NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
Süleyman Karagülle
2308 Okunma
NİSA 41-46

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا(41)

يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَعَصَوْا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمْ الْأَرْضُ وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا(42)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا وَإِنْ كُنتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ

أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ

إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا(43)

فَكَيْفَ (Fa KaYFa)  “Nasıl”

Allah hilekâr olup öğünen kimseyi sevmez dedikten sonra, onların buhl ettiklerini, hayır yapanların da gösteriş için yaptığını söylemiş, haram yememeleri gerektiğini belirtmiş, sonra hiçbir hasenenin karşılıksız kalmayacağını bildirmiştir. Böylece gösteriş için harcayanların iyiliklerinin hiç olmazsa bu dünyada karşılanacağını belirtmiştir. Yani, hasenat gösteriş için de olsa karşılıksız bırakılmayacaktır denmiştir.

Bundan sonra “Fa” harfi ile durumlarını açıklamaktadır. Âhirette ise dünyadaki amellerle değil, dünyadaki niyetlerle hesaba çekileceklerdir. Dünyada ameller niyetlere göre karşılık görmez, amellerle görür. Dünyada senin niyetin okunmaz. Âhirette ise niyet ve kasıtlardan hesaba çekilmiş olacağız. İyi niyetle bir şey yapmışsak, o kötü olsa da mükafat göreceğiz. Kötü niyetle, riya ile bir şey yapmışsak, o da kötü karşılık almamıza sebep olacaktır.  

إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ  “Her ümmetten bir şehid ile ciet edeceğiz.”

Allah hiçbir topluluğu dalâlet içinde bırakmaz. Mutlaka o toplulukları uyaran, onları hakka dâvet eden bir uyarıcı gönderir. Bu Kur’an’dan önce böyle olmuştur; Kur’an’dan sonra da böyle olmaktadır. Her mü’minin vazifesi bundan dolayı tebliğdir. Onun için biz fırsat buldukça insanları dâvet ediyoruz.

Neye dâvet ediyoruz? “Adil Düzen”e dâvet ediyoruz.

Şimdi kimseye gidip ‘Allah îman et’ demiyoruz. Çünkü kimse karşımıza çıkıp ‘Ben îman etmiyorum’ demiyor. Biz insanlara diyoruz ki; gelin, ‘Adil Düzen’ ne ise onu yapalım. ‘Hayır! Biz zalim düzen istiyoruz!’ dedikleri için onlar kâfir oluyorlar ve cehenneme gitmeyi hak ediyorlar. Bize deseler ki; ‘Biz de Adil Düzen istiyoruz, ama biz sizden daha iyi bir adil düzen getirdik’, biz onlara uyacağız. Kur’an bize böyle emrediyor.

Hayır, onu diyemiyorlar. Bizim söylediklerimizi akıl ve ilimle değerlendirmiyor, susturmak veya alay etmekle karşılık veriyorlar. Biz âhirete şehid olarak varmak istiyoruz. Çünkü varmazsak Allah bize diyecektir ki; “Niye söylemediniz?”

İşte bizim çabamız bu olduğu gibi sizin çabanız da bu olmalıdır; öğrenmek ve duyurmak. Âhirette şehidler arasında haşr olmak. Onun içindir ki bu yazılanları internete geçirmemiz gerekmektedir. Mail ile belli yerlere ve kimselere ulaştırmalıyız. Onlar belki okumayacaklar ama biz bu gönderme görevini yerine getirmiş olmamız sebebiyle âhirette sorumluluktan kurtuluruz. Onlara aktarmış olmalıyız. Yoksa bu görevi yerine getirmediğimizde sorumluluktan kurtulamayız.

وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا (V eCıENAv BiKa HAvEuLAEı ŞaHIyDan)  

“Seni de bunlara şehid olarak getirdik.”

Şehid” demek, onlarla beraber yaşayan, onlarla beraber bulunan demektir. “Âlimu’l-gaybi ve’ş-şehadet” olan yalnız Allah’tır. Ölmüş olan bir insan şimdi bugünkülere şehid olamaz. Nitekim Hazreti İsa; beni vefat ettirdikten sonra her şeye sen şehitsin demektedir.

Bu âyeti sadece Hazreti Muhammed aleyhisselâm zamanına irca edemeyiz. O zaman bugünkü kâfirlere hitap etmemiş olur. O halde buradaki “seni de bunlara olarak şehid getirdik”deki “sen” her mü’mindir. Onların imamlarıdır. Kur’an’ı okuyup anlayan herkes, artık onu tebliğ etmekle mükelleftir.

Biz Adil Düzenciler, bu devrin şehidleriyiz. Cemaat olup tebliğ görevini yerine getirmemiz gerekir. Nitekim Erbakan Hocamızın riyasetinde “Adil Düzen”i dünyaya tebliğ ettik. Asrımızda insanlığı uyardık. Türkiye’de, İslâm âleminde, Avrupa’da, Sovyetlerde tebliğimizi yaptık. Kırgızistan’da 500 sahifeden fazla Adil Düzen yazılarım yayınlanmıştır. İzvestiya ve sanıyorum Moskova gazetesi bizden bahsetmiştir.

Bizim dönemimiz sona ermiştir. Şimdi sizin döneminiz başlamıştır. “Adil Düzen”i daha da ilerleterek tebliğ etme görevi ile mükellefiz. Bunu da uygulayarak göstermek zorundayız.

Adil Düzene göre bir işletme kurmalıyız…

Adil Düzene göre bir site oluşturmalıyız...

İşte “Adil Düzen” budur diye göstermeliyiz. Madem ki Allah “Adil Düzen”i bize bildirdi, o halde biz sorumluyuz. Allah verdiği nimetlerin şükrünü istemektedir.

***

يَوْمَئِذٍ (YaVMaEıÜın)  “Ol yevm.”

Yani, her ümmete tanık getirildiği gün… Âhiret günü...

Yukarıda gösteriş için hayır yapanların bile hasenelerinin zayi olmayacağını belirttikten sonra, şimdi âhiret gününden bahsedilmektedir. Orada neden sorulacağı bildirilmektedir.

يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا (YaVadDu elLaÜINa KaFaRUv)  

“Küfretmiş olanlar meveddet edeceklerdir.”

Demek ki âhirette hesap verilecek hususlar, riyaen yapılan infak değildir. Evet, böyle bir infakın hayrı olmayacaktır ama zararı da olmayacaktır. Asıl sorguya çekilecekleri husus küfürleridir, yani bile bile hakikati gizlemeleridir. Yalan söylemeleri, bildikleri gerçekleri söyleyenleri tekzib etmeleridir.

Türkiye’de “Adil Düzen”in iyi bir şey olduğunu herkes bilmektedir. Ne var ki, müslim ve gayrimüslim ittifak etmiş, “Adil Düzen”e düşman olmuşlardır.

“Adil Düzen”e müslimlerden düşman olanların düşmanlığı hasetlerindendir. Neden Allah bunları kendilerine değil de başkalarına bildirdi, bunu çekemiyorlar. Hazreti Muhammed aleyhisselâma muasır olan Yahudi ve Hıristiyanlar da bu sebeple iman etmiyorlardı ve kâfirlerdi. Müşrikler ise hakikatin kendi saltanatlarını yıkacağını ve hortumlarını keseceğini anladıkları için bile bile hakikati gizliyorlardı.

Türkiye’de birini bulun ki ‘Ben Adil Düzenin şurasını beğenmedim’ desin ve seninle tartışsın. Bize söz atar ve meclisten hemen kaçar! Bu kadar müslim ve gayrimüslim gazete ve dergi var, televizyon ve radyo var. Biri çıkıp da tartışabiliyor mu? Ne haddine! Onlar bunun gerçekliğini kendi çocukları kadar bilmektedirler. Ama küfretmektedirler. İşte bunlar bir de resule isyan ederlerse, o zaman âhirette tesviye edileceklerdir.

وَعَصَوْا الرَّسُولَ (Vas GaÖaVuv elRaSUvLa)  “Ve resule isyan ettiler.”

Resule, başkana isyan ettiler.

Onlar Erbakan’ı Başbakan yaptılar. Sonra da ona isyan edip indirdiler. İndirenler çok iyi biliyorlardı ki, Erbakan doğru söylüyordu, haklı idi. Bunu askeri de biliyordu, sivili de biliyordu. Ama Amerikan sermayesi öyle emretti diye Erbakan’ı indirip isyan ettiler.

İşte âhirette sorulacak ve denecek ki; Menderes’i neden indirdiniz, neden astınız? Size ne kötülük yaptı? Onu yapan askerlere ve sivillere teker teker soracak. Bu Menderes’in veya Erbakan’ın masum olduğu manâsında değildir. Hataları olmasaydı onlar o işleri yapamazlardı. Ama onlar bunun hesabından kurtulamazlar.

Mü’min dünyada hata yapar ve cezasını burada çeker. Âhirette cennete gider. Erbakan böyledir.

Kâfir ise dünyada hata yapar. Bazen cezalanmaz ama âhirete gittiği zaman da cehenneme gider.

Burada “resul” mutlaktır. Başkan anlamındadır. Halkın resulü halkın seçtiği kimsedir. Halkın onu kendisine başkan kıldığı kimsedir. Bu ne kadar kötü olursa olsun isyan edilmez. Hicret olunur.

İsyan edip fitne çıkaranlar bir de kâfir iseler işte onlar tecziye edileceklerdir.

Burada “Ev/Veya” değil “Ve” gelmesi, ikisinin birden işlenmesi hâlinde cezalandırılması gerekir. Yalnız küfür, yalnız isyan buradaki cezalandırmada yoktur.

لَوْ تُسَوَّى بِهِمْ الْأَرْضُ (Lav TuSavVAy BiHiMu eLEaRWu)  “Yer onları tesviye etse.”

Yani ölseler, toprağa karışsalar da kemikleri bile bulunamazsa. O kadar sıkıntıya girerler. Ama Allah yarattığı insanı yok etmez. Onu ıslah eder. Onu sıkıntı içinde bırakacaktır, ama yok etmeyecektir.

وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا (Va LAy YaKTuMUvNa elLAHa XaDIyÇan)  

“Allah’tan bir hadisi gizleyemezler.”

Hadis” söz anlamına geldiği gibi olayın hikâyesi de hadistir. İçini dışını bilecektir. Kimseye zulmedilmeyecek, kimsenin yaptığı kırıntı kadar haksızlık yapılmayacaktır.

Şimdi, Erbakan’ı başbakanlıktan indiren insanları düşünün.

Önce müşterek suçlarda şu kural vardır. Her suçlu ayrı ayrı suç işleselerdi ne ile cezalandırılırlarsa, birlikte işledikleri için o ceza daha da artar. O halde Erbakan’ın başbakanlıktan gitmesini isteyenler, onun temsil ettiği İslâmiyet’e düşmanlıkları nedeniyle gitmesini isteyenler suçludurlar. Sonra ne oldu? Onlara rey veren 50 milyon insan ıstırap çekmiştir, üzülmüştür. Ondan sonra gelen kriz yıllarına sebep olmuşlardır.

Şimdi bunlara verilen sıkıntının toplamı kadar bir sıkıntıyı bir adama yükleyin, işte siz de olsanız yerle bir olmayı istersiniz. Çünkü önünüzde bulunan asırları değil, milyonları üzen olay milyonlarca yıllarla ancak karşılanabilir. Kim böyle bir ıstıraba dayanabilir.

Sonunda insanları küfür ve isyandan korumuştur. Türkiye’nin başına gelen zalim de olsa Allah onu getirmiştir, ona isyan etmeyeceğiz. Beğenmiyorsak ülkeyi terk edip gideceğiz.

Biz bunu Ak Parti iktidarda iken söylemedik; Evren iktidarda iken, Ecevit iktidarda iken söyledik.

Biz her zaman hakkı söyleriz. Kâfir değiliz. İşimize göre konuşmayız, doğru ne ise onu konuşuruz.

***

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (Yav EayYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv)  “Ey îman etmiş olanlar.”

Bu sûre “Ey Nâs” diye başlamıştı. Miras ahkâmından bahsedilmişti. Yetimlerin hukukundan bahsedilmişti. Ondan sonra evlenmelerle ilgili hükümlere geçilmiş ve “Ey îman edenler”le başlamıştı. Sonra ikinci “Ey îman edenler”le, aranızda malları butlan ile yemeyin denmişti. Bu bahiste buhl edenler veya riyaen harcayanlardan bahsettikten sonra, şimdi namaz bahsine gelmiştir.

Burada emredilen toplantıların yapılmasıdır. Daha genel olarak vaktin değerlendirilmesidir. Birinci bölümde çalışmayan kimselerin hukuku anlatılmıştır. İkinci bölümde aile hukuku ortaya konmuştur. Üçüncü bölümde çalışanların hukuku anlatılmıştır. Yani konu hep fert olmuştur. Ferdin korunması olmuştur.

Şimdi de ortak yaşamla ilgili hukuk ortaya konmaktadır. Bu da temizliktir. Bütün fıkıh kitapları başta önce tahareti anlatırlar. İlk nâzil olan sûrelerde ‘elbiseni temizle’ emri verilmiştir. Toplu yaşamanın ana şartı temizliktir. İnsanlar birbirine yaklaştıkça aynı derecede temizliğe riayet etmek zorundadırlar. Yoksa yaşayamazlar. Temizlikten evvel de sarhoş olmamaktır.

لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ (LAv TaQRaBUv elöÖAvLAvta)  “Salâta takarrub etmeyin.”

Arapların etlerini güneşte pişirmek için kullandıkları kayadaki çukur yere “sılıy” denmektedir. Sonra ateşte pişirme anlamına gelmektedir. Daha sonra binek atlara “salva” denmektedir. “Y” “V”ye dönüşmüştür. Atın üzerine baştan binemezsiniz. Ehlileştirdikten sonra ona eğitim verirsiniz, ondan sonra binebilirsiniz. Çifte koşulan öküzler de hamlıktan çıkarılır. Daha sonraları insanları eğitmek de “salât”ın ismi olmuştur.

Salât” ilk insanla başlamıştır. İlk farz olan namaz akşam namazıdır.

  1. Meyve toplama döneminde herkes sabahleyin işe gider, meyve toplar, akşam namazında meydana gelir, orada akşam namazını kılar ve dağılırlardı. Bu arada değişik meyveleri toplayanlar bunları birbirleriyle değiştirirlerdi. Toplayamayanlara ihsan veya ikraz edilirdi.
  2. Avcılık dönemine geçtiklerinde sabah namazı da farz oldu. Sabahleyin toplanır, avcı grupları oluşturur ve değişik semtlere giderlerdi. Akşam üstü geldiklerinde etleri taksim ederlerdi.
  3. Çobanlık döneminde öğle vakitlerinde hayvanları suya getirir, birlikte sularlardı. O arada kuyularda suyun birikmesini beklerlerdi. Yahut sulama esnasında kova ile su çekmede yardımlaşırlardı.
  4. Tarım döneminde ikindiye kadar meyve toplanır, ikindide meyveler cenderelerde sıkılırdı. Böylece sıkma namazı anlamına ikindi namazı farz oldu.
  5. Kentleşmeye geçilip de yazı icat edildikten sonra yatsı namazı da farz olmuştur. Çünkü artık toplu yaşanmaya başlanmıştır. Topluluğu yöneten kanunların birlikte öğrenilmesi gerekmektedir. Yatsı kılınır ve yatılırdı. Daha çobanlık döneminde mağarada dersler yapılıyordu. Ancak bu dersler daha çok çocuklara ve gençlere veriliyordu. Oysa kentleşme döneminde kadın erkek, büyük küçük akşamdan sonra mabede geliyor ve yatsıyı kılıncaya kadar sohbet ediliyordu.

İşte bu zamandan itibaren toplantıya gelmek için belli şartlar geliştirilmiştir. Bunlar namazın şartlarında anlatılmaktadır.

وَأَنْتُمْ سُكَارَى (Va EaNTuM SuKAvRAv)  “Siz sekirde iken salâta takarrub etmeyin.”

Siz sarhoş iken toplantıya kalmayın demek olur. Yaklaşmayın demek, toplantının mahalline bile gelmeyin anlamını taşır. Burada “salât” marife olduğu için beş vakit namazdan bahsetmektedir. Yahut da cins isimdir, herhangi bir salâta yaklaşmamak gerekir. Bu ifadede mefhumu muhalefetle başka zaman sarhoş olabilirsiniz anlamı çıkar gibi görünür. Oysa Hanefiler mefhumu muhalefeti kabul etmediğinden, sarhoş eden içki içmenin haram olduğu hükmü çıkaramayız. Dolayısıyla nesh yoktur. Ne sebeple olduğunu ayrıca zikretmiştir. Çünkü burada yaklaşmayınız emrini vermekle bunu da çoğul sığası ile getirmiştir.

O halde sarhoş geleni mescitten uzaklaştırırız. Eğer uzaklaşmak istemezse dayak atarız demektir.

Kur’an’da sarhoşa dayak atılabileceği söylenmiyor. Dolayısıyla evinde içki içene biz karışmayız. Kırda tek başına ormanların içinde içki içene biz karışmayız. Meyhanelerde de içki içene karışmayız. Ama toplu yerde sarhoş olup sarkıntılık yapana dayak atarız.

حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ (XatTAy TaGLaMUv MAv TaQUvLuNa)  

“Ta ki kavlettiğinizi ilmedesiniz.”

Kavlettiğinizi ilmedinceye kadar sarhoş iken salâta yaklaşmayın.

Bu bize akıl hastalarının da namaza getirilmeyeceği ve toplantıya iştirak ettirilmeyeceğini gösterir. Bu bize baygının ve uykuda olanın kıldığı namazın geçerli olmayacağını bildirir. Söylenen sözü anlayamayacak kadar veya söyleyemeyecek kadar sarhoş olan kimse toplantıya katılamaz. Bunun derecesini bugün alkolmetre ile ölçüyorlar. Kur’an’ın ölçü içkisi şaraptır. 500 gram şarabın yaptığı sarhoşluk standart sarhoşluktur. O derece akıl hastası olan mescide getirilmez. Kur’an’ı kıyasla anladığımız zaman onda her şey vardır diyebiliriz.

Hangi derecedeki uykunun namazı veya abdesti bozacağını tesbit için şaraptaki sarhoş etme derecesine bakmamız gerekecektir. Ayrıca zeka testi yapılabilir. Söyleneni anlayıp anlamadığını belirleyen test hazırlanır. Oradan sarhoşluk derecesi için şarabın miktarı da tesbit olunur.

وَلَا جُنُبًا (VaLAv CuNuBan)  

Cenb” yan demektir. “Cunubun” yana atmak manâsına gelir. Erkekte meni gelmesi cünüplük için yeterlidir. Kadının hayız görmesi de böyledir. Cünüp iken namaza yaklaşılmaması, dolayısıyla mescide de gelinmemesi emredilmiş olmaktadır. Hayızlı kadınlara namazın farzının sâkıt olması buradan sabit olmaktadır. Hadislerdeki rivayet öyledir. Bu hususta icma vardır.

Cunub” kelimesine cinsi ilişki de dahil edilmiştir. Meni gelmese de organın başı ile kapanması yıkanmak için gerekli sebep kabul edilmiştir. Böyle bir durumda ilk boşalma olmaktadır.

إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ (EılLAv GavBIyRIy SeBıYLın)  “Ancak sebilin abiri iken böyle değildir.”

Yani yürür halde iken. Misafir cünüp olursa bekleyip su aramak, bulup yıkanmak durumunda değildir. Teyemmüm eder ve yolculuğa devam eder, konakladığında yıkanır.

“Ubur” etmek, denizin bir yakasından diğer yakasına geçmek demektir.

Âbiri Sebîl” demek, yola devam ederken demek, konaklama yapmamışken demektir.

Konaklama yerlerinde su bulunmalıdır. Bu istisna yapılmıştır. “Lâ Takrabu/Yaklaşmayın”a istisna getirilerek bundan sonra “Hattâ/Tâ ki” getirilmiştir. Yol üzerinde iseniz, uçakta, arabada iseniz, cünüp olsanız, su da olsa yıkanmanız gerekmez. Teyemmümle yetinirsiniz.

Burada “Âbiri Sebîl”i genel olarak istisna etti. Halbuki bundan sonra seferden ayrıca bahsedecektir. Eskiden kervan yürürken insanların kimseyi bekletmemeleri gerekirdi. Yıkanma dahil, bütün ihtiyaçlar konaklamalarda yapılacaktır.

Şimdi de araçlarda durum böyledir. Kur’an kişilerin her ne sebeple olursa olsun cemaati bekletmemeleri gerektiğini ifade etmektedir. Yola veya işe başlandığında hep birlikte zamanında gelinmesi gerekir. Bu sebepledir ki cemaat için kimse beklenmez. Zamanı gelince biri imam olur ve namaz kılınır.

حَتَّى تَغْتَسِلُوا (XatTAy TaĞTaSiLUv)  “Tâ ki gasledesiniz.”

“Gasledince salâta yaklaşırsınız.” denmiş olur. Cünüplükten kurtulma yolu gasldır.

Gasl” bütün vücuda suyun akıtılmasıdır. İnsan cünüp olduğu zaman yalnız bir yerinde kirlenmiş olmaz. Vücuttan çıkan ter ile bütün vücut kirlenmiş olduğu gibi hormonların boşalması ile tüm bedenin içi de kirlenmiştir. Bedenin dışarıdan yıkanması sadece derinin üzerindeki kirleri almakla kalmaz, derideki gözenekleri de açar. Bir de soğuk su ile yıkanırsanız kan içe çekilir ve içte basınç yükselir. Sonra giyinince içteki kan deriye doğru gelir ve böylece kan hareketinin değişik basınçla çalkalandırması suretiyle bedenin içi ve dışı yıkanılmış olur. Cünüplükten doğan kirlilik içten ve dıştan atılmış olur.

Aslında yıkanma haftada bir gün farzdır, ancak sonra yeri cünüplüğe bağlanmıştır. Nasıl hayız olmayanlar üç ay iddet beklemekte iseler, cünüp olmayanlar da haftada bir yıkanmalıdırlar.

Şimdi cünüp olanlar seferde ne yapmalıdırlar?

وَإِنْ كُنتُمْ مَرْضَى (Va EiN KuNTuM MaRWAy)  “Merid iseniz.”

Gasl etme emrini verdikten sonra, mazeret olduğu zaman ne yapılacaktır?  

İki ana mazeret kabul edilmiştir. Biri seferdir, biri de marazdır.

Maraz” bizim elimizde olmayan sebeplerle oluşan mazeretlerdir. Namaz için yıkanma da mazerettir. Böyle kişilerin kendi istekleriyle oluşmamış mazeretler örnek verilmektedir. Bütün durumlarda mazeret buna kıyas edilecektir. İztirar (yani zaruret) hâlinde domuz eti yiyebilirsin denmekte ama iztirarın derecesi belirtilmemektedir. Oysa burada somut örnek verilmektedir. Suyu kullanamayacak kadar hasta olmaktır.

Bunun derecesi nedir? Buna karar verecek olan kişinin kendisidir. Doktorlarla istişare eder. Ondan sonra da kendisi suyun kendisine zarar vereceğini hisseder. İşte o zaman teyemmüm eder.

Bu sebepledir ki biz öyle iş hayatı getiriyoruz ki, kişinin kendisinin ben hastayım veya sağlamım demesi gerekir. Doktor raporu yeterli değildir. Doktor sadece müşavirdir. Önce tedavi vakıflarca karşılıksız yapılır. İnsanlar prim yatırmadan tedavi olur. İşe gidemediği için de kendisine bir ödeme yapılır. Bu ödeme kişinin yeryüzünde olan payına karşılıktır. Kendisine düşen işyerinin kirasıdır. Madem çalışamamaktadır, kira alma hakkı vardır. Çalışıyorsa, o zaman da kira ödeyecektir. Herkese ‘çalışma kredisi’ni veriyoruz. Çalışırsa onu alır ve üründen kira payını verir. Çalışmıyorsa, kira payını alır. Çalışıp çalışmama kararını kişi kendisi verir.

İşte yıkanıp yıkanmamaya da bu şekilde kendisi karar verir.

أَوْ عَلَى سَفَرٍ (EaV GaLAy SaFaRın)  “Yahut sefer üzerinde iseniz.”

Burada “Sâfertum” demeyip “Alâ Seferin” olarak ifade etmiştir.

Sefer” fecirdeki ilk ağarmadır. Yani karanlıktan aydınlığa çıkmadır. Yolculuk da dışarıda yatıp sabah olmayı seyretmedir. Gece dışarıda yatarken rahatsız olursun, üşürsün. Sabahı beklersin Ufuk aydınlanmaya başlayınca hem bedenen hem ruhen büyük ferahlık duyarsın. İşte bu “Alâ” kelimesine dayanarak diyoruz ki, bu herhangi bir yolculuk değil, geceyi dışarıda geçirecek kadar uzak yolculuktur.

Nebi yolculuk yapmış ve belli mesafelerde sefer etmiştir. Başka bir açıklaması yoktur. Müçtehitler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Kimi bir konak mesafe demiş; iki konak, üç konak diyenler de vardır.

Biz bugün misafirliği mesafe ile değil de, yönetimle belirliyoruz. Kişi ilinin dışına çıkacaksa misafir olur. Bucağının dışına çıktıktan sonra sefer başlar. Niyeti ilin dışına çıkmak olmalıdır. Çünkü seferin illeti meşakkat değildir, seferin illeti yabancılıktır. Her bucağın kendi kamu hukuku vardır. Her ilin de bir güvenlik teşkilatı vardır. Yabancı bir ilde bulunan kimseye uygulanacak hukuk farklıdır. Artık misafir hükmündedir.

Burada işaret edilen önemli bir husus vardır. İbadetler iş hayatına veya seyahatlere mâni olmamalıdır. Kimse sefere çıkarsam ne yapacağım diye düşünmemelidir. Belki su bulamam diye dağlara ve ovalara gitmekten kaçınmamalıdır. Mazerettir ve teyemmüm edilerek namazlar kılınır. Bu yalnız namaz için değil; her türlü davranışlarda, her şey kendi içinde çözümlenmelidir. Başka şeylere engel olmamalıdır.

Sefer istekle üretilen mazerettir. O da geçerlidir.

أَوْ (EaV)  “Veya”

Burada aslında “Va/Ve” demesi gerekirken, “Ev/Veya” demiştir.

“İçinizden biri heladan gelirse” denmektedir. Burada şuna işaret etmektedir. Sarhoşken namaza yaklaşmayın, cünüpken de veya biriniz heladan gelirse namaza yaklaşmasın. Abdesti bozan hükümlere işaret etmiştir. O zaman bu cümleyi mu’terize olur.

Ev/Veya” getirilmesinin başka bir sebebi de, hastalıktan sonra yıkanılmalıdır.

Seferden dönünce yıkanılmalıdır.

جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ  “İçinizden biri heladan gelirse”

Hastalık veya yolculuk sebebiyle yıkanamazsanız veya heladan gelirseniz veya kadınlara mes ederseniz diyerek şunu ifade etmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, eğer verilen bir görevi yerine getiremiyorsanız, onun yerine remzi bir ameli ikame ediniz, halefini ikame ediniz. Bu görevi yapmak istediğinizi ama imkansızlıktan dolayı yapamadığınızı gösterecektir. Tek başınıza olunuz veya topluca yapınız, değişmez. Tek tip bir halef koyarsınız. Burada “Ev/Veya” kullanmıştır. Sefer ve maraz bir sayılmış, ciet ile lems de bir sayılmıştır.

Şöyle denebilir. Eğer teyemmüm gusül yerine geçiyorsa, abdest yerine evleviyetle geçerdi. Burada bu ifadeyi kullanmada yarar olmazdı. Demek ki bir kimse cünüp olunca abdesti bozulmaz. Bunun pratik manâsı meni pis değildir. Meni sebebiyle abdest bozulmamış olur. Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan benzer rivayet vardır. Fıkıhlarda ihtilaflıdır. Bize göre de pis değildir. Çamaşırı yıkamadan namaz kılınır. Hazreti Peygamber silmek suretiyle namazı kılmıştır. Diğerlerinde hep toplu ifade kullanmıştır. Cünüp olursanız denmiştir. Seferde olursanız denmiştir. Bundan sonra da eşlerinizle lems ederseniz denmiştir. Sadece ‘gaitten gelirseniz’ denmemiş de, ‘içinizden biri gaitten gelirse’ denmiştir. Çünkü hela işi sosyal bir olay değildir. Kişiye aittir. Oysa cinsi ilişkiler sosyal olaydır. Toplulukça düzenlenmektedir. Ayrıca her evin kendisine has tuvaleti olması gerektiğine de işaret etmektedir. Bugünkü evlerin inşası bu esasa dayanmaktadır.

Burada önemli bir hususa da işaret etmektedir. Atıklar havaya verilmemeli, suya verilmemeli, toprağa verilmemeli, çukur kazılıp gömülmelidir. Çevre kirliliği ancak böyle önlenebilir. Bugün tuvalet atıkları akarsulara, denizlere ve göllere verilmektedir. Bu hatadır. Demek ki en sağlıklı olan fosseptiktir. Nükleer atıklar ve sanayi atıkları da gömülmelidir. Derinliği gereği kadar olmalıdır.

Görülüyor ki Kur’an’da bir kelime büyük bir düzeni ifade eder.

النِّسَاء أَوْ لَامَسْتُمْ (Ev LaMaSTuMu elNıSAEa)  “Yahut da nislarınıza mülamese ederseniz.”

Bu ifadede büyük ihtilaf olmuştur. “Lems” “Mes”den farklıdır. “Lebese”ye benzer, giymek demektir. Aynı zamanda “lems etmek” batırmak anlamındadır. Karşılıklı olması gerekmektedir.

O halde bu ifade Hanefilere göre kadına dokunma değildir. Cinsi ilişkidir. Duhuldür.

Şafiiler ise bunu “Mes” manâsında anlamış ve dokunmayı abdestin bozulması için yeterli görmüşlerdir.

Hanefiler bunlara karşı, mecaz ifade artık hakikate delâlet etmez. Eğer bunu hakikat olarak anlarsak, meni gelmeden yapılan ilişkiler için yıkanmanın gerekmemesi gerekir. Bizim görüşümüz de Hanefilerin görüşü gibidir. Zaten mufaale bâbı ve lems kelimesinin çoğul olarak kullanılması buna delâlet eder.

Sığada mugayeret mevzuda da mugayereti gerektirir. Ehadından tüme geçmiş olması, farklı konudan bahsedilmesi demektir. Biri abdest ise diğeri gusüldür. Her ikisinin yerine aynı teyemmüm geçmektedir.

“Evlere giriniz” derseniz, herkes kendi evine girsin demek olur. “Eve girin” derseniz, ortak bir eve girin demek olur. Arapçada bir de “Udhulu’l-buyûte lekum/ Size ait evlere girin” şeklinde ifade vardır. Bu takdirde bütün evler ve muhataplar ortak olur. Burada herkesin kendi eşi ile lems etmesi sözkonusudur.

فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً  (FaLaM TaCıDUv MAEan)  “Maı vecd edemezseniz.”  

Buradaki “Fa” şartın cevabı olan “Fa” değildir. Ona atfedilen “Fa”dır. Şartları açıklamaktadır.

Hangi şartla olursa olsun, ister sizin iradeniz olmadan bir mazeret çıkarsa, ister sizin iradenizle mazeretli durum olursa, ister abdestsiz olduğunuz için, ister cünüp olduğunuz için olsun, yıkanmanız gerekirse bu şartlar altında suya da gücünüz yetmezse, teyemmüm edeceksiniz.

Burada “su yoksa” denmemiş de, “suyu vecd edemezseniz” diyor.

Arapçada “bulmak” anlamında olan “vecd” kelimesi aynı zamanda “gücü yetmek” manâsını da taşır. Güç “Vucd” olarak ifade ediliyor. Büyük bir nehir aksa, siz onu görseniz ama ona ulaşamazsanız, vecd etmiş olmazsınız. İnsan yolda suyu vecd edemez. Ancak ona varabildiği, onu kullandığı zaman vecd edebilir.

Suyun mevcut olması yeterli değildir. İçme suyu olan kimse onu abdest için kullanamayacağına göre vecd etmiş değildir. Acaba para ile aldığı su ile yıkanma zorunluluğu var mıdır? Yoksa teyemmüm mü etmelidir? Normal su parasının dışında fahiş bir bedel verme, mesela içme suyu alıp da yıkanma durumu yoktur.

فَتَيَمَّمُوا (Fa TaYamMaMUv)  “Teyemmüm ediniz.”

Buradaki “Fa” “İn”in yani şartiyenin cevabıdır. Abdest almak veya gusül yapmak yerine teyemmüm ediniz. “Yememe” imadan oluşmuş bir kelimedir. “Îmâ” işaret etmek demektir. “Ememe” de işaret anlamındadır, “Yememe” de. Fiilin yerine onu hatırlatan bir şey konmaktadır. Abdest veya gusül yerine geçecek bir yakın hareket geçmektedir.

Burada çok önemli bir kaide getirilmiştir. Eğer yapılacak şeyi yerine getiremiyorsanız, onun yerine geçen halefini koyarsınız. Halef bazen aslının fonksiyonunu yapmamış olur, ama siz yine de onu yaparsınız.

Bunun yararı nedir? Bunun yararı, siz fiilen yapamadınız ama kalben yaptınız demektir. Secdeye varamadığınız zaman sadece eğilmek de secde yerine geçer.

Mesela, kadınlar başlarını baskıdan dolayı örtemiyorlarsa ne yapacaklar? Boyunlarına eşarp takıp başı açık olarak gidecekleri yere katılacaklardır. Bu onların başlarını fiilen örtemedikleri halde kalben örttüklerini ifade edecektir.

Vize ve başka engellerden dolayı Kâbe’ye gidemiyorsak, sınıra kadar gideceğiz. Bir yerden vize almadan gideceğiz. Bizi sınırdan geçirmeyecekler. O zaman hasr olunmuş oluyoruz, gidişimiz engellenmiştir. Kurbanı gönderebilirsek göndereceğiz. Kurbanın kesilmesi gününe kadar bekleyeceğiz. Orada kurban kesildiğinde, bulunduğumuz yerde vakfe yapacak, ileri geri giderek Kâbe’yi dolaşıyormuş gibi niyet edip geri döneceğiz. Vize uygulanan bir ülkede yapılan Hacılık kabul olmaz. Bütün İslâm âlemi böyle yapacaktır. Böyle yaparsak, sonunda Suud Krallığı Mekke’ye geleceklere vize uygulamaktan vazgeçer.

Kimileri ahkâm kesip diyebilir ki; -Vize uygulamadan düzensizlik olmaz mı? Orası ne duruma düşer.

O zaman Allah bilmiyormuş da âyete “Biİzni Emiri Mekke” cümlesini ekleyememiş demektir!..

Fıkıhta hikmetle hükümler konamaz. Kur’an ne söylüyorsa onun üzerinde içtihat yapılır. Hikmetle değil, illetle içtihat yapılıp hükümler konur.

Bize göre, Mekke’nin çevresinde bugün çöl olan yerlerde dünyadaki yüze yakın ülke için birer ilçe kuracak yerler verilir. Hacılar önce oraya gelip yerleşirler. Arafe günü Arafat’a gidilir. Burada bir sınırlama yoktur. Nasıl namazda cemaat ne kadar büyürse büyüsün saf kopmadıkça geçerlidir. Vakfede duruş kopma olmamak şartı ile istenildiği kadar büyür. O halde Arafat’a herkes kolayca sığar. Tavafta farz ve vacip olan Kâbe’nin çevresinde dolaşmadır. Araçla dolaşılabilir. İnsanlar kuyruğa girer ve tavafa devam ederler. Tavaf için son vakit yoktur, ömrünün sonuna kadar tavaf edilebilir.

O halde her ne olursa olsun, Kâbe’ye gelen eman yani güven içinde olur. Orada silah taşımak yasaklanabilir. Mikat’tan geçerken silah kontrolünü elektronik cihazlar yapar ve girerler. Orada oranın zaptiyeleri bile silah taşımazlar. Zaten her cemaat kendi kafilesinin güvenliğini kendileri taşıyacaktır. Oranın sahibi herhangi bir hükümet değildir.

Demek ki asıl olmadığı zaman halef yerine geçer.

صَعِيدًا طَيِّبًا (ÖaGıDan OayYıBan)  “Tayyib said teyemmüm edin.”

Saud” yokuş demektir. Yağmur suyunun yıkadığı temiz toprağa “Saud” denmektedir.

Toprak temiz olacaktır. Burada su yerine toprak ikame edilmiştir. Toprağın da temizleme özelliği vardır. Bugün bulaşık ve çamaşır suları said ve tayyibdir. Organik toprak olmamalıdır. Genel olarak bunda sıkıntı çekilebilir. O takdirde elbise tozu da saiden tayyiben yerine geçebilir.

Ama asıl istenen böyle organik olmayan temiz toprak ile eli ve yüzü sıvazlamaktır. Bu bize toprakla temizlemenin de meşruiyetini ortaya koyuyor.

Suya olan ihtiyaç ise suyun soğutma özelliği vardır. Toprakta bu yoktur. Yerdeki pislikleri toprak alabilir. Çamur banyolarının sağlık için önemli olduğu bilinmektedir. Bu durum bize halefiyet müessesesinin nasıl çalışacağını da öğretmektedir. Hep teyemmüme ve toprağa benzetmemiz gerekir.

فَامْسَحُوا (FaMSaXUv)  “Meshediniz.”

Buradaki “Fa” tafsiliye fasıdır. Teyemmümü tanımlamaktadır. “Gasl”, suyu döküp üzerinden akıtmadır. “Mesh” ise el ile üzerinde dolaştırmadır. Sadece dokunmak değildir. Abdestteki mesh ile buradaki mesh aynı şekilde kullanılmıştır. Başınızı elinizle meshedin diyeceğine, başınızla meshedin denmiştir. Onun için Hanefiler ve Şafiiler başın tamamını mesh etmeye gerek görmezler. Şafiiler elle dokunmayı yeterli sayarlar. Hanefiler el ayası kadar yer yeterlidir derler. Malikiler ise başın tamamını meshederler. Biz orada şöyle tefsir ediyoruz.

Eğer baş açık ise bütün baş meshedilmelidir. Baş örtülü ise o zaman Şafiilerin meshini yeterli görüyoruz. Ön tarafı açıksa, o zaman Hanefi mezhebinin görüşünü uygun buluyoruz.  

Acaba teyemmümdeki mesh nasıldır?

وَأَيْدِيكُمْ بِوُجُوهِكُم (Bi VuCUvHıKuM Va EYDıYKum)  

“Vecihlerinizle ve yedlerinizle meshedin.”

Vecih” başta bulunan tüysüz kısımdır. Bunun devamlı açık olması gerekir. Dolayısıyla buraların günde beş defa yıkanması gerekir. Abdest uzuvlarının yıkanılmasının illeti açıklıktır. Devamlı toz toprakla karşı karşıyadır. Burada “Bi Vucuhiküm” kullanılmasını başın meshine kıyas ederek izah edebiliriz.

Eğer temiz iyi toprak bulunmuş ise bütün yüzün mesh edilmesinde yarar vardır. Ama eğer temiz toprağı bulamadıksa, sadece elbise benzeri yerlerin tozu ile yetiniyorsak, bunun istiabında bir yarar olmadığı için o zaman sadece işaret yeterlidir. Bir de buradaki “Bi” hem veche hem de yede (yani ele) gitmektedir. Eller yalnız dirseklere kadar mesh edileceği için “Bi” getirilmiştir. Yoksa omuzlara kadar mesh etmemiz gerekir.

Yıkanırken kulaklar da yıkanacak yahut mesh edilecektir. Çünkü tüysüzdür. Oysa teyemmümde kulaklar mesh edilmeyecektir. Onun için Hanefiler başa meshten burasını ayrı istiab gerekir derler.

Hanefilerin buna başka gerekçeleri de vardır. O da her tahfif yarılama sistemi ile olur. Burada dört uzuvdan yalnız ikisinin meshi istenmiştir. Böylece tahfif yapılmıştır. Bir daha onu sadece dokunmaya indirdiğimiz zaman yarılama sistemi bozulmuş olur.

Bu istidlallerine tamamen katılmakla beraber, “Bi” harfinin izahı bununla yapılamaz. Biz “Bi” harfinin izahını yüzde kulakların istisnası ile yapıyoruz. Ellerde ise dirseklere kadarla yetiniyoruz. Çünkü “İle’l-Merafiki” kelimesi burada yoktur. Böylece Hanefilerin yarılama usulünü de Kur’an bozmamış olur.

إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا(43) (EınNa elLAHa KavNa GaFuvVan ĞaFUvRan)  

Afvetmek” demek, suçu ortadan kaldırmak, işlenmemiş kabul etmek demektir.

Gafur” ise suçu kapatmak, cezasını vermemek demektir. Ama sicilinde durmaktadır.

Bu tür halefiyette halef aslın yerine geçecek midir, yoksa asla geçici vekalet mi edecektir? Yani afv mı olacak, istiğfar mı olacaktır? Hem afv hem de istiğfar mı olacaktır? Şöyle ki, teyemmümle kılınan namazlar, abdestle kılınan namazlar gibi olacaktır. Bu yönüyle asıl halefin aynısıdır. Burada afv vardır. Ama abdest aldıktan veya guslettikten sonra su bulunursa artık teyemmüm abdesti bozulmuş olacaktır. Geçersiz olacaktır. Yıkanma da öyledir. Dolayısıyla burada gafur olma durumu vardır.

Afv” ve “Gafur”un nekire gelmesi, hükümlerin genel olarak alınmasıdır. Yani bütün halefiyetlerle ilgili olup, devlet uygulamasında da aynı şekilde yapılacağını bize bildirmektedir.

Devlet vakıfları ile vatandaşını tedavi etmekle yükümlüdür. Bunu hastanın evine doktoru göndererek yapacaktır. Ancak evde tedavisi mümkün olmadığı zaman, masrafları devlete ait olmak üzere hastaneye alabilir. Burada devlet bu mükellefiyeti yerine getirmemekle afv edilmiştir. Ancak eğer hasta evde tedavi edilecek duruma gelirse o zaman evine götürülmelidir. Tedavisini orada yapmalıdır. Nasılsa geldi, artık kalsın diyemez. İşte burada topluluk doktoru hem affetmekte, hem de mağfiret etmektedir.

***

Görülüyor ki, biz Kur’an’dan hükümler istidlâl ederken ne sünnete, ne de icmalara dayanarak istidlâl yapmıyoruz. Sünnet ve icmalara dayanılarak oluşturulmuş Arapçanın kurallarını fıkıh içinde kullanarak istidlâl yapıyoruz. Fıkhı okuyanlar, Kur’an’ı okuyanlar, fıkıhta Kur’an’da olmayan pek çok şey olduğunu sanırlar. Ama Kur’an’ı tefsir ederken görürler ki, sünnette, icmada ve fıkıhta olan bütün çözümler Kur’an’da vardır. Çoğu doğrudur. Bu neyi gösterir. Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gösterir. Sünnet ve icmaların da ilâhi delil olduğunu gösterir. En önemlisi, fıkıh usûlü ilminin de ilâhi talimle oluştuğunu gösterir.

Bizi daha da teyid eden şey, müsbet ilmin verilerinin de bu şeriatı teyid etmesidir.

İşte müstakim sırât budur. Ve bu tek sırâttır. Başka bir yol yoktur. Mezhepler o yol içinde birer şerittir.

Bu şeridin içine Tevrat, İncil, Zebur ve Budistlerin Furkan’ı da dahildir.

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ وَيُرِيدُونَ أَنْ تَضِلُّوا السَّبِيلَ(44) وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللَّهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللَّهِ نَصِيرًا(45)

مِنْ الَّذِينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِنْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(46)

أَلَمْ تَرَ (EaLaM TaRa)  “Rey etmedin mi?”

Raye” bayrak demektir. Ona bakanlar orasının kime ait olduğunu hemen görürler. Bundan dolayı “Rey” kelimesi ile akrabalığı vardır. Herkesin kolayca anlayıp kavradığı bilgiyi rey etmedin mi denir. Daha çok gözle görülen şey için denir. Bilmedin mi, zikretmedin mi gibi kelimelerle görülmeden bilinen bilgiler anlatılır. Sana bunun nebei (haberi) gelmedi mi gibi ifadeler kullanılır.

Allah bir anda herkesle ayrı ayrı konularda görüşme yapan kimsedir. Kur’an da Allah’ın kelamıdır. Herkese ve her topluluğa ayrı ayrı bir anda hitap eder. Yahut asırlar boyu farklı manâlar anlaşılır.

Burada müfret (tekil) olarak da hitap ediyor. Çünkü bu gerçekleri herkes kendisi kendi başına görebilir.

إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنْ الْكِتَابِ (EiLay elLaÜIyNa EUvTUv NaWIyBan MıNa eLKıTABı)  

“Kendilerine kitabdan nasib verilen kimselere bakmadın mı?”

Burada “Ellezîne” ile gelmiştir. Kendilerine “Kitab” verilen kimseler kimlerdir?

Hem Kitab bellidir, hem de Kitab verilen kimseler bellidir. Kimlerdir bunlar?

Bunlar herkes için değişir. Karşına çıkan böyle olan gruplardır. Hattâ yarın aynı kişiye başka gruplar çıkabilir. Çünkü Kur’an her an herkese onu okuduğu zaman yeniden nâzil olmaktadır. Dikkat edilirse, işte bu sebepten dolayı her secde âyetini okuduğumuzda o anda secde etmekle mükellefiz.

Demek ki, her okuyuşumuzda Allah bize yeniden emretmektedir. Eğer eskiden emredilen olsaydı, bir defa secde eder orada kalırdık. Hattâ bize secde etmek gerekmezdi. Çünkü emir bize değil, peygambere olurdu.

Ellezîne” erkek kurallı çoğuldur, onların bu işleri örgütlenerek yaptıklarını bize bildirmektedir.

Nasip” pay demektir. Nekire (yani belirsiz) gelmiştir. Çünkü Kitab’ın tamamını değil de, kısmen bir şeyler anlamışlardır. Nekire gelmesinden anlıyoruz ki, her topluluğa düşen pay farklıdır. Herkes Kitap’tan farklı kısımları anlar. Zaten bundan sonra gelen “Min” harfi de buna delâlet eder. Teb’iz içindir. Bir şey anlayanlar demektir.

Kitab” marifedir (yani belirlidir). Cins isim olabilir. Karşı tarafın anladığı Kitab anlamına gelebilir. İnsanlar kendilerinin benimsediği Kitap’tan bir şey anlamışlarsa, onlar Kitap’tan nasibi olanlardır.

Bu manâda anlarsak, buna Marx’ın Kapital kitabı da girer, Mustafa Kemal’in Nutuk kitabı da girer, Anayasamız da girer; tabii ki Tevrat, İncil ve Furkan (Budistlerin kitabı) da girer.

Ancak Kur’an genel olarak kelimeleri kendi tanımladığı özel manâlarda kullanır.

Ehl-i Kitab, herhangi şeriatı olan topluluk demektir. Kitab aynı zamanda kanundur. Suhuf, bugün bizim kitab dediğimiz şeydir. Kendilerine kitab verilenler, Tevrat, Furkan, İncil ve Kur’an ehli olanlardır. Yani, tek tanrıya inanıp O’nun insanlara elçiler gönderdiğine inanan kimselerdir.

Kimilerinin kafasına göre sadece Hıristiyan ve Yahudiler kastedilmektedir şeklindedir. Böylece kendilerini muhatap almak istememişlerdir. Bize göre bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hizmet veren kimselerdir. Ehli tarikat olanlardır. Risale-i Nur şakirtleridir. Millî Görüşçülerdir. Bunlar Kitap’tan yani Kur’an’dan nasibi olan kimselerdir. İkinci derecede Yahudilere ve Hıristiyanlara hitap eder. Ondan sonra bütün her kitabı, kanunu, şeriatı olanlara hitap etmektedir.

يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ (YaŞTaRUvNa elWaLALaTa)  “Dalâleti iştira ediyorlar.”

Şaşkınlığı satın alıyorlar.

Kur’an’ın dışında her kitapta hata vardır. Çünkü diğer ilâhi kitapların asılları yoktur.

Kur’an’da da müteşabih âyetler vardır. Kendisi Allah’ın tahrif edilmemiş kitabı olduğu için kendisinde hata yoktur, ama bizim onu anlamada hata ve eksikliğimiz vardır. Ancak hemen hemen her kitapta, en saçma ve en kötü kitapta bile iyi yerler vardır. Onun için Allah bize her söze kulak vermemizi, ondan sonra o sözlerin içinden en iyisini bulup ona uyulmasını emretmektedir. Oysa insanlar kendi çıkarlarını öyle zannettiklerinden dolayı kitapların içinde yanlışları ve kötüleri seçip onunla amel ediyorlar. Kitaba uyma yerine, kitabı kendilerine uyduruyorlar. İşte Allah bunu “dalaletin iştira edildiği” ifadesiyle kullanıyor.

Oturursunuz ve anlatırsınız; okumuş mollalara ve ilâhiyat profesörlerine Kur’an’da bunun olmadığını çok açık şekilde gösterdiğiniz halde, buna akılları erdiği halde, onlar yine kendilerine uyan manâları seçip kimini kabul kimini reddederler. Ben bu konuda bana en yakın olan iki partiden bahsedeceğim. Diğerleri ile zaten baştan kan uyuşmazlığı içinde olduğum için onlara bir tavsiyede bulunmayı ümitsiz vaka kabul ederim.

Saadet Partisi ile AK Parti’ye hitap ediyorum.

Saadet Partililere “Adil Düzen”den kendilerine nasip verildi. Bunun Hak olduğunu biliyorlar ama dalâleti iştira edip başka sloganların peşinde koşuyorlar!..

AK Partililer de, öğrenirsek sonra biz de Erbakan gibi etki altında kalırız, o zaman da dalâlet çukurunda yürüyemeyiz diyorlar ve kulaklarına parmaklarını tıkıyorlar!..

Bu iki zümre de dalâleti iştira ettiler.

Saadet partilileri “Adil Düzen”e dâvet ediyorum...

AK Partilileri de “Adil Düzen”i öğrenmeye dâvet ediyorum...

Diğerleri ise bana göre zaten hidayet etmemişlerdir ki dalâleti iştira etsinler. Onun için bu âyet daha çok bizimkilere hitap eder.

وَيُرِيدُونَ أَنْ تَضِلُّوا السَّبِيلَ(44) (Va YuRIyWUvNa EaN TaWılLUv elSaBIyLa)  

“Sebili tadlil etmenizi murad ediyorlar. Yolunuz şaşsın diye istiyorlar.”

Burada yolu kaybetme, izi kaybetme anlamındadır. Hani asker veya polis kovalar, kaçak kaçar ama iz bırakmak istemez, izini kaybettirmek ister. Mesela, suda yürürseniz izinizi kaybettirmiş olursunuz.  

Buna daha çok AK Partililer muhataptır. İzlerini kaybediyorlar. “Biz Millî Görüşçü değiliz! Biz zaten Adil Düzenci değildik!” diyorlar. Ne var ki, böyle dediler ama kuyruklarını gizleyemediler. Eşlerinin başörtüleri hep kendilerine iz bıraktırmaktadır. Dikkat edilirse onlar kendilerinin yollarını şaşırıyorlar denmiyor da, sizin yolunuzu şaşırtmayı istiyorlar diyor. Baştan manâ verirken ‘yollarını şaşırıyor’ diye vermiştim. Sonra tahlil ederken “Tudillû”yu görünce yorumumu ve tercümesini düzelttim. Sonra da dedim ki, acaba “En Yudillû” kıraati var mıdır diye Alusi’ye baktım. “En Yadillû” ve “En Yudillû” kıraatlerinin de olduğu yazılıdır.

Yani, bunlar sizin yolunuzu şaşırmanızı istiyorlar. Yani, izinizi kaybedin, takiyye edin diyorlar. Yahut da kendi izlerini kaybetmeye çalışıyorlar demektir.

Burada yine ince bir ifade vardır. İzlerini kaybetmeye uğraşıyorlar ama kaybedemiyorlar demektir. Tam AK Parti’yi tasvir etmektedir. Çok yakınlığımız olan arkadaşlarımız olmakla beraber, bizimle görüşemiyorlar ki izleri belli olmasın. Şimdi Allah bize durumumuzu haber verdi. Bakalım bundan sonra ne yapmamızı isteyecek.

***

وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُم  “Allah düşmanlarınızı daha iyi bilmektedir.”

Yani, size bir şeyi emretmişse, düşmanlarınızın size ne yapacağını da bilir. Çünkü onları size karşı düşman olarak koyan O’dur.

Amerika’yı heybetli düşman olarak göstermektedir. Bakalım siz Allah’a inanıyor musunuz, Allah’a güveniyor musunuz? İşte Irak tezkeresinde ne kadar korkuttular. Şişirilmiş, kendilerini büyük sanan gazetede, Müslümanların gazetesinde utanmadan ve korkmadan ‘Siz ABD’lileri geçirmezseniz tüm İslâm âlemi soykırımına uğrar!’ diye yazdı. Meclis’te korkanlar oldu. Ama korkmayanlar da oldu ve tezkere reddedildi. Dünyada itibarımız arttı. AB bu hareketimize dayanarak gün verdi. Çünkü aralarında Amerikan ajanı bir Türkiye’yi istemiyorlardı.

Halâ bizi tuzağa düşürmeye uğraşmaktadırlar. Genel Kurmay Başkanımız, bir gün bizden yardım isteme durumuna düşeceğinizden korkuyorum dedi. Daha ne olacağı tam olarak belli değildir.

Aslında Irak halkı Afgan halkı gibi cihad yapan halktır. Hükümet müstevlilerle birleşir. Halk ona da itaat eder. Kan akıtmaz ama o hükümet sadece zavallı bir sefir durumunda olur. Siz düşman zanneder ona cephe alırsınız, ama o düşmanınız olmaz; dost zannedersiniz ama o düşmanınız olabilir. Nitekim renksiz iktidarlara hep İran’ı hedef gösterdiler. CIA yapacağını yaptı; sonra ‘İran yaptı’ dediler. Bugün de halkımız ABD’yi düşman, AB veya İran’ı dost biliyor. Hiç belli olmaz, Avrupa’nın Katoliklik krizi, İran’ın da Şiilik krizi tutar. Allah bize, ‘Sizin düşmanınızın kim olduğuna karar vermeyin, Allah düşmanlarınızı daha iyi bilmektedir’ diyor.

Biz ne yapacağız? Öyle siyaset uygulayacağız ki o adil olsun, demokratik olsun, lâik olsun; başka bir tarifle söylersek, şeriat düzeni olsun, İslâm düzeni olsun. Ondan sonrası tamamen bu Kâinatı var eden, düzeni kuran Allah’a aittir. O düşmanımızı en iyi bilmektedir. Siz ne yapacaksınız? Şeriat ne diyorsa onu yapacaksınız.

Mesela, bizim İran ve Irak hakkındaki görüşümüz şudur.

Osmanlıların yıkılmasından sonra İslâm ülkelerinde ateist devletler kuruldu. Hedefleri Müslümanları dinsizleştirmekti. Arap ülkelerinde İslâm adına komünistlik rejimini tedvin etmek istediler. Hedefleri İslâm âlemini soykırımına uğratmaktı. Tevrat’ın karşısında Kur’an’dan başka bir kitap tutunamaz. İran’ı da krallıkla yani şah rejimi ile ateistleştirmeye çalıştılar. Ama şahlar memleketi kalkındırmaya kalkıştılar. Bunu gören sömürgeciler, Türkiye’deki Menderes örneğinde olduğu gibi Şah’ın defterini dürdüler. Şah’ın yerine komünistler gelecekti, ama Humeyni geldi. İşte bundan dolayı Humeyni’yi istemeyen Batılılar, onu yıkma taşeronluğunu Saddam’a verdiler. Saddam da dünyanın en büyük zalimlerinden biri oldu.

İşte Amerika bu Saddam’ın gitmesini istedi. Bu durumda ‘biz karışmayız’ demeliyiz. Pislerken bize sormadın, şimdi de kendi pisliğini kendin temizle demeliyiz. Şimdi güya bu pisliğini temizlemek için girdi, ama işin içinden çıkamıyor, battıkça batıyor...

Şimdi bu durumda bizim siyasetimiz ne olmalıdır?

Biz karışmayız. Onlar müstahaktı. Saddam helâk oldu. Siz de zalimsiniz. Çünkü Saddam’ın validisiniz. Tevbe ettiyseniz, derhal askerlerinizi çekiniz. Birleşmiş Milletler karar alsın. Irak’ta petrol hakkımız bize iade edilsin, biz orada demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk devletinin kurulmasında yardımcı olalım. ABD de yıktığı için ücreti istihkak etmiştir. Irak anlaşacağımız miktarda petrolü ABD’ye versin.

İşte şeriatın çözümü budur. Yoksa ABD’den korkma saçma bir şeydir. Allah’a inanmamak demektir.

وَكَفَى بِاللَّهِ وَلِيًّا (Va KaFAy Bı elLAHı VaLIyYan)  “Allah veli olarak kifayet eder.”

Kefa” kelimesinin faili “Bi” ile gelmektedir. “Kefallahu” denmiyor.  

Allah ile olmak veli sahibi olmak için yeter demek olur. Bu bir deyimdir. “Bi” harfi burada zait değildir. ‘Evin içinde olmak ısınmak için yeter’ dediğimiz zaman, burada aslında fail olan olmak içide ile gelmiştir. Yani, fail bazen zarf olabilir, bazen hâl olabilir. Arapçada o zaman harfi cerle gelir.

Küfüv” denk demektir, eş demektir. “Kifayet etmek” demek, yetmiş olmak demektir. Daha fazlasına gerek yok demektir.

Veli” arka, sırt, bel demektir. Örgütlenmede kişinin kendi seçtiği ve istediği zaman da değiştirebileceği üstüne “veli” denir. Kendi atadığı için onun üstündedir. Ama artık onun emrine girdiği için de astındadır. Bu tür dayanışmaya “velayet” denmektedir. Bunların başlına, sorumlusuna da “veli” denmektedir. Ordu böyle oluşur. Ben senin emrine gireceğim ama sen de beni koru demektir. Bu koruma kişiden gelmemektedir. Bir velinin etrafında toplanan topluluk evliyedir. Dayanışma ortaklarıdır. Her biri başkanı olan veliye bağlanmışlardır.

Anlaşmalar yapmak hariç, onun dışında kimsenin himayesine girmeyin ve kimseyi de himayenize almaya çalışmayın. Allah yani O’nun halifesi olan insanlık size yeter.

Birleşmiş Milletler, çok nâkıs olmakla beraber, insanlığı temsil ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir mesele olduğunda Birleşmiş Milletler kararını aradı. Demek ki, ne AB ne de ABD bizim hedefimiz değildir. Bizim hedefimiz insanlıktır.

Oyumuzu kullanırken kim kazanacaksa ona verelim diyorlar. Oyu güçlünün yanında kullanıyorlar. İşte bu da Allah’tan başkasını veli edinmedir. Kim iyi program getirdi, kim uygulayacak durumda ise oyumuzu ona veririz. Ne var ki, iki türlü partiye ihtiyaç vardır. Biri, “Adil Düzen”e insanları getirebilen AK Parti’ye benzer bir partiye ihtiyacımız vardır. Diğeri de, “Adil Düzen”i uygulayan Saadet Partisi’ne ihtiyacımız vardır.

İktidar olunca AK Parti ne yapacaktı? Bakanlık sayılarını biraz daha artırıp Meclis dışında kalan partilere bakanlık verecekti. O ne yaptı? İşler yürümesin diye bakanlıkları birleştirdi! Oysa her büyük kötü, her küçük iyidir. Başkasının aklıyla gezerseniz işte böyle her istediklerini yaptırır, sonunda tekmelerler.

Velayet iç işlerinde yapılacak. Düzenlemelerde Allah’ın yeter olduğu ifade edilmektedir.

IMF ile yapılacak müzakereler hiçbir AK Partiliyi kurtaramayacaktır. Allah’la, yani Kur’an’la müzakere etmelidir. Faizsiz düzeni, adil düzeni nasıl kuracağını müzakere etmelidir. Yoksa ne AB ne de ABD faizli batağın içinde bir yardımda bulunamaz.

Halkımız da Allah yeter deyip iktidardan bir şey beklememelidir. Kendi Adil Düzen işletmelerini kurmalıdır. Allah’ın öğrettiklerini yapmalıdır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nı düzenlemelidir.

Allah’ı veli ittihaz etmek demek, Kur’an’ı veli ittihaz etmektir. Allah’ı veli yapmak demek, şeriatın içine, Allah’ın öğrettiği Adil Düzenin içine girmek demektir.

Bunları böyle anlamayıp da ‘Allah velimdir’ deyip de başkalarını şirk koşmak; yemek yiyorum, pilav yiyorum, pilav yiyorum, pilav yiyorum deyip karnını doyurmaya çalışmamak demektir.

وَكَفَى بِاللَّهِ نَصِيرًا(45) (VaKaFAy Bi elLAHı NaSIyRan)  

“Ve nasîr olarak Allah yeterlidir.”

Veli” iç hastalıklara çare olarak Allah yeterlidir demektir.

Nasir” ise dış hastalıklara karşı Allah yeterlidir demektir.

Allah düşmanları en iyi bilmektedir. Allah size emretmektedir, ve onlar size saldırdıklarında O’nun yardımı size yetmektedir. Bu emir yalnız iktidara verilen emir değildir. Halka, bilhassa mü’min halka verilen bir haberdir. “Allah yeter” deyip şeriatın hükümlerini aramızda uygulamak zorundayız.

“Adil Düzen” çalışmaları budur. “Akevler” çalışmaları budur.

Burada “Ve Kefa Billahi”yı bir defa söyleyip “Veliyyen Ve Nasıran” diyebilirdi. Veya “Kefa BiHi Nasiran” denebilirdi. Zamirle söyleyebilirdi. Böyle yapmayıp tam cümleyi tekrar etmiştir.

Acaba bunu niçin yapmıştır?

Bir kelimeyi zamirle ifade etmeyip tekrar ettiğimiz zaman onun başka cihetini belirtmiş oluruz. “Ben Ahmet’i dövdüm de onu sevdim de” dersem, dövme işi ile sevme işini aynı olay için söylemiş oluruz. “Ben Ahmet’i dövdüm ve ben Ahmet’i sevdim” dersek, sevme ile dövme aynı olayda olmamış olur, yahut aynı cihetten olmamış olur.

KeFa” kelimesi tekrar edildiğine göre, velayette kifayet başka şekildedir, nusrette kifayet başka şekildedir demektir. Bu da savaş düzeni ile barış (İslâm) düzeninin farklı olduğunu ifade eder. Savaşta kuvvetli kim ise haklı odur. Barışta ise haklı olan kuvvetlidir. Savaşta üste itaat edilir, barışta ise kurallara itaat edilir. Savaşta sonuçlardan sorumluluk vardır. Hukukta ise davranışlardan sorumluluk vardır. Savaşta sorumluluk ortaktır. Hukuk düzeninde ise sorumluluk şahsidir. O halde savaşta başka yollarla Allah’ın emirlerine uyulmuş olunur, hukuk düzeninde başka şekilde uyulur.  

Allah” kelimesi de tekrar edilmiştir.

Allah’ın halifesi olan örgüt farklıdır. Askeri teşkilat farklıdır, hukuki teşkilat farklıdır.

“Nâsır” ve “Veli” kelimeleri nekire olarak kullanılmıştır. Çünkü hâldir. Yoksa kifayet kelimesi ile başka nâsırın olmadığı da ifade edilmiş olmaktadır. Siz izinizi kaybetmeye yönelmeyin, takiyye yapmayın.

***

مِنْ الَّذِينَ هَادُوا (MiNa elLaÜINa HavDUv)  “Huud eden kimselerden.”

HVD” kökü “HDY” kökü ile akrabadır. Hediye, karşı tarafa dostluk işareti olarak önceden gönderilen armağandır. Şöyle ki, bir kabile reisi başka bir kabile reisini ziyaret etmek istediği zaman önce ona hediyeler göndererek iyi niyetini belirtir. Savaşmak amacıyla değil de dostluk amacıyla geldiğini bildirir. Buna “Hedy” denmektedir. Hacca gidecekler de önce oraya kurbanlıkları gönderirler. Mekke’ye barış amacı ile geldiklerini bildirirler. Müslüman olsun olmasın, hedy gönderenler emniyet içinde Mekke’ye dahil olurlar. Sonraları yol gösteren kimselere “Hâdi” denmiştir. Sosyal gidiş yoluna da “Hidayet” denmiştir. “Havd” ise yolda yavaş yavaş, ağır ağır ilerleyip yaklaşmak demektir. Birden değil de, temkinli ağır ağır ilerlemek demektir. Yakın olmak demektir. “Yahudi” kelimesi bu kökten gelir. Fiili muzari de geniş zamanı içerir. Yavaş yavaş yol alan kimseler demektir. Yakup aleyhisselâmdan beri onlar yavaş yavaş yol alarak bugünkü uygarlığa ulaştılar. “Hud” da denmektedir. Kur’an ehlinden bahsederken, “Ellezîne âmenû” denmektedir. Yahudiler ilimle insanlığa hidayeti getiriyorlar. Mü’minler ise askerlikleri ile dünyanın güvenini sağlıyorlar.

Yeryüzünün güvenliğini Müslümanlar sağladılar. Her yere barışı onlar getirdiler. Bugün bile bir yerde barış ordusu söz konusu ise Türkler çağrılıyor. “Nasâra” ise yardımcılardır. Gerek Yahudilere gerekse Müslümanlara yardım etmektedirler. Böylece insanlık uygarlık yolunda devam etmektedir. “Sabiler” ise Furkan ehli Çinlilerdir. Onların da insanlığa mistisizmde katkıları olmuştur.

Demek ki burada özel isim olarak Yahudilerden bahsetmektedir. Genel olarak mastar manâsı da verilebilir. Hedeflerine ağır ağır ilerleyenler demektir.

Kelimelerin manâlarını insanlar zaman içinde yavaş yavaş bozarlar. Ona işaret etmiş olabilir.

يُحَرِّفُونَ (YuXarRıFUvNa)  “Değiştirirler”

Harf” kelimesi harf kelimesi ile akrabadır. Ters çevirmek demektir, değiştirmek demektir.

Harf” aslında şive anlamındadır. Yani, aynı dilin lehçeleri anlamına gelir.

‘Kur’an yedi lehçeyle nâzil olmuştur’ diyor Hazreti Peygamber alyhisselâm. Yani lehçe farklılıklarıyla kıraate izin vermiştir. Bugünkü yedi veya on kıraat da bu farklılıktan doğmuştur. Sonra bugün harf dediğimiz seslerden birini gösterene harf denmiştir. Bu daha çok Kur’an terimidir.

Tahrif etmek” demek, değiştirmek, yavaş yavaş başkalaştırmaktır. Yaşarken kimse farkına varmaz, ama zamanla fark doğar. Bunu ancak birbirinden uzak yaşayan aynı dili konuşanların dillerinin farklılaşmasından anlıyoruz. Kırgızca ile Türkçe’nin aynı dil olduğu kesindir. Ama Kırgızlar bizim “Y”yi “C” olarak telaffuz ederler, Yakutlar ise “S” olarak telaffuz ederler. Dilin kendi tabiatında tahrif vardır. Ses olarak tahrif sözkonusu olduğu gibi manâ olarak da tahrif vardır. “İstanbul” sözü Osmanlılarda başka idi, bugünkü Türklerde başkadır. 50 sene evvel başka idi, bugün de başkadır. Kelime değişmez ama onun gösterdiği varlık her an değişir. Ahmet çocukken de Ahmet idi, yaşlanınca da Ahmet’tir. Oysa yaşlı çocuk değildir.

الْكَلِمَ (el KaLıMe)  “Kelimeleri değiştirirler.”

Kelime” dal demektir. “Teklim etmek” budamak demektir. Dildeki sözlere “Kelime” denmektedir. Manâsı olan ses grubu kelimedir. Kelimeler lafızlarını zamanla değiştirdikleri gibi manâlarını da zamanla değiştirirler. Allah’ın Sümercedeki karşılığı Enlil’dir. Zamanla Arapça’da Ellah olmuştur.

Bir kitap hangi asırda yazılmışsa o kitap o dil ile yazılmıştır. Zaman geçince kelimeler kendi manâlarını, hattâ söylenişlerini değiştirirler. Mesela, biz ‘glm’ye ‘elm’ diyoruz. Oysa manâsı bambaşkadır. Bu sorunun çözümü bugün başka kitaplarda mümkün değildir. Çünkü o kitapların asılları yoktur. Yazıtlarda bulunsa bile, o dillerin o gün ne manâ taşıdığı bilinmez durumdadır.

Nâzil olduğu devrin dili bilinen tek kitap Kur’an’dır. Bundan dolayı onun eşi yoktur. Allah’ın nasıl eşi yoksa, Kur’an’ın da eşi yoktur. Buradaki “Kelime” sözkonusu olduğunda, genel olarak Kur’an okuyanların aklına eski kitaplar ve oradaki tahrifler gelir. Oysa buradaki “Kelime” bugün konuştuğumuz cümleler için söylenmektedir. Zaman içinde kelimelerin doğal tahrifi normal bir olaydır, onun önüne geçemezsiniz. Ama bu anda kelimelerin yaşanılan toplulukta manâsı vardır. Siz o kelimeleri kullanarak konuşursunuz. Ama onlar o kelimelerin manâlarını değiştirirler. Sizin kastınızı aşan manâlar verirler ve size saldırırlar. Türk basını bunu büyük maharetle yapmaktadır.

Mesela, insanlar protesto için ışık söndürüp ışık yakıyorlardı. Basın bunu tahrif etti ve Şevket Kazan’ın Alevileri kastettiğini ileri sürdü. Oysa Kazan Susurluk olayında yanıp söndürülen lambaları kastetmişti.

Lâiklik, dinde baskı yoktur anlamında iken, onlar tahrif etmiş ve dine baskı şeklinde yorumlamışlardır. Bugün kullanılan kelimelerin büyük çoğunluğu tahrif edilmiştir. Doğu Almanya’nın adı Demokratik Almanya idi ama o Almanya aslında demokrasi düşmanı bir Almanya idi.

عَنْ مَوَاضِعِهِ (GaN MaVAWıGıHIy)  “Mevzilerinden tahrif ediyorlar.”

Bugün Yahudiler kelimelere böyle çarpık manâlar vermektedirler. Mesela, ‘demokrasi’ halkın kendi kendisini yönetmesi olduğu halde, onlar ekseriyetin yönetmesi şeklinde tam tersi manâ vermektedirler. Lâikliği ateizm olarak takdim ediyorlar. Hakem karalarının üstünlüğünü, hakim kararlarının üstünlüğüne çeviriyorlar. Yazarın serbestliğini basın patronunun serbestliği hâline getiriyorlar. Hakim bağımsızlığını Yargıtay bağımsızlığına çeviriyorlar. Kelimelerin manâlarını uygulamada değiştirerek kendi isteklerine âlet ediyorlar.

Bu fitnenin temelinde Yahudilerin bir kısmı vardır. Onun için “Mine’l-lezîne” denmiştir. Yani bazı Yahudiler denmiştir. İncil’i tahrif edenler de Hıristiyan olmuş Yahudilerdir. Hazreti İsa’yı tanrılaştıranlar da yine onlardır. Sosyalizmi, kapitalizmi, ekseriyet demokrasisini getirenler de onlardır. Katoliklikten sonra Protestanlığı icat edenler de onlardır…

Kur’an burada gelecekten haber vermektedir.

“Harrifû” demiyor, “Yuharrifûne” diyor; yani gelecekte tahrif ederler diyor. Bununla beraber kelime manâsını verdiğimizde diğer yavaş yavaş tahrif edenler için de aynı şeyler söylenebilir.

Burada büyük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. O da tefsir ve tevil ile tahrif arasında ne fark vardır? Tefsir ve tevil edenler de sonunda Kur’an’a yeni manâlar yüklemiyorlar mı? Biz şimdi bu yorumları yaparken acaba tahrif etmiyor muyuz? İşte bu sebepledir ki Selefiye mezhebinde olanlar tefsiri yasaklar, sadece okunmasını isterler. Kur’an’dan çok sünnete önem verirler. Ne var ki, sünnet daha beter tahrif olunmaktadır. Orada lafız da değiştirilmektedir. Kur’an’da ise lafzın tağyiri yoktur. Buradan da anlaşılıyor ki, bu söz sadece Yahudilere değil, lafızları değişmediği halde manâsını tağyir eden Kur’an ehline de hitap etmektedir.

TAHRİFİ TEVİLDEN NASIL AYIRACAĞIZ?

  1. Her şeyden önce Kur’an’ın nâzil olduğu zamanki cahiliye Arapçasını çok iyi bir şekilde bileceğiz. Etimolojik lügat bu demektir. Adil Düzen Çalışanlarının İstanbul’da ve İzmir’de bu lügat üzerinde çalışmaları vardır. Yorumlar ve teviller, Kur’an nâzil olduğu zaman Arapların konuştuğu Mekke diline dayandırılmalıdır; yahut Hicaz diline dayandırılmalıdır. Dil olarak o günkü dil esas alınmalıdır. Çünkü Kur’an o Arapça ile nâzil olmuştur. Başka bir ifade ile o Arapça Kur’an için hazırlanmıştır. Ondan sonraki dil Kur’an’ın yorumunda kullanılmamalıdır. Allah’ın kendilerinden razı olduğu ilk Arapça dilciler bunu yaptılar. Kur’an ve cahiliye dilini tesbit ettiler, bize hazineler bıraktılar. Böyle tesbit edilmiş başka bir dil yoktur. Hiçbir asrın dili, Arapça dahil böyle bir şerefe ulaşamamıştır, bundan sonra da ulaşması mümkün değildir. Kur’an’ın tek metin olması nedeniyle bu mümkün olmuştur. Sonra insanlar bunu Allah rızası için yaptıklarından dolayı bu mümkün olmuştur.
  2. Kur’an’ın tahrif edilmeden tevil edilmesi için tefsir ve tevil usulünün sünnete dayandırılması gerekir. Hazreti Peygamber bunu nasıl anlamış, arkadaşları nasıl anlamış, yani onlara ne anlatmış? Böylece Kur’an’ın tevilinde ve tefsirinde sapma olmaz. Ne var ki, sünnet de tahrif edilmiştir. Sünnetin de dikkatlice ayıklanması gerekir. Yine Allah’ın onlardan razı olduğu muhaddisler titizlikle bunun üzerinde durmuşlar, tesbitler yapmışlardır. Hadisleri mütevatir, meşhur, vahid diye sınıflamışlardır. Sahih hadis kitaplarını oluşturmuşlardır. Biz yorumumuzu mütevatir hadislere dayandırmalıyız, mesela öğle namazını dört rekat kılmalıyız. Meşhurlardan yararlanırız. Vahitlerden yararlanabiliriz. Sahih olmayanlar bize delil olmaz.
  3. Yine tevil ve tefsir yaparken icma ile sabit olan hükümlere muhalif manâlar vermemeliyiz. Hele sahabelerin kavlî ve fiilî icmalarını aşmamız, Kur’an’ı manâsıyla tahriftir. İslâmiyet’te Kur’an ne kadar önemli ise icma da o kadar önemlidir. Zaten biz Kur’an’ın kendisini icma ile biliyoruz. Sahabeler icma etmeseydi, şimdi elimizdeki tek kale gibi Kur’an olur muydu?
  4. Çok önemli dördüncü kriter ise Kur’an’ı gönderen de, Kâinatı var eden de tek olan Allah’tır. Bize Kâinatı öğrenmek için aklımızı ihsan eden de Allah’tır. O halde tevil ve tefsirlerimiz müsbet ilimlere de dayanmalıdır, sosyal ilimlere de dayanmalıdır. Tabiî ve sosyal kanunlara uyan, onlara dayanan tevil ve tefsirlerimiz beyandır, tezekkürdür, tedebbürdür. Ama tabiî ve sosyal ilimlere aykırı yorumlar tahriftir.

Kur’an’ın diğer âyetleri ile bu âyet karşılaştırıldığı zaman, bu dört ayraç açıkça ortaya çıkar. İslâm fukahası, -Allah onlardan razı olsun- bu dört kriteri kitap, sünnet, icma ve kıyas şeklinde ortaya koymuştur.

وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا (VaYaQUvLUvNa SaMiGNAv VA GaWaYNAv)  

“Ve işittik ve isyan ettik derler.”

Bunu kendi kendilerine söylerler. Bazen de ağızlarından kaçırırlar. Gerçekleri kendi çocuklarını bilir gibi biliyorlar ama ‘hayır’ diyorlar, öyle olsa da onlar yine biz bildiğimizi yapacağız derler.

Yayına bir şey götürüyorsun. Önce takdir ediyor, beğeniyor, yayınlamaya hazırlanıyor. Sonra, ya daha yayınlanmadan önce birileri kulak çekiyor ve artık yayınlamıyor; yahut bir defalık gözden kaçıyor ve yayınlıyor, ondan sonra gerisini yayınlamıyor ve sebebini sorduğunuzda görüşemiyor bile!.. Ne yazık ki biz bunu hem İslâm cihadını yapan kimselerde gördük, hem tarafsızlarda, hem İslâm’a karşı olanlarda.

Bile bile işitir ve isyan ederler. Bunlardan herkesin bildiği birkaç misal verelim:

  1. Herkes bilir ki başörtüsü insanların doğal haklarıdır. Türkiye’de kadınlara başörtüsünü yasaklayan kanun yoktur. Yine herkes ve ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da bilir ki, kanunsuz yasak olmaz. Cumhurbaşkanı yüksek yargıçtır. Bunu bilemeyecek kadar bilgisiz olamaz. Anayasa Mahkemesi’nin kararları kanun değildir. Anayasa Mahkemesi kanunları iptal eder, ama kanun koyamaz. Olmayan kanunu nasıl iptal edecektir? Yasaklar dolaylı gelemez, doğrudan Meclis’ten çıkan kanun olmalıdır. Bunu hiçbir Meclis kabul etmemiştir. O halde bile bile isyan ediyorlar. Askerleri kandırıyorlar. Başörtüsü krizi tam bir isyandır; AK Parti iktidarına karşı isyandır.
  2. Yine bütün hukukçular bilir ki, 163’üncü madde yürürlükten kalkmıştır. Devletin düzenini dine dayandırmak amacıyla hissiyata dayalı olarak propaganda yapmak yasak değildir. Ve yine herkes bilir ki, 312’inci madde ile o fiilleri cezalandırmak yasalara uymamaktadır. Ama yıllardır hapishaneler o yolla dolduruldu! Nihayet Yargıtay kararını değiştirdi. O da yanlıştır. Yargıtay bozmayacak. Adalet Bakanı böyle tahrifat yapmış hakimleri hapse atacak. Ama öyle bir mekanizma yok ki. Demek ki bunlar kanunları tahrif ediyorlar.
  3. Benim bildiğim başka bir kanun vardır, o da orman kanunudur. 1945 veya 1944’ten beri sahifelik kanun yapılmış, ormanlar devletleştirilmiş. Kimseye bir kuruş ödenmemiş. Bunun zulüm olduğu sonradan anlaşıldığı için günümüze kadar o kanunlar hep değiştirilmiş. Ama uygulanamamış. Çünkü uygulayıcılar ve yargıçlar zulüm kanunlarını bile bile uygulamış. O kanun da ormanların bedellerinin ödenmesini içermiş, ama müracaatta müruru zaman ile bir şey ödenmemiş. Bu anayasaya ve tüm hukuk anlayışına aykırıdır. Bunu herkes bilir ama işittik ve isyan ettik derler. Hâlâ bu isyan, kanunları çiğneme isyanı sürüp gitmektedir. Hiçbir kanun müruru zamanla halkın elindeki mal alınamaz. Müruru zaman hakkın sübutu için geçerlidir. İspat edemediğiniz takdirde beş sene iddia edemezsiniz. Yahut cezanın sübutu için geçerlidir. Artık cezalandırılmaz. Yoksa bu kadar zaman geçti, adam öldürmediğinizi ispat edemediniz diye adamı mahkum edemezsiniz. Oturduğuz evin size ait olduğu kanıtlanamadı, o halde sizin değildir diyemezsiniz. Müruru zaman hakkın, iddianın sübutu içindir.
  4. Yine herkes bilir ki, dokunulmazlığı kaldırılmayan bir milletvekili muhakeme edilemez. Suçüstü yakalansa bile, yine dokunulmazlığının kaldırılması için başvurulur. Kaldırılmazsa tutukluluğu sona erer. Yine herkes bilir ki, savunma hakkını kullanmayan bir sanık mahkum edilemez. Ama ne yaptılar, Millî Görüşçüleri savunmaları alınmadan mahkum ettiler, yine dokunulmazlıklarını kaldırmadan milletvekilliklerine son verdiler. Avrupa mahkemeleri de üç kağıtçılık yaptılar. İtirazları dava dosyalarına bakmayarak verdiler. Güya işittiler ama isyan ettiler. Önce partinin kapatılmasına karar verdiler. Sonra da zulme uğramış milletvekillerinin dosyalarına bakmaya gerek görmediler! Oysa her dava kendi içinde çözülür. Her mağdur için ayrı karar alınır. Hele cezada bu usul kesindir.

وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ (Va iSMaG ĞaYRa MuSMaGın)  “İşit, işitmez olasın.”

Bu Türkçedeki ‘gözün kör olsun’ anlamındadır. Kulağın sağır olsun denmektedir.

Müfret olarak kullanılan bir deyimdir. Bir bedduadır. Gözleriniz kör olsun demeyiz. Çok kimselere de ‘gözü kör olası’ deriz. Yahut birilerine ‘işit ama duymamış ol, bil ama sakın uygulama’ deriz. Birbirleri ile konuştukları için böyle derler. Sen doğrusunu bil ama onlara uygularken, onlar sözkonusu iken uygulama!

Avrupa Adalet Divanı bunları bilmez değildi. Ama tarihe ibret olsun, Adalet Divanı’nın zalimlik mertebesi ortaya konsun diye Allah bunlara böyle izin verdi, böyle yaptırdı.

وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ (Va RaGıNAy LayYan Bi ELSiNeTiHiM)  

Liva” kelimesinin “Vela” kelimesi ile akrabalığı vardır. “Liva” vilâyet anlamına gelmektedir. “Vela” ise sırt sırta olmak demektir. “Levy” bitişik, yaklaşık demektir. Bir dalı eğip bir yere bağlamak levydir. Eğmek anlamına gelir. “Leviye” kelimesi de, kayanın altına demir sokup bastırmak demektir, eğerek kayayı kaldırmak demektir. Dişleri ile levliyerek, eğerek “râinâ” diyorlar. Bunu “semi’nâ ve asaynâ” demeleri için de söylemişlerdir, “işittik ve isyan ettik” demişlerdir.

Kendileri grup kurup direnirler, ondan sonra da her şeyi iktidardan isterler. ‘Bunu neden yapmıyor? Bu neden böyledir?’ derler. İktidarı kötülemekle kendilerini yani isyanlarını haklı çıkarırlar. Halk isyan etmektedir. Şeriatın hükümlerine uymamaktadır. İktidardan da düzenin tesisini istemektedirler. Yani, kendileri riayet etmeyecek, ama başkalarından gelen zararlara karşı da iktidar tarafından korunacaklardır. Dillerinde iktidarı zayıflatmak için durmadan levliyerek, eğerek konuşurlar.    

İslâm topluluğunda herkes şeriata uyar, şeriatta olması için birbirlerine destek verirler, şeriatın dışında olanlar halkın şehadeti ile hakemlerce mahkum edilir. Mahkum olan kimseler kendi isteklerine dayanarak hakem kararlarına uymazlar. Uymayan olursa işte ona karşı iktidar gücünü kullanır. Yani iktidar yargının emrindedir. Kendisi sadece infaz görevlisidir. Oysa eğer halk Müslim değilse yani şeriata teslim olmamışsa, kanunlara kendi isteği ile uymuyorsa, o toplulukta halk doğru şahitlik yapmıyorsa, o zaman adil yargı sistemi doğamaz. O zaman ne yapılacaktır? Artık polis rejimi doğacaktır. Karakol dayağı lazımdır. Örfi idare lazımdır. Böyle isyan neden? Anarşist olan halk aynı zamanda dikta rejimine taliptir. Başka türlü bir yol bulunamaz.

وَطَعْنًا فِي الدِّينِ (VaOaGNan Fıy eLDıYNı)  “Dinde ta’n ederler.”

Dinde ta’n etmek” demek, dinde şişlemek demektir. “Ta’n” mızrak, süngü gibi şişleme aracıdır.

Bu dini şişleyerek yani düzene karşı gelerek yapılacaktır. Bu da dayaksız soruşturmalarla, mahkeme kararları ile olmaz. Yani düzenle, şeriatla olmaz. Bu iş ancak dayakla, ra’yetmekle olur. Halk güdülecektir. Hukuk düzeni, insan hakları, demokrasi, lâiklik gibi sözler bir işe yaramamaktadır. Ancak silah zoru ile topluluklar korunurlar. Devletin görevi halkını uslandırmak, iç güveni sağlamak, saldıran olursa savunmaktır. Hattâ siz eğer süper güç iseniz, dünyanın güveni sizden sorulur, herkesi ra’yedeceksiniz. Halk kendi kendini güdemez. Zorba devletlerin işi budur. Önce isyan ettirirler. ‘İşit ama sakın kurallara uyma, isyan et!’ derler. İsyan ettikten sonra da artık düzen bozulmuştur. ‘Bu bozulmanın sebebi dindir, düzendir, şeriattır!’ derler. ‘O halde hukuk yönetimini kaldırıp yerine polis rejimi getirelim!’ derler. ‘Bizi güt’ diye halkı söylemeye zorlarlar.

Demek ki bu âyet zulüm düzenini tanımlamaktadır.

Bugünlerde kapkaççılar çoğaldı diye vaveyla koparıyorlar. Polis dayak atmayacak, silah kullanmayacak; ama çoğalan kapkaççıları yakalayacak!.. Vuranı polis vuramayacak, hakimler ölüme karar veremeyecek, hırsızın elini kesemeyecek; ama öldürmeye mâni olacak, hırsızlığa mâni olacak!..

Buradan ne yapmak istiyorlar? Sen bu işi yapamadın diye AK Parti’yi iktidardan indirme hazırlıklarını yapıyorlar. Kapkaççılar çoğalmadı, basın onları çoğalttı. Her tarafa böylece korku salıyor, AK Parti’ye ve “Adil Düzen”e karşı cephe alıyorlar. AK Parti’nin düzeni adil düzen değildir ama adil olmayı isteyen düzendir.

İşte AK Parti’nin ve Saadet Partisi’nin hataları bunlardır. Zulüm düzeninde adalet olmaz. Zulüm topluluklarında adalet olmaz. Onun için ne yapılacaktır?

Yerinden yönetim ilkesi getirilecektir. 3 000 ile 10 000 arasında nüfusları olan bucaklar kendi düzenlerini kendileri kuracaklardır. Bucaklar arası göç serbest olacaktır. Başkanların da tehcir hakları olacaktır. “Adil Düzen Bucakları” oluşacaktır. Bunlar başarıya ulaşınca zalim düzen bucakları kendiliğinden ortadan kalkacak, oradan göçle yok olacaklardır. Zalim düzen heveslileri de orada kalacaklardır.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bütün sorunlara cevap vermektedir.

Çünkü o Kur’an’dan istidlâl edilmiştir.

Evet, gerektiğinde kişi kendisini savunurken silahını kullanacak ve karşıki tarafı yaralayacak, hattâ öldürebilecektir. Ama sonra diyetini ödeyecektir. Saldıran veya hırsız ise eğer savunana zarar verirse kısasa tâbi tutulacak, kısas yapılamazsa iki misli diyet ödeyecektir. Polis de aynı kurallara tâbidir. Halkın veya kendisinin savunmasını yaparken karşı tarafı öldürebilir ama devlet diyetini ödeyecektir. Karşı taraf polisi öldürse kısasa tâbi tutulacaktır. Polis karakolda dayak atacaktır. Yaptığı işkencenin diyetini devlet ödeyecektir. Diyelim ki, işkence yaptık ve adama cinayetin silahını buldurduk. Böylece cinayeti ortaya çıkardık. Devlet attığı dayağın, yaptığı işkencenin diyetini ödeyecektir. Eğer cinayet aydınlanmamışsa iki misli diyet ödeyecektir. Faili meçhul cinayetler de kasame yoluyla diyetlendirilecektir. Onun için dayağa da çok kere gerek kalmayacaktır.

وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا (VaLaV EanNaHuM QAvLUv SaMıGNAv Va EOaGNAv)

“Onlar sem’ ettik ve itaat ettik demeliydiler.”

Yani, anladık ve itaat ettik demeliydiler. Herkes şeriata uymak zorundadır. Bu ittibadır. Yetkililerin verdikleri emirlere de itaat etmek gerekir. O esnada itaat edecektir. Sonra hakkını hakemler nezdine arayacaktır.

Yukarıda ve burada geçen “Semi’nâ” kelimesinde sadece duymak anlamı yoktur. Duyduk, anladık anlamı vardır. İşiten olmadan tâbiri bunu ifade eder. Olgunlaşmış meyvenin kolay koparılması anlamındadır. Emre kişinin kendi isteğiyle uymasıdır.

Amirlerin zorlama yetkileri yoktur. İtaat etmeyenlerin bir cezası varsa onu hakemler cezalandırır. Emirde icbar yoktur. Sadece etkili kılınan yerde o işe mahsus olmak üzere kural koymak demektir. İçtihat yapma demektir. Onun emri de şeriatın bir kuralıdır. Sadece o olaya ve emredilene mahsus bir şeriat hükmüdür.

Yine de kişi içtihat eder, eğer emredeni yetkisi dışında görürse ona itaat etmez. Sonra emreden veya ilgililer hakemlere giderler, haksızsa onlar mahkum ederler. İsyan yoktur. Hicret vardır, isyan yoktur.

Hicretin kolaylaşması için kaza çevresi bucak seviyesinde tutulmuştur. Her muhakeme kabile içinde olur. Hakemler de belde içinden seçilir. Dolayısıyla her belde bir kaza çevresidir. Her bucak da bir kaza merkezidir. Kaza çevresidir, çünkü soruşturmacılar ve hakemler oradan atanırlar.

وَاسْمَعْ  “Sem’ et.”

Yani, herkes birbirine sem’ et, anla ve uygula der. Halk kendi örf ve âdetine sahip çıkar. Herkes şeriata, yetkililerin emirlerine, hakemlerin kararlarına uyar ve birbirlerine uymayı emreder.

Burada “Sem’” kelimesini kullanmış olmasının sebebi, herkesin şeriatı bilmesi gerekmektedir. Onun için beş vakit namazlara devam edecek, beşikten mezara kadar görevlerini öğrenmeye çalışacak ve itaat edecektir. “İsme’” “İsme’ gayra müsmein”in karşılığıdır. Asyanaınkarşııt eten işsme gayre müsmenin karşılığı isme dir. isme müsemin dmedir.

وَانظُرْنَا (VaNJuRNAv)  “Bize nezaret et.”

Ra’yetmek” karşılığı “Nezaret et” İslâmiyet’i bütün veçhesiyle ortaya koyan bir âyettir.

Bir dokuma tezgahı düşünelim. Daha insanlar ilk yaratıldığı günden beri ağaç ve otların liflerinden dokuma yapmışlar. Giyim ve yatak yorgan yapmışlar, bohça yapmışlardır. Tezgahlarda üretmişlerdir. Ne var ki tezgahta bizzat çalışmış, tezgahtaki her hareketi kendileri yapmışlardır. İşte bu “Ra’y”dır, çobanın sürüsünü gütmesidir. Oysa bugün dokuma tezgahları vardır. İplikler takılır, deliklerden geçirilir. Ondan sonra da motorun düğmesine basılır ve tezgah kendi kendine dokur. İşçi ise sadece nezaret eder. Bir aksaklık olursa, mesela ip koparsa, yahut motor durursa onlara müdahale eder ve tekrar çalıştırır.

İşte Allah topluluğun yönetilmesini değil, gözetilmesini emreder. Herkes kendi içtihatlarına göre görevini yapar. Kamu görevlileri onlara sadece nezaret ederler. Eğer bir aksaklık olursa müdahale ederler. Tekrar kendi başlarına iş yapmaya götürürler. Kurallar sözleşmelerle konur. Bu icma müessesesidir. Herkes kendi içtihadıyla amel eder. İşte bu insanın hür olmasıdır. Kamu görevlileri ise nezaret ederler. Bir takılma olursa ona müdahale eder, yardımcı olurlar. Kendileri gütmezler. Bu demokrasinin temel kuralıdır. Bu hukuk düzeninin temel yapısıdır. “İslâm düzeni” bunun adıdır.

Bu düzene ulaşabilmemiz için halkın şeriatı benimsemesi gerekir. Dışarıdan zorlama ile getirilen kanunlar bunun için halk tarafından benimsenmez ve dolayısıyla uygulanmaz. Batı kanunlarını Türkiye’ye aktarma furyası Osmanlılar zamanında başlamıştır. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde bu uygulama üst seviyelere çıkmıştır. Son kanun aktarma furyası, hem de hayasızca, okumadan Meclis’ten geçirme, iktidarı ve muhalefeti ile geçirme, AK Parti zamanında olmuştur.

Bu kanunların hiçbirisi Türkiye’de herhangi bir etki yapmamıştır. Çünkü Türkiye hukuk devleti değildir. Kanun yazılır; sadece Allah’ı ve mü’minleri kandırmak için! Sovyetlerde de böyle kanunlar vardı. Halk ve devlet görevlileri onları kamufle etmek için özel ilim ve metotlar geliştirmişlerdir.

“Nezaret” dönemine geçebilmemiz için “Adil Düzen”in benimsenmesi gerekir. Devletten fazla bir şey istemiyoruz. Bucaklara adli bağımsızlık verilecektir. Kendi hukuklarını kendileri yapacaklar ve kendi düzenlerini kendileri sağlayacaklardır. Yaklaşık on bin civarında bağımsız bucaklar oluşacaktır. Bunlar ilk öğrenimlerini de kendi dilleri ile yapacaklardır. Bunlar ilçelerde çalışabileceklerdir. Ama sosyal yapıları kendi bucaklarında istedikleri gibi olacaktır. Beğenmeyen başka bucağa hicret edecektir.

لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ (LaKAvNa PaYRan LaHuM)  “Onlar için hayır olurdu.”

Hayr” etkili kimse demektir. Toplulukta sözü geçen kimse demektir. “İhtiyar” da yaşlı demektir. Sonra her beğenilen şey hayır olmuştur. İşe yarayan ve faydalı olanlar hayırdır. Hâsılı, bizim istediğimiz yaşama şekli hayırdır.

Eğer ra’yetme sistemini bırakıp da nezaret sistemine geçebilseler, onlar için istediklerine daha yakın olur demektir. Şeriatın bütün istediği, insanın istediği gibi yaşamasını sağlamaktır. Kişiler arasındaki istekler arasında denge kurmak. Devletin görevi de budur. Devlet insanların hak ve hürriyetlerini koruyan bir müessesedir. Bu sebepledir ki günümüzün anayasaları önce hak ve hürriyetlerden bahsederler. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. 1924 Anayasasında bu yazılı idi. Bunu kanun tayin eder cümlesi de vardır. Biz bunu biraz daha açıyoruz ve diyoruz ki, bu sınırı hakemler belirler. Devlet güçleri de bekçilik yaparlar. Adil Düzende zalimlerin de istedikleri gibi yaşama hakları vardır. Zalim düzen bucağı kurabilirler. Orada yaşamak isteyenler zulüm içinde yaşarlar. Nasıl kumar oynayanlar istedikleri gibi kaybederlerse, zalim düzende olanlar da kim yenerse diğerini ezsin diye kuralı kabul ederler ve orada yaşarlar.

Sovyetlerin mantığı budur. Kâinatta adalet yoktur. Kim kuvvetli ise onun karşı tarafı ezme hakkı vardır. İşçiler kuvvetlidir, muhalif olanları ezip yok etsin. Bu mantıkla Sovyetlerde kırk milyon insan öldü. İşte “Adil Düzen”de bunlara da yer vardır, bu mantığa da yer vardır; ama bucaklarında kendi istekleriyle orada kalırlar.

وَأَقْوَمَ (Va EaQVaMa)  “Akvamdır”

Adil Düzen” hem hayırlıdır, hem de akvamdır. Tarihte büyük devletler binlerce sene adil olduklarından dolayı yaşadılar. “El-Adlü Esasü’l-Mülk/ Adalet devletin temelidir” sözü bunun için yazıldı.

İlk bakışta herkes kendi içtihadı ile hareket edince, yerinden yönetim olunca, suçta kesin ispatlar istenince devlet zayıf düşer ve yıkılır gibidir. Oysa tam tersidir. Halk kendi istediği gibi yaşamaya başlayınca, yerinden yönetim olunca, dayanışma olunca halk devletini sever ve onun kanunlarına isteyerek uyar. Böylece doğru şehadet yapılır, doğru kararlar alınır ve devlet de hakem kararlarına uyarsa, orada güçlü devlet veya topluluk oluşur.

ABD silah zoruyla saldırmaktadır. Dünyayı hükmü altına almak istemektedir. Oysa AB adaletle insanlığa yaklaşmaktadır. Ordusu olmadığı halde güçlü parası vardır. Herkes ABD’den kurtulmak için mücadele verirken, AB’ye girmek için eşikler aşındırmaktadır.

Şimdi Irak’la şöyle bir anlaşma yapsak. Siz Türkiye’den gelen göçleri kabul edeceksiniz, biz de sizden gelen göçleri kabul edeceğiz. Beş sene karşılıklı göçler olacak. Sonunda bizden size göç fazla ise biz size onların hissesi kadar toprak vereceğiz, sizden bize gelen olursa siz bize onların hissesine düşeni vereceksiniz. Diğerleri takas olacak dense, ne olur? Beş sene sonra Irak’ın yarısı bizim olur. Neden? Onda bir kadar da olsa, onlardan daha adil davrandığımız için.

Kur’an “Akvam” kelimesi ile bunu bildiriyor. Bu ifade aynı zamanda kuvvetli olmamız gerektiğini de bildirir. Haklı olmak yetmez, kuvvetli olmak gerekir.

وَلَكِنْ لَعَنَهُمْ اللَّهُ (Va LavKıN LaGaNaHuMu elLAHu)  “Lâkin Allah onları lânetlemiştir.”

Allah onları dışlamıştır. Bir türlü itaat ettik, bize nezaret et diyemezler. “Adil Düzen”i kabul edemezler. Şeriatın söylediklerini yapmaya yönelemezler. Onlar Allah’tan değil, insanlardan korkuyorlar. Allah da onlara “Adil Düzen”e gelmelerini yasaklamıştır.

AK Partilileri, Saadet Partilileri “Adil Düzen”e çağırıyoruz. Hiç kulak vermiyorlar. Diğerlerinden bahsetmiyorum. Diğerleri zaten baştan reddetmişleridir. Onun için Allah onları iktidardan uzaklaştırdı. İşte sizin elinize iktidarı verdi.

Ne oldu da dün Adil Düzenci idiniz, bugün vazgeçtiniz! “Adil Düzen”in neresini beğenmediniz, neresi yanlıştı? Zulüm düzeni sizi süründürmedi mi? Hapishanelerde gezdirmedi mi? Şimdi Allah sizi iktidar etmedi mi? Neden “Adil Düzen”in değil de, zulüm düzeninin kanunlarını dolduruyor ve zinacı AB’nin peşinde koşuyorsunuz?!. Neden Allah’ın arkasından gitmiyorsunuz?!.

İşte bunun cevabını Allah vermektedir.

بِكُفْرِهِمْ “Küfürleri sebebiyle.”

Adil Düzen”i reddetmek küfürdür. Reddetmeleri küfürleri sebebiyledir, birlikte küfrettiklerinden dolayıdır. Çünkü onların küfrü demektir.

Bile bile bir şeyi reddederseniz kâfir olursunuz. “Adil Düzen”i duymamış olanlar kâfir değildir.

Ama düzeni öğrenmek istemeyen de kâfirdir. Öğrendikten sonra doğru olduğunu gördüğü halde terk eden de kâfirdir. Ama onun doğruluğuna kanaat getirmemiş olduğundan inanmamış ise kâfir değildir. Dolayısıyla yanlış anlaşılmasın, “Adil Düzen”de olmayanlar kâfirdir demiyoruz; “Adil Düzen”i bilmek istemiş veya bilmiş, doğru olduğuna da kani olmuş ama sonra onu terk edip ona karşı olan kâfirdir.

İşte Allah bunları bu sebeple dışlamıştır.

فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا(46) (Fa LAv YuEMıNUvNa EilLAV QaLıYLan)  

“Azı dışında iman etmeyecekler.”

Buradaki “azı” dendiği zaman kişilerin azı, inanmayanların azı demek olur. O takdirde çoğu devre dışı kalacaktır. “Adil Düzen” iktidar olunca müslim olacaklar ama mü’min olamayacaklar. Direnenler ise helâk olacaktır. Onları Adil Düzenciler helâk etmeyecektir, Allah helâk edecektir.

Bu helak tabiî ve beşerî âfet ile olabilir. O gaybî haberdir, biz bilemeyiz.

Ama “Adil Düzen”in geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Allah nûrunu tamamlayacaktır.

Kalîl” yani azın diğer manâsı da, “Adil Düzen”in hükümlerinin çoğuna inanmayacak, parça parça alıp gizli saklı uygulama yapacaklar.

AK Parti’nin bugün yaptığı budur, ama başaramayacaktır. Çünkü bir düzen bütünü ile gelir, parça parça gelmez. Dizel motora bujiyi takamazsınız.

Bu âyetler bize ‘hukuk düzeni’ ile ‘polis düzeni’ arasındaki farkı anlattı. Polis düzeni isteyenlerin hallerini bildirdi.

 

 


NÎSÂ SÛRESİ TEFSİRİ(4.sure)
1-NİSA 1-5
3165 Okunma
2-NİSA 6-10
2180 Okunma
3-NİSA 11-12
5611 Okunma
4-NİSA 13-17
1938 Okunma
5-NİSA 18-22
1887 Okunma
6-NİSA 18-22
1573 Okunma
7-NİSA 23-24
4557 Okunma
8-NİSA 25-30
1964 Okunma
9-NİSA 31-35
3358 Okunma
10-NİSA 36-40
2082 Okunma
11-NİSA 41-46
2308 Okunma
12-NİSA 47-56
2184 Okunma
13-NİSA 57-62
2046 Okunma
14-NİSA 63-70
1896 Okunma
15-NİSA 71-76
2360 Okunma
16-NİSA 77-80
1985 Okunma
17-NİSA 81-87
2187 Okunma
18-NİSA 88-91
2120 Okunma
19-NİSA 92-94
2085 Okunma
20-NİSA 95-101
1955 Okunma
21-NİSA 102-106
2149 Okunma
22-NİSA 107-113
2100 Okunma
23-NİSA 114-116
2499 Okunma
24-NİSA 117-125
2103 Okunma
25-NİSA 126-130
1957 Okunma
26-NİSA 131-137
1917 Okunma
27-NİSA 138-143
2060 Okunma
28-NİSA 144-152
1934 Okunma
29-NİSA 153-158
1985 Okunma
30-NİSA 158-162
2380 Okunma
31-NİSA 163-170
2057 Okunma
32-NİSA 171-175
2158 Okunma
33-NİSA 176
3146 Okunma

© 2024 - Akevler