ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
Süleyman Karagülle
2267 Okunma
ALİİMRAN 64-71

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XVII

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ(64) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَاجُّونَ فِي إِبْرَاهِيمَ وَمَا أُنْزِلَتْ التَّوْرَاةُ وَالْإِنجِيلُ إِلَّا مِنْ بَعْدِهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ(65) هَاأَنْتُمْ هَؤُلَاءِ حَاجَجْتُمْ فِيمَا لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَاجُّونَ فِيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ(66)

قُلْ  (QuL)  “Söyle.”

Bu sûrede bundan önce “Kul/ Söyle” kelimeleri geçmişti, ancak onlar mü’minlere söylenenler idi. Bir de ibtihalde “Fa Kul” geçmişti, ancak o âyetin içinde ve bir şartın cezası idi. Şimdi burada “Kul/ Söyle” emrini şartsız ortaya koymaktadır. Bize yani her birimize verilen emirdir; yahut başkanımıza verilen emirdir.

İnsanlık bir yere çağırılmaktadır. Yalnız bütün insanlar değil sadece Kitap Ehli olanlar dâvet edilmektedir. Çünkü Kitap Ehli olanlar hakkı kabul etmiş kimselerdir.

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ (YAv EaHLa eLKiTABı)  “Ey Ehli Kitap.”

Kur’an’da “Müslim” geçer, “Mü’min” geçer, “Kitabı verilenler” geçer. “Kitap Ehli” geçer.  

Müslim ile mü’min, ilmî dayanışma ortaklığında aynı grupta olanlardır. Sadece Müslimler bedelli olan kimselerdir. Bunların siyasi dayanışma ortakları kendi dârlarının siyasi dayanışma ortaklığıdır.

Ehli Kitap ile kitap verilenler ise ilmî dayanışma ortaklıkları farklı olan kimselerdir, Kur’an’a tâbi olmayan kimselerdir. Bunlardan kitap verilenler, Hıristiyan ve Yahudilerdir. Ehli Kitap ise hukuk düzenine inanmış herkestir. Yani, hukuka inanan kimselerdir. Kur’an, kitap verilenlerin cizye vermek şartı ile İslâm ülkesinde yaşayabileceklerini beyan ediyor. Onların askerî hizmete alınıp alınmaması anlaşmaya bağlıdır. Burada “Ey Kitap Ehli” diyerek hepsini içeri almaktadır. Yani, bunlar bütün hakka, hukuka inanan kimselerdir.

تَعَالَوْا (TaGayLav)  “Teal ediniz. Geliniz.”

Asıl manâsı “yukarı çıkınız”dır. “Geliniz” manâsında kullanılmaktadır. Türkçe’deki “buyurunuz” anlamındadır. Buyurmak, emretmektir. Ancak geliniz, saygı ifade etmektedir. İnsanları anlaşmaya ve uzlaşmaya çağırmaktadır. Nazik bir dille çağırmaktadır. Üstünlük içinde değil, eşitlik içinde çağırmaktadır.

Bu sûre Medine sûrelerindendir. Müslümanlar Medine’de devlet kurmuş ve artık siyasi üstünlük elde etmişlerdi. Yahudilere bir ihtiyaçları yoktu. Ama Allah onları nazik bir dâvetle dâvet etmemizi emretmektedir.

إِلَى كَلِمَةٍ (EıLAv KaLıMaTın) “Bir kelimeye.”

Burada “kelime” bir cümledir, hattâ bir konuşmadır. Türkçe’deki kelimeden daha geniş manâsı vardır. Allah’tan başkasına ibadet edilmeyecek. O’na bir şey şerik yapılmayacak. Birbirimizi rab ittihaz etmeyeceğiz. İşte bunu yapanlar “Müslim”dirler. Bu bir kelimedir. “Eslemtü” demekten ibarettir. Cümleler bunu açıklar. Ortak kelimede birleşelim. “Adil Düzen”de birleşelim. Çünkü hiçbiriniz zalim düzeni ister durumda değilsiniz.

Şeriat yani hukuk düzeninde toplulukları yöneten kelimelerdir. Sözleşme yapılır. Birileri tarafından teklif edilir, diğerleri tarafından kabul edilir. Teklif eden ile kabul eden arasında bir ayırım olmaksızın o sözleşme amir olur, hakim olur, bizi artık o yönetir. Yorumu yapmak da artık bize ait değildir. Bizim seçtiğimiz hakemlere aittir. Burada kelime nekire gelmiştir. Herhangi bir söz olabilir. Yeter ki o söz ortak söz olsun.

سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ (SaVAEun BaYNaNAv Va BaYNaKuM)

“Sizinle benim aramda sava olan bir kelimede birleşelim.”

Savae” eşit demektir. İki kişi arasındaki ortak mesafeye “suva” denir. Geliniz, ortamızda olan kelimede birleşelim denmekte ise de, Arapçada gelelim ifadesi de “Taalev” olarak söylenir Yani, ikimiz aramızda tam ortada bulunan bir kelimede birleşelim. Yani uzlaşalım.

Uzlaşma demek, çıkarları eşitlik içinde bölüşme demektir. Topluluklar birbirleriyle anlaşmış insanlardan oluşur. Bunlara “dayanışma ortaklığı” denir. Dayanışma ortakları da sözleşmede uzlaşarak bir araya gelirler ve birlikte yaşarlar. Bu sebepledir ki bizimle sizin aranızda cem’ ile ve nekire ile söylenmektedir.

Bu öneri ocakta yapılacak, bucakta yapılacak, ilde yapılacak, ülkede yapılacak ve insanlıkta yapılacaktır. Hukuk düzeni içinde yaşayanlar böylece bir kelimede birleşecekler.  

أَلَّا نَعْبُدَ (Ean LAv NaFBuDu)  “İbadet etmeme kelimesi üzerine birleşelim.”

Abd” birisine kendisini satmış olan kimsedir. Yalnız onun işçiliğini yapan kimsedir. Başkasının işini yapmayan kimsedir. “Amel” ise başkasının işini de yapabilen ama birinin işini de yapmadır. Topluluktan başkasına ibadet haram kılınmıştır. Amel ise meşrudur. Kölelik haram kılınmıştır. İşçilik yasaklanmıştır.

Harpteki esirler bile istedikleri zaman mezun köle olurlar. Sahiplerine belli bir aidat ödeme şartı ile diğer zamanlarını kendileri için geçirirler.

İnsanlar bir iş yaparken topluluğa yaparlar, topluluk adına iş yaptıkları kimseye teslim ederler. Ücretlerini de topluluktan alırlar. Ücret ödeyen topluluk adına öder. Dolayısıyla kimse kimsenin kölesi değildir. İşte demokrasi budur.

إِلَّا اللَّهَ (EilLa elLAHa)  “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim.”

Kur’an’ı yorumlarken kelimelerin iki çeşit manâsı vardır. Bunlardan biri imânî manâsıdır, yani insanın inanması gereken manâları içerir. Bu manâda Allah Kâinat’ı var eden, her şeyin ve herkesin Rabbi olan, zaman ve mekân içinde olmayan Kadir ve Mürid Allah’tır. Buna herhangi bir şeyi veya kimseyi ortak etmek küfürdür.

Buna iman edilir ama buna ibadet edilemez. Çünkü kimseye herhangi bir ihtiyacın yoktur ki ona ibadet edelim. O zaman ona ibadet etmek demek, hamd etmek anlamına gelir. Ona saygı duymaktan ibaret olur. Onun buna da ihtiyacı yok ama biz ona saygı duyabiliriz. Ama onun herhangi bir işini biz yapmayız.

Amelî manâya gelince; Allah topluluğu var etmiş ve onun işlerini inananların yapmasını takdir etmiş, onu da kendi hakkı olarak görmüştür. Yani, “Allah’ın hakları” dediğimiz zaman “topluluğun hakları” manâsını taşır. Çünkü topluluk onun halefidir. O halde “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim” demek, topluluktan başkasına köle olmayalım demektir; yalnız onun işlerini yapalım, yalnız ondan ücret alalım demektir.  

İşte imandaHalik Allah’ı” anlayacağız, amelde ise “O’nun halifesi topluluğu” anlayacağız. Bu topluluk ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olabilir. Bir işletmede kapıcı ile genel müdür birdir. İkisi de topluluğun temsilcisi ve işçisidir. Bundan dolayıdır ki sorumluluk amire karşı değil de hakemlere karşıdır.

وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا (VaLAv NuŞRiKa BiHi ŞaYEan)  “Ona hiçbir şeyi şerik etmeyelim.”

İmanda Hâlik olan Allah’a bir ortak bulmayalım. O tektir, hepsini O yaratmıştır. Çok sevdiği peygamberler de O’nun kullarıdır. Amelî manâ verdiğimizde topluluğa hiçbir şeyi ortak etmeyeceğiz.

Burada cümle “Va” harfi ile gelmiştir. Öyleyse “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim”den farklı bir anlam vardır. İbadet bedenîdir, şirk ise mâlîdir. Yani, mülkte kimseyi ortak etmeyelim.

Bunun anlamı şudur: Benim sahip olduğum mal benim değil, topluluğundur. Ben onu yönetiyorum, ona bakıyorum ve ücretimi alıyorum; yani, ondan yararlanıyorum, yoksa o mal benim değildir.

Aynı şekilde başkalarının elindeki mallar da öyledir, makamlar da öyledir.

Müdür, müdürlük makamında otururken kendi malı olarak oturmaz, topluluğun işçisi olarak oturur. Bugün bu kavram bilinmektedir. Ama Arabistan’da böyle bir kavram yoktu. “Devlet benim!” diyen kralın zihniyeti, devleti kendi mülkü sanıp halkı da kul kabul eden zihniyeti 20. yüzyılda bile zor terk ediyoruz.

İbadette kendi amelin sözkonusudur. Şirkte ise mallar sözkonusudur.

وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا (Va LAv NatTAPıÜu BaGWuNAv BaGWan)

“Birbirimizi ittihaz etmeyelim.”

Yani; ne siz bizi tanrı yapın ve kendinize taptırın, ne de biz sizi tanrı yapalım da bizi size taptıralım. Yani, biz başkalarını ne tanrı yapalım, ne şerik yapalım, ne de aramızda birbirimizi tanrılaştıralım. Eşitlik içinde, sözleşmelerin kuralları içinde birlikte yaşayalım. Herkes topluluğa hizmet etsin, ücretini de topluluktan alsın. Yani, Allah’a kulluk etsin, ücretini de O’ndan alsın.

“İşte uzlaşmanın temel kuralı budur. Ortak kelime budur. Anayasamızda bu amaçla herkes kendi içtihadına göre amel edecektir. Kimse kimsenin emir ve talimatı ile hareket etmeyecektir. Hakim olan uzlaştığımız kurallar olacaktır. Bunu sözleşmeler ifade edecektir. Yorumu hakemlere ait olacaktır.” diyoruz.

Bu âyetleri başka türlü yorumlamak zordur.

أَرْبَابًا (ERBABan)  “Rabler ittihaz etmeyelim.”

Rab” terbiye edici demektir. Bir kimsenin mülküne tecavüz etmiyorsun. O onun mülkü olduğu için değil, “Allah” yani “topluluk” onun yönetimini ona vermiştir. Onun mülküne tecavüz Allah’ın mülküne tecavüz olur. Çünkü sana ondan yararlanma yetkisini vermemiştir.

Bir amire itaat ederken o kişiye itaat etmiyorsun, onu o işe koyan Allah’a ve topluluğa itaat ediyorsun. Nitekim başkan iken onun sözünü dinliyorsun, değişince de sonra geleni dinliyorsun. İmam kim ise onunla beraber secdeye gidiyorsun. Böyle yapmaz da başkanın yetkileri dışında olan işlerde de ona itaat edersen işte o zaman siz o kişiyi ‘rab’ ittihaz etmiş olursunuz. Kişilere değil de, yetkililere itaat edelim demiş oluyoruz. Yani, “Adil Düzen”e göre hareket edelim demiş oluyorsunuz.

مِنْ دُونِ اللَّهِ “Allah’tan başkasını biz erbab (rabler) ittihaz edinmeyelim.”

Birbirimize tapmayalım. Topluluğa hizmet edelim. Allah’a da hamd edelim.

Kur’an Yahudilere bu hitapta bulununca Yahudiler itiraz ettiler; “Biz Allah’tan başkasına ‘rab’ demedik” dediler. Hazreti Peygamber onlara sordu: “Siz hahamlarınızın helal kıldığını helal saymadınız mı? Haram kıldığını da haram saymadınız mı?” Onlar bu soruya “Evet!” deyince; “İşte bu sizin onları ‘rab’ ittihaz etmeniz demektir.”

Yöneticilerin kural koyma yetkileri yoktur. Kural koyma ancak dört yoldan olur: İçtihat, sözleşme, istişare ve hakem kararları kural koyabilir. Aynı yollarla değişebilir. Kur’an gerçek demokrasiyi ne kadar güzel tarif ediyor. Gerçek lâiklikle ne kadar uyuşmuş bir şekilde takdim ediyor. Dinde zorlama yapar da o sizin içtihadınıza göre amel ederse size tapmış olur. Zaten lâiklik de işte bu zorlamayı yapmamaktır.

فَإِنْ تَوَلَّوْا (FaEıN TaValLaV) “Tevelli ederlerse, öneriyi kabul etmezlerse.”

Tevelli ederlerse, öneriyi kabul etmezlerse, o zaman onlar kâfir olur, Müslüman olmazlar.

Müslim” demek, işte bu demokrasi ve lâiklik kurallarına uymak demektir.

Mü’min” yani “İman” ise bu düzeni koruma azmidir.

Burada öneri Ehli Kitaba verilmiştir. Herkesin kendi kitapları ile yani kuralları ile amel etmesi serbestisi getirilmiştir. Savunma, bir kuralı halkına empoze etme değil; tam tersine, herkesin kendi kurallarını yaşaması için birlikte savaşırız demektir. Demokrasi için, lâiklik için savaşırız demektir. Bir din için veya dinsizlik için savaşmayız demektir

“Hayır!” böyle demeyip de; “Biz sizin başınızı açmanızı istiyoruz! Açacaksınız!” derlerse, işte o zaman onlar bizi kendilerine taptırmak istiyorlar demektir. O zaman biz o ülkeyi terk eder, oradan hicret ederiz ve orada böyle baskıların yapılmasına imkân vermeyiz.   

فَقُولُوا (Fa QuLUv)  “Kavlediniz, söyleyiniz.”

Yukarıda “Kul/Söyle” dedi. Burada “Kûlû/Söyleyiniz” dedi. Arada da “Birbirimizi” dedi.

Yani, başkanın söylediği cemaatin söylediğidir. Başkan söyler cemaat sükut ederse, cemaat söylemiş olur. İmamın okuması bunun için yeterlidir. Başkanın istişari kararı da böyledir. İfade edince sükut ederlerse ittifak olur. Kabul etmeyen hakemlere gider. Hakemlerin kararı topluluğun kararı olmuş olur.

Görüyorsunuz, Kur’an düzeninde herhangi bir çatlaklık yoktur.

اشْهَدُوا (iŞHaDUv) “Şehadet ediniz.”

Şuhd” petekteki baldır, katkısız bal demektir. Eğer bilginiz kesin ise şehadet edersiniz.

Şehadet”, bilip bildirmektir. “Biliniz ve bildiriniz ki biz Müslimiz deyin” denmektedir.

Yani, karşı taraf ister önerimizi kabul etsinler, ister etmesinler, biz Müslimiz. Biz barışçıyız. Siz buna şahit olunuz. Görünüz demektir. Yani, siz bize zorla baş açtırıyorsunuz ama biz iktidar olunca size zorla baş açtırmayacağız, dinde yani düzende zorlama yapmayacağız. Yerinden yönetim sistemi ile isteyen kendi bucağında ve ocağında kurallara uyar. Beğenmeyen hicret eder.

بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (Bı EanNAv MusLiMUvNa)  “Biz Müslimiz.”

Silm” canavarların çıkamayacağı yüksek kayadır. Ancak merdivenle çıkılır. Selâmetli yer demektir.

İslâm olmak” demek, başkalarının selâmetini sağlamak demektir. Barışçı olmak demektir. Yani başkalarına zarar vermemek demektir. Hazreti Peygamberimiz böyle tanımlamış ve; “Müslim, elinden ve dilinden bütün Müslümanların selâmette olduğu kimsedir.” buyurmuştur.

Mü’min” ise bütün insanların mallarını ve canlarını ona emanet ettiği kimsedir.

Müslim” bedel veren vatandaşlardır. “Mü’min” askere giden vatandaşlardır. Bunlar amelî manâsıdır.

İmânî manâ ise; “Müslim” dil ile Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik edendir. “Mü’min” ise kalbiyle Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik edendir.

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ (YAv EaHLa eLKıTAvBı)  “Ey Kitab Ehli.”

Ey kurallarla yönetilmeyi kabul eden kimseler. Ey hukuk düzeni içinde yaşamak isteyen kimseler.

Tekrar ediyor. Hem de “Ve” harfi kullanmadan tekrar ediyor. Birleşilecek ikinci kelimeye geliniyor. Ayrı kelime olarak zikretmiyor da ihtilaf edilmemesini söylüyor. Bu birinci dâvetin bir açıklaması olduğu için böyle zikrediliyor. Önceki âyette birleştirici kelimeden bahsetmişti. Şimdi ise ayırıcı tartışmalardan kaçınılmasını istemektedir.

Yeryüzünde bugün devlet kavramına ulaşmamış bir yer kalmadığından bugün bütün insanlar Ehli Kitaptır. Halkın içinde anarşist olanlar vardır. Yöneticiler içinde anarşist olanlar vardır. Ama düzen olarak herkesin kanunu var ve Ehli Kitaptır. İşte onların bu zahirî kabullerine dayanılarak onlara hitap ediyoruz.

“Geliniz, eşitlik içinde, birbirimizi esir etmeden, barış içinde yaşayalım.” diyoruz.

“Manâsız tartışmalara ve çekişmelere gitmeyelim.” diyoruz.

لِمَ تُحَاجُّونَ (LıMa TuHAcCUvNa)  “Neden hüccetleşiyorsunuz?”

Hac” gidip-gelme demektir. Sarkaç demektir. Mekke’ye gidilip gelindiği için veya Kâbe’nin etrafında dolaşıldığı için “Hac” denmiştir.

Karşılıklı deliller ortaya koyup bir görüşü savunmaya “hüccetleşme” denir. “Tezekkür”de görüşler birbirine aktarılır, kimse kendi fikrini savunmaz. “İçtihat”ta görüşler aktarılır, kimse kimseyi kendi bildiğine çağırmaz. Oysa “hüccet”te karşı taraf doğruya çağırılır.

Hüccetleşme” yapabilmek için zan değil de ilim seviyesinde bilgiye sahip olunmalıdır. Yani, icmalarla gerçekler sabit olmalıdır. İcma ile sabit olanlar üzerinde tartışma yapılır.

Mesela; Hazreti İbrahim Yahudi mi idi? Yoksa Hıristiyan mı idi? Hazreti İbrahim daha önce idi. Bunda ittifak vardır. Öyle ise ne Yahudi ne de Hıristiyan idi. Demek ki icma ile ilmen sabit önermelerden icma ile sabit kıyasla elde edilen sonuçlar da ilmîdir. İşte hüccetleşme bunun üzerinde yapılır.  

فِي إِبْرَاهِيمَ (Fıy İBRAHIyMa)  “İbrahim’de neden tartışıyorsunuz?”

İnsanlar Hazreti Adem ve karısından türediler. Her tarafa yayıldılar. İlk uygarlık Mezopotamya’da doğdu. Nuh Tufanı ile helâk oldular. Hazreti Nuh ve oğulları (Ham, Sam ve Yafes) uygarlığı dünyaya yaydılar.

Nuh Uygarlığı” kişinin kurallı yönetimine dayanıyordu. Yani, kuralı yönetici koyar, sonra onunla ülkeyi yönetirdi. Tümevarım metodu ile ilimler gelişmişti. Tümdengelim metodu yoktu.

Allah Mezopotamya’da Hazreti Nuh’un zürriyetinden bir peygamber gönderdi. Bunun adı “İbrahim” (aleyhisselâm) idi. Bunun nesli tüm dünyada inkılâp yapacaktı. Harf yazısı ile şeriat yönetimini getirecekti.

Şeriat yönetimi demek, yöneticilerin de tâbi olduğu kurallarla yönetilmesi ve yaşanmasıdır. Artık yöneticiler kuralları değiştiremiyordu. Herkes Tevrat’a uyacaktı. Kur’an’da Tevrat’ta anlatılanlara uyumlu olarak Hazreti İbrahim’in iki oğlundan bahseder. Biri “İshak”tır. Onun oğlu “Yakup” aleyhisselâm yani “İsrail” “İbrani Uygarlığı”nı oluşturacaktır. Diğeri “İsmail”dir. Onun neslinden “Muhammed” aleyhisselâm “Kur’an Uygarlığı”nı getirecektir.

İbrani Uygarlığı” peygamberlerin mucizesine dayanan bir uygarlıktır.

Kur’an Uygarlığı” kitabın mucizesine dayanan bir uygarlıktır.

Tevrat’a göre Hazreti İbrahim’in üçüncü bir karısı daha vardır. Bu kadının adı “Ketura”dır. Hazreti İbrahim’in bu hanımından altı oğlu olmuştur. Bunlar şarka gitmişlerdir.

“Ve İbrahim başka bir kadın aldı, ve onun adı Ketura idi. Ve ona Zimranı, ve Yokşanı, ve Medanı, ve Midyanı, ve Yişbakı, ve Şuahı doğurdu. Ve Yokşan Şebanın ve Dedanın babası oldu. Ve Dedanın oğulları Aşurim (Asurlular), ve Letuşim (Lidyalılar), ve Leummim (Rumiler); ve Midyanın oğulları Eyfa (Aykalar/Akalar), ve Efer(Aykarlar/Uygurlar), ve Hanok (Hunlar), ve Abida (Budalar), ve Eldaa idiler. Bunların hepsi Keturanın oğullarıdır. Ve İbrahim kendisine ait olan her şeyi İshaka verdi. İbrahimin olan cariyelerinin oğullarına ise, İbrahim hediyeler verdi; ve henüz hayatta iken onları oğlu İshakın yanından şarka doğru, şark diyarına gönderdi…” (Tevrat, Tekvin, Bab 25/1)

Buradan anlaşılıyor ki Hazreti İbrahim’in nesli yalnız batıda değil, her tarafta uygarlığı yaymışlardır. Hindistan’daki “Brahman dini” ismiyle “İbrahim dini”dir. Hâsılı, Hazreti Adem ve Hazreti Nuh’tan sonra, uygarlığın üçüncü atası Hazreti İbrahim’dir.

Neden bir soy izlemiştir? Çünkü o zaman üniversite yoktu. İnsan aile içinde yetişebilirdi. Dolayısıyla soyu izlemek zorunlu idi. Bugün onun yerini hiyerarşik kuruluşu ile ordu almıştır. Hâkim olmayıp hâdim olunca soydan gelmenin bir eksikliği olmaz.

Soydan gelmenin başka bir özelliği de peygamberliğin genetik olmasıdır. İnsanda vahyi alabilecek ve meleklerle görüşebilecek bir genler takımı vardır. Bu genler ancak peygamberlerde faal olur. Bu genleri taşımayanlar peygamber olamazlar. Vahyin kesilmesi ile bu genlere ihtiyaç kalmamıştır. Soydan gelme şartı bundan dolayı kalkmıştır. Bununla beraber dayanışma ortaklıklarında alim olma şartı ile soydan gelmede bir engel yoktur.

Kur’an tartışma örneğini Hazreti İbrahim üzerinde vermektedir. Çünkü bu hem basittir hem de en açık delildir. Bununla beraber insanlarda bir hastalık vardır. Meşhur olan kimseyi sonra herkes kendisinden sayar. Mustafa Kemal’e veya Demokrat Parti’ye şimdi değişik partiler sahip çıkıyor ve bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Böylece insanlardaki bu hastalığa da işaret etmektedir.

Bugün Mustafa Kemal yaşamıyor. O halde bugünkü düzenlemelerde ona yer vermek yanlıştır, onu otorite kabul etmek yanlıştır. Onun görüşlerini ve yaptıklarını değerlendirmek başka, onun dediklerini mutlak kabul etmek başkadır. İstenilen şekilde olmadığı zaman da kendi görüşlerini onun görüşleri olarak kabul etmek ne derece büyük saçmalıklardır. Mustafa Kemal Avrupa Birliği’ne girmeyi aklından bile geçirmemiştir. Onun ideali muasır medeniyetin üstüne çıkarak uygarlıkta Avrupalılara hakim olmak idi. Ama şimdiki sahtekârlar onu Avrupa Birlikçi gösteriyorlar. Şimdi biz diyebiliriz ki; “Ne tartışıyorsunuz? Mustafa Kemal zamanında Avrupa Birliği yoktu ki! Avrupa o zaman İkinci Cihan Savaşı’na hazırlanıyordu.”

وَمَا أُنْزِلَتْ (Va MAv EuNZıLaT)  “İnzâl olunmadı. İndirilmedi.”

Kur’an ve Tevrat’ın inzâl olunduğunu söylemektedir. Oysa Tevrat ve İncil bir hikâye kitabı gibi peygamberlerin hayatını anlatmaktadır. Tevrat da böyle anlatılıyor. Bu onların kitap halinde inmediği anlamına gelmez. Sebebi nüzullerle birlikte anlatılmaktadır.

Nitekim Kur’an’da da tercüme yapılırken “Habibim Muhammed, de ki” kelimeleri çok çok geçer. Oysa Kur’an’da sadece “De ki” kelimesi var. “Habibim Muhammed” sonradan ilâve edilmiştir. Eğer Kur’an’ın aslı olmasaydı bu tür ilaveler Kur’an’dan sayılırdı. Buna riayet edilmek amacı ile son zamanlarda bu kelimeler parantez içinde yazılmaya başlandı.

التَّوْرَاةُ وَالْإِنجِيلُ (elTaVRAvTu Va el EınCIyLu)  “Tevrat ve İncil.”

Tevrat ve İncil Hazreti İbrahim’den sonra inzâl olundu.

Tevrat”, tavırları ifade eden Tur Dağı’nda nâzil olmuş bir şeriat kitabıdır.

İncil” ise Dicle gibi deniz kıyısında yayılmış bir iman kitabıdır. Tevrat İncil sayesinde dünyaya yayılmıştır. Yayılması karadan ziyade denizlerden olmuştur. Önce Akdeniz’de yayılmıştır. Sonra da okyanuslarla bütün dünyaya yayılmıştır. Kur’an ise bunları bir merkezde toplamıştır.

Tevrat şeriatı getirmiştir. İncil iman ve ahlâkı getirmiştir. Kur’an’ın içtihat ve icmalarla anlaşılması için bu iki kitap örnek olarak verilmiştir. Sünnet ise Kur’an’ın birinci ve belli bir tarihteki uygulaması olmuştur.

Hazreti İbrahim ilmi, Hazreti Musa şeriatı, Hazreti Davut ekonomiyi, Hazreti İsa dini lâikleştirmiştir. Kur’an ise bütün bu reformları birleştirerek birlikte uygulamıştır. Bir yerde birlikte tek örnek vermiştir. Hazreti Nuh ve Mezopotamya peygamberleri de Tevrat ve İncil’in anlaşılabilmesi için ön örnek vermişlerdir. Tarih bu sayede uyumlu bir vücut olarak gelişmiştir.

إِلَّا مِنْ بَعْدِهِ (EilLAv Mın BaGDıHI)  “Onun ba’dinden, sonradan, önce değil.”

Ondan sonra nâzil olmuşlardır. Bugünkü tarihlemelere göre Hazreti Nuh Milattan 3300 yıl önce gelmiştir. Hazreti İbrahim M.Ö. 2000 yıllarında gelmiştir. Tevrat Milattan 1200 yıl önce gelmiştir. İncil ise Hazreti İbrahim’den 2000 yıl sonra gelmiştir.

O halde Hazreti İbrahim’in Yahudi veya Hıristiyan olması mümkün değildir. Hazreti İbrahim lâik uygarlığı başlatandır. Ama uygarlıklar sonra oluşmuştur. Hazreti İbrahim akıl yoluyla Allah’a inanmaya çağırmıştır. Hazreti Musa ve Hazreti İsa ise mucize ile insanları Allah’a inanmaya çağırmıştır.

أَفَلَا تَعْقِلُونَ (Ea FaLAv TaGQıLUvNa)  “Akl etmeyecek misiniz?”

Ukla” halka demektir. Akletmek demek, halkalamak demektir. Yani, kıyas yapmak demektir, düşünmek demektir. Bu âyet akletmenin tüme varmak veya tümden gelmek olduğunu açıkça ifade etmektedir.

Tarihte tümdengelimin temelini Hazreti İbrahim atmıştır. Sonra Yunanistan’da bu felsefe olarak gelişmiştir. Yunanlılar İbrani Medeniyeti ile Mezopotamya Medeniyeti’ni sentez ederek yeni uygarlık doğurdular. Bu sentez Batı Anadolu’da İyonya’da başladı. Lidya halkı Yahudi idi. Devlet ise İranlıların satraplığında idi. Yunanistan’dan sürülmüş olan İyonya Rumları bunların bu iki uygarlığını birleştirdiler. Böylece Yunan Uygarlığı doğdu.

Tümevarımı ise Müslümanlar kıyas yoluyla tedvin ettiler. Kur’an bu yolla bizi geçmişlerin görüşlerini tahrip edip de o böyle düşünür demekten alıkoyuyor. Herkes insandır. Ancak geçmişinin etkisindedir. Geleceğe de etki eder. Ama gelecekten etkilenemez, geçmişe de etki edemez. Bugünkü olaylar hakkında onun bir bilgisi olamaz. Kur’an Allah’ın sözüdür. Etkilenmez, hep etki eder.

هَاأَنْتُمْ (Hav EaNTuM)  “İşte siz.”

Buradaki “” harftir. İşaret sıfatıdır. “İşte siz” diye işaret ediyoruz. Bu size söylenmektedir. “Siz ey kitabı olanlar. Hukuk düzenini kabul edenler.” Ayrılıklara düşmemeniz, birlikte barış içinde yaşamanız için ilmen sabit olan hususlarda birleşin. Buna aykırı hareket eden olursa onunla tartışın. Siz böyle olmalısınız. “Hâ entüm” müptedadır. “Hâülâi” de haberidir. İsmi işarettir. Siz busunuz. Yahut bu olmalısınız. Size yakışan budur.

هَؤُلَاءِ (Hav EuLAEi)  “Busunuz. Böyle olmalısınız. ”

Elâi” “Za”nın çoğuludur. “Haza, Hazani, Haulâi” denir. “Böyle olmalısınız.” denmektedir. Bundan sonraki ifade işaret edilen husustur. İlminiz olan hususlarda hüccetleşmelisiniz.

Burada icmanın temel kuralını koyuyor. Birlikte yaşayanlar birbirlerinin işlerine karışmazlar. Herkes kendi içtihadına göre amel eder. Ancak ilmen sabit olmuş olan ilk önermelere dayanarak muhakeme yürütülerek hüccetleşilir. Tümdengelim de ilmen sabit olacaktır. Sizin tartışmanız böyle olmalıdır.

حَاجَجْتُمْ “Hüccetleştiniz.”

Yani, siz bugünkü varlığınızı böyle elde ettiniz. Ehli Kitap böyle oldunuz. Uzlaşmayı böyle sağladınız. Uygarlığınızı böyle kurdunuz. Ortak kelimeye istinad ettiniz.

Tarihte kim bunu yapmışsa onlar birleşmiş ve yücelmişlerdir. Zoraki düşünceleri empoze edip de korkutarak devlet kuranlar çok kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Dinler binlerce yıl insanlar arasında yaşamaya devam etmiştir. Halkın iradesine dayanan yönetimler ise yüzlerce yıl varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Hitler’in, Mussolini’nin, Stalin’in, Mao’nun yönetimleri ise yüzyılı bile dolduramamıştır. Medine Devleti uzlaşma ile kuruldu. Papalık uzlaşma ile kuruldu. Bizans Hıristiyanlarla uzlaştı. Alman Birliği uzlaşma ile oluştu. Savaşlar onları dağıtamıyor.  

فِيمَا لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ (FIyMAv LaKuM FIyHı GıLMun)  “İlminiz olduğu yerde hüccetleşin.”

İlmimiz olursa hüccetleşemeye ne gerek vardır? Zaten biliyoruz denmiş olur. İşte Tümdengelimin sırrı budur. Bilinen öncüller aslında bütün ilmi içermektedir. Ama o bizim bilincimizde değildir.Tümdengelim yerine bilgimize çıkarırız. İlk önermelerde ilim hafidir. Muhakeme ile onu nas yaparız. 3*5’in 15 ettiği kendiliğinden bilinmektedir. Ama biz herhangi bir alışverişte kaç lira ödeyeceğimizi ancak hesabı yaptıktan sonra öğreniriz. Tartışma konumuz hesap yapma konusu olmalıdır. Hesabı doğru yapıp yapmadığımız ortaya konmalıdır.

فَلِمَ تُحَاجُّونَ (Fa LiMa TuXacCUvNa)  “Neden hüccetleşiyorsunuz?”

Siz böyle ilmin olduğu bir topluluğun fertlerisiniz. İlimle hüccetleşerek oluştunuz. Şimdi neden bilmediğinizde hüccetleşiyorsunuz? Burada hüccetleşmeyi muzari olarak getirmiştir. Şimdiki hâli göstermektedir. Bu âyette şuna da işaret vardır. İlme dayanmadan oluşmuş olan topluluklar sonra ilmîleşemezler. O topluluğu dağıtıp yeni topluluk olarak oluşmalıdır. Esasen hicrete bunun için ihtiyaç vardır.

Bizler de yeni topluluk oluşturmamız için başka bir yere hicret etmeli ve orada kendi topluluğumuzu kurmalıyız. Önce Mekke’de olduğu gibi İstanbul’da bir semtte yani Yenibosna’da bir araya gelmeliyiz. Bir cemaat oluşturmalıyız. Sonra bir yere taşınıp bin hanelik bir site kurmalıyız. Bu yer Bahşayış (Çatalca) olabilir. Çevresi boştur. Bin hanelik yerler alınabilir. Her haneye bir dönüm yer verilerek İslâmî site oluşturulabilir.

Birincisinin mâzi, ikincisinin muzari gelmesi, eski köyde yeni âdet kurulamaz anlamındadır.

Yeni âdet yeni köyde oluşturulur.

فِيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ (FIy MAv LaYSa LaKuM GıLMun)  

“İlminiz olmayan hususlarda neden tartışıyorsunuz?”

İçtihatta deliller toplar, görüşler alırsın. O ilim değil, reydir. Kendin amel etmen için gereklidir. Ona göre amel etmek farzdır. İcma ile sabit olan veya onlara dayalı olarak icma ile sabit olan kurallarla çıkarılan sonuçlar ise tartışma ve dâvet konusudur. İçtihatlar tartışma konusu değildir.  

Burada ilim nekire gelmiştir. Herhangi bir konuda ilmin yoksa tartışmayacaksın. İlmin olduğu yerde ise tartışacaksın. İlmin mertebeleri vardır. Ona göre de hükümleri vardır.

Müteşabih”, bugün kimsenin bilmediği, ileride de bilemeyeceği şeylerde tartışma yapılmayacaktır. Bugün bilinmeyen ama ileride bilinebilecekler; buna “mücmel” denir. Bunlarda tartışma olmayacaktır. Kişinin bilip bilemeyeceğini bilmediği hususlar. Kişi isterse araştırıp öğrenir, isterse işi oluruna bırakır. Buna “müşkil” denir. “Hafi” ise öğrenebileceğimiz hususlardır. Araştırma yapmamız ve sorup öğrenmemiz farzdır. “Zâhir” de ilk görüşte bilinen ama yanlış olması muhtemel olan işlerdir. Zaman kaybetmemek için onunla amel edilir. Araştırmaya devam edilir. Başkaları ile müzakere edilir. “Nas” ise kesin kanaate varırsınız ama başkaları sizin görüşte olmaz. İşte orada müzakere etmezsiniz, tartışmazsınız da. Bundan sonra “müfesser” gelir ki, bugün için doğrudur, ama ileride doğru olmayabilir. Ayda hayat yoktur gibi “muhkem” ise ileride de hata olması ihtimali olmayan bilgilerdir. 3, 7 daha 10 eder gibi. İşte bu ilimde tartışma yapılacaktır. Bunlar ilimle sabit olanlardır.

İçtihat yaparsınız. Ona dair proje üretirsiniz. Sonuçlar tasarladıklarınıza uyuyorsa o zaman sizin projeniz ilme dayanmıştır. İşte ilim böyle elde edilir. İhtimaliyat hesapları bilinenlerin ne derece kesin olduğunu ortaya koyar. Hüccetleşebilmeniz için ise %1’den fazla haklı olmalısınız.

وَاللَّهُ يَعْلَمُ (ValLAHu YaGlaMu)  “Allah biliyor.”

“Allah biliyor.” Kur’an’da verilen bilgiler doğrudur. Birçok bilgiler vardır ki bizim bilmemiz mümkün değildir. Öldükten sonra nasıl bir hayata gideceğimizi bizim bilmemiz gerekmez. Hazreti Meryem’in masum olup olmadığını bizim bilmemiz mümkün değildir. Hazreti Aişe’nin masum olup olmadığını bizim bilmemiz mümkün değildir. Eğer Kur’an’da bildirilmişse o doğrudur. Birçok tarihî olayları biz Kur’an’la biliyoruz. O olaylar zamanla onaylanıyorlar. O halde eğer bir konuda bilgimiz yoksa, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu ilmen sabit olmuşsa, o zaman onun söylediklerine inanmanın dışında neyimiz kalmaktadır?

İşte bizim temel kuralımız budur. Kur’an’ın Allah sözü olduğu müsbet ilimle sabittir.

Biz bunu dört temel mucize olarak koyuyoruz.

1. Kur’an’ın matematiği ile Kâinat’ın matematiği aynıdır.

Bu da 2*5=10

3+7=10  da geçen beş sayının çarpımlarıdır, toplamlarıdır.

2. Kur’an Kâinat’ın kendisini bilmektedir. Orada anlatılanlar müsbet ilmin buluşları ile örtüşmektedir.

3. Kur’an lafzıyla ve manâsıyla günümüze gelmiştir. Her dönemde inkılâp yapmıştır.

4. Kur’an’daki hükümler ideal hükümlerdir. Uygulama ile ispatlanmıştır. Bunlar bizim Kur’an’ın Allah sözü olduğuna dair en güçlü bir ispatımızdır. O halde orada söylenenler doğrudur.  

وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (Va EaNTuM LAv TaGLaMUvNa)  “Siz bilemezsiniz.”

Buradaki “Siz bilemezsiniz”, öğrenemezsiniz anlamında değildir. Müsbet ilim yoluyla kesin sonuçlar alınamaz demektir. Bugün fizikte insanın hiçbir şeyi hatasız bilemeyeceği ispatlanmıştır. O halde gerçek ilim yalnız Allah’ta vardır. Bizim ilmimiz takrîbîdir, izafîdir, nispîdir ve ihtimalîdir. Zamanı belirsizdir.

Böylece bizim ilmimizin eksik olduğu ifade edilerek ancak belli kesinlik kazandıktan sonra onu kesin kabul edebiliriz. Amelde artık ona muhalefet edemeyiz, ama ilimde her zaman aksi içtihatta bulunabiliriz ve bu içtihatlar icma hâline gelince ilim değişmiş olur. Bizim ilmimiz değişmiş olur. İlâhi ilim ise kesindir. Değişmez.

Böylece bu âyetler bize icmanın kurallarını öğretmiş oluyor. Daha önceki âyetler daha çok içtihatları anlatıyordu. Böylelikle sûredeki bütünlük ortaya çıkmaktadır. Beşerî icmanın meşruiyeti bu âyetlerle ortaya çıkıyor. Sosyal ve tabiî ilimlerde insanlığın icmaına gerek vardır. Mahallî icmalar ise kendileri için geçerlidir.

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ TEFSİRİ - XVIII

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ

مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ(67)

إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ(68)

وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ(69)

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ(70)

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(71)

مَا كَانَ (MAv KavNa)  “Değildi.”

Kâne” fiili yardımcı fiil olduğu zaman sadece “dır” anlamındadır. “Allahu aliymun” ile “Kânellahu aliyman” aynı manâdadır. Aralarındaki fark, “Kâne”siz söylediğiniz zaman genel ifadedir. Geniş zamanı içerdiği gibi gelecek zamanı da içerir. “Kâne” dediğiniz zaman da, ezelden ebede kadar böyledir, Kâinat’ın varoluşu ile böyle olması böyledir anlamını taşır. Genellemede teyit vardır.

Olmak anlamında fiil olarak söylendiğinde “Sâra” manâsındadır. “Sâra”da başka şeyden dönüşme vardır. “Kâne”de ise yeniden varolma vardır. Burada menfi kelimesi getirilmiştir. “İbrahim hiçbir zaman Yahudi veya Hıristiyan olmadı.” Yahut “Yahudi veya Hıristiyanlık dinine girmedi.” demek olur.

Burada önemli olan bir husus açıklanmış oluyor. Bütün hak dinler İslâm dinidir. İnançları birdir. Ancak, amellerinde farklılıklar vardır. Her din mensubu kendi kitabına göre amel eder. Hazreti İbrahim ne Tevrat’a, ne de İncil’e göre amel etmiştir. Ama o Müslim idi.

إِبْرَاهِيمُ (EiBRAHIyMu)  “İbrahim.”

İbrahim” kelimesinin kökü “BRH”dir. “BRQ”den dönüşmüştür. Karanlıkta iken nerede olduğunuzu, çevrede neler bulunduğunuzu bilmezsiniz. Şimşek çakar ve birden ortalık aydınlanır. Tekrar karanlığa dönülse bile; sen artık nerede olduğunu biliyorsun, çevreni tanıyorsun, ondan sonra nasıl hareket edeceğine karar verirsin. İşte böyle aydınlatıcı verileri veren delillere “burhan” denir. Burhanı varsayımlar olarak da ifade edebiliriz. Beynimizde birtakım sorunlar olur. O sorunları çözmezsiniz; ama bir gün gelir, insanın beyninde bir şimşek çakar, ondan sonra sorunların hepsi çözülür. İşte o burhandır.

İnsanlık âleminde Hazreti İbrahim bir şimşek gibi çakmıştır. Irak’ta Hz. Nuh Peygamber ile başlayan şirkle mücadele devam ediyordu. Nuh, Hud, Salih, Lut peygamberler halkı uyarır, sonra onlara felaket gelir ve halk helâk olurdu. Hazreti İbrahim ise insanları delillerle Hak yola çağırmıştır. Çünkü Mezopotamya’da artık müsbet ilim gelmiş, halkın seviyesi onları anlayacak seviyeye ulaşmıştı. Ay ve Güneş’in doğup batmasını delil göstermiş, Nemrut ile öldürüp diriltme konusunda tartışmaya girişmiş, kuşları alıştırarak çağırmış, böylece hep akıl yoluyla, ilim yoluyla insanları hidayete dâvet etmiştir.

Hazreti İbrahim’e kadar din, ilim, iktisat ve yönetim hep aynı merkezli iken; Hazreti İbrahim önce ilmi dinden ayırmıştır. Hisler ile fikirler nasıl ise; din ile ilim de öyledir. Din, iyiyi kötüden ayırıp nelerin yapılması gerektiğini ortaya koyar. İlim ise doğruyu yanlıştan ayırıp nasıl yapacağını ortaya koyar. Sonra Hazreti Musa yönetimi dinden ayıracak, Hazreti Davut ekonomiyi dinden ayıracak ve en sonunda Hazreti İsa dini bağımsızlaştıracaktır. Kur’an ise bunların yaptıklarının temel kitabı olacak ve hepsini bir arada uygulayacaktır. Demek ki, Hazreti İbrahim akılcılığın kurucusudur.

Tevrat’a göre, Hazreti İbrahim’in “Ketura” adlı bir karısı daha vardı. Ondan altı çocuğu ve on torunu olmuş, onlar daha onun sağlığında doğuya gitmişlerdir. Doğuluların ilk din kitapları olan “Vedalar” onların etkisi ile oluşmuştur. Sonra “Brahmanlar” o kitaplarda gelişmeler yapmışlardır. Zerdüştlüğün “Avestaları” da o kitaplardan çıkmıştır. “Budizm” de onlardan doğmuştur. Böylece Hazreti İbrahim tüm insanlığa müsbet düşüncenin ilkeleri içinde düşündürmeyi öğretmiş olan peygamberdir. Hazreti Adem ve Hazreti Nuh’tan sonra, Hazreti İbrahim insanlığın hidayet atasıdır. Hıristiyanlık ve Yahudilik İbrahimî dindir, ama İbrahimî din bunlardan ibaret değildir.

يَهُودِيًّا (YaHUvDiyYan)  “Yahudi değildi.”

Yahudi” kelimesi “Hidayet” kelimesi ile akrabadır. Tevrat insanlığa yol göstermiştir. Şeriat düzenini Yahudilik getirmiştir. Tevrat’tan önce yöneticiler aynı zamanda kanun koyucusu idiler. Tevrat bunu kaldırmış, Allah’tan gelen vahiy ile yöneticiler yönetmeye başlamışlardır. Yöneticilerin elinden kanun yapma yetkisi alınmıştır. Bu sonra Yunanistan’da “kanun yapan meclisler sistemi”ni getirmiştir. Vahyin yerini parlamento almıştır. Sonraları Avrupa’da buna “kuvvetler ayrılığı sistemi”ni getirmişlerdir. Ancak, her şeyleri sahtekârlık olan batı düzeninde, burada da sahtekârlık yapılmaktadır. Sadece hükümetten gelen kanunlar mecliste görüşülmektedir. Böylece yine hükümetler kanun yapmaya devam etmektedirler.

Hükümetlerin kanunları uygulamaları halinde de yalnız meclis denetimi ikame edilmiştir. Ekseriyetin oyuna bırakılmıştır. Dolayısıyla, Tevrat’la başlayan kuvvetler ayrılığı ilkesini insanlık hâlâ hazmetmemiştir.

Adil Düzen”de bu mesele çok basit olarak çözülmüştür. Mecliste kanunlar ilmî dayanışma ortaklıklarının teklifi ile ele alınır. Hükümetler kanun teklifinde bulunamazlar. Yönetimin denetlenmesi de, meclisin ekseriyetiyle değil de, parti başkanlarının hakemler nezdinde ikame edecekleri davalarla olur.

وَلَا نَصْرَانِيًّا (Va LAv NaÖRANıyYAn)  “Ne de Nasrani idi.”

Hazreti İbrahim Nasrani de değildir. “Nasrani”, Hıristiyan demektir. Hazreti İsa Nasıralı idi.

Ancak, Kur’an’da geçen kelimelerin hepsinin aynı zamanda manâsı vardır. Adlandırma ona göre yapılmaktadır. Bunun en açık delili “Hadid” kelimesinin ebced hesabı ile ifade ettiği manânın 26 olmasıdır. Bu da atom numarasını gösterir. Hıristiyanlar yardımcıdırlar. Kime? Tevrat’ın dünyaya yayılmasına yardımcıdırlar.

Bugün iki milyar insan Kiliseye gidiyor ve Tevrat’ı şeriat olarak kabul ediyor. Ayrıca, dini ne olursa olsun, İbrahimî dinden bütün insanlar haberdardır. Hıristiyanlar önce ezilmişlerdir. Ama sonra Roma Hıristiyanlığı kabul edince, Germenler kendi istekleri ile, diğer halk da devlet dini olarak Hıristiyan olmuşlardır.

Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan sonra hemen Amerika keşfedilmiş ve Hıristiyanlar denizaşırı ülkeleri fethetmiş, oradaki halkı zorla Hıristiyan etmeye çalışmışlardır.

İncil şeriatı içermediği, teolojik olarak da sakat bir felsefeye oturtulduğu için insanlık gerçek bir din beklemektedir. İnsanlık bundan sonra dini devlet dini olarak değil, hak inanışı olarak kabul edecektir.

“Adil Düzen” içinde bütün dinler serbest olunca; diğer dinlerin çoğu adlarını İslâm olarak değiştirmeseler bile, dinlerini İslâmlaştıracaklardır. İçinde bulunduğumuz bu asır bunu görecektir. O sebepledir ki, Hıristiyanlar İbrahimî dini yayamayacaklar ama yayılmasında yardımcı olacaklardır. Nitekim yardımcı olmuşlardır da. Bundan sonra bunların görevi hep bu olacaktır.

Ne zaman “Kur’an Uygarlığı” yaşlanırsa, o zaman artık çalışamaz durumda olur, onlar devreye girer, Kur’an ahkâmına göre ekonomide ve teknikte hamle yaparak yardımcı olurlar. Sonra tekrar Hakkı üstün tutan “İslâm Uygarlığı” gelişmiş olarak ortaya çıkar. Bu görevlerinden, bu yardımlarından dolayı bunlara “Nasrani” denmiştir. Yahudiler de ilimdeki başarılarından dolayı her zaman insanlara hidayet kaynağı olacaklardır.

Hazreti İbrahim Yahudilik ve Hıristiyanlığın temelini atmış ve bu Kur’an’la tamamlanmıştır. Böylece, eğer gayede ve varılan hedefte birine mensubiyet sözkonusu ise, bu Kur’an mezhebi olmalıdır.

وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا (Va LAvKInN KAvNa XaLIyFan)  “Lâkin Hanif idi.”

Hanif” kelimesinin “Halif” kelimesi ile akrabalığı vardır. Hanif olmak demek, asla dönmek demektir. İbrahim Aleyhisselâm Nuh dinine dönmüş biri idi. Tarihte peygamberler gelir ve yeni uygarlık getirirler. Fıkıhta ve yönetimde inkılâp yaparlar. Böylece yeni düzen ortaya çıkar. İşleri hamle olur. Zamanla bozulmaya ve çökmeye başlarlar. Bunların getirdikleri düzeni benimseyen batılılar, düzeni kendilerine adapte edip teknikte ve sanayide hamle yaparlar. Uygarlık kuvvet uygarlığına dönüşmüş olur. Sonra yeni peygamber gelir ve Hak uygarlığını yeniden tesis eder. Bundan dolayı bunlara “Hanif” denir. Yani, eski uygarlık kurucularına halife olmuşlardır. Hz. Nuh Hz. Adem’in halifesi idi. Hz. İbrahim de Hz. Nuh’un halifesi olmuş ve yeni uygarlık kurmuştur. Hz. Adem’de kişi yönetimi vardı. Hz. Nuh’ta yöneticilerin koyduğu şeriata göre yönetim vardı. Hz. İbrahim ise Allah’ın koyduğu şeriata göre yönetimi tesis etti. Tevrat’ın ilk kısımları ona nâzil olmuştur. Onun için “İbrahim ve Musa’nın sahifeleri” denmektedir.

İnsan ayrıca Allah’ın halifesidir. O’nun adına içtihat yaparak şeriat hükümlerini ortaya çıkarır. İlk içtihat Hz. İbrahim ile başlamıştır. Akıl dini olma demek, içtihat dini olma demektir. Bugün her Müslim Haniftir, yani Allah’ın halifesidir. Ona göre hareket eder. Allah’tan başka kimseye tapmaz, yahut kimsenin emrine girmez. Kendi içtihatları ile hareket eder. Hesabını âhirette Allah’a verir. Bu dünyada da hakemlerden oluşan yargıya hesap verir. Buna demokratik, lâik, liberal ve sosyal insan diyoruz. Başkalarına tapmaz, Allah’a tapar. Kimseye karşı sorumlu değildir, Allah’a karşı sorumludur. O kanunlara uyar, mevzuata uyar. Hakemlerden oluşmuş mahkemelere hesap verir. İşte Hz. İbrahim böyle bir kimsedir. Tevrat ve İncil, işte böyle bir düzenin insanlığa gelmesini hedeflemişler ve buna hazırlık yapmışlardır. Bunun kâmil sistemini Kur’an getirmiştir.

مُسْلِمًا (MuSLıMan)  “Müslim olarak. Barışarak.”

Barış düzenini kabul etmek demek, “Müslim olmak” demektir. Barış düzeni ne demektir? Bir kimse nasıl Müslüman olur? Barış düzeni nasıl kurulur? Savaş düzeni, kuvvet düzenidir. Kim kimi yenerse onu esir eder. Onu öldürür veya yaşatır. Kuvvetli olanın haklı olmasıdır. Bu boğuşma düzenidir.

İslâm düzeni”nde ise herkes herkesle barışıktır. Çıkar paralelliği içinde yaşar. Herkesin kendi yaşama sınırı vardır. Onun dışına çıkmaz. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı, başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınırı tarafların seçtiği hakemlerden oluşan yargı sistemi düzenler. İşte bu “İslâm düzeni”dir.

Bu düzen Hz. Adem’den bugüne kadar hep varolmuştur. Kabile reisleri hakem olmuşlardır. İçtihat sistemi İslâm düzeninde geçerli olur. Hanif olan kimse aynı zamanda Müslim olmalıdır. Yani, kendisi başkalarının emrine girmeyecektir; ama o da kimseyi emrine almaya çalışmayacaktır. Başkasının emrine girmek şirktir. Başkalarına hükmetmek de tanrılık iddiasına kalkışmaktır. O da kendisini Tanrı’ya şerik yapmadır.

Topluluk içinde insan demokratik olmalıdır. Yani, kendi işlerini kendi içtihatları ile yapmalıdır. Ama aynı zamanda demokratik olmalıdır. Başkalarının işlerine de karışmamalıdır. Onlara tahakküm etmemelidir. Barışçı olmalıdır. İşte “Kur’an düzeni” budur.

وَمَا كَانَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ (Va MAv KavNa MiNa ElMuŞrIKIyNa) “Müşriklerden de değildi.”

O Yahudi ve Nasrani olmadığı gibi, o müşriklerden de değildi. Hıristiyan ve Yahudi olmamak bir başka dinden olmayı gerektirebilir. O da şirk ehli olmaktır. Hz. İbrahim müşriklerden de değildi. Hanifti, ama Allah’a Hanifti, Müslimdi ama Allah’a Müslimdi. İşte içtihat ve icmanın temel kuralları burada konmuştur.

Hanif olmak, Allah adına karar vermek, yani O’nun isteklerini izhar etmektir. Dolayısıyla, içtihatlar dört delil içinde olmalıdır. Kur’an, esasları içerir. Sünnet, onun bir örneğini verir. Tevrat ve İncil uygulamaları da sünnet içindedir. Bizden öncekilerin şeriatı da bizim için şeriattır. Sonra, gerek Kur’an’ı, gerek Sünnet’i anlamamız için usûle ihtiyacımız vardır. Bunu Sünnet ve Kur’an’da arayamayız. Çünkü onları anlamak için usûle ihtiyacımız vardır. Usulsüz anlayamayacağımıza göre, usûlü onun içinde anlamamız mümkün değildir.

O halde bunun için aklımızı kullanmalıyız. Bunda da hatasız olduğumuzdan emin olmamız için ittifakla sabit olan, icma ile sabit olan varsayımlara dayanmalıyız. Bunlar icmadır. İşte böylece içtihada başlamış oluruz.

Burada kullandığımız bir metot vardır. Bu icma ile yetinmez. O da Kur’an’da sabit olan ve Sünnet’te örneği verilen çözümlere kıyas yapmamız gerekir. Kıyas metodu icmaya dayanır. Yaptığımız kıyasta icma olmayabilir. İşte bu yolla içtihat yapanlar kendi adlarına değil de, Allah’ın halifesi olarak içtihat yapmış olurlar. Böyle yapmayanlar müşrik olurlar. Ya kendilerini Tanrı’ya ortak ederler, ya da başkalarını. Araplar da kendilerini Hazreti İbrahim’in dininden sayarlardı. Onlardan da olmadığına işaret etmiş oluyor. Arabistan’ın şirke İslâmiyet’ten sonra geçtiği misali gösteriyor ki, bütün dinlerin kaynağı İslâmiyet’tir, tek tanrılı dindir.

إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ (EinNa EaVLay elNAvSı)  “Nâsın evlâsı.”

Yani, nâsın içinde Hz. İbrahim ile dayanışma ortaklığı içinde olanlar, bütün insanlar olmakla beraber, en çok ona ittiba eden kimselerdir. Bir de bu nebidir ve iman edenlerdir, denmektedir. Ona tâbi olanlar içinde bugün kimler vardır? Hıristiyan ve Yahudiler de dahil, onu benimseyen herkestir. Mü’minler özel olarak zikredilmiştir.

Veli” arka demektir, sırt demektir. “Bel” kelimesi buradan gelir. Canlılar tehlike gelince arkalarını birbirlerine çevirerek savunmaya geçerler. Böylece canavarlar yanaşamazlar. Kendilerini korurlar. Dayanışma ortaklığı kuranlar böyle sırtlarını birbirine verenlerdir. Türkçede de “arkası var” derler, “arka çıktı” derler.

Hazreti İbrahim’e tâbi olanlar, o nebidir ki ona tâbi olmuşlardır ve mü’minler Hz. İbrahim’in dayanışma ortaklığındadırlar. Bunlar mukaddes kitaplara dayanılarak hazırlanmış olan “İnsanlık Anayasası”na dahil olanlardır. Yeryüzünde bulunan bütün kutsal kitapları değerlendirenlerdir.

Bunlar iki koldan gelişmiştir. Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an kitapları batı versiyonudur. Vedalar, Avestalar, Brahmanizm ve Budizm kitapları doğu versiyonlarıdır. Esasta bunları kabul ederek, bunları müsbet ilme dayanarak yorum yapanlar insanlık dayanışma ortaklığına girmişlerdir. Dolayısıyla Hz. İbrahim’e en yakın olan dayanışma ortaklarıdır. İnsanlıkta güvenliği bunlar sağlayacak, adaleti bunlar tevzi edecektir. Her ülkede nöbetli askerlik olacaktır. Bunlar mü’minlerdir. Bir de bedelli olacaklardır. Onlar da dayanışma içinde olacaklardır, ama ikinci derecede dayanışma içinde olacaklardır.  

بِإِبْرَاهِيمَ (Bı İBRAHIyMa)  “İbrahim’e.”

Adem aleyhisselâm kişi yönetimi uygarlığını kurmuştur. Nuh aleyhisselâm yöneticilerin oluşturduğu şeriat uygarlığını kurmuştur. İbrahim aleyhisselâm ise kuvvetler ayrılığına dayanan şeriat uygarlığını kurmuştur. Bu “dayanışma ortaklığı uygarlığı”dır. O bütün dinlerin atasıdır. İnsanlık, tüm insanlık, dayanışma ortaklığına gireceklerdir. Böylece demokratik, sosyal ve liberal hukuk düzeni oluşacaktır. Bunu kabul etmeyenlerle devamlı çatışmalar devam edecektir. Bu uygarlığı tesis etmeyi Hz. İbrahim başlatmış, Kur’an’la kemâle ermiştir.

لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ (La ellaÜIyNa itTaBaGUvHu)  “Ona tâbi olanlardır.”

Ona kimler tâbi oldu? “İbrahim dini”ni benimseyen herkes tâbi oldu. İnsanlık ona tâbi oldu. Ne var ki, sözle tâbi oldular, ama fiilen tâbi olmamışlardır. Ona tâbi olmayanlar müşriklerdir. Yani Kitap Ehli olmayanlardır.

وَهَذَا النَّبِيُّ (V aHaÜa elNaBiyYu)  “Bir de bu nebi ona en yakın velidir.”

Matuf, matufun aleyhten farklı olacağı için bu nebi ona tâbi olanlardan değildir. Hz. İbrahim’in şeriatında içtihat yoktu. Vahye dayanıyordu. İçtihat ve icma yalnız Kur’an’la gelmiştir. Dolayısıyla itikatta Hz. İbrahim’e tâbi iken, uygulamada tâbi değildir. Onun için ayrıca zikretmiştir. Bunun için biz tahıyyatta dua ederken, son nebiye dua ederken, Hz. İbrahim’i örnek vererek dua ederiz. “Bu resul” denmemiştir. “Bu nebi” denmiştir. Hz. Muhammed’in insanlığa elçiliği nebi olaraktır; resul olarak yalnız Araplaradır. Bunun içindir ki Sünnetlerden Kur’an’ı açıklayanlar bizi de bağlar, başkan olarak yaptıkları ise bize örnek olur ama bağlamaz.

وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EaAvMaNUv)  “Ve iman edenler İbrahim’e en yakın olanlardır.”

İman edenler” dayanışma ortaklığını kuranlar demektir. Dayanışma ortaklığı bucaklarda, illerde, ülkelerde ve insanlıkta kurulacaktır. Sadece insanlığın orduları olmayacaktır. İnsanlıkta hakem kararlarına uymayanlara karşı savaş meşru olacaktır. Tecavüze uğrayan ülke kendisini savunacaktır. Diğer ülkeler de gönüllü askerlerle onları destekleyebileceklerdir. Sonunda ülke fethedilince yağmalanabilecektir. Halk esir edilebilecektir. Hakem kararı olmayanlara karşı savaşı meşru saymayanlar ise mü’minlerdir. Bunlar bedel aldıkları kimselerin güvenliğini de koruyanlardır. Böylece hakem kararlarına uymayı taahhüt eden ülkeler mü’min ülkelerdir. Bunlar insanlık içinde dayanışma içindedirler.

وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ (Va elLAHu VaLIyYu elMUEMıNUNa) “Mü’minlerin velisi ise Allah’tır.”

Veli” demek, koruyan demektir. Hz. İbrahim’i ona tâbi olanlar, son nebiye inanmış olan kimseler koruyacaktır. Yani, Hz. İbrahim’in dinini onlar yaşatacaktır. Mü’minleri koruyan da Allah’tır. Halife olarak insanlıktır. “Ellezîne âmenû” dendiği zaman, Kur’an ehli demektir. İman edenler deyince de, Hz. İbrahim’in dininde olan bütün mü’minlerdir. Bu aynı zamanda iman eden kimselerin dünyada galip geleceklerinin işaretidir.

Gerçekten, bu âyetler nâzil olduğunda Müslümanlar Bedir gibi küçük savaşları yapıyorlardı. Hz. Muhammed’in hayatında Arap Yarımadası fethedilmiştir. Dört halife zamanında Irak, Suriye, Mısır ve İran fethedilmiş, Kafkasya’ya kadar varılmıştır. Emeviler zamanında Kuzey Kafkasya ve Orta Asya fethedildi. Abbasiler zamanında eski dünyada gidilmeyen yer kalmadı, çoğuna gidildi.

Bu zaferler Viyana bozgununa kadar devam etti. Son 250 sene içinde gerilemeye başladılar. Düşman Sakarya’da durduruldu. 1920’lerde bağımsız İslâm devleti yok iken, bugün sayıları ellilere ulaştı. Artık zafer İslâmların olacaktır. Artık istilâlar olmayacak, her ülke bağımsız olacaktır. Devlet ortadan kaldırılabilir. Halkı esir edilerek pazarlarda satılabilir. Ama eğer devlet yaşıyorsa, savaş içinde değilse, onun iç işlerine karışılamaz.

Adil Düzen Anayasası” ile bu düzen yakında yeryüzüne hakim olacaktır. Çünkü Allah hâlâ mü’minlerin velisidir. Biz Hıristiyanlarla savaşmayacağız, biz anarşi ile savaşacağız.

وَدَّتْ (VadDat)  “Meveddet etmişlerdir.”

Vedud” kazık demektir. Hayvanların iple bağlandığı kazık demektir. İsm-i fail de olur, ism-i mef’ul de olur. İpe bağlayıp gezdiren, ipe bağlı olarak gezen anlamını da taşır. Kâinat çiftlerden oluşturulduğu gibi, Kur’an’daki kelimelerin de eşleri vardır. Bir kelime değişik yönden değişik kelimelerle eşleşir. Fatiha Sûresi’nde “Rahmet” kelimesi “Nimet” ile; ama Tevbe Sûresi’nde “Rahmet” kelimesi “Refet” kelimesi ile eşleşmektedir. “Rahmet” ana sevgisini, “Refet” baba sevgisini ifade eder. Refette sertlik de vardır.

Meveddet” kelimesinin eşi “Mahabbet”tir. İkisi de sevgiyi ifade eder. Ancak, “Meveddet”te sertlik de vardır. Onlardan bir kısmı sizi kendilerine dost kabul eder, sizinle beraber olur. Bir kısmının ise size düşmanlığı olmaz, sizin sisteminize düşmanlığı olur. Onlar sizi kendilerine uydurmak isterler. Düşen düşeni sever kabilinden, sizi de kendilerine benzetmek isterler.

Onların Tevrat ve İncilleri tahrif edilmiştir, Kur’an’ın da böyle muharref olmasını isterler. Sûrelerin yerlerini değiştirirler, âyetlerin yerlerini değiştirirler, Kur’an metinlerine uymayan âyetler çıkarırlar. Bazı âyetleri Kur’an’dan atmak isterler. Bazı Müslümanlar da çıkarları veya gafletleri sebebiyle bunlara âlet olurlar. Kur’an cem edilip tek kitap hâline getirildiği zaman, Medine’de bulunan kurraların arasında, gerek sûrelerin sırasına, gerekse sûre içindeki âyetlerin sırasına göre herhangi bir ihtilaf olmamıştır. İcma ile sûre ve âyet numaraları yazılmıştır. Başka bir tertibe ait herhangi hadis veya rivayet de yoktur. Hâlâ Müslümanlar arasında nüzul sırasına göre sûreleri sıralayıp kitap olarak bastıran gafiller vardır.

“Mahabbet” “Rahmet” karşılığı ise; “Meveddet” de “Refet” karşılığıdır.

طَائِفَةٌ (OavEıFatun)  “Tayfa”

Tayfa”, takım demektir, yani, grup demektir. Organize olmuş grup demektir.

Hıristiyan ve Yahudiler içinde İslâmiyet’i de kendilerine benzetmek isteyen bir organize vardır demektir. Hıristiyanların şeriatı yoktur. Tevrat’tan veya Kur’an’dan yararlanmak zorundadırlar. Eskiden aldıklarını kendilerine mâl edip hukuklarını oluşturdular. Kilise veya medrese fıkhına hukuk dediler. Lâik hukuk diye çocuklarına hatalı olarak aktarmaktadırlar. Bana buldukları tek madde göstersinler ki, o Tevrat’ta veya Kur’an’da olmasın. Bir maddeleri vardır; ekseriyet sistemi, ceza kanunlarındaki hapis sistemi. Onu da Mısırlılardan almışlardır. Kendi kafaları ile değişik cümlelerle ifade ederek, biz kanun yapıyoruz derler. Kendileri inanmayıp uygulamazlar, uygulasalar bile biraz sonra pişman olup değiştirirler. Böyle zavallı durumda iken, mü’minlerin de aynı duruma düşmeleri için büyük gayret sarf etmişlerdir.

1800’lerde başlayan Islahat Fermanı ile kendilerine uydurma çabası, 1924’te Medeni Kanun tercümesi ile zirveye ulaştı. Bu selin karşısında duramayan Mustafa Kemal, onların bu kendilerine benzetme çabalarını süratlendirip 1923’te sona erdirdi. Milletine şu mesajı verdi: “Size çok şey vaat ettim. Bahtiyarım ki hepsini yerine getirdim. (İnkılâpları tamamladık.) Ama yapacaklarımız bitmemiştir. Daha yapacağımız çok şey vardır. Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” demiştir.

İnkılâpların çoğu Lozan dayatması idi. Yani, onların bizi idlâl etmesidir.

Demek ki, Kitap Ehli olanlar mü’minleri sürekli olarak idlâl etmeye çalışacaklardır. Şeytanın görevi ne ise, onların görevi de odur. Bizim bu hususlarda uyanık olmamız gerekir. Eğer biz içtihatlar yaparak daha ileri bir duruma geçmezsek, onlar bugün olduğu gibi bizi idlâl etme yoluna gireceklerdir.

Burada “taife” kelimesi nekire olarak gelmiştir. Çünkü her devirde ve asırda, belki de değişik ülkelerde değişik taifeler oluşacaktır.

مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (MıN EaHLı eLKıTAVBı)  “Kitab Ehlinden olan bir taife.”

Buradaki “Kitap Ehli” cinstir. İstiğrak içindir. Yeryüzünde bugün mevcut olan bütün Kitap Ehli olanlardan bir taife bizi idlâl etmeye gayret sarf edecektir. Bunları genel olarak sayacak olursak: Hıristiyanlar, Yahudiler, Hindular, Budistler ve Marksistlerdir. Bunlar, düzenleri olan, kuralları olan kimselerdir.

“Ey kitabı verilenler” demiyor da; “Kitap Ehli” diyor. Bu sebepledir ki sosyalistler de bunların içindedirler. Gerek Hıristiyan olan kapitalistler, gerekse değişik ırk ve dinden olan nasyonal veya enternasyonal sosyalistlerin içinden oluşan bir taife, Kur’an ehlini idlâl etmek için birlikte faaliyettedirler.

Onlar arasında işbirliği vardır ki, “Tavaif/Taifeler” denmemiş de, “Taife/Taife” denmiştir. Gerçi Ehli Kitabı marife alarak bu idlâl edenleri onların içinden bir taifeye indirgeyebiliriz. O zaman bu taife sömürücü sermayedir. Sistematik olarak insanlığı idlâl etmek için çalışmaktadır.

لَوْ يُضِلُّونَكُمْ (LaV YuWılLUvNaKuM)  “Sizi idlâl etmek isterler.”

Bu idlâl iki şekilde görülmektedir. Bunlardan biri; Hıristiyan, Budist ve diğer din mensuplarının birlikte İslâm dinini de kendi dinleri gibi irrasyonel, gerici, tutucu bir din hâline getirmek istemektedirler. Türkiye’de para ile destekledikleri birçok resmî din adamı, gayri resmi yazar onların çeşmelerine çanak tutmaktadır. İslâmiyet’te lâikliğin, demokrasinin, liberalliğin, hukuk düzeninin olmadığına, İslâmiyet’in teokratik bir din olduğuna dair onları söyletip sonra İslâmiyet’e saldırmaktadırlar. Bunlar aynı zamanda oluşturdukları terör gruplarını Müslümanlardan seçerek veya Müslüman adını vererek İslâmiyet’in terörist bir din olduğunu ilân ederek saldırmak istemektedirler. Bugün bunu başardıklarını sanmaktadırlar. Onların oluşturdukları Üsame bin Ladin veya Hizbullah nelerin peşine düşeceklerimizi hesap etmektedirler.

Demek ki bizi idlâl etmek isteyen birinci grup kapitalistlerdir. Kendilerine kitap verilenlerdir.

Mü’minleri idlâl ettirmek isteyen ikinci grup ise sosyalistlerdir. Bunlar alenen bütün dinlere cephe almış, bütün dinleri reddetmiş kimselerdir. Faşistler ve komünistler bunlardır. Sovyetlerde 40 milyon insan bunun için öldürülmüştür. Onlara göre bugünkü insanlar dinler tarafından uyuşturulmuştur. Din afyondur. Gençleri kurtarmalıyız. Yaşlılar da ölünce insanlık bu tür bâtıl inançlardan kurtulmuş olacaktır. Sovyetler bunun için 70 sene bunu uygulamaya koymuşlardır. O gün doğanlar 90 yaşında olacaklar, onlar artık bir şey hatırlayamayacaklar; hatırlasalar da etkin olamayacaklardır. Ne var ki, 70 sene sonra kendileri tarih oldular. Kırgızistan’da ikiyüz cami, bir o kadar da yeni kilise inşa edildi. Bu on sene gibi kısa zamanda yapıldı.

Marks insanlığı idlâl ediyordu:

  1. Her türlü kötülüğün kaynağı ailedir. Çocuklar anne babalarından kötü huylar kapıyorlar. Onun için önce aile yok edilecek. Kadın erkek herkese iş verilecek ve karın tokluğuna çalıştırılacak. Doğan çocuklar kreşlere alınacak. Böylece çocuklar anne babalarını tanımayacak, soylarını tanımayacak, hattâ milliyetlerini bilemeyecek, artık melezleşeceklerdir.
  2. Marks, ikinci olarak mülkiyeti kabul etmiştir. Kadın erkek çalışacak, yeyip içecek, ama servet biriktirmeyecektir. Çünkü bu servetler sonra başkaları üzerinde tahakküm kurmakta, onları ezmektedir. Bir de bunları varislerine bırakmak istemektedir. Aile hayatını yaşatmaktadır. Oysa, mülkiyet ortadan kalkar, çalışanlara iş çalışmayanlara aş verilirse, çocuk güvencesine gerek kalmaz. Çünkü insanlar yaşlandığında bana kim bakacak diye evlenip çocuk yapıyor. Oysa, cinsi zevk için birleşme olacak. Kreşe çocuk getiren anneye mükafat verilecek. Zaten zor geçinen kadınlar bir entari alabilmeleri için çocuk yapacaklardır.
  3. Marks’ın idlâl siyaseti burada da bitmez. Gerek aileyi, gerek sermayeyi yaşatan dinlerdir. İnsanlar cennet cehennem yalanları ile gruplar oluşturup zulüm yaptırmaktadırlar, savaş çıkarmaktadırlar. Dini tedris yasaklanacak. 70 yıl sonra eski kafalılar kalmayacağı için insanlık dünyada cennete kavuşmuş olacaklardır.
  4. Marks, son öneriyi de şöyle bitiriyor. Bütün bunları işçi sınıfının oluşturacağı zalim devlet yapacaktır. Sermaye bu işçileri organize ederek iktidar yapacak. Onlara aile, mülkiyet ve dinleri yıktıracak. Sonra da yine sermayeye dayanarak bu zalim diktatörleri yok edecek, yerine komün yönetimler kuracak. Halk kendi kendilerini yönetecektir. Böylece devlet ortadan kalkacaktır.

İşte, aslında Yahudi sermayesinin desteklediği bu grup insanlığı idlâl etmeye çalışmıştır. Böyle yapmayı istemişlerdir. Rusya’da ihtilal olmuş, sosyalizm kurulmuştur. Bu hareket Avrupa’da nasyonal sosyalizmi doğurmuştur. Çin de sosyalist olmuştur. Dünyanın yarısından çoğu bu düzeni kabul etmiştir.

Dünyayı ikiye bölerek bir taraftan sopa ile, diğer taraftan açlıkla insanları aile, mülkiyet, din ve devlet düşmanı yapmışlardır. Tam zafere erecekken, Sovyetlerde Gorbaçov belası ortaya çıkmış ve sosyalizmi yıkmıştır. Avrupa’nın nüfusu azalmaya başlamıştır. İnsanlığın helâke gittiğini görenler tekrar aileye, halk mülkiyetine, mabetlere ve ulusal devletlere dönmeye başlamışlardır. Zorla birleştirilmiş uluslar ayrılarak ayrı ayrı yönetim oluşturuyorlar. Zorla parçalanmış uluslar birleşmek için fırsatlar kolluyorlar. Kimileri birleşti.

وَمَا يُضِلُّونَ (Va MAv YuWulLUvNa)  “İdlâl edemezler.”

İdlâl edemeyeceklerdir. Bu Allah’ın bize en büyük müjdesidir. Müslümanlar Kur’an’a bağlılıklarını devam ettireceklerdir. Onların tahrif çabaları bir fayda vermeyecektir. Kur’an’ın dört tane mucizesi vardır:

Kur’an’ın matematiği Kâinat’ın matematiğine uymaktadır. Kur’an’ın bildirdikleri müsbet ilimlerle tam beraberlik göstermektedir. Kur’an tahrif edilmeden kıraatiyle, kitabı ile, zikri (dili) ile ve furkanı (usûlü fıkıh) ile günümüze kadar gelmiştir. Bunları anlatan kitaplarla dünya kitaplıkları hınca hınç doludur.

Ayrıca, günün sorunlarında çözümler için de zorunlu olarak kendisine baş vurulan kaynak olmaktadır. Onu tahrif etmeleri elbette mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Sosyalistlerin idlâlleri de bir sonuç vermemiştir. Avrupa’da kapitalizmin sorunları çözmediğini görenler bunu enternasyonal sosyalizmle çözmeye çalışmışlardır. Buna karşı da nasyonal sosyalizmi oluşturmuşlardır. Bunlar birer oyalama rejimleri idi.

İlk defa Türkiye’de bir makine profesörü olan Necmettin Erbakan, Akevler’in desteği ile şeriat düzenini savunmaya başladı. Buna “Millî Nizam” dedi. CHP ile koalisyon yaparak İslâmiyet’in barış dini olduğunu gösterdi. Bülent Ecevit’in İslâmiyet’e iki defa büyük hizmeti olmuştur. Birincisinde Erbakan’la koalisyon yaptı. İkincisinde de, 2002 yılında 3 Kasım seçimlerinin yapılmasında direndi. Birincide, o zamanlar Türkiye’de bulunan Humeyni, bunu örnek alarak İran’daki solcularla işbirliği yaptı ve İran devrimini gerçekleştirdi. Bunu örnek alan Gorbaçov sosyalizmde reform yaptı ve din düşmanlığını, aile düşmanlığını, mülkiyet düşmanlığını, devlet düşmanlığını ortadan kaldırdı. Bütün dünyada başarısız olan solcular da din düşmanlığını bırakarak batıda iktidar oldular. Ecevit böylece başbakan oldu. Deniz Baykal da baktı ki din düşmanlığı ile bu iş olmuyor, “Anadolu solu” fikriyle hizaya geldi. O da muhalefet oldu. Böylece sosyalizm sona ermedi, belki Amerika bile sosyalist oldu, ama Marksizm sona erdi.

İnsanları şaşırtma yolu, doğrularla iyileri bir ambalaja koyup ikisini birden zerk etmektir. Marks bunu yapmıştır. Kısmen doğru olan sosyalizmi aldı ve tamamen bâtıl olan komünizmle karıştırdı, insanları bununla idlâl edeceğini sandı. Ama insanlık doğrularla iyileri ayırdı, sosyalizme kısmen evet, ama komünizme kökten hayır cevabını vermiştir.

إِلَّا أَنْفُسَهُمْ (EilLAv EaNFu SaHuM)  “Onlar sadece kendilerini idlâl ederler.”

Buradaki “kendileri” dediğimizde; ya Yahudi sermayesini anlayacağız, ya da Marksistleri anlayacağız.

Yahudi sermayesi ne yapmıştır? Haçlı Seferleri ile zenginleşen Avrupa’nın sermayesini ellerine geçirmişler ve dünyadan ham maddeyi alıp, Avrupa’da Hıristiyanlara işletip, mamul madde haline getirip dünyaya satmışlardır. Böylece zengin olmuşlardır. Bu zenginliklerini iki amaçla kullanmışlardır.

Biri, bu sayede müsbet ilmi geliştirmişler, böylece teknolojiye hakim olmuşlar, onunla da ekonomiye hakim olmuşlardır. Bu sayede sermaye-ilim sarmalı dünyayı bugünkü sanayi uygarlığına götürmüştür.

İkinci olarak da, Tevrat’ta vaadedilen topraklarda İsrail devletini kurup bunu dünyayı yöneten bir merkez haline getirmek. Bu amaçlarına ulaşmak için Avrupa’da şöyle bir siyaset gütmüşlerdir. Krallara ulus devletler kurdurarak toprak kapitalizmine, derebeyliğe, feodalizme son vermişlerdir. Protestanlıkla ulusal dinler oluşturmuşlar, bu yolla papalığı yıkmışlar, feodal beylerle anlaşmış ve Kilise çiftliklerini ortadan kaldırmışlardır. Sonra, kralları ortadan kaldırmak için de cumhuriyet yönetimini yaygınlaştırmışlardır. Sonra, ulusal devletleri de ortadan kaldırmak için Marksizmi dünyaya yaymışlardır.

Böylece, 500 sene hep onların dedikleri olmuş, insanları idlâl etmişlerdir.

Bu durum artık 2000 yılında son bulmuştur.

Planlarında, 1997’de Türkiye yıkılacak, kuzeyde Pontus, batıda Bizans, doğu ve güneyde ise İsrail imparatorluğu oluşacaktı. Henüz hedeflerine ulaşamadılar. 2003’te çok önemli bir olay oldu. Sömürü sermayesi ABD’lileri Irak’a saldırttı. İşgal etti. Bunu kolaylıkla dünyaya onaylatacaklarını sanmışlardı. Çünkü Almanya ve Japonya zaten daha bağımsızlık kazanmış devlet değildi. Fransa ise II. Cihan Savaşı’nda tamamen istilâ edilmiş, Amerikalılar onları kurtarmıştı. Sovyetler yıkılmış ve ekonomi bakımından büyük sıkıntıdaydı. Çin ise eskiden beri Batı dünyasının kavgalarına karışmamayı prensip edinmiş, kim galipse onun tarafı oy kullanmakta idi.

Bu sefer bu böyle olmadı. Fransa Almanya ile anlaştı ve Körfez Savaşı’na karşı çıktı. Fransa resmen bağımsızdı, Almanya ise fiilen bağımsızdı. İkisi birleşince güçlü bir devlet ortaya çıktı. Avrupa Birliği’ne hakim oldular. İngiltere ve İspanya, Fransa ve Almanya’ya etki edemedi. Türkiye Irak’a asker göndermedi. Rusya ve Çin de Avrupa tarafı oldular. Böylece, 500 yıllık sermaye üstünlüğü birden sarsıldı.

Şimdi, 2004 seçiminde Bush seçimi kaybedecek, ama baskı ile belki dört yıl daha iktidarda kalacaktır. Ancak, 2008’de Bush cephesi kesin olarak kaybedecektir. Artık Amerika’da Yahudi sermayesinin hakimiyeti son bulacaktır. Dolar da artık değer kaybedecektir. ABD’nin süper güç olması sona erecektir. ABD’de federe devletler belki kendi paralarını basacaklar ve güçlü kalacaklardır. Dünyayı idlâl etmeye çalışan sermaye kendisi aldanmış olacak ve iflas edecektir. Dünyada yeni düzen gelecektir. Bu düzen “Adil Düzen” olacaktır.

Yine Yahudi sermayesi 500 yıldır dünyaya dinsizliği yaymaktadır. Bunun sebebi şudur.

Onlara göre, kendilerinden başka kimse cennete gitmeyecektir. Onlardan günah işleyenler biraz yandıktan sonra tekrar cennete gideceklerdir. Diğer insanlar hayvan mertebesinde oldukları için onların hâli araftadır. Onlara göre, diğer insanların dinlerinin tamamı bâtıldır, sadece Yahudilere düşmanlık yaptırmaya yaramaktadır. O dinler yok edilmeli, insanlık ateist olmalıdır.

Bu hedefe ulaşmak için inancın karşısında ilmi koydular ve müsbet ilme dini yok ettirmek istediler. İnancın karşısına menfaati koydular. Böylece dini iptal ettirmek istediler. İnancın karşısına iktidarı koydular, din okullarını kapattırdılar, ibadetleri yasakladılar veya bozdular. Dine karşı silahlı mücadeleye giriştirler.

Şimdiki İslâm terörü de bu hedefe gitme çabasıdır. Müslümanlardan para veya baskı ile terörist yetiştiriyor, sonra “İslâm terörü” diye inanca saldırıyorlar. Oysa, bu çabaları sadece İslâmiyet’e hizmet etmiştir.

İslâmiyet 1400 yıl içinde yaşlanmış ve bozulmuştur. Batı Uygarlığı da zirveye ulaşmıştır. Geçici olarak böyle bir tekel sermayeye gerek vardı. Bugün Müslümanlar artık “Adil Düzen”i tesis etmeye koyulmuşlardır. Adım adım ilerlemektedirler. 1800’lerde Türkiye’de İslâmî ordu kurulmuştur. Tanzimat’ta soya dayanan yönetim sistemi sona ermiştir. Memur sistemi gelmeye başlamıştır. 1900’larda kapanan içtihat müessesesi açılmıştır. 1910’da Kuvva-yı Milliye kurulmuştur. 1920’de Türkiye nüfusu saflaşmıştır. 1930’larda Türkiye’de Batılılaşma sona ermiş ve Türkler muasır medeniyetin fevkine çıkmaya yönelmiştir. 1940’larda demokrasi yönetimi gelmiş, halk dinini seçmekte serbest bırakılmıştır. 1950’lerde halk İslâmiyet’i seçmiştir. 1960’larda Müslüman halk örgütlenmiştir. 1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak olmuşlardır. 1980’de ordu İslâmiyet’i benimsemiş, İslâm camiasına katılmış, İsrail ile olan ilişkiyi asgari seviyeye indirmiştir. 1990’larda Müslümanlar iktidar olmuşlar, koalisyon kurmuşlardır. 2000 yılında Müslümanlar Anayasa ekseriyetini almışlardır.

Böylece, Türkleri idlâl etmeye çalışırken, Türkler ihtida etmişlerdir. Bu bütün dünyada böyle olmuştur.

1500’lerde papalığı yıkmak için müsbet ilme karşı cephe aldırmışlar ve 500 senedir Kilise gericilikte direnmektedir. Kilise bu sebeple bugün çökmüştür, ama asla yıkılmamıştır. Şimdi Hıristiyanlık reform değil, rönesans yapacaktır. Hıristiyanlar Pavlus’un değil, Hz. İsa’nın dinine dönecektir. Böylece, bundan sonra daha güçlü olarak ortaya çıkacaklardır. Daha güçlü bir Kilise oluşacaktır. Yahudiliğe yükledikleri bâtıl inanç çökecek, ırk üstünlüğü fikri devam edecektir. Ancak, bu diğer insanları hayvan sayma şeklinde değil, diğer insanlara hizmet etme şeklinde olacaktır. İdlâl etmek isteyenler yanılmış olacaklardır.

وَمَا يَشْعُرُونَ (Va MAv YaŞGuRUvNa)  “Şuurunda değildirler.”

Şa’r” saç demektir. İnce düşünmek, şuurunda olmak, farkında olmak, bilincinde olmak demektir.

Yahudi fitnesi Medine’de başlamıştır. Müşriklerle mü’minlerin arasını açıp yararlanmak istemişlerdir. Sonra Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında fitne çıkarmış, kendileri varlıklarını korumuşlardır. Bu çatışma 1500’den sonra dinsizlerle dindarlar arasında başlatılmış, Hıristiyanlara da cephe alınmıştır. Farkında olmadan bu yolla Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki kavga azalmış, Avrupalılarla Türkler arasına dönüşmüştür. Viyana’da Kırımlıların Hıristiyanlar tarafına geçmesiyle dinî savaşlar sona ermeye başlamıştır. 1997’de ise dinleri artık yendiklerini sanmışlar ve dinler arsındaki savaşı rejimler arasına çevirmişler, dünya sosyalizmini finanse ederek insanlığı idlâl etmek istemişlerdir. Oysa, sosyalizm yaşlanmış ve içlerine bâtıl itikatların karıştığı dinleri geri çekilmeye zorlamış, dünyanın yeniden müsbet inançlara sahip olacağı bir düzene, “Adil Düzen”e imkân hazırlanmıştır. Gerçekten, Sovyetler yıkılmış ve mabetler daha etkin ve güçlü olarak ortaya çıkmışlardır.

Türkiye’de ateist devlet kurarak 100 sene sonra 1997’de yıkacaklardı. Ama onun yerine, bozuk itikadını düzeltmiş olan, demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenine süratle yol açmışlardır.

Lozan’da Yahudiler nerelerde hata ettiler?

  1. Yahudiler savaşta tarafsız oldukları halde, Lozan’da Hıristiyanların yanında oturdular. Bu onları zamanla yalnız bırakacaktır. Biz Hıristiyanlarla barışınca, onlar kenara itilmiş oldular. Olacaklar.
  2. Türkleri Türkler olarak değil de, İslâm devletinin temsilcisi olarak kabul ettiler. Böylece Türkiye’ye empoze ettikleri lâiklik sonraları havada kalacaktır. Çünkü Lozan Anlaşması’na aykırı hükümler taşıyacaktı.
  3. Mübadeleyi kabul ettiler. Bu sayede farkında olmadan Türkiye’yi %99 İslâm ülkesi hâline getirdiler. Böylece 100 yıl sonraki Pontus ve Bizans devletleri planları uygulanamaz oldu.
  4. Mustafa Kemal’e dinsiz bir devlet empozesini yapmadılar, kendilerine göre dinsizliğe götüren maddeleri empoze ettiler. Mustafa Kemal ve onun yakın askerlik arkadaşları bu taahhütlerini yerine getirdiler, ama İslâmiyet’i ortadan kaldırma yerine, daha çok dindar yaptılar.

Bir örnek verelim. Onlar harf inkılâbının yapılmasını istediler. Hedefleri, Türk halkının İslâm’la ilişkisini kesmekti. Mustafa Kemal de Türklerin Batı Uygarlığı’nı öğrenmeleri için harf inkılâbını kabul etti. Mustafa Kemal hedefine ulaştı. Ama onlar, tersine, harf inkılâbı ile Türklere İslâmiyet’i öğrettiler. Şöyle ki, daha önce Arap harfleri ile Türkçe zor yazılıyordu. Arapça ise kolay yazılıyordu. Bu sebeple İslâm’ı Türkçe anlatma yerine, halka Arapça öğretiyorlardı. Bu da başarıya ulaşamıyordu. Din adamları dahi İslâmiyet’i anlayamıyorlardı. Arap harfleri yasaklanınca Arapça kelimeler yazılamadı, okunamadı. Bu sefer İslâmî eserler Türkçeleştirilmeye başlandı. Hem halk gerçek İslâmiyet’i anlamaya başladı, hem de tercüme edenler daha iyi Arapça öğrenmek zorunda kaldılar.

Bir başka misal verelim. Şapka kanunu millî birliği sağladı. Kürt-Laz , Şii-Sünni çatışması son buldu.

Görülüyor ki, Lozan’da onlar neyi hedeflemişler, sonunda neler olmuştur? Ama hâlâ da bunların farkında değildirler. Yapanlar öldü, bunlar ise hâlâ öğren(e)miyorlar.

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ  (YAv EaHLa eLKıTABı)  “Ey Kitab Ehli.”

Allah “Kitap Ehli”ne doğrudan hitab edip başta “Kul/Söyle” diye söylemektedir. Böylece insanlardan “Kitap Ehli” olanları muhatap almaktadır. Onları tanımaktadır. Bu onların da cennete gideceklerine delâlet eder.

Yahudi inançları Hıristiyanlığa geçmiştir. Yahudiler İsrail oğullarından olanların cennete gideceklerini söylemektedirler. Hıristiyanlar da vaftiz edilenlerin cennete gideceklerini söylemektedirler. Müslümanlar da “Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasulullah” diyenlerin cennete gideceklerini söylerler. Hepsinin benzer itikadı, kendilerinden başka olanların cennete gitmeyeceğidir. Bu hitap ile bütün “Kitap Ehli”nin cennete gidebileceğini ifade etmiştir. “Kitap Ehli” olmak demek; şeriatı olmak, kanunu olmak demektir . Kitabı verilenler ise Tevrat ve İncil gibi kitaba sahip olanlar demektir. Kitap, Hak anlayışına dayanmaktadır.

Burada bir hususa işaret etmek gerekir. Kanunları olan topluluklar ekseriyetin istediğini veya yöneticilerin istediklerini kanun yapmışlardır ve istedikleri zaman değiştirmektedirler. Bunlar da Ehli Kitap mıdır? Eğer yürürlükte olan kanunların herkes tarafından uygulanması gerektiği kanısında iseler, evet, onlar da Kitap Ehlidir. Kanun yapar, ama halkı kandırmak için yapar da, onu uygulamada işlerine geldiği gibi yaparlarsa, Ehli Kitaptan sayılamazlar.

Bu sûrede 6 defa “kendilerine kitap verilenler” ifadesi geçmektedir. 12 defa da “Ehli Kitap” ifadesi geçmektedir. Bunlardan 3’ü “De ki, Ey Ehli Kitap” olarak, 3’ü de “Ey Ehli Kitap” olarak geçmektedir. 5 defa “Min Ehli Kitap”, bir tanesi de “Ehli Kitap” olarak geçmektedir. (6+6+3+3) olarak 18 defa geçmektedir. Bu sayıların böyle tesadüfen gelme ihtimalini hesaplarsak  18!/6!/6/!/3/!/3! * (1/3)^12*(1/)6  Bunun kendiliğinden olma beklentisi %2’den azdır. Yani, bununla Allah’ın bize bir mesaj göndermiş olma ihtimali %98.6’dir.

Bunu değerlendiren yorumlayıcı değerlendirmeyenden daha uygun hareket etmiştir.

Kitap verilenlerin verilmeyenlerden iki misli olacağı bildirilmiş olur. 6 Milyar nüfusun 4 milyarı Hıristiyan ve Müslüman’dır. 2 milyarı Hindu ve Budist’tir. Buna işaret etmiş olabilir mi?

لِمَ تَكْفُرُونَ (LiMa TaKFuRUvNa)  “Neden küfrediyorsunuz?”

Kafara” çukuru kapatma demektir. “Hafara”nın tersidir. Çiftçilere, tohumları kapattıkları için kâfir denmektedir. Kitap Ehline; “Neden kapatıyorsunuz, neden gerçekleri söylemiyorsunuz?” deniyor.

Lâiklik, insanların kendi inançları içinde yaşamalarıdır. Diğer dinlere baskı yapmamalarıdır. Devlet yönetiminde dini inançların temel alınmamasıdır. Bir şey suç ise dini olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse dini olduğu için suç olmaz. İslâmiyet’te hiçbir dini suç yoktur. Dini haram vardır. İslâmiyet’te dini olduğu için affedilen bir şey yoktu. Hâlâ haram âhirete aittir. Yönetimde “maruf” ve “münker” vardır.

“Maruf” sözleşmelerle kabul edilen hükümlerdir. “Münker” de sözleşmelerle yapılması istenmeyen hükümlerdir. Dinde zorlama kesin olarak yoktur. İslâm devletlerinde her dinden olanlar serbestçe yaşadılar.

Lâikliği Avrupalılar Müslümanlardan öğrendiler. Türkiye’de lâiklik adına zulmedilmektedir. Hıristiyanlar ise ses çıkarmamaktadır. Avrupa’da halk okulları vardır. Yerinden yönetimin okulları vardır. Halk istediği okula gidebilir. Orada halkın kıyafetine devlet değil, okullar karışabilir. Türkiye’de ise Tevhidi Tedrisat Kanunu vardır. Okullar serbest değildir. Halka zorla mayo ile dans ettirme hakkı devlete nasıl tanınabilir?

Herkes bilir ki muhakemesiz mahkumiyet olmaz. Refah Partisi’nin itirazı nasıl reddedilir? Batılılar kendileri buna “çifte standart” diyorlar. Allah onlara doğrudan hitap edip ihtar etmektedir. Türkiye’deki Müslümanların sesleri çıkmayabilir. Türkiye’de zalimler buna imkan vermeyebilir. Ama siz bunu niçin yapıyorsunuz? diyor. Allah onun için “Ey Ehli Kitap” deyip de demiyor. Doğrudan Kur’an’a onları muhatap almaktadır.

بِآيَاتِ اللَّهِ (Bı EaAvYAvTı elLAHı)  “Allah’ın âyetlerini neden kapatıyorsunuz?”

Müsbet ilimler geliştikçe, Kur’an’ın ilâhi kitap olduğu her yönüyle ortaya çıkmaktadır.

  1. Kur’an; sözleriyle, yazılarıyla, diliyle, yorumuyla, 1400 senelik mazisi içinde 300 000 hafızı, 3 milyon kitabı, 8 çeşit ilmiyle ve en önemlisi fıkıh usûlü ile elimizde bulunmaktadır. Kur’an, işte bu kadar korunmuş bir kitaptır. Dünyada bunun yüzde biri kadar korunmuş bir kitap bulunmamaktadır. Sizin elinizde bulunan kitaplar muharref olmaktadır. Kur’an onları tasdik etmektedir. Onların eksikliklerini de gidermektedir. Neden bu gerçekleri gizliyor da başta kendinizi zora sokuyorsunuz?
  2. Her varlığın kendine özgü aritmetiği vardır, sayıları vardır. Biz onunla o cismi tanırız. Kâinat’ın da aritmetiği vardır. Bunlar 2,3,5,7 saylarını içeren “onlu sayı sistemi”dir. Kâinat bu sayılar üzerinde oturmaktadır. Kur’an’ın aritmetiği de bu sayıların üzerinde oturmaktadır. O halde Kur’an Allah’ın eseridir.
  3. Kur’an’da birçok tabiî ve sosyal ilimlerle ilgili âyetler vardır. Bunların hepsi sizin geliştirmiş olduğunuz müsbet ilimlere uygun bulunmaktadır. Kâinat’ı bilmeyen bunları nereden bilip de oraya koyacaktı? Bu gerçekleri göre göre neden görmezlikten geliyorsunuz?
  4. Nihayet, bakınız, sıkıntıdasınız. Sosyal âfetler her gün kapınızı çalmaktadır. Çevre kirliliği, mafya, tahrip edici silah stokları ve neslin dejenerasyonu kapınızı çalmaktadır. Kur’an’da, Tevrat’ta ve İncil’de bunlara çareler vardır. Neden inkâr ediyorsunuz?

Buradaki âyetlerden maksat dört çeşit âyettir: Kur’an, Tevrat, İncil, müsbet ilimler ve tarih.

Batıda müsbet ilimler geliştiği ve ilâhî âyetler bir bir ortaya çıktığı halde, küfürde inat ediyorlar.

وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ (Va EaNTuM TaŞHaDUvNa)  

“Ve siz şehadet etmekte iken neden küfrediyorsunuz?”

Şuhd” petekteki baldır. Şahit olmak demek, kesin bilgi demektir. Ben sana bunu bildiririm desen, yanlış çıksa sorumlu olmazsın. Oysa “şehadet ederim” dedikten sonra, yanlış çıkarsa sorumlu olursun.

Bir kimse bildiklerini saklasa sorumlu olmaz. Ama şahit olduklarını saklasa sorumlu olur. Burada “Entüm ta’lamûn” demeyip “Entüm teşhedûn” demiş olması, bize onların bunları çok açık bildiklerini ifade eder.

Âyetlerle sabit olanlara şahit olunmuş olmaktadır. Şahadet edilen demek, bizzat tahkik edilen bilgilerdir. Kendin araştırmalar yaparsın ve bilgiye kesin kanaatle ulaşırsın. Bu meşhut olandır. Ehli Kitaptan istenen, onların şahit olduklarını ikrar etmeleridir.

Bu âyette bizlere anlatılan, Ehli Kitabın şahadetinin kabul olunacağı hususudur. Nöbetli olmayı kabul etmeleri hâlinde onların da siyasi hakları olduğuna bu âyet delâlet etmektedir.

İnsanlık Anayasası”nı yazarken genel fıkıh kuralları ile maddeleri yazdık. Şimdi bu âyetleri okudukça çok az hata yaptığımızı görüyoruz. Demek ki, Kur’an’ın içinde bir çelişki yok. Bütün ifadesi ile uygunluk göstermektedir. Zaten Hazreti Peygamber de “Medine Sözleşmesi”nde bu şekilde bir madde koymuştur.

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ  (YAv EaHLa eLKıTABı)  “Ey Kitab Ehli!”

Kitab Ehli”ni “Va” harfi getirmeden tekrar etmiştir. Yan yana kısa iki âyette tekrar etmiştir. Bunları kurallaştırırsak (Ey Ehli Kitap = Ey Ehli Kitap) (Lime telbisune = Lime Tekfurune) (Bi Ayatillahi = El-Hakka bi’l-bâtili Va Tektumune’l-Hakka) (Va Entum Teşhedun = Entum Taglemune) Aynı kimselere hitap etmektedir.

Ehli Kitap” demek, hakka inanan kimselerdir. “Müşrik” ise hakka inanmayıp, yani tek tanrı kabul etmeyip; “Senin tanrın seni, benim tanrım beni yaratmıştır. Aramızda savaş vardır. Benim tanrım senin tanrını yenerse sen yok olursun; senin tanrın benim tanrımı yenerse ben yok olurum!” inancına sahip olanlardır.

Ehli Kitap” ise hakka teslim olmuşlardır. Herkesin tanrısı birdir. Şeytanın da tanrısı O’dur. Kötülerle iyiler arasına savaşı koyan da O’dur. Bunlar futbol oynayan iki takım gibidir. Farkı, takımı seçmek oyunculara aittir. Galip gelecek takım bellidir. Ancak oyun kendi kuralları içinde oynanmaktadır. Oyuncular takımlarını seçerken sonunda başlarına ne geleceğini bilmektedirler. Yani, yenileceklerini bilmektedirler, ancak şimdi orada oynamak daha zevkli ve kolay olduğu için orada yer almaktadırlar. “Kitab Ehli” olanlar arasında da karşı takıma hizmet edenler vardır. İşte bunlara “kâfir” diyoruz. Karşı tarafta olanlara da “müşrik” diyoruz.

لِمَ تَلْبِسُونَ (LıMa TaLBıSUvNa)

Libas” elbise demektir. Vücudu örten ama bedeni göstermeyen elbisedir. “Sevb” de elbisedir. O bedene uyan, bedenin şeklini gösteren elbisedir. “Libas”dan örten, kapatan, karıştıran anlamları üretilmiştir. “Sevb”den sevab, karşılık anlamı üretilmiştir.

Burada “Neden hakka bâtılı giydiriyorsunuz? Hak olanı bâtıl gösteriyorsunuz?” denmektedir.

Bâtılı hak gösterme çabalarından değil de, hakkı bâtıl gösterme çabaları içinde olduklarını ifade ediyor.

Kapitalizm ve sosyalizmin metodu; karşı tarafı kötülemek, onun kusurlarını ortaya koyarak kendisini haklı kılma şeklindedir. Oysa, karşı tarafın kötü olması senin iyi olmanı gerektirmez. Filozoflar silsileyi mükezzibîn(yalanlama zinciri)dirler. Karşı tarafın yanlışını bulma ile uğraşırlar.

Basına bakın, yayına bakın; herkes karşı tarafa saldırıyor. Onu tenkit etmekle meşgul. Oysa, mü’minler kendi haklarını ve haklılıklarını ortaya koymakla meşguldürler. Kapitalistler ve sosyalistler kendi iyi taraflarını ortaya koysalar, insanlık bunu öğrense, o zaman hak ortaya çıkar ve ilerleme olur. Ama kendilerini İslâmî basın ve yayın kabul edenlere bakın; ya bin sene önceki haseneleri anlatmaktadırlar, o zamanki insanları tanıtmaktadırlar, yahut bugünkü saldırganları yani İslâm düşmanlarını ortaya koymaktadırlar.

İşte, Kur’an bunlara hitab ederek; kendilerini İslâmî basın, yayın, parti, şirket kabul edenlere hitap ederek diyor ki: “Ey Ehli Kitap! Neden hakkı bâtıl ile örtüyor ve hakkın ortaya çıkmasını önlüyorsunuz?” diyor. Bunu Yahudi sermayesi böyle yaptırıyor. Kendilerinden başka hakka sahip kimse çıkmasın diye hakkı örten bâtıl basın ve yayını destekliyor, İslâmî basını da siyasî ve hukukî baskı ile yıldırarak bâtılı reklam eden basın ve yayın hâline getiriyor, partileri ve şirketleri de ona göre davranışa zorluyor. Peki, bunlar nasıl yenileceklerdir?

Sûrenin ilerleyen âyetlerinde bunlara karşı ne yapacağımız elbette daha açık olarak ortaya konacaktır. Şimdi ben de bilmiyorum. Ancak hakkı öğrenir ve ortaya koyarsak, o zaman onların bu mekrleri ortadan kalkar.

الْحَقَّ (eLXAvqQa)  “Hakka giydiriyorsunuz.”

Karşı tarafın kötülüklerinden bahsedip haktan bahsetmemek, hakkı örtüp bâtılı ortaya çıkarmaktır. Böyle olunca halk hep bâtılı öğrenmiş olur. Hakkın ise sadece kelimelerini duymuş, kendilerini bilmemiş olur. Hak için cihad yapanların anlattıkları hakkı ortaya koyacaklarına; bâtıl için mücadele edenlerin cidallerini ortaya koymaktadırlar. Böylece sözde İslâmiyet’i savunanlar İslâmiyet’e hizmet etmeyip, hakkı bâtılın gölgesinde bırakmaktadırlar. İşte Allah doğrudan doğruya Ehli Kitaba hitap ederek, bâtılı anlatacaklarına hakkı anlatmalarını, kötüleri yereceklerine iyileri değerlendirmelerini emretmektedir.

Günümüzün İslâmiyet’i ile meşgul olanlar vardır. Bunlar kimlerdir? İslâmî siyaseti yapmakta olan Necmettin Erbakan ve Haydar Baş, İslâmî işletmeleri kurmak isteyen Yimpaş ve Kombasan, İslâmî dini yaymak isteyen Gülenciler ile tarikatlar, İslâmî ilmi yapmaya çalışan “Akevler”dekiler ile ilahiyatçılar. Ehli Kitap basını bunları değerlendirmelidir. Bunların eksiklikleri varsa bunlara saldırsın. Sahada bunlar oynasın. Millet bunları tanısın. Bunlar tartışsın, bunlar cephe oluştursun. Mesela, AK Parti ile Saadet Partisi tartışsınlar. Şöyle yapılsın:

  1. Asla kişileri hedef almayacaklardır. Fikirleri hedef alacaklardır.
  2. Her iki taraf, sizin düşünceleriniz yanlıştır diye değil; benim düşüncelerim doğrudur diye ortaya çıkacaktır. Şerde itişmeyecekler, hayırda yarışacaklardır. Kur’an, sizin putlarınız kötüdür diye işe başlamıyor. Allah’tan başka ilâh yoktur, diyor. Tek Tanrı’yı savunuyor. Öbür tanrılarla uğraşmıyor. Onları anlatıp durmuyor. Adlarını sayarak geçiyor. Tek Tanrı’nın yaptıklarını anlatıyor.
  3. Bizim şahsımıza saldıranlara cevap bile vermeyeceğiz. Biz kötü olabiliriz. Ama savunduğumuz haktır deyip geçeceğiz. Nefsimizi savunma ihtiyacını duymayacağız. Yalandan kaçınacak, eksiğimiz varsa itiraf edeceğiz. Doğruları da beyan edip geçeceğiz. Asla onları ispatla uğraşmayacağız.
  4. Hedefimiz, karşı tarafı indirip bizim çıkmamız olmamalıdır. Hedefimiz, karşı tarafın doğruları yapması olmalıdır. Hakkı savunma kazançlarımızın aracı olmamalıdır. Kendimiz serbest piyasada kazanıp hak için harcamalıyız. Yoksa, hakka hizmet edip oradan ücret talebinde bulunmayacağız.

بِالْبَاطِلِ (Bi elBAOıLı)  “Bâtıl ile Hakkı örtmeyiniz, karıştırmayınız.”

Bâtıl” kelimesi “bâtın” kelimesi ile akrabadır. Bâtın, karın demektir. Bâtın, hakkın görünmeyen yüzüdür. Bâtıl ise hakkın karşıtıdır. Bâtın, sanal sayıları ifade ederse, bâtıl da menfi sayıları ifade eder. Eğer menfi sayı ile müsbet sayıyı toplarsanız sıfır eder. Menfi sayı ile müsbet sayıyı çarparsanız menfi eder. Bir suyu sidikle karıştırırsanız o içilmez. Bâtıl ile hak karıştırılırsa bâtıl olur. Faizle karışan serbest ticaret tekele dönüşür ve ticaret olmaktan çıkar. Serbest cinsi ilişki ile evliliği karıştırırsanız fuhuş ortaya çıkar. Yani, evlilerin zinası başlar. O halde hakkın içinde bâtılın yeri olmamalıdır. Eksi ile eksinin çarpımı artı eder, ama artı ile eksinin çarpımı daima eksi eder. Halk Partisi her zaman başarılı olmaktadır; çünkü sistemi kötüdür, kendisi de kötüdür. Ama Demokrat Partililer, Adalet Partililer, Millî Görüşçüler, Milliyetçiler ve şimdi de AK Partililer hep mağlup olmuşlardır. Çünkü kötü sistemde iyilik yapmak istemektedirler. Bâtıl ile hak karışımı başarıya ulaşamaz.

وَتَكْتُمُونَ (Va TaKTuMUvNa)  “Ketmediyorsunuz.”

İlbas etmek, karıştırmaktır. Hak ile bâtılı bir göstermektir. Bey’i (alışverişi) faiz gibi göstermektir. Nikahı zina gibi göstermek, libastır. Bir de “hakkın ketmedilmesi” vardır. Hak hiç yokmuş gibi yapmaktır.

Bergson, âhlak ve dinin iki kaynağı var demiş ve bir kitap yazmış. Bütün bâtılları Yunan, Çin ve Mısır’ı hep anlatmış; Budizm ve Hinduizm’i anlatmış. Ama İslâmiyet’ten bahsetmemiş, sanki İslâmiyet yok, 1500 yıl tarihte yokmuş gibi davranmış! “Karanlık çağ” deyip hakkı unutturmak istemişlerdir.

Bergson, eğer İslâmiyet’ten bahsetseydi, diğer bütün anlattıklarının manâsı değişecekti. Bergson bunu yaparken onun bu tutumu, kendisinin İslâmiyet’e saygısızlığından değil, saygılı olmasından gelmektedir. İslâmiyet’i methetse kitabı satılmaz, zemmetse hatalı olur. En iyisi, şimdilik susmak. Türk yazarları için de durum budur. Nitekim, Prof. Dr. Alaeddin Şenel de öyle yapıyor, ketm etme yolunu tutuyor.

الْحَقَّ (eLXAvqQa)  “Hakkı ketmediyorsunuz.”

Burada “Hak” kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. İkincisi zamir olabilirdi. Böyle zamir yerine ismen zikredilmesini Maani alimleri tasnif etmişlerdir. Ya bu hak öbür haktan farklıdır, ya da hak, hak olduğu halde neden ketmediyorsunuz anlamı çıkar. İki çeşit hak kabul ettiğimizde biri bâtıl ile karıştırılıyor, biri de ketmediliyor. Demek ki, öyle haklar vardır ki, onlar bâtıl ile karışmaz. Nasıl zeytinyağı su üzerine çıkarsa, bâtıl da öyle olur. O zaman hiç ortaya çıkarmama gayreti içindedirler.

Batılılar şimdi öyle yapıyorlar. Kapitalizmi ortaya çıkarıyorlar ve saldırıyorlar, sosyalizmi ortaya çıkarıyorlar ve saldırıyorlar. Hakkı ortaya çıkarmıyorlar. Çünkü o zaman ne sosyalizm kalır, ne de kapitalizm kalır. Kapitalizm, faizi de ticareti de serbest bırakan bir düzen. Sosyalizm ise ikisini de yasaklayan bir düzen. İkisi de yanlıştır, bâtıldır. Hak düzen nedir; faiz yasak, ticaret serbest. Ama bunu hiç irdelemiyorlar, bunu konuşmuyorlar, bunu tartışmıyorlar. Bunu söyleyenleri susturuyorlar, kürsüden ediyorlar.

Diğer cins hak ise bâtılla karışabilir. Mesela, faizsiz finans kuruluşları böyle bâtıl ile hakkın karışımıdır. Kârlı sistemdir. Faiz de vardır. Paraya para kazandırmak faizdir. Kâr, paraya mal kazandırmadır, sermaye olarak malı artırmadır. Oysa bu kuruluşların ambarları yok ki malı artırsınlar. Dolayısıyla yaptıkları faizdir. İşte bu hak ile bâtılı birbirine karıştırmadır. Faizi boyayıp kâr olarak göstermedir.      .

وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (Va EaNTuM TaGLaMUVNa)  “Oysa siz ilmetmektesiniz.”

Allah’ın âyetlerinden bahsederken, “siz onlara şahitsiniz” denmektedir. Haktan bahsederken de, “siz onu biliyorsunuz” denmektedir. Âyet, delillerdir. O müşahede edilir, yani, tesbit edilir. Hak ise ilimdir. Ona hükmedilir. Yargının iki görevi vardır. Biri tesbit, diğeri hüküm. Tesbit şahadetle, hüküm ise ilimle olur.

İçtihadın da iki yanı vardır. Biri delilleri toplama ve her söze kulak verme, ikincisi ise içtihadın ahsenine tâbi olmadır. Biri şuhuddur, diğeri ilimdir. Kitap Ehli âyetlere şahit oluyor, küfrediyor. Hakkı ise ilmettiği halde lebs veya ketmediyor. Burada Kitap Ehline hitap ederken, hepsine birden hitap etmiş olmaktadır. İçlerinde hakkı teslim eden, âyetleri kabul eden yok değildir. Ama kitle böyle hareket ediyor.

İşte böyle yapmayanların içtihat ve icmaları geçerlidir. Bir kimse müçtehit olur da içtihat yaparsa; âyetleri küfretmeyecek, hakkı ilbas etmeyecek ve ketm etmeyecektir. Bu müçtehidin fıkhı o ülkede yürürlükte olur. İsteyenler o müçtehidin fetvaları ile amel ederler. Sözleşmeler yaparlar. Bu müçtehitlerin ittifakı icma olur.

Eğer bir kimse âyetlere şahit olduktan sonra küfrederse, Hakkı bildikten sonra ketmeder veya karıştırırsa, o kimsenin içtihadı geçersiz olur. Ona ittiba edilemez, muhalefeti icmaı bozmaz. Bunu tesbit edecek olan da hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargıdır.

 

 


ÂLİ İMRAN SURESİ TEFSİRİ(3.sure)
1-ALİİMRAN 1-9/ 220İLA274 SEMNER-02.08.2003İLA17.10.2004 ARASI
2178 Okunma
2-ALİİMRAN 10-15
2190 Okunma
3-ALİİMRAN 16-22
2312 Okunma
4-ALİİMRAN 23-29
2856 Okunma
5-ALİİMRAN 30-37
3470 Okunma
6-ALİİMRAN 38-46
2505 Okunma
7-ALİİMRAN 47-54
2080 Okunma
8-ALİİMRAN 55-63
1961 Okunma
9-ALİİMRAN 64-71
2267 Okunma
10-ALİİMRAN 72-77
1861 Okunma
11-ALİİMRAN 78-83
2354 Okunma
12-ALİİMRAN 84-91
2326 Okunma
13-ALİİMRAN 92-100
3292 Okunma
14-ALİİMRAN 101-112
2326 Okunma
15-ALİİMRAN 113-118
2667 Okunma
16-ALİİMRAN 119-125
1979 Okunma
17-ALİMRAN 126-133
2162 Okunma
18-ALİİMRAN 134-141
3271 Okunma
19-ALİİMRAN 142-148
2922 Okunma
20-ALİİMRAN 149-155
2191 Okunma
21-ALİİMRAN 156-163
2530 Okunma
22-ALİİMRAN 164-168
2777 Okunma
23-ALİİMRAN 169-174
2841 Okunma
24-ALİİMRAN 175-180
2443 Okunma
25-ALİİMRAN 181-186
2368 Okunma
26-ALİİMRAN 187-194
3630 Okunma
27-ALİİMRAN 195-200
2503 Okunma