NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2185 Okunma
NİSA 47-56

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا(47) إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا(48) أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُزَكُّونَ أَنفُسَهُمْ بَلْ اللَّهُ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا(49) انظُرْ كَيْفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَكَفَى بِهِ إِثْمًا مُبِينًا(50) أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا هَؤُلَاءِ أَهْدَى مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا سَبِيلًا(51)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ (Yav EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Ey Kitab verilmiş olanlar.”

İnsanlar yazının bulunmasından yani tarihten önce uzun zaman yaşadılar. Bu dönem insanlığın ümmilik dönemidir. Kur’an bunlara hitap etmemektedir. Çünkü yeryüzündeki bu dönem artık bitmiştir. Bir daha da geri gelmeyecektir. İnsanlar yazıyı bulduktan sonra da yazılı metinleri olmayan dönemlere ‘cahiliye dönemi’ denmektedir. Yazılı şeriatları olan, kanunları olan topluluklara ‘Ehli Kitap’ denmektedir. Allah’tan gelen kitaplara sahip olanlar da ‘Kitap verilenler’ olarak adlanmaktadırlar.

Buradan hemen anlaşılmaktadır ki, Kitap verilenler Ehli Kitap’tırlar ama her Kitap Ehli, Kitap verilen değildir. Kur’an burada ‘kitap verilenler’e hitap etmektedir.

Bugün yeryüzünde Kitap Ehli olanlar Tevrat ehli, İncil ehli, Furkan ehli ve Kur’an ehlidir. Furkan ehli olanlar Budistler ve Hindulardır. Bugün yeryüzünde bunların uygarlıkları vardır. Dünyada cahiliye döneminde olan çok az yer kalmıştır.

Bu beş adet olan uygar toplulukların dayanakları bulunan din kitaplarını inkâr edip, yeniden heva ve heveslerine göre hukuk oluşturmaya kalkışan bir moda vardır. Bunların hiçbirisi başarılı olamamıştır. Ne ekonomik, ne de sosyal düzen kuramamışlardır. Şimdi burada hitap edilenler, ateist olmayan kimselerdir. Yani Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler ve Hindulardır. Bunların içine Müslümanlar da dahildir.

آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا (EavMıNUv BıMAv NazZaLNAv)  “İnzâl ettiğimize îman ediniz.”

Burada inzâl olunan Kur’an değildir. Kur’an olsaydı ‘Billezî Ünzile’ olurdu. Hem “Ellezî”nin yerine “” hem “İnzâl”in yerine “Nezzelnâ gelmiş olması ile anlıyoruz ki, burada kastedilen Kur’an’ın lafızları değildir; Kur’an’ın zamanımızda anlaşılan manâsıdır; çağımıza hitap eden Kur’an’ın manâlarıdır; bizim bugün anladığımız manâdır; bu da “Adil Düzen”dir.. Kitap verilenler, tüm dindarlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Budistler, Hindular ve Müslümanlar insanları “Adil Düzen”e inanmaya çağırıyorlar.

مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ (MuÖadDıQan LıMAv MaGaKuM)  

“Sizin nezdinizde olanı tasdik edici olarak.”

Burada da kastedilen Tevrat, İncil veya Furkan değildir. Burada kastedilen eski içtihat ve uygulamalardır. Kur’an bütün kitap verilenleri “Adil Düzen”e inanmaya dâvet etmektedir. Bunun “Adil Düzen” olduğuna delâlet eden neler vardır? “Adil Düzen” onları nerelerde tasdik etmektedir?

a) Adil Düzenciler Yahudileri tasdik etmektedir. Onlara bugünkü İsrail devletinin topraklarını tasdik etmektedir. Saldırıdan vazgeçmeleri ve silahsızlanmaları şartıyla, Gazze ve Batı Şeria dahil, toprakları kendilerine verilmektedir. Onların kendi dinlerinde kalmaları gerektiği görüşündedir. İlimde ve ticarette de önder millet olduklarını teyid etmektedir. Kıyamete kadar varlıklarını sürteceklerini tasdik etmektedir. Bu daha önceki Müslümanların kabul etmediği bir tasdiktir.

b) Adil Düzenciler Hıristiyanları da tasdik etmektedir. Bundan böyle Doğu uygarlıklarını Müslümanların, Batı uygarlıklarını da Hıristiyanların kuracaklarını, kıyamete kadar hakimiyetin bunlarda kalacağını tasdik etmektedir. “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni Müslümanlarla Hıristiyanlar birlikte kuracaklardır. Biz Adil Düzenciler Hıristiyanların görüşlerini tasdik ediyoruz. Oysa bizden önceki Müslümanlar bunu kabul etmiyor, şiddetle tekfir edip reddediyorlardı.

c) Hinduların ve Budistlerin de Kitap verilenler olduğunu biz Adil Düzenciler ortaya koyduk. Hazreti İbrahim’in Katura isimli hanımından altı oğlu olduğunu, bunların henüz Hazreti İbrahim’in sağlığında doğuya giderek İbrahim dinini “Brahmanizm” olarak tesis ettiklerini, Kur’an’da bahsedilen “Furkan” sözü ile kastedilen Kitab’ın da Brahmanların “Vedalar” denen mukaddes kitaplar serisi olduğunu ortaya koyup da onları da Hıristiyanlık ve Yahudilik seviyesine yücelten yine Adil Düzenciler olmuşlardır.

d) Adil Düzenciler Şiileri de tasdik etmektedirler. Şöyle ki, Sünniler 1000 sene evvel içtihadı bırakmış, oysa İran uleması o günden bugüne hâlâ içtihat yapmakta ve ölü müçtehitlerin içtihatlarına uyulamayacağı görüşündedirler. Biz Adil Düzenciler onları da tasdik ediyor, biz de içtihada başlamış bulunuyoruz. Humeyni hareketini tasdik ediyoruz. Diğer Sünni Müslümanlarla usulde hiçbir ayrılığımız yoktur. Kitabı, sünneti, icmayı ve kıyası delil olarak alıyoruz. Bunlar olmaksızın İslâmiyet’in olmayacağında sizinle tamamen aynı görüşteyiz. Hanefilerin kıyasını, aslı nassla belirtilmeyen bir illete asıl bulma şeklinde kabul ediyoruz. Malikilerin Medine icmalarını genişletiyor ve her aşiretin, her kabilenin, her kavmin mahallî icmalarını ortaya koyuyoruz. Şafiilerin sithabı üzerine çok temel kural koyuyoruz. Bugünkü kanunlar zulüm yasalarıdır. Ancak daha âdili gelinceye kadar onlara uyarız. Yürürlükte olan mevzuata karşı gelmeyiz. Hambelilerin mesalihi mürselini de hükümlerin tesbitinde değil ama illetlerin tesbitinde delil kabul ediyoruz.

e) Biz Adil Düzenciler, ehli tarikatın insanları yetiştirmedeki kendi usullerine karışmadığımızı ama şeriatın tartışma usûlüne dayanması nedeniyle bunun onların işi olmadığı görüşündeyiz. Biz tarikata karşı değiliz; tarikatların şeriata ve yönetime karışmalarına karşıyız. Oylarını kullansınlar ama başbakanları atamaya kalkışmasınlar. Biz onları seviyoruz, destekliyoruz ve her zaman her yerde savunuyoruz.

İşte bizim bütün bu tasdik edişlerimize karşılık, kendilerinden bizdeki ispatlanmış şeriat hükümlerini tasdik etmelerini ve tekzib etmemelerini istiyoruz. Biz de onlardan bunu istiyoruz.

Şeriat öyle bir şeydir ki; esası adalettir, emniyettir, insanların dinlerinde serbest olmalarıdır.

Bu sadece Kur’an’ın değil, sadece bir mezhebin değil, bütün dinlerin ve mezheplerin esasıdır.

Biz Adil Düzenciler neyi esas alıyoruz?

İnsan insana hükmetmesin. Herkes kendi içtihadına, kendi verdiği söze, kendi seçtiği topluluğun yöneticilerine ve kendi atadığı hakemlerin kararına uysun. İnsanlar insanlara hükmetmesin ve insanları ezmesin. Bütün dinler böyle istiyor. Kitap verilenleri “Adil Düzen”i oluşturmaya dâvet ediyoruz…

Biz asla sadece bizim söylediklerimiz “Adil Düzen”dir demiyoruz. Bize göre Kur’an böyle söylüyor. Siz de sizin anladıklarınızı getirin, uzlaşalım. “Adil Düzen”in ne olduğunu birlikte arayalım; ama “Adil Düzen”i arayalım, zalim düzeni aramayalım. Zalim düzen şirktir. Zalimlere rıza göstermek, onları tanrı kabul etmektir.

مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا (MIN KaBLi EaN NaOMıSa VuCUHan)  

“Vecihleri tams etmemizden kabl.”

Yani, yüzleri soldurmamızdan önce iman edin.

Burada kesin olarak “Adil Düzen”i benimsemeyen insanların yüzlerinin solacağı veya dışlanacakları bildirilmektedir. Kur’an insanlığa “Adil Düzen”i getirmiştir. Bu “Adil Düzen” bugünkü Batı literatüründe demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenidir. Kur’an’ın getirdiği yeni bir şey de, yeryüzünün tek şeriatla, İslâm şeriatıyla yönetileceğidir. Bu da “Adil Düzen”dir.

Daha önce şeriatlar vardır. Şeriat şir’alardan oluşur. Şir’a, her topluluğun veya sosyal grubun hukukudur. Şeriat ise bütün bunları içine alan ve bunlar arasında uzlaşma ve birlik sağlayan bir düzendir. Bu dün Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ile Hazreti Muhammed aleyhimüsselâma indirilen şeriattır. Tek şeriattır. Bu şeriatın temeli içtihat ve icmalara dayanır. Akrabalık, komşuluk, emek ve sözleşmelerden doğan haklardır. Hakemlerin verdikleri kararların dayanışma ortaklıkları içinde yürütülmesidir.

Bu düzen daha önce değişik peygamberler ve kitaplarla sağlanıyordu. Ancak bugün dünyanın ulaştığı ulaşım ve haberleşme, müsbet ilim ve eğitim yolları ile insanlık tek ümmet hâline gelmiştir. Devletler olacak, bucaklar olacak, ocaklar olacak ama ‘hukuk düzeni’ de olacaktır. Savaşları devletler yapacak ama hakemlerin verdiği kararları doğrultusunda yapılan savaşlar haklı savaşlar olacaklar. Yargı kararlarını dinlememek isteyenler zalimler sınıfına girecekler ve mağlup olacaklar.

Burada bu yüzleri söndürenin Allah olduğu, Adil Düzencilerin olmadığını onlara bildiriyor.

Biz onların yüzlerini söndürmeyeceğiz, onların yüzlerini Allah söndürecektir.

فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا (FaNaRudDaHAv GaLAy EaDBARıHAv)  

“Onları dübürlerine reddetmemizden önce.”

Yani, yüzlerini söndüreceğimiz ve onları arkalarına çevireceğimizden önce iman edin.

Bu ifade gösteriyor ki, ölümleri savaşla mukadderdir. Ne var ki “Fa” harfi gelmiş, önce söndürmüş, sonra da gerisin geriye çevirmiştir. Yukarıdaki solmayı ölümle yorumlamamız hâlinde bu dönme artık önlerine bakamaz hâle gelme demektir. Doğmadan önceki hâle ulaşmak demektir. Yani, sizi öldürmemizden ve dünyadan yüzünüzü çevirmemizden önce iman edin denmektedir. O zaman döndürme mecazi olur. Yok, eğer döndürmeyi gerçek anlamda alacaksak, tamsı yani soldurmayı da gerçek anlamda alırız, sararıp solma anlamını taşır. Korkularından yüzleri sararacak ve kaçıp gideceklerdir.

İstiklâl Savaşı’nda azınlıkların yüzleri böyle solmuş ve dönüp kaçmışlardı. Oysa kaçmasaydılar Türkler büyük bir ihtimalle onlara bir şey yapmayacaktı. Savaş savaştı. Barıştan sonra kimse kimseyle uğraşmayacaktı. Ama korkularından kaçtılar ve gittiler. Nitekim, İstanbul’da kalan azınlıklara bir şey yapmadık.

O halde “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman hiçbir zulme gerek kalmayacaktır. Kendi yaptıkları zulümlerinden korkup kaçacaklardır.

Biz sizi döndürüp kaçırdığımızda denmektedir. Mü’minlerin görevi “Adil Düzen”i öğrenmek, kendi aralarında uygulamak, çevredekilere göstererek anlatmak, ondan sonra da beklemektir. Allah ne yapacaksa yapacaktır. Bizim görevimiz değildir. Bir araya gelmek bunun için önemlidir... Market işletmek bunun için önemlidir... Site kurmak bunun için önemlidir... Böyle yapmayan kimselere neler olacağını Allah bildiriyor.

أَوْ نَلْعَنَهُمْ (EaV NaLGaNaHuM)  “Yahut onlara lânet etmemizden önce.”

Lanet etmek” demek, dışlamak demektir.

İstiklâl Savaşı’nda bütün Müslümanlar, mezhep ve ırk ayırımı yapmaksızın bizim yanımızda yer aldılar.Yahudiler ve Hıristiyanlar karşı cephede yer aldılar. Lozan’da bile masaya böyle oturuldu.

Sonunda, şimdi Müslümanlardan kimse dışlanmıyor. Herkes alnı açık olarak ‘biz bu vatanın çocuklarıyız’ diyor; ‘bu ülke bizimdir’ diyebiliyor. Seçiyor, seçiliyor. Kendisini yabancı hissetmeden yaşıyor. Avrupalıların telkinlerine rağmen azınlık olmayı kabul etmiyor.

Oysa, Hıristiyan ve Yahudiler İstiklâl Savaşı’nda bizim tarafta yer almadıkları için Allah onları dışladı. Biz dışlamadık. Ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Kalanlar da bir türlü kendilerini psikolojik ve sosyolojik olarak normal vatandaşlık seviyesine çıkaramadılar. Oysa, Ortodoksları Katoliklerin zulümlerinden ve katliamından Osmanlılar korumuştur.

Bugün “Adil Düzen”e karşı olanlar mağlup olacaklardır. Allah onları dışlayacak ve o günkü yönetimde yer almayacak, kendi kendilerini azınlık olmanın üstüne çıkaramayacaklardır.

Bugün söz birliği edip “Adil Düzen”i basın ve yayından uzak tutanlar yerin dibine geçeceklerdir.

كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ (KaMAv LaGanNAv EaÖXABe elSaBTı)

“Sebt ashabını lânetlediğimiz gibi dışlayacağız.”

Sebt ashabı” İsrail oğullarıdır. Gerçi Kur’an’da onlardan bir gruptan bahsetmekte; sebt yaptıkları gün balıkları geliyordu, yapmadıklarında balıkları gelmiyordu diyerek anlatmaktadır. Buradaki marifelik (yani “Es-Sebt”in marife olarak gelmesi) o halkı dışladığımız gibi özel bir manâ verilebilir. Ancak bütün Yahudiler Eshab-ı Sebt’dirler. Çünkü onlar sebt yani yedinci gün toplantı yapmaktadırlar.

Burada “Sebt” kelimesi üzerinde biraz durmamızda yarar vardır. Toplayıcılık ve avcılık dönemlerinde insanlar çalışmaları ay ışığında yaparlardı. Dolayısıyla ayı dörde ayırmışlardı. Yeni ay, ilk dolunay, son dolunay ve ay sonu. Bu günlerden birini av günü yapmışlardı. Canavarları avlama günü yapmışlardı. O günlerde etçil hayvanları avlamak yasaklanmıştı. Herkesin canavarları avlamaya katılmalarını sağlamak istenmişti.

İşte bu gelenek sonraları Tevrat’ta yer almış ve o gün haram kılınmıştır. Cumartesi hafta sonu tatilidir ve birlikte iş yapma günüdür. Sonraları Hıristiyanlar Yahudilere muhalefet etmek için bu tatili bir gün sonraya aldılar, birinci günü toplanma ve tatil günü yaptılar. Diğer taraftan Müslümanlar da bir gün önceye alarak Cumayı toplanma günü yaptılar. Zorunlu tatil de kaldırıldı.

Oysa Yahudilerin şeriatında hâlâ “sebt” günü iş yapmak haramdır. Hıristiyanlar tatil yapmakla beraber, Hıristiyanlıkta Pazar günü çalışmak haram değildir. Müslümanlar ise Cuma günü tatil de yapmamaktadırlar.

İşçilik döneminde zorunlu tatile ihtiyaç vardır.

Ortaklık döneminde böyle bir tatile ihtiyaç yoktur. İsteyen istediği gün ve saatte kendisi tatil yapar.

İşte Yahudiler hayat boyunca dışlanacaklardır. Çünkü onlar tatil yaptıkları zaman Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler faaliyette olacaklardır. Onun dışında onlar Kur’an şeriatına inanmayacaklar. Oysa diğer bütün din mensupları kendi dinlerinde kalacak ama şeriat olarak İslâm şeriatını benimseyecektir. Çünkü artık Yahudilerden ve Müslümanlardan başka şeriatı olan dinler yoktur. Sadece dinî âyinler kalmıştır.

وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا (VaKAvNa EaMRu elLAHı MaFGUvLan)  

“Allah’ın emri mef’ul olmuştur.”

Bunlar Allah’ın emridir, yerine gelecektir.

Kur’an bugünkü kâğıt para sistemini 1400 sene önce bütün hükümleri ile anlattı. İnsanlar hayat şartlarının baskıları ile sorunları çözmek için kâğıt parayı buldular. Ama hukukunu kuramadıkları için işte bugün enflasyonist ve dengesiz bir para vardır. Piyasaya fazla para sürerseniz enflasyon olmaktadır. Eksik para sürerseniz, bu sefer ihracat zorlaşmakta ve işsizlik olmaktadır. Bugün Türkiye’de hem enflasyon düşmekte, hem de ihracat artmaktadır. Ne var ki, ithalat daha fazla artmaktadır.

Bunun anlamı, faizli borcun artması ve sonunda Türk devletinin yıkılması demektir. Batı’nın ‘faizli para sistemi’ ile dengeli ekonomi oluşamaz. Yüzler sararır ve herkes gerisin geriye kaçar veya dışlanırlar.

Adil Düzenciler karşılıksız para kullanmamalıdırlar. Bunun basit kuralı şudur; fiyatlar, ücretler, kiralar ve kazançlar hep altın, demir, buğday veya toprak üzerinden değerlendirilmelidir. Ödemeler Türk Lirası üzerinden yapılmalıdır. Para bankada saklanmalı, evde veya cepte saklanmamalıdır.

Bunu yapmayanların yüzleri sararacak, gerisin geriye dönüp kaçacaklar, kalanlar ise dışlanacaklardır. İsrail oğullarının dışlandığı gibi dışlanacaklardır.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, ekonomiye Yahudiler hâkimdir. Ancak onlardan nefret etmede bütün nâs yani insanlık birleşmiş durumdadır. Bugün kimse Amerikalılardan nefret etmiyor, Yahudileri himaye ettiği için ABD yönetiminden nefret ediyor. Yahudiler de kendilerini sevdiremeyeceklerini bildikleri için korkutma yolunu tutuyor. Düşmanları finanse ederek aleyhlerinde yazdırıyorlar. Böylece dehşet içinde dünyaya hükmediyorlar. İşte bu balondur. Bir gecede sönecektir. Karşılıksız para da bir gecede sönecektir.

İşte Adil Düzenciler o zaman karşılıklı para mekanizmasını uygulamalı olarak göstereceklerdir. Böylece Allah’ın emri mef’ul olacaktır. Kur’an bunun böyle olacağını çok açık söylemektedir.

Bugün yaşayanlardan bir kısmının o günlere yetişeceklerini sanıyorum. O gün geldiğinde Adil Düzenciler istiğfar edeceklerdir. Çünkü, bir türlü o günün geleceğine inanamıyorlar!..

إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ (EınNa elLAHa LAv YaĞFıRu EaN YuŞRaKa BıHı)  

“Allah kendisine şirk edeni mağfiret etmez.”

Şirk” nalının üzerindeki ayağa tutturan kayıştır.

İki ortak birbirleri ile sözleşmelerle bağlanır ve ortak iş yaparlar. Şerikler birbirlerine hükmetmezler, ama aralarında işbölümü vardır. Her şerik yüklendiği işler kadar yetkilidir, sorumludur ve hak sahibidir.

Allah’a işrak etmek” demek, Allah’a ortak etmek demektir. Sanki Allah’ın yanında ortağın yetkileri, sorumlulukları ve hakları vardır diye iddia etmek demektir. Dinî manâsı, Allah için böyle ortak düşünmek ve ortağın isteklerini Allah’ın istekleri ile tartışmak anlamına gelir. Şer’î manâsı ise dünyada topluluk dışında ve topluluğun üstünde bir güç kabul etmek demektir.

Topluluklar Allah’ın halifesidir. Allah’ın hak ve görevleri topluluğa verilmiştir. Topluluk da aşiret, kabile, şa’b, kavm ve nâsdır. Her topluluk bağımsızdır. Topluluklar arası işbölümü vardır.

Aşiretler, birlikte yaşama yerleridir. Kabileler, birlikte çalışma yerleridir. Şa’bler, iç güvenliği sağlayan birliklerdir. Kavimler, dış savunmayı yapan birliklerdir. İnsanlık ise uygarlaşmayı sağlayan birliktir.

İnsanlar uzayları fethediyorlar. Yarın, bugün varamadığımız yerlerde yaşama imkânını bulacağız. Bunları sağlayacak olan insanlıktır. Bunların hepsi kendi sahalarında Allah’ın halifeleridir. Kendilerine verilen görevleri yaparlar. Bunların bu görevlerine müdahale etme ve yetkilerini ellerinden alma şirktir.

İnsanın doğal hak ve görevleri vardır: Yakınlık, komşuluk, emek ve sözleşmeler. Bunları içtihatları ile, temsilcilerinin kararları ile, başkanlarının emirleri ile ve hakemlerinin kararları ile tesbit ederler. Gerektiğinde değiştirme ve hicret etme suretiyle, kendi seçtikleri kimselerin görüşleri ile hareket ederler.

İşte bunların dışında bir güç kabul etme şirktir, Allah bunu mağfiret etmez diyor. Edemez değil; etmez. Hakem kararlarına uymayan müşriktir. Onun affı sözkonusu değildir. Devlet içinde diğer her türlü suçun cezası vardır. O ceza çekildikten sonra sorun biter. Ama biri hakem kararlarına uymuyorsa, uymamaya devam ediyorsa, onun affı caiz değildir. O ya o topluluğu terk eder, ya da öldürülür. Burada afv geçerli değildir.

Bir hususa işaret etmek isterim. Hakem kararlarına uyamamak başkadır, uymamak başkadır. Yanlış anlaşılmasın. Her hakem kararlarına uymayan öldürülmez, hakem kararlarına kasden ve elinden geldiği halde uymayan ve uymamakta ısrar eden kimse öldürülür. Bundan dolayı bunun için ayrı kararın alınmaması gerekir.

وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاء (VaYaĞFıRu MAv DuvNa ÜavLıKa LıMaN YaŞAyEu)  

“Bunun dışında meşiet ettiği kimseyi mağfiret edebilir.”

Bir kimse suç işlediği zaman işlenen suçların cezası verilir. Ama bazı cezalar affedilir. Allah’ın âhirette ve dünyada mağfiret edeceği cezalar dinî yorumdur. Biz şer’î yorum yaptığımız için dünyadaki uygulama yönünden manâ veriyoruz. “Allah mağfiret eder” demek, devlet mağfiret eder demektir.

Bir kimse suç işledi. İşrak etti. Yani, mahkeme kararını dinlemedi. Bu arada biz kendisini öldürmeden önce geldi, teslim oldu; artık ona ceza uygulanmaz. Hakemlerin kararı ne ise o uygulanır. Teslim oldu ama kararı uygulamadı. Bu artık müşrik değildir. Bunun cezasının affedilmesi de mümkündür. Kimler affedebilir?

a) Kişilere karşı işlenmiş suçları kişilerin kendileri veya velileri affedebilir, diyete dönüşür.

b) Eğer keffaret cezaları işlenmişse ta’zir cezasını istihkak eder, kabile başkanı affedebilir. Kabileden sürmez. Te’dib cezalarını terbiye edenler affedebilir.

c) Kol kesme gibi veya zinadan dolayı 100 sopa atma gibi bazı cezalar vardır ki, bunları ancak siyasi şûra ittifakla affedebilir. Topluluğu bunlar temsil ediyorlar. Beş (5) ile yirmi (20) arasında olan siyasi dayanışma ortaklıkları başkanları ittifak ederlerse, affedilmiş olabilir. Bunu bize bu âyet bildirmektedir. Başkanın hakemlerin verdiği cezaları affetme yetkisi yoktur. Şûra üyelerinin ittifakla aldığı kararlara karşı mağdur olanlar hakemlere gider ve affı iptal ettirebilirler.  

Şirk edenler şirklerinde devam ettikleri takdirde, onu affetme kimsenin yetkisine verilmemiştir. İcmalarda neyi şirk kabul ediyorsak ve ne ceza veriyorsak, affı caiz değildir. Onun dışındakiler şûranın ittifakı, başkanın tasarrufu, mağdurların affı ile afv gerçekleşir. Burada affedenler Allah’ın halifesi olarak affeder.

وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا (Va MaN YuŞRıK Bı elLAHI FaQaD iFTaRa EÇMan GaJIyMan)  

“Kim Allah’a işrak ederse azim ism iftira etmiş olur.”  

Bir toplulukta hakemlerden oluşmuş yargı kararlarına uyma zorunluluğu vardır. Hakemler de taraflı karar almış olurlar. Ama genel kural şudur. Hakemlerin kararlarına karşı delil getirmedikleri takdirde yalancıdırlar. İftira yapmış kabul edilir ve iftiradan dolayı cezalandırılırlar. İftiranın cezası da seksen sopadır.

Hakemlerin haksızlık yaptığını söyleyen kimse bunu ispat etmek zorundadır. Yoksa, nasıl zina iftirasını yapana ceza veriyoruz, hakem kararlarına herkes kesin olarak itaat edecek ve aleyhinde konuşmayacaktır.

Eğer şahitleri varsa, dört şahit getirirlerse, o zaman cezadan kurtulur. Hakemler tecziye olunmaz ama hakemlerin akileleri diyet öderler. Yoksa iftira eden seksen sopa yer. “İftira” kelimesini kullanması bundandır.

Azîm ism” de budur. Yüz sopa da düşünülebilir. Kol kesilmesi de düşünülebilir. Ama biz en hafifini alıyoruz.

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُزَكُّونَ أَنفُسَهُمْ (EaLaM TaRa elLaÜIyNa YuZakKUvNa EaNFuSaHuM)  

“Nefislerini tezkiye eden kimseleri re’yetmedin mi?”

Herkes kendisini haklı görür. Haklı olduğunu sanır. Onun için hakemlere baş vurmak gerekir.

İnsanın haklı veya haksız olduğunu kendisinin tayin etmesi yeterli değildir. Dolayısıyla kimsenin kendisini başkalarından imtiyazlı kabul etme yetkisi yoktur.

Bir davada taraflar birer hakem seçer, onlar da baş hakemi seçerlerse, oluşan ‘yargı’ Allah’ın adına karar verecektir. Ona uymak zorunluluğu vardır. Uymak istemeyenler orasını terk eder, başka bucağa giderler. Orada o kişinin yeniden muhakeme olunmasına oranın başkanı karar verebilir. Yoksa teslim olacaktır. Bu idam da olabilir. Kişi hakemlerin verdiği kararlara gidip başını uzatacaktır. Eğer karar haklı verilmişse, gidip başını uzatacaktır, idam olunacaktır. Bunu kabul eden bu kişi, şehit mertebesinde ulvi bir kişidir. Tamamen haksız karar ise, o zaman o bucağı terk edecek, ilçesinden uzaklaşacak, oradan hakkını arayacaktır.

بَلْ اللَّهُ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُ (BaLı elLAHu YuZakKı Man YaŞAEu)  

“Aksine, Allah meşieti olanı tezkiye eder.”

Buradaki “tezkiye” beraat demektir. Bir kimsenin suçsuz olduğuna karar verilmesi demektir.

Topluluk tezkiye edecektir. İşte şûranın affetmesi bu demektir. Şûra, Allah’ın halifesi olarak hakemlerin verdiği kararları infaz etmez ve tezkiye eder. İttifakla aldıkları kararla hakem kararları infaz olunmaz. Bir kimse suç işleyip de başka bucağa sığındığında, kararın o bucak şûrasınca ittifakla alınması gerekecektir. Diyetini o bucak tediye eder. Burada tezkiye işi topluluğa yani Allah’a bırakılmıştır. Şûranın ittifakı gerekir.

وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا (Va LAv YuJLaMUvNa FaTIyLan)  “Bir fitil kadar bile zulm olunmazlar.”

Burada çoğul sığası kullanılmıştır. Hüküm kişiler için olduğu gibi, topluluklar için de olur. Gruplar arasında çıkan nizaları da hakemler çözer. Hattâ devletler arası savaşların çözüm mercii de yine hakemlerdir.

İnsanlığın siyasi şûrası vardır. Bu şûra Mekke’de oturur. Bunların mahkum olan bir devleti affetme yetkisi vardır. Sadece hakem kararlarına uyma zorunluluğu vardır. Hakem kararlarına uymayanları bu şûra ittifakla olsa da affedemez. Kimseye fitil kadar zulmedilmez.

Fitil” pamuk veya bezden bir parçadır. “Fitil” kelimesi Türkçe’ye buradan gelmektedir.

Zulm olunmazlar” denmektedir. Bu nasıl olacak da zulmedilmeyeceklerdir? Mahkum olanların hakemlere gitme hakkı olacaktır. Hakem kararlarına, hattâ şûra kararlarına karşı her zaman hakemlere gitme yetkisi vardır. Suç işleyenlerin infazı durdurulmasa da, sonuna kadar yargıya gitme hakları korunacaktır. Sonunda Allah’a gidildiği zaman da kimseye en küçük haksızlık yapılmayacak, affedilebilecektir.

Kimseye bir tüy kadar bile haksız ceza verilemez. Onun için cezada kesinlik aranır. Şüpheli haller hep sanık tarafı yorumlanır.

انظُرْ كَيْفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ (EuNÜuR KaYFa YaFTaRUNa GaLay elLAHı KaÜıBa)  

“Allah’a nasıl kizb iftira ettiklerine bir nazar et.”

Kendilerini tezkiye eden kimseler Allah’a iftira ediyorlar.

Kendilerini tezkiye eden kimseler kimlerdir? Bunlar Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler, Hindular ve Müslümanlardır. Yani, kendilerine Kitap verilen kimselerdir. Bunların her biri büyük dalâlet içindedirler. Sadece kendilerini kurtulmuş kabul ediyor, ‘Allah yalnız bizi cennete götürecek’ diyor ve böylece kendilerini tezkiye ediyorlar. Bunların hepsinin her şeyden önce şeriatları güncelliğini kaybetmiştir. Binlerce yıl önceki hayat ile bugünkü hayat ne kadar farklıdır. O günkü hükümler bugünün sorunlarını çözer mi?

Adil Düzenciler bunlara şunu söylüyor:

Siz içtihat yapmadıkça, çağın gerisinde kalırsınız. Sorunlar sizi ezer, ve siz şeriat dışında çözümler ararsınız. Lâik bir hayata geçersiniz. Bugün tüm dindarların durumu budur. Dini kuru ibadetlere irca edip bununla yetiniyorlar!..

Adil Düzencilerin önerileri şudur:

Gelin, sorunları Allah’ın kitaplarına göre çözelim. Varsayımları olmayan, dağınık, çelişkili kanunlarla sorunlar çözülmez. Gerçi Kur’an’dan önceki kitaplarda içtihat ve icma sistemi yoktur. Ancak onlarda içtihat yasak değildir. Emredilmemiş ama hasen görülmüştür. Gelin, bütün kendilerine Kitap verilenler birleşelim. Yardımlaşalım. Kur’an’ın bütün insanlığa öğrettiği “FIKIH USÛLÜ”nü siz de öğrenin ve kendi kitaplarınızı ona göre yorumlayın. Meseleleri müsbet ilmin gözü ile açıklayalım. Yalnız bizim kitabımız doğrudur, yalnız biz cennete gideceğiz diye bir mantıksızlık içine düşmeyelim.

Bakınız, bunu size yalnız Adil Düzenciler söylüyor. Artık siz de “Adil Düzen” kervanına katılın. Bu kervan yalnız Kur’an ehlinin kervanı değildir. Bu Hazreti Adem aleyisselâmdan başlayıp kıyamete kadar gidecek mustakîm sırâtın yani doğru yolun kervanıdır.

وَكَفَى بِهِ إِثْمًا مُبِينًا (Va KaFAy BıHı EıÇMan MuBIyNan)  

“Mübîn ism olarak bu iftira yeterlidir.”

Nedir bu “ism”? Kendilerine Kitap verilenlerin, ‘Hak yolu yalnız bizim yoldur’ demeleri ve kendilerinden başka dinde olanları tekfir etmeleridir.

Bütün Kitaplar Allah’tan gönderilmiştir. Her biri diğerini takviye ve teyid etmektedir. Yorumlarken, tercüme ederken hatalar olmaktadır. Zamanın geçmesi ile bazı şeyler bugün uygulanamamaktadır.

Allah bugün insanlara müsbet ilim öğretmiştir. Ondan yararlanarak kitaplarımızı yeniden yorumlayalım. İnsanların sorunlarına çözüm bulalım. Eğer biz bu din kitaplarında insanlığın, çağın insanlarının sorunlarını çözmezsek, o zaman bizim beş bin yıldır söylediklerimiz yalan olur.

Lâikler teknikte elde ettikleri başarıları ile şımarıp dinlerin hepsini yok edeceklerini sandılar. Oysa, yirminci yüzyıl insanları tekrar dine yöneltti. Ama Allah’ın verdiği aklımızı ve ilmimizi kullanmaz da insanlığın sorunlarını çözmezsek, açıkça günah işlemiş oluruz.

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ (Ea LaM TaRa EiLa elLaÜIyNa EuTu NaÖ IyBan MıNa elKıTABI)  

“Kitab’dan kendilerine birer nasib verilenleri re’yetmedin mi?”

Kendine Kitap verilenlerin tamamına; Yahudilere, Hıristiyanlara, Budistlere, Hindulara ve Müslümanlara hitap etmiştir. Onların kendilerini tezkiye edip diğerlerini tekfir ettiğini belirttikten sonra, burada “Kitab’dan nasib verilmiş olanlardan” bahsetmektedir. Bunlar kimlerdir?

Bunlar bugünkü Batılılardır. Yani sosyalistlerdir. Sosyalistler dünyada insanlığın üçte birine ulaştılar. Bunlar Çin ve Sovyetler benzeri ateist sosyalistlerdir. Bunlara Kitap verilmedi ama bunlar da Kitab’dan nasiplerini aldılar. Sosyalistlerin dayandığı uygarlık Hıristiyanlıktır. Müslüman sosyalistler de onlardan farklı değildirler. Hıristiyanlığın onlara öğrettiğinden fazla olarak onlar neyi buldular?!.

Sovyetleri merak etmişizdir. Acaba bunların yarattığı ateist uygarlık nasıl bir uygarlıktır?

1991’de Kırgızistan’a gidip beş yıl kaldım. Gördüm ki, yeni hiçbir şey yoktur. Mesela, haftayı yedi gün olarak belirlemişlerdir. Hazreti İsa’nın doğumunu Miladi Tarih kabul etmişlerdir. ‘Mülkiyeti kaldırdık’ dediler, aslında hiçbir şeyi kaldırmadılar. Kapitalistlerde olan her şeyi devam ettirmişlerdir. Güya taşınmaz mülkiyeti yoktu. 1970’lerde Özbekistan’dan bir Ahıskalı Türk gelmişti. Bana evin 55 bin olduğunu söyledi. ‘Orada mülkiyet var mı?’ diye sordum. ‘Resmen yok ama kiracılık var; sen satarsın, paranı alırsın, satın alan girer’ dedi.

Komünizm hiçbir şey getirmemiştir. Sadece inkâr ederek Kitab’dan nasiplerini almışlardır.

يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ (YuEMıNUvNa Bı eLCıBTı Va elOAvĞUvTı)  

“Onlar cibt ve tağuta îman ediyorlar.”

Cibt” cibs demektir. Cibs, alçıdır. Heykellerin yapıldığı malzemedir.

Cibse inanıyorlar... Heykellere inanıyorlar... Ateistlerin hemen tamamı heykelperesttirler. Bir taraftan öldükten sonra hayat yoktur diyorlar, diğer taraftan ölülerin heykellerine taptırıyorlar!.. Alçıya inanıyorlar!..

İşte sosyalizm demek, alçıperest olmak demektir.

Anıtkabirler, resimler birer cibsdir. Bu zavallılar bu heykellere taparak günlerini gün etmektedirler.

Okullarda çocuklara ‘Allah var mı?’ diye sorarlar. Çocuklar ‘Var’ derler. ‘Dua edin de Allah bir torba şeker getirsin’ derler. Tabi şeker gelmez. ‘Şimdi Lenin’e dua edin’ derler. Çocuklar ellerini kaldırıp Lenin’e dua ederler; kapı açılır ve bir torba şeker gelir! ‘İşte, demek ki Allah yok ama Lenin var, duanızı kabul etti!’ derler.

İşte böyle hokkabazlık yapıp maskara olurlar.

Tağut” ise azdıran şey demektir. Yoldan çıkaran şey demektir. İçki, eğlence, fuhuş…

Bunların hepsi tağuttur.

Sovyet dairelerinde herkes komünizmin kurallarını nasıl deleceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Devlet başkanı bile, nasıl yaparım da komünizmin kuralını delerim der.

Komünizm kurallarını delme zekâsını gösteren başarılı görevli oldu, devlet başkanlığına kadar yükseltilmekte olduğunu gördü. Kim en iyi yalan uydurursa, makbul insan o olmuştu.

Herkes komünizmi kendi çıkarları için sömürüyordu.

Sosyalizm halkı sömürmüştü ama sonra da halk komünizmi sömürdü.

İşte, Kitab’dan nasib verilenler de böyle alçılara, soygunculuğa ve sahtekârlığa inanıp onlar sayesinde yaşayacaklarını sandılar! Hâlâ sanıyorlar!..

Aslında kapitalistler de sosyalistler gibidirler. Onlar da cibt ve tağuta tapmaktadırlar.

Ne var ki, kapitalistler insanların ellerinden malları zorla değil de, kendi koydukları zulüm kuralları ile, faiz ve vergi ile aldılar. Onlar da insanlara Allah’ı unutturan alçı ve tağuta inandılar. İnsanları ahlâksızlığa sürüklediler. Çünkü onlar Hıristiyan değil, sadece Hıristiyanlıktan nasibi olanlardır.

وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا (Va YaQUvLUvNa Lı elLaÜIyNa KaFaREUv)  

“Küfretmiş olanlar için dediler.”

Burada “küfredenler” alenen ateist olanlardır. Çünkü ne sosyalistlerin ne de kapitalistlerin sistemlerinde dinsizlik yoktur. Ancak onlar din düşmanlarını yani kâfirleri, alenen inkâr edenleri desteklediler.

Demek ki burada bahsedilen “kâfirler” bugünkü ateistlerdir. Din düşmanlarıdır.

Amerika’da bulunan 200 Yahudi ailesinin kendileri dinsiz değildirler. Ama dünya dinsizlerini desteklemektedirler. Onları finanse etmektedirler. Çünkü dindar insanları sömürmek mümkün değildir. Onun için Yahudilerin dışında olan insanlar onlara göre hayvanlar mertebesindedirler. Onlar nasılsa cennete gidemeyecekler. O halde onlar kâfir olsun, onlar ahlâksız olsun isterler ki onları sömürebilsinler. Onları işçi yapıp kendilerine köle edinebilsinler. İşte kâfirler derler.

هَؤُلَاءِ (HavEuLAEı)  “Bunlar”

Bunlar” yani kâfirler için derler. “Kâle lehu” ona dedi anlamına geldiği gibi; “Kâle lehu” onun hakkında dedi anlamı da çıkar. Buradaki “Hâülâi/Bunlar” işte küfretmiş olanlardır. “Kâle”nin muhatabı için olan değildir. Alusi’de de böyle yazıldığını ben manâ verdikten sonra gördüm.

Genel olarak tefsir metodunuz böyle olmalıdır. Önce siz düşünüp yorumlayacaksınız. Sonra tefsirlere bakacaksınız. Sizden daha mâkul bir yorum yoksa, siz kendi yorumunuzu kabul edeceksiniz. Genellikle sizin görüşünüzde olan birini bulursunuz.

أَهْدَى مِنْ الَّذِينَ آمَنُوا سَبِيلًا(51) (EaHDAy MıNa elLAÜIyNa SeBİyLan)  

“Bunlar îman etmiş olanlardan daha doğru yoldalar” derler.

Bugün Müslümanlar, tarikatçılar, particiler bizim söylediğimizin İslâmî olmadığını, dinden sapmış olduğumuzu söylerler. Sonra, gidip de İslâmiyet’e karşı olanlarla işbirliği yapıp onları bize tercih ederler! Hiç namaz kılmayanlarla, namazı inkâr edenlerle dost olurlar, onlarla işbirliği içine girerler! Onlarla ortak olurlar!.. Bize gelince; yok, çorap üzerine meshettiğimiz için bizden uzaklaşırlar; ama zulüm düzeni ile devleti yönetenlerle koalisyon yaparlar!.. Bizimle yıllarca beraber çalışanlar, iktidar olunca selâm bile almaz olurlar!..

Bu yalnız bizde olan bir şey değildir.

Katolik Kilisesi ateist lâiklerle uzlaştı ama hâlâ Ortodokslarla uzlaşamadı. Tarikatlar hâlâ Gülencilere karşılar. Demek ki, bunlar inanmıyor, Allah için bir şey yapmıyor, sadece dini istismar ediyorlar.

Biz ise önce bize en yakın olanlarla çalışmak isteriz. “Adil Düzen”e en yakın olanları tercih ederiz.

Sıralamamız şöyledir:

  1. Biz Ehli Sünnet Ve’l-Cemaati diğer dinlere ve mezheplere tercih ederiz.
  2. Ehli Kur’an’ı diğer dinlere tercih ederiz.
  3. Ehli Kitabı ehli hakka tercih ederiz.
  4. Ehli hakk (akılları ile hakkı bulan) olan kimselerle de beraberiz.

Ama hakka karşı olan, hakkı kabul etmeyenlere de karşıyız. Çünkü bizim için kendi çıkarlarımız, topluluğumuzun çıkarları değil, hakkın yani nâsın çıkarları önemlidir. Bizim çıkarımızı Allah kendisi korur. Bizim kendimizi düşünmemize gerek yoktur.

Bu sebepledir ki, Ehli Sünnet Ve’l-Cemaatten olanlar;

-Düşmana karşı CHP’yi desteklediler...

-CHP ye karşı DP’yi desteklediler...

-DP’ye karşı Millî Görüşü desteklediler...

-AK Parti’nin anayasa ekseriyetini alması için oy verenler oldu...

Hepsi “Adil Düzen”i unutup zalim düzen içinde yerlerini sağlamlaştırmak ile meşguller…

İktidarı meşru yolla elde etmek yetmez. Orada oturmak için meşru yolda yürümek gerekir. Meşru yol da düşmeyi göze almakla tutulur. Ölümü göze almayan savaşı kazanamaz.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ وَمَنْ يَلْعَنْ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا(52) أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِنْ الْمُلْكِ فَإِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا(53) أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا(54) فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُ وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا(55) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا(56)

اُوْلَئِكَ (EuLAEıKa)  “İşte onlar.”

Türkçede ‘o’ hem zamir, hem de işaret sıfatıdır. Yani ben, sen, o dendiği gibi; bu, şu, o da denir. ‘O’ müşterek kelimedir. Zamirden ayırmak için de başta ‘işte’ kelimesi getirilir. Getirilmeden tercüme daha fasihtir.

İşaret edilen kimseler kimlerdir? Kendilerine Kitap’tan nasib verildiği halde, alçıya ve azgınlığa îman eden kimselerden bahsetmektedir. İslâmiyet’te resim ve heykel yasak değildir. Ama onları takdis etmek, onlara saygı duruşunda bulunmak şirktir ve büyük günahtır. İşte Kur’an bunlardan bahsetmektedir.

İşaret sıfatları mübteda olabiliriler. ‘Bu geldi’ dediğiniz zaman fasih cümle söylersiniz. ‘Bu adam geldi’ dediğiniz zaman, adam üzerinde vurgu yapmış olursunuz.

Ulâike” kelimesi “Zâlike”nin çoğuludur. “” yakına, “Zâke” Türkçedeki “Şu”da olduğu gibi ortada olana, “Zâlike” ise uzakta veya görünmeyende olana kullanılır. Konuşurken geçmiş sözlere işaret edilecekse “Zâlike” ile söylenir. Çünkü o görünmezdir.

الَّذِينَ لَعَنَهُمْ اللَّهُ (EalLaÜIyNa LaGaNaHuMu elLAHu)  “Allah’ın lânet ettiği kimselerdir.”

Eğer mübteda ve haberin ikisi de marife ise hasr ifade eder. Bunun tercümesi şöyle olur. “Allah’ın lânet ettiği kimseler onlardır. Allah böylelerine lânet eder.”

Lânet etmek” demek, dışlamak demektir.Bunlar münafıklardan farklıdır. Münafıklar inanmazlar ama inanmış gibi amel ederler. Cibse yani alçıya yani heykele tapanlar ise inanırlar ama amel etmezler. Allah bunları da dışlamıştır. Kâfirler bunları sevmez, çünkü inanmışlardır. Hanımlarının başları örtülüdür. Mü’minler de sevmez, çünkü bunlar îmana göre amel etmiyorlar. Böylece bunlar dışlanmış olurlar.

Demokrat Parti’nin başına gelenler mâlumdur. DP Türkiye’yi tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi. Bundan dolayı DP Genel Başkanı ve Başbakan Menderes’i astılar. Halk Partisi zulmünden kurtulmak için halk onlara istemeye istemeye oy verdi, ama onları asla sevmedi. Allah’ın dışlaması topluluğun dışlamasıdır.

Aslında Türkiye’nin hâli de böyledir.

Türkiye ‘Batılılaşacağım’ derken İslâm âlemindeki sevgisini ve itibarını kaybetti. Türkler Müslüman oldukları için de Batı onları dışlamıştır. Bazen her iki taraf sempati duyacak gibi olur, biraz sonra iki taraf da cephe alır. Bizim Irak’a gitmemizi önce iki taraf da ister. Bir de bakarsınız ki, iki taraf birleşip ‘gelmeyin’ der!

Kitap’tan nasibi olanlar, cibs ve tağuta güvenmemelidirler.

Cibsciler heykelcilerdir, sosyalistlerdir. Onlar insanları tanrı yerine koydukları diktatörlere taptırıyorlar.

Tağut ise kapitalistlerdir. Onlar da insanları ahlâksızlığa, zinaya, faize inandırıyorlar.

Ne sosyalistlere, ne de kapitalistlere inanmayın anlamında bu âyet emrediyor.

Kendimizi bu iki zümreye dayandırmamalıyız.

Bugün ABD vardır, AB vardır. Allah Türkiye’yi korumaktadır. Dünya Türkiye’yi birilerine veremiyor. Onun için varız. Bir gün dünyaya bir tek güç hâkim olursa, bu gücün yapacağı tek iş vardır; İstanbul’u işgal edip Müslüman Türkleri soykırımına uğratmak. Bunu haklı çıkarmak için de şimdi Ermeni soykırımını deneyecekler. Sonra sıra Rum soykırımına gelecek. Kürtleri de azınlığa sokuyorlar. Onun dışındakilerin soyu kırılacaktır. Onlar dersim dağlarına sürülecek.

İşte bu Allah’ın lânetidir. Bu lânet Libya için de sözkonusudur, İran için de sözkonusudur.

Allah’ın kendilerine Kitab’dan nasib verilenlerden istediği “Adil Düzen”i öğrenip ülkelerinde tesis etmeleridir. Bu yalnız Kur’an ehline değil; Tevrat ehline, İncil ehline ve doğudaki Furkan ehline de farzdır.

وَمَنْ يَلْعَنْ اللَّهُ (Va Man YalGaNı elLAHu)  “Allah kime lânet ederse.”

Allah kimi dışlarsa, demektir. Allah’ın lâneti, insanlığın onlara cephe almasıdır. Bugün ABD böylece dışlanıyor. Korkusundan yanında olanlar, onun borusunu çalıyorlar. Ama aslında herkes ABD’ye kin kusuyor.

Dışlanan aslında ABD halkı değildir, dışlanan sömürücü sermayedir, Amerika’daki 200 ailedir. Onlardan yalnız dünya nefret etmiyor, bizzat ABD halkı da nefret ediyor, İsrail halkı da nefret ediyor.

Diğer taraftan tarihte peygamberler gelmiş, Bediüzzaman gelmiş, Erbakan gelmiş… Herkes onlara cephe alır gibi olmuştur. Zulmün baskısı ile onları dışlamak istemişler, ama Allah insanlığa onları sevdirmiş, sonra güçlenmişler. Onların yanında olanlar da dünyada sevilir olmuşlardır. Bugün onların milyarlara varan izleyenleri vardır. İşte Allah’ın dışladıkları başkadır, basının dışladıkları başkadır.

Şimdi başörtülüler dışlanıyor. Ama başörtülülere olan saygı ve sevgi her tarafta artmaktadır. Başörtülülere düşman olanlar ise Allah tarafından lânetlenmektedir. Onlar kıyamete kadar mel’un olacaklardır.

فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا (FaLaN TaCıDa LaHUv NaWIyRan)  “Ona sen bir nasîr bulamazsın.”

Allah’ın dışlamak istediği kimselere Allah öyle işler yaptırır ki, insanlar onları dışlarlar.

Sosyalizm aslında kapitalizmden çok ileri ve iyi bir düzendir. Sadece kendi çıkarlarını düşünen sermaye, kapitalizm yerine, devleti kendilerinin kabul eden bir diktatörün tekeli içinde halkı müreffeh yaşatmaktadır. Mısır Uygarlığında tek Firavun vardı. Sosyalizm orada uygulanıyordu. 2500 yıl varlığını sürdürdü. Sovyet sosyalizmi de daha asırlarca varlığını sürdürebilirdi. Ama Allah Sovyetlere öyle işler yaptırdı ki, sonunda Sovyetler 70 yılda yıkıldı. Ne yaptı da yıkıldı?

1) Marks’ın direktifleri ile önce aileye düşman oldu. Çocuklar kreşlere verilecek, anne babalarını bilmeyecek, ulusunu bilmeyecek, böylece insanlar melek olarak yetiştirilecekti. Tabii ki bu ütopya başarılamadı. Çünkü tabii ve sosyal kanunlara aykırı iddi.

2) Sonra insanların milliyetçiliklerini unutturacaktı. Görünürde ulusçuluğu reddediyordu ama Rus ulusçuluğu yapmak zorunda kalıyordu. Bunu da aslında Rus olmayan Gürcü Stalin yapıyordu.

3) Halkın elinden malları gasp ediyor, ticareti yasaklıyordu. Oysa devlet faizsiz kredi verirse kimse faizli işlem yapmaz. Devlet halkın ürettiği malları sosyalizmin adil kuralları içinde değeri ile alırsa ve halka kârsız satarsa, ticaret kendiliğinden kalkar. Çünkü tüccar daha ucuz alıp pahalı satamaz. Devlet gelirlerini ise kuracağı fabrika ve çiftliklerden alacağı kira ile temin edebilirdi. Sen işçiye tam ücret verirsen, özel sektör kendiliğinden devreden çıkar. Yani, ekonomik uygulamalarla hiç kimseyi incitmeden sosyalizmi gelirdi. Halkın mülkiyeti devam ederdi. Oysa Sovyetleri yönetenler öyle yapmadı. Halkın elinden malları zorla gasp edildi. Şimdi de o mallar Yahudi sermayesine peşkeş çekiyor.

4) Daha da kötüsü, dine savaş açmakla işe başladı. Oysa dinde zorlama dini kötüleştirir ama halkı daha dindar yapar. İşte yaptığı bu hatalardan dolayı lânetlendi ve bugün ortada yoktur.

Türkiye’de de buna benzer lânetlemeler olmuştur.

Bugün Yahudi sermayesi dünyaya kendisini sevdirebilir. Bunun için yapacağı şeyler çok basittir.

a) Faizli sömürü sistemine son vermelidir.

b) Devletlerin yönetimine karışmamalıdır.

c) İnsanlar arasında savaşlar çıkarıp ondan yararlanmamalıdır.

d) İsrail devletini, Tevrat’ta vaadedilen sınırları içinde silahtan tecrit edilmiş İsviçre modeli barış ülkesi hâline getirmelidir. Sınırları dünya devletleri ve komşuları tarafından garanti edilecek, iç işlerinde tamamen bağımsız olacak, ama kendisinin saldırı silahı olmayacak.

Filistinliler Yahudi sermayesi desteğinde İsrail’in dışında Arap Yarımadası çölünde bir ülke kurabilir. Onların topraklarını ve taşınmazlarını satın alabilir. Onlar da İsrail topraklarından göç ederler. Türkiye bu hususta onlara çok yardımcı olabilir. Onları bu muhacerete ikna eder. Kurulacak bu ülkeye Türkiye su verebilir. Ağaçlanıncaya kadar buna gerek vardır. Sonra orası bol yağmurlu ülke olur. Kendi kendine yeterli hâle gelebilir.

Ama böyle yapmıyor, lânetlenecek işler yapıyorlar.

Türkiye lâikçileri böyledir. Gerçek lâikliğe inansalar, başörtüsü serbestliğini savunurlar. Oysa onlar tersini savunuyor ve düşmanlık yapıyor, lânetleniyorlar.

İşte Kur’an, korkutarak dünyaya hâkim olacaklarını sananların mağlup olacaklarını söylüyor. Böyle bir güç ortaya çıksa, o güç yeryüzünün tanrısı olurdu. Allah ise yeryüzünü böyle bir puta teslim etmez.

Tarihte hiçbir bu hevese kapılanlar olmuştur. İngilizler, Sovyetler ve Hitler, yakın tarihimizde tanrılığa soyunan bu heveslilerinden olmuşlardı. Şimdi aynı işi ABD yapıyor. Eceli yakındır. Avrupa Birliği de Roma’yı diriltme sevdasındadır. Şimdi lânetlenmiyor. Ama böyle bir sevdanın peşine düşerse, o da lânetlenecektir. Fuhuş tellallığı yapan, polis düşmanlığı yapan bir zihniyet başarıya ulaşamaz.

أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِنْ الْمُلْكِ (EaM LaHuM NaÖIyBun MıNa eLMuLKi)  

“Yoksa onların mülkten bir nasibi mi var?”

Mülk” Türkçe’de servet anlamında kullanılmaktadır. Taşınmaz mallara ‘mülk’ denmektedir. Arapçada ‘mülk’ devlet demektir. Türkçedeki mülkün karşılığı ‘milk’dir. Bununla beraber Kur’an mülk kelimesini hem devlet, hem de milk anlamında kullanmaktadır. Çünkü devlet milke dayanmaktadır.

Bir kimse kendi taşınmazlarında oranın kralıdır. Kral nasıl ülkeye sahipse, o da kendi taşınmazlarına sahiptir. Kimsenin onun topraklarındaki padişahlığına dokunamaz. Ancak kişi o mülkü şeriata göre kullanacaktır. Kullanmazsa, hakemlerin kararı ile elinden alınır. Bundan sonra aşiret ve ocak gelmektedir. Aşiret başkanı aşireti adına kişilerin mülkiyeti dışında kalan yerleri yönetir. O da o toprakların kralıdır. Sonra bucak yönetimi de aşiretlerin ve kişilerin mülkiyeti dışında kalan toprakların kralıdır. İl yani şa’b başkanı da bucaklara ait olmayan toprakların kralıdır. Devlet illere ait olmayan toprakların kralıdır. İnsanlık da uluslara ait olmayan toprakların kralıdır.

Demek ki, devlet değişik yerlerin mâlikidir ama kişinin kendi evine ve toprağına mâlik olduğu gibi mâliktir. İşte kimse kişi olarak mâlik değildir. Sadece topluluğun yani Allah’ın görevlisi olarak onu şeriat içinde yönetir. Yoksa mülkün mâliki Allah’tır, yani topluluktur.

Bu âyet mülk ile milkin aynı anlama geldiğini çok açık bir şekilde ifade eder. Öyle olsaydı be kırıntı bile vermezlerdi diyor. Kimsenin mülkte bir payı yoktur. Çünkü mülk kimse tarafından var edilmedi. Allah’ın ikramı ve in’âmı ile verildi.

فَإِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا (Fa EıÜan LAv YuETUvNa NaQIyRan)  

“O zaman bir nakîr bile ita etmezlerdi.”

Kur’an’da kelimeler eş olarak kullanılır. “Nakîr” kelimesine eş “Fetîl” kelimesi vardır. Tüy demektir.

Nakîr” kelimesi, bir boruya üflendiği zaman çıkan tükürük damlalarıdır. “Nakr etmek” demek, baş parmakla işaret parmağını birleştirerek aralarında üfürmek suretiyle ses çıkarmak demektir. Sonra bunun yerine boru konur, boruya üflenir, buna ‘borazan’ veya ‘kaval’ demekteyiz.

Bugün para en kıymetli bir şeydir. Ama aslında kıymeti sadece halkın ona rağbet göstermesindendir. Yoksa halk onu kabul etmezse ne işe yarayacaktır?

Arapçada veremezlerdi ile vermezlerdi aynı sığa ile söylenir. Türkçede bunun ayrı sığası vardır. Oysa Arapçada yoktur. Kelimelere manâ verirken yerinde o manâyı da verebiliriz.

Eğer mülk onların olsaydı, para onların olsaydı insanlara bir şeyi vermezlerdi. Kimse almazdı. Oysa şimdi İstanbul’da12 milyon insan vardır. Hiçbirisi kendi ektiğini yiyip de geçinmiyor. Bir şey üretiyor, onu satıyor, onun aldığı para  ile de kendi ihtiyaçlarını karşılıyor. Bunu Sovyetlerde olduğu gibi devlet yapmıyor, kapitalistlerde olduğu gibi sermaye sahibi yapmıyor. Kim yapıyor? Topluluk kendi kendine yapıyor.

Para krizi oluyor. Kâğıt para bulunamıyor, ama 12 milyon insan birbirine borçlanarak hayatını sürdürüyor. İşte bu Allah’ın insanlara o duygu ve düşünceleri vermiş olmaları ile olmaktadır. Yoksa bir damla tükürüklerine bile müşteri bulamazlardı anlamı gelmektedir.

Herkes bilir ki, bu benim servetim ancak insanların ona değer vermesinden dolayı işe yarar. Yani, gelişmiş topluluklarda üretilen eşya kişinin hiçbir işine yaramamaktadır. Ancak onu sattığı takdirde bir işe yarar. Satın alma aracı da paradır. Parayı üreten de devlet değil, halktır. Halkın ona verdiği kıymet kadarıyla paradır. Enflasyon, halkın değeri düşürmesidir. İşte bu husus bilinerek halkın birbirine faizle para vermesi manâsızdır. Parayı halk ortaya çıkarmıştır. Eğer faiz alınacaksa devletin alması gerekir. Nitekim devlet altında kırkta bir senelik faiz almaktadır. Devletin fazla para çıkararak her yıl TL üzerinden enflasyon yapması da % 2,5 faiz alması demek olur. Devletin kendi bastığı parayı faizle halktan alamsı yani devlet tahvili çıkarması, akılla ve mantıkla izah edilecek bir şey değildir.

Amerika’da Merkez Bankası devletin değildir, 200 Yahudi zenginine aittir. Orada devletin tahvil çıkarması izah edilebilir. Çünkü kendisi basmıyor. Sonunda Merkez Bankası’ndan o kadar para çekiyor demektir. Ama Türkiye’de banka devletin kendi parasına faiz veriyor. Halk nerede bulacak da Merkez Bankası’na faizini ödeyecek, behey şaşkın maliyeci! Sonra, faizi ödeyerek birilerini zengin edeceğine, faiz kadar parayı baştan fazla basıp piyasaya sürsene. Faizsiz kredi ver, vergi gelsin. Memurlarına maaş öde, enflasyon yoluyla masrafsız vergi al. Bu kadar aptalca para politikasını ileride değerlendirirler ve bizi süper geri zekâlı olarak vasıflandırırlarsa, bunu yapanlar yanlış bir şey yapmış olmazlar.

أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ (EaM YaXSuDUvNa eLnNASa)  “Nâsa haset mi ediyorlar?”

Haset” çok görmek, kıskanmak demektir. “Haset” kelimesi “Hasat” kelimesi ile akrabadır. Hasat etmek demek, ekini biçmek demektir. Başkasının yaptıklarını yok etmeye çalışmak anlamındadır. Onun var, benim de olsun diye istemek de hayırda yarıştır. Rekabete neden olur. İnsanlar için, topluluk için yararlı olur.

Mesela, birinin 1000 YTL’si olsa. Bir başkasının da 500 YTL’si olsa, 500 YTL’si olan benim de 1000 liram olsun dese, buna göre çalışıp üretim yapsa, bunun herkese faydası vardır. Şimdi bu üretim nasıl artar? Önce yeni para basılmadan artırdığını farz edelim. BU parayı artıramaz. Çünkü yeni para kesmesi gerekir. Sadece 500 lirasını devrettirir, çalışır ve malı artırır. Eskiden tüccarda 1500 liralık mal vardı. Şimdi ise piyasada 2000 liralık mal vardır. Ne var ki, para yine 1500 lira olacaktır. Sonunda mallar %25 ucuzlayacaktır demektir. Üreticinin elindeki mal %25 ucuzlayacaktır. Ama para mal toplamını yaptığımız zaman kişinin mal varlığı çoğalmıştır. Eski bin lira sahibinin bin lirası da daha fazla mal aldığı için o da kâr etmiştir.

İşte bu şekilde, hayırda yarış emrolunmuş ama haset haram kılınmıştır.

Nâsa haset etmek” demek, başkasının olmasın, benim olsun ki ben onlara hâkim olayım demektir. Bu şirktir. Benim olsun, ama başkasının da olsun demek, hayırdır, imandır. Burada “Nâs” kelimesini bunun için kullanıyor nâsa haset ediyor.

Yahudi sermayesi dünyaya hâkim olsun diye ABD’yi dünyaya hâkim yapıyor. Böylece Türkiye’de her on senede bir kriz çıkartılarak ekonomisi batırtılıyor. İşte haset olan budur.

Diğer taraftan Yahudilerin parası var, bizim yok, onların da olmasın diye istemek de hasettir. Onların var, biz de çalışalım bizim de olsun, hayırda yarıştır. Amerikan Doları karşısında Euro böyle ortaya çıktı. Doları batırmaya değil, korumaya çalışıyor. Bu haset değildir. Ne var ki, bu sadece bir Hıristiyan dayanışmasıdır. Diğer devletlerin parasını da etkisiz hâle getirmeye çalışıyorlar. Atom bombası bizim olsun ama İranlıların olmasın demek hasettir. Yalnız kendilerinde olacak, başkalarında olmayacaktır. Bu hasettir.

عَلَى مَا آتَاهُمْ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ (GaLAy MA EavTAyHuMu elLAHu MıN FaWŞLıHı)..

“Allah’ın kendi fadlinden nâsa verdiklerini de kıskanıyorlar.”

Nâsa verilenleri kıskanıyorlar. Nâsa ne verilmektedir? Eğer nâsa hizmet eden birileri çıkarsa, karşı taraf onları kıskanır. Geçmiş tarihimizde kıskanılmıştır. Adnan Menderes asılmıştır. Süleyman Demirel askeri darbelerle defalarca indirilmiştir. Necmettin Erbakan hapishanelere gönderilmiştir. R. Tayyip Erdoğan, iyi belediye başkanlığı yaptı diye atılmıştır Nâsa verilenlerden kıskanılmıştır. Şimdi de AK Parti halka hizmet ediyor diye kıskanılıyor. Adeta rahatsız olunuyor. Aynı kıskançlığı Saadet Partililer AK Parti’ye yapıyorlar. Adil Düzeni reddettikleri için Allah onların reylerini azalttı. Dökülen oyları topladı, İslâm düşmanlarının eline geçirtmedi. Buna dua etmeleri, şükretmeleri ve kendilerini düzeltmeleri gerekirken, AK Parti düşmanlığı yapıyorlar. AK Parti de bundan memnun, bu sefer dışa karşı ben değiştim belgeleniyor. Zannediyor ki, ‘ben değiştim’ derse Avrupalılar inanacaklar. Başörtüsü sizin değişmediğinizin belgesi.

Yahudi sermayesi 500 senedir bunun çıkar yolunu bulmuştur. İçki içeceksin, kumar oynayacaksın. açılıp saçılacaksın. Bu da yetmez: Eşini başkalarından kıskanmayacaksın. Dince yapılması istenen şeyleri yapmayacaksın, yapılması istenmeyen şeyleri yapacaksın. Ancak o zaman senin değiştiğini öğrenmiş olacaksın.

Oysa AK Parti’nin diyeceği şey çok açık. “Ben değişmedim, ben Müslümanım, şeriatçıyım ve Adil Düzenciyim. Ama “Adil Düzen” demek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.” Dese, o zaman onlar yine kıskanacaklar ama Allah onlara destek verecektir Hakem kararları olmadan saldıran zalimdir.

فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ (FaQaD EaTaYNAv EaLa EıBRAHIyMa)  “İbrahim’in âline îta ettik.”

İbrahim”, İsmail gibi biri ‘ism’in hâlidir. Arapçada bütün kelimeler üçlü kökten türemiştir. İbrahim’in kökü “BRH”dir. Burhan kökünden gelir. Hz. İbrahim aleyhisselâmdan önce gelen peygamberler halka mucize gösterir, nâsı kendi mucizelerine çağırırlardı. Hz. İbrahim ise insanları akıl yoluyla Hakka çağırmıştır. Müsbet ilimle dâvet metodunu yeryüzüne getiren Hz. İbrahim’dir. Bunun için kendisine bu ad verilmiştir. Hz. İbrahim’den önceki peygamberler açık delillerle gelmişlerdir. Hz. İbrahim kitapla gelmiştir. Hz. İbrahim’e kadar kapalı çevrede dâvet vardı. Hz. İbrahim ile tüm insanlar bir Allah’a dâvet edildi.

Tek tanrılı dini İbraniler başlattı denmektedir. Bütün Hak dinler tek tanrılı dine sahiptir. Ne var ki, o dinlerin kitapları yoktur. Ancak sünnetleri vardır ve yazılı değildir. Peygamberleri de tüm insanlara değil, sadece kendi topluluklarına hitap ederdi. Hz. İbrahim ile dünyaya tek kitap ve tek peygamber sistemi getiriliyordu. Bunun için Allah Hz. İbrahim peygamberi seçmiş ve onun çocuklarına bu görevi vermişti. Ve bu görev Kur’an gelinceye kadar sürmüştür. Hz. İbrahim’in büyük oğlu Hz. İsmail Mekke’de yerleştirilmiştir. İkinci oğlu Hz. İshak da Filistin’de yerleştirilmiştir. Hz. İbrahim bundan sonra Katura isminde bir kadınla Sara’dan sonra evlenmiş ve altı oğlu olmuş, onlar da şarka gönderilmiş, onlar da orada İbrahimî dini kurmuşlardır. Brahman dini budur. Brahmaların içinde gelmiş olan Buda dinini tesis etmişlerdir. Budizm Çin’de yayılmış, Hindistan’da ise Brahmanizm’in yeni versiyonu Hindu dini olarak gelişmiştir. Bugünkü doğu dinleri, bu altı kardeşin tesis ettikleri dinlerin gelişmişidir.

ÂL” kelimesi “EHL” kelimesinden gelir. Ehl ise yakınlığı olan topluluktur. Bu neseb birliği de olabilir, din birliği de olabilir. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın neslinden gelenler peygamber olmuşlardır. Başka kavimlerdeki peygamberler yalnız kendi kavimleri ile ilgilidir. Ama tek dinli düzeni Hz. İbrahim’in zürriyeti tesis etmiştir. O da Hz. Nuh’un zürriyetindendir. Mezopotamya peygamberleri de Hz. Nuh’un töremesidir.

Hz. Yakup’un çocukları Mısır’a gittiler. Hz. Musa zamanında Mısır’dan çıkıp Filistin’de yerleştiler. Sonra esir edilip dünyaya sürüldüler. Hazreti İsa’nın Havarilerim de dağıldılar. Böylece insanlığı tek dine doğru yönelttiler.

İslâmiyet insanlığa Kur’an’ı getirdi. Son beşyüz yılda Hıristiyanlık ve Müslümanlık her tarafa o kadar çok yayıldı ki, artık eski putperestlik kalmadı. Bu Allah’ın bu soyağacına verdiği bir lütuftur. Bize zararlı değil, bize yararlı olmuştur. Şimdi bugün ben bilgisayarda yazıyorsam, bu İbrahimî medeniyetin bir sonucudur. İşte buna haset edilemez. Ama böyle bir topluluk kurulabilir ve bundan sonraki uygarlık gelişmesinde benzer başarılar elde edilebilir. Bu yeni Kur’an getirme anlamında değildir. O irtica olur.

Kur’an’ın yeniden uygulanması için bir birlik oluşturulması gerekmektedir. “Akevler” ve “Adil Düzen” bunu hedeflemiştir. Allah nasip etmişse, olabilir. Biz Hazreti İbrahim’in âlini kıskanmıyoruz. Tam tersine, o kervana katılarak onların yaptıkları inkılâbı tamamlamak istiyoruz.

Burada bir hususa işaret etmek isterim. Tahiyyatta otururken Kur’an’da olmayan bir dua okuyoruz; Allahumme Salli ve Bârik duâlarını okuyoruz. Burada, ‘Hz. İbrahim’i bereketlendirdiğin gibi Hz. Muhammed’i de bereketlendir’ diyoruz. Bu duada çelişki vardır. Bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed’in bereketi Hz. İbrahim’in de bereketidir. Bunu şöyle tevil ederiz. Hz. İbrahim’in âli kendi nesli idi. Hz. Muhammed’in âli ise kendi mü’minleridir. Hz. İbrahim’in yaptığı Kur’an’a hazırlık yapmak idi. Hz. Muhammed’in âli ise tüm mü’minlerdir. O zaman türü farklı olunca artık bu gelenler Hz. İbrahim’in âli olurlar.

Bununla beraber Kur’an’da böyle bir ifade yoktur.. Kur’an diğer peygamberlerin âlinden bahsetmektedir. Firavun’un âlinden bahsetmektedir. Hazreti Muhammed sallallahualeyhivesellemin âlinden bahsetmemektedir. Hattâ Âl-i Nuh da denmemektedir. O halde Allahümme Salli ve Bârik duâlarındaki “Âli Muhammed” kelimesini isteyenler “Ehli Muhammed” şeklinde değiştirebilirler. O zaman çelişki de kalkar. “Muhammed’in ehlini de bereketli kıl” olur. Ehli kimdir? Kur’an ehlidir.

Kur’an’dan olmaya ifadeler bunun için beliğ değildir, fasih değildir. Allah peygambere salât ve selâm etmemizi emrediyor. Bu emri yerine getirmek üzere şöyle dua edebiliriz. “Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ ehli Muhammed, kema selleyte alâ İbrahim’e ve alâ âli İbrahim’e…”   “Allahümme bârik alâ Muhammed’in ve alâ ehli Muhammed, kema bârekte alâ İbrahim’e ve alâ âli İbrahim’e…” Bununla beraber, ben de şimdiye kadar hep klasik şekilde okudum. Hâlâ değişirmiş değilim. Belki bu âyetten sonra değiştireceğim. Namazda Kur’an’dan başka kelam söylenmez. Ancak son tahiyyatta teşehhüdden sonra artık namaz sona ermiştir, dua zamanıdır. Orası namazın içinde istisna makamıdır. Birinci tahiyyatta da böyledir. Derste teneffüs gibidir.

الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ (eLKiTABa Va eLXıKMaTa)  “Kitab’ı ve hikmeti”

Allah -kendisine değil- İbrahim âline “Kitab’ı ve hikmeti” vermiştir. Âline kitapları verdim demiyor da, “Kitab’ı verdim” diyor. Buradaki Kitab’dan maksat şeriattır, Kitab’ın içinde yazılanlardır. Bir bütündür. Hepsi birbirini tamamlamaktadır. Tevrat, İncil, Kur’an ve Furkan birbirinin muhaymini ve musaddıkıdır.

Diğer kitaplar tahrif edilmiştir. Ona dikkat etmemiz gerekir. Ama o kitaplar sayesinde Kur’an’ı çok daha kolay anlar durumdayız. Adil Düzenciler Eski Ahitleri ve Yeni Ahitleri okuyacakları gibi, doğu dinlerinin kitaplarını da okuyacaklardır. Bunlar yetmez, “hikmeti” de öğreneceklerdir. “Hikmet” de bu ilâhi kitapların sahasında doğmuştur.

1) İlk hikmet Mezopotamya’da doğmuştur ki, Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in ve Hz. Lut’un ülkeleridir. Birçok peygamberler orada gelmiştir 2) İkinci hikmet Yunanistan’da doğmuştur. Bunun başlangıcı da İyonya siteleridir. İyonya siteleri Tevrat’ın tefsir edildiği yerdir. Mezopotamyalıların gelip gittiği yerdir. 3) Üçüncü hikmet ise İslâm dünyasında doğmuş ve Batı’da gelişmiştir. Tamamen Kur’an’a dayanmaktadır.

İşte bu sebepledir ki Adil Düzenciler kitapla hikmeti birlikte götürmektedir. Bugün Batı’da hikmet ileridedir. Kitab ise bizdedir. Batı’nın hikmeti ile Kur’an yeniden yorumlayarak “III. Bin Yıl Medeniyeti”ni kurma yolculuğuna çıkmış bulunuyoruz. Türkiye bunu yapmakla görevlidir. Bizim katkılarımız Allah’ın takdiri kadardır. Haset edenler olabilir. Ama Allah’ın verdiğine kimsenin haset etme yetkisi ve hakkı yoktur.

وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا (Va EaTaYNAHuM MuLKan GaJIyMan)  “Biz onlara azîm mülkü verdik.”

Burada “onlara” denince, “Âl” anlaşılmaktadır. Cemaat isimleri müfred olarak da menfi olarak da adlandırılabilir. Tüzel kişiliği kastediliyorsa, o zaman bunlara çoğul zamiri gönderilir. Burada âlinden kasıt tüzel kişilikleridir. Bunlar İsrail oğullarıdır. Hazreti İsa da onlardandır. İslâmiyet de onun devamıdır. Budizm ve Brahmanizm başka bir koludur. Ama büyük imparatorluklar bugün dahi onlar tarafından kurulmuştur. Mısırlılar yoktur ortada, Yunalılar yoktur ortada, ama “onlar” vardır.

Burada “Mülk” kelimesi nekiredir. Hem iktidar anlamında, hem de servet anlamındadır.

Biz Almanya’daki Güney Amerika Katoliklerinin merkezine dâvet edildik. Bizden faizsiz sistemi anlatmamızı istediler. Biz, Hz. İbrahim’in âli ve Kur’an ehli olarak birleşip insanlığı “III. Bin Yıl Uygarlığı”na götürmeliyiz. Bugün üç-beş sömürücü kapitalistin yaptıkları, hahamları, papazları, âlimleri, ruhbanları bu yolculuktan alıkoymamalıdır. Allah “mülk-ü azîm”i bize vermiştir. Geçmişte bize verdi, gelecekte de bize verecektir. Roma Hıristiyanlığa karşı ne kadar dayanabildi?

Germenler galip geldiler ama Hıristiyanlığı kabul ettiler ve papalığın bin sene hüküm sürmesini sağladılar. Moğollar Abbasi halifelerini öldürdüler ama sonra Müslüman olup İslâm’ı yaşattılar. Yarın eski Sovyet halkı dindar olarak “III. Bin Yıl Uygarlığı”na büyük hizmet verenlerden olacaktır. Sermayenin bugün yaptıkları, ateist lâiklerin sesleri sinek vızıltısı bile değildir.

Bu “mülk-ü azîm”e gelen gelir, gelmeyen kendi kaderini kendisi çizer.

فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ بِه (Fa MıNHuM MaN EavMaNa BiHi)  “Onlardan kimi onla emin oldu.”

Kimi azîm mülkten yararlandı, şeriatı kabul etti, şeriat sayesinde güce ve zenginliğe ulaştılar; kimi de o mülk-ü azîmden yararlanamadı. Buradaki “Hu” zamirini mülke gönderirsek bu manâ çıkar. Ama genel olarak kitab ve hikmete gitmesi daha uygundur. Bunun manâsı, kitab ve hikmete inandı, onun söylediklerini yaptı olur. Bu takdirde kitab ve hikmet tek olarak söylenmiş demektir. Yoksa “Minhumâ” derdi.

Kitapsız hikmet, hikmetsiz kitap olmaz. Bu anlayışla hareket ettiğimizde bütün lâikler kitapsızdırlar, dindarlar da hikmetsizdirler. Adil Düzenciler ise kitap ve hikmetlidirler. Gelecek bunlarındır. Mülk-ü azîm bunlara verilmiştir. Bu hikmetli kitabın öncüleri vardır. Muhammed İkbal, Hüseyni Cesri, Bediüzzaman, Mehmet Akif bunların öncüleri olmuşlardır. Muhammed Hamdi Yazır’da da buna göre yorumlar vardır. Fethullah Gülen bunun dini ekolünü kurmuştur. Necmettin Erbakan bunun siyasi örgütünü kurmuştur.

Akevler ise bunlarla her zaman işbirliği yapmış, uygulamadan çok denemeli öğrenme safhasına girmiştir. Bugün Akevler çalışmaları 25 000 sahifelere ulaşmaktadır. Yeni bir hareketin arifesindeyiz. Kur’an’ın bildirdiğine göre, bunları değerlendirecek bir örgüt ortaya çıkacaktır. Biz ilmî çalışmalarımıza devam etmeliyiz.

وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُ (Va MınHuM MaN ÖadDa GaNHu)  “Kimi de ondan seddetti.”

Mülk-ü azîmi kabul etmedi, yahut Kitab’ı ve hikmeti kabul etmedi. Yalnız Kitab’la yetindi, yalnız hikmetle yetindi; mülk-ü azîmi yani “Adil Düzen”i kabul etmedi. Burada, Kur’an’da “Adil Düzen”in adları da çıkmaktadır. Mülk-ü azîm demek, büyük devlet demektir. Yahut refah devleti demektir.

Sanayileşmeden önce insanlar kendileri üretip kendileri yiyorlardı. Artan kısımları satıyorlardı. Onun yerine cüzi olarak üretmedikleri malları satın alıyorlardı. Buna ‘tarım ekonomisi’ diyoruz. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlığı da tarım ekonomisi içinde düşünürsek, asıl farklı olan ‘sanayi dönemi’ olmaktadır. Sanayi döneminde kimse kendi üretimini kendisi tüketmiyor. Herkes ürettiğini satmak zorundadır. İhtiyaçlarını da satın almak durumundadır. Dolayısıyla, ‘tarım dönemi hukuku’ artık ihtiyaçlara cevap vermemektedir. Bu sebeple insanlık krizler içindedir. Çevre Kirliliği, Mafya, Yok Edici Silahlar ve Neslin Dejenere Olması önlenemiyor.

Oysa “Adil Düzen”de Çevre Kirliliği ortadan kalkıyor, Mafya siliniyor, Yok Edici Silahlar denetleniyor ve Nesil sağlığa kavuşuyor. Hormonlu besinlerin yerini normal gıdalar alıyor. Bunlar teknik sorun değil hukuk sorunudur. Bu hukuku da yalnız Kur’an öğretiyor. Kur’an da ancak müsbet ilimle anlaşılıyor. “Adil Düzen”e dayanan devlet mülk-ü azîm oluyor. Tekzib edenler ise bu mülk-ü azîmden yararlanamıyor.

وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا (Va KAFAy Bı CaHanNaMa SaGıYRan)  

“Cehennem ise sağıyr olarak kifayet eder.”

Böylece “Adil Düzen”i bile bile reddeden Kitab’dan nasibi olanların da cehennemlik olduğu açıkça ifade edilmektedir. Burada “Adil Düzen” dediğimiz zaman, bizim anladığımız “Adil Düzen”den bahsetmiyoruz. Herkes kendi anladığı anlamda “Adil Düzen”i benimseyecek ve onu uygulayacaktır.

‘“Adil Düzen” iyi ama ben şimdi onu yapmayacağım!’ diyenler için şunları söylemek isteriz. Şüphesiz şartlar hazırlanmadan hiçbir şey yapılamaz. ‘Ben şartları hazırlıyorum’ diyenler, gerçekten hazırlık yapmışlarsa onlar cennetliktirler. Genel olarak, demokrasi gelirse, ondan sonra “Adil Düzen” anlatılır, halk benimser ve “Adil Düzen” gelir şeklinde bir kanaat vardır. Oysa “Adil Düzen” gelmeden demokrasi gelemez. Çünkü “Adil Düzen” demokrasinin adıdır. Batı’da demokrasi yoktur. Demokrasinin sahtesi vardır. Hiç ekseriyet sisteminde demokrasi olur mu?!. Ekseriyet yalandır. Bunu herkes bilir ama, sömürü sermayesi dünyayı böylece uyutmaktadır. Nasılsa ben para kullanırım, yahut silah kullanırım ve ekseriyeti temin ederim, diyor. Sermayeye göre; hanedanlar ortadan kalkmalı, din ortadan kalkmalı, ilim de sermayenin emrine girmeli.

Hayır!

Adil Düzen” gerçek demokrasi düzenidir. 1) Bir defa bunun ilk şartı ‘yerinden yönetim’dir. Her belde kendi hukuklarını kedisi oluşturmalıdır. 2) İkincisi çoklu sistem olmalıdır. Her sahada; siyasette, ekonomide, dinde ve ilimde. Ekseriyetin kararı yerine, ortak vekilin kararı uygulanacaktır. Bu ne demektir? Eğer biz anlaşamadıksa, o mesele karara bağlanmadan kalır. Kararın alınmasında anlaştık ama kararda anlaşamadıksa, o zaman ortak bir vekil seçeriz. Hepimiz karar vermek için ona vekâlet veririz. Onun verdiği karar bizim kararımız olur. Aramızda çıkan nizaları hakimlerin mahkemesi değil, hakemlerin mahkemesi çözer. Devlet ise hakem kararlarını uygular. İşte mülk-ü azîm budur.  

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا (EınNA elLaÜIyNa KaFaRUv Bi EaYAvTıNAv)  

“Âyetlerimizi tekfir eden kimseler”

Âyetlerimizi tekfir eden kimseler” denmektedir. Allah’ın âyetleri nelerdir? “Adil Düzen”dir. Şeriattır. Neden âyet? Neden delil? Çünkü “Adil Düzen”i birisine anlattığınız zaman size cevap verip ‘bu olmaz’ diyemiyor; ‘bu ütopik’ diyor!.. Yüzüne karşı değil, arkandan konuşuyor!.. Dinlemeye bile sabırları yok!..

Kur’an’a göre bir şeyi bilmemek mazeret değildir. Bizim söylediklerimizi dinler, anlar, doğru-yanlış tarafını tartışır. Gerçekten aklı ermiyorsa onu kabul etmez. Her söylenen sözü kabul etmek olmaz. Ama öğrenmek istememek, dinlememek küfürdür. İşte bu sebepledir ki burada küfretmiş olan kimseler, Kitab’dan nasipleri olduğu halde ondan yararlanmayanlar, mülk-ü azîmden, Kitab ve hikmetten kaçanlar küfretmiş kimselerdir. Kesin olarak ispatlanmış Allah’ın âyetlerini reddeden kimselerdir.

Kur’an’da zannî hükümler de vardır. Onlarla amel edeceksin, ama kimseyi ona dâvet edemezsin.

Biz kimseyi bizim söylediklerimize dâvet etmiyoruz, “Adil Düzen”e dâvet ediyoruz.

Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenine dâvet ediyoruz.

Gelin, biz bildiklerimizi size anlatalım, siz de bildiklerinizi bize anlatın.

Anlaştığımız yanlarını birlikte uygulayalım. Aynı gemideyiz. Gemi batıyor...

Hayır!

Bize kulak vermeyip, tam da Kur’an’ın tâbiriyle dilsiz, sağır ve kör oluyorlar.

Burada atıf yapılmamıştır. Çünkü sağıyr olarak cehennem yeter cümlesi açıklanıyor.

سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا (SaVFa NuSLiHiM NAvRan)  

“İleride ateşe sılıy edileceklerdir. Âhirette ateşe atılacaklardır.”

Genel olarak Müslümanlarda şu anlayış var; namazımızı kılar, orucumuzu tutar, hacca gider, sık sık umre yaparsak biz cennete gideriz. Oysa, “Adil Düzen”i kabul etmeyen, sanayi döneminin sorunlarını çözecek gayreti göstermeyen, kurtuluşu Avrupa’nın çıkmaz sokaklarında arayanların da cehennemlik olacaklarını açıkça ifade ediyor. Siyasetle uğraşmıyor, parti kurmuyor, iktidar olmuyor, belediye başkanı olmuyor. Onlara denecek bir şey yoktur. Onlar sadece “Adil Düzen”i getirecek olanlara oy vereceklerdir. Samimi demokratlara oy vereceklerdir. Kime kanaatleri gelirse ona oy vereceklerdir. Onlara bir söz yok.

Sözümüz iktidara tâlip olanlaradır, kamuda yönetici olarak görev alanlaradır.

Bunlardan kimileri vardır ki, Kur’an henüz ona ulaşmamış, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmıyor. Sorunları Kur’an’ın çözeceğine inanmıyor. Ona inandırmak için tebliğ etmek bizim sorumluluğumuzdadır. O sorumlu değildir. Âhirete gittiği zaman mazereti olacak, ‘ben böyle bilmiyordum’ diyecek.

Oysa, Kitab’dan nasib verilenler, onun gereğini yerine getirmedikleri zaman Allah onlara soracak ve ateşe atacaktır. Çünkü, Ben sana bildirdim. Öğrendin ama yapmadın. Demek ki sen nasihatle uslanmadın. Öyleyse, gel bakalım cehenneme!..

كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ (KulLa MAv NaWıCaT CuLUvDuHuM)  “Derileri nedc edince.”

Nedc etmek” demek, bir şeyin olgunlaşması demektir. Yani, ömrünü doldurup sona yaklaşması demektir. Eskimesi, yıpranması demektir. Amorti edilip kayıt dışı çıkarılması demektir.

Derileri olgunlaşınca” denerek, cehennemdeki hayatın da bizim hayatımız gibi olduğunu bildirmiş oluyor. Biz aslında devamlı deri değiştiriyoruz. Yaşlananları atıyor, yenilerini alıyoruz.

Yılan ise derisini atar, yeni deri gelir. Yılan derisini bizim gibi yavaş yavaş değiştiremez. Çünkü derinin üzerinde kaymaktadır. Onun için eskiyen derisini değiştirirken önce içte yeni deriyi oluşturur, o zamana kadar da eski deriyi kullanır, sonra yenisi oluştuğunda eskisini çıkarıp atar.

Cehennemde de böyle olacaktır.

Peki, nasıl olup da insan ateşe dayanacaktır? Molekül yapıları vardır, çekirdek yapıları vardır. Çekirdek yapıları ateşe dayanabilmektedir. Ateş mecazi de olabilir. Sıcak anlamına gelebilir.

بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا (BadDaLNAvHuM CuLUvDan ĞaYRaHAa)  

“Derilerini başkalrıyla değiştirdik.”

Kimileri, âhirette bedeni hayat yoktur diyorlar. Oysa bedensiz hayat yoktur. Meleklerin ve cinlerin de bedenleri vardır. Kur’an bunları açıkça söylemektedir. “Ülü Ecniha” diyor, Zi Kuvva” diyor.

Burada derilerin yenileneceğini söylüyor. Bunun anlamı, âhirette hayat vardır ve o hayat da bu hayat gibi hücrelerden oluşmaktadır. Dünyada hücreler yenilenmektedir. Âhirette de öyle olacaktır. Hep aynı hücreler olmayacak, tazeleri gelecek, eskiler parçalanacaktır. Saç ve tırnağımız canlıdır ve bizim hücrelerimizdir. Acı duymuyoruz, çünkü oralarda sinir yoktur. Âhiretteki yenilenmeler acı duymadan olacaktır. Bunu yapmak Allah için kolaydır. Dünyada ağaçlarda sinir yoktur. Dolayısıyla acı duymuyorlar demektir. Ama ağaçların ve bitkilerin her türlü hayat olayları en mükemmel şekilde devam etmektedir.

لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ (Lı YaÜUvQuv eLGaÜABa)  “Azabı zevk alsınlar diye.”

Gerek “azab” gerekse “zevk” ikisi de hem iyi hisler için hem de kötü hisler için söylenir.

Cennettekiler deri değiştirdikleri zaman zevk alırlar, cehennemdekiler deri değiştirdikleri için acı duyarlar. Böylece suçlular eğitilmiş olurlar.

Bir şeyin makul olup olmadığı ayrı şeydir, neler olduğunu bilmek ayrı şeydir. Allah bize âhiretin nasıl olduğunu bildiriyor. Kimi çıkar da haddini bilmeden, Allah bunu yanlış yapıyor, öyle değil de böyle yapılmalı diye akıl verebilir. Sanki aklın o vermemiş. Ama başka bir şey yapamaz. Onu değiştirmeye gücü yoktur. Amerika’nın Irak’a uyguladığı bombalara benzemez. Orada mutlak acziyet vardır.

Batı’da İslâm Fıkhına özenerek akla dayalı bir hukuk oluşturmak istemişler ve buna ‘tabii hukuk’ demişler. Napolyon Mısır’da iken görmüş, o da özenmiş. Ama başaramamışlar. Sonunda şuna karar vermişler. Topluluk ne kanun yaparsa halk ona uymak zorundadır. Böylece hukukun makuliyetinden vazgeçmiş, kanunda ne yazılırsa o uygulanmalıdır demişlerdir. Utanmadan buna da ‘pozitif hukuk’ demişlerdir.

Allah dünyayı ve âhireti istediği gibi yaratmıştır. Elbette bizim O’na ‘bunu niçin böyle yaptın’ deme yetkimiz yoktur. Ama Allah bize hikmet ilimlerini öğretmiştir. Çoğunda hikmetleri açıklarız. Ama bazen bu hikmetleri bilmemiz imkânsız hâle gelir. O zaman da itaat ederiz.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا(56) (EinNa elLAHa KAvNa GaZIZan XaKIyMan)  

“Allah azîz ve hakîm bulunmaktadır.”

Azîz” söz geçiren demektir. İnsanların düşüncelerini bir anda değiştirir.

Meselâ, seçim esnasında insanlar ona göre oy verir ve iktidarı değiştirirler. Türkiye’mizde bunu ellilerde, altmışlarda, yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde gördük. Anadolu sözleşmiş olarak hep aynı yönde oy kullanmıştır.

Bunları her seferinde aynı istikamette kim anlaştırdı?!.

O zamanki Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi; Türk halkı hep aynı ve iyi istikamette oy kullanmıştır. Ayrıca ihtilâllerde de öyle olur. Akşam birisi iktidarda iken, birden sabahleyin herkes bir başkasına itaat eder.

Irak Savaşı’nda da öyle oldu. ABD Birleşmiş Milletler’de tek söz sahibi güç iken, ne olduysa oldu, birdenbire Fransa ve Almanya karşı çıktı. Türkiye tezkereyi TBMM’den geçirmedi. Böylece birden ABD’nin süper güçlüğü bitti. Şimdi  itibarını iade edebilmek için yine sağa sola saldırıyor. Oysa, artık o günler sona erdi. Kırılan şişe bir daha yapışmaz.

Hakimdir.” Yani, istediği kimselerin kalblerini değiştirerek yeni düzeni kabul ettirir. İstediği kimseleri de inatlarında bırakır. Onlar bir türlü teslim olmazlar, sonunda helâk olurlar.

ABD şimdi Büyük Ortadoğu Projesi ile ortaya çıkmıştır.

Bu proje ABD’nin projesi değildir. İlâhi projedir.

Ben hacca gidecek kadar servet edinmiyorum. Hacca gitmiyorum. Çünkü bana göre Suudi Arabistan Krallığı yönetiminde Hac kabul olunmaz. Kendilerinin iktidara nasıl geldiği beni fazla ilgilendirmez. O Arapların ve hanedanın işidir. Onları oraya getirenlerin işidir. Bu yönetimin hattâ Medine’de bile uyguladığı sistem de beni ilgilendirmez. Ama Mekke bütün insanlığın ülkesidir. Oraya kim gelirse emin olur. Allah böyle diyor. Para ile namaz kılınan camide nasıl Cuma geçersizse, herkese açık olması şartsa, bunun gibi Mekke’nin de herkese açık olması gerekir. Vize isteyemez. Mekke şehrini otellerle dolduramaz. Mekke’de ticaret serbesttir. Yer bastı giderleri istenemez. O halde Suudi yönetimi burasını uluslararası bir örgüte teslim edecektir. Mekke ili bir devletin olmayacaktır.

Suriye demokrasiye doğru bir adım atmıştır. Başta devamlı seçilen birinin olması demokrasiye mâni değildir. Mâni olsaydı, İngiltere’de demokrasi olmazdı. İran belki Türkiye’den de ileri demokrasi içindedir. Belki bir eksiği vardır, henüz çok partili sistem kurulamamıştır. İran’daki Velayet-i Fakih demokrasiye mâni olsaydı, İngiltere’deki Lortlar Kamarası da demokrasiye mâni olurdu.

Bunların hepsinin eksiklikleri vardır. “Adil Düzen”i tesis etmelidirler. Bunun için rejim değişikliğine gerek yoktur. Devlet yönetimi adil olmalıdır. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devleti olmalıdır. Mevcut olan yönetim bu düzeni kabul edecektir.

Allah işte bunu ABD’ye yaptırıyor.

ABD bu vesileyle kendi içinde de sömürü sermayesinden kurtulacaktır.

Kur’an; ‘Birr ve takvada yardımlaşın.’ diyor. (Mâide, 5/2)

Kur’an; ‘Kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.’ diyor. (Mâide, 5/2)

Türkiye gerek AB’ye, gerekse ABD’ye, yapacağı her iyi işte yardım etmeye hazırdır, hazır olmalıdır. Kötülükte ise asla onlarla beraber olmayacaktır. Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu ise Türkiye kendisi için kendisi takdir eder.

Allah’ın insanlık için çizdiği bir kaderi vardır.

III. Bin Yılda da “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” uygulanacaktır.

Tav’an veya kerhen herkes buna itaat edecektir. Çünkü O hakîmdir. Allah nûrunu tamamlayacaktır.

Bundan 70 yıl önce herkes Marks’ın dediklerine inanıyordu. Onlara göre, artık dinler iflas etti. Bir daha yeniden dinî düzen gelmez. Lâikler, dinsiz bir dünyanın varolup gelişeceği kanaatindeydiler.

Mü’minler ise artık kıyameti bekliyorlardı!..

Ama şimdi ABD bile İslâm projesi ile meşguldür…

Avrupa Türkiye’yi Papa’dan izin alarak kabul etti…

Dinler yeniden bütün gücü ile ortaya çıkmaktadır…

Dinler müsbet ilme göre kendilerine çekidüzen verecekler ve dünyayı “III. Bin Yıl Medeniyeti”ne yani “Adil Düzen”e götüreceklerdir. Din ve îman olmadan hiçbir şey olmaz.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3165 Okunma
2-NİSA 6-10
2180 Okunma
3-NİSA 11-12
5611 Okunma
4-NİSA 13-17
1938 Okunma
5-NİSA 18-22
1887 Okunma
6-NİSA 18-22
1574 Okunma
7-NİSA 23-24
4557 Okunma
8-NİSA 25-30
1964 Okunma
9-NİSA 31-35
3358 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2308 Okunma
12-NİSA 47-56
2185 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2360 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2187 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2085 Okunma
20-NİSA 95-101
1955 Okunma
21-NİSA 102-106
2149 Okunma
22-NİSA 107-113
2100 Okunma
23-NİSA 114-116
2499 Okunma
24-NİSA 117-125
2103 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2060 Okunma
28-NİSA 144-152
1934 Okunma
29-NİSA 153-158
1985 Okunma
30-NİSA 158-162
2380 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2158 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma

© 2024 - Akevler