YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
Süleyman Karagülle
2353 Okunma
YUSUF 25-28

YUSUF SÛRESİ TEFSİRİ - 8

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوءًا إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ(25) قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنْ الْكَاذِبِينَ(26) وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنْ الصَّادِقِينَ(27) فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ(28)

 

وَاسْتَبَقَا الْبَابَ  

(VaSTaBaQa eLBAvBa)

“Bâba istibak ettiler.”

SeBeKa” kökü oyunda konan ödüle denir. Yarışı kazananlar ödülü hak ederler. Yarışçıların birbirleri ile ödülleşmeleri kumardır ve haramdır. Yarışı kazanana başkalarının ödül vermesi haram değildir. İnsanları yarışa götürmek böylece meşru görülmüş, hattâ müsabaka etmek sevap sayılmıştır.

Sülasi ikinci bâbından “sebeka-yesbiku” öne geçti demektir. Yarış amacıyla olmasa da önde olmak sebkat etmek mânâsındadır.

Daha önce görev yapanlara ‘sabık vali’ veya ‘sabık bakan’ denir. Türkçede suç işleyenlere ‘sabıkalı’ denmektedir.

Mufaale bâbında “müsabaka”, yarışma demektir. Burada kişiler doğrudan doğruya birbirini geçmeye çalışıyorlar.

İftial bâbından “istibak”, ödüllü yarıştan çok, bir yere doğru değişik amaçlarla da olsa koşuşmaktır. Burada kapıya doğru yapılan koşuşma ifade edilmektedir.

Yukarıda “kapıları kapattı” dendiği halde, burada “kapıya doğru koştular” deniyor. Yukarıda köşkün dış kapıları, burada ise odanın kapısıdır. Bu kapı o kapılar arasında değildir.

Yusuf kapıdan çıkıp gitmeye çalışmaktadır. Kadın da onu bırakmak istememektedir. Kadın Yusuf’u geçecek ve kapının önüne duracak. Yusuf da kadın kapıya varmadan kendisi kapıya doğru yaklaşıp dışarı çıkma arzusundadır.

Burada yapılan hareket düşünülerek ve hesaplanarak yapılmış bir hareket değildir. Yusuf Rabb’inin burhanını görünce, bu durumdan kurtulmak için odayı terk eder ve kapıya doğru koşar. Çoğu zaman hoşlanmadığımız bir durumla karşılaştığımızda içimizden orayı terk etme arzusu gelir ve terk edip gideriz. Kadın beklenmedik bir durumla karşılaşmıştır. Yusuf’un fevri bir şekilde odayı terk etmesinden şaşırmış ve korkmuştur.

Dışarı çıkan Yusuf ne yapacaktır?

Büyük bir ihtimalle gidip kocasına bunları anlatacaktır. Çünkü Yusuf’un başka bir imkanı yoktur. Ya evde sessiz kalacak ve sonunda kendisine de hakim olamayıp kadının isteğine uyacak, ya da kocasına durumu anlatacaktır. O zaman da kadın kocasından ayrılma durumuna düşecektir. Bütün bunları hisseden kadın Yusuf’un odadan çıkmasını engellemek için arkasından koşar ve arkadan gömleğini yırtar. Gömlek yırtılmış olur.

Gerek Yusuf’un gerekse kadının davranışları, insanda mevcut olan refleks melekesinin dürtüsü ile oluşmuştur. İradî olmayan ve alışkanlığa dayanmayan bu hareketleri canlılar kendilerinde kurulmuş programlarla yapmaktadırlar. Bu arada Allah’ın o esnada onlara yaptığı ilham da devreye girer ve insan iradesi dışında İlâhi takdirin gereği olanını yapar.

Burada cereyan eden olay böyle bir olaydır.

وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُر

(Va QadDaT QaMİyÖaHUv MiN DüBüRin)

“Kamisini dübüründen kaddetti.”

Yusuf kapıya koşuyor, kadın arkasından gömleğini tutuyor, gömlek yırtılıyor. Kur’an da gömleği yırtıyor demiyor. İlk anlaşılan mânâ kadının gömleği yırtmak istediğidir. Yani kadın gömleği öyle tutuyor ki gömlek yırtılıyor.

Kadın gömleği niçin yırtmak istesin?

Gömlek yırtılırsa, yırtık gömlekle Yusuf dışarıya çıkamaz. Böylece kadın Yusuf’un istemediği hareketi yapmasını önlemeyi sağlamak amacıyla gömleği yırttığı düşünülebilir. Böyle değil de, Yusuf’u tutmak istemiş, Yusuf da kaçmaya devam edince gömlek yırtılmış olur. Burada kasıt gömlek yırtma olmadığı halde, kasıt varmış gibi gömleğin yırtılması Yusuf’a isnat edilmiş olur. İfadenin bu şekilde getirilmiş olmasıyla müsebbibin mübaşir olabileceği anlatılmış olmakta, yahut başka bir deyişle şibhi amd gibi kabul edilmiştir.

Fıkıhçılar için bu yorum daha uygun bir yorum ise de, biz hakiki mânâsını tercih ederek kadının gömleğini bilmeyerek yırttığı mânâsını çıkarıyoruz.

Yusuf babasının evinde de gömlek giyiyordu. Mısır’da da gömleğin var olduğunu öğreniyoruz. Demek ki o dönemin doğu ve batı uygarlıklarında gömlek bilinmektedir.

Yünden veya pamuktan yahut keten gibi bitki liflerinden kumaşlar dokunmaktadır. İnsanlar ters istikamette ipler geçirerek kumaş yapmaktadır. Bu teknoloji tekerlekten daha önemli bir uygarlık teknolojisidir. Kumaş hâlâ aynı teknoloji ile üretilmektedir. Kumaşın sağlamlığına ipliklerin kalınlıkları ve dokumadaki sıklığı etki etmektedir. Ayrıca ipliğin yapılış teknolojisi de sağlamlığına çok etki eder. Çünkü bir ipliğin en zayıf noktası ne kadar sağlamsa kumaş da o kadar sağlamdır.

Yusuf’un gömleği kolayca yırtıldığına göre gömleğin kumaşı zayıf kumaştır. Demek ki o zamanki dokuma teknoloji o kadar sağlam kumaş üretebiliyordu. Bugün giydiğimiz gömlekler kısa gömleklerdir. O tarihlerde kullanılan gömlekler ise uzun gömleklerdir. Sıcak yerlerde pantolon veya don giyilmez, uzun entari biçiminde gömlek giyilir. Gömleğin kolları vardır. Ama pantolon veya don o günlerde henüz yaygınlaşmamıştır. Gömlek yırtılınca iki taraf şaşalamış ve duraklamışlardır.

Uygarlaşmadan önce yiyecekler ucuz, giyecekler pahalı idi. Zamanla teknoloji gelişti, giyecekler ucuz yiyecekler pahalı olmaya başladı. O günkü bir gömleğin yırtılması, bugün için bir takım elbisenin yırtılması demektir.

Yani, yırtılma olayı dikkatleri zarara çekmiş, taraflar olayla ilgili heyecanlarını kısmen kaybetmişlerdir.  Bugün olduğu gibi evde birkaç gömlek bulunmaz. Evde bir kişinin bir veya iki gömleği olabilir. Şimdi ne olacaktır? Yusuf yamalı elbiseyle mi dolaşacak, yoksa yeni elbise mi alacaktır? Bütün bunlar onların sorunlarını ve konumlarını değiştirmişti. Durum böyle iken kapıda Yusuf’u satın alan kişi görünmüştür.

وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ

(Va EaLFaYAy SayYiDaHAv LaDay eL BAvBi)

“Seyyidine bâbın ledasında ilfa ettiler.”

LFY” bir kimseyi bir yerde bulmak mânâsındadır. İf’al bâbı ile “İlfa” ise karşılaşmaktır.

Lede’l-bâb” kapıda demektir. Üzerinde anlamını taşır. Tam kapının üstünde demektir. “Ledün” yakınında demektir, yakın yanında demektir. “Inde” ise yakınında demektir.

Kapı dışarıya doğru açılırsa, önce seyyid açmış ve bunlarla karşılaşmış olur. Kapı içeriye doğru açılırsa bunlar seyyidi görmüş olurlar. Bu takdirde kapı tarafında olan seyyidle önce karşılaşmış olur. Kur’an’ın ifadesi ikisinin seyyidle birlikte karşılaşmış olduklarını bildiriyor. Demek ki kapı dışarıya doğru açılmaktadır. Seyyid kapıyı açmıştır ve bunlar ikisi birden seyyidle kaşı karşıya gelmişlerdir. “Inde” veya “ledüni’l-bâb” denmeyip “lede’l-bâb” denilmesi, bunlar kapıda değil seyyid kapıdadır anlamındadır. Bunların kapıya doğru şaşkın bir şekilde durduklarını görmektedir. Karşılaşılan kişi bu ifadede tek kişidir, yani kocasıdır.

Seyyid” kelimesi “seyis” kelimesi ile akrabadır. Seyis atları götüren kimsedir veya faytoncudur. Türkçedeki “siyaset” kelimesi buradan gelir.

Seyyid” ekibi yöneten demektir. Kur’an’da peygamberler için geçmektedir.

Daha önce “karısı” denmişti. Burada “seyyidi” denmiştir. Harfi tarifle söylenmiş olsaydı kocasının bir seyyid olduğu anlaşılırdı ama burada “seyidine” dendiğine göre koca seyyid olarak adlandırılmış oluyor.

İnsanlık başlangıçta toplayıcılıkla geçiniyordu, aile üretimi vardı. Kadınlar da üretime eşit şartlarda katılıyordu. Bundan dolayı Kur’an’da Adem ve Havva eşit şartlarda zikredilmektedir.

Avcılık döneminde kadınlar avlanmaya gidememiştir. Kadınların veya erkeklerin çocuklarının yanında kalmaları gerekmiştir. Beden yapıları gereği erkeklerin avlanmaya gitmeleri, kadınların çocukların yanında kalmaları şeklinde uygun iş bölümü oldu. Erkekler avlanmaya gittiler, silahlandılar ve güçlü oldular. Kocalarından uzak kalan kadınların iffetlerini koruma sorunu erkeği kadına hakim kılmıştır.

Fıkıhta kadın ile erkek aile içinde eşit haklara sahiptir. Evin içinde kadın, dışarıda ise erkek sorumlu olmaktadır. Sorumlu kim ise yetkili de odur. Ancak avcılık döneminin erkek hakimiyeti sistemi günümüze kadar gelmiş olup, değiştirilmiş eski medeni kanunumuzda evin reisi erkek kabul edilmiştir. Roma’da ise pater geniş ailenin mutlak hakimidir. Adeta diğerleri köle durumundadır. Roma hukukundaki bu pater sistemi Mısır’dan gelmiş olmalıdır.

Kur’an’ın seyyid kelimesini kullanması Mısır’da ataerkil bir aile yapısının olduğunu gösterir. Bu Mısırlıların örfünün Kur’an’da zikredilmesi bize şeriat olmaz, yani peygamberlerin bunu söylemiş veya yapmış olması gerekir. Koca kadının seyyidi yani başkanı değildir. Bununla beraber Mısırlıların örfü olarak kötülemeden koca için seyyid kelimesini kullanması, Kur’an ehli olmayanların kendi bucak hukuklarında kocaları seyyid saymaları hukuken geçerlidir. Yani öyle bir sözleşme Kur’an dininde meşru değilse de Kur’an düzeninde meşrudur. Doğal başkanlıklar meşru sayılmıştır.

Saltanat, hükümranlığın babadan oğula intikali İslâm dinine göre meşru değildir ama İslâm düzeninde meşrudur. Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların ve Osmanlıların hükümranlıkları meşrudur. Cemal Gürsel’in ve Kenan Evren’in başkanlıkları da kıyasen meşru olur. Ehli sünnetin itikadı böyledir. Bu âyetten de meşruiyet ortaya çıkar.

قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ

(QAvLaT MAv CaZAvEu MaN EaRAvDa)

“İrade edenin cezası ne diye kavl etti.”

Üçü beklenmedik bir şekilde karşı karşıya gelmişlerdir. Seyyid ‘ne oluyor’ diye söze başlamış olabilir. Belki de öyledir. Ama Kur’an kadının söze başladığını ifade ediyor. Hazreti Yusuf ise söze başlamamıştır, kadının önce konuşmasını istemiştir.

Demek ki böyle durumlarda beklemek, sorulmazsa önce konuşmamak sünnettir. Bu tür kötü olayların açıklayıcısı mü’min olmamalıdır ama şehadetten de kaçınmamalıdır.

Kocası konuşmanın başlangıcını yapmamıştır. Kadın ise Hazreti Yusuf’tan önce ve sorulmadan söze başlayarak “davalı” olmaktan kurtulmak için “davacı” olmuştur.

Bu usul hukukta en çok istismar edilen bir usuldür. Haksızlık yapan haksızlığa uğradığını iddia ederek uzlaşma ister. Bu sebepledir ki haklı olduğu halde taviz vererek uzlaşmak meşru sayılmamıştır. Davacı bin lira alacağı olduğunu iddia etse, davalı ‘hayır, borcum yok’ dese, davacı yeter delil getiremezse, davacı davayı kaybeder. Hakemler tarafları uzlaştırarak altı yüz liraya hükmedemezler.

Kadın Yusuf’u itham ederek konuşmak yerine, genel olarak konuşmayı tercih etmiştir.

“Ellezî Erade” demiş olsaydı, Yusuf’un böyle bir fiili işlediğini kastetmiş olurdu.

Men Erade” deyince, burada “Men” umumilik ifade eden kelimedir. Biri irade etse anlamı çıkar. Bu irade eden Yusuf da olmayabilir.

İrade etmek” bir şeyi yapmayı istemek demektir, kalkışmak demektir. İrade etmek bir şeyi yapmış olmayı gerektirmez. Siz murat edersiniz ama o iş olmamış olabilir.

Kadın burada Yusuf’un bir şeyi yaptığını değil, yapmayı murat ettiğini söylemektedir.

بِأَهْلِكَ سُوءًا

(BiEaHLiKa SUvEan)

“Ehline sû’ murad eden kimse.”

“Erade Ehleke” demeyip “Erade Bi Ehlike” demesi, kötülüğü ehline değil ehlini kullanarak kötülüğü yapmış olması anlamına gelmektedir. Ehline sû’ onu dövmek, ona hakaret anlamında olur. Ama ehli aracılığı ile sû’u kocasına sû’ olur. Kocasına diyor ki; bu bana değil sana saldırmıştır. Sen onu cezasız bırakamazsın diyerek kocasını tahrik ediyor. Bu şekilde kendisini masum kılmaktadır. Kocayı seyyid, karıyı ehil diye tâbir ediyor.

Ehli” halkı demektir.

İffetine saldırma yerine ailesine saldırma şeklinde ifade ediyor. Bu konuşma iffetli konuşmadır. Çirkinlik ifade eden kelimeler kullanma yerine, soylu ifadeler tercih edilmektedir. Halkımız tuvalete ‘ayak yolu’ demektedir, 00 diye yazılarak ifade edilmektedir.

Birçok hareketler vardır ki onlar hakiki kelimelerle değil, mecazi kelimelerle ifade edilir. Burada da “zevcine” değil de “ehline” demek suretiyle saldırının türü gizlenmektedir. Bu suretle Yusuf da kadın da cinsi sataşmayı gizlemiş olacaktır.

Su’” kelimesi kötülük ve çirkinlik anlamındadır. Nekre olarak getirilmesi ifadede genellik sağlamaktadır. “Ellezî” yerine “Men” kullanılması, “es-Sûe” yerine “Sûen” kullanılması suretiyle genel olarak bir ifade getirilmiştir.

Birisi senin ailenden birine bir kötülük yaparsa onun cezası ne olacaktır deniyor. Saldırılan kimse veya saldırı şekline bakılmaksızın cezalandırılması gerektiğini söylemektedir. Bu derece beliğ ifadeyi kadın mı kullanmıştır, yoksa Kur’an mı belagatı ile ifade etmektedir? İşte burada da önemli bir sorun vardır. Kur’an belagatı ile ifadeleri aktarıyorsa, kadının söylediklerinden farklı bir şey aktarılmış olur. Kur’an’ın belagatı korunmuş ama olay olduğundan farklı anlatılmış olur. Eğer beliğ bir şekilde kadın söylemişse, o zaman Kur’an belagatında kadın konuşmuştur. Buna vereceğimiz cevap şudur: Bu ifade Kur’an’ın ifadesidir. Çünkü Arapçadır. Oysa Mısırca Arapça değildir. Burada ifade edilen kadının kastıdır, lafzı değildir. Lafız ise Allah’a aittir ve Kur’an icazı ile mucizedir.

إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ

(EilLAv EaN YüSCaNa)

“Ancak iscan edilmesidir.”

Sicn” giriş ve çıkışın yasaklandığı, sadece yetkililerin girip çıktığı kapalı yerdir.

Defterlerin ve kitapların konduğu yere “siccin” denir. Gizli evrakların saklandığı yerdir.

Sicn” ise insanların hapsedildiği yerdir, “hapishane” olarak adlandırıyoruz. Belli kişilerin dışarıya çıkmasının yasaklandığı ama başkalarının giriş ve çıkışlarına izin verildiği yerlere ‘sürgün yeri’ mânâsına ‘menfa’ denir.

Kur’an’da hem sicnden hem de nefyetmekten bahsedilmektedir.

Sicn Kur’an tarafından bilinmektedir, ancak İslâm şeriatında buna yer verilmemiştir.

İslâm şeriatında hapis cezası bulunmamaktadır. Sürgün cezası vardır. Bir kentten kişi uzaklaştırılabildiği gibi bir kente de sürgün yapılabilir. Sürgün siteleri kurulur, para cezalarını ödeyemeyenler buralara sürülür. Sürgün sitelerinin yönetimi askeri düzenle yapılır, şeriat düzeniyle yapılmaz. Yani buradaki insanlar kendi içtihatları ile hareket etmezler. Mesela, Akevler Sitesi tarafından yargılanmazlar. Yöneticilerinin emirlerine uyarlar, yöneticilerin takdirlerine göre cezalanırlar. Bu sitelere suçlu olmayanlar da girebilir, istedikleri zaman da çıkabilirler. Orada iş yerleri kurup çalışabilirler, bu suretle suçluların yakınları, eşi ve çocukları mağdur edilmezler. Hapishanelerde ise sadece mahpuslar bulunur, diğerlerinin giriş ve çıkışları ise sadece çok kısa zamanlar için izne tabi tutulur.

Hak uygarlıklarında hapishane yoktur, sürgün yerleri vardır.

Kuvvet uygarlıklarında ise hapishaneler vardır.

Hapishanelere sadece mahkumlar konmaz, sanıklar da konur. Böylece suçsuzlara iftira edilir, sonra da muhakeme edilmek üzere hapishaneye konulur. Kişi yıllar sonra beraat eder ama o arada hapiste kaldığı yılların izi üzerinde kalır.

İslâmiyet’te gözaltına alma, tutuklama ve yakalama yoktur. Herkes kendi iradesi ile hakem kararlarına uyar; uymayanlar hapse atılmazlar, hukukun himayesinden mahrum edilirler.

Kadın burada Mısır hukukuna göre suçluların cezalandırıldıkları hapishane sistemini göstermekte, Hazreti Yusuf’un cezalanmasını talep etmektedir. Şikayetçi durumundadır. Böylece kendisinin suçsuz olduğunu söylemekte, savunma yapmaksızın savunma yapmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, Hazreti Yusuf’u yetiştiren karı koca çok yetenekli kimselerdir. Hazreti Yusuf bunların eğitimini almıştır.

أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (25)

(EaV GaÜABün EaLİyMün)

“Veya elim azaptır.”

Elim azap” sıkıcı azap demektir. “Elem” ayağı sıkan ayakkabının verdiği acıdır.

Hapishanenin dışında hapishaneden daha ağır bir ceza ne olabilir?

Bugünkü hapishanelerde hücre hapsi müessesesi vardır. Kişi hücreye kapatılır, diğer mahpuslarla görüşmesi kesilir. Bu gelenek de Mısır’dan gelmiş olmalıdır. Halk arasında kürek mahkumu da denmektedir. Mahkumlar zincire bağlanır, kürekli gemilerde kürek çektirilirdi, ağır suçlulara bu iş yaptırılırdı. Mısır’da da bu tür hapishanelerde ağır cezaların olduğu anlaşılmaktadır.

Elim azap” burada nekre/belirsiz gelmiştir. Demek ki çeşitli ağır hapis cezaları vardır. Kadın önce en hafif cezayı söylemekte, sonra Hazreti Yusuf’u koruduğu anlaşılmasın diye ağır cezayı ilave etmektedir. Ceza verilsin de nasıl ceza verilirse verilsin demek istemektedir.

Bugünkü ceza hukukunda cezalar suçlara göre kanunda sayılmıştır. Kişi işlediği suçun cezasını kanunda belirtilen miktarda çeker, yani hapishaneye giren kişi suçunun cezasını bilmektedir, o kadar yıl hapishanede kalır.

Mısır uygarlığı gibi bir kuvvet uygarlığı olan Roma uygarlığında da ceza hukuku yoktur. Cezalar yöneticilerin takdirlerine bırakılmıştır.

Ceza hukuku doğu hukuklarında vardır.

İslâmiyet’te sopa, kol kesme, kol ve ayak kesme, kısas, diyet ve keffaret cezaları geliştirilmiştir.

Bugünkü Batı uygarlığı hapis cezasını geliştirmiştir.

Elim azap” kelimesinin nekre/belirsiz olmasından anlıyoruz ki, belli suçların belli cezaları yoktur. Ancak “ceza” kelimesinden de karşılık anlamı olduğundan belli suçların belli cezaları vardır. “En Yüscene”de nekre olarak zikredilmemiştir. Marife de değildir. Dolayısıyla ceza hukuku bakımından uygulama şekli bu âyette belirlenmiş olmamaktadır.

Âyetteki “elim azap” ifadesinden bizzat seyyidin Hazreti Yusuf’a uygulayacağı dövme, kemiklerini kırma, gözlerini oyma, öldürme gibi işkenceler de anlaşılabilir.

***

قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي  

(QALa HiYa RAvVaDaTNİy GaN NaFSİy)

“O nefsimden beni muravede etti diye kavl etti.”

Bundan önce “Kâlet” diyerek kadının söylediğini, burada ise “Kâle” diyerek erkeğin söylediğini ifade ediyor. Kavlin muhatabı “Li” harfi ceri ile getirilir, burada mahzuftur. Seyyid (onu iştira eden) muhataptır.

Kadın Yusuf’u itham etmiş, Yusuf da kendisini savunmuştur.

Seyyid ikisini de dinlemektedir...

Hissî hareket eden kimse onları konuşturmak yerine saldırmaya başlar.

Burada sükunetle onları dinlediğine göre Seyyid görgülü ve kabiliyetli bir adamdır. Allah Yusuf’u terbiye etmek üzere onu seçtiğine göre gerçekten yetenekli olmalıdır.

Muravedet etmek” karşılıklı murad alma demektir. Yani o benden murad almak istedi demek istiyor.

An” kelimesi burada karşılıklı ilişkiyi ifade eder.

Hiye” zamirinin başa gelmesi, ben değil o benden murad almak istedi anlamını vermek içindir. Türkçede de sıra değiştirme önem kazandırır. Vurgu ile de önem kazanır. Arapçada ise kurala göre önce fiil, sonra fail, sonra mef’ul gelir. Faile önem kazandırmak için fail mübteda yapılarak fiilden önce getirilir.

Burada da öyle yapılmış, ‘o benden muravede istemiştir’ denilmiştir.

Burada her ikisi muravedeyi inkâr etmemektedir. Fiilin tevili yapılmamaktadır. Sadece failin kim olduğu tartışılmaktadır. Bir suç eğer gizlenemeyecekse o suç inkar edilmez, suçun cezasından kurtulma yolları aranır. Burada da öyle yapılmıştır.

Şimdi sorun kimin doğru söylediğini ortaya koymadır.

وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا

(Va ŞaHiDa ŞAvHiDün MiN EaHLiHAv)

“Kadının ehlinden bir şahit şehadet etti.”

Kadın Yusuf’un kendisine kötülük yapmak istediğini, Yusuf ise kadının kendisine sataştığını söylemektedir. Seyyid fevri hareketler yapmayıp konuyu kadının ailesine götürmektedir.

Örf bugün bile böyledir. Evlilik sadece karı-koca ilişkisi değildir. Aileler arasında kurulan bir bağdır. Kadının iffeti söz konusu olunca sorun kadının ailesi ile birlikte değerlendirilir. Kadın zorlanmışsa, zorlayana yaptırım birlikte yaptırılır. Kadın kötü yola düşmüşse, kadın boşanıp ailesine iade edilir.

İşte bu örfe uyarak Seyyid ailesine gitmiş ve konuları anlatmıştır. Yusuf’un gömleğinin yırtılmış olduğunu nakletmiştir. Gömleğin nereden yırtıldığını bilmeyen kadının yakınlarından biri yorum yapmaktadır.

Ve” harfi burada zaman aralığında olan bir olayı anlatmaktadır. Kapıda karşılaşılan kimse tek kişidir. Seyyid kelimesi tek başına gelmiştir. Yanında olsa kapıda sadece seyyidi ile karşılaştı denmezdi. Demek ki “ve” harfinde beraberlik gerekmez. Yani sıra ve birlikte olmak şartı “ve” harfinde yoktur. Bu âyet ona delalet eder.

Şehadet etmek” genel olarak gördüğü şeyi söylemek anlamında kullanılır. Burada ise kişi gördüğü şeyi aklın gereği olan muhakeme sonunda oluşmuş bilgiyi vermektedir. Yani bilirkişilik de şahitlik içindedir.

“Şehadet etme”nin yanında “bir şahit” denmektedir. Bu ismi faildir. O anda şahitlik yapan kimsedir. Şehîd mesleği şahitlik olan kimsedir. Bugünkü polisin gördüğü soruşturma görevini görür. Şehîd kelimesinin görgü şahitliği olmadığı bu âyetle açıkça ifade edilmektedir.

Şahit” nekre getirilmiş, yani şehadet eden halktan biridir, soruşturmacı değildir.

Ehlinden” tabiri burada yakınları anlamına gelmektedir. Usul füru kardeşler, yeğenler ve amcalar, dayılar ehlden sayılmaktadır. Fıkıhçılar amca çocuklarını da ehlden sayıyorlar. Kur’an bunlara “fasile” demektedir.

Ha” zamiri kadına girmektedir.

Bu zamirle kocanın kadının ailesine başvurduğu anlaşılmaktadır.

İslâm fıkhında bu husus velayet müessesesi ile düzenlenmiştir. Kadın istediği erkeği kendisine veli yapmaktadır. Veli onun iffetinin bekçiliğini yapmaktadır. Koca gerektiğinde ona başvurmaktadır.

Mısır’daki örf ile benim memleketim Artvin’in bir köyündeki örf arasında 4 bin yıl sonra uyuşma vardır, benzemektedir. Demek ki bu doğal bir olaydır. Kadın kocanın dışında bir hamiye muhtaçtır. Gelişmemiş yerlerde bu, kadının soyudur. Şeriatta ise bu kadının seçmesi ve erkeğin kabul etmesi ile olur.

إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ

(Ein KAvNa QaMIyÖuHUv QudDA MiN QuBuLin)

“Kamisi kubulünden kaddedilmişse.”

Şahit olayı tahlil etmektedir. Gömleğin yırtılma şekliyle suçlu ve suçsuz ortaya konmaktadır. İnsan zekâsı değişmemektedir. İnsanın bilgisi azdır, zamanla gelişmektedir. Araçları azdır, zamanla gelişmektedir. Ama insanın zekâsı hep aynıdır, zamanla değişmemekte ve gelişmemektedir.

Biz Mısır’da olsak onların düşündüğünden fazlasını düşünemeyiz. Gömlek önden yırtılmışsa, kadın erkeği iterken erkeğin gömleği yırtılmış olur. Bu yırtılma daha zordur. Ancak şahit bu ihtimali kadının lehine kullanıyor. Şahit tarafsız şehadet ediyor. Burada önce gerçek ortaya çıkarılıyor. Bu Yusuf’un ve kadının uzağında kararlaştırılıyor.

Burada “in” şart edatı getiriliyor. Genel kural, “in” şart edatı mazinin üzerine gelirse de, geleceği bildirir şeklindedir. Ancak bu kural burada geçerli olmamaktadır. Çünkü gömlek daha önce yırtılmıştır.

İn Kâne” tamamen geçmişteki olayı hikâye ediyor. Mazinin üzerine gelen “in” maziyi gelecek yapmaktadır. “İn” kelimesi geniş zamanı içerir diyebiliriz. Yani gömlek arkadan yırtılsa şeklinde mânâlandırırız.

Bu âyetten şu kuralı söyleyebiliriz. “İn” eğer “Kâne” üzerine gelirse geçmişin hikâyesidir. Sonra gelen fiili mazi ise o zaman mazi olmuş olur, muzari ise muzari olur.

-Gramer yeniden ele alınmalıdır.

-Kur’an dışında kural kabul edilmemelidir.

-Yani, Kur’an bir kelimeyi neye göre ifade ediyorsa o kural olmalıdır.

فَصَدَقَتْ

(Fa ÖaDaQaT)

“Kadın doğru söylemiştir.”

Sadaka” kabile başkanına verilen vergidir. Ona bağlı olduğunu da ifade ettiği için “sadakat” kelimesi sadakat anlamına da gelmektedir. Sonraları kişilerin söylediği sözde sadık olup olmadığını belirtir. Kadın doğru söylüyor, sözünde sadıktır demektir. Yani Yusuf ona sû’ murad etmiştir. Gömleğin yırtılması fiziki bir kanıttır.

Olaylar olduktan sonra arkalarında iz bırakırlar. Biz buna “delil” diyoruz. Kişi eline bir şey alıp bırakırsa, onun üzerinde parmak izi kalır. Bugün DNA testleri ile birçok olaylar aydınlatılmaktadır.

Kur’an burada bu olayı anlatmakla bu tür istidlâlin Mısır mantığında geçerli olduğunu belirtiyor. Bizim şeriatımızda ise geçerli olup olmadığı belirtilmemiş ise de “onlar akletmezler mi, onlar akletsinler diye” ifadeleriyle aklı muteber delil olarak göstermiştir.

Öyle ise bir Mısırlı aklını kullanarak doğru sonuca varmışsa, bizim aklımız da yatıyorsa, o zaman o akıl yürütme biçimi bizim için de doğru olur.

Biz biliyoruz ki Mısırlı şahidin yürüttüğü akıl bizi doğru sonuca götürmektedir. Bu akıl yürütmeye bizim aklımız da uymaktadır. O halde bu şekilde akıl yürütme meşrudur. Onun meşruiyeti Mısırlının yürüttüğü aklın bize delil olmasından dolayı değil, aklımızın onu delil kabul etmesinden dolayıdır. Buna “istihsan” diyoruz.

Ebu Hanife aklın bir şeyi doğru kabul etmesine “istihsan” adını vermiştir. Ebu Hanife’ye göre kıyasa kıyas olmaz genel kuralına aykırı olarak istihsana kıyas geçerlidir. Biz de buna dayanarak soruşturmada aklî muhakeme ile sonuçlara varmayı ve bununla şahitlik yapmayı istihsana kıyasla meşru görmekteyiz.

وَهُوَ مِنْ الْكَاذِبِينَ (26)

(Va HuVa MiN el KAvÜiBİyNa)

“O kâziblerdendir.”

“Ve Hüve Kâzibün” demeyip “Ve Hüve Mine’l-Kâzibîn” demesinden, Mısır’da böyle yalan uyduran ve bu yolla topluluğu kandıran bir şebekenin olduğu anlaşılmaktadır. Bunların işi suçları işleyip ondan sonra bu suçları başkasına atmaktır. Mısır’da o dönemde suçları işleyen ve suçları başkalarına atan bir şebekenin var olduğunu anlıyoruz.

31 Mart Vakası, İzmir Suikastı, Sivas Madımak Olayı, Ergenekon ve Balyoz operasyonları hep bu kâzibler örgütünün işidir.

Kadın haklı çıkınca Yusuf yalancı olacaktı. Ayrıca bu kelimenin zikrine gerek yoktu. Bu gereksiz bir tekrar gibi gözükür. Ancak burada anlatılmak istenen Yusuf’un yalancı olduğu değil, Yusuf’un yalancılar örgütüne mensup olduğunu ifade etmektedir.

Olay şudur: Mevki sahiplerine veya zenginlerine örgüt tarafından suç işletilir. Sonra bu suç istismar edilerek zenginlerden para sızdırılır, mevki sahiplerine yolsuzluk yaptırılır.

İşte, Mısırlı şahit, Yusuf’un böyle yalancılar ve suçu başkasına atan örgütün üyesi olduğuna işaret etmektedir. Bunun için bu kelime de zikredilmiştir.

***

وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ

(Va EiN KAvNa QaMİyÖuHu QudDa MiN DüBüRin)

“Kamisi dübürden kadd edilmişse.”

“Kubul” ve “Dübür” ön ve arkadır. Burada nekre gelmişlerdir. Yani ön ve arka tarafın nerelerinden yırtılmış olursa olsun hüküm doğrudur. Marife gelseydi belli yerinden yırtılma söz konusu olurdu.

Gömleklerde dikiş sağlamsa, gömlek başka yerden yırtılır. Dikiş sağlam değilse dikiş yırtılır. Dikişler gömleklerde yanlarda olur. Gömlek yanlardan yırtılmışsa dikişler zayıftır demektir. Olay aydınlanmış olmaz. Önden ve arkadan yırtılmışsa dikiş kuvvetlidir. O zaman olay aydınlanır.

İkinci cümlenin tekrarı zorunlu olmuştur. Eğer “kubul” ve “dübür” kelimeleri marife yani belirli olarak getirilselerdi, dikiş ön ve arkada olurdu ve yırtılma da dikişten olurdu. Genel olarak kumaşlar tezgahlarda dar olarak dokunur. Ön ve arkada da dikiş olur. Burada da böyle olabilir. Böyle olsa da şahidin muhakemesinde bir hata olmaz. Mısır teknolojisinde dikişin kumaştan daha sağlam olduğunu veya kimisinde kumaşın kimisinde dikişin daha sağlam olduğunu öğreniyoruz. Kubul ve dübürün nekre gelmesi bize bunları anlatıyor.

فَكَذَبَتْ

(FaKaÜaBaT)

“Kadın kizb etmiştir.”

Kadın için “kizb etti / sıdk etti” kelimelerini kullanıyor.

Yusuf için ise “o kâziblerdendir / o sadıklardandır” kelimelerini kullanıyor.

Yusuf’un örgütlere mensup olduğunu söylüyor.

Kadın ise kendi başına hareket etmiştir.

Genel olarak avcılık döneminden beri ev işlerini kendi başına kadın yapar. Geniş örgütlenmeye ihtiyaç yoktur. Erkeğin ise avlanabilmek veya savaşabilmek için örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Bir erkeğin bir örgüte katılmadan yaşama şansı yoktur. Bu durum insanlığın devlet aşamasından önce de böyleydi. Kadın suçlanırsa kendisi suçlanır, diğer kadınlar sorumlu tutulmazlardı. Oysa erkek bir suç işlerse kabilesi de sorumlu olurdu.

Bu kural içinde Yusuf mensup olduğu topluluk ile ifade edilmekte, sanki topluluk yalan söylemiş olarak ifade edilmektedir. Yusuf seyyidin âkilesine mensuptur. Dolayısıyla Yusuf’un suçlu olması hâlinde sorumlu olan yine seyyidin kabilesidir. Yani kadının yakını olan Mısırlı şahit gömleğin yırtılma şekli ile suçun kadında mı yoksa seyyidde mi olduğunu belirlemektedir. Bir yabancıyı eve alıp büyütürsen sen suçlu olursun demek istemektedir. Bunun için “o sadıklardandır / o kâziblerdendir” ifadelerini kullanmaktadır. Yani sen sadıksın, sen kâzibsin denmektedir.

وَهُوَ مِنْ الصَّادِقِينَ (27)

(Va HuVa MiN elÖAvDiQİyNa)

“O sadıklardandır.”

Kâzibler bir örgüttür; suç işleyenlerin suçlarını başkasına yükleme ve böylece suçluları kurtarma şebekesidir. Bunların yalancı şahitleri vardır, bunların mafyaları vardır, bunlar iftira mekanizmasını geliştirmişlerdir, bunlar rüşvetle iş yaparlar; bunlar rüşvetle iş yapamazlarsa iftira ederler, güçsüzlere istediklerini yaparlar. Bunu da yapamazlarsa, silah mafyası ile tehdit ederler. Bu örgütler suçlulardan para alarak geçinirler, geçinme kaynakları budur.

Meşru yoldan gerekli kazancı sağlayamayan kimseler bu örgütlere katılırlar.

Bunlardan korunmak için de karşı örgüt oluşturulur. Bunlar sadıklar örgütüdür. Devlet böylece doğmuştur.

Kur’an bu kelimeleri yan yana kullanmakla bu doğal oluşumu da anlatmaktadır.

Mısır devlet yapısında da bu mantığın hakim olduğu görülüyor.

Demek ki haksızlıkları caydırmakla önleyen ve mağdurların mağduriyetini önleyen bir örgüttür. Kâziblere karşı oluşturulmuş sadıklar örgütüdür. Dayanışma ortaklıklarıdır.

***

فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ

(FaLamMAv RaEaY QaMiYÖaHu QUdDa MiN DuBuRin)

“Kamisinin dübürden kaddettiğini re’y edince.”

Buradaki “Fe” harfi mahzuf bir fiilin arkasından gelmektedir. Yani bu şekilde kararlaştırdıktan sonra hareket ediyorlar. Yusuf’la kadının bulunduğu yere geliyor ve gömleğin önden mi arkadan mı yırtıldığına bakıyor. İşte bu fiil mahzuftur.

Fe” harfi ya bu mahzuf fiilden önce gelmiştir ya da sonra gelmiştir. Düşündükten sonra hemen hareket etmiştir. Dolayısıyla hemen görmüş olması gerekmez.

Birisine bir taş atsanız. Taş önce bir dala takılsa. Biraz sonra adamın başına düşse ve adam ölse; ölümünün mübaşiri mi olursunuz, yoksa müsebbibi mi?

Mübaşir olmak için  illetle sonuç arasında bir bekleme olmamalıdır. Yani siz bir sebep işlediğiniz zaman olay vuku bulmuşsa o sebep illettir ve siz kasten adamı öldürmüş olursunuz.

Kısas uygulanır, yoksa diyet ödenir.

Diyete dönüşmesi için affa gerek kalmaz.

Yahut adam yaralandı, bir sene sonra o yara sebebiyle öldü, yine kısasa tabi olur mu?

Buradaki “Fe” harfi illetin başlama tarihini esas almaktadır. Dolayısıyla her iki halde de kısas hükümlerinin geçerli olduğunu ifade etmektedir. “Fe” getirilir.

“Ve” getirilmemesi, önce düşünmüş söylemiş, ondan sonra görmüştür anlamını ifade eder. Yani seyyidle konuyu müzakere ederken kadın ve Yusuf yanlarında yoktu. Konu köşkte değil, şahidin evinde müzakere edilmiştir. Köşkte de ayrı odada müzakere etmiş olabilirler. Ama önce Yusuf’u görmüş olur. Dolayısıyla buradaki ifadeyle uygunluk olmaz.

Lemma” kelimesi “İz/İza” kelimeleri ile aynı anlamları taşır.

“İz” geçmişi, “İza” geleceği, “Lemma” da hâli ifade eder.

Bu kuralı buradaki ifadeden tespit ediyoruz. Bütün Kur’an bu amaçla taranmalıdır. Bu kuralın her zaman geçerli olup olmadığı tespit edilmelidir.

Biz böyle yapmıyoruz.

Böyle yaparsak ilerleyemeyiz, günümüzün sorunlarını çözemeyiz.

Bunun yerine o anda aklımıza geleni doğru kabul edip günümüzün sorunlarını çözüyoruz. Şüphesiz hatalarımız oluyor ama günü kaybetmeden yaşamaya şeriat içinde devam ediyoruz. Bunu bizim aklımızla yapmıyoruz, Allah bize böyle emrettiği için yapıyoruz. İçtihat müessesesi budur.

Hayrettin Karaman ve Sabahattin Zaim’in dahil olduğu, Tayyip Erdoğan’ın 1990’larda oluşturduğu on dört kişilik ilim heyeti; “Adil Düzen”de eksiklikler var, hatalar var, dolayısıyla bu çalışmalar Akevler’de fikir bazında kalmalı, parti bundan derhal vazgeçmelidir önerilerinde bulunmuşlar, bir yıl boyunca her hafta toplantılar yaparak bu konuda raporlar hazırlamışlardır. Yani, hatalı olması ihtimali olan “İslâmiyet”ten vazgeçilerek, kesin hatalı olan “zulüm düzeni” uygulanmalıdır diyorlar!

İslâmiyet’te yetmiş iki mezhep vardır. Sünniler kendilerinden başka bütün mezheplerin dalalette olduğunu söylerler. Ama bu mezheplerden hiçbiri hata ihtimali vardır diye içtihadı reddedip zulüm düzenine göre amel edilmesini caiz görmezler.

Hayrettin Karaman’ın bunu nasıl vacip gördüğüne gerçekten aklım ermiyor.

Bunu anlatışımın sebebi; benim Kur’an’ı ilmî bir araştırmayı beklemeden yorumlamamı yadırgayanlara cevap vermem içindir.

Hata yapacağım diyerek hiçbir şey yapmamak doğru bir yol değildir.

قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ  

(QAvLa EinNaHu MiN KaYDiKunNa)

“ ‘O sizin keydiniz’ diyor.”

Kadının akrabası olan şahit yakınını korumaktadır. Yusuf’u istemediğini, onu evden uzaklaştırmak için oyun oynadığını söylemektedir. Böylece muravede olayını onaylamayıp kadını korumaktadır, ‘Bu sizin keydinizdir’ demektedir.

Keyd” tuzak demektir.

“Keyd” var, “mekr” var.

Keyd tuzak demektir.

Mekr ise uzun süreli plandır.

Keyd şeklinde bir tuzak kurdu. Yusuf’u evden uzaklaştırmak için oyun oynadı diyor.

Burada “senin keydin” demeyip “sizin keydiniz” diyor. Buradaki diğer kadınlardır, kadın cinsidir. Siz kadınların keydidir diyor. Yahut bu işi sen kendi başına yapmadın, kadınlar olarak birlikte bunu yaptınız demek istiyor. Böylece işi hafifletiyor. Karısı ile seyyidin arasını da düzeltmeye çalışıyor.

Topluluklarda örfler oluşur. Örf çok güçlü yaptırıma sahiptir. Örfe uymadığınız zaman veya örf sizi dışladığı zaman, size karşı herkes öyle davranır ki, siz artık o toplulukta yaşayamazsınız. Orasını terk edip gidersiniz. Seyyidin hanımından çıkacak böyle bir olay seyyidi orada barındırmaz. İşte zeki olan şahit taraflara bir taktik vermektedir. Yusuf’u evden uzaklaştırma oyunudur. Bu yolla kadın kocasına istediğini yaptıracaktır.

Olaylar farklı şekilde gösterilir. Tarih hep böyle yanlış yorumlarla oluşur. Şahidin bu davranışı bize bunu öğretmektedir. Allah bize bunları anlatarak insanlık tarihi hakkında bilgi vermektedir. Bu yalnız tarihte böyle değildir. Tüm mahkemeler böyle çarpık yorumlarla dolar. Bunu önlemek sanıldığı kadar kolay değildir. Siz kararları bunlara dayandırmak zorundasınız. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te mahkemenin doğrudan soruşturması yoktur. Şahitlerin şehadetine dayanılarak karar verilir.

Bir olayı yatıştırmak ve etkisiz hâle getirmek, olayları böyle çarpıtmak, ters yorumlamak meşru mudur?

İslâmiyet’te temel kural şudur. Sonu yararlı ise, çıkar paralelliği içinde yararlı ise, hadiseleri bu şekilde tevil etmede bir günah yoktur.

Böylece kadın ve Yusuf kendilerini kurtarmış oluyorlar.

Sorun, bundan sonra ne olacaktır? Yusuf Mısır’da kendi başına yaşama imkanına sahip midir? Ayrılıp kendi başına yaşayabilecek durumda mıdır?

Önce birden bire onu evden uzaklaştırmak pratik olarak mümkün değildir. Olsa bile, bunu çevreye anlatmak kolay olmaz. Dolayısıyla sıkıntılı bir durum vardır. Şahit çözüme doğru yol almaktadır.

Burada “bu sizin keydinizdir” demiyor. İşaret ismiyle söylemiyor. Zamir ile söylüyor. Bunu böyle söylemiş olmasının sebebi yorumu geniş tutmadır. Kadınların böyle yaptıklarını söylemektedir. Sadece o olayda değil, bütün olaylarda kadınların böyle planlarının olduğunu söylemektedir.

إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ (28)

(EinNa KaYDaKunNa GaJyIMun)

“Sizin keydiniz azimdir.”

Siz ne kadar da hilekârsınız demek istiyor.

Burada şahit Mısır kadınlarının büyük oyunlar oynadığını söylemektedir. Kadınları bu şekilde ithamı sadece kendisinin sözü değildir. Topluluklarda böyle bilgiler aktarılır. Halk  belli cümleleri ve düşünceleri benimser, konuşurken yeri gelince onu tekrar eder. Atasözleri böyle doğmuştur. Bunlar fıkralar hâlinde oluşur. Şahit olayı bu tür bir anlayışla yorumlamaktadır.

“Keyd” müfret, “Künne” çoğuldur. Burada yaptıkları keydin kollektif keyd olduğunu söylemektedir. Kadınların böylece kollektif keydler ürettiklerini söylemektedir. Hattâ bir olay yayılır, aktif rolü olmayanlara orada rol verilir, bu yaptı denir. O da ona inanır. Artık yapmadığı şeyleri kendisinin yaptığını söylemeye başlar. Burada kadına kurtulma yolu çizilmiş olmaktadır. Kadına bu tür bir uydurma ile kendisini savunmasını anlatmaktadır.

Eşler arasında böyle derin bağlılık vardır. Birbirlerinden ayrılmak ve unutmak kolay değildir. Olayların örtbas edilmesi istenir. Böylece birbirlerini affederler. Hata yapan da bir daha böyle bir hata yapmaz. Vazgeçmiş olur. Kur’an, nüşuzundan korkarsanız kadına uygulama yapın demektedir. Zina boşanma sebebidir. Ama zinayı tasarlama onun terbiye edilmesini gerektirir. Boşanma sebebi değildir. Yani kadının bu durumda olması onun uzaklaştırılmasını gerektirmeyebilir.

İnsanların nefis sahibi olduğu yukarıda belirtilmiştir. Dolayısıyla terbiye edilmesi gerekir. Teşebbüs hukukta önemli bir olaydır. Biri bir şeye teşebbüs eder de başaramazsa durumu ne olacaktır? Diyelim ki biri birine silah attı ama silah kişiyi yaralamadı. Bomba patladı ama kimseye zarar gelmedi. Bu kişiye vereceğimiz ceza ne olacaktır?

İslâm fıkıhçıları bunlara ceza verilemeyeceğinde ittifak hâlindedirler. Ancak bunları da tamamen cezasız bırakmamak için “tazir cezaları” icad etmişlerdir. Başkana uygun gördüğü cezayı verme yetkisi tanınmıştır. Annenin çocuklarını, komutanın erlerini, öğretmenin öğrencilerini, sahiplerin kölelerini veya patronların işçilerini böyle tedip etme yetkileri olduğu varsayılmıştır. Kimi fıkıhçılar da bucak başkanlarının böyle tedip cezaları uygulama yetkileri vardır demektedir.

Biz ise başkanların sadece sürme yetkileri vardır diyoruz. Hazreti Peygamber yalnız bunu uygulamıştır, onun dışında tedip yetkisi yoktur diyoruz.

Biraz daha yetkili kılmayı düşünürsek; başkan, ‘sana dayak atacağım’ veya ‘seni hapsedeceğim’ diyebiliyor; ‘kabul etmiyorsan bucağımdan çık ve git’ deme ve bunu uygulatma yetkisini veriyoruz. Yani bucak başkanının halkını dövme yetkisi yoktur ama sürme yetkisi vardır. Sürülmeyi kabul etmeyen dayak veya hapis cezasına tahammül eder.

Mısır’da laik bir hayat vardır veya şirke dayalı bir hayat vardır. Böyle olmasına rağmen bizim yaşadığımız dünyaya benzer hayatları vardır. Bunlar yalnız Kur’an’da anlatılsaydı Arap anlayışının aksi diye bildirilirdi. Yine de bizden çok uzak bir topluluğun örfüdür. Bizlere ne kadar yakındır? İnsan insandır. Tevrat’ta da bunlar anlatılmaktadır.

 

 

 


YUSUF SURESİ TEFSİRİ(12.sure)
1-YUSUF 1-3AYETLER /548/579SEMNER--13ŞUBAT/02EKİM2010
2592 Okunma
2-YUSUF 4-7
3154 Okunma
3-YUSUF 8-10
2502 Okunma
4-YUSUF 11-15
2056 Okunma
5-YUSUF 16-19
1979 Okunma
6-YUSUF 20-22
2315 Okunma
7-YUSUF 23-24
4276 Okunma
8-YUSUF 25-28
2353 Okunma
9-YUSUF 29-31
2169 Okunma
10-YUSUF 32-34
1938 Okunma
11-YUSUF 35-37
2397 Okunma
12-YUSUF 38-40
2241 Okunma
13-YUSUF 41-42
2990 Okunma
14-YUSUF 43-45
3788 Okunma
15-YUSUF 46-49
2165 Okunma
16-YUSUF 50-53
2201 Okunma
17-YUSUF 54-57
1897 Okunma
18-YUSUF 58-62
1921 Okunma
19-YUSUF 63-65
2064 Okunma
20-YUSUF 66-67
1929 Okunma
21-YUSUF 68-69
2301 Okunma
22-YUSUF 70-74
2263 Okunma
23-YUSUF 75-76
2440 Okunma
24-YUSUF 77-79
1970 Okunma
25-yusuf 80-82
1803 Okunma
26-yusuf 83-86
2005 Okunma
27-YUSUF 87-90
2099 Okunma
28-YUSUF 91-98
2259 Okunma
29-YUSUF 99-101
1861 Okunma
30-YUSUF 102-107
2277 Okunma
31-YUSUF 108-110
1950 Okunma
32-YUSUF 111
2041 Okunma

© 2024 - Akevler