A'LA SURESİ TEFSİRİ(87.sure)
Süleyman Karagülle
2042 Okunma
A'LA 14-17

A’LÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 5

 

سَبِّحْ اسْمَ رَبِّكَ الْأَعْلَى(1) الَّذِي خَلَقَ فَسَوَّى(2) وَالَّذِي قَدَّرَ فَهَدَى(3) وَالَّذِي أَخْرَجَ الْمَرْعَى(4) فَجَعَلَهُ غُثَاءً أَحْوَى(5) سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنسَى(6) إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفَى(7) وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرَى(8) فَذَكِّرْ إِنْ نَفَعَتْ الذِّكْرَى(9) سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشَى(10) وَيَتَجَنَّبُهَا الْأَشْقَى(11) الَّذِي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرَى(12) ثُمَّ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَا(13)

قَدْ أَفْلَحَ مَنْ تَزَكَّى(14) وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلَّى(15)

بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا(16) وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى(17)

إِنَّ هَذَا لَفِي الصُّحُفِ الْأُولَى(18) صُحُفِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى(19)

 

14- Arınan esenlenmiştir. 15- Ve o Yetiştirici’nin adını anıp pişmiştir. 16- Evet siz yakın yaşayışı etkilersiniz. 17- Sonra olan daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

14- Tezekkî eden kimse iflah etmiştir. 15- Ve o Rabbini zikredip sılıy etmiştir. 16- Evet siz dünyaya isar edersiniz. 17- Âhiret ise daha hayırlı ve daha ebkâdır.

 

قَدْ  “Kad”

Kad” kelimesi bir harftir. Fiillerin başına gelir. Mâzi üzerine geldiği zaman fiilin hâlen devam ettiği anlamına gelir. Türkçede geleceği hâle getiririz, “geliyor” deriz. Araplar geçmişi hâle getirirler, “kad” ile söylerler. Tezekkî edenin felahı kesilmeksizin devam eder anlamına gelir. Sûrede tesbih emri verilmiş, sonra tezkir emri verilmiştir. Ve harfi getirilmeden tesbih edip tezkir edenin dünyadaki durumu ele alınmıştır. “Kad” kelimesi ile emri yerine getirenlerin felaha erdikleri bildirilmiştir.

-Tesbih et.

-Sana kıraat edeceğiz.

-Sana yüsrü müyesser edeceğiz.

-Tezkir et.

“Kad” -İflah olmuştur.

“Bel”   -Dünya hayatını isar/tesir edersiniz.

“İnne” -Eski sahifeler de vardır; İbrahim ve Muasa’nın sahifeleri.  

“Kad” kelimesi ile “İnne” kelimesi aynı anlama gelmektedir. İkisi de tekit içindir. Biri isim cümlesini, diğeri de fiil cümlesini teyit etmektedir. “Bel”de tashih ve tekit vardır.

أَفْلَحَ  “İflah etmiştir.”

Felaha” kelimesi “feraha” kelimesiyle akrabadır. Ferah, bir sıkıntıdan kurtulmadır, maddi refaha ermedir. Refah kelimesi ile de akrabalığı vardır, darlıktan çıkmıştır demektir.

Felah” sürülmüş tarla demektir. Tarla sürenlere “fellah” denir. Kişi bunu meslek edinmiştir. Tarla sürer ama ekin ekmeyebilir. “Falaka” yani yaran kelimesi ile de akrabalığı vardır. Burada mecazi manâsına gelmiştir.

Tarımda değişik şekilde ferahlık vardır. Diğer mesleklerde rızık garantili değildir. Oysa tarımcılıkta rızık garantilidir, sigortalıdır. Tarımcılar hayvan da beslerler. Belli mevsimlerde belli işleri yaparlar. Yıllık mahsulleri alırlar. Hayatları hesaplıdır. Hayatları başkalarının yardımlarına bağlı değildir, kendi imkanları ile hayattadırlar. Bugün de biz onların ürettikleri ile yaşıyoruz. Kentlerdekiler olmasa da kırlardakiler yaşar, ama kentlerde olanlar kırlarda/köylerde olanlar olmadan yaşayamaz.

İflah etmek” ifrah etmektir. İflah kelimesi aslında müteaddidir. İf’al bâbı tadiye için gelir. Ama Kur’an’da kullanılan anlamı ile lazım fiil olmuştur. İflah edenin elde ettiği sonuç kendisini bir yere getirdiği için sonunda müteaddi fiil lazım fiil olmuştur. Her ziraatçı sonunda refaha ermekte olduğu için, o ekti demek, refaha erdi demek olur. Buna beyan ilminde sebep-sonuç ilişkisi denir. Sebebini söylersin, sonucu kastedersin. Kelimeler mecazi manâda kullanıla kullanıla anlam değiştirirler ve mecazi manâlar hakiki manâ olur. Eski manâsını da korursa ona menkul denir, korumazsa mürtecel denir.

Ekonomide refahın tarifi şöyle yapılır. Bir insanın günlük yiyeceği 2500 kalori kadardır. Bu ortalamasıdır. Bu kadar kaloriyi alacak kadar besin miktarı günlük yiyecektir. Buna “fitre” diyoruz. Kur’an “fidye” diyor. Bu kadar miktarı üretmek için harcanan emek yaşama emeğidir. İnsan günde 6 saat çalışır. Altı saat çalışma saatidir. Bir fitrenin üretildiği zamana bölersek bir sayı çıkar. İşte bu sayı o yerin refahını gösterir, hattâ kişinin refahını gösterir. Kişinin gelirini iki kilo buğdayın fiyatına bölerseniz o yerin refahını yahut o kişinin refahını bulmuş olursunuz.

Batılılar fert başına düşen dolar miktarını hesaplarlar; gider değil de gelir olarak hesaplarlar, mal olarak değil de paradaki miktarla hesaplarlar.  

Biz ise “felah” kelimesine dayanarak refahı tarım ürünleri ile hesaplıyoruz. Az emekle ne kadar çok yiyecek elde edilebiliyorsa, o ülke o kadar refahtadır diyoruz.

مَنْ تَزَكَّى  “Tezekkî eden kimse.”

Men”de fail nekredir, fiil marifedir. Demek ki buradaki tezekkî bilinen tezekkîdir. Tezekkî eden ise nekiredir. Kim olursa olsun anlamındadır. Din ve ırk gözetmeksizin kim tezekkî ederse o iflah olmuştur. Burada âhirette tezekkî eder demiyor, mutlak olarak tezekkî etmiştir diyor. Gerçi sonra “bel” kelimesi ile dünya ve âhiretten bahsetmektedir. O halde “tezekkâ” kelimesi içinde iman ve amel-i salih şartı vardır.

O halde “tezekkâ” kelimesinin manâsı nedir?

Zekât, çölde tümsek görünümlü olarak büyüyen bitkidir. Bitki üzerine konan tozları ve pislikleri her gün üzerinden atarak temiz ve canlı kalır. Hem temizlenir hem de büyür. İnsan da kendisine bulaşan pisliklerden arınırsa tezekkî etmiş olur. Tesbih eden kimse tezekkî etmiş olur. Yahut zekât veren kimse kendisini tezekkî etmiş olur.

Zekât nedir?

Zekât, kazanılan mallardaki başkalarının hakkıdır. Yeryüzü insanlar için var edilmiştir. Siz çalışıp bir şeyler kazandıkça, iktisap ettikçe, diğer insanların topraklarında ve çevrelerinde kazanmaktasınız. Dolayısıyla sizin kazancınızda başkalarının hakkı vardır. O hakkı ilgililere verdiğinizde malınızı temizlersiniz ve kendiniz de temizlenmiş olursunuz.

Bu âyet ve bu sûre Mekke’de ilk nâzil olan sûrelerdendir. Istılahî manâsı ile namaz ve zekâtı anlatmaktadır. Ancak o zaman ıstılahî manâsı bilinmediği için sadece edebî manâsı anlaşılmıştır. Zamanla uygulamalara geçilince, sonraları bu manâlar anlaşılmıştır. Bu da gösteriyor ki, Kur’an sonradan akla gelen şeyler değildir. Mükemmel bir planın tedricî olarak uygulamasıdır. Atölyeye mühendis olarak iş verdiğiniz zaman tüm projeyi vermez, parça parça ve tedricî olarak verirsiniz. Böylece inşaat ortaya çıkar. Kur’an da 23 senede peyderpey yürürlüğe konmuştur. Hattâ Kur’an’ın manâsı da peyderpey anlaşılmaktadır.

Kur’an Mekke’de okundu. Medine’de Cebrail’in talimi ile uygulandı. Sahabeler zamanında istişare ile uygulandı. Emeviler zamanında fıkıhla yorumlandı. Abbasiler zamanında felsefe ve hikmetle yorumlandı. Türkler zamanında tasavvufla vaizle yorumladı. Bugün ilimle yorumlanıyor. Kur’an’ın yeniden anlaşılması kıyamete kadar devam edecektir.

Tezekkî etmek” zekâta, helal rızka karışmak demektir.

Yapılan inşaatın beşte biri o sitenin dışarıdan gelen altyapısına, yoluna, suyuna, elektriğine, telefonuna harcanır. Beşte birinin beşte biri bucak, beşte biri il, beşte biri ülke, beşte biri de insanlık altyapısına harcanır. İnsanlık yollardan ve tüm diğer altyapı tesislerinden karşılıksız yararlanır. Paralı yollar olmayacaktır.

Yeryüzünde iki görüş vardır.

Sosyalistler her şeyi kamuya yaptırırlar ve halkı bedava yararlandırırlar.

Kapitalistler her şeyi özel sektöre yaptırırlar ve halkı para ile yararlandırırlar.

Yapma işi ayrı bir husustur. Kamu sektörü yapar veya özel sektör yapar. Asıl sorun yararlanma şeklidir. Parası olan yararlanır. İhtiyacı olan yararlanır.

Böylece demek dört çeşit ekonomi doğmaktadır.

  1. Özel sektör yapar, halk parası ile yararlanır. (Kapitalizm)
  2. Özel sektör yapar, halk karşılıksız yararlanır. (Liberalizm)
  3. Kamu yapar, halk parası ile yararlanır. (Sosyalizm)
  4. Kamu yapar, halk karşılıksız ihtiyaca göre yararlanır. (Komünizm)

İşte rejimler böyle oluşmaktadır.

Bunun yanında karma rejimler vardır.

İslâmiyet’te ise bunların hepsi vardır. Ama karma değil, sektöre göre değişik sistemler uygulanır. Kişi kendi tarlasında kendisi üretir, kendisi tüketir. Tarlanın kirasını kamu payı olarak verir. Savaş kamu tarafından yapılır, halk karşılıksız güven içinde yaşar. İşletmelere genel hizmet kamu tarafından verilir. Genel hizmeti alanlarca karşılık ödenir. Halk ise kamu hizmetlerini karşılıksız alır.

وَذَكَرَ  “Ve zikretti.”

Tezkir etmek” başkasına anlatmaktır. “Zikretmek” ise anlamaktır. Namaz zikirle ifade edilmiştir. Tesbih etmenin namaz kılmak anlamına geldiğini yukarıda zikretmiştik.

Kur’an namazın değişik vasıflarını sayarak bize tarif eder. Burada da namazdan önce Rabbinin isminin zikredileceğini bildirmektedir. Namazın içinde ise tesbih yapılacağını anlatmaktadır. Namazdan sonra da tezkir yapılmasını emretmektedir. “Kıyamda, kuudda ve cenblerinde Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 3/191) denmektedir. Burada ise Allah’ın ismini zikretmekten bahsetmektedir. Yukarıdaki “tezekkâ” kelimesi abdest alırlar, yıkanırlar, temizlenirler ve temizken namaza gelirler manâsını da içermektedir. Böylece temizken namaz kılarlar manâsı çıkmaktadır. Tekrar “tezekkâ” kelimesine dönersek:

  1. Mallarını haram şeylerden temizleme, yani haram olanları mallarına katmama.
  2. Zekât vererek malları ekonomik hayatını temizlemek.
  3. Yıkanarak, abdest alarak temizlenmek.
  4. İnsanın kendi nefsini kötü düşüncelerden, kinden, hasetten temizlemesi.

Hâsılı, kötülüklerden uzak durma tezekkî olarak yorumlanır. O zaman zikretme de öğrenme anlamına gelir. Rabbinin isimlerini zikretme, öğrenme demektir. Sonra da pişme, olgunlaşma, amel-i salih işleme.

Namaz insan hayatının bir özüdür. Namaz vesilesiyle bir araya gelinir, çalışmanın ve yaşamanın eğitimi yapılır. Orada hayat öğrenilir, sonra herkes kendi hayatını yaşar. İnsan öyle davranır ve çalışır ki, bir taraftan topluluğun yararına iş yapmış olur, bir taraftan da kendi yararına iş yapmış olur. Bunu ibadetler sağlıyor.

Bilhassa namaz ve zekât insan için kalb ve beyin demektir.

Namaz insanın beyni mesabesindedir. Yani baştaki kalbdir.

Zekât ise insanın kan taşıyan kalbi mesabesindedir. Bunlar merkezdir.

Buralardan geçerek kan ve sinyaller temizlenmiş olur.

Kanda pislikler var, onlar kalb aracılığı ile ciğerlerde temizlenir. İnsanın ruhunda ve bedeninde de böyle pislikler vardır. Namazda temizlenir. İnsanın kazancında ve mallarında da pislik vardır, bunlar da zekâtla temizlenir.

اسْمَ رَبِّه  “Rabbinin ismini anar.”

İnsan düşünen bir varlıktır. Beyninde bazı fikirler geçer. Sonra onu söyler. Kendi kendine ifade eder. Sonra da onu yapar. Burada işini bitirmez, sonra başkalarına anlatır.

Düşünmek, söylemek, yapmak ve anlatmak.

İşte bunlar insan hayatını dolduran olaylardır.

Burada “Rabbinin ismini anar” denmektedir.

“Elhamdülillâh” dediği zaman ismini anmış olur.

“Allahu Ekber” dediği zaman ismini anmış olur. Manâsını düşünmeden söylerseniz bu zikir olmaz. Çünkü zikir anlamadır. O halda “sübhanellah” dendiği zaman manâsını da bilmek gerekir. Kişinin namazda geçen tesbihleri bilmesi gerekmektedir.

Allah: Kâinatı var eden ve her zaman hazır ve nâzır olarak onu faal halde bulunduran, zaman ve mekân dışı, vacibu’l-vücud tek varlık.

İsmi: O’nun doğa kanunları ve şeriatıdır. İçtihat ve icmalarla sabit olur. Sözleşmelerle ortaya çıkar.

Bismillah: O’nun doğa ve sosyal kanunlarına dayanarak, O’nun adına hareket etmek demektir. Allah’la söyleşmeyi yenilemek veya hatırlamak demektir.

Rahmân: Var edip yaşatan demektir. Bizim katkımız olmadan O bize birçok nimetleri ihsan etmektedir. Topluluk da halkını yaşatmak zorundadır. Çalışsalar da çalışmasalar da onların yaşamasını sağlamakla yükümlüdür. Rızıkları kamunun üzerindedir.

Rahîm: Çalışmanın karşılığını vermesidir, çalışanla çalışmayanı bir tutmasıdır. Toplulukta da her çalışana iş verilmelidir, herkes istediği zaman çalışmalıdır.  

Hamd: Bir emek karşılığı olmadan, başkalarına iyilik edenin iyiliğini anlatmak demektir. Böyle olan kimselere hamd edilir. Dille hamd edilir.

Kur’an’a göre herkes ne yaparsa yapsın Allah’a yani topluluğa karşı sorumludur. Ona çalışmış ve ücreti ondan/topluluktan istemiş olur. Dolayısıyla hesabı da ona verir. Aldıklarını, verdiklerini, yaptıklarını bir belgeye yazıp muhasibe vermekte, muhasip de onları ortak hesaba geçirmektedir. Herkes topluluğa borçlanmakta ve topluluktan alacaklı olmaktadır.  Bu sebepledir kamu onun borç ve alacaklarını takip etmektedir. Ben Ahmet’e borç veriyorum. Ahmet bunu ödemiyor. Mahkemeye gidiyorum, ‘alacağım var’ diyorum. Devlet alacağımı tahsil edip bana veriyor. Devlet bunu niye yapıyor? Ona ne? Çünkü ben Ahmet’ten alacaklı değilim. Ben devlete verdim, devlet de Ahmet’e verdi.

İşte burada Batı mantığı ile bizim mantığımız ters düşüyor. Biz diyoruz ki, devlet mahkeme harcı isteyemez. Hattâ daha da ötesi var; devlet ondan alsa da almasa da bana alacağımı verir. Sonra onu tahsil eder yahut etmez. Herkese borçlanma limiti tanınır. Ondan fazlasını vermemek gerekir, yoksa devlet karışmaz.  

İşte “Rabbinin ismini zikretmek” hukuk bakımından bu manâyı taşır.

فَصَلَّى  “Salât etti.”

Salât etti” namaz kıldı demek olur. Buradaki “Rabbinin ismini zikretti” demek, “Allahu Ekber” deyip tekbir aldı demektir. Bu âyet uygulamada tekbir almayı emretmektedir.

Namazın her rekâtı bir salât olarak alınabilir. Sılıy “Y” harfi ile bittiği zaman pişmek anlamındadır. Salat “V” harfi ile geldiğinde atın eğitilmesidir, yani atın pişirilmesidir. Şöyle, at normal olarak uygun koşmayı bilmez, üzerindeki kişiyi aşağı atar. Oysa eğitilmiş at hem çok süratli koşar, hem de taşıdığı kimsenin rahatsız olmasını önler. Buna yorga atı denir. Salât eder demek, aynı zamanda yorga atı gibi hareket eder demektir. Her rekât bir salât olur.

O zaman her rükünde “Allahu Ekber” demiş olur.

Tekbir alır, kıyama gider.

Tekbir alır, rükua gider.

Tekbir alır, secdeye gider.

Bu sebepledir ki rükudan doğrulurken tekbir almamaktayız. Çünkü orada salât yoktur.

“Salâtı ikame edin” dendiği zaman, toplantı yapın denmiş olur.

“Salât edin” dendiği zaman da, rükuları ile secdeleri ile namaz kılın demektir.

Her rükünde tekbir getirilmesiyle salâtın kişi için değil, Allah için olduğunu ifade eder. Bu sebepledir ki imam halka dönük değil, kıbleye dönüktür. Çünkü biz imam için namaz kılmıyoruz, Allah için namaz kılıyoruz. Tüm insanlığın ortak merkezi olan Kâbe’ye dönüyoruz. İnsanlığa hizmet ediyor, yaratanımıza ibadet ediyoruz. Rükuda ve secdede imama uymamız Allah’a birden gitmemizin sağlanması içindir. Yol arkadaşıyız.

Başkanlıkta ve hayatta da böyledir. Başkanlar da kurallara yani şeriata uyar. Birlikte mevzuatı uygularız. Başkan bize hükmetmez, biz ona uyarız. Bu sebepledir ki cezalandırma yetkisi başkanlara değil hakemlere aittir.

Salât” kelimesi inme çıkma şeklinde olduğunu ifade eder. Kur’an’ın diğer âyetleri ile “salât” kelimesi yorumlanır. Burada kısaca salâtı 24’lük içinde hatırlayalım.

a) Ezan okunur. İnsanlar toplanır. Kamet getirilir, insanlar safa geçerler. Tekbir alınır, namaza girilir. Tekbirlerle rükünler icra edilir. Namaz iki ve dört rekat olarak eda edilir. Akşam ve vitir üçer rekâttır. Selam verilerek namazdan çıkılır. Burada emredilen bu tekbirlerdir. Ezandaki tekbirler de bu emrin içine girmiş olur. İsmi zikretmek tekbir almaktır. Kur’an’ı zikretmek manâsını anlamaktır.

b) Toplantı bir zaman içinde, belli yerde, giyinilmiş olarak ve temizlenerek yapılır. Bunlar toplantı şartıdır, yani salâtı ikame etme şartıdır.

c) Kıbleye yönelme, sıraya geçme, imam olma, imama uyma da salâtın şartıdır. İmam, imam olduğuna niyet eder, cemaat de imama  uyduğuna niyet eder. Burada biat olayı olur.

d) Fiili rükünler dört tanedir. Kıyam ayakta durmak, rüku eğilmek, secde yerlere kapanmak, kaade oturmak. Secde iki defa yapılır, çünkü secde doğrudan Allah’a yapılan özel ibadet şeklidir. İnsanın karşısında durulabilir, ama secde edilemez. Bir de kade her rükuda tekrarlanmaz, iki rekatta bir veya namazdan çıkarken yapılır.

f) Kelâmî rükünler de dört tanedir: Okumak, dinlemek, anlamak ve dua etmek. Kur’an’ın manâsını anlamak da farzdır. Bu sebeple Arapça bilmeyenler için namazdan önce Kur’an’dan mealler okunmalıdır. İki sahife kadar meal okunarak zikir emri yerine getirilir.

e) Dört çeşit tesbih söz konusudur: Sübhanellah, Elhamdülillah, Allahu Ekber, Estağfurullah. Allahu Ekber, tekbirler şeklinde ayrı rüknü ifade eder.

Bu şekilde kılınan namazlar, insana nasıl yaşayacağını ve nasıl çalışacağını öğretmiş olur. Sabahleyin işe gitmeden önce iki rekat namaz kılınır. Öğleyin dört rekat kılınır, işten çıkılır. İkindi dört rekat kılınır ve akşam mesaisine başlanır.

Gündüz namazları 2+4+4=10 şeklinde 10 rekattır. Ayrıca öğleden önce 4, öğleden sonra 2, ikindiden önce de 4 olmak üzere 10 rekat sünnet vardır, yani tek başına kılınır. Kılınmasa günahı yoktur. Akşam 3, yatsı 4, vitir 3 olmak üzere gece namazları da 10 rekattır. Vitir sabah uyanınca evde cemaatsiz kılınır, diğerleri mescitte cemaatle kılınır. Akşamdan sonra 2, yatsıdan önce 4 ve sonra 2, vitirden sonra sabahtan önce 2 olmak üzere gece sünnetleri de 10 rekattır. Böylece toplam namazlar 40 rekattır, yarısı farz yarısı sünnettir, yarısı gece yarısı gündüz kılınır.

Bunun dışında Cuma günü öğle namazı 2 rekat olarak kılınır, 2 rekat yerine de hutbe okunur. Bayram namazları da Cuma gibi kılınır, hutbe namazdan sonradır. Cumada hutbe öncedir. Cuma ile bayram çakışırsa hutbeler birleştirilir.

Bir de rükusuz namaz vardır, o da cenaze namazıdır. Tekbir alınarak namaza girilir, selam verilerek çıkılır. Birinci tekbirden sonra Allah tesbih edilir. İkinci tekbirden sonra cemaat için dua edilir. Üçüncü tekbirden sonra ölü için dua edilir. Tekbir alınarak çıkılır.

Sel, zelzele, yangın, kuraklık benzeri âfetlerde de toplanılır, kıyasen namazlar kılınır.

Ay tutulması, güneş tutulması, saldırı ve hırsızlık da toplanma için vesiledir. Havf namazlarına kıyas edilerek namaz kılınır.

بَلْ  “Bel”

Bel” kelimesi “Lakin” kelimesine benzer. “Lakin” eskisini nesh eder, yenisini teyit eder. “Attığın zaman sen atmadın, lakin Biz attık”da, remy edenin yani atanın kişi olmadığını, Allah’ın remy ettiğini ifade eder. “Bel”de ise eskisini nefy etmez, daha şiddetlisini belirtir. “Onlar hayvan gibidirler, hayır daha eşeddirler” demekle, hayvanlık ortadan kalkmıyor, daha da fazla hayvan oluyorlar.

Araplar, ağızdan hatalı bir söz, kastetmediği bir söz çıkarsa, onu düzeltmek için “bel” sözünü söylerler. “Üç gün sonra, af edersiniz iki gün sonra geleceğim” der. “Af edersiniz” yerine “bel” kelimesi kullanılır.

Kur’an’da böyle hatalar olmayacağı için bu manâda “bel” getirilmemektedir.

Şimdi burada “Tezekkî eden felaha ermiştir” âyetinden ve izahlardan sonra daha da ileri gidilmiştir. Sen yalnız felaha ermeyeceksin. Aynı zamanda dünya hayatına tesir edeceksiniz. Âhiret ise daha hayırlıdır deniyor.

تُؤْثِرُونَ  “İsar edeceksiniz.”

Sûrede buraya kadar “sen” olarak hitap etmiş, müfret emirler verilmiştir. Burada ise çoğul sigası kullanarak “tesir edeceksiniz” veya “tesir etmektesiniz” deniyor. Çoğul sigası getirildi. “İsar etmek” tercih etmek anlamındadır. Bir şeyin üzerine damga vurarak onu başkasının malı haline getirmek demektir. “Aserte ala’l-cemeli isme’l-Hasani” demek, devenin üzerine Hasan’ın ismini damgaladı demektir. Dünya hayatını kazanıyorsunuz. Dünya hayatı fiillerinizin güdücüsü oluyor. Dünya hayatını fiillerinizin gayesi yapacaksınız veya yapıyorsunuz. Burada iki manâ ortaya çıkıyor.

  1. Siz ayrı ayrı kendi içtihadınızla hareket ettiğiniz zaman Rabbinizin ismini zikreder ve namaz kılarsanız. Ayrı ayrı her biriniz kendi içtihadınızla hareket ederseniz, felaha erer ve doğru yolu bulursunuz.
  2. Eğer içtihat etmeden, doğru yolu aramadan, akıntıya uyar giderseniz, o zaman dünya zevk ve eğlencelerine dalarsınız, sonunuz uçurum olur. Buna da topluluğun akıntı halindeki gidişi zem edilmiş olur.

Bunun yanında siz dünya hayatında da iz bırakacaksınız. Orasını düzeltecek ve yüceleceksiniz. İmar edecek ve gelecek nesillere daha gelişmiş bir dünya bırakacaksınız. Ne var ki bunun için de her biriniz ayrı ayrı içtihatlar yapacak ve ona göre hareket edeceksiniz. Her biriniz kendi içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. Sûrenin bundan önceki kısmı bunu ifade etmişti.  Bununla beraber içtihatlarınızda birlik meydana gelecek, her biriniz ayrı ayrı aynı sonuca varacaksınız. İşte bunlar icma edilenlerdir. Böylece icmalar sizi birleştirecek ve bir topluluk yapacaksınız, o zaman da dünya hayatına tesir edecek ve dünya hayatını emrinize alacaksınız.

Bu âyetler çok net olarak hidayet yolunu göstermektedir. İçtihat yapmadan, doğruyu ve yanlışı ayırmadan topluluk eğer bir modaya veya söylentilere uyarsa, o topluluk helâk olur. Çünkü o topluluk ilme ve akla göre değil de, gelişigüzel söylentilerin peşine koşmuş olur. Ama topluluğun fertleri her biri ayrı ayrı araştırmalar yapar, kendi gidecekleri yolları kendileri çizer ve yaşarsa; ama icma hâsıl olan yani ittifak edilen hususlarda birlik teşkil ederlerse; ondan sonra da icmaların peşine gidilirse, işte o zaman hidayete erilmiş olur ve o topluluk dünyayı yönetmeye başlar.

Dünya hayatını isar ederler.

İçtihat etmeksizin ittifak helâk olmaktır.

İçtihattan sonra elde edilen ittifak hidayettir.

İslâmiyet’te hak/hidayet ile dalâlet arasında kıl kadar bir ayırım vardır. Bıçak sırtına benzer. Bir tarafı dalâlet, bir tarafı hidayettir. Kesilmiş hayvanın eti helaldir, kendiliğinden ölmüş hayvanın eti haramdır. Sirke helal, şarap haramdır. Nikah helal, zina haramdır. Topluluğun yaptığını yapmak haram, topluluğun içtihadî ittifaklarına uymak hidayettir.

Kur’an’ın emrettiği düzende daima insan aklı başta yer alır. Önce herkes içtihadını yapar ve aklının emrettiği hareketleri ifa eder. İçtihat yapmadan amel edilse bâtıl olur; isabet etmiş olsa da bâtıl olur.

Misal verelim: Bir kimse yolcu iken yolda dursa ve suyun var olup olmadığını araştırmadan teyemmüm edip namaz kılsa. Sonra yerli biri gelse, orada gerçekten su olup olmadığını sorsa, yerli ‘yoktur’ dese, o kimse yeniden teyemmüm edecek ve namazını kılacaktır. Çünkü içtihat etmeden namazını kılmıştır. Ama bir kimse suyun olup olmadığını araştırdı, sağa baktı sola baktı, olmadığına kanaat getirdi ve namazını kıldı. Sonra yerli kişi geldi ve ona sordu, o da ‘şurada pınar var’ dedi. Yeniden abdest alıp namaz kılmayacaktır. Kıldığı namaz geçerlidir.

O halde içtihatsız yapılan bir iş, isabet edilmiş olsa da fasittir. İçtihatla yapılan bir iş, hata edilse bile sahihtir. İadesi gerekmez. Bu hüküm kişi için ve kişinin ameli için böyledir.

Topluluk için ise benzer sistem vardır. İcma olmadan bir topluluğun bir anlayış içinde kişileri zorlaması dalâlettir. İçtihatların birleştiği icmalarda mutlak hidayet vardır. Bu sebepledir ki icmaların tesbit edilmesi ve halkın icmalardan ayrılmaması gerekir.

Bu sûrede önce kişiye hitap etmiştir. Sonra cem yani çoğul sigası ile getirmiştir. Buradan bu hükmü âyetle teyit etmiş oluyoruz.

الْحَيَاةَ الدُّنْيَا  “Dünya hayatı”

Dünya hayatı” yakın hayat demektir. “Âhiret hayatı” ise son hayattır, öte hayat demektir. “Dünya” kusva, uzak karşılığı kullanıldığı gibi zaman için de âhiret kâinattan sonra anlamında kullanılmıştır. Burada hem dünya hem âhiret hayatı marife olarak gelmiştir. Yaşadığımız yer ve göklerin hayatıdır. Âhiret ise sonraki hayattır.

Kısaca dünyamızı tanıyalım.

Bundan 13.7 milyar yıl önce kâinat bir yumurta büyüklüğünde idi. ‘Ondan evvel ne idi?’ diye sorsanız, ondan evveli yoktu, zaman da yoktu. 13.7 milyar yıl önce bir patlama oldu. Işık hızıyla kâinat büyümeye başladı. Bir şeyin büyüyebilmesi için kendi dışında mekânının olması gerekir, o da dört boyutlu uzaydır; Kur’an’daki adı “kürsi”dir. Kürsi demek kürrî demek, yani yuvarlak demektir. Bizim üç boyutlu kâinatımız top benzeri yuvarlak olduğu gibi kürsi de top benzeri yuvarlaktır. Bunun anlamı şudur ki, kâinat büyümektedir ama bu büyüme bir gün duracak ve küçülmeye başlayacaktır.

Kâinat doğmuştur, genişlemektedir. Küçülecek ve ölüm ortaya çıkacak. Kâinat dağılacak ve toplanacaktır.

Bunlar dünya hayatıdır. İnsanlık bu dünya hayatına etki etmektedir. Güneş sisteminde Ademoğlu etki ediyor. Diğer yıldızlarda da başka Adem’in oğulları etki ediyorlar. Ama kâinatın emaneti insanın üzerindedir.

Dünya hayatının en önemli özelliği ölümlü olmasıdır; yani doğmakta, büyümekte ve yaşamaktadır…

 

 

 

Bu dünya küre şeklindedir. Dünyamız büyümekte ve sonra küçülmektedir. Dolayısıyla fanidir. Oysa âhiret bir simit şeklinde kalmaktadır. Dolayısıyla ölümlü değildir. Entropi büyümeden hayat mümkün değildir. Ama entropinin devamlı büyümesi ölüme gitmek demektir. Âhirette nasıl hayat olacaktır? Bu hususta ilim henüz yeteri kadar çözümler vermemiştir. Kur’an da bu hususta henüz yeteri kadar incelenmiş değildir.

Ani olarak entropi büyüyecek, yeniden hayat devam edecek. Şekildeki sarı renklerde olan bizim zamanımız sıfırlanacak. Her seferinde yeniden yüksek hayata başlayacağız. Saatinize pil takar gibi zamanımız şarj olacak, bitince yine şarj olacaktır. Şarj zamanını biz uykuda veya tayyi zamanda geçirebiliriz.

Âhiret hayatı hakkında birtakım teoriler üretebiliriz. Bunu geometride ve fizikte üretmiş olacağız. Gerçekte âhirette hangisinin olacağını ise Kur’an’ın âyetleri ile bileceğiz. Bu hususta Kur’an âyetleri üzerinde yeteri kadar durmuş değiliz.

وَالْآخِرَةُ (Va eL-EaHiRaTu)  “Âhiret ise”

Âhir” son demektir. Harfi tarifle gelmiştir. Bu hayat dünya hayatından sonraki hayattır. Dünya hayatının ötesinde bir hayattır. Kâinat yeter derecede büyüdükten sonra başlayacak hayattır. Kur’an’da âhirete girişe ait pek çok tasvir vardır. Bugünkü  astronomi de onu teyit etmektedir.

“Âhiret hayatı” Kur’an için önemli bir kavramdır. Kur’an’a göre insanlar dünyaya imtihan için getirilmişlerdir. Hayatları geçicidir. Sonra dünyanın ömrü bitecek, insanlar tekrar kıyam edecek, öldükleri yerden hayata başlayacaklardır. O hayat ölümsüz hayattır. Cennette olanlar da ölmeyecek, cehennemde olanlar da ölmeyecektir. Beş boyutlu uzayın varlığı devam edecektir. Yani yaratılan hiçbir şey yok olmamaktadır. İnsanlar da yok olmayacaklardır.

Âhiret hayatını nasıl ispatlıyoruz?

  1. Üç boyutlu uzayın yanında dört boyutlu uzay vardır. Hiçbir şey yok olmamaktadır. Sadece biz görmez oluyoruz. İstanbul’dan Ankara’ya hareket ettiğimizi düşünün. Yolda birçok varlıkların ortaya çıkıp kaybolmakta olduğunu görürüz.  Eğer bizim arkaya dönüp bakma imkanımız olsaydı, onların var olup yok olmadıklarını görürdük. Onlar hep duruyorlar, ama biz onları göremez oluyoruz. Kâinatta hiçbir şey yok olmuyor, sadece biz yerimizi değiştiriyoruz. Görmediğimiz için onlar yok olmuyor, sadece görünmüyor. Gerçekten fizik ve varlık hep vardır. Yok olmuyor. Bizim ruhumuz da vardır. Ölümle yok olmuyor, sadece bedenimizi terk ediyor. Bu şoförün arabayı terk etmesi benzeridir. Bedenden ayrıldıktan sonraki hayat berzah hayatıdır. Tekrar dirildiğimiz zaman âhiret hayatıdır. Marife ile gelen âhiret hayatı budur.
  2. Bedenimiz yok olmamaktadır. Aynı şekilde ruhumuz da yok olmamaktadır. O halde ölümle ruhumuz yok olmuyor, sadece bedenimizi terk ediyor. O halde ölüm yok olma  demek değildir. Sadece gitmedir. Gelmesi olmayacağı anlamına gelmez. Hattâ bedenimizi terk eden ruhumuz başka bedene de girebilir. Buna tenasüh denmektedir. Olabilir ama bazılarımızın geçmişimizi hatırlamamız gerekir. Hiçbir kimse geçmişi hatırlamadığına göre böyle bir durum söz konusu değildir. Sonra birbirimize haklar geçmektedir. Hesaplaşmak zorundayız. Dolayısıyla hep birden hareket etmek durumundayız. Bu sebepledir ki cennete veya cehenneme gidiş ertelenmiştir. Cennete veya cehenneme girdikten sonra tenasüh mümkün olabilir.
  3. Dirilmemizin delillerinden biri de, ölümün daha üstün hayat için olmasıdır. Sonbaharda yapraklar dökülür, ilkbaharda yeni yapraklar ortaya çıksın diye. Biz de ölüyoruz, daha üstün hayata kavuşalım diye. Bu evrim kanunudur. Kâinatta devamlı evrim vardır. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Rablik sıfatı hep devam edecektir.
  4. Âhiretin başka bir delili de, tüm insanların tekrar dirilmeyi istemesi, yaşamanın orada devam edeceğine dair olan arzu ve istekleridir. Allah hiçbir zaman gereksiz duygular vermez. Bir şeyi istiyorsanız ona ihtiyacınız var demektir ve o size verilecektir. Madem ki Allah insanlara, bütün insanlara bu duyguları vermiştir, öyleyse âhiret hayatı vardır.
  5. Beşinci olarak, kâinatta abes bir şey yoktur. Her şeyin maksadı var, gayesi var, işi var. Kâinatın maksatsız yaratıldığı iddia edilemez, savunulamaz. O halde bu dünyadan sonra da hayat vardır. Bu dünyanın gayesi o dünyadır. Bu gerçek çağımızda çok sarih olarak anlaşılmıştır. Kâinatta gereksiz hiçbir şey yoktur.
  6. Âhiretin varlığını çok açık bir şekilde ispatlayan diğer bir unsur da peygamberlerdir. Peygamberler mucizeler gösterdiler ve âhireti bildirdiler. Kur’an mucizedir, Allah’ın sözü olduğu ilmen sabittir, dolayısıyla onun verdiği haber yalan ve yanlış olamaz.

خَيْرٌ  “Hayırdır. Daha iyidir.”

Değişik âyetlerde âhiret hayatını kanıtlayan deliller getirilmektedir. Burada da âhiretin  daha hayırlı olduğu bildirilmektedir. Bu evrim kanunu gereğidir. Bizim ilimlerimiz vardır, ilmin metotları, ilmin usulleri vardır. Onları biz koyarız ama sonra uyarız.

Evrimin varsayımlarından biri de, ölümün daha üstün hayat için olmasıdır. Doğada gayesiz bir şey bulunmadığı gibi, evrime uymayan bir olay da yoktur. Yok olma, daha iyisini var etme anlamına gelir. Bu da âhireti kanıtlar.

Evrimi tekrar hatırlayalım. En mükemmelini ortaya koymayıp uzun zaman içinde diğer varlıkların, canlı varlıkların onu olgun hâle getirmesi, sonra hayatının sona ermesidir. Çünkü yeni nesil gelecek ve onlar daha ilerisini değiştirip yeni hizmetler vereceklerdir.

İnsanın günlük hayatında evrim vardır, sosyal evrim vardır. Topluluk daha üstün düzene kavuşmaktadır. Uygarlıklar içinde evrim vardır. Sayalım: Mezopotamya-Mısır, İbrani- Yunan, Hıristiyanlık-Roma/Bizans, İslâmiyet-Avrupa . Bu uygarlıklar peş peşe gelmiştir.

Ve uygarlaşma budur.

a) Hazreti Nuh zamanında site devletleri kuruldu.

b) Mısırlılar ulus devletini kurdular.  

c) İbraniler federe devlet oluşturdular. Siteler kaldı ama ortak bir de devletleri oluştu.

d) Yunanlılar site devletleri ile uygarlığı Akdeniz çevresine taşıdılar, beşerî bir uygarlığı oluşturdular. Hıristiyanlar dinleri lâiklik ilkesi içinde beşerileştirdiler.

e) Romalılar insanlığa lâik hukuk hediye ettiler. İslâmiyet demokratik, lâik, liberal, sosyal hukuk düzenini getirdi. Müslümanlar şeriata, İslâmiyet’e dayalı adil ve hak düzeni kurdular.

f) Batılılar insanlığa ileri teknolojiyi hediye ettiler, bu sayede III. Bin Yıl Hak Uygarlığının kurulmasına imkân sağladılar.

Yeni uygarlık gelince eski uygarlık çöküyor ama yok olmuyor. Yeni uygarlık onların üzerinde daha gelişmiş olarak kuruluyor. Yani cansız âlemde değil, canlı âlemde evrim vardır. Ama uygarlıklarda da evrim vardır. Evrimin olmadığı bir saha bulunmaz.

O halde, madem ki kâinat evrim içindedir, evrimsiz bir şey yoktur, kendi varlığı da abes veya durağan olamaz. Bu durumda âhiretin bu dünyadan daha hayırlı olması gerekir. İşte Allah bunu bildirmekte, “âhiret daha iyidir, daha hayırlıdır” demektedir.

وَأَبْقَى  “Ebkâdır.”

“Bâkidir” demiyor da “Ebkâdır” diyor. Dünyadan daha bâkidir, yoksa bâki değildir. Âhirette de evrim vardır. Cennet ve cehennemden daha gelişmiş bir düzen olacaktır. Bu bakımdan da biz cennette çalışacak ve daha üstün makamlar elde edeceğiz. Yani eğitim bitmeyecek. Ne var ki orada acı olmayacak, sınıfta kalma olmayacaktır. Her zaman sınıf geçilecektir. Ancak geçilen sınıfların dereceleri olacaktır. Cennet ebedidir ama bâki değildir. Cennetten daha üstün cennetler olacaktır.

Âhiret hayatı böylece tasvir edilmektedir.

Demek ki;

-Mü’minler önce tezekkî edecekler...

-Sonra zikredecekler…

-Ve sonunda dünya hayatında müessir olacaklar...

-Ayrıca âhirette de yüce dereceler alacaklardır.

Kur’an bunu tarihten misaller getirerek anlatmaktadır.

  1. İlk uygarlığı kuran Hazreti Nuh aleyhisselâm olmuştur. Mezopotamya’da Sümerler arasında kurulan bu uygarlık etkisini Hazreti İsa’ya kadar sürdürmüş, 3000 yıl etkili olmuştur. Hattâ zamanımıza kadar gelmiş ve etkisini sürdürmektedir.
  2. İkinci uygarlık Milattan 2000 yıl önce İbraniler tarafından kurulan uygarlıktır. Bu uygarlık de üç bin yıldır insanlığa etkili olmaya devam ediyor.
  3. Üçüncü uygarlık Hazreti İsa tarafından kurulmuş, iki bin yıldır insanlığı aydınlatmaktadır. Musa İbraniler’e, İnciller insanlığa aydınlık getirmiştir.
  4. Kur’an ise son peygamberli uygarlığın kurucusudur. Kur’an bundan sonra kıyamete kadar kurulacak yeni uygarlıkların kaynağı olacaktır. Sosyal evrim devam edecektir.

Bu uygarlıkların işi âhiretteki cennet ve cehenneme asker yetiştirmektir. Cennetin sakinleri bunlardır, cehennemin sakinleri de bunlardır.

Dünyada müessir olan Kur’an ehli olacaktır.

Kur’an’ın 1400 sene önce söylediği bu sözler Birinci Kur’an Uygarlığına kaynak olmuştur. Bu sûre Mekke’nin ilk dönemlerinde nâzil olmuştur.

Bundan sonra neler oldu?

  1. Bu sûre nâzil olduktan sonra Hazreti Ömer Müslüman oldu ve Müslümanlar açıkça tebliğe başladılar. Artık İslâm’ın etkisini göstermeye başladılar.
  2. Medine’ye geçtiler ve tüm Arabistan’ı fethettiler.
  3. Dört halife döneminde Atlas Okyanusu’ndan Çin ve Japonya’ya kadar ülkelerde İslâmiyet  müessir oldu.
  4. Emeviler zamanında FIKIH ilmi gelişti.
  5. Abbasiler zamanında KELAM ilmi gelişti.
  6. Türkler zamanında TASAVVUF ilmi ve tarikatlar gelişti.

Müslümanlar Batıya etki ederek bugünkü Avrupa uygarlığı doğdu.

“Dünya hayatına müessir olacaksınız.” âyetinin söyledikleri tahakkuk etti.

  1. Şimdi “Adil Düzen” içinde Kur’an müsbet ilme göre yorumlanıyor ve Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı kurulacaktır. Bu âyetin bize olan müjdesi gerçekleşecektir.

Biz olmuşları söylüyor, olacakları istidlâl ediyor, dünyanın geleceğini belirliyoruz.

Ankara’da yaptığımız bir görüşmede gelecek hakkında herkes bir şey söyledi:  

- Dünyada kriz var, sömürü sermayesi yararlanacaktır...

- Dünyada kriz var, sermaye Türkiye’yi merkez yapacaktır...

- Dünyada sosyal tufan olmadan sermaye sömürüsü sona eremez...

- Ortadoğu sermayesi maalesef küresel tekel sermayenin sömürü aracıdır...

Baktım, kimse Kur’an’a dayanarak herhangi bir kehanette bulunmuyor.

Ben ise şunları söyledim:

  1. Müslümanlar ve Hıristiyanlar birleşecek ve III. Bin Yıl Uygarlığını, Hak uygarlığı olarak kuracaklardır.
  2. İsrail devleti İslâm yönetimine girecek ve devletleri olmayacak. İsrail oğulları Filistin’de toplanacak, uygarlık içinde yerlerini koruyacak, ilimde ve ekonomide yine insanlığa hizmet edecekler ama artık insanlığı fazla sömüremeyecekler, ilmi de sömürü aracı olarak kullanamayacaklar.
  3. Gelecek III. Bin Yıl Uygarlığının kurucu halkı Türkler olacak, “Adil Düzen”i dünyaya Türkler yaygınlaştıracaklardır.
  4. Mekke insanlığın beyni olacak, insanlığın meclisi orada olacaktır. Ama insanlığın kan damarlarını besleyen kalbi İstanbul’da olacaktır. Bu uygarlığın kurulmasında Budistlerin ve Brahmanistlerin de katkıları olacaktır. Dinler arası barış oluşacak, III. bin yıl dindarlarla dinsizler arasındaki savaşlarla geçecek ve dinsizler hezimete uğrayıp tarih olacaklardır.

IV. Bin Yıl Uygarlığı karaların değil denizlerin uygarlığı olacak, orada ne olacaklarını ancak orada o devirde yaşayanlar bileceklerdir.

 

 


A'LA SURESİ TEFSİRİ(87.sure)
1-A'LA 1.AYET 486 SEMNER-22KASIM2008
1934 Okunma
2-A'LA 2-5 AYETLER
2281 Okunma
3-A'LA 6-8
3903 Okunma
4-A'LA 9-13
1681 Okunma
5-A'LA 14-17
2042 Okunma
6-A'LA 18-19
1725 Okunma

© 2024 - Akevler