Adil Düzenin İç Yüzü-Necmettin Erbakan ve 30 yılın muhasebesi
Süleyman Karagülle
1990 1.Baskı
2145 Okunma
Türkiye'de Siyaset ve Siyasi Partiler

 

 

TÜRKİYE’DE SİYASET

VE SİYASİ PARTİLER

Orta Asya, Kırgızistan, Bişkek/ 1994

 

 

SİYASİ YÖNETİMİN TARİHİ SEYRİ

 

HALK MECLİSLERİ

Hemen her toplulukta halk meclisi vardır. Topluluğu ilgilendiren bir sorun ortaya çıktığında halk bir meydanda toplanır ve ilgili konuyu tartışarak görüşürler. Genellikle ittifak edinceye kadar görüşmeye devam eder. Yorulanlar veya işi olanlar ayrılır, kalanlar görüşmeye devam ederler. Kalanlar ittifak etmeden dağılırsa karar almamış olurlar. Topluluğun ileri gelen kişileri genellikle toplantıya katılır ve sonuna kadar toplantıda kalırlar. Onlar yoksa halk sorunlarını görüşmez veya başlamışsa dağılıp son verir. Bununla beraber bu kişileri kimse atamaz, toplulukta bu kişiler kendi varlıkları ile bu seviyeye ulaşmış olurlar.

Karar aldıktan sonra ise orada bulunmayanlar, “ben yoktum” diyemez. Karar topluluk tarafından alınmış kabul edilerek herkes kendisini ona uymak zorunda hisseder. Bu tür kolektif kararlar ancak birbirlerini çok yakından tanıyan ve bilen topluluklarca alınır.

Bu karar alma şekli, devlet aşamasına geçmeden önce de varolan bir karar alma şeklidir.

Devlet aşamasından önceki dönemde toplulukların başkanları yoktur. Ceza sistemi de bizzat infaz sistemidir. İlişkiyi kesme, dövme, öldürme, ateşe verip yakma gibi hareketlerdir. Gruplaşma, küsme, birbirlerine kız alıp vermeme, tarlasından veya evin yakınından geçirmeme gibi özel  uygulamalar da özel infazlarda yer alır.

Topluluk içindeki yaşlılar, genellikle birbirine karşı saygılı davranırlar. Biri diğerinin yaptığını bozmaz. Bir şeyi yapan diğerlerini de hesaba katarak yapar. Toplu kararlar bu hassas hesaplara ve dengelere dayanır. Zıtlaşma olmaz, aksine özveride bulunulur. Zıtlaşma olursa, o zaman da aksi olur.

AVCILIK DÖNEMİ

Avcılık dönemine gelindiğinde insanlığın sosyal yapısında evrim olmuştur. Avcılık, mutlak komutayı gerektirir. Yaşlı olanlardan çok tecrübeli gençler komutayı ele almışlardır. Kadınların bu meclislerde artık reyleri dahi alınmıyordu. Çünkü onlar avlamaya katılmıyorlardı. Sıkı disiplinli topluluklar oluşmaya başladı. Burada herkes görüşünü ortaya koyar, ancak karar sonunda başkan tarafından alınır ve herkes bu karara uyardı. Avcılıktan gelen öldürme tekniği hem kabileler arasında savaşları düzenli hale getirmiş hem de başkanların cezalandırma güçleri doğmuştur.

Devlet düzeni ile ilgili ilk çekirdek bu dönemde atılmış oldu.

ÇOBANLIK DÖNEMİ

Çobanlık dönemine geçildiğinde kolektif üretim ortaya çıktı.

Göçebeler oluşmaya başladı.

Başkanın bu dönemde cezalandırmadan çok bölüşmede gücü arttı. Başkan bu otoritesini paylaştırmadaki gücü ile sağladı. Bu dönemlerde herhangi bir yazılı hukuk yoktur. Topluluktaki düzen başkanların tasarrufları ile sağlanıyordu. Yine meclisler vardı. Ancak bu meclisler hep istişare meclisleri idi. Meclislerin bunun ötesinde bir fonksiyonları yoktu.

Bu dönemde cezanın esasını sürme oluşturuyordu. Cezalandırılması gereken kimse topluluk içinden topluluk dışına çıkarılıyordu. Bu da genellikle o kişinin helâki ile sonuçlanıyordu. Çünkü kişinin tek başına yaşama gücü olmuyordu.

ÇİFTÇİLİK DÖNEMİ

İnsanlar çiftçilik dönemine geçip yerleşik dönem merhalesini yaşamaya başlayınca, hukuk düzeninde büyük değişiklik olmaya başladı. Toprak, komşuların artık birlikte yaşayabilmeleri için düzenlendi ve özel toprak mülkiyeti ortaya çıktı.

İnsanlık tarihindeki ilk sosyal gruplar işte bu topluluklarda doğdu. Toplantılarda her kabilenin başkanı konuşuyor ve kabile başkanlarının anlaşması ile kararlar alınıyordu. Toplantıya tüm halk katılıyor, ancak büyüklerin yanında küçükler konuşmuyordu. Kabilenin önderleri bir karar alınca  herkes bu karara uyuyordu. Bu dönemde ekseriyet sistemi değil uzlaşma sistemi vardı. Bütün bu uygulamaların hiçbirisi suni kurallara bağlanmamıştı. Her şey kendiliğinden tabii bir oluş ve gelişme içinde böyle olmuştu. Hemen hemen tüm topluluklarda toplu kararlar bu esaslar içinde alınmaktadır.

MÜBADELE DÖNEMİ

Çiftçilik döneminden sonra mübadele dönemine geçİlmîştir. Bilhassa deniz ticareti ile meşgul olan Fenike sitelerinden sonra Elen siteleri de buna katılmışlardır. Burada toplu kararların alınmasında önemli bir merhale ortaya çıktı. Ticaret tek başına kişileri güçlü hale getirdi. Bir zenginler sınıfı doğdu. Bunun yanında köleler sınıfı oluştu. Kararların, kabile reislerden oluşan meclislerde değil, daha çok asilzadelerin eşitlik içinde oldukları meclislerde alınması zorunluluğunu doğurdu. Çünkü tüccarlar bağımsızdı. Çıkarlar arasında birlik yoktu. Konular daha çok savunmaya dayanıyordu. Bunun için bu dönemde ekseriyet sistemi getirildi.

Bir konu üzerinde karar alınacağı zaman asilzadeler bir araya geliyor ve konu tartışılıyordu. Bunların sayıları azdı ve herkes birbirini tanıyordu. Karara bağlayacakları konular da fazla değildi. Ekseriyet kararını esas alıyorlardı. Bir fazla ne tarafta kalırsa hüküm o oluyordu.

Bugünkü ekseriyet demokrasisi işte böyle doğdu.

Ancak bu ekseriyete yalnız asilzadeler katılıyordu.

Bu ekseriyet sistemi Roma’ya da geçti. Ancak Roma İmparatorluğu birçok ülkeleri içine alan bir devlet olduğu halde, devlet sadece Romalılar tarafından yönetiliyordu. Roma İmparatorluğu’nun halkı değil de asilzadelerin oluşturduğu Roma vatandaşları yönetime katılıyordu. Bunlardan her biri küçük devletçiklerin başı idi ve bunların başkanları senatoda söz sahibi bulunuyordu. Kölelerin ve Roma’ya sonradan gelip yerleşen taşralıların herhangi bir söz hakkı yoktu. Hatta Roma kabilelerinin içinden yalnız birinin başı senatoya katılabiliyor, diğerleri Roma vatandaşı kabul edilmiyordu. Bunlar ancak parterlerin adı ile davalı ve davacı olabiliyordu. Yani Roma Meclisi de birbirini tanıyan küçük bir kabile olarak çalışıyordu. Yönetim merkezi sisteme dayanıyordu.

İLÇE, İL, DEVLET VE İMPARATORLUKLARIN OLUŞMASI

Çiftçilik döneminde oluşan küçük siteler birleşerek ilçeleri oluşturdular. Köyleri yağmalayarak rahatsız edenlere karşı ortak savunma oluşturuldu. Merkezi bir site oluşuyor, diğer siteler bu siteye vergi veriyor, merkez site de eşkıyaları bertaraf ediyordu. İl merkezi, vergi dışında sitelerin iç işlerine karışmıyordu. Bu sebepledir ki il merkezlerindeki meclisler de sadece merkezdeki yetkililerden oluşturuluyordu. Temsil sistemi yoktu.

İllerde oluşan askeri birlikler zamanla iller arası savaşları doğurdu. İllerden biri diğerlerini hakimiyetine aldı veya iller birleşti ve devleti oluşturdu. Devletle il arasındaki fark; il aynı dili konuşan ve birbirleri ile anlaşanlar arasından çıkan nizaları askeri metotla çözüyordu. Devletler ise ayrı dil konuşan ve birbirlerini bilmeyen cepheler arasında kuruluyordu. Böylece denge doğuyordu.

Devletler oluştuktan sonra, çok güçlü hale gelen merkez sitelere de hükmetmeye başladı ve merkezi devletler oluşturuldu. Sitedeki meclislerin rolü azaldı. Artık meclislerin toplanıp kendi sorunlarını çözmesi yerine, merkezin sorunlarını çözme sistemi gelişti. Bu durum bazen devletleri çok büyüttü ve imparatorluk seviyesine çıkardı. Bu ilk defa Roma İmparatorluğu zamanında gerçekleşti. Site devletlerini ilk defa Mezopotamyalılar kurdular. Tarihte ilk milli devlet ise Mısır’da kuruldu. İlk İmparatorluk da Romalılarda oluştu.

Yunanlılar da doğrudan ekseriyet demokrasisini geliştirdiler.

PEYGAMBERLERİN YÖNETİMDE GETİRDİĞİ YENİLİKLER

Hazreti İbrahim Mezopotamya’da rasyonalizmi başlattı. Yani sorunların ilmî metotlarla çözülmesini önerdi ve bunun savaşını verdi. Sonra İbranilerde hukuk düzeni oluştu. Hukuk düzeni demek, topluluğun, kişilerin isteklerine göre değil de yazılı hukuka göre yönetilmesini tedvin demektir. İlk defa yöneticilerin de uymak zorunda oldukları kanunları Tevrat ortaya koydu. Böylece yeryüzünde hukuk düzeni oluştu.

Davut Peygamber zamanında sosyal devlet anlayışı ortaya çıktı. Halkın tek başına yapamayacağı işler devlet işletmeleri ile yapılmaya başlandı. Devlet sadece savunma devleti, hukuku bölüştürme devleti olmaktan çıkıp ekonomik devlet haline geldi. Bu dönem standartlaşmayı getirdi. Yani halk üretiyor ama standartlar içinde üretiyordu.

Gerçi Mısır bir sosyalist devlet idi. Ama orada özel mülkiyet yoktu. Oysa İbrani devletinde bir taraftan özel mülkiyet korundu, halk teşebbüsü korundu, sadece halkın yapamayacağı işleri devlet yaptı.

Hazreti İsa toplulukların dini ilhamlarla değil objektif kurallarla yönetilmesini önerdi. Laikliği ilk olarak Hazreti İsa tedvin etti. Bizans’ta ve Avrupa’da bu kurala uyulmadı. Din, devletin hakimiyeti için kullanıldı. Avrupa’daki uygulamalarda ise din devleti yönetmeye başladı.

Hazreti Muhammed (sav), Mekke ‘den Medine’ye göç edip devlet kurduğunda, insanlık tarihi açısından son derece önemli olan yenilikler yaptı. Bunların başında, devlet aşamasına gelmeyen Arabistan’ı devlet aşamasına getirdi. Ancak burada önemli adımlar attı. Medine Devleti’ni kurarken önce sosyal grupları resmen oluşturdu. Şûra istişare meclisi teşkil etti ve Medine’de yerleşen kabile reislerini şûraya aldı. Yalnız kabileleri iki grupta topladı. İsteyen gruplar savaşlara katılıyor ve şûrada reisleri ile yönetimde temsil  ediliyorlardı. İsteyenler savaşa katılmıyor, buna karşılık bedel veriyor ve bunlar şûrada yani yönetimde yer almıyorlardı.

Peygamberin yaptığı ikinci yenilik ise eyaletlerin merkezden yönetilmesidir. Eyalet valileri kendisi tarafından tayin ediliyordu. Oysa siteleri yerinden  yönetime tabi tutuyor ve onlar kendileri kendi usulleri ile seçtikleri reislerle yerinden yönetiliyorlardı. Peygamber onların reislerini atamıyordu. Bu arada kabile halinde Müslüman olanların reisleri yine reis olarak kalıyordu.

Peygamber, konuları şûra üyeleri ile görüşüyor, ancak bu görüşme açık olarak yapılıyordu. Bu usul peygamberden sonra da devam etmiştir. Kararı başkan verirdi. Ancak eğer karara kimse itiraz etmezse, karar devlet kararı haline gelirdi. Ondan sonra gelen hükümdarlar da bu karara uyardı. Görüşmede itiraz edip karşı rey ortaya koyarsa, o zaman o karar hükümet kararı olurdu. Yeniden istişare etmek şartı ile karar değiştirilebilirdi.

HALİFELER DÖNEMİ VE İSLÂM’IN GETİRDİKLERİ

Hazreti Ömer siyasi organizasyonda küçük bir değişiklik yaptı. Peygamber, siyasi partileri kabilelere göre oluşturdu ve bir tescil şartı getirmedi. Gelen ganimetleri de kabilelere kendi takdiri ile böldü. Ömer ise, komutanlara birer divan denen defter verdi. İsteyen şahıs istediği komutanın defterine kendi adını yazdırıyor ve savaşa onun komutasında katılıyordu. Devlet gelirlerinden bu defterdeki asker sayısına göre pay veriyordu. Yani ırka dayanan bir organizasyon yerine bir türlü seçimli organizasyon ortaya çıkmıştı. Bu düzenlemeye kimse itiraz etmediği için hüküm kesinleşmişti. Hatta ‘sizden olan komutana uyun’ demiştir. Buradaki ‘sizden’ kelimesinin anlamı ‘sizin seçtiğiniz’ anlamındadır. Burada seçilecek olan kimseler başkan tarafından divan defteri verilmek suretiyle belirleniyordu. Ama halk istediği komutana katılıyordu. Kimsenin katılmak istemediği komutan da kendiliğinden komutan olamıyor ve komutanlığı düşüyordu. Parti başkanı olamıyordu. Bu yolla bir taraftan demokrasi sağlanıyor diğer taraftan parçalanma önleniyordu.

Bu yolla alınan kararlar sadece devleti ilgilendiren hususlardı. Taşradaki sitelerle ilgili kararları ise kendileri kendi başkanlarının istişaresinde alıyorlardı. Yani taşrada “yerinden yönetim ilkesi” uygulanıyordu. Merkez atama yapsa bile, ancak azledebilir ama talimat veremezdi. Çünkü herkes şeriata göre hareket eder ve hakemlere karşı sorumludur. Onu atayana karşı sorumlu değildir. Gerçek hukuk devleti işte budur.

İlk dört halife seçimle gelmişti. Bu uygulama Kur’ân’ın hükümlerine uygundu. Sonra İslâmiyet’e yani şeriata aykırı olarak saltanat sistemine dönüldü. İnsanlık ancak bugünlerde tekrar seçimle yönetimi oluşturma seviyesine ulaştı.

Bu arada İslâm düzenindeki sistem devam etti. Bu da ilmî mezheplerin oluşmasını doğurdu. Roma’da da buna benzer hukuk sistemleri oluşuyordu. İslâmiyet medreseler halinde mezheplere bölündü. Siyasi sosyal grupların yanında ilmî sosyal gruplar da oluştu. Özel hukuk bu içtihatlara göre uygulanıyordu. Böylece çok hukuklu bir düzen ortaya çıktı. Gerçi bu çok hukuklu sistem ilk defa Peygamber zamanında uygulanmıştır. Medine Devleti’nde Hıristiyan ve Yahudilere kendi hukukları uygulanmıştı ve bu Kur’ân’da açık olarak ifade edilmişti. Sonraları bu çokluk sistemi Müslüman mezhepleri arasında da uygulandı. Bu uygulama, çoklu içtihat sisteminden doğuyordu ve tamamen Kurân’a dayanıyordu.

Siyasi ve İlmî sosyal grupların oluşmasının ardından, İslâm dünyası Budizm ve Hinduizm ile temasa geçtikten sonra tarikatlar ortaya çıkmış ve dini gruplar oluşmuştur. Kur’ân’da  bu gruplardan da bahsedilmektedir. Yalnız siyasi ve ilmî gruplaşmalardan birine katılma zorunlu olduğu halde; dini gruplara katılmanın zorunlu olmadığı ifade edilmektedir.

Siyasi, ilmî ve dini gruplaşmaların yanında mesleki gruplaşmalar ortaya çıkmış, ahilik teşkilatı oluşmuş, loncalar doğmuştur. Kur’ân bunlardan da bahsetmektedir.

Batı dünyası İslâmiyet ile ilk defa temas ettiği zaman, dine ve askeri aristokrasiye dayalı şiddetli krallık yönetimi dönemini yaşıyordu. Avrupa İslâmiyet’in etkisiyle sarsılmağa başlamış ve zamanla kendisine yeni bir düzen oluşturmuştur. Eski Yunan’ın ekseriyet sistemini benimsemiştir. Bu benimseme ile de, site devletleri yerine merkezi yönetimi korumuş ve temsili sistemi geliştirmiştir.

İslâmiyet’te temsili sistem ile akile oluşmuştu. Tazminat büyüdükçe çevre genişletiliyordu. Bir kimseden belli miktarın üstünde taksit alınamıyordu. Avrupa böylece temsili sisteme geçti. Batı dünyası, halkın temsili sistemde etkili olması için İslâmiyet’teki akile sisteminden esinlenerek partiler sistemini oluşturdu.

İLK BOZULMA VE BATILILAŞMA HAREKETLERİ

Osmanlılar dönemindeki son iki asır içinde İslâmi müesseseler çökmeye başlamış ve Batı müesseseleri ülkeye getirilmek istenmiştir. Şeriat sisteminden uzaklaşma Fatih zamanında başlamıştır ve kanun sistemine geçilmiştir. Hükümdarlara kanun yapma yetkisi tanınmıştır. İslâmiyet’te bu uygulamanın yeri yoktur. İstişari kararlar ve icmalar bunlara benzemez. İstişarede sosyal grupların başkanları ile görüşülür ve onların yetki verdikleri konularda başkan o mecliste karar alırsa uygulanır. Yani başkan burada topluluğa tercümandır. Kendisi vazi değildir. Halbuki saltanat sisteminde böyle bir şûra yoktur.

II. Abdülhamit zamanında meşrutiyet ilân edilmişti, ancak Batı tipi bir partileşme görülmüyordu. İlk defa 1908 yılında ilân edilen meşrutiyet zamanında particilik ortaya çıkmış, ittihat ve Terakki Partisi ile Terakkiperver Partisi kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nu on sene içinde bu Batı uzantısı iki parti tarihe gömmüştür.

Cumhuriyet döneminde ilk defa Cumhuriyet Halk Partisi kurulmuştur. Bu tek partidir. Arada 1924’de .... fırka ve 1930’da Serbest Fırka kurulmuş ise de kısa zamanda kapatılmıştır.

Halkla ilişki kurma bakımından ileri bir adım olan tek parti sistemi, sosyal gruplaşmaya izin vermediği için İslâmiyet’e aykırıdır. Ancak krallık döneminden / saltanat sisteminden çok partili demokrasiye ancak bu yolla geçilebilmiştir. Yoksa cumhuriyetin kuruluş yıllarında partiler ülkeyi bölünmelere götürebilirdi. Bundan dolayı tek parti sistemi uygulanmıştır.

Türkiye’de çok partili dönem 1946’dan sonra başlamıştır. Yirminci asrın ilk yarısında nasyonal sosyalizm ve enternasyonal sosyalizm ortaya çıkmıştır. İkinci Cihan Savaşı’nda nasyonal sosyalizm yenilmiş ve ortadan kalkmıştır. Enternasyonal sosyalizm ise galipler arasında olduğu için varlığını sürdürmüştür. Ancak savaşın sonunda hemen gruplaşma meydana gelmiş ve kapitalist dünya ile ikiye ayrılmıştır. Türkiye kapitalist tarafında kaldı. Dolayısıyla çok partili sistem zorunlu olarak geldi.

Aslında Türkiye çok partili sistemi istiyordu. Çünkü bu sistem, gerek İslâmiyet’te gerekse milli anlayışa uygun bir sistem idi. Ne var ki, Türk halkı Müslümandı. Çok partili sistem Türkiye’yi Avrupa’dan koparırdı. Bu Batılıların işine gelmediğinden Türkiye için de tehlikeli olurdu. İşte bu sebeple Türkiye’de çok partili sistem bir türlü getirilemiyordu.

1946 yılında ortaya çıkan yeni durum bir fırsat kabul edildi ve çok partili sisteme geçildi. Ne var ki; bu güdümlü bir demokrasi olacaktı. Partiyi bir ateist olan Celal Bayar kuracak ve inkılaplardan taviz vermeyecekti. Kurulacak başka partiler ise bir yol bulunup bertaraf edilecekti. İşte 1946 seçimi bu şartlar altında oldu ve DP (Demokrat Parti) meclise girdi. Ayrıca Mareşal Fevzi Çakmak’ın desteklediği Millet Partisi de varlığını sürdürdü.

Demokrat Parti, Batılılar açısından iki önemli suç işledi: Bir taraftan İslâmi faaliyetleri tam olarak kontrolü altına alamadı. Diğer taraftan Türkiye ekonomik hamleler yapmaya başladı. Yani Türkiye hem büyüyor hem de gelişiyordu. Bu durum Osmanlılığın tekrar hortlaması demekti. Bunun müsebbibi ise Başbakan Adnan Menderes’ti. O İslâmi gelişmelere engel olacağı yerde Müslümanlara yüz vermişti. O memleketteki ekonomik katılımlara ve gelişmelere hız vermişti. Bu durum engellenmeliydi. Batılılar askeri darbe yaptırdılar ve Adnan Menderes ile iki önemli arkadaşını astırdılar.

Sonuç olarak anayasa değişti ve güdümlü olmayan demokrasi Türkiye’ye girdi. Türkiye biraz daha İslâmlaştı ve daha da gelişti. Bu gelişme Süleyman Demirel’in, Menderes politikasını korkmadan sürdürmesi ile oldu. Buna fazla tahammül edemeyen Batılılar, bir darbe daha yaptırdılar. Ancak bu seferki darbe şeklinde değil de, müdahale şeklinde oldu ve kansız bitti. Bu dönemde gelişme devam etti; ülkedeki sağ-sol düşmanlığı sona erdi. Bunu Bülent Ecevit ile Necmettin Erbakan başardılar. Dünyada ilk defa sağcılar ile solcular koalisyon hükümeti kurdular. Bu örnek uygulama, daha sonraki yıllarda bütün dünyada etkili olmuştur. Gelişme hızlandı. İslâmlaşma biraz daha ileri safhalara geçti Müslümanlar yönetimde söz sahibi oldular. Batılılar bir müddet sonra yine darbe yaptılar. Ancak yine başarıya ulaşamadılar. Artık ordu Müslüman devlet olmuştu. Türkiye çok güçlenmişti.

Batı dünyasının istediği, Türkiye’de Batı uzantısı iki parti olsun ve bunlar dengede olsun. Kendilerini kim daha iyi dinlerse onu iktidarda tutsunlar. Bu bakımdan çıkarılan kanunlar hep eleme sistemine dayanmaktadır. Ancak elenmiş partiler bile varlıklarını sürdürüyorlar. Türkiye’de partileri iki partiye indirme operasyonları bir türlü mümkün olmuyor. Türkiye, tarihteki yeri ve coğrafi konumu ile bir çok fikirlerin kaynaştığı yerdir.

TÜRKİYE’DEKİ SİYASİ GRUPLAR VE PARTİLER

Temel olarak Türkiye’de şu siyasi gruplar vardır:

  1. Sol Grup: Batıda sol ekonomik bir sistemi temsil eder. Oysa Türkiye’deki sol sadece dinsizliği temsil eder. 1950’den sonra solun diğer partilerden hiçbir farkı kalmamıştır. Tek farkı, İslâm aleyhtarlığıdır.

Sol partiler iki grupta toplanmaktadır: Biri takiyye yapmadan İslâm aleyhtarlığı yapmaktadır. CHP bu yolu seçmiştir. Diğeri ise takiyye yoluyla İslâm aleyhtarlığı yapmaktadır. Alenen İslâm’a karşı olmamaktadır. DSP bu yolu tutmuştur.

Bu iki parti aslında birdir. Ancak bunların birleşmeleri için güçlenmeleri gerekir. Yani aleni ekseriyet temin etmeleri gerekir. Bunu elde edince de eski dönemlere dönülecek ve din yasaklanacak. Demokrasi de elbette rafa kaldırılacaktır. Ancak şimdilik böyle bir güçleri yoktur. Bir taraftan takiyye yapmak diğer taraftan asıl hüviyetlerini korumak zorundadırlar. Bu iki parti varlıklarını devam ettirmektedir ve daha da devam ettirecektir.

  1. Sağ Grup: Bu grupta bulunan partiler milliyetçi partilerdir. Bunlar ırkçılığa dayanmaktadırlar. Ancak bu partiler resmi olmayan organizasyon bakımından çok güçlü olmakla beraber, oyları fazla değildir. Bunlar Batı dünyası ile çıkar anlaşması içindedirler.

Bu partiler de iki gruptur: Biri için  din önemli değildir, milliyetçilik önemlidir. Din milliyetçilik için araç olarak kullanılabilir. Bunlar din düşmanı değildirler; Müslümandırlar ama amelleri yoktur. MHP böyle bir partidir. Diğerleri ise  milliyetçilik kadar İslâmiyet’i de benimserler. İbadetlerini yaparlar. Ancak sistem  olarak şeriatçı değildirler. Kuvvete dayalı düzeni benimsemişlerdir. Bu partiler de varlıklarını devam ettirmektedirler.

MHP ortadan kalkmaz. Çünkü ibadet etmeyen Müslümanların toplanacağı bir parti zorunludur. BBP’nin ortadan kalkması muhtemel olabilir. Yahut İslâmi partiye dönüşebilir. Ancak varlığını sürdürebilmesi için yerini bulmalıdır.

  1. Merkez Partiler: Bu partilerin özelliği, Batı düzeni içinde yer almalarıdır. Batı sermayesine dayanmaları ve Batılılarla işbirliği içinde olmalarıdır. Sol veya Müslümanlar güçlü olursa, bunlar tek parti olarak ortaya çıkarlar. Diğer akımlar zayıfsa, o zaman merkez parçalanır ve Batı o suretle sistemi kontrol eder. DYP ile ANAP böyle doğmuş iki partidir.

Bu  partilerin her ikisinde de iki grup vardır: Ateist Batıcılar ile Batıcı Müslümanlar. Ortak noktaları Batıcı ve kapitalist olmalarıdır. ANAP’ta Müslümanlar ağır basmakta idi. DYP’de ateistler ağır basıyordu. Ancak DYP’de son zamanlarda Müslümanlar ağır basmaya başladı. DYP parçalandı ve DTP oluştu. DTP’de toplanan kimselerin tek özelliği, siyasi Müslümanların aralarında bulunmasıdır. Merak ediyoruz, acaba içlerinde namaz kılan bir kimse var mıdır? Başka herhangi bir görüş ve idealleri yoktur. Bizce bunların fonksiyonu eski Güven Partisi gibidir ve sunidir. Başarı şansları yoktur.

Şu unutulmamalıdır ki, DP, ANAP, ve DYP’nin üçü de Batıcıdır. Kapitalisttir. Şeriata yani halk yönetimine karşıdır. Merkezi yönetim sistemini benimserler ve bir sınıfın hakimiyetini isterler. Ancak bu üç parti de başarılarını İslâmi sloganları ile elde ettiler. Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın kendileri Müslümandı. DTP İslâmi sloganları kullanmadığı gibi halk onların içinden Cuma namazlarına bile giden birini bulamıyor veya göremiyor.

Türkiye’deki siyasi partilere genel olarak baktığımızda, İslâmiyet’e karşı cephe alan partiler vardır veya İslâmiyet’i kendilerine uydurarak İslâmlığı da benimseyen partiler vardır. Oysa  bu memleket İslâmiyet’e uyan bir parti istiyor. İşte MNP, MSP ve RP bu arzunun tezahürüdür. Bu yöndeki hareket, bütün baskılara rağmen gelişmeye devam ediyor.

Başbakan Adnan Menderes’i astıranlar, Türkiye’de ondan

sonra yeni başbakanlar Menderes’in asılmasından ders alır ve bir daha Türkiye’yi kalkındırmayı düşünmezler demişlerdir. Ne var ki, bunu başaramadılar. Türkiye gelişmeye devam ediyor. MP’ni kapatanlar da bu hesaplar içindeydiler. Onların hesabına göre, dini  isteyen parti oluşmayacaktı. MNP kuruldu, kapattılar, daha güçlü MSP doğdu. Onu kapattılar; daha güçlü RP doğdu.

Demek ki, Türkiye’deki gelişme ve İslâmlaşma hareketi halktan geliyor. Bunu durdurmak mümkün değildir. Baskı yaptıkça halk daha köklü bir şekilde gelişiyor ve İslâmlaşıyor.

 

Biz bu devleti masa başında kazanmadık. Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da kurduk. Sizinle savaş meydanlarında karşılaştığımızda bizi yenemezsiniz. Türkiye’yi ne İslâmiyet’ten uzaklaştırabilirsiniz ne de gelişmemize ve kalkınmamıza mâni olabilirsiniz. Boş yere debeleniyorsunuz.

Tek partili dönemde tarikatlar kapatılmıştı. Medreseler kapatılmıştı. Arapça harflerle neşriyat yasaklanmıştı. Yöneticiler, içki içmeye, balolara katılmaya, erkekler başlarına şapka örtmeye, kadınlar açılmaya zorlanmıştı. Bu baskılar karşısında Müslümanlar sinmiş ve yönetime düşman olmaya başlamıştı. Bundan yararlanan cahil din istismarcıları bir taraftan halkın inançlarını sömürüyor, diğer taraftan halkı devlet düşmanı yapmağa çalışıyordu.

İnanç sahibi insanlar devlet yönetiminden uzaklaşmış, bunun yerine devleti sömürenler gelmeye başlamıştı. Halk ise bir esir topluluk gibi sinmiş bulunuyordu ve yapacağını bilmez bir şaşkınlık içindeydi. 1946 seçimlerinde “denize düşen yılana sarılır” kabilinden Halk Partisi’nden kurtulmak için DP’ye sarılmıştı. Aslında halk onun da CHP’den farksız olduğunu biliyordu. Ancak o zulüm yapabilecek kadar güçlü değildi. Bir de ne olursa olsun rekabet halkın kendisine nefes aldırabilirdi.

DP içinde iki grup oluştu: Bayar grubu ve Menderes grubu. Bu ikilem daha sonra kurulan partilerde de sürüp gitti. Bugünkü ANAP’ta ve DYP’de bu ikilem vardır. Bir tarafta dindarlara CHP’den daha sert bir politika uygulanması taraftarı olan Bayarcılar, diğer tarafta Müslümanlar, CHP karşısında AP’deki Menderesçilerin yanında yer aldılar. Ne var ki, artık Menderesçileri Demirel temsil ediyordu. Asker Cumhurbaşkanları ise Bayar gibi ateist değillerdi.

MÜSLÜMANLAR VE SİYASET

Müslümanlar illegal olarak örgütlenmişlerdi. Her tarafta tarikatlar faaliyette idiler. Risale-i Nur şakirtleri alabildiğine yayılıyordu. Orada burada dağınık bir şekilde medrese dersleri devam ediyordu. Hemen hepsi meşruiyet dışında idiler. Tek imkânları, iktidarların göz yumması idi. Korkunç tarafı; MİT istihbarat taktiği içinde ve CİA ile işbirliği halinde Müslüman cemaatlerini devlet düşmanlığına teşvik ediyor, Müslümanların silahlanmaları gerektiğini savunuyordu. Biz bunları devletin kovuşturmamasından takip edip biliyorduk. Biz ise meşruiyeti savunuyorduk ve bundan dolayı da devamlı olarak rahatsız ediliyorduk. Onlar ise alenen devlete saldırıyor ve eşkiyalığı öneriyordu, hiç kimse de bir şey demiyordu!

Türkiye’deki siyasi atmosfer bu durumda iken, İzmir’de bazı gruplar Müslümanlara legal organizasyonu öneriyordu. Bunların başında Ralf Cliasun geliyordu. Kendisi ve arkadaşları, İzmir’de Kestanepazarı Derneği’ni kurup resmi dini eğitimi başlatmıştı. Remzi Güreş ve Dursun Aksoy da bir zirai teşebbüsle Müslümanları bir araya getirip organize etmeye başlamıştı. Necmettin Erbakan  İstanbul’da Gümüş Motor Fabrikası’nı kurmuştu. Biz de başta Ahmet Tahir Satoğlu, Ömer Faruk Yeğin ve Saffet Solak olmak üzere, bazı arkadaşlarla Akevler Kooperatifi’ni kurduk. Gayelerimiz, meşruiyet zemini içinde Müslümanca yaşamaktı. Devletimizle ve milletimizle bütünleşmek ama aynı zamanda dinimizi de hakkıyla yaşamaktı.

Bütün bu faaliyetlerimiz siyasi baskılara uğramakta idi. Bu yetmiyormuş gibi, devletin düzeni de bozuktu. Bir Müslüman’ın bu memlekette Müslümanca yaşaması mümkün değildi. O kadar karışık ve bozuk mevzuat vardı ki, onu uygulamak mümkün olmamakta idi. Devlet görevlileri genellikler inanmamış kişilerden oluştuğu için ahlâken son derece bozulmuşlardı. Yolsuzluk ve rüşvet adeta mübah hale gelmişti. Rüşvet vermeden, yalan söylemeden, hile yapmadan, vergi kaçırmadan çalışıp yaşamak imkânsız hale gelmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi, mabetlerdeki cahil ve bilgisiz imamlar bizi mescitten soğutmuştu. Kimse mescide gidip namaz kılamıyordu. Herkes evinde ibadet yapmak zorunda kalıyordu.

Evet, camiler açıktı, dini tedrisat kısmen yapılıyordu. Ancak bütün bunlar devletin denetiminde idi. Onların isteklerine bağlı idi. Evet, kimse eline sopayı alıp bizi camilerden kovmuyor ve ibadetten alıkoyamıyordu. Ancak topluluk o derece tefessüh etmişti ki, bu şartlarda meşru yaşamak mümkün değildi. İslâmiyet’te zina yasaktı, ama değişen şartlar içinde gençler yirmi beş- otuz yaşına kadar evlenemiyordu. Böylece zinaya zorlanıyordu. Sonra, bir defa fuhuş serbest oldu mu, artık evlilik müessesesi çöküyordu ve Müslümanların kızları koca bulamıyordu. Bu gidişin sonunda İslâmiyet’in yaşanamaz hal alması mukadderdi.

SİYASİ PARTİ KURMA  ZARURETİ

O halde, Türkiye’ye meşru düzen gelmeliydi. İnsanlar önce yolsuzluk yapmadan, rüşvet vermeden, vergi kaçırmadan, yalan söylemeden yaşayabilecek duruma gelmeliydi. Evlilik müessesesinin yaşaması için serbest cinsi ilişkiler yasaklanmalı ve evlilik müessesesi kolaylaştırılmalıydı. Aynı şekilde boşanma müessesesi de kolaylaştırılmalıydı ki herkes evlenmeye cesaret edebilsin. Bütün bunlar düzenin değiştirilmesini gerektiriyordu. Meşru yoldan düzen ancak siyasi yoldan değiştirilebilirdi. O halde bir siyasi parti kurulmalıydı. Partinin kurulmasını gerektiren başka bir sebep daha vardı:

İslâmiyet; demokratik, laik, liberal, sosyal, hakemlik sistemine dayanan bir çoklu hukuk düzenini öneriyordu.

Dünya da bu düzeni istiyor ve anayasalara geçiriyordu. Oysa anayasalarda bunların mekanizması getirilememişti. Halbuki Kur’ân ve şeriat bunların mekanizmalarını getirmişti. Batı ile Doğu medeniyetleri sentez edilerek yeni bir düzen ortaya konmalıydı. Yani insanlığın problemlerini çözecek mekanizmalara ihtiyaç vardı. Türkiye’de ise bu yönde faaliyet gösteren bir parti yoktu. Mevcut partilerin hepsi Batı taklitçisi partilerdi. Çözümleri yoktu. Batı dünyasının da çözümü yoktu. O halde bir parti kurulmalı, bu çözümleri ortaya koymalı ve bunları halka götürmelidir. Bunun tek yolu siyasi parti olabilirdi.

Okullar devlet elinde birer monopoldü. Sadece Batı aktarmacısı taklitçilerdi.

Diyanet İşleri Teşkilatı bir monopoldü, devletin elindeki bir organdı, bunu yapamazdı.

Bu ancak iki yoldan sağlanabilirdi: Ekonomik kuruluşla veya siyasi kuruluşla.

Ekonomik kuruluş araştırmalar için daha elverişliydi. Kendi kendisini finanse ederdi. Biz bunu Akevler’de kurduk ve etkili olduk. Ancak sadece bu ekonomik kuruluş yetmezdi. Bunu ülke çapında duyurmak gerekirdi. Buna ancak siyasi parti yapabilirdi. İşte o sebeple parti kurulmasında zaruret vardı.

İnkilaplardan sonra, Müslümanlar bir parya sınıfı olarak telakki edilmeye başlanmıştı. Köyün ağaları, kentin esnafı, devlet görevlileri, okumuş kimseler ve aydınlar dinden uzaklaşmıştı. Köylüler, fakirler, yoksullar, cahiller dindar olarak kalmıştı. Bunların sesi sedası çıkmıyordu. Gelen bir şamar geçen bir şamar atıyordu. Bu durum çok partili sistemde de değişmemişti. Çünkü o partilerin yöneticileri üst sınıftı. Müslümanlar sadece rey verirken hesaba katılıyor, yönetimde ise yerleri olmuyordu. Bu durumda biz kendi partimizi kurmalıydık. Siyasi haklarımızı kendi partimizle savunmalıydık. Ezilen halk bizim yanımızda yer alacak ve böylece güçlenecektik. Gerçi bize de baskı yapacaklardı. Ancak biz onlara mukavemet ederdik. Çünkü biz haklı idik ve onlardan daha bilgiliydik. Sayımız azdı ama vasfımız üstündü. Çünkü onlar eğlenirken biz çalışıyorduk.

İşte bu mülahazalarda siyasi partimizi kurduk. Biz partimize birini alırken hiç Müslümanlıktan bahsetmiyorduk. Sadece namaz kılıyor mu, içki içiyor mu, buna bakıyorduk. Bunlar bize yetmişti. Zaten laikler de içki ve dansla birbirini tanıyorlardı. Bu arada son zamanlarda önemli bir olay cereyan etti. AP,ANAP, ve DYP, MSP ve Refah Partisi’ne şiddetle saldırdılar ama kendilerine arka bahçe yapmak için tarikatları yanlarına aldılar ve onları desteklediler. Nurcuları meşrulaştırdılar. İmam hatip okulları açtılar, Kur’ân kurslarını serbest bıraktılar. İlahiyat fakültelerini kurdular. Kadrolarına namaz kılan ve içki içmeyen kişileri aldılar. Burada ortaya koydukları politika şu idi: Müslüman yetişsin ama şeriatçı Müslüman yetişmesin. Namaz kılınsın ama düzen değişmesin. Bu politikalarını CİA de destekledi. Yani MİT de bunlarla beraber oldu.

Sonunda ne oldu; tarikatlar gelişti, Nurculuk yayıldı, İmam hatipler serpildi. İlahiyatçılar etkin olmaya başladı ve bunların hepsi RP’ye karşı oldular. Ne var ki, Refahçılar da şeriatçılar da artmaya devam etti. Bu konuda Süleyman Demirel ve Turgut Özal iki tarafı idare ettiler. Bu sonuçları bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yaptılar; bunu ancak kendileri bilir. Ama sonunda Türkiye’de İslâm siyaseti hakim olmaya başladı. Kendilerine arka bahçe yapanlar bir de baktılar ki, yaptıkları bahçeler hasımlarının arka bahçesi olmuş. Çünkü insanlar aptal değildirler. Eğitimle olgunlaşırlar ama kararları akılları ile verirler. Bugün Türkçe’ye büyük bir İslâmi külliye kazandırıldı. Halk aydınlandı. Hanya’yı ve Konya’yı iyi bilir hale geldi.

MNP, MSP ve RP’yi ne gibi bir maksatla kurduğumuzu yukarda açıklamıştık. Kısaca tekrar edersek: Müslümanları meşru sahaya çekmek, Müslümanların İslâmca yaşamalarına imkan verecek meşru rejimi kurmak, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek Adil Düzen’i oluşturmak ve Müslümanları siyasi bakımdan güçlü dini bakımdan Risale-i Nur şakirtleri yüklenmişti. Ekonomik araştırma işini de Akevler yüklenmişti.

Bundan sonra ne olmalıdır veya ne olacaktır?

SİYASETTE YENİDEN YAPILANMA GEREĞİ

Türkiye Batılılaşmaya başladığından beri iki zihniyet savaş halindedir:

Bir defa, Türkiye’de herkes Batı Medeniyeti’nin alınmasında müttefiktir. Batı Medeniyeti’ne sırt çevirip çağların gerisinde kalmayı kimse önermiyor ve düşünmüyor. Farklılık, sadece Türkiye’nin İslâm kalarak batılılaşma mı, yoksa İslâmiyet’i terk ederek batılılaşması mı konusunda görüş ayrılığı vardır.

İslâmcılara göre, Türkiye İslâmiyet’i koruyarak batılılaşmalıdır. Müslüman kalarak da batılılaşmak mümkündür.

Batıcılara göre ise, İslâmiyet içinde batılılaşmak mümkün değildir. İslâmiyet terk edilerek batılılaşılabilir. İşte asıl kavga buradadır.

Batıcılar da ikiye ayrılmaktadır:

Bunlardan bir kısmı, Türkiye ateist bir ülke haline gelmelidir. Böylece İslâm’ın medenileşmedeki engel olma durumu ortadan kalkar. Diğerleri ise, Türkiye İslâm dinini başkalaştırıp veya değiştirip İslâmiyet’in geriletici etkisinden kurtarılmalıdır. Şamanizmi veya Hırıstiyanlığı kabul edebilir veya İslâmiyet’i onlara benzetebilir.

İslâmcıların görüşü de ikidir:

Birincilerin görüşüne göre; İslâmiyet olduğu gibi korunmalı, Batı Medeniyeti İslâmiyet’in müsade ettiği oranda benimsenmelidir, görüşündedirler. Diğer görüş sahiplerine göre ise; İslâmiyet ilahi bir dindir. Her devrin ve her çağın problemlerini en iyi şekilde çözer. Biz İslâmiyet’i bugünkü Batı Medeniyeti’nin verileri ile alıp asrın en idraki içinde Kur’ân’ı anlamalıyız. Bu durumda İslâmiyet bizi sadece Batı Medeniyeti’ne taşımakla kalmaz, aynı zamanda Batı Medeniyeti’nin de üzerine çıkarır.

Şimdiye kadar Türkiye’de batıcılar ile İslâmcılar arasında savaş vardı. Kendi içlerindeki ayrılık su yüzüne çıkmamıştı. Bugün ise dörtlü taksim gündeme gelmiştir:

  1. İslâmiyet üzerinde değişiklik yapmadan İslâmiyet’i terkedip batılılaşma,
  2. İslâmiyet’i koruyup batılılaşma,
  3. İslâmiyet’i değiştirip batılılaşma,
  4. İslâmiyet’i geliştirip batının üstüne çıkma, görüşlerine ayrılmıştır.

Partiler bu görüşlerini netleştirmeli ve buna göre siyaset yapmalıdırlar. Artık partiler takiyye döneminden çıkmalıdırlar. İktidar için halkın istediği gibi olma yerine, halkı istedikleri gibi yapma yoluna girmelidir. Halkı eğitme ve halkı olgunlaştırma misyonunu yüklenmelidirler. Bundan dolayı, artık parti kapatma şöyle dursun, her türlü fikri faaliyet serbest olmalıdır. Partilerin olduğu gibi görünmelerine izin verilmelidir.

Şimdi, diyelim ki partilerin görüşleri netleşti.

  1. CHP, İslâmiyet’i ateizm içinde terk ederek batılılaşmayı savunan parti olmalıdır. Bu fikri savunmalıdır. Kabul ettiği kadarına talip olmalıdır.
  2. DSP, İslâmiyet’i başkalaştıracak veya değiştirecek batılılaşmayı savunan bir parti olmalıdır. Yeni şeklini ve biçimini açıkça savunmalıdır. Buna paralel olarak MHP de bu kategoriye girebilir. DSP İslâmiyet’i sosyalleştirerek, MHP ise İslâmiyet’i kavmileştirerek batılılaşmayı savunabilir.
  3. Refah Partisi ise iki görüşün temsilcilerinden oluşmaktadır:
  1. Tutucu İslâmcılar. Bu görüş sahiplerine göre, İslâmiyet’te en küçük bir değiştirme söz konusu olamaz. İçtihat kapısı kapanmıştır. Bu şartlar içinde ne derece batılı olacaksak o kadar batılı olalım diyorlar.
  2. İçtihatçı İslâmcılar. Bir kısmı ise, İslâmiyet çağın problemlerini çözecek seviyededir. İçtihatla bu çözümleri bulabilir ve Batı’nın elde ettiği tüm değerleri biz de elde ederiz, hatta onun da üstüne çıkarız, diyorlar.

Şimdiye kadar bu iki görüş bir arada olmak zorunda idi. Çünkü zayıf idiler ve kendilerini savunma gücüne sahip değildi. Devlete karşı, hukuka karşı, basına karşı,üniversiteye karşı savunamıyordu. Onların içtihatçılara ihtiyacı vardı, şeriatçılara ihtiyaçları vardı. Bu sebeple anlaşmak zorundaydılar.

Bugüne kadar bu anlaşma ve uzlaşma, Necmettin Erbakan ile Süleyman Karagülle arasında vuku buldu.

S. Karagülle, hem batı tahsilini hem de medrese tahsilini yapmıştı ve İslâmiyet’teki içtihatları ile Batı Medeniyeti’nin üstünde fikirlere sahipti.

N. Erbakan tarikattan geliyordu. Onları iyi biliyor ve tanıyordu. İslâmi ilimlerde fazla bir derinliği yoktu. İçtihattan bihaberdi. Ancak Batı ilimlerini çok iyi biliyor ve İlmî metodoloji bakımından mahirdi. Şeriatı anlamakta zorluk çekmiyordu.

İşte bunların anlaşması, tarikatçılarla şeriatçıları, tutucularla içtihatçıları otuz yıl bir arada tutmuştur. Ancak iş uygulama merhalesine gelince, artık birlikte devam etmelerine imkan kalmamıştır.

Şimdi tarikatçılarla şeriatçılar arasında ne fark vardır? Neden birbirlerinden ayrıdırlar? Bu hususları açıklamaya çalışalım.

ŞERİATÇILAR İLE TARİKATÇILAR ARASINDAKİ FARK

Gerek tarikatçılar gerekse şeriatçılar; Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna, Muhammed2in O’nun resûlü bulunduğuna, sahabelerin üstün bir ümmet oluşturduğuna kesinlikle inanırlar. Kur’ân ve sünnete uymakta kendilerine saadet bulurlar.

Yani itikat bakımından aralarında fark olmadığı gibi amelde de fark yoktur.

Tarikatçılarla şeriatçılar arasında usûlde/metotta fark vardır.

Bunu bir örnek ile açıklayalım:

Bir rehber düşünün. Sizi istediği adrese götürmektedir. Rehbere gidersiniz ve adres sorarsınız, o da sizi istediğiniz yere götürür. Ancak rehber bu adres ve yol gösterme görevini elindeki harita ile yapmaktadır. Rehber, bu haritayı okumayı nereden ve nasıl öğrenmiştir? İşte tarikat ile şeriat arasında bu öğrenme usûlünde fark vardır. Yoksa harita aynı haritadır. Ondaki bilgiler aynı bilgilerdir.

TARİKAT METODU

Tarikat yolunda haritayı öğrenme, ‘çırak-usta metodu’ ile olur.

Rehberlik yapmak isteyen bir rehbere çırak olur ve onun yanında çalışmaya başlar. Ustası ona ne emrederse onu yapar. Ayrıca ustanın yaptığını gözetler. Zamanla haritadaki işaretleri kendisi göre göre bellemeye başlar. Kimse ona bu işaretleri tarif etmez. Ama bir taraftan kenti ve araziyi kafasına zamanla resmeder, diğer taraftan haritaya baka baka haritayı resmeder. Ondan sonra kafasında yerle harita arsında analok kurar ve haritayı öğrenir.

İnsan dili böyle öğrenir. Bunlar müşterilerine harita okumasını öğretmek bile istemezler. Bir gün gelir ustasından icazet alır ve çırak usta olur.

Kur’ân bir haritadır.

Ameller ise coğrafyadır.

Tekkeye katılıp mürit olan kimse orada şeyh ve dervişlerin amellerini bir taraftan görürler, diğer taraftan Kur’ân okurlar. Zamanla Kur’ân’ın manası ile dervişlerin hareketleri arasında bir paralellik oluşur ve halk bunların fetvaları ile amel etmeye başlar. Ne kendi aralarında ne halka bir şeyi izah etmezler.

Kur’ân’ı  ‘kal’ ile değil ‘hal’ ile yorumlarlar.

Devamlı Kur’ân ve ibadetle meşgul olmaları, onları Kur’ân ile amelleri arsında bir beraberliğe ve ahenge ulaştırır.

Burada önemli olan insandır. Ustadır. İyi bir şeyh bulunmuşsa, kişide de kabiliyet varsa, yükselme o kadar fazla olur ve Kur’ân ile böyle ilişki kurulur. Bu metodun diğer bir yararı da; amel önce, ilim sonradır. Onun için öğrenme daha güçlüdür. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Bir insan anadilini önce yaşayarak öğrenir sonra da gramerini öğrenirse, hem grameri daha kolay öğrenir hem de o dili çok daha kolay kullanır ve yorumlar. Oysa konuşmayı öğrenmeden gramer öğrenenler dili bir türlü öğrenemezler ve konuşamazlar.

ŞERİAT METODU

Şeriatçıların metodu ise tamamen farklıdır.

Siz rehbere gidiyorsunuz. Önce kentin haritası var mıdır diye soruyorsunuz. Çıkarıp size haritayı gösteriyor, hatta dayıyor veya dayatıyor. Önce bu haritadaki işaretlerin manasını soruyorsunuz. O size onları da öğretiyor. Bunun için harita üzerinde rehberle birlikte uygulama yapıyorsunuz. Bir kaç işaretin gösterdiği yere varıyor, haritayı yönüne koyuyor ve uyguluyorsunuz. Bakıyorsunuz ki, haritadaki işaretler rehberin tanımladığı manalarına uyuyor. Rehbere ücretini ödüyor ve artık haritayı siz kullanmağa başlıyorsunuz.

Burada şeriatçı size adresler göstermiyor, sadece harita temin ediyor ve sadece haritanin okunmasını öğretiyor. Siz kendi deneyimlerinizle haritanın doğruluğunu ve işaretlerin manalarını tahkik ediyorsunuz. Rehberinizin işi bitiyor. Artık kendi kendinize hareket ediyorsunuz. Bundan sonraki davranışlarınıza kendiniz karar veriyorsunuz. Rehberinizin iyi veya kötü olması fazla önemli değildir.

Şeriatta hocalar Kur’ân’ı elinize verir ve Arapça öğretirler, usûlü öğretirler. Siz Kur’ân’ı kendiniz anlamağa başlarsınız ve kendi içtihadınıza göre amel edersiniz.

Hocanız size bilgi aktarmış ve bilginin kullanılmasını öğretmiştir. Yararlanacağınız kitapları göstermiştir. Artık siz kendiniz kendi yolunuzu çizersiniz.

TEMEL BAZI FARKLILIKLAR

Tarikat yolcuyu arabaya alıp taşımak;

Şeriat ise kişiye araba verip şoförlüğe öğretme yoludur.

Kitle için tarikatın ne kadar gerekli olduğunu belirtmektedir;

Oysa yönetici için şeriatın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Tarikatta halk bilenler tarafından yönetiliyor.

Şeriatta halk bilenler tarafından eğitiliyor.

Sonra, şeriatta herkes kendi kendini yönetiyor.

Bu sebepledir ki şeriat demek demokrasi demektir.

Yani halkın kendi içtihatları ile amel etmesi demektir.

Yani halkın kendi kendisini yönetmesidir; demokrasidir.

Tarikatçılar genellikle isterler ki, halk kendilerine uysun, herkes kendi başına buyruk olmasın. Bu metot siyasetçilerin de işine gelir. Totaliter rejimler tüm halkın tarikat yoluyla yönetilmesini isterler.

Şeriatçılar da, ülkenin bir an önce gelişmesi ve halkın ileri seviyeye ulaşması için tarikatların yok olup yerine şeriatın yani demokrasinin hakim olmasını isterler.

Oysa bunların ikisi de tam olarak gerçekleşmez.

Vereceğimiz bir örnek ile konuya açıklık getirmeye çalışalım: Her turist gittiği yerin haritasını ve harita işaretlerini öğrenip kendi başına dolaşmayı başaramaz. Bundan dolayı, ülkede böyle kişi rehberliğine dayalı turizm de olmalıdır. Buna mukabil, bütün turistleri kişi turizmine bağımlı olarak hapsedip harita turizminden mahrum etmek de hatalıdır. O zaman ülkemize kendi başlarına dolaşamayan yalnız zavallılar gelir. Oysa harita turizmi de geliştirilirse; o zaman isteyen gelir rehber alır ve ülkeyi dolaşır, isteyen gelir harita alıp ülkeyi dolaşır.

Bir memlekette şeriat partileri de tarikat partileri de bulunmalıdır. Halk isteyen o partilerde isteyen o bir partilerde yer alır.

BÜTÜN PARTİLERE BİR ÖNERİMİZ VAR

Tarikat partileri kişilere ve liderlere dayanır. Onlar sistemden ve programdan anlamazlar. Onlar sadece lider kişileri tanırlar.

Şeriat partileri ise kişilere değil programlara ve sistemlere dayanırlar. Halk kişilerin değil, sistemlerin ve programların peşine gider.

Bu açıklamaya ve örneğe dayanarak gelişmişliği tanımlayabiliriz.

Geri toplumlarda ‘tarikat usûlü partiler’ rağbette olur.

Gelişmiş ülkelerde ise ‘şeriat usûlü partiler’ rağbette olur.

Bu konudaki tercih oranı, o ülkedeki gelişmişlik yüzdesini gösterir.

Bazı ülkelerde şeriat ve tarikat ayrımı yapılmadan bir parti tarikata göre kurulur ve bu parti özenti sebebiyle şeriatçı görünmeye çalışır.

Türkiye’deki tüm partiler şeriata özenen tarikat partileridir.

Ne yazık ki, ülkemizdeki hemen her parti şeriat partisi yani program partisi olmaya özenmiştir ama bir türlü böyle bir seviyeye ulaşamamıştır. Bu durum, ülkemizdeki genel seviyede kültüre sahip kitle, İmam Hatip Lisesi kaynaklı veya İslâmi ilimleri de öğrenen münevverlerdir. Bu sebepten dolayı, program partisine geçmek bunlar için daha kolay olacaktır.

Refah Partisi, program particiliğine özenen bir şahıs partisidir. Başka bir deyişle, şeriat particiliğine özenen bir tarikat partisidir.

Bizim bu konudaki önerimiz şudur:

Her partide bulunan program particileri ayrılsınlar ve program partileri kursunlar. Önerimizi mevcut partilerden örnekler vererek açıklayalım:

1-Solda: CHP program (şeriat), DSP şahıs (tarikat)

2- Sağda: BBP program (şeriat), MHP şahıs (tarikat)

3-Lâik merkezde: DYP program (şeriat), ANAP (tarikat)

  1. İslâmcı merkezde:

Refah Partisi de ikiye bölünsün ve biri program ( şeriat ) diğeri şahıs ( tarikat) partileri olmak üzere iki parti kurulsun diyoruz.

Parti ismi olarak önerdiğimizin aksi de yapılabilir. Bu konuda partiler kendileri karar vereceklerdir.

Siyasetteki bu yeniden yapılanma bazı transferleri gerektirebilir. O transferler de olsun diyoruz.

Siyasi partilerimiz halkın karşısına bu açık programlar ile çıksınlar. Hatta bu arada aşırı sol HADEP ve aşırı sağ Alevi mezheplerine de ruhsat verilsin. Mecliste her görüş temsil edilsin. Baraj %5 olsun. Barajı doldurmayanlar, oylarını istedikleri partilere aktarabilsinler. Hiç kimsenin oyu ziyan olmasın.

Akevler Ekibi olarak bu konuda şu öneride bulunuruz:

Biz, otuz yıldır bu konularda İlmî çalışmalar yapmış olan bir proje ekibiyiz. Bize ihale edildiği takdirde, her şeriat (program ve demokrasi) partisine; İslâmcı, sağcı, solcu, merkezci, lâik, aşırı sol veya sağ ayırımı yapmaksızın, kendi prensipleri içinde ‘program partisi’ olabilmeleri için ‘alternatif programlar’ hazırlayabiliriz. Bu alternatif programları ucuz bir karşılıkta kendilerine takdim ederiz.

PARTİ PROGRAMI NEDİR?

Şimdi biraz da program ne demektir, bu konuyu açıklayalım:

Tarikat partileri programlarına nelerin yapılacağını yazarlar, nasıl yapacağı hususunda bir şey söylemezler. Nasıl yapılacağını parti yöneticilerine bırakırlar. Çünkü onlara göre bu kabiliyet işidir, keramet işidir. Onların gücü bunları yapmaya yeterlidir.

Şeriat partileri ise programlarına ne yapılacağını yazmazlar, nasıl yapılacağını yazarlar. Ne yapılacağı zaten anayasalarda belirtİlmîştir ve bütün partiler için bunlar tektir. Asıl mesele bu hedeflere nasıl varılacağını keşfedip o hedeflere doğru yol almaktır. Böyle bir program günümüzde hiç bir partide yoktur. Bugün bütün partiler programlarında Atatürk ilkelerine bağlı olduğunu yazıyor. Bunların çoğu takiyyedir. Diğerleri de kendi ilkelerinin Atatürk ilkesi olarak görüyor ve onun için programında yer veriyor. Böylece program hiç bir şeyi ifade etmiyor. Sadece göstermelikten ibarettir.

Geliniz, biz sizlere gerçek programlar üretelim.

KEMALİZM İLKELERİ

Mesela, Kemalizmin ilkeleri şunlardır:

  1. Hakimiyet-i Milliye: Bu ilkenin iki manası vardır. Birincisi, devleti yönetirken yabancı ülkelerin baskısında ve güdümünde olmayacağız. NATO’dan çıkacağız ve Avrupa Birliğine girmeyeceğiz. İkincisi ise, ülke içinde de milli hakimiyet dışında bir üstün güç kabul etmeyeceğiz. Bir din veya mezhep, bir rejim veya sistem yasalarımızı bağlamaz. Millet ne isterse onu yapmakta serbesttir. “Bu dine veya insan haklarına aykırıdır” gibi bir iddia ile karşı çıkılmaz. Uluslararası anlaşmalara uyarız. Ama her zaman bu anlaşmaları bozma hakkımız vardır. Elbette bu ilkeyi gerçekleştirecek mekanizma gerekir. Burada onu anlatmıyoruz.
  2. Kuvvay-ı Milliye: Millet milli hakimiyetini kendi gücüyle sağlayacaktır. Dışarıdan alınacak yardım ve destekler milli hakimiyeti zedeler. Kuvvay-ı Milliye de iki esasa dayanır. Askeri kuvvet ve iktisadi kuvvet. Milli ordu kurulacak ve milli ordu tamamen bağımsız olacak. Ayrıca milli ekonomi olacak. Dış kredi ve yardımlar kabul edilmeyecek. Ancak eşitlik ilkeleri içinde kredileşme olabilir ve ortak yatırımlar yapılabilir. Bunların sonucu aşikârdır. Lisans sanayii, montaj sanayii, dış kredi sona erecek. Ordu NATO’dan çıkacak. Yabancı ordu ülkemizde yer almayacaktır.
  3. Vahdet-i Kuvva: Bu ilkenin iki prensibi vardır. Birinci prensibe göre, ülkede tek parti ile yönetim yapılacak ve yönetim merkezi olacaktır. Her yerde parti teşkilatı bulunacak ve halk arzularını merkeze parti aracılığı ile ulaştıracak. Seçimler tek partinin adayları içinde olacak. Halk, sistemi ve rejimi değil, kişileri seçecek. Meclis, yöneticileri seçecek. Kanunlar hükümetler tarafından hazırlanacak ve meclis onaylayacak. Valiler ve belediye başkanları merkezden atanacak. Tek meclis olacak, Anayasa mahkemesi olmayacak. Yargı bağımsızlığı karar safhasında olup savcı bağımsızlığı olmadığı gibi yargıç güvencesi de yoktur. Herkes tek tip öğrenim yapacak. Mabetler tek tip olacak ve herkes aynı ibadeti yapacak. Medreseler açılmayacak, tarikatlar serbest olmayacak. Vahdet-i Kuvva ilkesinin ikinci prensibine göre de, özel sektör olmayacak. Halk küçük ve orta teşebbüs olarak yapabileceğini kendisi yapacak, ama halkın yapamayacağı işler özel sektör tarafından değil de devlet sektörü tarafından yapılacak. Yani özelleştirme yapılmayacak, devletçilik devam edecek. KİT’ler korunacak. Yeni KİT’ler üretilecek. KİT’lerin zarar etmesi devletin ağır vergileri sebebiyledir. Özel sektör vergi kaçırıyor, devlet sektörü kaçıramıyor, bundan dolayı KİT’ler zarar ediyor.
  4. Lâiklik İlkesi: Lâikliğin iki yönü vardır. Birincisine göre, din İlmîleştirilmelidir. Dindeki hurafeler ve safsatalar ayıklanmalıdır. Dindeki ilme uymayan taraflar atılmalı ve ilme uyan taraflarıyla din tek din olarak serbest bırakılmalıdır. Bunu da devlet Diyanet İşleri Teşkilatı eliyle yapmalıdır. Bu teşkilat devlet içinde bir organ olmalıdır. Dinin bu İlmîleşme en uygun din İslâmiyet’tir ve en uygun mezhep de Hanefi Mezhebi’dir. Devlet bu mezhepte ıslahat yapmalıdır. Tedrisatı buna göre vermelidir. Laikliğin başka bir yanı da, devlet yönetiminde din adamlarının değil ilim adamlarının sözleri geçerli olmalıdır. Din devlet yönetiminde etkili olmamalıdır.( Faziletli ve dindar kimseler devlet yönetiminden uzak tutulmalıdır. Bu bir düstur değildir ve pratik uygulama şeklinde ortaya çıkmıştır.)

Kemalizm ilkelerinin bunlar olduğunu her ilim adamı teslim eder. Türkiye’de Atatürkçülük çığırtkanlığını yapan kalabalık bir aydınlar güruhu vardır. Takiyye değil de gerçekten Kemalizm ilkelerini benimseyen bir parti kurulsa, acaba on beş kişi bulunabilir mi? Beyler, işte bu samimiyetsizlik, bu takiyyecilik, bu iki yüzlülük, ülkemizi bu halde tutuyor. Kemalizm ilkelerine zorla yemin edeceksin, sonra bir tanesine bile uymayacaksın. Sadece İslâm düşmanlığında onları istismar edeceksin.

Mustafa Kemal ne din ne de İslâm düşmanı idi. Mustafa Kemal İslâmiyet’in rasyonel din olduğuna inanıyordu ve rasyonel İslâmiyet’e taraftar idi.

Kemalizm esaslarını benimseyen bir parti ortaya çıkar ve bunları tespit eder. Bazı ilkelerden vazgeçebilir. Onu da açıkça söyler. Sonra da bu ilkelerin mekanizmalarını ortaya koyar. Biz, karşılığı ödenmek şartıyla, kendilerine bu konuda yardımcı olabiliriz. Bu ilkeleri benimseyen bir parti kurulur ve seçime girer. İstediğimiz budur ve gelecekte bunlar olacaktır. Evrim gereği bu böyledir.

PROGRAMCI HALKÇI PARTİ

Biz şimdi sizlere kurulmasını istediğimiz programa (şeriata) dayalı halkçı (İslâmcı) partinin programını örnek olarak sunuyoruz. ‘Halkçı’ dediğimizde, Cumhuriyet Halk Partisi zannedilmesin. Halk Partisi ‘halkçı’ derken ne kastetmiştir, bu tam olarak bilinmiyor, bu sebeple bir şey diyemiyoruz. Biz ‘halkçı’ dediğimizde ‘içtihada dayalı bir sistem’ kastediyoruz. Halkın kendisi ‘dayanışma ortaklıkları’ içinde organize olacak ve herkes kendi kendisini yönetecektir. Yerinden yönetim olacaktır.

PROGRAM

“ Şeriatçı İslâm Partisi” sözü yerine, bundan böyle “Programcı Halkçı Parti” adını kullanacağız. Böylece anayasa terimleri içinde kalacağız ve bunu PHP olarak rumuzlandıracağız.

Madde-1

PHP, anayasada değişmez maddeler içinde ifadesini bulan ve “Ülkesiyle ve milletiyle bir bütün olan Türkiye’de Türklerin kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, insanlık camiası içinde yerinden yönetime dayalı demokratik, lâik, liberal ve sosyal çoklu bir hukuk devletidir. Buna aykırı her türlü mevzuat mülgadır. Aykırılık, tarafların seçeceği hakemler kararı ile tespit edilir” şeklinde ifade edilecek hükümlerin anayasada yer almasına istihdaf etmiştir ve bu yolda Türkiye’de büyük inkılabı gerçekleştireceğine inanmaktadır.

Madde- 2

Yukarıda belirtilen bir anayasa maddesinin anayasada yer alması için partilerarası bir İlmî heyetin oluşturulmasına çalışır. Her yüzde beş oy oranı için bir ilim adamı heyete alınır. Seçimlerden önce de PHP bir partinin kontenjanında yer almaya çalışır. Anayasanın bu maddesi, partilerarası uzlaşmayla tespit edilmelidir. Uzlaşılamayan hususlar için her parti kendine göre maddeler koyacaktır. Seçime öyle gidilecektir. Seçimden sonra partiler yeniden ilim heyeti oluşturacaklar ve maddeye son şeklini vereceklerdir. Uzlaşılan hususlar anayasada yer alacaktır. Yani, ilim heyetinin ittifak ettiği hususlar ‘anayasa’ olacaktır.

Madde- 3

Partimiz, 1924 Lozan Anlaşmaları ile sabit olan sınırları esas alıp uluslararası uzlaşmalar olmadan her hangi bir toprağı ülkeye ilhak etmez. Bir toprağın dışarıya bırakılmasına da izin vermez. Hatay ülkemizin toprağıdır. Kıbrıs ülkemize dahil değildir. Biz ülke dışındaki toprakları yönetenlerin iç işlerine karışmayız. Onlar da bizim iç işlerimize karışamazlar. Ülkemiz dışında bulunan dindaş veya ırkdaş veya ülküdaşlar her zaman ülkemize iltica edebilir ve Türkleşebilirler. Biz onları bulundukları yerlerde koruyamayız.

Madde- 4

Millet, Türkiye’deki Türklerden oluşur. Türkiye’de yaşayan, Türkçe konuşan, kendi isteğiyle Türk ordusunda askerlik yapan ve bir yabancı ülkenin himayesine sığınmayan herkes Türktür. Türkiye’de Türk olmayan vatandaşlar da yaşayabilir. Onlar askere alınmazlar ve bedel öderler. Savaşa katılmak zorunda değildirler.

Madde- 5

Devlet yüze yakın bağımsız ile ayrılır. İller iç işlerinde tamamen bağımsızdırlar. Ülke savunmasına vergi ve asker iler katılırlar. Türkiye’de ona yakın bölge bulunur. Her bölgeyi savunmak için bir ordu görevlendirilir. Bir ordu tüm ülke halklarının katılması ile oluşur. Bir bölgenin halkından bir ordu oluşturulamaz. Halk askerlik hizmetini kendi bölgesinde yapamaz. Bu uygulama, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğün mekanizmasıdır. Türkler, iskitlerden sonra Slavlardan ayrılan Türkler, tarihte Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini ve medeniyetlerini kurmuşlardır. Gittikleri yerlerde yerli halklarla karışarak değişik milletleri oluşturmuşlardır. İstiklal Savaşı’ndan sonra saflaşan Müslüman Türk halkı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Buradaki Türklerden maksat, dördüncü maddede tanımlanan halktır.

Madde- 6

Türkiye’nin sınırları Misak-ı Milli’de çizilmîştir. Sonra bazı tavizler verilmîştir. Batı Trakya, on iki adalar, Hatay, Musul, Nahcivan, Batum, Kıbrıs tartışmalı yerlerdendi. Bunlardan Hatay ülkeye ilhak edİlmîş, başkalarından vazgeçilmîştir. Şimdi Türkiye halihazır toprakların olduğu yerdir. Bu durum anayasamızda değişmez maddeler içindedir.

Madde- 7

Cumhuriyet, bir yönetim şeklidir. Devletin başına hanedana bağlı olmadan gelen kişilerce yönetilmesidir. Geliş şekli seçimle yapılmaktadır. Türkiye saltanatı kaldırmış yerine cumhuriyet rejimi tesis etmiştir. PHP cumhuriyet ilkesini tamamen benimsemektir. Devlet başkanlarının, partilerden sıralama veya ittifak usûlü ile orgenerallerden seçilmesini önermektedir. Bugünkü ekseriyet seçimini hem adil bulmamaktadır, hem de bu seçim sistemi tarafsızlık ilkesine uymamaktadır. Biz rütbelerde sivil – asker ayrımı yapmadığımız için devlet başkanlığına profesör veya generalin getirilmesini zaruri görüyoruz. Ancak profesörler o seviyede askeri eğitim görmemektedirler. Bu bakımdan askerlerden başkan seçilmesini uygun görürüz.

Madde- 8

İnsanlık: Yeryüzü bütün insanlarındır. Kıtalara ayrılmıştır ve kıta toprakları ülkeler temlik edilmîştir. Ülkeler güvenlik sağlamakla yükümlüdür. İnsanlık camiası cehaletle savaşarak insanlığın evrimini sağlar. Kıtalarda araştırmalar yapılır. Uluslararası hakemlere uymayı taahhüt eder. Uluslararası hakemlerin aldıkları kararlara uymayanlara karşı, uyanların yanında gerekirse savaşır. Kendi hakemiyle temsil edilip savunma hakkı tanınmayan hiçbir karara Türkiye uymaz ve taraf olmaz.

Madde- 9

Yerinden yönetim: Yerinden yönetim ilkesi illerin bağımsız olmasıdır. Devlet, ülkenin dış savunmasını ve iller arasındaki ilişkileri düzenler. Ülkelerin iç işlerine karışmaz. Birleşmiş Milletler’in ülkelerin iç işlerine karışma hakları yoktur. Devletin de illerin iç işlerine karışma yetkisi yoktur. İller de bucakların iç işlerine  karışma yetkisine sahip değildir. Bucaklar da ocakların iç işlerine karışamazlar. Ocaklar da kişilerin kendi işlerine karışamazlar. Hakim devlet değil hadim devlet vardır. Merkezler taşralara emretmez, taşralara hizmet eder. Taşralar kendi mevzuatını kendileri hazırlar. Merkezlerin mevzuatını taşranın temsilcileri hazırlar. Yerinden yönetimin mekanizması budur.

Madde- 10

Demokratiklik: Demokratiklik, yerinden yönetim ilkesiyle sağlanabilir. Ülke yüze yakın illere ayrılacaktır. Merkezin kanunları illeri bağlamayacaktır. İllerin, merkezde olduğu gibi yüz kişilik parlamentosu olacak, başkanları olacak, bakanlar kurulu olacaktır. Kendi kanunlarını kendisi yapacak, kendi bütçeleri kendilerine ait olacaktır. Buna karşılık ona yakın bölge merkezindeki iller ise merkeze bağlı olacak, orada merkezin mevzuatı uygulanacak, buralara merkezden atanacak kimseler tarafından ödenecektir. Buralarda büyük teşebbüsler oluşturulacak be bu teşebbüslerdeki üretimlerden alınacak vergiler merkezin olacaktır. Ordu birlikleri bu merkezlerde oturacaktır. İl içi güvenlik il jandarma teşkilâtına ait olacaktır. Herkes bir yıl orduda askerlik yapacaktır. Kalan altı ayını herkes kendi ilinde jandarma olarak tamamlayacaktır.

Benzer şekilde iller yüze yakın bucakları ayrılacak ve bucaklar bağımsız olacaktır. Bucaklar kendi kamu hukuklarını kendileri oluşturacaktır. Ceza mevzuatlarını kendileri oluşturacaktır. Kendi bucaklarında işlenen suçların cezaları orda verilip infaz edilecektir. İlçe merkezlerinde hakemler olacak, mahkemeler bucaklarda kurulacak, kararları tarafların seçtiği hakemler verecektir. İç güvenlik iller tarafından sağlanacak, ayrıca ilçelerde resmi hizmetler yapılacaktır. İlçe  merkez bucakları ise illerin atadığı görevliler tarafından yönetilecektir. Bucaklar yüze yakın ocaklara ayrılacaktır. Ocaklar kendi işlerini kendi şuraları tarafından alınan kararlarla yürütecektir. Kişiler de kendileri ile ilgili işleri kendi istedikleri gibi yapacaktır.

Sözleşme bağımsızlığı vardır. Herkes sözleşmeye uymak durumunda olacaktır. Kamu hukuku ile ilgili sözleşmeler bucak, il, devlet ve insanlık kademelerinde olacaktır. Oysa özel hukukla ilgili mevzuat toplu sözleşmelerle oluşacaktır. Bu sözleşmeler de on kadar olacaktır. Tüm insanlık arasında organize olmuş olacaktır. Herkese kendi sözleşmesi uygulanacaktır. Nizalarda ispat külfeti kime ait değilse onun hukuku uygulanacaktır.

Laiklik: İnsanlar coğrafi olarak bölgelere ayrılır ve kamu hukukunu her bölge kendisi hazırlar. İnsanlar istediği bucaklarda yaşayarak kendi istedikleri hukuk içinde yaşarlar. Bunun dışında insanlar İlmî, hissi haklarını dini, çalışma haklarını mesleki, yaşama haklarını ise siyasi dayanışma ortaklıkları içinde korurlar. Bucak, il, devlet ve insanlık içinde organize olan bu ortaklıklardan; İlmî dayanışma ortaklıkları bilgisizlikten, mesleki dayanışma ortaklıkları becerisizlikten, dini dayanışma ortaklıkları ihmalden doğan zararları ve siyasi dayanışma ortaklıkları kasten işlenmiş suçları tazmin eder. Yaşama erkini İlmî, yürütme erkini mesleki, denetleme erkini dini ve yargı erkini siyasi dayanışma ortaklıklarından oluşmuş şuralar tarafından kullanılır. Bir sosyal erkin diğer sosyal erke tahakküm etme yetkisi olmadığı gibi bir sosyal erk içindeki çoğulcu gruplaşmalarında birbirlerine tahakküm etme yetkisi yoktur. Yani dini kuruluşlar diğer İlmî, siyasi ve mesleki kuruluşlara tahakküm edemezler ve ayrıca bir dine mensup olanlar da diğer dine mensup olanlara tahakküm edemezler. Devlet bir dinin emrinde olamaz. Buna lâiklik diyoruz.

Liberal: Herkesin emeği kendisinindir. Emeğini dilediği şekilde değerlendirir ve kendi emeğiyle üretilen kendisinindir. İnsanlar kollektif üretir, şahsen tüketir. Kollektif üretimde herkese pay belgesi verilir, bu paradır. Sonra üründen bu pay belgesi ile payını alır. Bu belge paradır ve kamu garantisidir. Para ve değerli senetleri ihraç hakkı devletindir. Devlet bunu kredi olarak halka dağıtır. Sonunda kollektif üretim olur. Bunun iki yolu vardır:

Birincisi, devlet işletmelere kredi verir. İşletme çalışanları ham madde verenlere paylarını verir. Sonra ürünler fiyatlanır. Bu pay belgeleri ile malları bölüşürler. Diğeri ise, herkese devre başında tüketim kredisi verilir ve onlar yılbaşında peşin ödeyerek sipariş verirler. Böylece herkes üreteceği malı peşin satma imkanını bulur. Yani devletin vereceği kredi ile halk istediği  işi yapmak gücüne ulaşır. Aynı zamanda kollektif üretim ve bölüşüm olmuş olur.

Bunun için kabul edilen iki temel kural vardır: Biri, devlet krediyi faizsiz verir ve üretimden vergi olarak pay alır. Diğeri de, kredi tekellere verilmez, halka verilir ve halk onu dilediği şekilde değerlendirerek halk ekonomisini oluşturur.

Sosyallık: Yeryüzü bütün insanlığındır. Yaşayanlar atalarından devralırlar ve onu kira karşılığı imar ederek çocuklarına devrederler. Çalışanların emek hakları olduğu gibi çalışmayanların da kira payları vardır. Bu sebeplerdir ki kolektif üretimden vergi olarak kira payı alınır ve bazı çalışmayanlara veya çalışamayanlara bölüştürüp onların yaşamaları sağlanır.

Bu dört temel ilke, Batı dünyasında demokrat, lâik, liberal ve sosyallik olarak ifade edİlmîştir. Ancak Batı’da bunların mekanizması getirilememiştir. İslâmiyet ise şeriat ile demokrasiyi, dayanışma ortaklıkları ile lâikliği, karz-ı hasen ile liberalliğe ve zekât ile sosyalliği realize etmiş, bunların oluş mekanizmalarının getirmiştir.

Bunlar devletin dört temel vasfıdır. İnsanlık içinde olma ve yönetimin yerinden olması ise zarfdır. Bütün bunlar devletin hukuk devleti olmasıdır. Ne var ki, tek hukuklu düzen demokrat olamaz, lâik olamaz. Demokrasi ekseriyet sistemi ile kurulamaz, nisbi sistem ile demokrasi gerçekleşir. Nisbi sistemin başarılı olması için yerinden yönetim şarttır. Tek partili sistemde, tek mezhepli bir düzende, tevhid-i tedrisatın olduğu bir düzende lâiklik söz konusu olamaz. Nisbi temsil ve çoklu sistem ancak demokrasi ve lâikliği birlikte yürütür.

Eğer bu ülkeyi ekseriyet sistemi ile yöneteceksek, bu ülkenin çoğunluğu Hanefi’dir, o halde ülke Hanefi düzen ile yönetilecektir. O zaman lâiklik kalmaz. Peki Hanefi hukuku ile yönetilecek. O zaman da milli hakimiyet olmaz. Hasılı, çelişkili bir durum be sistem vardır. Çelişkili sistemde hukuk düzeni olmaz. İşte o zaman askeri düzen zaruri olur. İşte Türkiye’de sık sık askeri müdahale bundan olmuştur. Gerçek lâiklik ve demokrasi yalnız şeriat düzeninde vardır.

Hukuk düzeni: Hukuk düzeninin esası insanların kişilere karşı değil, yazılı hukuka ve sözleşmelere karşı sorumlu olmasıdır. Kişi baştan hareket ederken ne ile karşılaşacağını bilecektir. Yalnız burada mevzuatı kim yorumlayacaktır? Bugünkü Türkiye’de atanmış hakimler yorumlayacaktır. Kişi çevresinde bulunan hakimin kendi sözleşmesini nasıl yorumlayacağını nasıl bilecektir? Mevzuatın alabildiğine çoğaldığı ve halkın artık birbirini tanıyamadığı bir düzende hakim sistemi ile hukuk düzeni oluşturulamaz. Hukuk düzeni ancak tarafların seçeceği birer hakem ile, iki hakemin seçeceği baş hakemin kararlarına uymak zorunda olursa gerçekleşir. Mevzuatı hakemler yorumlayacaktır.

Yargının dört temel öğesi vardır: Önce olayların tespiti gerekecektir. Sonra fiillerin karşılığı belirlenecek yani hüküm verilecektir. Sonra verilen hükümler yerine getirilecektir. Son olarak hükümlere uymayanlara yaptırım uygulanacaktır. Devlet buna göre organize olmuş olacaktır. Soruşturmayı ve olayların tespitini resmi soruşturmacılar yapacaktır. Bunlar ilçede bulunan serbest soruşturmacılar olacaktır. Bunları ilçelerde siyasi partiler güçlerine göre atayacaklardır. Ehliyetler devletçe verilecek, atamalar partilerce yapılacaktır.

Taraflar hakemleri seçecekler, baş hakemi hakemler seçecektir. Davayı bunlar hükme bağlayacaklardır. Yargıç davayı yürütecektir. Ne soruşturma yapacak ne de hükme bağlayacaktır.

Hukuki infaz mahkumun rızası ile yapılacaktır. Hukuki infaza direnenlere askeri infaz uygulanacaktır. Askeri infazı jandarma birlikleri yapacaktır.

Burada belirlenecek temel nokta; Eyalet Yönetimi merkezden atanacak valilerle olacaktır. Bunlar orgenerallerden atanmalıdır. Devlet başkanı da orgeneral olmalıdır. İllerdeki valiler ise en az yede subaylık yapmış yüksek tahsillilerden olmalıdır. İlçe kaymakamları da bunlardan oluşmalıdır. Bunlar aynı zamanda jandarma birliklerinin de komutanı olmalıdır. Bucaklar bağımsız hukuk birimleri oluşturmalıdır.

Bucaklar kendi güvenliklerini kendi korucuları ile korumalıdır. Başkan bucağında sıkıyönetim ilân edebilmeli ve ilçeden jandarma takımını isteyebilmelidir. Yönetimi tamamen askeri yönetime teslim etmelidir. Bucak başkanları, istedikleri zaman da birliğin geri dönmesini isteyebilmelidirler.

Bölgelerde ordu birlikleri olacaktır. İller kendi iç güvenliklerini jandarma birlikleri ile sağlamalıdır. Sağlayamadıkları zaman bölgeden askeri birlik isteyebilmelidir. İldeki yönetimi onlara teslim etmelidir. Valiler, gerekli gördükleri zaman da askeri yönetime son verebilmelidirler.

Ordu sivil yönetimden tamamen uzak olmalıdır. Önce Cumhurbaşkanları asker olmalı ve bölgelerdeki ordu komutanları doğrudan cumhurbaşkanına bağlanmalıdır. Her ordu o bölgenin savunmasını yüklenmeli, komutan ve erlerin bölgelerini değiştirmemelidirler. Emekli orgeneraller de dahil olmak üzere tüm orgenerallerden oluşan askeri şura oluşmalıdır. Dış işleri ve savunma ile ilgili kararlar buradan geçtikten sonra meclise gelmelidir. Ordunun gelirleri anayasa ile belirlenmelidir. Bütçenin beşte biri orduya ait olmalıdır. Ordular, ayrıca kendi tüketimleri için üretim yapabilmelidirler.

Sivil yönetim askeri yönetime askeri yönetim de sivil yönetime asla karışmalıdır. Ordunun  tek görevi dış savunmadan ibarettir. İç düzensizlik dış savunmayı da tehlikeye düşürürse, bunun tek çaresi genel seferberlik ilan ederek yönetimi geçici olarak orduya devretmekte olur. Buna da başkan karar verir, yürürlüğe koyar ve kaldırır.

Çıkan niza (anlaşmazlık) olduğunda, anayasanın esas maddesine aykırı olduğuna doğrudan karar verilebilecektir. Bu karara il yüksek hakemleri nezdinde itiraz edilebilecek. Onların kararına da ülke üstün hakemleri nezdinde itiraz edilebilecektir. Bir kararda bir mevzuatta taraf olan bir hakem artık taraf olamaz. Baş hakemler arasında hakemler oluşturulur. Böylece içtihadın tevhidi sağlanır. Hukuk devleti bu demektir.

Bu sayede devletin mevzuatı antidemokratik hükümlerden arındırılmış olur

 



© 2024 - Akevler