YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
1929 Okunma
YUSUF 66-67

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 20

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قَالَ لَنْ أُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتَّى تُؤْتُونِي مَوْثِقًا مِنْ اللَّهِ لَتَأْتُونَنِي بِهِ إِلَّا أَنْ يُحَاطَ بِكُمْ فَلَمَّا آتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللَّهُ عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ (66) وَقَالَ يَابَنِيَّ لاَ تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ وَمَا أُغْنِي عَنكُمْ مِنْ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ إِنْ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُتَوَكِّلُونَ (67)

 

قَالَ لَنْ أُرْسِلَهُ مَعَكُمْ

(QAvLa LaN EuRSiLHu MaGaKuM)

“Onu sizinle beraber asla irsal etmeyeceğim dedi.”

Hazreti Yakup daha önce konuşurken hatır cevabı vermemiştir, olumlu işaretler vermiştir. Açıkça söz vermemiştir. Şimdi ise şartını öne sürmektedir.

Demek ki bir iş görüşmesinde baştan hemen ‘olur’ demek ne kadar yanlışsa, ‘hayır’ demek de o kadar yanlıştır.

Görüşmeler sürdürülür... Mesele tartışılır... Teklif incelenir...

Sonra karar verilir.

Tamamen reddetme yerine, şartlarla karşı teklif hazırlanır.

Hazreti Yakup aleyhisselâm böyle yapmıştır.

Bu husus önemli hayat kuralıdır. Bir şeyi hemen reddetmek veya düşünmeden hemen kabul etmek. İkisi de pişmanlıkla sonuçlanmamalıdır.

Şimdi bu konu önemli bir sorunumuzu çözmek durumundadır.

İnsanlar on aile civarında aşiret içinde yaşarlar. Bin hanelik kabile içinde çalışırlar ve geçinirler. Halkın kamudan istekleri ve önerileri olacaktır.

Yönetim bunları nasıl karşılayacaktır?

Aşiret içinde yani bucak içinde bu doğrudan aşiret başkanı ile görüşerek sonuçlanır. Bucak yani kabile içinde başkanın binlerce insanla görüşerek sorunları çözmesi, onlarla görüşmeler yapması mümkün değildir. Onun için “temsilcilik sistemi” geliştirilmiştir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma sorumluları vardır. Halk onlarla temas hâlindedir. Halk isteklerini onlara iletir. Bunlar on kişi civarındadır. Kişinin kendi temsilcisi dayanışmasına sorunları anlatmazsa, sorumlusunu değiştirir; yenisine anlatır. Eğer hiçbirine anlatamazsa, o zaman o bucağı terk eder. Yeni bucağa hicret eder ve yeni bucaktaki sorumlularına anlatır. Ama hiçbir kimse başkanla doğrudan görüşmez. Ancak dayanışma sorumlusu kendi görüşme saatini tahsis ederse görüşür. Ne var ki kendi sorumlusu başkana sorunlarını anlatırken o da hazır bulunabilir, isterse takip eder. Bugün bu televizyon yayını ile sağlanabilir.

Bucakta sorun çözülemezse; bu sefer dayanışma sorumlusu sorununu ildeki dayanışma sorumlusuna götürür ve sorun orada çözülür.

Orada da çözülemezse; ülke merkezine götürülür, insanlığa götürülür.

Bu götürmeler sorumlular tarafından kademe kademe yapılır. Kişi sorumlusunu değiştirerek bu konunun müzakeresini sağlar.

Burada “sizinle onu irsal etmem” diyerek, başkalarıyla irsal etmem demek istemiyor. Yani, siz sabıkalısınız, geçmişteki olaylardan dolayı siz güvenilir kimseler değilsiniz, onun için sizinle irsal etmem diyor. Buradan da anlıyoruz ki, sabıka kaydına önem verilir.

İslâmiyet’te sabıka kaydı önemlidir. Ancak Batı’da olduğu gibi sabıka yani geçmişteki cezalar sonra işlenmiş suçların cezasını artırmaz. Kişi on defa zina yapsa da hep yüz sopa vurulur. Sopa sayısı artmaz. Sonra ispatta da sanığa delil olarak kullanılamaz. Yüzüncü zinada da yine dört şahitle ispat gerekmektedir. Sabıka kişinin kredisine zarar verir, yani güvenilirliğini kaybettirir. Burada bu olmuştur. Hazreti Yakup “sizinle” demekle bunu hatırlatıyor. Sabıka, kamuda görev alma derecesinde eksilme meydana getirir.

حَتَّى تُؤْتُونِي مَوْثِقًا مِنْ اللَّهِ

(XatTAy TuETUvNIy MaVÇıQan MıNa elLAvHı)

“Bana Allah’tan bir mevsika getirene kadar”

Katmayacağı sözüne istisna ediyor, “Hattâ” ile istisna ediyor. Önceki “Len” kelimesi sınırsızlığı ifade eder. Sonradan kayıt altına alınmadığına göre demek ki kelime ile istisna baştan yapılmaktadır. Yani önce genel söyleyip sonra hüküm değiştirilmemektedir. Başta söylenen kelimeler ancak cümle bittiğinde mânâsını tamamlar. Türkçede cümlede fiil en sonda gelir ve cümlenin bittiği onunla bilinir. Arapçada ise cümle sonunda özel durma şekli vardır. O halde “sizinle göndermeyeceğim” derken burada cümle tamamlanmadığı için ifadenin kesinliği yoktur. “Len” kesinliği cümlenin tamamlanmasından sonra geçerlidir. Demek ki istisnalarda nesh yoktur.

Burada öğrendiğimiz ikinci kural ise; “Hattâ”dan sonra gelen cüzler baştaki ifadeye dahildir. “İllâ” da dahil değildir. Sonra “İllâ”da hükmün sona ermesi değil, oraya kadar sürmesi anlamındadır. “Hattâ”da ise hükmün orada sona erdiği anlamını taşır. Yani ondan sonra göndereceğim demektir. “İllâ” olsaydı o zaman da göndereceğim dememiş olurdu.

Burada mücmel bir ifade vardır.

Allah’tan mevsik getirmek” nasıl olacaktır?

Yani, Allah size bir belge versin de, yahut Allah sizi sımsıkı bağlarsa o zaman izin vereceğim demektir.

Sıka” denkleri birbirine bağlayan iptir. “Mevsık” مَفْعِل vezninde ismi zaman, ismi mekan ve masdarı mimidir. Allah’la bir anlaşma yapmadıkça size onu katmam diyor.

Allah’la nasıl sözleşme yapacaklardır?

Şahitler getiriyorlar, şahitler huzurunda topluluğa yani Allah’a söz veriyorlar, biz bunu getireceğiz diyorlar. Şahitler huzurunda güvence veriyorlar.

Bu güvencenin mânâsı nedir?

Eğer Hazreti Yusuf’un anadan kardeşine bir şey olursa diyetini bunlar ödeyeceklerdir. Babasına ve anasına öderler. Aile şirketi mufavada ile idare edildiğine göre, anasının ve kendisinin payları şirkete sermaye olarak girmiş olur. Diyet olduğu için diğer kardeşler o paydan miras alamazlar.

İşte muhafızların böyle sorumlulukları vardır. Bekçi uyuduğu zaman cezası yoktur. Ama bu esnada soyulursa veya öldürülürse, bekçiye ehliyet veren, onu tezkiye eden, onu tazmin eder veya diyetini öder. Bu sebepledir ki sokakta bir adam ölü bulunsa, o sokakta oturan mü’minler onun diyetini tediye ederler. Halkın ödemesi ise doğru bilgi vermemesinden ötürü olabilir. Kasamede ödenir.

لَتَأْتُونَنِي بِهِ

(La TaETUvNaNIy BiHIy)

“Onunla bana ety edeceksiniz.”

Onu bana getireceğinize teminat verirseniz, getiremediğiniz takdirde sorumluluğu yükleniyorsanız, o zaman onu size katacağım, onu sizinle göndereceğim.

Burada başka bir yetki verilmektedir. Kardeşleri gelmek istemese de onlar onu zorlayıp götüreceklerdir. Olur ya, Mısır’a gider, oralara dalar ve bir daha dönmeyebilir. Bunları önlemek için kardeşlerine yetki veriliyor. Onların izni olmadan kardeşleri başka yerlere de gitmeyecektir.

Görev, yetki, sorumluluk ve hak  sıralaması ilkesi bu âyette de ortaya çıkmaktadır. Görev verdiğiniz kimseye yetki vereceksiniz, yetki verdiğiniz kimseyi sorumlu tutarsınız, başardığı takdirde mükafatı istihkak eder.

Burada başka bir olay daha ortaya çıkmaktadır. Kardeşleri artık küçük değildir. Yusuf’tan küçük olarak kabul etsek bile, aradan bu kadar yıl geçmiştir. Yirmi-otuz yaşlarından fazladır. Babanın oğlu üzerinde velayeti devam ediyor, kardeşlere de o yetki verilmiştir. İlkel hayatta babaerkil büyük aile topluluğu vardır. Hayat şeriat ilkeleri içinde değil, askeri sistemle yürüyordu. Dolayısıyla Roma’da olduğu gibi Hazreti Yakub’un evinde de baba otoriteli bir düzen mevcuttur.

Kur’an’la bunlar nesh edilmiştir. Anne babanın velayeti on beş yaşlarına kadar sürer. Ondan sonra kişi tam ehliyet sahibidir. Ne isterse onu yapar, sorumlu da odur. Bununla beraber eğer mufavada ortaklığı içinde büyük aile şeklinde yaşıyorlarsa, ortaklıktan ayrılmadıkça o şirketin kurallarına sözleşme gereği uymak zorundadır. Bu sözleşme istishab şeklinde oluşmuş olabilir. Yani kişi isterse sözleşme ile daha sıkı, daha bağımlı topluluklarda yaşayabilir. Onların içinde yaşadıkça onların kurallarına uyacaktır. Ayrılmasına mâni olunmadıkça onların iş düzenine biz karışmayız. Zalim devletin düzenine de orada yaşadığınız müddetçe uymak zorundasınız. Çıkıp gidebilirsiniz. Mâni olursa, savunabilir, def edebilirsiniz; ama orada kaldığınız müddetçe düzene karşı gelemezsiniz.

Buradaki baba ve kardeş otoriteleri buradan ileri gelmektedir.

إِلاَّ أَنْ يُحَاطَ بِكُمْ

(EilLAv EaN YuPaOa BiKuM)

“Ancak ihata edilirseniz müstesna.”

Getirme zamanında olacaktır. İki ay sonra döneceklerse, iki ay sonra getirmiş olacaklardır. Bu takdirde sözlerinde durmuş olurlar. Mazeretsiz zamanında işi yapmamış olmamaları hâlinde sözlerinde durmamış  olacaklardır.

Eğer ihata edilir yani etrafları sarılır da serbest bırakılmazlarsa, o zaman getirmede gecikme olabilir, mazurdurlar. Sözlerinde durmuş olacaklardır. Taahhütler zamanında yerine gelmezse sözde durulmamış olur. Güvencelerini kaybetmiş olurlar. Geç de olsa söz yerine getirilirse ceza verilemez. Ceza af olur.

Hazreti Yakup çocuklarından ellerinden geleni yapmalarını istemektedir.

Olamaz şeyleri, yapamayacakları sorumlulukları yüklemek demek, onlara kötülük düşünmek olur. Fırsat bu fırsattır. Onların böyle durumlarından yararlanayım da onlara zarar vereyim şeklinde düşünmemektedir. Onun için istisna etmektedir.

Yukarıda “Hattâ” ile istisna etmiştir. Burada “İllâ” ile istisna etmiştir.

Orada yapılması beklenen istisnadır. Burada istenmeyen istisnadır.

“İllâ” ile “Hattâ” arasında olan farklar böyle tesbit edilmelidir.

فَلَمَّا آتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ

(FaLamMAv EAvTaVHu MaVÇlQaHuM)

“Mevsikalarını ona îtâ edince.”

Mevsik”i belge olarak aldığımızda, onlar babalarına belge getirdiler demektir. Kimden getirdiler? Yaşadıkları memlekette hangi kurumlar vardı ki bu belgeyi alıp babalarına getirdiler? Şimdilik bu belgenin ne olduğunu bilememekteyiz.

“Adil Düzen”in olduğu bir durumda olursa, ülkede dinî, ilmî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları vardır. Bunlarda kendilerinin ortağı olanlar için belge verilir, bunlar teminat belgesidir. Eğer bu görevlerini yapamazlarsa biz kefiliz, gerekli tazminatı öderiz demektir. Varsayalım ki kardeşlerini alıp götürdüler, sonra da getirmediler veya getiremediler. Onun ağır diyetini dayanışma ortaklıkları öder ama onlardan da dayanışmalarını çeker. Bu siyasi dayanışma ise onlar öldürülürlerse kimse sahip çıkmaz. Böylece onlar ülkelerine dönemezler. Başka yerde yaşamak da o zamanda hemen hemen imkansızdı. Ancak köle olarak satılırlardı. Eşlerinden ve çocuklarından uzak kalırlardı.

Hazreti Muhammed aleyhisselâm risaleti sırasında hep böyle hami aramıştır.

Benzer bir müessese Hazreti Yakup zamanında da var olmalıdır.

Demek ki burada “Mevsik” kelimesinin mânâsını iyice anlayabilmemiz için tarihte, Tevrat’ta ve Kur’an’ın ilk yayıldığı yıllarda mevcut olan cahiliye döneminin bu konudaki örfünü bilmek gerekmektedir. Ondan sonra Tevrat’ta bu hususlar nasıl anlatılır, ona bakmak gerekir. Mezopotamya tabletlerinin incelenmesi gerekir. Sonunda bu hususta Kur’an’da geçen hükümleri ortaya koymak gerekir.

Burada belge olarak zikredilmesi, günümüzdeki belge ve teminat uygulamaları ile “Adil Düzen”deki belge ve senet müesseseleri üzerinde Kur’an ısrar etmektedir. “Mevsik” kelimelerini tekrar tekrar zikrederek dikkatimizi ona çekmektedir.

Burada teminat üzerinde durmamız gerekmektedir. Teminat bir tür sigortadır. Dayanışma ortaklığına giriyorsunuz. Eğer herhangi bir zarar verilmişse o ortaklık öder. Eskiden şahsi kefalet vardı. Kişiye izin verilir, gelmezse kefil olan yakalanır ve ona o ceza uygulanır. Bu tür kefalet ortadan kaldırılmıştır. İslâmiyet’te yoktur. Batı da bugün böyle bir kefaleti meşru saymaz. Kimse kimsenin yükünü yüklenmez. İkinci kefalet ise mâli kefalettir. Bir zarar verilirse bu zarar dayanışma ortakları arasında paylaşılır ve ödenir. İslâmiyet bunu çok genişletmiştir. Kur’an’dan önce siyasi kabile vardı. Kan davasını sona erdirmek için kabile diyeti öderdi. Kur’an bunları kurallara bağladı.

Önce muhakeme edilerek suçlunun suçu sabit olmalıdır. Sonra infaz şartları gerçekleşmelidir. Bunun için her şeyden önce taammüd bulunmalıdır. Kişi kasden ve tasarlayarak suçu işlemiş olmalıdır. Uygulanması mümkün olmalıdır. Kör olanın gözü çıkarılmaz. Affedilmesi gerekir. Bir de o ilçeyi terk edip başka ilçeye göç etmemesi gerekir. Bu şartlar mevcut ise kısas uygulanır. Değilse diyete dönüşür. Durumuna göre diyet ağır veya hafif olur. Diyeti âkilesi öder. Ağır diyette âkile suçluya rücu eder.

Kur’an bu hükümleri getirdiği gibi “siyasi âkile”den başka üç âkile daha tedvin etmiştir; “ilmî âkile”, “dinî âkile” ve “iktisadî âkileler” oluşturulmuştur.

İlmî âkileler bilgisizlikten, dinî âkileler ihmalden, iktisadî âkileler beceriksizlikten, siyasî âkileler kasden iras edilen zararları tazmin eder.

İşte belge yetkisi bunlara aittir, diplomayı bunlar verirler.

قَالَ

(QAvLa)

“Kavl etti.”

Kavl” fiilin faili vardır. Mef’ulü ise söylenen cümledir. Muhatap li harfi ile getirilir. Fail merfu yani ötreli olur. Bundan sonra gelen “Allah” kelimesi merfu olmakla beraber “Kâle”nin faili değil, söylenen cümlenin mübtedasıdır. O halde burada “Kâle”nin faili mahzuf olduğu gibi kimlere söylenmişse o da mahzuftur.

Fail Hazreti Yakup’tur.

Daha önce söylediğinden sonra değil mevsik getirilince söylemiştir. “Kâle”de zamir vardır. Bu zamir “ÂtevHu”daki zamirdir. Kimler söylediğinde oğullarına söylemiş olmalıdır. Ama bundan sonraki cümlede “Mâ Tekulûn” denmemiş de “Mâ Nekulu” denmiştir.

Yani, Hazreti Yakup oğullarını muhatap almamış, onları yanlarına almıştır.

O halde söz ortaya yani Allah’a söylenmiştir. “Mevsikan” nekre getirilmiştir. Burada marife yapılmıştır. Yani onlardan bir belge istenmiş, onlar da istenen bu belgeyi getirmişlerdir. Buradan öğreniyoruz ki belge tek yerden değil, değişik yerlerden alınabilir. Yani dayanışma ortaklıkları çoktur.

Bizim verdiğimiz mânâyı vermediğimizde “mevsikan”ın önce nekre, sonra da marife olmasını izah etmek mümkün değildir.

اللَّهُ

(EalLAvHu)

“Allah”

Burada “Huve” denmemiş de “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Belge dayanışmadan getirilmiştir. Burada kastedilen âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Bunun için izhar edilmiştir.

Dünyevi esbab işlenecektir. Belgeler alınacaktır. Ama hiçbir zaman belgeler yeterli olmamaktadır. Sonunda âlemlerin rabbi Allah’a tevekkül etmek gerekecektir. Bundan başka elimizden gelen bir şey yoktur. Korkarak aşırı tedbir almak ve çekinmek sonunda başarısızlığa gider. Hayat olmaz. Allah’a güvenerek hayatta rahat olmak gerekir. Asıl korkulacak şey Allah’ın kendisidir.

Bugünlerde tekel sömürü sermayesi yeni planlar kurmaktadır. Müslümanları birleştirip etkin güçlere karşı isyan ettirmek, onları Müslümanların üzerine saldırtarak bir taşla iki kuş vurmak. Bir taraftan Müslümanları destekleyerek etkin güçleri yıpratmak ve mecalsiz hâle getirmek, diğer taraftan bu yolla Müslümanları imha etmek. Bu işin başını çekme görevini AK Parti’ye ve Erdoğan’a vermektedir. Yani onu ateşe atmaktadır.

Türkiye ne yapıyor?

Bu organizasyonu yüklenmektedir. Ama etkin güçlere saldırmamaktadır. Bu doğru siyasettir. Çünkü biz doğru olanı yaparız. Bundan şunun veya bunun yararlanmasını düşünmeyiz. Kötülük yapmayız. Bunun falana veya filana yarayıp yaramayacağını düşünmeyiz. Allah’a tevekkül eder ve ona göre hareket ederiz.

AK Parti acaba bu doğru hareket etme siyasetine devam edebilecek midir?

Etkin güçleri de o organize etmektedir. İsrail’in Mavi Marmara Gemisi’ne baskın yaptığı günlerde Güvenlik Konseyi’nin İran aleyhinde karar alması ne mânâ taşır? IHH’ya bunları yaptıran tekel sermayedir. İran’ın gemilerini yola çıkaran tekel sermayedir. İsrail’e gemileri göndermek şeriata uygun olmadığı için tehlikedir. Çünkü biz onların yani oradakilerin bize göç etmelerini isteriz, orada onlara karışmayız. Yoksa bunları sermaye tertipliyor diye doğru olanı yapmaktan kaçınmayız.

Hazreti Yakup sonunda bunları ifade etmektedir. Oğlunu göndermesi gerekiyordu; gönderecektir. Şeriata uyarak hareket ediyor. Belge getirmek oğullarının görevidir. Ama oğlunu göndermek de Hazreti Yakup’un görevidir.

عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ (66)

(GaLAy MAv NaQUvLu VaKIyLün)

“Kavl ettiğimize vekildir.”

Burada “el-Vekil” demeyip “Vekîlün” denmesi, Allah da vekildir anlamındadır. Belgeyi verenler teminat vermişlerdir. Ama Allah da teminat vermiştir.

Hazreti Yakup demek istiyor ki; ben onların teminatına değil Allah’ın teminatına güveniyorum. Onlardan teminat alışımın sebebi Allah’ın emri olduğu içindir. Emirlerine uyarım ama asıl güvendiğim O’dur. Buğday tohumunu ekerim ama mahsulü Allah’tan beklerim. Burada “Tekûlune” değil de “Nekûlu” demiş olması, hepimizin Allah’a tevekkül etmemiz gerektiğini ifade etmesi içindir.

Aslında Hazreti Yakup aleyhisselâm oğullarına demek istiyor ki; başlarına bir şey geldiği zaman o eğer Allah’tan gelmişse yapacağımız bir şey yoktur, biz kusurlu olmamalıyız, yoksa asıl koruyacak olan O’dur, O’nun takdiri ne ise o olur. Böyle demek istemektedir.

Hukuk düzeninde bu sebepledir ki sorumluluk sonuçlardan değil de davranışlardandır. Sonuçlar takdir-i İlâhidir. Biz ise davranışlardan sorumluyuz. Bu dünyada hukuk düzeninde tamamen böyle sorumluyuz. Askeri düzende de âhirette hesab verirken sonuçlardan değil davranışlardan hesap veririz. “Ya istiklâl ya ölüm” dediğimiz zaman ölürsek şehit oluruz.

***

يَابَنِيَّ وَقَالَ

(Va QAvLa YAv BeNiyYa)

“Ya ibnlerim diye kavl etti.”

Benîn” “ibn” kelimesinin kurallı çoğuludur. İzafetle nun düşmüştür.

Büneyye” ise ism-i tasgirdir.

Kâle” burada tekrar edilmiştir. Çünkü birincisinde muhatap Allah’tır. İkincisinde ise muhatap çocuklardır. Söyleyen aynı kişi olduğu için “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Hep birlikte Allah’a tevekkül etmeleri gerektiğini söyledikten sonra onlara tavsiyede bulunmaktadır; “Hep birlikte bir kapıdan girmeyin” demektedir.

İlk gidişlerinde böyle nasihatlerde bulunmadığı halde, şimdi neden böyle tedbirlerin alınmasını istemiştir? Şimdi sevdiği oğlu olduğu için mi, yoksa başka bir sebep var mıdır?

Hazreti Yakup bazı oğullarını sevmemiş olsa bile onlarla birlikte yaşamaktadır. Onların daima iyiliğini istemek durumundadır. Dolayısıyla öyle ayırımcı duygulardan dolayı bunu talep ettiği düşünülemez.

Hazreti Yakup ve oğulları aslında şaşkın durumdadırlar...

Aziz kardeşlerini neden istedi? Sonra, akçelerini neden yüklerine koydu?

Beklenmedik ve izah edilmesi zor bir olay olduğu kesindir. Olay artık basit bir olay değildir. Koskoca Mısır devleti, zamanın süper gücü bunlarla özel ilişki içindedir.

Şimdilik görünen durum kendileri için hayırlıdır. Çünkü akçeleri iade edilmiştir. Ama sonraları nelerin olacağı meçhuldür.

İki türlü savunma taktiği vardır.

Birincisi: Kendini zayıf gösterip karşındakileri meşgul etmemek. Sizinle boğuşmaya gerek görmemelerini sağlamadır.

İkincisi ise: Kendini olduğundan fazla göstermedir. Bu sefer de varlığın ve gücünle karşı tarafı korkutursun.

Koskoca Mısır devleti ile boy ölçüşmek mümkün olmadığına göre; Hazreti Yakup oğullarına tavsiyede bulunurken az ve zayıf görünmelerini tercih etmiştir.

لاَ تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ

(LAv TaDPuLUv MiN BAvBin VAPıDin)

“Bir babdan duhul etmeyin.”

Bugün bilgisayar vardır. Hangi kapıdan girerseniz girin kayda geçer ve görülürsünüz. Ama o zamanki ülkelerde bir kapıdan girilirse, ayrı ayrı girseler bile, ilgililerin ve yetkililerin dikkatlerini çekeceklerdir. Genellikle kentler sur içine alınır, ancak belli kapılardan giriş ve çıkış sağlanır. Kapıda adamlar bulunur, giren ve çıkanları kaydederler.

Bu husus Mısır’da da vardır. Eğer kayıt tutulmasaydı, birden kapıdan girmeyin denirdi. Oysa Hazreti Yakup “bir kapıdan girmeyin” diyor. Demek ki gelip geçenin kaydı tutuluyor ve kontrol ediliyor. Bugün kapılardaki beklemelerin çoğu gereksizdir. O günkü ihtiyatla başlamış, hâlâ devam ediyor. İstanbul’a gelen bir Anadoluluya  kayıt yaptırma zorunluluğunu getirmiyoruz da Sofya’ya giderken neden pasaport kontrolü yapıyoruz?

Sosyal olaylar ihtiyaçtan doğar. Sonraları âdet hâline gelir. İhtiyacı karşılayıp karşılamadığını düşünmeden herkes âdetlere uyar. İşler de düzgün gider. O âdetin faydasının farkında bile olunmaz. Halk uygulamaya devam edip durur. Bir gün gelir o âdetin yapılmasına ihtiyaç kalmaz ama halk o âdete sımsıkı sarılmaya devam eder ve uygulama sürdürülür.

İbadetlerin çoğu böyledir. Namaz çalışma ve yaşama saatlerinin tanzimi içindir. Bugün bu görevini ve fonksiyonunu yapmamaktadır. Ama namaz kılınmaya devam edilmektedir. Hattâ tam tersine bugünkü uygulama şekliyle çalışma ve yaşama düzenini bozmaktadır.

O halde ne yapılacaktır?

Ya namaz vakitleri çalışma ve yaşama saatlerine uydurulmalı, ya da çalışma ve mesai saatleri namaz vakitlerine uydurulmalıdır.

İşte yerinden yönetime bunun için ihtiyaç vardır. Bucaklar isterlerse kendilerini Tanrı’dan daha akıllı kabul ederek namazları çalışma saatlerine uydursunlar, isteyenler de Allah’ın her şeyi bilen olduğunu kabul ederek çalışma saatlerini namazlarına uydursunlar.

Bugünkü gümrükler ve vizeler de böyle gereksiz ve işe yaramaz âdetlerin değiştirilerek uygulanmasıdır. Bunu da sömürü tekel sermaye yapmaktadır. Sermaye insanları sömürebilmek için vizeler ve gümrükler icad etmiştir. Hayvan mesabesinden daha da aşağı seviyede olan bugünkü dünya düzeni sömürenlerin aşkına neler neler yapmaktadır! Bakanlıklar, bankalar, askerler, gümrükler hep onların sömürüsü uğruna hizmet etmektedir.

وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ

(Va uDPUvLUv MiN EaBVABın MüTaFarRıQaTin)

“Ve farklı bablardan/kapılardan duhul ediniz.”

Değişik kapılardan girildiği takdirde onların farkına kimse varamayacak, böylece sessiz sedasız girmiş olacaklardır. Beraber girdikleri takdirde ne olacaktır? Onlar hakkında ihbar yapılacaktır. Mısır’ın güvenliğinden sorumlu kısmına gidilecek, soruşturma sonucunda tahıl alırken bunlara paralarını iade eden azizin işi sıkıntıya girecektir.

Topluluklarda daima kıskananlar vardır. Bunlar birbirlerinin aleyhindedirler. Bunların Mısır’a sık sık girmelerini ve çıkmalarını istemeyeceklerdir. Melike ihbar edip bu giriş ve çıkışları önleyebilirler. Onun için farklı farklı kapılardan girin denmektedir.

Güçlü değil de güçsüz görünme daima ilke olmalıdır. Bir işe başladığınız zaman güçsüz ve zayıf olduğunuzu görenler sizin yanınızda yer almazlar ama sizinle uğraşan da az olur. Dolayısıyla olduğunuzdan küçük görünerek büyüyeceksiniz. Her şeyin bir başlangıcı vardır. Sonra büyür, ortaya çıkınca size saldırıya geçerler. O zamana kadar yeteri kadar güçlenmişseniz sizi yıkamazlar, artık yerleşirsiniz. Bu sefer de olduğunuzdan büyük görünürsünüz.

Biz 1969 yılında bağımsız adaylıklarımızı koyduk. Parti kurduk. MSP döneminde birden ve ilk seçimde yüzde 13 oy aldık. Bunun üzerine harekete geçip saldırdılar. Mücadele devam etmiştir. Sonunda günümüzde anayasa ekseriyetiyle iktidar olduk. Yine de hazırlığımız tam olmadığı için büyük bir darbe yiyebiliriz.

Biz bunu bildiğimiz için durmadan “Adil Düzen” hazırlığımızı yapıyoruz. Bundan sonraki hazırlığımızdan sonra artık “Adil Düzen”i uygulayacak hâle gelmiş olacağız. Daha önce açıklamadık. “Adil Düzen”i hazırlayanları kimileri  mehdiler olarak zikretmektedir. Kur’an, “Bir resul gelecek onları tasdik edecektir” diyor. Birinci adımda Akevler “Adil Düzen” çalışmasını yaptı. Necmettin Erbakan geldi, onları tasdik edip faaliyete geçti. Şimdi bu yeni çalışmaların sahibini beklediğimizi o âyetleri açıkladığımız zaman yazmıştık. Şimdi Cengiz Demirci’nin rüyası bu mânâyı teyit etmektedir. Hazırlıklarımızı sıklaştırmalıyız.

“Bir kapıdan girmeyin” dedikten sonra, “Değişik kapılardan girin” sözün uzatılmasıdır. “Değişik kapılardan girin” denmemiş olsaydı da o mânâ çıkardı. Başka kapı yoksa hiç girmeyin anlamı çıkardı. Yalnız nehy o mânâyı taşır. Oysa girilmesi de istenmektedir. Dolayısıyla teyit ediyor. Ayrıca bir kapı değil çok ve farklı kapı hususuna fazlaca önem veriyor. “MuteferrikaTin”deki “Te” çoğul tesidir. Tekili çoğula, çoğulu tekile çevirir.

Farklı kapıdan girmenin başka faydası; bir kapıdan girene bir şey olursa öbür kapıdan giren haberdar olur, gerekli tedbir alınır. Aziz bulunur ve haberdar edilir. Hazreti Yakup farklı kapılardan girmeyi tavsiye etmekle bunları tedbir olarak önermiştir.

Kur’an bütün olayları bize anlatmamakta, sadece önemli sahneleri anlatmaktadır. Hazreti Yakup peygamberin böyle farklı kapıdan girmekte ısrarında önemli vurgu vardır. Mühendislikte bunun çok önemi vardır. Örnek olarak, elektriği bir hatla bağlarsanız, o hatta bir arıza olduğu zaman elektriksiz kalırsınız. Ama değişik hatlardan bağlarsanız, o zaman bir taraf bozulursa diğer taraf faaliyete geçer. Size 100 kilovatlık enerji gerekirse bunu bir makine olarak yapabilirsiniz. Ama bozulduğu zaman elektriksiz kalırsınız. Çok jeneratörlü yaparsanız, biri bozulursa diğerleriyle çalışmaya devam edilir.

Kapılar” çoğuldur. Emir en az üç kapıyı kapsamaktadır. Üç veya daha çok kapıdan girme emredilmiştir. Tek veya iki partili sistem bu sebeple tehlikelidir. En az üç veya daha fazla parti olması gerekir. Bunlar on kimse olduklarına göre en çok on kapıdan girebilirler. Buradaki “müteferrik ebvâb” bizim için ne kadar çok meselelerin çözümlenmesine yardım etmektedir.

وَمَا أُغْنِي عَنكُمْ

(VaMAv EuĞNIy GaNKuM)

“Ve sizden bir şey iğna etmem.”

Gerekli tedbirlerin alınmasını emrettikten sonra bu tedbirin kesin garanti olduğunu da söylememektedir. Takdir ne ise o olacaktır. Eğer takdirde sizin başınıza bir şey gelecekse benim yapacağım bir şey yok diyor. Biz sebepleri işleriz, doğrusu ne ise onu yaparız. Sonuçlar ise Allah’tandır. Biz onlara müdahale edemeyiz. Allah’ın bir takdiri vardır, o ne ise mutlaka olacaktır. Onu kimse değiştiremez. Ama oraya gidişte insanlar etkili olur. Bazen istediğiniz istikamette etkili olursunuz, bazen de aksi istikamette etkili olursunuz. Siz niyetinizden sorumlusunuz ama işler sizin istediğiniz şekilde gitmeyebilir. Hattâ bir şey değiştiremezsiniz. Takdirde herhangi bir etki yoktur.

İnsanın başına gelecekler de böyledir. Hastaya ilaç verirsiniz, iyi edeceğim dersiniz ama ilaçlarla yan tesirler yaparak hastayı daha fazla hasta edersiniz. Siz ilmin gereği ne ise onu yapacaksınız. Ama yapılanların bir garantisi yoktur.

Bundan dolayıdır ki dava kazanma şartı ile vekalet, hastayı iyileştirme şartı ile tababet meşru değildir. Avukat hukukun kuralları içinde savunur; karar hak ne ise ona göre verilmelidir. Doktor ilmin kuralları içinde tedavi yapar; sonuçta ise takdir ne ise o olur. Kur’an ilkeleri koyuyor. Düzeni ise siz oluşturuyorsunuz. O düzen içinde Kur’an’a aykırı kurallar varsa o düzen zulüm düzeni olur.

Hata etmeyiz mi, düzeni başka türlü yapmayız mı?

İşte bu ihtimal olduğu için içtihat ve mahalli icmalar ortaya konmuştur. Onlardan başarılı olanlarda doğru yol bulunmuş olur. Sosyal evrim budur, müsabaka budur.

مِنْ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ

(MiNa elLAvHi MiN ŞaYEin)

“Allah’tan bir şeyi iğna etmem.”

Burada zamir gönderilmemiş, izhar edilmiştir. Çünkü bundan önce geçen “Allah” bir cümle içinde geçmiştir. O cümlenin devamı olan yani o cümlenin muhatabı olan aynı kimse olmadığı için o cümledekine zamir göndermek beliğ olmaz.

“Ahmet Hasan’ın geleceğini söyledi, oysa o hastadır.” Cümlemiz doğrudur ve beliğdir.  “Ahmet Hasan gelecektir dedi, oysa o hastadır” cümlesi beliğ değildir. Çünkü Hasan kelimesi bizim cümlemiz içinde geçmemektedir.

Şey” nekredir, cüz’iyeti ifade eder.

Min” teb’iz içindir. O daha küçüğünü ifade eder.

Takdirde varsa en küçük bir şeyi bile değiştiremeyiz. Bununla beraber biz tedbirlerimizi almak zorundayız. Hayat böyle gider. Çünkü kaderi bilmemiz her zaman mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla kaderde ne olduğunu bilemeyiz.

Biz “Adil Düzen”in geleceğini biliyoruz. Bunda şüphemiz yoktur. Bunu Kur’an’dan biliyoruz. Bunu müsbet ilimlerle biliyoruz. Ekonomi ilmi bize neler olacağını haber vermektedir. Ama bunun ne zaman, nerede, nasıl olacağını bilememekteyiz. Bize düşen çalışmadır. Oluşturma işi bize ait değildir.

Hazreti Yakup peygamber ne yapmıştır?

Önce dayanışmadan belge almıştır. Oğullarını samimi olarak bağlamıştır.

Bazı kardeşlerimiz klasik tefsirleri okuyarak mevsikı belge olarak almamışlar, yemin ettirmiş demektedirler. Belge getirin denmektedir. Yemin edin anlamı mecazidir. Mâni karine yoktur. Belge getirin deniyor. O belgeyi verenler yemin ettirerek vereceklerdir. Bununla beraber ikrar yemin değildir. Yeminin hükmü vardır. Yeminsiz verilen sözde mazeretin varsa sorumlu olmazsın, onu yapmayabilirsin. Ama yeminle söz verdin mi, onu yerine getirmemek için mazeret kabul edilmez. Teminat budur. Bir şeyi söylediğiniz zaman o şey yanlış çıkarsa siz sorumlu değilsiniz. İnanmasaydın dersin. Ama yemin ederek söylerseniz artık o haberin doğruluğundan sorumlusunuz.

Güvence belgesini getirmişlerdir. Sonra da değişik kapılardan giriş tavsiyesinde bulunmuş, ondan sonra yine de onlara olacakları ben önleyemem demiştir. Böylece oğlunun başına gelecekleri bilmekte, onlara ihsas ettirmektedir. ‘Siz günah işlemeyin, siz ihmal etmeyin de ötesi size ait değildir’ demektedir.

Biz bağımsız adaylığımızı koyarken (1969), biz partiyi kurarken (1972-MSP) böyle hareket ettik. Allah’ın emri olduğu için kurduk. Kazanma işi bize değil O’na aittir. Bu sebepledir ki biz Adil Düzenciler ve Millî Görüşçüler başarmış kimseleriz. Müslümanlara siyaseti öğrettik, sadece o bile bize yeter. Şimdi Müslümanların anayasa ekseriyetiyle iktidara gelmelerini bizim çalışmalarımızla Allah gerçekleştirmiştir. Ondan sonrası bize ait değildir, başarı bizim başarımız değildir. Başarısızlık da bizim başarısızlığımız değildir.

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلَّهِ

(EiNi eLXuKMu EilLAv Li elLAHi)

“Hüküm yalnız Allah’a aittir.”

Hükmetmek” demek, atı yuları ile yönlendirmek demektir. Atın yerine arabayı düşünün; direksiyonu kullanmak demektir.

Kurallar vardır. O kurallar içinde araba kendiliğinden yürür. Bu hükmetmek demek değildir. Hükmetmek demek, direksiyonun başında icabına göre karar verip direksiyonu çevirmek demektir. Araba belli kurallar içinde çalışır. Şoför yalnız direksiyonu sağa-sola çevirir veya gaza ve frene basarak hızını ayarlar. Otomatik arabalarda debriyaj yoktur, kendiliğinden ayar yapılmaktadır.

Allah hâlik olarak kâinatı var etti. Bu büyük bir arabadır. Tanrı’nın arabasıdır. Şimdi Rab olarak şoförlük yapmaktadır. Kâinatı nereye götürecekse o tarafa götürmektedir.

Kelamcıları çok meşgul eden Allah’ın iradesinin yorumu ise çok zordur. Hiçbir zaman tatmin edici bir cevaba ulaşamayız. Bizim beynimiz ona yeterli değildir.

Sorun şudur.

Allah ileride neler olacağını bilmektedir. O halde kararı şimdiden almıştır. Böylece Allah mûrittir ama ileride karar almaz, çünkü ileride karar alması demek daha önce bildiği ve kararlaştırdığı bir şeyin aksine karar alacaktır demektir. Bu da haşa O’nun cahil olduğunu ifade eder. Bunu reddedersek o zaman irade sahibi olmaz ki; bu da aciz olduğunu ifade eder. Cahil olan tanrı olamaz, aciz olan da asla tanrı olamaz.

O halde bu çelişki nasıl giderilecektir?

Kâinatımızın varlığını görünce Allah’ın ne aciz ne de cahil olduğu ortaya çıkar. Böyledir ki kâinat vardır. O halde bu sorunun cevabı şöyledir: Allah’ın cehli ve aczi sözkonusu değildir. Sorun bizim idrakteki aczimizden dolayı cehlimizdedir.

Demek ki kâinat sadece doğa kanunları ile yürümemektedir. Allah’ın yönetimi ile kendisine çizilmiş istikamette ilerlemektedir. Hüküm yani yönetme O’na aittir.

Bugün dünyada ve Türkiye’de olanların hepsi Allah’ın takdiri ile olmaktadır. Bize göre yanlış olanlar O’nun takdiri ile olmaktadır. Bizim görevimiz yanlışları ortaya koyup gelecek takdiri beklemektir. Biz bu takdir üzerinde fazlaca durmaktayız. Biz kaderi değiştireceğimiz için çalışmamalıyız, biz Allah’ın emri olduğu için çalışmalıyız.

Bundan 13.7 milyar yıl önce büyük patlama olmuştur. Bugün astronomi ile kesin olarak tesbit edilen bu patlama Kur’an’da; yer ve gök tek idi, biz onu fetkettik diye açıklanmıştır. Ondan sonra Âlemlerin Rabbi evrimleştirici olarak kâinatı geliştirerek bugünkü duruma ulaştırmıştır. Bundan sonra çökme olacak ve bu âlem başka âleme çevrilecektir. Allah’ın takdiri budur. Bu arada bizler de amellerimizden sorulacağız. İyiler cennete, kötüler cehenneme gideceklerdir. Allah’ın takdiri budur, Allah’ın kaderi budur. Bunu değiştirecek kimse yoktur.

Kâinat insanlar için vardır. Melekler, cinler ve ruhlar da görevlidirler. Yeryüzü ise Adem oğulları için vardır. İşte bundan 60 bin yıl önce yaratılmış olan insan evrimleşerek bugün en ileri seviyeye ulaşmıştır. Diğer canlıların bir yıl içinde aldıkları mesafeleri birkaç saat içinde alabilmektedir. Elektrik ve ampul ile ortalığı aydınlatarak gecelerini gündüze çevirmiştir. Haberleşmede uzaklık ortadan kalkmıştır. Ani görüntüler ve konuşmalar imkan dairesine girmiştir. Elimizdeki bilgisayarlar birer beyin seviyesinde cihazlar olmuştur. İşte bütün bunlar olurken, bunlar kendiliğinden tesadüfle olmamaktadır. Hepsi İlâhi hükmün bir tezahürüdür. Birçok buluşlar aynı zamanda değişik kimseler tarafından birbirlerinden habersiz bir şekilde gerçekleştirilmiştir.

عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ

(GaLaYHi TavakKalTü)

“Ben O’na tevekkül ettim.”

Türkçede “tevkil” kullanılmaktadır. Vekil tayin etme anlamında kullanılır. Vekil tayin etme demek, onu elçi tayin etme veya emir tayin etme şeklinde kullanılmaktadır.

Oysa Arapçadaki “vekil” senin kendisine dayandığın, güvendiğin kimse demektir. Yani ben ona güvendim demektir. Ben bana verilen emri yerine getiririm. Sonrasına ben karışmam, o ne isterse onu yapar, ben ona teslimim demektir.

Şeriata göre yanlış olan tarikatların bazı mısraları vardır. “Nârın da hoştur nûrun da hoş.” Evet, cehenneme gönderse bile biz rıza göstermeliyiz. Madem ki O öyle istedi, onun öyle olması benim için iyidir demeliyiz. Dolayısıyla cehennem de O’nun rahmetidir.

Hazreti Yakup aleyhisselâm önce belge istiyor. Sonra onlara ‘değişik kapılardan girin’ diyor. Sonra ‘ben kadere bir şey yapamam’ diyor. Ondan sonra da; ‘Hüküm Allah’a aittir ve ben O’na tevekkül ettim’ diyor. O ne takdir etmişse ona razıyım demektir.

Bütün hayatımızda bu anlayış düsturumuz olmalıdır. Herkes görevini yapmalıdır. Herkes kendi görevini yapmalıdır. Ondan sonra da kadere razı olmalıdır. Kimseden garanti istememelidir. Ya böyle olmazsa sen sorumlu ol denmemelidir. Faiz bunun için haramdır. Taahhütlerde ceza maddesi bunun için haramdır. Dayanışma, işin gidişini değiştirmeden çok, ortaya çıkan zararlarda yardımlaşmadır.

 

وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلْ الْمُتَوَكِّلُونَ (67)

(Va GaLaYHi FaLYaTaVakKaLü eLMuTaVakKiLUvNa)

“Tevekkül edenler O’na tevekkül etsinler.”

Ben Allah’a tevekkül ettim. O’nun kararı ve kaderi ne ise ona rıza gösteriyorum. “Azmettiğin zaman O’na tevekkül et” emrine uyuyorum. Siz de uyun diyor. Siz de bütün tedbirlerinizi aldıktan sonra, ondan sonra olacaklardan kendiniz tasa çekmeyin. Ben sizden mevsik aldım. Ancak bunu sizin kaderi değiştireceğiniz anlamında almadım. Sizin hata etmemeniz, kusurda bulunmamanız için aldım. Sonuçlardan dolayı almadım demek istemektedir. “Siz de O’na tevekkül edin” demiyor da; “Tevekkül edenler O’na tevekkül ederler” diyor.

Bediüzzaman risaleleri yazarken diyor ki: “Bunları ben kendim için yazdım. İsteyenler okuyabilir ve yararlanırlar.” Bizim bu yazdıklarımız da aslında kendimiz için yazdıklarımızdır. Eğer birilerine anlatmazsak, kendimiz düşünemiyor ve anlayamıyoruz. Sizler dinledikçe, sizin duruşlarınızdan ben anlıyor, ona göre Kur’an’ı kavrıyorum. Sizlere anlatıyormuş gibi yazıyoruz. O zaman Kur’an’ı daha iyi anlayacak seviyeye geliyoruz. Ben sizlere Kur’an’ı benim anladığım gibi anlayın demiyorum. Ben size Kur’an’ı müçtehitler zamanında mü’minlerin anladığı usulle anlayın diyorum. Yani Ebu Hanife, Şafii, Malik, Ahmed ve diğer fukahanın anladığı usulle anlayın diyorum. Onların anladığı gibi değil, onların usulü ile ama kendi anlayışınızla anlayın diyorum. Biz bu yorumları sizlere ulaştırırken o anlayışa örnek veriyoruz.

Kur’an Allah’ın sözleridir. Onda değişiklik olmaz, çağ dışılık olmaz, eskime olmaz. O her zaman yenidir, günceldir, tazedir. Onun dışında sünnette olanlar da dahil kendi zamanlarına aittir. Biz artık onların anladığı gibi Kur’an’ı anlasak yanlış anlamış, eksik anlamış oluruz. Ama bizim onlardan öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Önce Kur’an’ı onlardan öğrendik. Kur’an Arapçasını onlardan öğrendik. Kur’an’ın yorumunu onlardan öğrendik. O halde biz Kur’an’a dayanıyoruz ama Kur’an’ı da sünnete ve icmalara, fukahanın içtihatlarına dayanarak anlıyoruz. Demek ki Fıkhın dört delili daima geçerlidir ve her zaman o delillerle hareket edeceğiz. Kur’an zaten ana delilimizdir. Sünnet ise Kur’an’ın ilk örnek uygulamasıdır. Kur’an’ın bize neler anlattığını sünnetten öğreniyoruz. Fukahadan Kur’an Arapçasını öğreniyoruz. Onların usulleri bizim de usulümüzdür.

Tevekkül edenler” kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Çünkü tek başına tevekkül vardır. Herkes benim gibi tevekkül edecektir. Ama bir de cemaatçe tevekkül vardır. Onlar da ancak Allah’a tevekkül edebilirler.

Bütün İlâhi emirleri yerine getirmeye çalıştıktan sonra olacaklara topluluk da rıza göstermelidir. Topluluktaki siyaset böyledir. Yasalar yapılacak ve yasalara uymaya çalışılacaktır. Ondan sonra ne olacak? Kadere teslim olunacaktır. Bir bitki nasıl genlere dayanılarak oluşmaya başlar. Sonra genler değiştirilemez. Buğday arpa olamaz. Bunun gibi ilk topluluk nasıl kurulmuşsa o topluluk öyle gider. Artık onun yapısını değiştiremezsiniz. Sonuna kadar onun içinde uygulamaya devam edilecektir.

Mesela, cumhuriyetimizi kurarken dört temel ilkeyi esas aldık. Anadolu ülkemiz olacak. Bütünlüğünü koruyacağız ama başka yerleri Türkiye’ye katmayacağız. Sonra dedik ki, Türkiye Müslüman halktan oluşacak. Karma din anlayışına müsade etmedik. Biz bunu şimdi değiştiremeyiz. Üçüncü kuralımız, kişiler ‘Ben Türküm’ diyecektir. Dördüncü kuralımız Türkçe konuşmaktır. Şimdi bunu değiştirelim, Kürtçe de resmi dil olsun diyemeyiz. Hıristiyanlar da Müslümanlarla eşit hukuka sahip olsunlar diyemeyiz. Bu devlet böyle gidecektir. Bu devlet bir gün elbette yıkılacaktır. O yıkıldığı zaman yeni devlet kuracağız. O devleti yeni genlerle oluştururuz.

Allah’a tevekkül etmek demek, artık karar vermişiz, sonuna kadar gitmeliyiz demektir.

Onun yasasını değiştirebiliriz. Bu takdirde şunu sorabiliriz:

“Adil Düzen” cumhuriyetin geninde var mıdır?

Yoksa “Adil Düzen”in gelmesi için bu devletin yıkılması mı gerekir?

“Adil Düzen” iki şeye dayanır.

Birincisi, Kur’an ve mukaddes kitaplara dayanmadır. Türk devletinin bir şartı halkının Müslüman olmasıdır. Demek Kur’an şartını cumhuriyetin genleri ile taşımaktadır.

İkincisi ve diğeri de müsbet ilimdir. Bu hususu da Mustafa Kemal çok açık olarak ifade etmiş ve “Elimizde tutuğumuz meşale müsbet ilimdir” demiştir.

O halde Cumhuriyetin genleri “Adil Düzen”i içinde taşımaktadır.

Hazreti Yakup bu emir sigasını kullanırken emir mi vermektedir, yoksa tavsiyede mi bulunmaktadır? Gaip sigasını kullanmaktadır. Dolayısıyla emir değil tavsiyedir “Tevekkül edenler O’na tevekkül etsinler” diyor. Tevekkül etmeyenlere bir şey demiyor. Yani tevekkül edenler başkasına tevekkül ederlerse başaramazlar demek istiyor.

Burada harfi tarif tevekkül edenlerin cinsidir. Tevekkül eden cemaat O’na tevekkül etmektedir diyor.

Hazreti Yakup bu suretle oğullarına da nasihat etmektedir. Siz de tevekkül edecekseniz O’na tevekkül edin demektedir. Emir değil ihbar şeklinde söylemektedir. Siz de Allah’ın kaderine razı olun demektedir.

Hazreti Yakup aleyhisselâm burada beşerî tedbirlerin ne olduğunu izah etmektedir. Böylece onları da korku ve endişeden uzak tutmaktadır.

Kadere teslim olduğunuzda son derece rahatlarsınız. Görevlerinizi sükunet içinde yaparsınız. Böylece başarılı olursunuz. Yok şu olmasın, yok bu olmasın deyip olaylardan rahatsız olursanız başarısız olursunuz.

Biz Akevler’i kurarken, partiyi kurarken Allah emrettiği için hareket ettik. Olaylar gelişti. Bugün anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk. Ama sonunda tam bir serap içinde kaldık. Beklediğimizin başka türlüsünü yaptılar. Hayal kırıklığına uğradık.

Beklediğimiz “Adil Düzen” ne oldu?

Bizim arkadaşlar iktidar oldular ve vurguncularla hırsızlara hizmet ettiler. Kendileri hırsızlık yapmadılar ama asla hırsızlığı önlemeyi, rüşveti önlemeyi dert edinmediler. Ama sonra olanlara Takdir-i İlâhi deyip şaşırmadık, bocalamadık. “Adil Düzen”i bilmediklerinden dolayı yaptıklarından başka bir şey yapamazlardı. “Adil Düzen”in bilinmemesi onların değil bizim eksikliğimizdir. Suçlu varsa o da biziz. Çalışmamızı hızlandırıyoruz. Ama olaylardan rahatsız değiliz. Çünkü olanlar Takdir-i İlâhidir. Çalışmak bizden, başarı Allah’tandır.

 

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2591 Okunma
2-YUSUF 4-7
3154 Okunma
3-YUSUF 8-10
2501 Okunma
4-YUSUF 11-15
2056 Okunma
5-YUSUF 16-19
1979 Okunma
6-YUSUF 20-22
2315 Okunma
7-YUSUF 23-24
4276 Okunma
8-YUSUF 25-28
2352 Okunma
9-YUSUF 29-31
2169 Okunma
10-YUSUF 32-34
1937 Okunma
11-YUSUF 35-37
2396 Okunma
12-YUSUF 38-40
2241 Okunma
13-YUSUF 41-42
2989 Okunma
14-YUSUF 43-45
3788 Okunma
15-YUSUF 46-49
2165 Okunma
16-YUSUF 50-53
2200 Okunma
17-YUSUF 54-57
1897 Okunma
18-YUSUF 58-62
1920 Okunma
19-YUSUF 63-65
2064 Okunma
20-YUSUF 66-67
1929 Okunma
21-YUSUF 68-69
2300 Okunma
22-YUSUF 70-74
2263 Okunma
23-YUSUF 75-76
2440 Okunma
24-YUSUF 77-79
1970 Okunma
25-yusuf 80-82
1802 Okunma
26-yusuf 83-86
2005 Okunma
27-YUSUF 87-90
2098 Okunma
28-YUSUF 91-98
2259 Okunma
29-YUSUF 99-101
1861 Okunma
30-YUSUF 102-107
2277 Okunma
31-YUSUF 108-110
1949 Okunma
32-YUSUF 111
2041 Okunma

© 2024 - Akevler