizi yoksulluk içinde boğmaya kalkışmış. Avrupalıların sebebiyet verdiği krizler Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüsleri’ni kurdurarak muasır medeniyetin fevkine çıkma azmine yöneltmiştir.

-1940’larda ülkemiz demokrasiyi getirerek ateizme ilk darbeyi indirdi. Artık halkımız demokrasi içinde isteyerek İslâm’ı yaşayacak adımları atıyordu.

-1950’lerde ezanı Arapça okuduk ve devrin başbakanı ‘Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.’ dedi. Ezan basit bir olay değildir. Ezan savaşsız cihadın en büyük sembolüdür. 18 sene ‘Tanrı uludur’ diye zorla söyletilen halk, bir gecede bunu terk etti ve ‘Allahuekber’ demeye başladı. O günden beri kimse ‘Tanrı uludur’ demiyor. Demek ki halk sabretmiş ve cihad etmiştir.

-1960’larda çok partili sistem geldi ve Müslümanlar teşkilatlandılar. Dernek, parti, vakıf, kooperatif kurmaya başladılar. Akevler o dönemin ürünüdür. Mü’minler pasif direnmeden çıkıp aktif hâle gelmişlerdir.

-1970’lerde mü’minler iktidara ortak olmuşlar ve başarılı yönetim örneğini vermişlerdir.

-1980’lerde mü’minler askerlerin de desteğini almaya başladılar. Kenan Evren İslâmiyet lehine birçok değişimler yaptı. Kur’an kursları serbest bırakıldı. İmam hatip okulları liseler hâline getirildi. Yüksek İslâm enstitüleri fakülteye dönüştü. İsrail ile ilişki konsolosluğa indirildi. İKÖ’de İslam Ülkeleri Ekonomik Kurul başkanı olundu. Kemalizm din düşmanı olmaktan çıkarıldı. Müslümanlar artık orduyu da yanlarına almışlardı.

-1990’larda Müslümanlar iktidar oldular. Hükümeti Müslümanlar kurdular. Koalisyonla da olsa başarılı hükümetlik yaptılar. Cumhuriyet tarihinin en başarılı hükümeti oldular ve bu sayede güçlerini gösterdiler.

-2000’li yıllarda ise anayasa ekseriyetiyle tek başlarına iktidarlara geldiler...

Bütün bunlar Türk mü’minlerin malları ve canları ile cihad etmeleri sayesinde olmuştur.

-2010’lu yıllar; Adil Düzen müesseselerinin kurulacağı yıllar olacaktır...

Yani; ‘halk marketleri’ ve ‘halk dinlenme siteleri’ kurulup yaygınlaşacaktır. Şimdi bizim yaptığımız bunun çalışmasıdır. Mallarımızla ve canlarımızla cihada devam ediyoruz. Kendinizi biraz daha ‘Adil Düzen’i öğrenmeye verin. Adil Düzene göre müteşebbis olma yolunda artık ileri adım atma zamanı gelmiştir.

فَضَّلَ اللَّهُ (FawWaLa elLAHu)  “Allah tafdil etmiştir.”

Fadl” artık demektir. Güğümle abdest aldığınızda artakalan kısım fadldır. Yahut meyve tabağında artan kısım fadldır. Fiil olarak da artırmak demektir. Verimli çalışmak demektir. Verdiğinizden fazlasını alırsanız bu fadldır. Topluluk içinde de herkesin seviyesinin üstünde bir seviyede bulunursanız bu fadldır.

Meselâ, bugün muvazzaf subaylar vardır, bir de yedek subaylar vardır. Muvazzaflar yedeklerden üstündürler. Bunun gibi cihad yapanlar da, malları ve canları ile cihad yapanlarla bir değildir. Tafdil etmiştir.

Kur’an bunlara ‘sabikûn’ ve ‘evvelûn’ der. Erbakan kendisi ile cihada çıkanları yolda ekti ve yeni arkadaşlarla devam etti. Kendisiyle bağımsız adaylıklarını koyanlardan yanında kim vardır? İlk kuruculardan kim vardır? Şimdi de kendisi devre dışı. İşte bu hata olmuştur.

Adil Düzen Çalışanları toplantılarda kayıt tutuyorlar, yoklama yapıyorlar. Adil Düzen Çalışanları mallarıyla katılanları ortaklık şeklinde yapıp kaydediyorlar. Yarın iktidar mü’minlerin olacaktır. İşte o zaman bu kayıtlara ve defterlere ihtiyacınız olacaktır.

Biz Akevler’de mâli bakımdan kayıtlar yaptık ama nefsî cihatları kaydetmedik. Öyle formüller geliştirmeliyiz ki, mal ve nefisleri ile cihad edenler sonra ikinci dereceye düşmesinler. Derslere devam cetveli ile herkesin derecesini belirleyeceğiz. Ayrıca ekonomik katkılarda bulunanları da derecelendireceğiz. İkisini birden yapanları toplamanın üstünde bir formülle derecelendirmek zorundayız. Bazı arkadaşlarımız baştan Akevler İstanbul ortaklıklarına katıldılar. Sonraları gevşediler. Ama bugün eğer bu tefsir dersleri yapılıyorsa onlar sayesinde yapılmaktadır. Allah onların âhiretteki derecelerini yüceltmiştir, ancak biz de onlara derece vermekle yükümlüyüz. M. Lütfi Hocaoğlu ile Taha ve Hasan Özket muhasebe işlerinde biraz daha gayret göstermelidirler. Artık muhasebeye sadece mallar değil emekler de geçmelidir.

-Bunun için ne yapılacaktır? Herkesin bir ‘GÜNLÜK DEFTER’i olacaktır. Defter sahibi Allah için yaptığı her şeyi her gün oraya kaydedecektir. Akevler toplantılarına katılmışsa, kaç saat katıldığını yazmalıdır. Orada yapılanları birkaç satır da olsa herkes kaydetmelidir. Buraya verdiklerini ve aldıklarını yazmalıdır. Bağışlasa da yazmalıdır. Kime niçin bağışladığını bilmeliyiz. Kayda geçmeyen hiçbir harcama yapılmamalıdır. Yoksa sonra istismarcılar gelir ve onlar sizin topluluk için verdiklerinizi topluluktan yağmalarlar. Katkı kayıtlı olursa sizin çocuklarınız ‘benim babamın burada payı vardır’ diye sahip çıkar. Yüzdesi belli olursa kimi hiç istemez, kimi de hepsini ister. Böylece saatler değerlendirilerek muhasebeye intikal ettirilmelidir. Mesela, yaptığı raporun sayfası bir ölçek olur. Seferin meşakkati gibi tam ölçü olmasa da hiç yoktan çok çok iyidir. Sonra bunlar bir formülle değerlendirilip derecelendirme yapılmaktadır. Süleyman Karagülle seksen yaşına geldiği zaman ömründe neler yaptığını ve muhasebede derecesini öğrenmelidir. Yaptığı kötülüklerin bir kısmı da sicile geçebilir. Kabir sualine borç ve alacaklarını bilerek gitmelidir. Günlük defter kişinin tarihi olmalıdır. Hattâ mezara onunla gömülmelidir. Gelecekteki insanlara malzeme olur.

الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ (eLMuCAHıDIyNa BiEaMVALıHıM Va EaNFuSıHıM)

“Allah mallarıyla ve canlarıyla mücahit olanları tafdil etmiştir.”

Burada bir şeye dikkat etmeniz gerekmektedir. “Malları ile ve canları ile” diyor önce ‘mal’dan bahsediyor ve harf ile atfediyor. Sadece ‘mal ile cihad’ yetmez, sadece ‘can ile cihad’ yetmez. Üst derece alabilmek için ‘mal ve can ile birlikte cihad yapmak’ gerekmektedir.

Bazı arkadaşlarımız mâlen destek vermekte ama derslere devam etmemektedir. Bazıları da derslere devam etmekte ama mâlen katılmamaktadır. Bunun ikisi de hatalıdır. Üst dereceyi almak istiyorsanız ikisini birlikte yapmalısınız. Yoksa kaid hükmünde kalırsınız. Muhakkak ki her yaptığınızın karşılığını alacaksınız ama üst dereceye terfi edemezsiniz. Bu ne demektir? Mesela, askerlikte ‘kurmay subaylık’ vardır. Kurmay olamazsınız. Generalliğin üst rütbelerini alamazsınız. Ama yine de subaysınız.

Benim bu açıklamamı doğru bulmayanlar vardır. Kendim için istediğimi sananlar vardır. Ben söylemiyorum, âyetler söylüyor. Hatalı manâ veriyorsam, işte söylediklerim ve yazdıklarım buradadır.

Kooperatife vereceksiniz ve kooperatif yetkilileri harcayacaklar. Emredilen budur. Bunu başaramamış isek, o da bizim eksiğimizdir.

عَلَى الْقَاعِدِينَ (GaLay elQAGıDIyNa)  “Kaid olanlara tafdil etmiştir.”

Bugün insanların dayandığı iki şey vardır. Biri ‘para’dır. Her şeylerini para ile değerlendirmektedirler.

İnsanlar kararlarını hep daha fazla kazanıp kazanmama ile ölçmektedir. Çocuklar okula para kazanmak için gitmektedir. Meslek seçilirken daha fazla paralı olduğunu tahmin ettikleri için tercih yapmaktadırlar. Hattâ tarikata veya partiye girerken de ilerideki kazançlarını düşünmektedirler. Bugün insanların tanrısı ‘kâğıt para’ olmuştur; karşılığı olmayan sömürü sermayesinin icat ettiği kâğıt parçası! Böylece bu sahtekârlar tüm insanları bu kâğıt parçasına taptırmaktadır. İnsanlar bundan kurtulmak için ‘kaydî para’ sistemine geçmek durumundadır. Bu da başta bir karz-ı hasen müessesesini açtırmakla olur.

İnsanların ikinci mabutları da ‘siyaset’ olmuştur. Oy, bir fazla oy siyasiler için para kadar önemlidir. Para kazanmak için siyaset yapanlar vardır, ama siyaset yapmak için para harcayanlar da vardır.

Bu bâtıl karşılıksız parayı ve bu bâtıl ekseriyet siyaset sistemini benimsemeyip hayatlarını meşruiyet içinde sürdürenler müslimdir. Rüşvet almayan ve vermeyen, hile yapmayan, gerçek kazancını vergilendiren kimse müslimdir. Bunu da yapmayanlar ehli dalâlettir. Mü’minler ise; bu iki sahte tanrıdan yani karşılıksız paradan ve ekseriyet demokrasisinden kurtulmak için destek verenler, oy verenler, nakden yardım edenlerdir.

Katılmayanlara “kaidler” denmektedir. Bunlar bu durumun değişmesi için çaba göstermemektedirler. Kurdukları kooperatif, parti, dernek vakıf ve şirketlerle bu sahte tanrıların yerine tek Tanrı’yı, ‘Adil Düzen’i getirmek isteyenler ise mücahit mü’minlerdir. İşte bunların dereceleri kaidlerden üstündür.

Adil Düzen”de ‘para’ tanrı değildir, ‘oy’ tanrı değildir. Paranın yerine ‘emek’ geçmiştir. Para, harcanan emek karşılığıdır. Para, üretime verilen emeğin karşılığı alınan senettir. Bu hususta sosyalistlerle aynı görüşte oluruz. Ama onlar bizim gibi düşünmüyorlar. Çünkü biz Hz. Adem’den beri bunu söylüyoruz. Oyun yerini, paranın yerini de insan emeği, insan hakkı almış, içtihat almış, Allah’ın halifeliği almıştır.

“Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden istiane ederiz.”in (Fatiha;1/5) manâsı budur.

Yanız Sana oyumuzu veririz ve yalnız Senden karşılığını alırız demek olur.

-O halde ‘mücahit’ kimdir? Şirki yani sahte parayı ve ekseriyet oyunu reddedenlerdir. Onun yerine gerçek mabudu yerleştirmeye çalışanlardır. Siyasi partiler Allah’a değil de, oya ve paraya inanmaktadırlar. Üç kuruş borç verenin emrine itaat ediyor, şeriatı ve Allah’ın emrini unutuyorlar. Ekseriyetle iktidar olacaklarını sanıyorlar. Oysa Ak Parti anayasa ekseriyetine sahiptir ama sahte tanrı onları iktidar etmemiştir. ‘Toplumsal mutabakat’ diyorlar! Diğerleri iktidarda olup başörtüsünü yasaklarken toplumsal mutabakat mı almışlardı? Onların ekseriyetleri mi vardı? Arkalarında halk mı vardı? Karıları boşanma tehdidinde bulunmuş, bunun üzerine millî iradeye ve kanunlara karşı çıkmışlardır. Bu konuyu anlamaları için daha ne diyelim ki?!.

دَرَجَةً (DaRaCaTan)  “Bir derece olarak tafdil etmiştir.”

Buradaki derece hâl olduğu için nekiredir. Tekil olması tek derece olmasını ifade etmez. Nitekim aşağıda ‘derecatin/dereceler’ diye çoğul olarak bedellenecektir.

Derc etmek uygun bir şekilde yerleştirmek, yerli yerine koymak demektir. Takıyı uygun bir şekilde dizmek, sandığa eşyayı yerleştirmek demektir. “Derece” üst üste koymak demektir.

Mü’minlerin müslimler üzerinde dereceleri odluğu gibi mücahitlerin de mü’minler üzerinde dereceleri vardır. Bugünkü muvazzaf askerler ile askerlik hizmeti yapmış siviller gibidir Muvazzaf asker olmak demek, yurt dışında gerekli olduğunda askere katılmayı kabul etmiş kimseler demektir. Demek ki onların da dereceleri vardır. Barem derecelemelerde muhariplere diğerlerine ve sivillerle göre üst derece verilecektir. Bu husus “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda yer almamıştır. Bir yere yerleştirmemiz gerekmektedir.

وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى (VaKulLan VaGaDa elLAHu elXuSNAv)  

“Küllüne Allah hüsnayı vaadetmiştir.”

Muharip olsun olmasın, asker olan herkesin; muvazzaf olsun olmasın, asker olan herkesin -ki biz buna ‘mü’min’ diyoruz- ‘hüsna’ derecesi vardır. Tebliğ döneminde de “Adil Düzen”e (partiye değil) oy veren herkese, cihatta yer alan herkese hüsna vaadedilmiştir. Sadece derece farkı vardır. Kıyas yoluyla müslim olan ile mü’min olan herkese hüsna vardır. Sadece mü’minlerin dereceleri vardır.

وَفَضَّلَ اللَّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ (Va FawWaLa elLAHu elMuCAHıDIYNa GaLAy elQAvGıDIyNa)  

“Allah mücahitleri kaid olanlar üzerine tafdil etmiştir.”

Burada mücahitleri kaidler üzerine tafdil ettiğini bir daha söyleyerek azim ücretle tafdil etmiştir deniyor. Mücahitler, devlet yönetiminde devamlı görev alanlardır. Onların ücretleri azim olarak tafdil edilmiştir.

İki türlü ücretlendirme vardır. Biri; size ne zaman lazım olursa o zaman gelip çalışmaktadır. Vaktin tercihini sana vermiştir. Diğeri ise; kendisinin ne zaman boş vakti olursa o zaman sana gelip iş yapmaktadır. Bunların ücretleri yarı yarıyadır. Elektrik tarifeleri de böyledir. Eğer bizim istediğimiz saatte çekerse fiyatlar yarıya düşer. Onun istediği saatte elektrik verirsek, o zaman fiyatlar iki kat olur. Ücret ve enerjide arz ve talep kanunları böyle dengelenmektedir.

أَجْرًا عَظِيمًا(95)   (EaCRan GaJIyMEn)  “Azim ücret olarak.”

Azîm” kelimesine büyük denmektedir. Biz bunu iki kat olarak alıyoruz. Daha da büyük olabilir. Nekiredir. Derecelerle ücretlerin azameti arasında bir ilişki olması gerekir. Bugün bir kademe atlaması var, bir de derece atlaması vardır. Biz bu derecelemeleri şu kuralla yapıyoruz.

‘Râsih’ olanlar yılda on derece almaktadırlar. ‘Ümmî’ olanlar yılda beş derece almaktadır. İşte böylece derece almada ve tafdil etmede azim ücretle tafdil edilmiş olur. Arada olan ‘sâiller’ yılda 6, ‘âmiller’ yılda 7, ‘ehli zikr’ olanlar yılda 8, ‘fakihler’ de yılda 9 derece almaktadırlar. Bunun dışında sorumluluktan dolayı bu iki kat katlanmaktadır. Mücahitlik buraya girer. Ağırlıktan dolayı da bir kat eklenmektedir.

Mü’minlerin işi ağır. Mücahitlerin işi hem ağır hem de sorumludurlar. Demek ki mücahitler, müslimlerin aldığı ücretin dört misli ücret almaktadırlar. Bu kamu hizmetlerinde böyledir. Genel hizmetlerde ve özel işletmelerde farklı değildir. Demek ki “Azîm” dört misli olmaktadır.

***

دَرَجَاتٍ مِنْهُ (DeReCaTin MiNHu)  “Kendisinden dereceler olmak üzere.”

Yani, dereceler Kur’an’a dayanarak yapılacaktır. Bu da ‘onluk sistem’ içinde ‘katlama usulü’ ile olacaktır. İnsanlık için tek sistem olacaktır. Çünkü hicretlerde zorluk çekilmemelidir.

Burada “derecât” kurallı müennes sığası ile gelmiştir. Derecelendirmeyi nisbî dereceler şeklinde yapıyoruz. Bir köy nüfusunun üçte birine başlangıç, bucak nüfusunun onda birine ilk, ilçe nüfusunun yüzde birine orta, il nüfusunun binde birine yüksek, bölge nüfusunun on binde birine üstün ehliyet veriyoruz. Böylece derecelenme sadece takdir değildir. Takdir bilip bilmediğini gösterir. Derece ise diğerlerine göre ne kadar bildiğini gösterir. Bu husus İzmir Akevler sözleşmesinde yer almıştır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda da vardır. İstihsanen koyduğumuz bu hususları Kur’an teyit etmektedir.

وَمَغْفِرَةً (Va MaĞFıRaTan)  “Mağfiret olarak”

İslâmiyet’te hırsızlık, zina ve soygunculuk gibi fiillerin afvı yoktur. Ne mağdurlar, ne de devlet yetkilileri affedebilirler. Ama mücahit olurlarsa bunlar mağfiret olunur.

İstiklâl Savaşı’nda eşkıya çeteleri Kuvva-yı Milliye olmuşlardır, mücahit olmuşlardır. Demek ki savaşta hapiste olanları çıkarıp kendi istekleri ile cepheye götürmek meşrudur. Ve onlar için ecri azîm vardır.

İslâmiyet’te bugün hapishane yok ama sürgün yerleri var. Oralardan isterlerse mücahit olurlarsa ve cihatta başarı gösterirlerse affolunurlar. Amden adam öldürmüş, affedilmiş ama diyet ödeyememiş kimse böyle bir savaşa katılır da başarı gösterirse, tamamen veya kısmen affedilebilir.

وَرَحْمَةً (Va RaXMaTan)  “Ve rahmet”

Derece itibarı ile “rahmet” vardır. PKK cephesinde iken cephe değiştirmiş, bize katılmış ve cephemizde savaşarak yararlılık gösteren kimselerin suçları bağışlandığı gibi, ayrıca kendilerine iş kurmaları için maddî imkânlar da tanınır. Bunu takdir edecek olanlar komutanlarıdır. Komutanların tanzim edecekleri raporla suçları affedilmiş olur. Kısmen affedilmiş olur. Cezalarını tamamladıktan sonra da kendilerine derece içinde iş kurmaları ve ev yapmaları için de maddî imkânlar sağlanır. PKK’lıların affı böyle mümkün olur.

Irak’taki 5000 PKK’lıdan isteyenler askere alınırlar, suçları ve cezaları tesbit edilir, önce mahkum olurlar. Sonra askerlik hizmetlerine karşılık suçları bağışlanır ve terhis edilince de iş kurmaları için onlara doğrudan veya karz-ı hasen olmak üzere sermaye verilir. 500 bin askerin askerliklerinden yüzde biri tenzil edilir. Böylece herkes bir ay önce terhis edilir. Bu sayede bunlar orduya yük de olmazlar. Komutanlar mağfiret raporu vermezlerse, o zaman ömür boyu askerlik hizmetini yapmış olurlar. İhanet hallerinde de öldürülürler.

Bu çözümleri bugün öğreniyoruz.

وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(96) (Va KAvNa elLAHu ĞaFUvRaN RaXIyMan)  

“Allah gafur ve rahîm bulunmaktadır.”

Devlet cezalandırıcı ve fakirleştirici değil, affedici ve zenginleştirici olmalıdır. Halkın mümkün olduğu kadar suç işlememesini sağlamalıdır. Onlara suç işleten tedbirleri kaldırmalıdır. İşsizliği yok etmeli, borç yükünü kaldırmalı; yansız, bağımsız, etkin ve saygın yargılamayı yapmalı, fiiller hemen karara bağlanmalıdır. Kişilerin hakları verilirse, o zaman onlar suç işlemek zorunda kalmazlar. Bu devletin “ĞAFÛR” sıfatıdır.

RAHÎM” sıfatı ile de devlet görevlileri vatandaşa zorluk değil kolaylık sağlamalıdırlar. Ormanı tahrip etmeden ormandan yararlanma imkânı verilmelidir. Tarihi eserleri tahrip etmeden tarihi alanlardan yararlanma imkanını sağlamalıdır. Projeyi tasdik etmemek, tip proje yapıp ona vermeli ve ‘al-yap’ demeli, altyapısını kendisi bedava yapmalıdır. Arsa parasını da kişi içeri girdikten sonra taksit taksit almalıdır.

Demek ki ‘adil devlet’ demek, gafûr ve rahîm devlet demektir Allah böyledir. Dünyadaki O’nun halifesi devlet de dünyada öyle yapar.

***

إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمْ الْمَلَائِكَةُ (EınNa elLAÜIyNa TaVafFAyHuMu eLMaLaEıKaTu)  

“Meleklerin tevfiye ettikleri kimseler.”

Burada melekler çok kimseleri vefat ettiriyorlar. Yani, bir tek melekü’l-mevt yoktur, herkesi bir melek vefat ettirmiyor. Değişik melekler değişik kimseleri vefat ettiriyor. Öldürmüyor da vefat ettiriyor. Yani can kendiliğinden çıkıyor. Ruh bedensiz kalınca nereye gideceğini, yeni dünyayı bilmiyor, melekler onu alıp kendi yerlerine götürüyorlar. Orada artık dünyalılarla görüşmüyor ve konuşmuyorlar. Ama onları vefat ettiren meleklerle görüşmeleri ve haberleşmeleri vardır.

Şimdiye kadar bize kabir azabını soruyorlardı. Tam cevap veremiyorduk. Bu âyet çok açık olarak öldükten sonra ne olacağını haber vermektedir. Münker ve nekir meleklerinden bahsediliyordu. Kur’an’da delil bulamadığımız için ne inkâr ne de ikrar etmiyorduk. Ama bu âyet çok açık olarak öldükten sonra meleklerle sohbetin varlığını haber veriyor. Ehli Sünnetin itikadında olanların büyük çoğunluğu Kur’an’a dayanmaktadır.

ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ (JaLıMıY ENFuSıHıM)  

“Nefislerine zulmetmişler iken onları vefat ettirirlerse.”

Melekler kendilerine zulmetmiş olan kimseleri vefat ettirmişlerdir. Melekler hem mü’minleri hem zalimleri vefat ettireceklerdir. Mü’minleri ağırlayarak karşılayacak, onları kıyamet olmadan önce taltif edeceklerdir. Bekleyecek ama bu dünyadan daha zevkli bir âlemde bekleyeceklerdir. Diğerleri de tutuklu olarak korku içinde bekleyeceklerdir. Soruşturma esnasında mağdur olanlar farklı yerlerde soruşturulurlar, sanıklar farklı yerlerde soruşturma yapılırlar. Ancak soruşturma esnasında zulüm de yapılmaz.

قَالُوا فِيمَ كُنتُمْ (QAvLUv FIyMa KuNTuM)  “Nerede idiniz derler.”

-Ne ile meşguldünüz, ne yaptınız? İnsan her amel ettikçe genlerin hafızasında yaptıkları yazılmaktadır. Bugün binlerce sene önce ölmüş kemikleri tahlil ederek onun hayatta iken ne iş yaptığını bilebilmekteyiz, çünkü kemikler ona göre gelişmiştir. İnsan beyni de böyledir. Tüm hayatı hafızasında yerleşmiştir. Kasıtlar ve niyetler yazılmıştır. İnsanın ölmeden önceki beyni yerinde durmaktadır. O disketi bilgisayara koyarak insanın tüm geçmişini melekler okumaktadırlar ve onların nefislerine zalim olduklarını bilebilmektedirler.

İşte bu hallerini bildikleri için meraklarından sorarlar. ‘Ne bu dosyanız, kapanana kadar neler yaptınız?’ diye sorarlar. ‘Niçin yaptınız?’ anlamında sorarlar.

قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ (QAvLUv QunNAv MüSTaDGaFIyNa FIy eLEaRWı)  

‘Biz arzda müstedaf idik’ derler.”

Cevap vermektedirler. Yani, dünyada bıraktıkları bedenle ilgileri kesilmiştir, ama meleklerle konuşacak bir bedenleri vardır demektir. Çünkü konuşmak için beyin lazım, dil lazım. Beş boyutlu uzayda bu dünyanın dışındaki beyin ve bedenleri ile meleklerle konuşurlar. Artık ‘fail’ değildirler, ama ‘kail’ olabilmektedirler. Hafızaları yerindedir. Yani, ne yaptıklarını hatırlamaktadırlar. Kıyamete kadar da bir geçiş hayatı vardır demektir. ‘Biz arzda müstedaf idik’ derler.”

Demek ki bu konuşma bu arzda cereyan etmeyecektir, bu kâinatta cereyan etmeyecektir.

İnsan nasıl evsiz olamıyorsa, ruh da bedensiz olmayacaktır. Demek öldükten sonra da insanın başka bir bedeni olacaktır. O beden konuşabilecek, dünyadaki hafızasını ve bilincini koruyacaktır. Biz müstedaf idik. Cihad yapmaya gücümüz yetmediği için zulme katlandık, zulmedenlere oy verdik, zulmedenlerle beraber olduk. İnsan cihad yapmak zorunda değildir. Ama karşı cihad yapmalıdır, yani kötülükte zalimlere âlet olmamalıdır.  

قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً (QaLu EaLaM TaKuN EaRWu elLAHı VaSıGaTün)  

“Allah’ın arzı vâsi değil miydi?”

Bu âyet çok önemli bir âyet olarak görünmektedir. İnsanlar hicreti devletten devlete anlamakta ve ‘bugün yeryüzünde hicret edilecek adil devlet nerede var?’ diye sormaktadırlar. Hata baştan yapılmaktadır. İnsan hayatını ülke içinde, ilçe içinde yaşamaz; insan ocak ve bucak içinde yaşar. Hicret ocaktan veya bucaktan yapılacaktır. Mü’minler bir apartmanda toplanmalıdırlar. Tapu kooperatifte bulunmalıdır. İslâm’ı yaşamak istemeyenleri kooperatiften çıkarabilmelidirler. Böylece günlük hayatı zulmetmeden yaşarlar. Bunun için evi olanlar evlerini satıp bir apartmanda toplanabilirler. Kiracı olanlar da burada kiracı olurlar. Bir de kendilerine mesken ve iş sitelerini oluşturur, çalışmada ve yaşamada bir araya gelirler. Aralarında zulüm yapmazlar. Zalimlerden de korunurlar. Bugün gerek apartman yapmak için, gerek site kurmak için pek çok yer vardır; Allah’ın arzı vâsidir. Allah bizden ülkemizi terk etmemizi istememekte, kendi sitemizde toplanmamızı istemektedir. Bu hususta Adil Düzenciler başarılı imtihan verememişlerdir.

فَتُهَاجِرُوا فِيهَا (FaTuHAvCıRu FIyHAv)  “Oraya hicret etseydiniz.”

Demek ki zayıf olmak cihad etmemek için mazeret değildir. Muhaceretsiz mü’min olunmaz.

Akevler’e tarikatçılar ve nurcular taşındılar, bize cemaatle namaz kıldırdılar ama örtünme bakımından bir düzen sağlayamadılar. Biz de torunlarımıza hakim değiliz. Onlara baskı da uygulamıyoruz. Çünkü örtünme sosyal olaydır. Hicret gerekmektedir. Eşiniz örter, kızınız örter ama torununuz örtmez, namaz da kılmaz.

‘Ben yalnız kendi çocuklarımı kurtarayım’ diyenler başaramazlar.

İslâmî site kurmalıyız, o sitenin kurallarını koymalıyız. Uymayanları kooperatiften, dolayısıyla siteden çıkarabilmeliyiz. Biz bunu Akevler’de başaramadık. Bunun sebebi şu olmuştur.

Biz ortak ettiklerimizi para ile ortak yaptık. Baştan ‘müslim’ olanları almakla yetindik, ‘mü’min’ olmalarını şart koşmadık. Kendileriyle iman ve cihad sözleşmesini yapmadık. Bu sebeple başaramadık.

Yeni oluşturulacak site, mücahitler sitesi olmalıdır. Henüz mücahitler yeter sayıda bulunmadığı için bu siteyi kuramıyoruz. Biz hazırlığımıza devam etmeliyiz. Market ve ev projeleri üzerinde araştırmamız ve araştırma uygulamaları devam etmelidir. Kur’an bize birbirimize bir yer içinde hicret etmemizi istiyor. Onun için “FÎH” diyor. Böylece müslim olmak için bile hicrete ihtiyaç vardır. Cihad herkese farz değildir, ama gerektiğinde hicret herkese farzdır. Çevre zalim olmak için mazeret olarak kabul edilmemektedir.

فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ (Fa EuLAEıKa MaEVAvHUM CaHanNaM)  

“İşte onların me’vaları cehennemdir.”

Barınmaları cehennemdir. Fırındır. Oraya dönecekler ve orada pişirilip olgunlaştırılacaklardır.

Görülüyor ki, cihad herkese farz değildir. Ama hicret herkese, kadın erkek, büyük küçük, müslim mümin, kaid mücahit herkese farzdır. Madem ki torunlarımızı örttüremiyoruz, madem ki beş vakit namazı cemaatle kıldıramıyoruz, madem ki rüşvetsiz ve vergi kaçırmadan iş yapamıyoruz; o halde hicret edip kendi mesken ve işyeri sitemizi kurmakla yükümlüyüz, yoksa daha kabre konmadan hesabını vermeye başlarız. Kur’an’a inanıyorsak bu durum bizi korkutmalıdır.

وَسَائت مَصِيرًا(97) (Va SAvEaT MaÖIyRan)  “Mesîr olarak kötüdür.”

SaRe” demek dönüşmüş demektir. Çamur tuğlaya dönüştü, yahut ölü toprak yeşilliğe dönüştü demektir. “Masîr” ism-i mekân ve masdar-ı mimîdir. Âhirette dönüşmekten bahsedilmektedir. Cehenneme gidenler için ‘bi’se masîren’ denmektedir, ‘sâet masîren’ denmektedir. Cennete gidecekler için ‘ilellahi masîren’ denmektedir. Cehennemlikler kötülüğe veya kötüye dönüşecekler, cennetlikler ise Allah’a dönüşeceklerdir.

Vahdet-i vücutçuların iddiaları budur. Allah’ı tecezzi eden bir şey kabul ediyorlar, dünyaya gelmekle O’ndan koptular, âhirette ise tekrar O’na dönecekler. Allah olacaklar demiyor, Allah’a dönüşecekler diyor.

Her iki tarafta da bir dönüşme vardır. Cehennemlikler için molekül yapılarında cinlerin hayatı gibi çekirdek yapılarına dönüşeceklerdir. Bu husustaki bilgiyi “Güneşte Hayat” risalesinde yazdım. Bulup buraya koyabilirsiniz. Cennette ise yine molekül hayatı sürecek ancak entropinin büyümesi duracaktır. Periyodik bir dalgalanma içinde yaşayacağız. Allah gibi hayatları ebedi olacağı için Allah’a dönüşme şeklinde ifade edilmiştir.

Bu hususta fazla bilgi isteniyorsa “Masîr” sözü geçen âyetleri alıp yorumlamanız gerekmektedir.

Kur’an’ın anlaşılması çok kolaydır.

Biz eğer Kur’an lügatini hazırlar, bir de Osmanlıca ve Türkçe mealleri alırsak, nahiv ve sarfa göre, maaniye göre yorumlayan tefsir külliyatı oluşturursak, Kur’an üzerindeki araştırma artık basitleşecektir.

“Akevler” böyle bir külliyatın oluşması için metotları araştırmaktadır.

Allah amellerinizi asla zayi etmeyecektir. Meyvelerinin bir kısmını göreceksiniz ama asıl bolluk sizden sonra olacaktır. Melekler sizi gelişmelerden haberdar edeceklerdir. Biz ölülere haber götüremeyiz ama melekler olayları onlara her zaman ulaştırabilirler. Kısa zaman sonra zaten hepimiz bir arada olacağız.

Bu dünyada uzun zaman geçecek ama mü’minler için âhiret çok kısalacaktır. Kâfirler için ise rahmet olsun diye uzayacaktır. Azapları tecil edilecektir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنْ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا(98) فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللَّهُ عَفُوًّا غَفُورًا(99) وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يَجِدْ فِي الْأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(100) وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَقْصُرُوا مِنْ الصَّلَاةِ إِنْ خِفْتُمْ أَنْ يَفْتِنَكُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبِينًا(101)

إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ (EilLa elMuSTaWGaFIyNa)  “Müstadaflar böyle değil.”

“Kaid olanlar ile malları ve canlarıyla cihad edenler bir değildir.” denmişti. Şimdi onlardan bir kısmını istisna etmektedir. Böyle olanlar mü’min iseler, kaid olsalar da diğerleriyle müsavidirler. İnsanlar eşittir. Yetki ve görevlerde eşittirler. Kendilerine güç verilmemişse onlar zayıftır, mazurdur. Onların dereceleri amel etmedikleri halde amel edenler kadardır. Zekâtı zenginler verirler, onlar zekât vermez alırlar ama, zenginler kadar onlar da sevap almış olabilirler. Küçükler büyük olsalardı savaşa gideceklerdi; o halde onlar da zaferden yararlanırlar. Sakatlar sağlam olsalardı savaşa gideceklerdi; o halde onlar da savaşa gitmiş gibi olurlar.

Müstadaf” olarak onlar da yapmadan sevabını alırlar demektir.

Müstadaflar” burada erkek kurallı cem getirilmiştir. Bunlar da cemaat olurlar demektir.

مِنْ الرِّجَالِ (MıNa elRıCALı)  “Ricalden.”

Bunlar imkânsızlıktan dolayı ülke dışında yapılacak cihad savaşına katılamayanlar demektir. Güçleri yetmemiş olabilir veya maddî imkânları olmayabilir. Sakatlar ve hastalar bunlara dahildir.

Fiilen askerlik yapamayan erkeklerin siyasi hakları tamdır, seçerler ve seçilirler.

وَالنِّسَاءِ (Va eLNıSAEı)  “Ve nisadan, ve kadınlardan.”

Kadınlar da cihada katılmakla yükümlü değildirler. Dolayısıyla savaşa katılmadılar diye onların dereceleri düşmez. Âhirette mü’min kadınlar da savaşan erkekler kadar derece alırlar. Kadınların çocuk doğurmaları onların savaşlarıdır. Doğum esnasında ölseler şehit olurlar, şehitler mertebesindedirler.

وَالْوِلْدَانِ (Va elVBıLDANı)  “Ve çocuklardan.”

Vildan” ‘veled’in çoğuludur. Sonunda “Nun” harfi varsa da kurallı cem değildir. Yedi yaşını dolduran çocuklar da mümeyyiz olurlarsa, onların da birçok işleri yapmaya ehliyetleri doğar. Kamu hizmetleri yapabilirler. Ama yapmakla yükümlü değildirler. Onların dereceleri de savaşan erkeklerden az olmayacaktır. Küçüklük tabii hal kabul edilmez, arızalardan kabul edilir.

Usulde müstedaflar için arızalar tesbit edilmiştir. Bunları burada gözden geçirirsek istid’af edilen müstedaflar daha iyi anlaşılır.

Müstedaflar iki gruba ayrılır. Bir kısım müstedaflar vardır ki hem iradelerini hem rızalarını kaybederler. Bazı müstedaflar vardır ki sadece rızalarını kaybetmiş olurlar.

CENİN          : Uyku        Acz    Cehl      Hata

Sagir               : CUNUN   İğma Tağrir   İKRAH

MÜSTADAF : Hezl         Sekr    Hacr     Sefeh

Kebir              : CİNS       Rikkat Zimmilik SEFER

MEYYİT       : Nisyan    Ateh    İztirar       Maraz  

لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً (LAv YaSTaOIyGUvNa XIyLaTan)  “Havlı istitâa edemezler.”

Hilev” filev vezninde sıfatı müşebbehedir. Havl, değişme anlamındadır.

‘Değişmeye güç bulamayanlar’ demek olur. Yani, ‘hicret etmeye güç bulamayanlar’ denmiş olur. Bu şekliyle yukarıda “İllâ” istisnası, ‘niçin hicret etmediniz’in muhataplarıdır. Hicret etmeyenlerden istisna edilmedir. Taşınmaya gücü yetmeyenler müstesna denmektedir.

Buradan şunu öğreniyoruz ki, hicret herkese farzdır. Bulundukları yerde cihad edemezlerse, orada cihad edecekler kalmadığı zaman hicret etmek herkesin sorumluluğundadır. Ancak hicret etmeye güçleri yetmeyen kimseler bu hicretle mükellef değildirler. ‘Hicret’ deyince İran’a veya Hindistan’a hicret anlaşılmamalıdır.

İslâmî hayatı yaşayamayanlar, günde beş vakit namazı ailece kılıp sohbet edemeyenler, haftada bir gün bir araya gelip kabile kongresini yapamayanlar, aralarında İslâm şeriatını uygulayamayanlar, kim olursa olsun hicret edeceklerdir. Bu yalnız erkeklere değil, kadınlara ve çocuklara da farzdır. Mü’min olanlara farzdır. Müslim olanlara farz değildir. -Nereye hicret edecekler? Bugün bir apartmana hicret edeceklerdir. Evleri varsa satacaklar ve ortak olarak alacakları apartmana hicret edeceklerdir. Kirada iseler buradan kalkıp oraya hicret edeceklerdir. -Sonra ne yapacaklar? Mü’minler bir mahallede apartmanlar edinmeye çalışacaklar. Böylece mahallelerinde varsa caminin haftalık cemaatleri olacaktır. Bunların kooperatifleri olacak, kendi şeriatlarını kendileri tedvin edecekler. -Uymayanlara verilecek ceza nedir? Kooperatiften çıkarmaktır. Apartmanın daire tapuları kendilerinde olmaz. Hakem kararı ile ortaklıktan çıkarılır ve daire de satın alınmış olur. İşte günümüzde hicret buralara yapılacaktır. Aynen Son Nebi’nin yaptığı gibi yapılacaktır. Mahalleye hicret tamamlandı mı iki üç apartman ortaklık kuracak ve İslâm sitesini oluşturacaktır. Diğer apartmanlar da dâvet edilecektir. Medine’de veya şimdi Avrupa’da olduğu gibi çıkarları için kendi istekleri ile katılacaklardır.

وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا(98) (Va LAy YaHTADuVNa SaBIYLAn)  “Sebili ihtida edemeyenler.”

Gitmeye halleri, mecalleri yoktur ve yol bulamamaktadırlar. Burada “VeLâ Yestetığûne Sebilan” denmiyor da, “VeLâ Yehtedûne Sebilan” deniyor. Mazeret olması için gidecek durumları olmayacak, bir de yol bulamayacaklardır. Bu durumda gidilecek yerin olmaması gerekir.

Bizim dünyamızda gidilecek yol inşaat şirketidir. Adil Düzen apartmanları kurulmalıdır ki müstedaflar oraya hicret edebilsinler. Adil Düzen siteleri oluşmalıdır ki müstedaflar oraya hicret edebilsinler. Evleri varsa satabilmelidirler ki oraya hicret edebilsinler. Dolayısıyla evlerini alıp satacak, karşılığında İslâm apartmanında daire verecek bir vakfın oluşturulması gerekir.

Akevler’in Ana Sözleşmesi’nde; “Çalışmada ve yaşamada birbirleri ile anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.” deniyor.

İnsanlar için gelecek dünyanın temel oluşum şekli muhacerettir. 20. yüzyılda sanayileşmenin sonunda insan yerinden yurdundan kopmuş, ama insanlar gittikleri yerlerde yurtlarını bulamamışlar, yerleşememişlerdir. 21. yüzyıl yerleşme asrı olacaktır. 21. yüzyılın sonunda artık insanlar gezgin olmayacak, aileler dağılmayacak, aynı yerde yaşayacaklardır. Yerel yönetim kanunları yerine, yeryüzünü bölüşme kanunları ortaya çıkacaktır.

  1. İnsanlık kıta merkezlerinde teşkilatlanacak, araştırma hizmetleriyle uygarlığa doğru adımlar atacaktır.
  2. Ülkeler bağımsız olacak, insanların iç işlerine karışmayacaklardır. Ülke bölgelerde teşkilatlanarak dış güvenliği sağlayacak ve ihtisas hizmetleri yapacaktır.
  3. İller bağımsız olacak, ülkeler illerin iç işlerine karışmayacaktır. İller iç güvenliği ve genel hizmetleri yapacaklardır.
  4. Bucaklar bağımsız olacak, iller bucakların iç işlerine katılmayacaktır. Kamu hizmetleri buralarda görülecektir. Şeriat burada oluşacak, bağımsız yargı burada olacaktır.
  5. Bucaklar içinde ocaklar da yaşamada bağımsız olacaklardır.

فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللَّهُ (Fa EuLAEıKa GaSAy elLAHu) “İşte bunlar Allah’ın asyettiği kimselerdir.”

Asâ” beklenir demektir. Allah’ın bunları affetmesi beklenir. “Allah bunları affeder” denmiyor da, “Allah’ın bunları affetmesi beklenir” deniyor. Burada ancak gerçekten samimi olarak büyük çaba varsa ve başarılamamışsa o zaman affedilecektir. Bahane ile hicret etmeyenler için affın olmadığı belirtilmiş olmaktadır.

Yukarıda sayılan arızalar derece derecedir. Diyelim ‘ikrah’ vardır. İkrahı usulcüler ikiye ayırmışlardır: Mülci ikrah ve mülci olmayan ikrah. Kişiye tabanca dayatıyor ve; ‘ya buraya imzanı at ya da seni öldüreceğim’ diyorlar. Kişi tetiğin çekileceğinden emin. İşte bu mülci tehdittir. ‘Bak, sen bunu yapmazsan seni işten çıkarırım’ derse, işte bu da mülci olmayan ikrahtır. Yol bulamama acziyeti de böyledir. Siz son gayreti gösterdiğiniz halde başaramazsanız o zaman mazursunuz demektir. Nasılsa yapamam deyip gayret göstermezseniz, bu takdirde afv edilmeyeceksiniz demektir. İşte bu sebeple burada “Asâ” kelimesini getirmiştir.

أَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ (EaN YaGFuVa GaNHuM)  “Onlardan afvetmesi Allah’tan beklenen kimseler.”

Aslında hicret etmemek bir suçtur. Sadece mazeretten dolayı Allah affedecektir. Hicret yalnız mü’minler için bir emir değildir. Hicret, mü’min-müslim herkes için farzdır. Kadınlara ve çocuklara da farzdır.

Arada şu fark vardır. Mü’minlerin görevi hicret edilecek yeri hazırlamaktır. Eğer beş vakit namazı çoluk çocuk beraber kılamıyorsanız, eğer Kur’an’ı mealle yani anlayarak okuyamıyorsanız, hastalık hallerinde veya yoksulluk hallerinde birbirinize dayanışamıyorsanız, o zaman size hicret etmek farzdır.

Bugün biz böyleyiz. Sanayi dönemine geçmekle sudan çıkmış balığa dönmüşüzdür. Dayanışma hayatını yaşamak zorundayız. Bunun için İstanbul’da ‘İnşaat Şirketi’ kurulacak, arsalar temin edilerek inşaat yapılacak, insanların hicret etmelerine imkan sağlanacaktır. İstanbul’daki Akevler İzmir’den farklı çalışacaktır. İşte bunu tesis etmek İstanbul mü’minlerine farzdır. İstanbul müslimlerine de bu şirkete ortak olmak farzdır. Demek ki mü’minler şirket kuracak, İslâmî apartmanların ve sitelerin oluşmasını sağlayacaklar, müslimler orada ortak kendi evlerini temin edeceklerdir.

Burada dikkat edilecek husus, kooperatifi yöneten mü’minlerin bu organizasyonda verdiklerinden fazla bir şey almamaları, onların da diğer ortaklar kadar pay almalarıdır. Bu kooperatifi şirket kabul ederek kendilerini diğerlerinden farklı olarak zengin etmemelidirler.

وَكَانَ اللَّهُ عَفُوًّا غَفُورًا(99) (Va KAvNa elLAHu GaFuvVan ĞaFUvRan)  

“Allah afvedici ve mağfiret edici bulunmaktadır.”

Yukarıda “Asâ” demekle affı çok tedbirli olarak belirttiği halde, burada te’kiden “Allah affedicidir, mağfiret edicidir” demek suretiyle teyit ve tekit etmesi nasıl telif edilecektir?

Önce şöyle diyelim. Medine gibi bir site oluşturmak mü’minlere farzdır. Yani, İstanbul mü’minlerine İstanbul’da inşaat şirketi kurmak farzdır. Müslim olanların buraya hicret etmeleri farzdır. Ancak bu oluşma meydana geldikten sonra, artık farz diğerlerinden de sakıt olmuştur. Ama kimse görevi yerine getirmezse herkesin üzerinde çok ağır yükümlülük vardır. Yukarıdaki ifade farz-ı kifayenin yerine gelmesinden önceki durumu, burada ise farz-ı kifayenin yerine gelmiş durumunu ifade etmektedir. Bu sebepledir ki afv ve mağfiret nekireli olarak kullanılmıştır. Yani, devlet nezdinde de böyledir. Hicret etmiş olanlar sonra imtiyazlı değildirler. İnşaat şirketini kuracaklar ve bu şirkete ortak olacaklar, sıkıntı çekecekler, sonra İslâmî apartmanlar ve siteler oluşacaktır. Sonradan katılanlarla bunlar arasında bir sınıf farkı olmayacaktır. Sadece onların yaptıkları yatırımlar da diğerleri gibi değerli olacaktır. İlk yatırdıkları için kuruculuk payları olmaz ama saatlerinin ve paralarının değeri yüksek tutulabilir. Biz bunu işletme senedi ile sağlıyoruz.

Afv” suçu silmek demektir. Siciline işlememek demektir. “Mağfiret” cezayı çektirmemek demektir. Suç var ama ceza çekilmediği halde çekilmiş kabul edilmektedir. Afv sicile geçtiği için mağfiretten daha iyi olabilir, ama mağfirette ceza çekilmiş olduğu için etkileri daha derindir.

***

وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Va MaN YuHAvCıR FIy SaBıLı elLAHı)  

“Allah’ın sebilinde kim hicret ederse.”

Bundan önceki âyette istisna nerden yapılmıştı? İki şekilde değerlendirdik. Savaşa katılmayanlar veya hicret etmeyenler şeklinde iki manâ verileceği belirtilmişti. Her iki manâ da aslında doğrudur. Ancak burada açıkça hicret etmeyenlerden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Yine burada hicret etmekten değil, birbirine hicret etmekten bahsedilmektedir. Ortak bir apartman tesis edilecek ve oraya hicret edilecektir. Ortak apartmanların olduğu yerlerde ortak siteler oluşturulacaktır. Muhaceret orayadır, yoksa dışarıya hicret muhaceret değildir.

İnsanlar muhaceret sistemleri ile kendi ocaklarında ve bucaklarında yer alacaklardır. İstedikleri zaman değiştirebilecekler, hicret edebileceklerdir. Demokrasi demek, insanların istedikleri yere göç ederek Medine tipi kendi istedikleri siteleri kurabilmeleri, beğenmeyenlerin de oradan hicret edebilmeleridir. İslâm demokrasisi hicret demokrasisidir. Burada dikkat edilecek bir şey vardır. Mü’minler halkı sitelerinden sürmüyor, tehcir etmiyor, kendileri hicret ediyorlar. Bundan daha barışçı bir ideoloji düşünülebilir mi?

Ne var ki, insanlar gittiğin yerde rahat bırakmak istemiyorlar. Orada da rahatsız ediyorlar. Sizin apartmanınıza karışıyorlar. Sizin bucaklarınıza karışmak istiyorlar. İşte onlar kâfirdir.

يَجِدْ فِي الْأَرْضِ (YaCıD FıY eLEaRWı)  “Arzda bulurdu”

Burada “arz” marifedir ve ‘gidilen yerde’ anlamındadır. Hicret edilen yer demektir. Muhacirlerin hicret ettikleri yerde karşılaştıkları sıkıntılar vardır. Burada ona işaret etmektedir. Bu yer neresidir?

Bulunduğu apartmandan çıkıp başka yere göç eden bir ailenin karşılaştıkları sıkıntılar vardır. Bir mahalleden başka mahalleye yapılan göç vardır. İlini değiştirme vardır, ülkeyi değiştirme vardır. Alışılmış ve bilinmiş bir düzenden başka bir düzene geçiyorsunuz. Bu insanlara hem bir ferahlık hem de sıkıntılar getirir.

Orada vecd edecektir, orada bulacaktır.

Eski yerlerin iyiliklerinden yararlanmaktasınız, kötülüklere alışmışsınızdır, onlara karşı tedbirler almışsınızdır. Yeni yere geçtiğiniz zaman eski yerlerdeki iyilikleri bulamayacaksınız. Dolayısıyla sıkıntı içinde kalacaksanız. Oranın iyiliklerini bilmediğiniz için yararlanamıyorsunuz. Kötülükler ise bilginize bağlı olmadan üzerinize çullanır. Onu da bilmediğiniz için tedbir almazsanız kendinizi kötülüklerden koruyamazsınız.

Bu hicret edilen yerde bulunan kötülüklerdir. Buna karşılık yeni yerde eski yerin müzminleşen kötülükleri yoktur. Bunlardan kurtulacağınız için ferahlarsınız Sizin bilgilerinizle yerlilerin bilgileri birleşir, sizi daha bilgili hâle getirir, siz onların bilgilerine sahip olursunuz, onlar sizin bilgilerinize sahip olamazlar. Sorunları daha kolay çözersiniz. Bu sizi yerlilerin üstüne çıkarır. O toplulukta da reform olur. Tarihte daima göç veren ülkeler çökmüş, göç alan ülkeler yenilmiş olsalar bile zengin olmuşlar ve yükselmişlerdir.

مُرَاغَمًا كَثِيرًا (MuRAĞaMan KaÇIyRan)  “Birçok murağım”

Rağıma” kelimesi “Rağıba” kelimesi ile akrabadır. “Rağbe ileyhi”, ona rağbet etmek demektir. “Rağıbe anhu”, ondan uzaklaşmak demektir.

İğam etmek” demek, oradan uzaklaştıracak veya oraya çekecek birçok şeyler bulursunuz demektir.

Her gülün dikeni vardır. Bulunduğun memleketin iyi tarafları var, kötü tarafları vardır. İyi taraflarından dolayı orada kalmak istersin, kötü taraflarından dolayı oradan kaçmak istersin. Ancak alışık olunduğu için de orada kalmak istersin. Yeni gidilen yerin de birçok iyi tarafları vardır, birçok sıkıntılı tarafları vardır. Onun için oraya gitmek istersin. Ne var ki yeni gidilen yer bilinmediği için oradan çekinilir ve kaçılır. Eski yurdun alışkanlığı ve bilinirliği, yeni yerin bilgisizliği ve acemiliği insanları hicretten alıkoymaktadır. Bu hissî tembelliği delip açabilenler, hicret edenler, eski bilgileri ile yeni bilgilerini bir araya getirerek ileri adım atarlar.

1960’larda Türkiye çok sıkıntılı günler yaşıyordu. Demokrat Parti’nin sayesinde ekonomide açılan halk, 1960 müdahalesiyle ekonomik durgunluğa girmiş ve çok zor duruma düşmüştü. Eski kapalı ekonomiden kurtulmuş ama yeni ekonomide birden çıkmaza girmişti. AP ve Süleyman Demirel Avrupa yollarını açtı. Türkiye’nin en fakir halkı, köylüler düz işçi olarak bile değil, sadece insan olarak Avrupa’ya gittiler. Şimdi onlar Türkiye’nin en üst tabakasını oluşturmuşlardır. Orada aktif rolde olanlar yerlilerden daha ileridir.

وَسَعَةً (Va SaGaTen)  “Ve sayı bulacaklardır.”

SeATen” vus’atten, genişlikten bir kelimedir. “Ve” harfi atıftır. “S”nin başındaki “V” düşmüştür. Bolluk ve rahatlık demektir. Yani, servet bakımından daha fazla imkânlara ulaşacaklardır. Çünkü hicret edenler sıkıntı içinde yaşamayı kabul etmişlerdir. Dolayısıyla giderleri azalmıştır. Örfi harcamaları yoktur, moda harcamaları yoktur. Buna karşılık gelirleri artmıştır. Çünkü o yörede bilinmeyen bir sanatla gelmişlerdir. Halk onu ya hiç kullanmıyordu, ya da başka yerlerden sağlıyordu. Dolayısıyla üreticisi tek olduğu için gelirleri artmıştır. Bu bakımdan birkaç sene sonra onlar zengin olmuş, yerliler geri kalmışlardır.

Tarihte bu hep böyle olmuş, büyük medeniyetler hep hicretten sonra doğmuştur. Sonra yerliler de onların yaptıklarını yapmaya başlar, göç alan tüm kent gelişir. İstanbul 1950’lerde 1 milyondu, bugün 15 milyona yaklaşıyor. Bu nüfus kendi çoğalmasıyla artmamış, Anadolu’dan ve diğer yerlerden gelen göç bunu sağlamıştır. Hâlâ İstanbul’un hayat seviyesi Anadolu’dan daha üstündür. Öyle olmasa hâlâ göç almaz.

Topluluk içinde yarış başlar, birbirleriyle üstünlük çekişmesi halkın çevresini daraltır. Yeni gittiğin yerde sen onlarla ayrışmayı bırakır, herkesle iyi geçinmeye dikkat edersin. Bu da senin çevreni genişletir, daha rahat bir sosyal ortam içinde olursun. Göçün iyi tarafı, her şeye sıfırdan yeniden başlar, tecrübelerle elde ettiğin bilgileri kullanarak yeniden daha kusursuz bir yapı oluşturursun. Bu sebepledir ki göç olmadan inkılâplar olmaz.

Mustafa Kemal bunu bildiği içindir ki merkezi Ankara’ya taşımıştır. Sovyetler de Petersburg’tan Moskova’ya taşınmışlardır. Biz de apartmanımızı, mahallemizi, ilimizi, ülkemizi değiştirmek zorunda kalabiliriz. Hazırlıklı olmalıyız. Hz. Musa Peygamber’in kavmi göç etti, hâlâ da göçteler ama bu sayede dünyaya hükmediyorlar. Akevler Adil Düzen Ekibi mobil bir aşiret olmalıdır. Sık sık yer değiştirmemelidir, ama daima değiştirmeye hazır olmalıdır. Bizim ‘ahşap evler’ geliştirmemizdeki hikmet budur. Gerekirse sitemizi hemen Ankara’ya taşımalıyız. İktidar olduğumuzda ülkeyi İstanbul’dan idare etmemeliyiz. Ankara’da ev bulma sıkıntısı içinde olmamalıyız. Demek ki “genişlik” deyince iki şey anlıyoruz; ekonomik imkânlar ve sosyal çevre.

وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ (Va MaN YaPRuC MıN BaYTıHı)  “Beytinden kim huruc ederse.”

İnsanlık tarihinde göç her zaman mukadder olmuştur. Göçün sebebi üçtür. Biri ekonomidir. İnsanlar nerede karınlarını doyururlarsa oralara doğru göç olmaktadır. Mevsimlik göçler, kentleşme göçleri hep ekonomik kaynaklıdır. Bir de siyasi göçler vardır. Savaşların sonunda ortaya çıkan göçler vardır. Bir de demokratik sebeplerle oluşacak göçler vardır. Kişi bulunduğu ocağı, bucağı, ili ve ülkesini beğenmez, orasını terk eder ve başka bir yere göç eder.

Bir ‘göçmenler vakfı’ kurulmalıdır.

-Bu göçmenler vakfı ne yapacaktır?

Zorlanarak veya kendi isteğiyle evini terk eden bir kişi, evinden ayrılır ayrılmaz artık “göçmen” olmuştur. Kur’an’ın “göçmen” yani ‘muhacir’ tanımına göre, bir yere gittiği zaman değil de, evinden çıktığı zaman göçmen olmuştur. Artık göçmenler vakfının himayesine girmelidir.

Vakfın himayesine girdiği zaman yerel yönetimin ona hükümranlığı sona erecektir. Kişinin oradaki mülkü vakfa intikal eder. Vakıf ona ödeme yapar. O da istediği yerde yerleşir. Bu vakıf göçmen sitelerini kurar. Ayrılanlar önce bu sitelerde yerleşirler, isterlerse o sitelerde kalırlar, isterlerse oradan başka sitelere geçerler.

Bizim Bosnalılara, Kosovalılara, Çeçenlere, Iraklılara yapacağımız yardım ancak bu olabilir.

Buradaki bu kelime bize göçmenliğin evden çıkış ile başlayacağını öğretmektedir.

مُهَاجِرًا (MuHACıRan)  “Muhacir olarak.”

Çıkışta alabildiğini alacaktır. Kalanı hicret vakfına bırakarak ayrılacaktır.

Sefer, iş, ticaret, seyahat amaçlarıyla çıkma bu çıkış içinde değildir.

İki çeşit mülkiyet vardır. Birincisi ‘yararlanma mülkiyeti’dir. Bu mülkiyete herkes her yerde nâil olur. İkincisi olan ‘işletme mülkiyeti’ne ise yalnız işinde, ocağında ve kendi bucağında, semt merkezlerinde kendi ilinde, ilçe merkezlerinde, kendi ülkesinin bölge merkezlerinde ve insanlığın ortak merkezlerinde mâlik olabilir. Evini muhacir olarak terk eden o mülkiyetin ilgili olan hepsinden vazgeçmiş ve hicret vakfına devretmiş olur.

إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ (EıLay elLAHı Va RaSUvLıHı)  “Allah ve resulüne hicret ederse.”

Allah’a” dediğimizde topluluğa; “resule” dediğimizde yönetime; “Allah ve resule” dediğimizde başkanın hakemliğine demek olur. “Allah ve resulüne” dediğimizde de, hakemlerden oluşan bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargıya demektir.

O halde burada insanların nereye hicret edeceği belirtilmiş olmaktadır. Yargıyı Cuma cemaatinin oluşturduğunu, kabile yani bucak içinde kurulacağını biliyoruz. O halde ocağını değil de bucağını terk eden muhacir sayılır. Buradan niçin hicret edileceği de belirtilmiştir, hakemlerden oluşan adil yargı sistemi olan bucağa hicret edilecektir. Ülkemizde hakemlik sistemi kanunlarca meşrudur. O halde beş vakit namazlarımızı beraber kılacağımız apartmanlara hicret eder, bir de aramızda çıkan nizaları hakemlerle çözme sözleşmesini yaparsak, İstanbul’dan bir yere hicret etmemize gerek kalmadan Allah ve resulüne hicret etmiş oluruz. Kamu davalarında hakemlik yoksa, kooperatiften çıkarma vardır. Böylece kamu hukukunu da devletimize şimdilik bırakmış oluruz. Allah adil yargılama sistemine hicret etmemizi emretmektedir.

ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ (ÇumMa YuDRiKHu eLMaVTu)  “Sonra onu mevt idrak ederse.”

Hicret cihattır. Hicret esnasında ölen kimse şehittir. Şehit demek, bütün günahlarının affedildiği ve sorgulanmadan cennete alınan kimse demektir. Allah için savaşırken ölmek ne ise hicret ederken ölmek de odur. Çünkü hicret kıtalden daha müessirdir. Kıtal savunmak içindir, oysa hicret İslâm düzenini tesis etmek, adil düzeni kurmak içindir. Zordur, sıkıntılıdır. Ama kıtalden daha gerekli bir ibadettir.

Burada “sonra” kelimesi getirilmiştir, “Fa” getirilmemiştir. Çünkü hicretin sıkıntısı torunlara kadar sürer. Gerek iklim gerekse çevre sıkıntıları devam ettirir. Göçmenler yerliler tarafından devamlı dışlanırlar.

Hicretin başka bir sıkıntısı da şudur. İnsanların bedenleri kendi vatanlarına alışıktır, memleketlerinin mikroplarına karşı muafiyetleri vardır. Yeni yerlere gittiklerinde kendileri bulaşıcı hastalık götürebilir, onlardan da yeni hastalık alabilirler. Böylece hicret ölüme sebebiyet verebilir. Ancak, hicret o kadar gerekli ve lüzumlu bir şeydir ki, bu yolda hastalanıp ölme tehlikesi olsa bile bu yapılacaktır.

Bu tehlikenin hicret edip yerleşme olduktan sonra da sözkonusu olacağını bildirmektedir.

فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ (FaQaD VaQaGa EaCRuHUv GaLay elLAHı)  

“Ücreti Allah üzerine vâki olacaktır.”

Allah’ın üzerine şehit olduklarını belirtmiştim, bu ifade onu teyit etmektedir. “Fa” harfi getirilerek ölür ölmez ücreti vaki olacaktır demektir. “Kad” kelimesi ile getirilmiştir. Bu da şehitler için Kur’an’da belirtilmiş bir ücretlendirme durumudur. Onların kabirde bekleme müddeti sıfıra veya birkaç saate indirilmiştir. Zamandaki izafiyet yoluyla kısaltılmıştır. Ücreti Allah’ın üzerinde olmuştur. Bir hakem yargılarken, bir başka şeriatı icra ederken, bir şahit şehadet ederken, adil kararından dolayı saldırıya uğrayıp vefat etse o da şehittir. Allah’ın hilafet görevini yerine getirirken vefat etmiştir. Dolayısıyla ücreti de Allah’a aittir.

Demek ki bir görevli öldürülse veya bir muhacir yolda telef olsa, onun diyeti de devlete, kamuya aittir. Hicret için memleketinden çıkan kimseye dokunulsa, onun diyetini kamu ödeyecektir. Çünkü hicret kararından sonra artık onun âkilesi yoktur. Burada yeni bir müessese ortaya çıkmaktadır. Âkilesi olmayanların diyetlerini devlet öder. Şehitlerin ailelerine de ödeme yapılacaktır. Yani, savaşa katılıp da şehit olanlar ganimet elde etmiş olmasalar da devlet tarafından diyetleri vârislerine ödenir. Yetimler faslı budur.

وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا(100) (Va KAvNa elLAHu  ĞaFUvRan RaXIyMan)  

“Allah gafur ve rahîm bulunmaktadır.”

Allah, hicret veya kıtal yaparken ölenlerin yalnız suçlarını bağışlamayacak, aynı zamanda onlara daha fazla rahmet edip derecelerini yükseltecektir. Burada “gafûr ve rahîm” nekire gelmiştir. O halde Adil Düzen devleti de gerek savaş gerek hicret şehitlerinin bütün borçlarını ödeyecektir. Aynı zamanda onlara diyetlerini de dağıtacaktır.

Burada bir husus aydınlanmış olmaktadır. Savaşta ölenlere de ganimetten pay verilecek midir? Savaşta ölenlere ganimetten pay verilse bile bununla iktifa edilmeyecek, savaşta ölenin vârislerine diyet de ödenecektir.

Bu mesele “Adil Düzen Anayasası”nda yer almamıştır. İlave yapılması gerekmektedir.

Hiçbir kitap onun yani Kur’an’ın söylediklerini istiab edemez, kapsayamaz.

***

وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ (Va EıÜAv WaRaBTuM FIy eLEaRWı)  “Arzda darbettiğinizde”

“Arzın içine darbettiğinizde.” “Seferde olduğunuzda” denen yerler olduğu gibi “Arzda darbettiğinizde” de denmektedir. Sefer namazında dört rekatlı namazlar iki rekat  olarak kılınır. Arzda darbde ise yapılan herhangi iş demektir. İlle yolcu olmak, uzak seferde olmak gerekmez.

Mesela, vardiye değişmelerinde de arzda darb vardır. Nöbet değişmelerinde de darb vardır. Namaz nöbet değişmeleri esansında kılınacağı için bu esnada kılınan namaz farklı namaz olmaktadır. Bundan sonraki âyette açıklanacaktır. “Fi” harfi darbın sefer esnasında anlamına gelmediğini gösterir. Buna ‘havf namazı’ denir. Sefer namazından farklıdır.

فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ (Fa LaYSa GaLKaYKuM CuNAXun)  “Size cunah yoktur.”

“Size cunah yoktur.” Usulde tartışma vardır. Bir vacip kalktığı zaman meşruluğu kalır mı? Mesela, kurban bize farz değilse meşru mudur? Sevabı var mıdır? Eğer “leyse aleyküm cunahun” dense ve öyle teşri edilse artık eski hüküm ortadan kalkar. Bu sebeple Hacda Safa ile Merve arasında say yapmak vaciptir. Bu arada da cunah yoktur derken meşruiyetini anlatmaktadır. Yoksa mefhumu muhalefetle isterseniz yaparsınız anlamında değildir. Bundan sonraki âyette “FelTakum” emri bunun vucubiyetini ortaya koymaktadır. Mefhumu muhalefetin olmadığına bu da bir delildir.

أَنْ تَقْصُرُوا مِنْ الصَّلَاةِ (EaN TaQÖuRUv MıNa elÖaLAvTı)  “Salâtı kasr etmeniz de”

Salât kasr edilecektir. Dört rekatlı namazlar iki rekata indirilecektir. Dört rekatlı namazlar iki rekat olarak kılınacaktır. Çünkü arada kade vardır. Ama bölünebilmektedir. Acaba üç rekatlı namaz ne olacaktır?

Burada tasniften değil de kasrdan bahsedildiğine göre onun da iki rekata indirilmesi sözkonusu olur. Sefer namazlarında akşam namazları iki rekat olarak kılınmamaktadır. Bunda icma hâsıl olmuştur. Bunun anlamı şudur. Tek sayılar bölün(e)mez. Beş sopadan aşağı ceza verilmez. Hayız üç kuru’dur, yarılanmaz. Sefer namazlarını yarılıyoruz. Vitri terk ediyoruz, akşamı tam kılıyoruz. Sefer namazları 11 rekat oluyor. Rekat olarak yarılanmıyor. Üçü iki kılsak, bu sefer vitri de iki kılmamız gerekir. Hiç kılmasak on eder. Benim içtihadım bu olmakla beraber icmaa muhalif olduğu için böyle amel etmiyorum. Havf namazlarında ise vardiye değişirken böyle yapmak zorunda kalabiliriz.

6-12, 12-18, 18- 24, 24-6  Dört namaz kılınacaktır. Yalnız öğle ile ikindi cem edilecektir. Diğer namazlar cem edilmeyecektir. Çünkü bu gündüzlerin düzenlenmesidir. Gündüz namazları cem edilir. İşte akşam namazı kılınırken üç rekat değil de iki rekat kılınacaktır. Öğleyin ise iki namaz kılınacaktır. İmam birilerine öğle, diğerlerine ikindiyi kıldıracaktır. Birinciler kendiliklerinden öğleyi kılacaklar, ikinciler kendiliklerinden ikindiyi kılacaklardır.

إِنْ خِفْتُمْ (EıN PıFTuM)  “Havf ederseniz.”

İn Hiftüm” başa gelseydi, o zaman vücubu ifade ederdi, havf olunca kasr etmek zorunlu olurdu. Sonradan geldiği için kasr ruhsattır. Yani, havf olursa kasr edebiliriz demektir. O halde vardiye değiştirilirken kasr etmeyebiliriz. Ama imam yarısını birilerine yarısını birilerine kıldıracaktır. Yani şöyle olacaktır. Ya yatsı namazı iki rekat kılınacaktır. Bir rekatını imamla kılacaklar, diğerlerini kendileri kılacaklardır. Ya da dört rekat kılınacak, ikisini imamla, ikisini ise kendiliklerinden kılacaklardır. İmam kıraatlerini ilk iki rekatta değil de birinci ve üçüncü rekatlarda okuyacaktır. Akşamda da havfde ikiye indireceğiz. Ya da imam birilerine iki, birilerine bir rekat kıldıracaktır. Kıraatin birini üçüncü rekatta yapacaktır.

أَنْ يَفْتِنَكُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا (EaN YaFTıNaKuMu elLaÜIyNa KaFaRUv)  

“Küfretmiş olan kimselerin sizi fitne edeceklerinden havf ederseniz.”

Savaş olmadan bile bile eğer eşkıyalardan havf edilirse böyle yapılacaktır.

Bu ifade bize göstermektedir ki, yol kesenler kâfirdir. Eşkıyalık yapanlar kâfirdir. İntihar terörü yapanlar kâfirdir. Masum insanlar ancak savaşta, o da saldıranların yanında istenmeyerek öldürülmelerine izin verilmiştir. Sırf kadınlara, sırf çocuklara, yaşlılara, savaşmayanlara saldırmak küfürdür.

Filistin intihar komandolarını veya Irak intihar komandolarını tasvip etmek mümkün değildir. Bunlar küfür içindedirler. Terörün savaşta da barışta da meşruiyeti yoktur. Kimyasal bomba, biyolojik bomba, tahrip edici bomba veya atom bombasının sivil hedeflere atılması haramdır ve küfürdür. Bunları yapanlar kâfirdir. Dinlerinde bu haramı bulundurmayanların bu silahlara sahip olması savaş sebebi olur.

إِنَّ الْكَافِرِينَ (EınNa eLKAvFıRIyNa)  “Kâfirler”

Burada kâfir topluluklardan bahsetmektedir. İçlerinde kâfir olmayanlar olsa da bizim için hepsi kâfirdir. Buradaki “Lam” ahd için gelebilir, savaşta olduğunuz kâfirler demektir, ya da bütün kâfirler demek olur. Bu takdirde Kafirûn Sûresi ile çelişir. Dolayısıyla mahut kâfirler demektir. Bu tür yol kesenlerin kâfir oldukları ortaya çıkmaktadır. Hakem kararlarına uymadan, hakem kararları olmadan savaşmak küfürdür. Onlar devlete ve nizami ordulara düşmandırlar. Savaşın meşruiyeti hakem kararlarına dayanmalıdır. Bundan dolayıdır ki Şeyhülislâmdan fetva almadan Osmanlı Devleti savaşa girmemiştir. Savaş kararı bugün Anayasa Mahkemesince onaylanmalıdır dersek, Osmanlı uygulamasını yapmış oluruz. Bugün askeri yargı bile bağımsızdır. Onun için biz “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda şunu önerdik. Yüce Divan meclisteki hakemlerden oluşsun ve yüksek seviyedeki askeri kararlar onların denetiminde olsun. Askeri yargı hakemlerden oluşmasın.

كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبِينًا(101) (KAvNUv LaKuM GaDuvVan MuBIyNan)  

“Size mübin aduv bulunmaktadır.”

Kâfirler size mübin aduv bulunmaktadır” denmektedir. Siz hakem kararlarını yerine getirmek için görevli kimselersiniz. Bu şekilde kendilerini görevli görenlerle birleşmek ve hakem kararı ile savaşmakla yükümlüsünüz. Hakem kararlarına uyan diğer ulusların orduları ile işbirliği hâline girebilirsiniz. Böyle devamlı bir Nato benzeri ordu olmaz, ama Sovyetler gibi fiilî tehlike ortaya çıktığı zaman bir Nato kurulabilir ve savaşılabilir. Ama tehlike kalkınca o ordu devam ettirilmez. Nato ayrı ordu olamaz, Nato uluslararası ordular birliği olabilir. Bu hususta kâfirlerle işbirliği yapılamaz, aynı hakem kararlarına uymayanlarla işbirliği yapılamaz, çünkü onlar sizin düşmanınızdır. Birleşmişler eğer gerçekten insanlığı temsil eden bir birlik ise hakem kararlarına uymayan devletleri bünyesinden çıkarmalıdır. Ordusu olmayacak ama çıkarma yetkisi olacak ve onlar kâfir devlet olacaklardır. Kâfir devletler bizim düşmanımız kabul edilecektir. Kendimizi her zaman onlardan korumalıyız. Birleşmiş Milletler bu çıkarmayı yaparken planlayarak değil, hakem kararı ile alacaktır.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3162 Okunma
2-NİSA 6-10
2179 Okunma
3-NİSA 11-12
5609 Okunma
4-NİSA 13-17
1937 Okunma
5-NİSA 18-22
1886 Okunma
6-NİSA 18-22
1573 Okunma
7-NİSA 23-24
4555 Okunma
8-NİSA 25-30
1961 Okunma
9-NİSA 31-35
3358 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2307 Okunma
12-NİSA 47-56
2184 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2358 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2186 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2083 Okunma
20-NİSA 95-101
1946 Okunma
21-NİSA 102-106
2147 Okunma
22-NİSA 107-113
2099 Okunma
23-NİSA 114-116
2498 Okunma
24-NİSA 117-125
2102 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2058 Okunma
28-NİSA 144-152
1933 Okunma
29-NİSA 153-158
1984 Okunma
30-NİSA 158-162
2378 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2155 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma