YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2440 Okunma
YUSUF 75-76

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 23

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قَالُوا جَزَاؤُهُ مَنْ وُجِدَ فِي رَحْلِهِ فَهُوَ جَزَاؤُهُ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ(75) فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاءِ أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنْ وِعَاءِ أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ(76)

 

قَالُوا جَزَاؤُهُ

(QAvLUv CaZAEuHUv)

“Cezası dediler.”

Burada “diyenler” Hazreti Yusuf’un kardeşleridir. Bundan önce müezzin sormuştu; onlar da ‘biz hırsız değiliz’ demişlerdi. Müezzin de o zaman, ‘eğer içinizden birinde bu tas çıkarsa ne olacaktır’ demişti. Onlar soruyor.

Verilecek ceza üzerinde pazarlık yapılır mı?

Mevzuat ne ise ona göre ceza verilir. Ne var ki ceza hukukunda mevzuat tanzimi Hazreti Musa’dan sonra başlamıştır. Ondan önce özel hükümler vardır. Ama ceza hukukunda yöneticilerin takdiri söz konusudur. Devlet aşamasında cezalandırma öyle idi. Kabile reisi ne takdir ederse o ceza verilirdi.

Hazreti Nuh peygamber zamanında şeriat gelmeye başladığında kanunlar yapılmaya başlanmıştı. Yalnız yazılı şifahi hukukun yerini henüz yazılı hukuk almamıştı. Çünkü henüz harf yazısı yoktu. Halkın okuyup yazması söz konusu değildi. Hukuk hâlâ şifahi hukuk olarak devam ediyordu. Harf yazısı Hazreti Musa’dan biraz önce bulunmuş ama yaygınlaşmamıştı.

Tevrat’taki ilk vahiy Mezopotamya’da olduğu gibi tabletlerde yazılmıştır. Ama sonraları Ninova’da bulunan harf yazısını İbraniler de öğrenmiş, Tevrat’ı tüm İsrail oğullarına öğretmişlerdir. Yazılı ceza hukuku Tevrat’tan sonra doğmuştur. Hazreti Yusuf zamanında şekil yazısı ve çivi yazısı vardır, harf yazısı yoktur. Henüz ceza hukuku kanunlaşmış değildir. Verilecek ceza yöneticinin takdirine kalmıştır.

Müezzin ‘cezanız nedir’ diyor.

Burada “Hu” zamiri getirilmiştir; “onların cezası” demiyorlar da, “onun cezası” diyorlar. Soru da öyle sorulmuştur. Siz yanlıyorsanız, yani içinizden biri tası çalmışsa, onun cezası nedir diye soruyor. Oradaki zamirin işaret ettiği kimse kelamda yoktur. Sadece “siz kâzib iseniz”de mevcuttur. ‘Siz kâzib iseniz, içinizden biri çalmışsa, onun cezası nedir’ diye sormaktadır. Onlar da cezası yani sorduğunuz kimsenin cezası diye cevap veriyorlar.

Cezası, cezası” diye burada üç yerde tekrar edilerek vurgulanmıştır. Cezada şahsilik ilkesi vardır. Bugünkü anayasalarda yer alır. Ceza şahsidir. Mısır’da da bu bilinmektedir. Onun için çoğul getirilmiyor.

İki kişi birlikte hırsızlık yapsa, biri kapıyı kırsa ve dışarıda dursa, diğeri de içeri girip çuvalı alıp kapıdan uzatsa. Dışarıdaki de çuvalı alıp kaçsalar. Sonra yakalansalar ve itiraf etseler. Olayı böyle anlatsalar, sadece içeridekinin kolu kesilir. Eğer çuvalları ikisi tutup birlikte çıkarırlarsa ikisinin kolları kesilir. Fıkhın hükümleri böyledir.

Bu hüküm mübaşir varken müsebbibe ceza verilmez ilkesine dayanır. Bununla cezaların şahsilik ilkesi bu kadar kesindir.

Batılılar İslâmiyet’ten bu hükümleri almışlar ama uygulamada nerede olduklarını bilmezler.

Cezaühu” mübtedadır. Haberi mahzuftur. Çünkü ikinci “cezaühu” haber olmalıdır. Kendisi kendisine haber olmuş olur. “Cezaühu cezaühu”nun mânâsı olmaz. “Men Vücide Fî Rahlihi” haber olabilir. Cezası rahlinde/yükünde tasın bulunduğu kimsedir denmiş olur. O takdirde “Fahuve Cezaühu” cevabına gerek kalmaz. O takdirde de “Fe” harfinin hükmü ortadan kalkar. Haberi mahzuftur. Ya da haberi bağımsız cümledir. Birinci ceza ikinci ceza ile sınırlandırılmıştır. Kimin yükünde bulunursa onun cezası cezası olacaktır denmiş olmaktadır.   

مَنْ وُجِدَ فِي رَحْلِهِ

(MaN VuCiDa FIy RaXLıHIy)

“Kimin rehalinde bulunursa.”

“Kimin rehalinde, kimin yükünde bulunursa.” Bundan önce “Rihal” kelimesi geçmişti. Çoğul olduğunu belirtmiştik. Burada onun tekili getirilmiş olmaktadır; “onun rehalinde, onu yükünde”.

Çok açık bir şekilde herkesin yükünü yüklediği deve vardır. O yük onundur. Belki sonunda ortak olacaktır. Ama herkes kendi yükünden sorumludur. İş bölümü vardır. Sorumlu vardır. Çalınmış bir mal senin evinde bulunursa sen onun kim tarafından getirildiğini kanıtlayamazsan onu sen getirmiş olursun. Çünkü evini koruma yetkisi ve görevi sana aittir. Kimin yükünde bulunursa o sorumlu olacaktır.

Burada bu vesileyle basit bir kuralı izah etmeye çalışalım. Bir işin oluşabilmesi için pek çok sebep işlenmiş olur. Şartlar yerine getirilir. Sonunda birisi o sebebi işler. Buna “başlatıcı sebep” diyoruz. Tetiği çeken adamı öldürmüş olur. Kimin çuvalında bulunursa suçu o işlemiş olur.

Peki, o suçun işlenmesine pek çok kimsenin katkıda bulunduğu sabit olunca neden ona ceza vermiyoruz?

Cezada gaye caydırıcılıktır. Suçu tasarlamak ve hazırlık yapmak suç değildir. Fiili yapmadığına göre pişman oldun demektir. İnsanı sonuna kadar suç işlemekten vazgeçirmek için ona tevbe kapısını açık bırakıyoruz. Eğer sebepleri cezalandırsak o zaman sebepleri suçlu yapmış ama suç işlenmemiş olursa yine cezalandırmış oluruz.

Batı İslâm’ın bu mantığını anlamamış ve sebepler, şartlar, teşvikler için cezalar koymuştur. Böylece cezanın önleme fonksiyonu yitirilmiş olmaktadır.

Evet, kimin rehalinde tas bulunursa suçlu odur, o cezalanacaktır. Diğer kardeşler ve diğerleri ise hırsızlık cezasına katılmazlar. Demek ki cezanın şahsiliği ilkesi Mezopotamya’da mevcuttur. Kardeşleri bunu söylemektedirler. Mısır’da da aynı şahsilik ilkesi mevcut bulunmaktadır.

İlk uygarlık Mezopotamya’da Hazreti Nuh, Hud, Salih ve Lut tarafından tesis edilmiştir. Vahye dayanan uygarlıktır. Bugün yapılan araştırmalar sonunda ortaya çıkmıştır ki yeryüzünde ilk ve tek uygarlık Mezopotamya uygarlığıdır. Ondan sonra onun etkisiyle Mısır uygarlığı doğmuştur. Dolayısıyla Mısır uygarlığı peygamberlerin uygarlığıdır. Tarihte peygambersiz doğan uygarlık yoktur. Yunan uygarlığı da İbrani uygarlığıdır. Yunanistan’ı Dorlar istila eder. Onlar da Batı Anadolu’ya, Trakya ve İtalya’ya göç ederler. Batı Anadolu’ya göç edenler orada Tevrat’ı bilen Lidyalılarla tanışırlar. Orda ayrıca Mezopotamya uygarlığını bilen Lidyalılar da vardır. Orada yetiştikten sonra Yunanlılar tekrar Yunanistan’a dönerler ve orada uygarlığı geliştirirler. Roma uygarlığı da Kıbrıslı Zenon’un Tevrat’ı öğreten ekolü ile gelişmiştir. Stua ekolü ile Tevrat laikleştirilmiştir. En önemlisi bugünkü Batı uygarlığı da İslâm uygarlığıdır. Onun etkisiyle ve Hıristiyanlığın üzerinde kurulmuş uygarlıktır.

Hâsılı, dünyada ne kadar iyi şeyler varsa hepsi İlâhi öğretilere dayanır.

Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığı olduğu için müesseselerin çoğu başlangıçta İslâmiyet’e uygundur. Bozulma sonraları olmuştur.

Hazreti Yusuf’un kıssasını okurken o günkü yönetimi sonraki Firavunlar yönetimi kadar zalim görmemek gerekir.

فَهُوَ جَزَاؤُهُ

(FaHuVa CaZAEuHUv)

“Onun cezası odur.”

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bir şart cümlesinin sonrasında “Fa” harfi getirilirse hükmün genel olduğu anlaşılır. “Men” zaten umum edatıdır. “Fa” bu umumluğu teyit eder. Kıyas yapmaya gerek kalmadan hüküm genişletilmiş olur. “Bana gelirsen sana ikram ederim”de eğer “Fe”siz söylersen bir defa gelişte sana ikram ederim çıkar. “Fa” ile cevap cümlesini yaparsanız o takdirde her ne zaman gelirsen her geliş sırasında sana ikram ederim demek olur. Buradaki “Fa” da bunun için getirilmiştir. Aslında bu cümlede bu tamimi ve tahsisi belirtmek için getirilmiştir. Yani kimin yükünde bulunursa o suçludur, ona ceza verilir. Başkasına ceza verilmez Üç yerde “cezaühu” kelimesi izhar edilmiştir. Ayrıca “hu” kelimesini tekrar edebilmek için cezanın da tekrarı gerekir. Başka türlü izafet yapılamaz.

Hırsızlık yapan kişiyi yakalayıp köle olarak satma anlamı çıkabilir. Yahut onun kolunu kesme anlamı çıkabilir. Savaş dışı kölelik İslâmiyet’te kalktığı için bu cümlenin mânâsı ona ceza veririz, yani onun kolunu keseriz şeklindedir. Mezopotamya hukukunda kat kat ödeme şeklinde hükümler vardır. Yani hırsız çaldığı malın iki veya dört katını öder. Ödeyemezse zorunlu çalıştırma yerinde çalıştırılır.

Kur’an hukukunda da nisab vardır. Ondan aşağı miktarda çalarsa kolu kesilmez. Bu sünnetle sabittir. İcma da vardır. Kur’an’da da kim hırsızlık yaparsa ona ceza verin demiyor, hırsıza ceza verin diyor. O halde hırsızlığı sanat hâline getirene ceza verin demektir. Zina da böyledir. Bu sebepledir ki sevişmenin cezası yoktur. Cinsi ilişki sopa cezasının nisabıdır. Nisab yoksa ceza da yoktur.

O halde ne yapılacaktır?

-Nisabdan az çalana ceza verilmeyecek midir?

-Zina gerçekleşmezse ceza verilmeyecek midir?

Bunlar için tazir cezaları verilir. Hırsıza çaldığının birkaç misli ödetme cezası konabilir. Bu da kol kesme değil para cezası olur. Yalnız Kur’an’da hırsızlığın nisabı zikredilmemiştir. O halde bunu her bucak kendisi belirleyecektir. Bucak bunu yüksek tutarak kimsenin kolunu kesmeyebilir.

كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ (75)

(KaÜAvLiKa NaCÜIy elJAvLıMIyNa)

“Zalimleri böyle cezalandırırız.”

Burada hırsız zalim olarak vasfediliyor.

Zalim kimdir, yahut zulüm nedir?

Bir topluluk oluşur. O topluluk kurallar koyar. O kurallara göre herkes hak ve vazife sahibidir. Ona göre borçlu ve alacaklıdır. Bu düzenin oluştuğu etkin topluluk bucaktır. Bütün hukuk orada düzenlenir. Ocaklar kısmî kurallara sahiptir. İl, ülke ve insanlık da kısmî kurallara sahiptir. Yani sadece kendilerini ilgilendiren kurallara sahiptir. Bucaklar ise bütün beşerî münasebetlerin kurallarını içerir.

İslâmiyet’te bu böyledir. Yerinden yönetimin mânâsı budur. Cuma namazı kılanların oluşturduğu birliktir. En küçük siyasi birliktir. Ocak siyasi birlik değildir.

Bugün ise bu etkin kuruluş devlettir. Sömürü sermayesi bunu devlet yapmaktadır. İslâmiyet’e göre insanlık merkezi, devlet merkezi ve il merkezi de birer bucaktır. İli il başkanı değil merkez bucak korur. İl başkanı sadece kendi bucağının başkanıdır; bir de ilçe merkez bucaklarının başkanlarını atar.

Böyle oluşmuş bucakların yeryüzündeki sayısı bir milyona yakındır. İslâmiyet’e göre her bucağın kendi düzeni olacaktır. Bu düzenler farklı şekilde oluşur.

İşte bu suretle oluşmuş açık ve kesin kuralları olan topluluklar adil topluluklardır. Nur içinde olan topluluklardır.

Bugün böyle topluluklara “hukuk düzeni toplulukları” denmektedir.

Zulüm düzeni nedir?

Zulüm düzeni karanlıklar düzenidir, yani kuralsız düzendir. Kişi o topluluk içinde ne yaparsa ne ile karşılaşacağını bilememektedir. Karanlıkta yürüyen kimse gibidir. Böyle kural dışı hareket eden topluluklar zalim topluluklardır.

Zalimler” kelimesi burada kurallı çoğulla gelmiştir. Yani kuralsız hareket etmeyi ihtiyat edinen gruplar oluşur. O gruplara verilen cezadır. Bir taraftan cezanın şahsiliği ile buradaki kurallı erkek çoğulu çelişmektedir. Bu çelişki kardeşlerin ifadesinde görülebilir.

Kur’an’ın bunu böyle getirmesinde önemli bir hususa işaret edilmektedir. Devlet otoritesini sarsan fiiller cezalanır. Gizli yapılan cinsi ilişkiler suçtur. Gizli yapılan hırsızlıklar suçtur. Açıkça alınan devlete karşı işlenmemiş, kişiye karşı işlenmiştir. Dolayısıyla devlet onları cezalandırmaz. Hukuk davaları ile sorun çözülür. Yani kamu davalarında gizlilik asıldır. Yahut devlet otoritesini zaafa uğratma kamu suçu oluşturur. İftira da kamu suçudur, çünkü devleti ne yapacağında tereddüt içinde bırakıyorsunuz. Zina yapmışsa ceza verilecek, yapmamışsa verilmeyecek. Onun için ispat edemediğin takdirde devlet otoritesi işlemez hâle geliyor. Bunun için iftira cezası vardır. Diğer dördüncü kamu suçları içinde anılan suç eşkıyalıktır, dağda yapılan gasptır. Bu da hırsızlık gibidir. Devleti aciz duruma düşürmektir.

Burada “zalimleri biz böyle cezalandırırız” derken bunu kastetmektedir.

Devlet otoritesini sarsan kimseler bir topluluk oluştururlar. Gerçekte birbirini hiç sevmeyen ve birbirine karşı olan kimseler kötülükte iktidara karşı bir cemaat olur, aynı hedefe yönelir ve birlikte iktidarı indirmeye çalışırlar. Hırsızlar bile bu gruba katılmaktadır.

Demek ki iki grup var.

Devleti ayakta tutan iktidar yanlısı grup. Şimdi bu AK Parti’dir.

Diğerleri de AK Parti’ye karşı olan hırsızların da dahil olduğu muhalifler.

Ne var ki bunlar cezalandırılmaz, yine onların içinde suç işleyenler cezalandırılır.

PKK’yı koruyan muhalifler işte bu psikoloji içindedirler.

İktidar devrilsin de nasıl devrilirse devrilsin.

Bizim yapacağımız iş suçluları cezalandırmak, hırsızın kolunu kesmektir. Onlar bu gücümüzü görünce o kadar üzülürler ki onlara ceza olarak o yeter.

Nitekim Hazreti Yusuf’un anadan kardeşini cezalandırıp alıkoyuyor, ama kardeşinden çok diğer kardeşleri cezalandırılmış oluyorlar. Yani kardeşleri demek istiyorlar ki; kimin yükünde tas bulunursa onu cezalandıracaksınız ama bu arada biz de onun cezalanması ile cezalanmış oluruz. İşte onun için “zâlimîn” kelimesi kurallı erkek çoğul olarak getirilmiştir.

Topluluk kural içinde hayat sürerken biri çıkar da kurallara uymazsa o da zalim olmuş olur. Çünkü ortalığı karartmaktadır. Kuralları beğenmiyorsa kurallara karşı çıkmayacak, oradan hicret edecektir. Topluluk içinde iken oranın kurallarına uymazsan zalim olursun.

Görülüyor ki, Kuran sistemi birbirini bütünleyen sistemdir. İsrail devletinde ise İsrail devletinin kurallarına uyacaktır. Yoksa oradan hicret edecektir. Senin askeri birliğin düşmanın askeri birliğinin onda birinden az ise oradan çekilecek. Başka yerde karargah kuracaksın. Güçlenirsen o zaman fethe girişirsin.

***

فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ

(Fa BaDaEa Bi EaVGıYaTıHıM)

“Vialarından başladı.”

Sandık gibi katı cidarlı kaplara “vuka” denmektedir. Çuval, torba gibi yumuşak cidarlı kaplara “vı’a” denmektedir. Tahıllar çuvallara konur, denkler yapılır, develer yüklenir. Denkler öyle bağlanır ki sonra kolayca açılsın. İpin ucunu çektiğin zaman hepsi kolayca sökülür. İpin ucunu çekmediğin zaman da bir şey olmaz. Çünkü düğüm kendi kendisini sıkar. Kardeşlerin yüklerini sıra ile açmaktadır. Sorumlu açmaktadır. Yanındaki adamlar sadece güçlü ekip oluşturmak için vardır demektir. Yahut ekip başı emredince onlar ona uyarak başlayacaklarından o başlamış olur. Sorumlunun nezaretinde iş yapılmaktadır. Ayrı ayrı açmıyor, sıra ile açıyorlar. Dikkatlice açıyorlar. Arada sıvışan, kaybolan olmamalıdır.

Ev’iye” çoğul ef’ile kalıbındadır. Cemi kıllettir.

Burada tekrar hatırlamamız gereken bir şey vardır. Kötülük yapmak isteyen biri başkasının çuvalına tası koymuş olabilir. Nitekim Hazreti Yusuf bu işi yapmıştır. Kardeşler arasında hasımlık olabilir. Hazreti Yusuf’un yanındakiler Yusuf’un kötü duruma düşmesi için yapmış olabilir. Gelenleri çekemeyenler onları suçlamak için yapmış olabilir.

Nasıl oluyor da yükünde tas bulunan kimse suçlu sayılacaktır?

İşte bu kıssa bize bu hususta da bilgi vermektedir. Yani hiçbir soruşturma kurallara göre kesin sonuç vermez. Her türlü ihtimalleri göz önüne getirirsiniz. Ondan sonra sizin kanaatiniz gelir. Demek ki kurallı toplulukta yaşıyoruz, herkes kurallara göre hareket edecektir. Ama kurallar yeterli değildir. Hayat daima yeni olaylarla karşılaşmadır. Her olay yenidir. Dolayısıyla kuralların geçerliliği her zaman mümkün olmaz. Bu sefer de her yeni olayda yeni çözüm ortaya çıkacaktır. Sonunda iş takdire kalır. Onun için İslâmiyet’te kurallar vardır. Ama sırf kurallarla sonuçlara varılamaz. Kurallar uygulanırken değişik kuralları bir araya getireceksiniz. Ayrıca yeni kurallar koyacaksınız ve sorunu böyle çözeceksiniz.

İşte buna “içtihat” denmektedir.

Hukuk devleti içtihat devleti demektir.

Kişi içtihadı ile hareket etmiştir. Yetkisi dahilinde ise veya kendisini ilgilerden iş ise içtihadından dolayı onu sorumlu tutamayız. Ancak başkasına zarar vermişse zarar tazmin edilir. Bu zarar da kendi seçtiği hakemlerin takdiri ile ortaya çıkar. Bu sebepledir ki atanmış hakimin verdiği karar ne kadar adil olursa olsun zulümdür. Çünkü kişi kendi içtihadıyla veya kendi seçtiği hakeminin içtihadıyla ilzam olunmuş değildir.

قَبْلَ وِعَاءِ أَخِيهِ

(QabLa VıAEi EaPiHIy)

“Kardeşinin vi’aından önce.”

Aramaya kardeşinin vı’aından/yükünden önce diğer kardeşlerin vi’aından başlanmıştır. Burada “kardeşi” denmiş diğerleri sanki kardeşi değilmişçesine ifade edilmiştir.

Mefhumu muhalefetin geçersizliği bu âyetten de tesbit edilmektedir.

Diğer taraftan “kardeş” denince üç mânâsı vardır. Anadan kardeş, anne babadan kardeş ve babadan kardeş. Bu kelime müşterek kelimedir. Karine neye delalet ederse onu gösterir. Burada hepsi kardeşlerdir. Ana babadan kardeş bir tanedir. Müfret getirildiğine göre onların içinde özelliği olan kastedilmiştir. İşte buna da karine denir. Mecazda bu yeterli değildir ama müşterekte yeterlidir.

Neden diğerlerinin yüklerini öne aldı?

Onu getirten Hazreti Yusuf idi. Onda olması ihtimali daha azdır.

Burada geçen bir olayı nakledeyim. Birisi parası için yol arkadaşını öldürüyor. Cesedi kayboluyor. Sonra nehrin kenarından bir ceset çıkıyor. Elbiseler saklanıyor. Ceset gömülüyor. Yıllar sonra o cesedin o kaybolana ait olduğu ihbar ediliyor. Üç dört kardeşi elbiseleri tanıyıp tanımadıklarını sormak için çağırıyor. Göstermeye başlıyor. Kardeşler ‘hayır, bizim kardeşimiz değil’ diyorlar. Sonunda diyor ki; demek ki kardeşiniz değilmiş. Kardeşleri inanmış olarak ayağa kalkıyorlar... ‘Durun! Bir elbise daha var. Şimdi aklıma geldi. Bir de onu görün.’ Bekliyorlar. Son elbiseleri görür görmez hep birden ‘kardeşimiz’ diye bağırıyorlar. Böylece o cesedin öldürülene ait olduğu ortaya çıkıyor. Artık inkara imkan kalmayınca avukat akıl veriyor. Öldüren, ‘kavga ettik, onun için öldürmeye mecbur oldum’ diyor. Mahkeme bunu nefsi müdafaaya çeviriyor ve idamdan kurtuluyor.

İşte Hazreti Yusuf’un görevlileri de böyle yapıyor. Baştan olmayanları arayıp olanı sonuna bırakıyorlar. Bunun böyle yapılması bu tası kendilerinin koyduğu anlaşılmasın diyedir. Bu sefer onu aramayı sona bırakmaları da böyledir. Onun yükünü en son aradılar. Çünkü o farklı idi, biliniyordu.

Bununla beraber arama esnasında heyecanlandırma da amaç olabilir. Böylece kardeşlerin zihinleri olaya teksif edilmektedir. Kaybolan tas çıkmayınca sevinmektedirler.

Senaryolar yazılırken böyle olaylar oluşturulur. Kişiler merak içinde bırakılır, bekletilir. Sonra sorun çözülünce kişi rahatlar. Bu usulle beyin egzersizi yapılmış olur.

Aslında hayat ve hayatın gerçekleri işte böyledir.

Birtakım çözülmemiş sorun veya sorunlarla karşılaşırız.

Sonra o sorun veya sorunlar çözlünce seviniriz.

ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا

(ÇümMA ıStAPRaCaHAv)

“Sonra onu istihraç etti.”

“İhraç etmek” dışarıya çıkarmak demektir.

İstihraç” ise kendine çıkarmak demektir. Dışarıdan kendine getirmek demektir.

Olaylardan hükümler çıkarmak da istihraçtır. İçtihat da istihraçtır.

İstif’al bâbı “اسْتَخْرَجَ الطِّينُ” (çamur taşlaştı) gibi mânâyı da içine almaktadır.

Burada da içerde iken dışarıya çıkarmaktır.

Sen içerde iken birini çıkarırsan “ihraç” olur.

Sen dışarıda iken içerden çıkarırsan “istihraç” olur.

Ha” zamiri melikin su kabına racidir.

Sümme” kelimesi getirilmiştir; “bedee”den sonra zaman geçmiştir. Çünkü onları aramıştır. Sonunda bunun yükünü aramıştır. Baştan “bedee” getirildiği için burada “Sümme”nin getirilmesi beliğdir. Bununla beraber kardeşlerinin aranmasından sonra bir ara vermiş, biraz sonra kardeşinin yükünü aramıştır anlamı da çıkar.

Heyecanı sürdürmek ve yükseltmek için biraz daha bekletmişlerdir. Arayanların da heyecanı vardır. Belki de arayan tasın konduğunu bile bilmemektedir. Yanındakiler de bilmemektedir. Bulamayınca sıkılmışlardır. Azize ne diyeceklerdir. Çünkü bunlar almamışlarsa kendileri almıştır demektir.

Görülüyor ki, gerçek olaylar ile kıssada anlatılanlar arasında ne kadar fark vardır.

İyi sanatçı olayları gerçek olaylar içinde imiş gibi anlatır.

مِنْ وِعَاءِ أَخِيهِ

(MiN VıGAEi EaPıHIy)

“Ehisinin vi’aından.”

Ehi” kelimesi burada izhar edilmiştir. Oysa izmar edilmesi yani zamir getirilmesi daha uygun görülmektedir. “Minhu” denebilirdi. İzhar etmedeki gaye olayın ortaya çıkarılmasını gözümüzün önüne sermek içindir. Buna telezzüz denmektedir. İnsanlar kelimelerden hoşlanır veya nefret ederler. O kelimeler geçince kişileri balyoz gibi bombalar.

Mesela, AK Partililer için AKP dediğiniz zaman rahatsız olurlar.

Muhalifler de AK Parti dediğiniz zaman rahatsız oluyorlar.

İşte kelimelerin böyle vurgu etkisi vardır. Bu sebeple tekrar edilerek karşı taraf kızdırılır veya sevindirilir. Burada da Allah bize kardeşinin viaı ile olayı gözümüzün önümüze getirmektedir. Heyecanla seyrediyorsunuz. Yükün ipini çekiyor. Yükü denk olmaktan çıkarıyor. Devede çift denk vardır. Denklerden birisini önce açıyor. Çuvalı boşaltıyor. Dağılmasın diye yavaş yavaş boşaltıyor. İçinden hiçbir şey çıkmıyor. Sonra tekrar onu dolduruyor. Çuvalın ağzını bağlıyor veya dikiyor. Yahut öyle bırakıyor. Sonra ikincisine geliyor. O çuvalın ağzını açıyor. O çuvalı boşaltıyor. Tas ortaya çıkıyor.

İşte bize bu manzaraları tahayyül ettirmek için kardeşinin viasından diye izhar ediyor. Kardeş kelimesine vurgu yapıyor.

كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ

(KaÜALiKa KıDNAv LıYUvSUFa)

“Biz Yusuf için böyle keyd yaptık.”

Tuzak kurarsınız. Bir ağaç dalından yay yaparsınız, gerersiniz, onu uçlarından tutturursunuz, bir bez gerer üstüne toprak serersiniz. Bezin uçları ağaçların oklarını tutmaktadır. Hayvan veya insan gelip beze bastığında gerilmiş ağaçların uçları çözülür ve ağı sıkıştırır. Böylece tutmak istediğiniz kapana düşmüş olur.

Burada keyd yapılmıştır. Hazreti Yusuf’un kardeşi tuzağa düşürülmüştür. Biz Hazreti Yusuf için bunu yaptık denmektedir. Allah bunları kendisinin yaptığını söylemektedir. O halde Hazreti Yusuf bu işleri yaparken tamamen vahye dayanmıştır. Yaptıkları şer’îdir. Hata ihtimali yoktur. Bizim için de bu örnektir.

Burada çıkarılacak en önemli sonuç; hayra götüren hile ve tuzak meşrudur demektir. Hattâ böyle hilelerin yapılması memurun bihtir demektir.

Pazarda mal satan kimseler müşteri bulamamaktadır. Hile yaparlar. Bu da hezldir. Bazı kişiler gelip sanki alışveriş yaparlar, alan gider, alan gider; bunun sonunda diğerleri gelir, onlar da ‘madem ki herkes alıyor o halde biz de alalım’ derler. Sonra onun ne kadar iyi olduğunu görür. Bu da bir keyddir. Hayırlı keyddir. Çünkü ucuz ve sağlam malın yerini halka göstermiş oluyorsun. Ama eğer sahte malı pahalı fiyatla satmak için bu keydi yaparsan o meşru değildir.

Hezl bahsi usulde uzun bir bahistir. Buradan anlıyoruz ki meşrudur. Reklam da böyledir. İnsanlara tuzak kurup kendileri için hayırlı olan bir yere getirmek meşrudur.

Burada başka bir olay daha vardır. Halk seçimde oyum boşa gitmesin diye güçlü olana oy verir. Bunu bilen partiler kendilerini daima güçlü gösterirler. Bilirler ki kendi oyları yüzde ikiler veya üçler civarındadır. İktidara hazırlanıyoruz derler.

Demek ki bu âyete göre bunu yapmak meşrudur.

Bu tür propagandanın meşru olması için iki şart vardır.

Biri, sonunun hayırlı olmalıdır.

Diğeri ise başarılı olmalıdır.

Bugünlerde Saadet Partisi ben barajı geçerim dese bu inandırıcıdır. Ama biz iktidara yürüyoruz demek inandırıcı olmayan keyddir.

Dolayısıyla yapılan her şey sağlam olmalıdır. Olmaz şeyleri dua niyetine deyip söylemek duayı ciddiye almamak olur.

Usulde hezl bahsini incelerken bu âyetler göz önüne alınmalıdır.

مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ

(MAv KAvNa LiYAEPuZa EaPAvHu)

“Kardeşini ahz etmesi olmazdı.”

Topluluk düzen demektir. Bazı kurallara uyulması gerekir.

Krallar ve diktatörler de düzen kurarlar. Kendileri bağımsızdırlar ama tebaalarının düzen içinde olmasını isterler.

Mısır’da ikinci büyük uygarlık oluşmuştur, 2000 yıl kadar varlığını sürdürmüştür. Bu ancak konan belli kurallara uyulmakla olur.

O halde bir düzen içinde ben seni alıkoyuyorum diyemezdi.

Devlet demek hukuk düzeni demektir.

Osmanlı İmparatorluğu bozulmuş, düzenini kaybetmiştir. Yaşlanan bütün topluluklar böyledir. O dönemde Rusya’daki Çarlık ve Avusturya imparatorluklarının durumu budur. Tarım döneminde ömürlerini doldurmuşlardır. Yerlerine yeni düzen gelecektir. Geçiş döneminde Faşizm, Nazizm, Kemalizm, Komünizm, Maoizm gibi dikta rejimler gelmiştir. Hanedanlık yıkılmış ama yerine kişi hükümdarlığı başlamıştır. Şimdi de parti tahakkümü vardır. Yönetim rayına oturmamıştır. Bu sebepledir ki en büyük zulüm 20. yüzyılda olmuştur.

Hazreti Yusuf kardeşini alıkoymak istemektedir.

Niçin alıkoymak istemektedir?

Anne babasını ve kardeşlerini birlikte getirebilsin diye istemektedir. Önemli dönüm noktasındadır. Kardeşleri bunca yaptıkları kötülüklerden sonra teslim olacaklar, Hazreti Yusuf’un emrine gireceklerdir. Bu kolay ve basit bir olay değildir. Çünkü daha evvel Hazreti Yusuf’u babaları daha çok seviyor diye onu kuyuya attılar.

Şimdi onun emrine nasıl gireceklerdir?

İşte bunun olabilmesi için bu olayların olması gerekir. Buradaki bu olay da budur. Kardeşi Mısır’da alıkonacaktır. Böylelikle Mısır’a alıştırılacaktır.

Ne var ki Mısır kurallar ülkesidir, bu nasıl olacaktır?

İşte, bir şey yapılacaksa mesele kitabına uydurulur. Buna hileyi şer’iye denir.

Hazreti Eyüp aleyhisselâm kıssasında da sopa yemini böylece tevil edilerek tatlıya bağlanmıştır.

Burada Allah’ın bir takdiri vardır: İnsanlığı uygarlaştırmak, sonra da kıyamete kadar uygarlıkta etkin olacak bir kavmi oluşturmak. Bunu yapacak olan kavmin mensupları Hazreti Yakub’un torunları olacaktır. Oğulları çok iyi kimseler olmayabilir. Torunları arasından iyileri çıkacaktır. Bu sebepledir ki bugün Türkiye’de kötü nesil vardır diye Türkiye’yi gözden çıkarmamalıyız. Yarın onların iyi çocukları olacaktır. CHP bir dinsiz devre geçirmiştir ama şimdi CHP de o siyasetten vazgeçmiştir.

فِي دِينِ الْمَلِكِ

(FIy DiNi eLMaLiKi)

“Melikin dininde.”

Burada çok önemli bir husus ortaya konmaktadır.

Dikkat edilirse burada Mısır yönetimine de “din” denmektedir.

“Din” düzendir; inanış değildir, ibadet değildir, tamamen hukuk düzenidir.

Bu durum nereden gelmektedir?

“Deyn”den gelmektedir.

“Deyn” borç demektir.

“DaNe” yaklaştı demektir. Dananın anasının sütünü emmesi “dane” fiili ile ifade edilmektedir. Yakınlaşma vardır. Süt verenin yani anasının memeleri şişmiştir, rahatsızdır. Boşalıp rahat etmek istemektedir. Dana da açtır, o sütü emerek doyacaktır.

İşte borçlanma böyle bir şeydir. Birindeki fazlalık ikincisinin eksikliği ile giderilmektedir. Böylece iki varlık arasında bir ilişki doğmaktadır. Doğadaki atomlar böyledir. Kiminde fazla elektrik var, kiminde eksik elektrik. Böylece birbirlerine borç-alacak ilişkisi ile bağlanmaktadırlar. Moleküller ve cisimler böyle oluşur.

Toplulukta da fertler böyle borç-alacak ilişkileriyle birbirlerine bağlanırlar. Ortak deyn sistemi, dini yani düzeni oluşturur.

“Din” aynı zamanda uygarlaşmadır. Yani işbölümünü yapmaktır.

“Tedeyyün etmek/ medenileşmek” kelimesi de buradan gelmektedir.

“Medine” kelimesi de buradan gelir.

Türkçede, hattâ Arapça kitaplarda bu kelime yanlış anlaşılmakta, iman ve ibadet anlamı verilmektedir. Kur’an’da bizim kullandığımız mânâda “din” ise “takva” olarak geçmektedir. Aynı takvaya mensup olanlara “millet” denmektedir.

“Din” kelimesinin bu mânâlarını burada çok açık şekilde öğrendikten sonra âyetlere ona göre mânâ verilmelidir.

“Allah’ın indinde din yalnız İslâm’dır” (âyet) dediğimiz zaman;

“Allah’ın indinde düzen yalnız barıştır” anlamı çıkar.

“Dinde zorlama yoktur” (âyet) demek;

“Düzende zorlama yoktur” demektir.

Nasıl olur, biz hırsızın kolunu kesmeyecek miyiz, bu zorlama değil midir?

Hayır, zorlama değildir. Çünkü biz onu zorla getirip kolunu kesmeyiz. Kendisi gelir, kolunu kesilecek yere koyar, biz de satırı indiririz. Bu iş onun yani hırsızın kendi isteğiyle olur bu iş.

Ya gelmezse?

O zaman yapacağımız iş onu din/düzen dışına çıkmış kabul ederek onunla savaşmaktır. O zaman onu öldürürüz. Çünkü dinden/düzenden çıkmıştır. Din/düzen içinde kaldığı müddetçe zorlama yoktur. Din/düzen dışına çıktığında hüküm farklıdır.

Borcunu ödemeyene ne yapıyoruz?

Onu dinden/düzenden çıkmış kabul etmiyoruz. Ama ondan da borçlanma ehliyetini kaldırıyoruz. Mallarına el koymak için zor kullanmıyoruz. Haciz yapmıyoruz. Dinin yani düzenin hükümleri bu dünya ile ilgilidir. Borç-alacak ilişkileri, kısas hükümleri hep bu dünya ile ilgilidir.

Helal ve haramı âhiretteki hesap ile birlikte düşünebiliriz.

إِلاَّ أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ

(EilLAv EaN YaŞAyEa elLAHu)

“Allah’ın meşieti olmadıkça.”

Melikin düzeninde gelen bir yabancı tutuklanmaz. Onun çıkışına mâni olunmaz. Hazreti Yusuf da bu kurallara uymak zorunda idi. Hazreti Yusuf kurallara aykırı hareket etmedi. Çünkü onun topluluğunda yaşıyordu ve onun görevlisi idi. Durup dururken düzeni bozamazdı. İşte Allah bunun böyle olmasını istemiştir. Böylece Allah’ın meşieti ile olmuştur.

Buradaki istisna neden istisnadır?

Hazreti Yusuf’un bulunduğu devlet düzeni içinde kardeşini alıkoyma yetkisi yoktur. Ama Allah  dilerse o zaman o düzen değişir demektir.

Burada “Allah” zikredilmiştir.

Oysa bundan önce “Biz böyle keyd yaptık” demiştir.

Bundan sonra yani devamında “Biz dereceyi yükseltiriz” deniyor.

Burada “Bizim istediğimiz” denmemiş de “Allah isterse” denmiştir.

Eğer Kur’an’da hep “Allah yaptı” şeklinde siga kullansaydı, o zaman Hazreti Muhammed aleyhisselâm anlatmış olur, Kur’an Allah’ın sözü olurdu. Aksine, “Biz yaptık, Biz ettik” denseydi, o zaman da Hazreti Muhammed tanrı imiş gibi konuşmuş olurdu. İkisini bir arada kullanarak “Biz” ile “Allah”ın aynı olduğunu belirtmiş olmaktadır. Yani bunu konuşan Allah’tır. “O Allah benim” denmiş olmaktadır.

Burada bu usul çok açık olarak belirtilmiş olmaktadır.

Buradaki başka bir husus ise “kâne” mâzi fiilden muzari “yeşau”nun istisnasıdır. “Kâne” yardımcı fiil yani nâkıs fiil olarak olduğunda muzari ile istisna yapılmış olur. Yani genel kural konulmaktadır. Allah’ın meşieti olunca her şey kitabına uyar demektir. Allah için “yeşau” kullanmak onun için gelecekte de irade etmek anlamındadır. Yani sadece ezelde kendisinin var olması ile meşiet etmiş değildir. Gelecekte de şimdi de meşiet edebilir. Meşiet olmayan şey değildir. Dolayısıyla daha evvel onu bilmesi gerekmez.

نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ

(NaRFaGu DaRaCAvTın)

“Dereceleri yükseltiriz.”

Hazreti Yakup’un oğulları Mısır’a gelecekler, devlet yönetiminde üst derece alacaklardır. Demek ki dereceleri yükseltme işi de Allah’a aittir.

Stalin Sovyetlerin başına gelmişse Allah getirmiştir. Ona bu görevi vermiştir. Onun gelmesi gerekirdi. Madem insanlık Birinci Kur’an Medeniyeti’ni tamamlamıştı; o halde İkinci Kur’an Medeniyeti dönemine geçilmesi gerekiyordu. İnsanlık hurafelerden arındırıldı. Bunun için geçmişte olanlar hep takdir-i İlâhidir. Stalin hedefe ulaşmamıştır.

Nasıl mikroplar hedefe ulaşamazlarsa, o da ulaşamamıştır. Mikroplar canlıyı yok ederler ama sonunda kendileri de yok olurlar.

Devlet kademelerinde yükselme derece kazanma şeklinde ifade edilir.

İnsanların aldığı dereceler çeşitlidir.

İlmî dereceler vardır; bilen o dereceleri kazanır.

Bunun dışında bir de toplulukta dereceler vardır. Biri diğerinin altındadır veya üstündedir. Yahut ayrıdır. Yanında olup eşit olan yoktur. Mutlaka biri diğerinin üstündedir.

Dereceler” burada kurallı dişi çoğulla getirilmiştir. O halde bu bir sistemdir.

Bizde 6 ilmî derece vardır: Başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün.

Bunların Arapça adları: Ümmî, sâil, âmil, ehl-i zikr, fakih ve rasih.

Diğer taraftan meslekî dereceler vardır. Yıl ile ilgilidir. Herkes her yıl derece alır. Yılda değişik ehliyetler 5’ten 10’a kadar derece alırlar.

Dinde tezkiye dereceleri vardır.

Siyasette makam dereceleri vardır.

Bugün askerlikte erden mareşale kadar dereceler vardır.

Demek ki bu derecelendirme yerindedir, uygundur.

مَنْ نَشَاءُ

(MaN NaŞAEu)

“Kime meşiet edersek.”

Burada “Neşau” denmiş, yukarda ise “Allah meşiet ederse” denmiş. Aynı fail Allah ve mütekellim olmuştur. Yani mütekellim olan Allah’tır.

İşte bu Kur’an’a özgü bir üsluptur.

Normal konuşmada biz böyle konuşsak hata etmiş oluruz.

Kur’an ise tamamen farklı üslupta bir kitaptır.

Bu üslubu bilmeden okuyanlar hiçbir şey anlamazlar.

Kur’an’ın meallerinin başında bu hususta açıklamalar verilmelidir.

İki defa “meşiet” fiili kullanılmış, ikisi de muzari olmuştur.

Çok önemli tesbit şudur.

Bazı zamanlarda kurallar yok olur, topluluk kuralsız idare edilmeye başlanır. Bu durum bir olayda olduğu gibi belli zaman içinde de olmaktadır.

İşte bu örfi idareyi meşru kılan âyetlerden biridir.

Eğer normal sistemde bir şey yürümemişse artık askeri yönetimle yönetilecektir. Burada teyiden ifade edilen Allah’ın meşieti ile kuralların dışına çıkılacağı belirtilmiştir. Topluluk içinde kurallar vardır. Bu kurallar İlâhi takdirdir. Yani geçmişte alınan karardır. Kurallar işlemez hâl aldığı zaman ise yöneticiler kuralsız hareket ederek sorunları çözerler. Orada içtihattan çok seziler çalışır. İçtihat zamana ihtiyaç gösterir. Halbuki askeri harekatta böyle araştırma zamanı mevcut değildir. O anda karşılaşılan olaya mukabele edeceksin ve o anda ne yaptığını tam bilemezsin. Allah’ın dilediğini yaptırması böyledir. Refleks hareketlerle insanın kendi iradesinden ziyade O’nun o andaki ilhamı ile hareket edersiniz. Komutanlar böylece zafer kazanırlar, kahraman olurlar.

وَفَوْقَ

(Va FavKa)

“Ve fevkinde”

Buradaki cümle “istediğimizin derecesini yükseltiriz” diyor.

Daha Osmanlıların sonlarında bile alaylı komutanlar vardı. Tarihte ilme göre görev tevcihi sistemini Konfüçyüs önermiştir. Bugün bütün dünyada artık tahsile göre derece verilmektedir. Kur’an bunun için birçok düzenlemeler yapar, emanetin ehline tevdi edilmesini emreder. Ehil olmak demek onun âlimi olmak demektir. Kur’an yetimlerin malları teslim etmeden önce “birr” ile imtihan edilmesini emreder.

Burada da çok önemli bir kural konmaktadır. Derecelerin ilimle olacağı belirtilmiş olmaktadır. Dereceleri biz yükseltiriz diyor. Ondan sonra da her ilim sahibinin üstünde bir ilim sahibi vardır.

Fevk” “Taht”ın karşılığıdır. Başımızın üstü fevktir. Ayağımızın altı da tahttır. Yeterli üstünlüğü fevk gösterir.

Sosyal derecelerde fevkinde olmak ne demektir?

Bir arada olduğumuz zaman birimiz diğerine uymak zorundayız. Eşitlik olamaz.

Peki, kim kime uyacaktır?

Daha çok bilen diğerinden daha âlimdir kabul edilir.

Başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün ehliyetlilerden her biri diğerinin fevkindedir. Namazı o kıldıracaktır. O ona uyacaktır. Ya arkadaş olmayacak ya da onu kendisine imam kabul edecektir.

Eğer ikisi de aynı mertebede ise o zaman mesleki derece esas alınacaktır. Hangisinin mesleki derecesi üstünse o onun üstündedir. Eğer mesleki dereceleri aynı ise önce doğanın üstünlüğü vardır. İkiz doğmuşlarsa, önce doğan imamdır.

كُلِّ ذِي عِلْمٍ

(KülLü ÜIy GiLMın)

“Her ilim sahibinin üstünde.”

“Her ilim sahibinin üstünde âlim vardır.” Bu cümlenin anlamı ilim sonsuzdur. ‘Ben âlim oldum, benden üstünü yoktur’ denemez. Sonra gelenler daha çok âlim olacaklardır.

“Rabbin ilmimi ziyade et” (âyet) demek budur.

“Size ilimden çok az şey verildi” (âyet) bu demektir.

“Her âlimin üstünde âlim vardır” demek, kendi çağında olması gerekmez, kendisinden sonra gelenler ondan âlim olacaklardır.

Burada “küllü âlimün alîm” denmemiştir. “İlim sahibi” denmiştir. Allah kendisi âlimdir, ilim sahibi değildir. Dolayısıyla her âlimin üstünde âlim vardır denseydi Allah’ı da kastetmiş olurdu. Allah âlimdir ama zî ilm değildir. Çünkü O’nun ilmi kendisinden ayrı değildir. O halde Allah her şeyi bilen demektir.

Kur’an insanları ikiye ayırmaktadır. Biri âlim olanlar, diğerleri ise zalim olanlar. Birileri ilme sahiptirler, onu edinmişlerdir. Diğeri ise kendisi ilim sahibidir. Birinde ilim memluktur, diğerinde ise sıfattır. Memluk olanlar delilsiz bilgilere sahip olanlardır. Uygulayıcılardır. Bir de delil sahipleri vardır, yani müçtehitlerdir. Bunlarda ilim onların vasfı olmuştur. İşte ilim sahipleri bildiklerini uygularlar, değişiklik yapmazlar. Müçtehitler içtihat yaparlar ve hükümleri değiştirirler.

Bundan önce Mısır’daki uygulaması kuralla olmuş ama Allah onu değiştirmişti. Her şeyin hukuk düzeni içinde olamayacağını söylemiştik. Zamanla gerektiğinde kural dışı uygulamalar da yapılır. Sıkıyönetimi misal olarak vermiştik. Burada şimdi o kural dışına çıkmanın nasıl olacağı anlatılmaktadır.

Uygulayıcıların üstünde müçtehitler bulunacak. Müçtehit olmayan kimse uygulama yapamaz. Müçtehit olamayanlar kurallar içinde işlerini yürüteceklerdir. Ama işler kurallarla yürümediği zaman müçtehidine danışacaktır. Onun fetvası ile kural dışına da çıkılır. Böylece tüm sorunlar çözülecektir.

Başlangıç ehliyetli temel veya ilk ehliyetlinin nezaretinde çalışır. Temel ehliyetliyi ilk ehliyetli işe başlatır. İlk ehliyetli kurallarla işleri yürütür. Bir yerde takılma olunca orta ehliyetliye baş vurur. Orta ehliyetli değişik çözümlerden uygulamayı değiştirir. Başarılamazsa yüksek ehliyetlilere danışır. Onlar da çözemezlerse üstün ehliyetliye başvurulur. Böylece her uygulayanın üstünde bir müçtehit fetvacı bulunmaktadır.

Buradan öğreniyoruz ki uygulama ilim ile olmaktadır. Ne yapacağını bilmeyen kişi işini yapamaz. Diğer taraftan da âlim olanların mutlaka uygulayıcılara fetva verme zorunluluğu vardır.

Herkesin bir ilmî danışmanı olacak, onun fetvası ile hareket edecektir. Fetvalarından hoşlanmaması durumunda danışmanını değiştirecektir. Fetva veren de danışman olduğu kimseler sayısınca ortak bütçeden pay alacaktır. Verdiği fetvalardan dolayı bir zarar doğarsa, fetva verenin dayanışma ortaklığı zararı ödeyecektir.

“Her ilim sahibinin fevkinde bir âlim vardır” bu demektir.

عَلِيمٌ (76)

(GaLIyMun)

“Bir âlim vardır.”

Âlim” burada nekre gelmiştir. Ama aynı zamanda tek bir âlim vardır mânâsı da çıkar. Müçtehit olmayanlar değişik müçtehitlerden fetva alarak amel edemezler. Herkes bir müçtehidini seçecek ve ona göre amel edecektir.

Sistemimizi tekrar edelim.

Halk bucaklarda yaşar. Bucak taşra bucağı ise orada orta ehliyetli âlimler vardır. Onlar o âlimlerden birine bağlıdırlar. Yüksek ehliyetli danışmanları vardır. 25 genel hizmetin danışmanı vardır. Onlardan fetva alarak bucaktaki halka fetvalar verirler. Herkes kendi ehli zikrinin fetvası ile amel eder. İlçedeki meslek sahiplerinin bölgelerde ihtisas sahipleri vardır. Onlardan fetva alırlar. Bölgedeki müçtehitler de kıta merkezindeki müçtehitlerden fetva alır. Ülkenin üstün ehliyetlileri ülke icmalarını yaparlar. İl yüksek ehliyetlileri de ilde icma yaparlar. Bucakta ise bucak orta ehliyetlileri icma yaparlar.

Bucaklarda çalışanlar yani uygulayanlar bucaktaki müftülerden fetva alırlar. Her bucakta 10’a yakın âlim vardır. Kişi mezhebini seçmek zorundadır. Kanunlar olmadığına, mezhepler olduğuna göre mezhebini seçme yükümlülüğü vardır.

Kur’an’ın getirdiği bu uygulamayı bugün artık insanlık kabul etmiştir. Her ortaklığın tarzı ile statüsü ve her beldenin meclis kararları ayrıdır. Devletlerin kanunları farklıdır. Ama herkes birlikte yaşayabilir. Mahkemeye gittikleri zaman herkese kendi mezhebinin hükümleri uygulanır. ‘Beraatı zimmet asıldır’ ilkesine dayanılarak ispat külfeti kime ait değilse onun hükümleri uygulanır.

 

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2591 Okunma
2-YUSUF 4-7
3154 Okunma
3-YUSUF 8-10
2500 Okunma
4-YUSUF 11-15
2054 Okunma
5-YUSUF 16-19
1979 Okunma
6-YUSUF 20-22
2315 Okunma
7-YUSUF 23-24
4274 Okunma
8-YUSUF 25-28
2352 Okunma
9-YUSUF 29-31
2169 Okunma
10-YUSUF 32-34
1936 Okunma
11-YUSUF 35-37
2393 Okunma
12-YUSUF 38-40
2239 Okunma
13-YUSUF 41-42
2988 Okunma
14-YUSUF 43-45
3787 Okunma
15-YUSUF 46-49
2165 Okunma
16-YUSUF 50-53
2200 Okunma
17-YUSUF 54-57
1896 Okunma
18-YUSUF 58-62
1920 Okunma
19-YUSUF 63-65
2064 Okunma
20-YUSUF 66-67
1928 Okunma
21-YUSUF 68-69
2299 Okunma
22-YUSUF 70-74
2263 Okunma
23-YUSUF 75-76
2440 Okunma
24-YUSUF 77-79
1970 Okunma
25-yusuf 80-82
1800 Okunma
26-yusuf 83-86
2005 Okunma
27-YUSUF 87-90
2098 Okunma
28-YUSUF 91-98
2254 Okunma
29-YUSUF 99-101
1860 Okunma
30-YUSUF 102-107
2275 Okunma
31-YUSUF 108-110
1949 Okunma
32-YUSUF 111
2040 Okunma

© 2024 - Akevler