İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-1-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
3508 Okunma
OSMANLI DEVLETİNİN DESPOTİK NİTELİĞİ

 

ÜÇÜNCÜ BAŞLIK

 

 

 

 

 

OSMANLI DEVLETİNİN

DESPOTİK NİTELİĞİ

 

 

 

 

 

 

Yazara göre,

İslâmiyet'te savaş ve köleliğin

Türkler tarafından getirildiğini

bazı Arap yazarlar iddia etmişlerdir.

 

"OSMANLI DEVLETİ'nin MUTLAK (Despotik) DEVLET NİTELİĞİ İÇERİSİNDE KALIŞI NEDENLERİ KONUSUNDA

Yabancı yazar ve düşünürlerden bu konuya eğilenler olmamış değilse de genel olarak Şeriat sisteminin uygulanış itibariyle özünden farklı tutulduğunu ve bu nedenle istibdat sistemlerine gidildiğini ve bunun sorumluluğunu Türklerde aramak gerektiğini ve çünkü Türklerin İslâm'a nüfuz edemedikleri ve onu kötü yönde geliştirdikleri görüşünü savunanlar çoktur... Bu görüş esas itibariyle ve yüzyıllar boyunca Arap (Müslüman) yazarların en çok itibar ettikleri,.. Sadece İstibdat rejimine ve kötü yönetim sistemine götürmek bakımından değil İslam ile ilgili ne gibi kural ve kuruluş var ise bütün bunları "iyi" ve "güzel" ilk şeklinden uzaklaştırıp kötüye götürenlerin doğrudan doğruya Türkler olduğunu söylemekten usanmamıştır bu Arap yazarlar. İslam'ın savaş dini olmadığı halde onu savaş dini haline sokanların Türkler olduğundan başlayıp Kölelik kuruluşuna İslam'da yer olmadığı veya İslam esaslarının köleliği yok etmeğe yöneldiği halde İslam ülkelerinde köleliğin devam etmesinde bütün suç'un Türkler olduğunu, İslam uygarlığını ve kültürünü geriletenlerin sadece ve sadece yine Türkler bulunduğunu söylemeye kadar her türlü iftirayı yapmaktan çekinmemişlerdir."(s. 43)

 

 

KAVMİYETÇİLİK BATI HASTALIĞIDIR

OSMANLILARDA KAVMİYETÇİLİK OLMAMIŞTIR

 

İslâmiyet Arabistan'da doğdu.

İran İslâmiyet'i kabul etti,

ancak kendi millî kültürünü korumak için Şiî oldu.

Türkler daha sonra İslâmiyet'i kabul ettiler, ancak onlar da kendi kültürlerini İranlılara karşı koruyabilmek amacıyla Hanefî oldular. Kürtler de benzer endişelerle Şafiî oldular. Araplar Hanbelî, Mağribîler / Kuzey Afrikalılar da Malikî oldular.

Türkler, Sünnî olmaları sebebiyle Araplarla hep iyi münasebetler içinde oldular ve iyi geçindiler. İslâm tarihi dikkatli incelendiğinde, Müslümanlar arasında Batı dünyasında olduğu gibi kavmiyetçilik kavgaları ve savaşları olmadığı açıkça görülür.

Osmanlı Devletini yıkmak ve Müslümanlar arasındaki birliği ortadan kaldırmak amacıyla, İslâm dünyasının arasına milliyetçilik fikirlerini Batılılar aşıladılar ve yaydılar. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldular. Kendi hastalıklarını Müslümanlar arasında aşıladılar ve Osmanlı Devleti'ni yıkma aracı olarak kullandılar. Kavmiyetçilik hastalığını yerleştirdikten sonra da, iki taraftan satın aldıkları kalemlere saldırgan yazılar yazdırdılar.

Yazar da bu saldırgan geleneği sürdürüyor ve görevini yerine getiriyor. Bütün yazdıklarının kime hizmet ettiği bellidir.

 

İslâmiyet'te;

Bir kavmin diğer bir kavmi maskaraya yani alaya almaması;

Bazı kavimlerin diğerlerinden değişik özelliklere sahip olabileceği;

Üstünlüğün sadece ve sadece takvada olabileceği...

gibi kriterler getirilmiştir.

İslâm tarihi boyunca kurulan devletlerde ve

özellikle Osmanlılar'da despotizm ve kavmiyetçilik olmamıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BİRİNCİ KONU

 

 

 

DESPOTİZM KONUSUNDA

 

 

 

Yazara göre,

Despotizmin kaynağı Tanrı inancı, cehalet, cihad azmi,

sefalet ve doğal haklar fikrinden mahrumiyettir.

 

"Despotizm'i ve keyfi ve mutlak İKTİDAR SİSTEMLERİNİ yaratan ve sürdüren KOŞULLAR KONUSUNDA:

1- İktidar'ı İLAHİ (Tanrıdan gelme) nitelikler içinde gösterip...

2- Halk'ı cahil ve kaderci felsefe içinde uyutmak...

3- Halk yığınlarını farklı inanç ve dindeki insanlara ve toplumlara karşı kin ve adavet duygulariyle ve onlara karşı daima savaş halinde tutmak, meşgul etmek, ve...

4- Halk yığınlarını ekonomik bakımdan kalkınmaz, ve hatta yarı aç durumda tutmak...

5- Doğal hukuk ve doğal haklar bilincini uyandırmamak.

İlerideki sahifelerde göreceğiz ki bütün yukardaki hususlar ve koşullar ve bunlara yardımcı diğer unsurlar Şeriat düzeninin temellerinde yatmıştır. Bu koşullar içerisinde Osmanlı Devleti despotik bir monarşi şeklinde altı yüzyıla yakın yaşamıştır..."(s. 44)

 

DESPOTİZMİN GERÇEK KAYNAĞI NEDİR?

ÂDİL YÖNETİM İBADETLERİN EN BÜYÜĞÜDÜR

 

Bir ülkede Tanrı inancı yoksa, bu durumda halk güç ve kuvveti olan kimseyi tanrılaştırır ve kuvvet sahibine adeta tapmaya başlar; güç ve kuvvet sahibi kimse ise kendisini gerçekten tanrı sanıp halka zulmetmeye başlar ve böylece despotizm doğar.

Oysa Allah'a inanan topluluklarda insanlar sürekli olarak yöneticileri uyararak kendilerinden büyük ve yüce bir varlığın olduğunu ifade ederek her zaman zulme karşı direnirler. Hükümdarlar da sürekli taze tutulan ve yenilenen bu uyarılar sayesinde Allah'tan korkar ve ülkelerini adaletle yönetirler. Halka zulmetmezler. Bu ülkelerde bütün zulüm yolları ve mekanizmaları kapanmıştır. Sistem bu denge üzerine kurulmuştur.

Diktatörler bu gerçeği iyi bildikleri için her şeyden önce dine ve inançlara karşı savaş açarlar. Dinin afyon olduğunu ve toplumları uyuttuğunu iddia ederler. Bu düşüncelerle halkı uyuttuktan sonra da dikta rejimlerini kurup halka zulmederler. Dinsiz dikta yönetimlerinde dünyada varolabilecek her türlü zulüm görülür. Cihad sadece bir araçtır ve saldırı değil savunma amacı ile yapılır.

Zaman zaman diktatörler de bazı dini motifleri kötü emellerine alet edip istismar etmişlerdir. Dini tamamen yıkamayınca gerektiğinde dinden yararlanmasını bilmişlerdir.

Haçlı Seferleri bu istismarın en büyük tarihî belgesidir.

Sefalet ve fakirlik, kötü ve zalim yönetimlerin tabiî bir sonucudur. Devleti merkez alan totaliter dikta rejimlerinde doğal haklar kavramı ve düşüncesi yoktur.

İslâmiyet'te;

İnsanı adaletli düşünmeye ve davranmaya götüren bir Tanrı inancı vardır. Herkes âhirette dünyada yaptıklarının hesabını vereceğine inanır ve davranış-larını ona göre düzenler. İnsanlara zulmedenler mutlaka cezalarını çekeceklerdir. Adil yöneticilik ve insanlara hizmet ise ibadetlerin en büyüğüdür.

İslâmiyet'te resmî ve tek tip eğitim yoktur, ama insanların ilim öğrenmesi ve ilmî seviyesini yükseltmesi emredilmiştir.

İslâmiyet'te savaş ve cihad, fitneyi bertaraf etmek ve din hürriyetini sağlamak amacıyla meşru kılınmıştır.

Zekât kurumu ve uygulaması ile sefalet bertaraf edilmiştir. Zekâtın tam olarak uygulandığı topluluklarda sefalet ve fakirlik sözkonusu olamaz.

İslâmiyet'e göre, Allah kâinatı insanoğlu için yaratmış ve onu yeryüzünde kendisine halife yapmıştır.

Devlet, insan haklarını korumak için vardır ve bunu gerçekleştirmek amacıyla da sosyal kurumlar kurulup ihtiyaçlara göre geliştirilmişlerdir.

İslâmiyet, insanlar arasında doğuştan gelen farklılıkları kaldırmış, insanların eşit olduğunu belirtmiş ve üstünlüğün sadece takvada olduğunu açıklamıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ KONU

 

 

 

OSMANLI DEVLETİ'NİN

GELİŞEMEMESİNİN NEDENLERİ

 

 

 

Yazara göre,

Osmanlılar demokratik düzene geçememişlerdir.

 

"I- Osmanlı Devleti'nin DEMOKRATİK ve ANAYASALCI (Meşruti) yönlerde gelişemeyip DESPOTİK bir devlet halinde kalmasını ŞERİAT'tan uzaklaşmada bulan görüşler.

Bahis konusu nedenler üzerine eğilenler şu noktada birleşmiş görünürler ki despotik ve mutlak ve keyfî bir devlet ve hükûmet sistemi Osmanlı Devleti için doğal ve değişmiz bir sonuç olmamak gerekirdi... Bu malzeme ve bu imkan ise devletin teokratik temellerinde yatmakta idi. Daha başka bir deyimle Devletin bir İslâm devleti niteliğinde olması ve İslâm'ın da Anayasal ve demokratik devlet yaşamlarına uygun bulunması nedeniyle Osmanlı Devleti'nin mutlak ve despotik bir devlet olarak kalmaması gerekirdi... Şeriat'te ve özellikle Kur'an ve Hadis hükümlerinde iktidarın adaletle kullanılması ve zulüm yollarına gidilmemesi açıkça belirtildiğine ve Tanrı korkusu nedeniyle hükümdarların keyfiliğe kaçmamaları asıl olduğuna göre despotik ve mutlak bir devlet ve hükümet sistemi olmamak gerekirdi..."(s. 45)

 

 

OSMANLI DEVLETİ VE BATI DÜNYASI

İSLÂMİYET'TE YÖNETME HAKKI İLMİNDİR

 

Osmanlı yönetimi, halkına hükmettiği dönemlerde o kadar adil olmuş ve halkını öylesine mutlu edip memnun etmiştir ki, halkın demokratik yönetim talebinde bulunmasına ve bunun gerçekleşmesi için bir çaba sarfetmesine gerek kalmamıştır.

Osmanlı Devleti, değil hükmettiği altı asır boyunca, bugün bile sözde demokratik ve anayasalcı topluluklar ve yönetimlerle mukayese edilemeyecek kadar adil olmuştur. Hiçbir dönemde despotik olmamıştır. Bütün insaflı ve ilmi dürüstlük sahibi tarihçi ve yazarlar bu gerçeği her zaman itiraf ve ifade etmişlerdir.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri, ayrıca son yıllarda başlayıp bir virüs gibi yayılan kavmiyetçilik düşünce ve akımları, içten ve halktan kaynaklanan bir hareket olmayıp, dış mihrakların ve ajanların kışkırtmaları sonucunda oluşmuştur. Tabiî ömrünü tamamlamış olan bin yıllık bir hak medeniyetinin temsilcisi olan Osmanlı Devleti, artık iyice güçlenen kuvvet medeniyetinin temsilcisi Batı dünyası tarafından çeşitli bahanelerle kolaylıkla yıkılmıştır. Yüz yaşındaki bir ihtiyarı bir delikanlının altetmesinde garipsenecek bir durum yoktur. Eceli gelen her insan, devlet ve medeniyet mutlaka ölümü tadacaktır ve bu ölümün bir de müsebbibi olacaktır; Osmanlı Devleti için bu müsebbip Batı dünyası olmuştur.

Avrupa devletleri birleşerek Osmanlı Devleti'ni yıkmış ama asıl gayelerine erişememişlerdir. Dolayısıyla Anadolu Müslümanlarını ve Türk Milletini yok edememişlerdir. Aksine genç ve dinamik bir devletin kurulmasına vesile olmuşlardır.

İslâmiyet'te gaye;

Dengeli bir sisteme dayanan adil nizam ve demokratik bir yönetimdir.

Yönetme bir hak değil bir görevdir.

Herkes yönetici olamayacağına göre, elbette bir usûl ve sistemle yöneten ve yönetilenler olacaktır. Eşyanın tabiatı ve hayatın gereği budur. Halk hizmet yarışı içine girer ve en fazla hizmet edenler tabiî olarak yönetici olurlar.

Değişik demokratik ve anayasal uygulamalara imkân verilmiştir. İlk asırlardan itibaren bunun örnekleri çoktur. Kesinlikle despotizm yoktur.

Bütün bunlarla birlikte iyice bilinmeli ve anlaşılmalıdır ki; İslâmiyet'te yönetme hakkı ilmindir. Kuvvet daima ilmin emrinde olmalıdır. Dinî, iktisadî ve siyasî kurumlar ilmin emrine daha doğrusu denetimine girmelidir.

Kur'ân'daki;

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" ve

"Bilmiyorsanız bilenlere sorun"

prensipleri ve tavsiyeleri, bunun açık delilidir.

İlme danışan ve denetimini kabul eden topluluklar kurtuluşa ermiş; ilmin uyarı ve emirlerinden uzaklaşanlar yok olmuştur. İnsanlık tarihi bunu açıklayan örneklerle doludur. Demokrasi ilme uyarsa başarılı olur.

İslâmiyet daima ilmî olmayı emreder.

Babadan oğula geçen veya bir sülâlenin inhisarında olan yönetim şekli İslâmî değildir. Demokrasi kavramının gerçek tanımı yapıldığında, bunun İslâmiyet ile uyuştuğu görülecektir. Geçmişteki ve bugünkü yanlış ve saptırıcı tanım ve uygulamalar İslâmiyet'i bağlamaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kimilerine göre İslâmiyet'te olmayan totaliterlik

Osmanlılar'da da olmamalıdır.

 

"Çünkü yine onların anlayışına göre, Osmanlı Devleti'nin mutlakiyet yönünde değil aksine Anayasal bir monarşi yönünde gelişmesi ve demokratik bir rejime erişmesi için gerekli her türlü malzeme, her türlü imkan var idi... İslâmî esaslara göre kurulmuş ve bu esaslara göre yönetilmek, ve İslâmilyet'in emir ve hükümlerinin devlet ve hükûmet yönetiminde egemen olması gereken bir devlet'te keyfî iktidar ve adaletsiz diye bir şey olmamak koşuldur... Eğer Osmanlı Devleti despotik bir devlet olmaktan kurtulamamış ve demokrasiye yönelememiş ise bunun kabahati devleti yönetenlerde veya Türklerde olmalıdır..."(s. 45)

 

SARAY UYGULAMASI MEŞRU DEĞİLDİR

BAŞKANLAR İLMÎ ŞÛRANIN İTTİFAKIYLA SEÇİLİR

 

Osmanlıların tahta çıkışları İslâmî kurallara göre olmamıştır. Aynı zamanda adalete de uygun olmayabilir. Ancak bu gerçek sadece Osmanlılar için geçerli değildir. Geçmişten günümüze gelinceye kadar ve günümüzde hâlâ meşru iktidarlar yoktur.

Demokrasi adı altında, ya kuvvet dayatması ya da sermaye aldatması altında seçilenlerin meşruiyetleri, hiçbir şekilde sultanlardan fazla değildir. Demokrasinin beşiği olduğu iddia edilen birçok Avrupa ülkesi hâlâ krallıkla yönetilmektedir.

İktidar olup yönetimi ele aldıktan sonra, güçleri ve bilgileri yettiğince Osmanlı padişahları çağlarındaki en adil yönetim şeklini getirmiş ve geliştirmişlerdir. Karşılıklı tartışmadan ve ilmî değerlendirmeler yapmadan, peşin ve ard niyetli nitelemelerle Osmanlı yönetimini despotik ve totaliter kabul etmek mümkün değildir. Mukayeseli bir şekilde ele alınmamış ve değerlendirilmemiş bu peşin hükümleri ilmî bulmak sözkonusu olamaz. Bir 'profesör'ün bu iddialarda bulunması gerçekleri değiştiremez.

Osmanlı saraylarındaki olaylar ve bu olayların hükümetler üzerindeki etkisi her zaman tartışılabilir. Saray uygulaması zaten meşru bir temele dayanmamaktadır ve dolayısıyla orada ancak gayrimeşru bir düzen sözkonusu olabilirdi.

İslâmiyet'e göre;

saray hayatı meşru değildir.

Hükümdarlar halk içinde halkla beraber yaşarlar.

Başkan ve yöneticiler, ilmî şûranın ittifakı ile seçilirler.

İlmî teşekküllerin başkanları bir araya gelirler ve kapalı bir mekanda toplanırlar. Bunların sayısı on cıvarındadır. Bir başkan üzerinde ittifak etmedikçe dağılamazlar ve kapalı mekandan çıkamazlar. Daha sonra ilmî teşekkül başkanlarının kendi aralarından ittifakla seçtikleri başkana halk biat eder.

Başkanın yakın çalışma arkadaşları ve danışmanları şûra üyeleridir. Başkanın ayrı bir teşkilâtı ve koruyucuları yoktur. Ordu komutanları başkanın tabiî koruyucularıdır. Zaten başkanın doğrudan halkla bir ilişkisi de yoktur. O sadece şûra ile temas halindedir. Dolayısıyla başkanın dışarıda yani halk arasında bir hasmı yoktur.

Hakem konumunda olduğu için yetkileri de son derece kısıtlıdır. Ama bütün ilmî, dinî, iktisadî ve siyasî kuruluşlar ile halkın biatını şahsında topladığı için çok güçlüdür. Gücünü halktan almaktadır.

 

*    *   *

 

Prof. Dr. İlhan Arsel'e göre;

Bazı kimseler İslâm dışında demokrasi olamayacağını

iddia etmektedirler.

 

"A- ŞERİAT DEVLETİ'nin "Demokratik" ve "İdeal Devlet" niteliğinde olduğu inancı.

...fakat buna karşılık diğer bazı yazar ve düşünürler gerçet demokrasi'nin ve ideal devlet şeklinin sadece İslam devletinde olabileceğini ve İslam'dan gayri devletlerde demokrasi olamayacağı fikrine saplanmışlardır; onlara göre her şeyin en mükemmelini İslam getirdiği gibi devlet şeklinin ve yönetiminin en mükemmel prensiplerini de yine İslam getirmiştir. İslam'dan gayri hiç bir devlet'de gerçek demokrasi olamaz. Ve halk'ın egemenliği fikrini ele alan tek düzen İslam devlet düzenidir ve İslam'ın devlet analayışında DEVLET halk'ın hizmetindedir. İslam'dan gayri hiç bir devlet'te devlet için halk'a hizmet etme diye bir şey yoktur... Bk. E. I. J. Rosenthal, Islam The Modern National State, (Cambridge University Press, 1965, sh. 115)."(s. 46)

 

TABİÎ VE SOSYAL KANUNLAR İLE

İLÂHÎ KANUNLAR ARASINDAKİ UYUM

 

Adil bir düzenin iki kaynağı vardır;

A) Biri, iyi bir sistemle düzenlenmiş olması,

B) Diğeri, bu sistemde görev alanların bu sisteme inanmış olmalarıdır.

Tabiî ve sosyal kanunlara uymayan ve uyum sağlamayan bir düzenleme, adalet değil zulüm kaynağı olur. Meselâ, erkeklerin de çocuk doğurması gerekir maddesini koyup da doğum yapmayan erkeklere biner altın ceza uygulaması yapsak, bu anormal uygulama zulüm olmaz mı?

Tabiî ve sosyal kanunların inananların dilindeki adı; 'ilâhî kanunlar' veya 'sünnetullah'tır. Maddî düzenlemelerde ilâhî kanunlar ile tabiî ve sosyal kanunların verdiği sonuçlar arasında bir fark yoksa mesele yoktur. Ancak bu suretle oluşmuş kurallar bütününü uygulayacak olanların buna 'inanmaları' ve uygulama gayreti göstermeleri için 'mü'min' olmaları gerekir. İnanan kimse, Allah'a inanmayan kör kuvvetlerin peşine ne diye düşsün? İşte bu gerekçelerden dolayı inananlar farklı ve haklıdır.

İslâmiyet'e göre;

Bir dinin hak din olabilmesi için akıl yoluyla tesbit edilen tabiî ve sosyal kanunlar ile Kitap ve Sünnet açısından tesbit edilen ilâhî kanunlar arasında paralellik olmalıdır. Ancak o zaman o din 'hak din' olabilir. Aksi olursa 'bâtıl din' olur.

İslâmiyet'te; yerine göre,  dinsizlik, bâtıl dinden daha iyidir.

Zehirle yiyeceği ayırdetmek gerekir. Zehiri hiç almamak almaktan çok iyidir. Ama insan gıdasız yaşayamaz. Yaşayabilmesi beslenebilmesine bağlıdır. Alınacak şeyin gıda değeri ve doğruluğu, onun sosyal ve tabiî kanunlara uygunluğu ile bilinir ve anlaşılır.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Şeriatta ferdin ve toplumun iradesi yoktur.

 

"B- İslâm devleti'nin "en ziyade mutluluk yaratan" devlet olduğu inancı.

İslâm devleti'nin "en ideal" ve "en ziyade mutluluk" yaratan devlet olduğu inancı daha İslâm'ın ortaya çıktığı ve devlet şeklinde örgütlendiği ilk anlardan itibaren benimsenen ve doktrin haline getirilmek istenilen bir fikir olmuştur...(s. 46)

Yüzyıllar içerisinde bu fikirler, Şeriat ülkelerinin en despotik devlet ve hükümet sistemleriyle yönetildikleri zamanlarda dahi bu şekilde işlenegelmiştir. İşlenirken de Arap Peygamberi Muhammed'in ilk kurmuş olduğu Devlet'in "Demokratik" ve "Cumhurî" bir devlet olduğu, onu izleyen ilk dört halife döneminde bu niteliklerin korunduğu, ve fakat... Oysa ki, ilerde de uzun uzadıya göreceğimiz gibi, İslâm'ın ilk öz şekline dayalı Şeriat devleti, aslında ne CUMHURİ ve ne de DEMOKRATİK bir devlet olabilmiştir...(s. 47)

Gerek Goldziher ve gerek Snouck Hurgronje gibi bazı yabancı yazarlar Şeriat'ın Demokrasi'ye yatkın olduğunu söylemişlerse de,... Kramers bu görüşleri temelden hatalı ve yanlış bulur ve Şeriat devletinin demokratik olamayacağı fikrini işler. Çünkü Şeriat düzeninde bağımsız ve hür bir beşeri irade (yani toplumun genel iradesi) diye bir şey yoktur, çünkü Şeriat Tanrı iradesi ve iktidarı dışında başlıca bir irade ve iktidar tanımaz, ve çünkü Tanrı ve Peygamber emirleri demek olan Şeriat'ın temel hükümlerini beşer iradesinin (toplumun ve kişinin) değiştirmesine imkan yoktur. Halkın veya başka bir organın gerçek anlamiyle yasama gücüne sahip olması düşünülemez. Bu hususlar için bk. J. H. Kramers, "L'İslam et la Démocratie", ("Orientalia Neerrlandica", Leiden 1948, sh. 223, 225, 226)."(s. 48)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE KÜLLÎ İRADE VE CÜZ'Î İRADE

DÜNYA HAYATINDA İRADENİN KULLANILMASI

 

Siz Ankara'ya gitmek istiyorsunuz. Bu sizin şahsi iradenizdir. Aracınız uçak, tren, otobüs veya otomobil olabilir; bu da sizin iradenizdir. Ama bunların dışında kullanabileceğiniz bir aracınız ve gücünüz yoktur. Trene binerseniz, onun izlediği yolları izlersiniz. Otomobil veya otobüsle giderseniz, karayollarını kullanırsınız.

İşte kâinatta böyle bir 'küllî irade' vardır. Buna tabiî ve sosyal kanunlar veya 'ilâhî irade' diyoruz. Bir de bu iradenin içinde insanın iradesi vardır ki, buna da 'cüz'î irade' diyoruz.

İnsan cüz'î iradesi ile istediği aracı ve yolu seçebiliyor. Bu seçimde hür olan insana müdahale edilmiyor, ama sonuç olarak insan ancak küllî iradenin tabiî ve sosyal kanunları çerçevesinde karşılığını buluyor. Küllî irade çerçevesinde hareket edebiliyor ve onun dışına çıkamıyor.

Kimileri diyorlar ki; akıllı ve bilgili insanlar yahut güçlü olanlar, cüz'î iradelerini kötüye kullananlara engel olsunlar. Kimileri de diyorlar ki; kişi yaptığının cezasını kendisi çekecekse bırakın istediğini yapsın. O kimsenin hürriyetine müdahale etmeyelim.

İslâmiyet'e göre;

'küllî irade' ve 'cüz'î irade' vardır.

Cüz'î irade, Allah tarafından insanın kendisine verilen bir yetkidir. İnsan o yekiyi kendisi kullanacaktır. Bu kullanma esnasında başka bir kimsenin ona müdahale etme yetkisi yoktur.

Sadece bu kişinin serbestçe kullandığı iradeden diğer bir fert veya topluluk zarar görmüşse, bu zararın vukuundan sonra daha önce belirlenen hükümler kendi seçtiği hakemler aracılığı ile uygulanacaktır.

Kişi başkasına veya topluluğa zarar vermemişse, yaptığı kötülüklerin hesabını ona irade-i cüz'iyesini veren Allah'a verecektir; bir diğer insana değil. Kişilerin bu hürriyetlerini kullanabilmeleri ve koruyabilmeleri için de ilmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal gruplar oluşturacaklardır. Aşiret, kabile, şa'b ve kavm/devlet olarak teşkilâtlanabilecek; kişi gerek sosyal grubunu ve gerekse aşiret/apartman ve kabilesini/bucağını rahatlıkla istediği anda değiştirebilecektir. Tam bir hürriyet ve mutluluk ortamı ve düzeni sözkonusudur.

Bütün bu açıklamalardan sonra soruyoruz: Azınlığın çoğunluğu ezmesi mi mutlu edici bir yönetimdir? Yoksa bizim İslâmiyet'e dayanarak önerdiğimiz adil yönetim mi? Sizin de bir sisteminiz varsa, getirin de tartışalım. Batı sistem ve medeniyetine karşı bizim alternatif teklifimiz budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Kimileri şeriatın demokrasiyi getirdiğini savunuyorlar.

 

"C- DEMOKRASİ ve CUMHURİYET rejimini ŞERİATde aramak gereğine inanmışlık.

Kendi dışında hiç bir gerçek görmeyen ve tanımayan ve bu yüzden kendi geriliklerini ve ilkelliklerini yüzyıllar boyunca farketmeyen Şeriatcı zihniyetin iddiası o olmuştur ki Demokrasi denilen rejim İslam dışında var olamaz ve ancak İslam'ın ÖZ'üne yönelmekte uygulanabilir, yaşatılabilir...(s. 48)

Demokrasi ve Cumhuriyet rejimlerinin Şeriat dışında kurulamayacağına inanmış Müslüman yazarlar BATI değerlerini ve denemelerini red ve inkar edercesine Şeriatı savunmaktan vazgeçmezler...(s. 49)

Nitekim gerek Muhammed zamanında ve gerek ilk dört halife devirlerinde bu şekilde Cumhuriyetle idare olunulduğu fikirleri Arap ve Türk yazarlar ve hukukçular tarafından ötedenberi savunulur. Bu görüşlere saplananlar İslâm'dan gayri yerlerde gerçek Cumhuriyet ve demokrasi olamayacağını ve egemenlik hakkının halka ait olabileceği tek rejimin Şeriat rejimi olabileceğini ileri sürerler..."(s. 50)

 

 

GERÇEK DEMOKRASİ NEREDE?

İSLÂM DEMOKRASİSİ VE ÇAĞDAŞ DEMOKRASİ

 

Bir ülke düşünün ki, o ülkede toplu sözleşmeler (toplumsal anlaşmalar) var ve kişi kendisi de bir toplu sözleşme yapıp yayınlayabiliyor. Halk bu toplu sözleşmelerden birini seçip ona göre yaşama hakkına sahip olabiliyor. O ülke insanları bu toplu sözleşmeleri değiştirip geliştirebiliyorlar. Her gün değişen hayat şartlarına ve genel değişime, yeniden yapılanma diyebileceğimiz bu uygulama sayesinde her an ayak uydurabiliyorlar. O insanlar geçmişte değil, geçmiş onlarda yaşıyor; yani geçmişi taklit etmiyorlar ama geçmişteki olaylardan ibret alarak en uygun usûl ve metodoloji ile çağdaş meselelerini çözüyorlar.

Asıl yapılması gereken bu değil midir?

Bir ülke düşünün ki, o ülke genelinde on bine yakın kanton (bucak) vardır ve bu kantonlarda değişik kamu hukuku uygulanıyor. Kişi bu kantonlardan herhangi birini rahatlıkla seçebiliyor ve hukuk sistemini beğendiği kantonda yaşıyor; beğenmezse çok kolay bir şekilde kantonunu değiştirebiliyor.

İşte bir an için böyle bir ülkenin varlığını hayal ediniz.

Daha sonra da kendi ülke ve yönetiminizle mukayese ediniz.

Böyle bir ülkedeki insanların hürriyetleri ve yönetime gerçekten katılmalarıyla; dört yılda bir çeşitli baskı, dayatma ve oyunlarla oluşturulan (sözde seçilen) mecliste dörtte bir ekseriyetle yapılan bir toplantıda yine ekseriyetle alınan kararlara bütün ülke vatandaşlarını uymaya zorlayan ve ikamet ettiği yeri değiştirme imkanlarına sahip olmayan bir ülkedeki insanın yönetime katılımını düşününüz.

Artık istatistik ilmi gelişmiştir. Fizikte de serbestlik dereceleri var ve hesaplanabiliyor. İslâm demokrasisi ile Yunan demokrasisi ve çağımızdaki demokrasi matematikman karşılaştırılabilir. İşte o zaman gerçekten kesin rakamlarla Batı'daki uygulamalara demokrasi bile denilemeyecek bir durumun ortaya çıktığı apaçık görülecektir. Biz bu çalışmayı yapmaya ve tartışmaya her zaman hazırız. Bu mukayeseleri yaptığımız zaman gerçek demokrasinin nerede olduğunu görürüz.

 

*    *   *

 

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Şeriatta zulüm sözde yasaktır ama sistem zulme götürür.

 

"D- ŞERİAT devletinde ZULM'e yer olmadığı kanısı.

Şeriat sistemini ideal devlete temel yapanların bir iddiası da 'odur ki Şeriat devletinde ZULM'e yer yoktur, çünkü başta Kur'an ve Hadis hükümleri olmak üzere Şeriat düzeni ZULM'ü yasaklamış ve ZALİM'e karşı en büyük tedbirini almıştır. Onlara göre Kur'an ayetleri ve Hadis hükümleri iktidar sahiplerine "Zulmetmeyin" şeklinde öğütler ve emirler  vermektedir.

Gerçekten de Kur'an'da ZULM'ü yasaklayan pek çok hükümler vardır.

Ancak ne var ki Şeriat ZULM'ü yasaklarken İKTİDAR'ın sınırsız ve mutlak (Despotik) bir şekilde kullanılmasını önlemiş değildir. Bilakis Şeriat için asıl olan şey İktidar'ın en mutlak, en sıkı ve en aşırı bir şekilde uygulanmasıdır... Kur'an'ın Maide Suresi'nin (Sure V) 46 cı Ayet'inde "... Kimler Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır ZALİM'lerin ta kendileri.." şeklinde bir hüküm vardır ki bunun benzerlerini diğer Surelerde de bulmak mümkündür.

Görülüyor ki ZULUM iktidarın mutlak ve en şiddetli yollarla kullanılması demek değildir. Şeriat bu tür bir zulmü yasaklamamıştır. Aksine iktidarın en katı ve sert ve şiddetli ve despotik tarzda kullanılmasına izin vermiştir. "60 yıllık istibdat bir saatlik huzursuzluktan daha iyidir" sözü Şeriat'ın despotik iktidar felsefesinin temelini teşkil eder. "ZULUM etse de İKTİDAR'a itaat edeceksin" şeklindeki hükümler Şeriat'ın başlıca temel hükümleridir.

Şeriat zihniyetinde önemli olan şey iktidarın zulüm şeklinde kullanılması değil ve fakat Şeriat hükümlerinin her ne şekilde olursa olsun uygulanmasıdır. Din emirlerini ve yasaklarını yerine getirmek İktidarın tek ve başlıca görevi olunca "Zulum etse de İktidara itaat edeceksin" şeklindeki Kur'an ve Hadis hükümlerini İslam toplumunda despotik devlet ve hükümet sisteminin oluşumunda rol oynayan nedenler olarak görmek gerekir."(s. 52,53,54)

 

ZULÜM VE ADALET SİSTEMİ

KUR'ÂN'IN ÖNGÖRDÜĞÜ ADALET SİSTEMİ

 

Totaliter ve despotik sistemlerde de zulüm yasaktır. Ancak bu yasak, insanlığı kandırmak için konmuş sözde kaidelerden ibarettir. Oysa bırakınız totaliter sistemlerde, bütün kapitalist ve sosyalist ülkelerde korkunç bir zulüm ve sömürü uygulaması vardır.

Geçmişteki İslâm devletlerinde de zulümler olmuştur. Ancak bu zulümler sebebiyle İslâmiyet doğrudan doğruya suçlanamaz. Bu uygulamalar İslâmiyet'ten sapmalardır. Şu gerçek iyice bilinmelidir ki, zulmü önleyen sistemi getirmezseniz, zulüm önlenemez ve devam eder gider. Biz, zulmü önleyen sistemi getiriyoruz. Adil bir yargı düzenini ortaya koyuyor ve insanlığın hizmetine sunuyoruz. Bu düzen ve sistem, 'başarılı tahkikat' ve 'adil muhakeme' sistemidir. Bunlar olmadığı takdirde adalet gerçekleştirilemez ve zulüm önlenemez.

Başarılı tahkikat sistemi de serbest soruşturma kuruluşları ile gerçekleşir.

Bu kuruluşların ücretlerini devlet ödeyecektir. Karakola çağırmadan gerçekleştirilen serbest soruşturma sistemi geliştirilecektir. Mahkeme tahkikat yapmayacak, sadece en az iki ayrı soruşturmacının raporlarını inceleyecek, bunları kabul veya red edecek; red halinde başka soruşturmacılara başvuru-labilecektir. 'Orta Soruşturmacılar' aleyhine 'Yüksek Soruşturmacılar' nezdinde yeni dava açılabilecektir. Soruşturma yanlış yapılmışsa, soruşturmacıların 'Dayanışma Ortaklığı' zararı tazmin edecektir. Aynı şekilde 'Üstün Soruşturmacılar' yüksek soruşturmacılar aleyhine tanıklık edebileceklerdir.

Üstün soruşturmacılar ve üstün hakemler nezdinde verilen karar kesin olacaktır.

Mahkemelerin bağımsız ve adil olması amacıyla, adalet sistemi tarafların seçecekleri 'Hakemler' ile hakemlerin seçtikleri 'Baş Hakemler'den oluşacaktır. Bu hakemlerin kararları kesin olacak, ancak bunlar aleyhine de dava ikame edilebilecektir. Adil yargı sistemi dışında zulmü ortadan kaldıracak bir mekanizma yoktur.

İlhan Arsel, zaman zaman Kur'ân âyetlerini de ele aldığı konuyu açıklama amacıyla kullanmakta, ancak âyetleri gerçek anlamlarından saptırmaya çalışmaktadır. Özellikle sıbak ve siyakına (öncesine ve sonrasına) bakmamaktadır. Burada da Mâide sûresinin 45. âyetinin (yazarın işaret ettiği gibi 46. âyetinin değil) sadece son bölümünü ele almakta ve anlamı istediği yere çekmektedir. Biz de, sadece burada yapılan tahrifata örnek olsun ve ele alınan konuyu açıklayıcı olması amacıyla, Mâide sûresinin 44 - 50. âyetlerini aynen aktarıyoruz:

44 - Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. İslâm olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Tanrıya vermiş zâhidler ve âlimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. (Ey hâkimler), insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim âyetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte kâfirler onlardır!

45 - Onda (Tevrat'ta) onlara: cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık.

Haksız yere bir cana kıyan öldürülür, göz çıkaranın gözü çıkarılır, burun kesenin burnu kesilir, kulak kesenin kulağı kesilir, diş sökenin dişi sökülür, başka türlü yaralayan aynı şekilde yaralanır. Tevrat'ta böyle hükmedilmesi emredilmişti.

Kim bunu bağışlar (kısas hakkından vazgeçer)se o kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.

46 - Onların ardından, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nûr bulunan İncil'i verdik. Önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve korunanlar için yol gösterici ve öğüt olmak üzere.

47 - İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar yoldan çıkmış fâsıklardır.

48 - Sana da kendinden önceki Kitab'ları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu Kitab'ı gerçekle indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır, o size ayrılığa düştüğünüz şeyler(in hakikatin)i haber verecektir.

49 - Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanların çoğu, yoldan çıkmışlardır.

50 - Yoksa câhiliye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?

İslâmiyet;

'resmî tanıklık' müessesesi ile 'hakemlik' müessesesini getirmiştir. Bunların ehliyetlerini ve ücretlerini devlet verir. Seçme ise taraflara aittir.

Ne var ki, bu müesseselerin tarihte ne derece çalıştığı ve realize edilebildiği konusunda bir bilgimiz yoktur. Bu konuda araştırmalar yapılmalıdır.

Kur'ân, böyle bir adalet sisteminin kurulmasını öngörmektedir. Ancak böyle bir sistem kurulduğu zaman, yeryüzünde gerçek adaletin varlığından sözedilebilir.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Meşrutiyet dönemlerinde de 'akıl' ve 'ilim' yerine,

Kitap ve Sünnet hükümlere kaynak olmuştur.

 

"II- Meşrutiyet dönemlerinde (XIX cu yüzyılın ikinci yarısında) Devlet ve Hükümet sistemine ŞERİAT'ı temel kaynak yapma gayret-leri.

XIX cu yüzyılın ikinci yarısı içerisinde Osmanlı devleti hala ortaçağ zihniyetinin egemen olduğu bir ortamdadır. Yapılmak istenilen her iş veya kabul edilmek istenilen her şey, ister siyasal, ister sosyal veya isterse ekonomik alanlarda olsun, AKLA göre değil Şeriat verilerine göre ele alınmakta ve buna göre değerlendirilmekte ve sonuca bağlanmaktadır. Anayasa kabul edilsin mi, edilmesin mi? "Meşrutiyet rejimi" gerekir mi, gerekmez mi? Anayasalcı rejime gidilebilir mi, gidilemez mi? Gidilinse ne şekilde gidilir? Bütün bu konular AKIL ve İLİM verilerine göre değil fakat Şeriat hükümlerine ve emirlerine göre ve asıl temel KANUN sayılan KUR'AN ayetlerine göre halledilmek yolundadır..."(s. 54)

 

 

İÇTİHAT NEDİR?

KİTAP VE SÜNNET İLE

AKIL VE İLİM ARASINDAKİ DENGE

 

Bir çölde susuz kalsanız, aklınızı kullanarak su arayıp bulur ve su ihtiyacınızı giderebilirsiniz. İkinci bir ihtimal olarak, su ararken bulamayıp belki ölmüş de olabilirsiniz. Çölde su ararken rastlayacağınız çoban veya kervanlara su kaynağı sorduğunuzda, belki yalan söyleyecekler; ama doğru söylemeleri ihtimali daha kuvvetlidir. Onların söyledikleri aklınıza yatarsa, önce işaret edilen bölgede su ararsınız. Suyu bulduğunuzda, sonuç yine aklîdir. Ama suyu bulamazsanız, o söz ve bilgi sizin işinize yaramamış olur ve susuzluktan ölmüş olursunuz.

Kitap ve Sünnet, size suyun nerede olduğunu söylüyor ve ondan sora da; aklını kullan ve dediklerimi araştır, suyu bul ve iç, su yoksa oradaki kum tanelerini yutma!..

İçtihat budur.

İslâmiyet'e göre;

Kitap ve Sünnet, aklın sonuca daha çabuk ulaşması için bir araçtır. Yoksa akla ve ilme aykırı olan bir şey Kitap ve Sünnet ile delillendirilip uygulanamaz.

Bir hüküm, hem illete yani mevzuata, hem hikmete yani ilme uymalıdır. Yani delil bunların toplamı değil çarpımıdır.

Kur'an ve Sünnet ile akıl ve ilim arasında işte böylesine sağlam ve sağlıklı bir denge vardır. Bu dengeden yararlanıp hayatını ona göre düzenleyenler susuzluktan kurtulurlar; aksine hareket edenler de ya büyük sıkıntılar çekerler veya susuzluktan ölürler.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Afgani,

Şeriatın din adamları tarafından bozulduğu görüşündedir.

Oysa, bozukluk şeriatın kendisindedir.

 

"A- "ŞERİAT'ın ÖZ'ünden uzaklaşmışlık KÖTÜ ve DESPOTİK Yönetime NEDEN olmuştur" görüşünü GELİŞTİRENLER

İslam'ın geriliğini DESPOTİZM'e ve DİN adamı'na hamleden görüş. (Afgani'nin görüşü).

AFGANİ'ye göre İslâm ülkelerinin geriliklerinin nedeni Yönetici sınıf ile Ulema sınıfı'nın (Din adamları sınıfı'nın), sırf kendi çıkarlarına olmak üzere Şeriat'ı kendilerine araç kılmaları ve din kurallarını AKIL temeline ve mantık verilerine oturtmamalarıdır. Daha başka bir deyimle ŞERİAT'tan uzaklaşmış olmak, içtihat kapılarını kapatmış bulunmak, geleneklere körü körüne bağlanmak, İslam'da kötü devlet idaresine yer vermiştir...(s. 54)

Afgani İslam doktrinlerinin her devir itibariyle gelişmelere uydurulabilecek şekilde değiştirilmeleri gereğini ve aksi takdirde İslam'ın ve İslam ülkelerinin gerileyeceklerini savunmuştur.

Ancak ne var ki Afgani ve onun fikirlerini paylaşanlar Şeriatın yeniliğe ve her devir itibariyle yeni gelişmelere imkan bırakmayan yönlerinin katılığını bilmezlikten gelmişlerdir...(s. 55)

Afgani içtihad hukukunu işlediği devirlerden bahseder. Ancak ne var ki içtihad kapılarının açık olduğu devirlerde dahi Şeriat ülkelerinde HÜR AKIL iş görememiştir. Demokratik nitelikte bir devlet yönetimi olmamıştır. Şeriat'ın özüne dönmekle de olamazdı. Bu noktalar itibariyle Afgani ve onun gibi düşünenler yanılmışlardır. Şeriat ülkelerinin demokrasiye yönelebilmelerinin bir tek yolu vardır o da din ve devlet işlerini tamamiyle ayırmak ve dünya işlerini akıl rehberliği ile (tıpkı Batı'da olduğu gibi) ayarlamaktı. Atatürk'e gelinceye kadar Şeriat ülkelerinin hiç birinde bunu düşünen ve uygulayan olmamıştır."(s. 56)

 

VARLIKLARIN İRSÎ ÖZELLİKLERİ.

ÇÖZÜM YENİ İÇTİHAD VE İCMALARDADIR.

 

Her varlığın irsî özellikleri vardır ve bunlar değişmezdir. Su her zaman 'H2O'dan oluşur. Bu terkib ortadan kalkınca su, su olmaktan çıkar. Ama su bu arada çevre şartlarına göre buhar, sıvı, buz, kar, nem, çiğ gibi birçok kılıfa ve şekle girmiş olabilir.

Buğday her yerde buğdaydır. Bu dünyanın hiçbir yerinde değişmezdir ama çevre şartlarına göre çok farklı buğday türleri elde edebilirsiniz. Sadece farklı tabiat şartlarında farklı türlerin elde edilmesi mümkündür. İnsanın da, bu duruma benzer şekilde gerek fert gerekse topluluk halinde değişmeyecek özellikleri ve buna göre düzenlenmiş hükümleri vardır. Bunları değiştirmek mümkün değildir.

Çocuğu ancak kadın doğurabilir ve emzirmeyi de ancak anne veya çocuk doğuran kadın yapabilir. Erkeğin buna benzer şeyleri yapması mümkün değildir. Çocuk dokuz ay anne karnında kalır. Cinsî kabiliyetler yaklaşık olarak onbeş yaşlarında gelişir. Erkek daha güçlüdür; kadın daha şefkatlidir. Bunlar hiçbir zaman ve devirde değişmeyen esaslardır. Bunlar gibi burada sayılamayacak kadar pek çok irsî özellik vardır. O halde yenilik ve değişmeler, ancak irsî olmayan özelliklerde ve konularda yapılabilir.

İslâmiyet'e göre;

İrsî özellikler bütün şeriatlarda ve hukuk sistemlerinde aynıdır; değişmezdir ve değişmeyecektir.

İrsî olmayan özellikler ise yer ve zamana göre değişir.

Hz. Muhammed (s)'den önce değişik yer ve zamanlarda, değişik kitap ve peygamberler geliyor ve dbunlar eğişen durumlara göre hükümleri değiştiriyorlardı.

İslâmiyet peygamberliğe son verdi. Bundan sonra peygamber gelmiyecektir. Kur'ân sadece değişmeyen irsî hükümleri ihtiva etmektedir. Değişen ve irsî olmayan hükümler ise ilme dayalı akıl yoluyla yapılacak 'içtihad' ve 'icmalar' ile ortaya konacak ve sorunlar çözülecektir.

İçtihat kapısını kapattığınızda, artık irsî olmayan ve sürekli değişen konulara şeriata göre çözüm ve yer bulamazsınız. Hayat devam ettiği için de sorunlarınızı çözmek amacıyla Batı dünyasının kuvvete dayalı kanunlarını tercüme edip uygulamaya kalkışırsınız. Ancak yine de sorunlarınızı çözüme kavuşturamazsınız. Zira o kanunlar Batı dünyası için yapılmıştır ve onların şartları bizimkilere uymaz.

Nasıl bin sene önceki içtihatların bugün uygulanması akıl dışı ise; aynı şekilde başka milletlerin kendi şartları ve problemlerinin çözümü için yapılan kanunları uygulamak da akıl dışıdır. En önemlisi de kesinlikle çözüm değildir. Sadece geçici pansuman tedbirdir.

Bütün çağdaş sorunların biricik çözümü;

yeni ve çağdaş içtihad ve icmalardadır.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Millî Selâmet Partisi, İsmail Farukî,

Ali Fuat Başgil, Vahhabiler ve benzeri görüşte olanlar;

İlk devirlere dönülürse İslâmiyet kurtulur,

görüşündedirler. Oysa ilk devirler de bozuktur.

 

"B- Aynı görüşün XX ci yüzyılda savunulması,

İslam'ın ilk şekline ÖZ'üne dönme özlemi.

"Endonezya'dan başlayıp, Pakistan'dan geçerek Arap yarım adasını aşıp Afrika kıyılarından Ümit burunlarına varıncaya kadar şöyle kuş bakışı bir tarama yapacak olsak görürüz ki Şeriat ülkelerinin aydın geçinen sınıflarının tümü bu fikre saplanmışlardır. İslâm'ın ilk uygulanan ve "KATIKSIZ" olan şekli en İYİ ve en İDEAL olan şeklidir. Bu nedenle İslâm'ın özüne dönmek gerekir. Layik Türkiye Cumhuriyetinde dahi bazı siyasî partiler bu görüşü kendilerine bayrak yaparak seçimlerde oy kazanmışlar ve hattâ iktidara gelebilmişlerdir. 1974 yılında C.H. Partisi ile birlikte koalisyon hükümeti kuran Millî Selâmet Partisi, 1973 yılının Ekim ayında yapılan Genel Seçimler sırasında halka "Hazreti Muhammed Devrini geri getireceğiz" vaadinde bulunmuştu...(s. 56)

"İslam Birlikleri Federasyonu"nun (F.I.A. -Federation of İslamic Associations) Amerikada 1969 yılında yaptığı yıllık genel toplantıda Dr. İsmail al-Faruqi "İslam'ın bugünkü başarısızlığı, İslam'ın özü olan ilk şeklin uygulanmamasındandır", demiştir. Bu pasaj için bk. Emily Kalled Lowell, "A Survey of the Arab-Muslims in the USA and Canada" (in "The Muslim World", April 1973, Vol. LXIII, No. 2, pp. 139-154).

Geçen yüzyılın başlarında Vahhabiler ve sonlarına doğru Cemaleddin Afgani tarafından ele alınan ve İslâm ülkelerini geri ve ilkel bırakan nedenlerin despotizm olduğu ve bunun da İslam'dan uzaklaşmak sonucu doğduğu fikri bugün dahi hemen her Arap yazarının (ve bazı Batılı yazarların) ele aldığı ve işlediği bir fikirdir...(s. 57)

Ali Fuat Başfil "İlk padişahlar hakka ve kanuna dinî bir inanç ve selâbetle sarıldıkları halde, sonraları bu salâbet yavaş yavaş gevşemiş ve Halife-Sultan eski İran hükümdarları gibi mutlak bir iktidar kullanmağa başlamış ve Abbasi halifelerini taklid ederek 'yeryüzünde Allah'ın gölgesi' sıfatını takınmışlardır" der... (Türkiye Siyasi Rejimi ve Anayasa Prensipleri, İstanbul 1957, s.69)  (s. 58)

 

MEDENİYET MESELESİNE BAKIŞIMIZ

ESKİ - YENİ İÇTİHADLAR VE YENİ MEDENİYET

 

Canlılarda biyolojik evrim vardır. İnsanlarda ise sosyal evrim vardır. Allah bundan dolayı hem Hâlik'dir hem de Rab'dır. Hâlik demek, varlıklara irsî özellikleri veren demektir. Rab demek ise, irsî özelliklerin dışında onları yani varlıkları çevre şartları içinde eğiterek evrimleştiren demektir.

Geçmişe, örneğin sahâbeler devrine dönülmelidir ve aynen öyle yaşanmalıdır diyenler ve bunu savunanlar, irtica yani gericilik içindedirler. Çünkü o hayat ve o dönem, geçmişte ve geride kalmıştır. O dönemi ve aynı şartları bir daha yaşamak mümkün değildir. Dolayısıyla o dönemler için üretilmiş çözümleri de bugünkü hayatımıza uygulamak mümkün değildir. Nitekim yapılmaya çalışılan uygulamalardan netice elde edilememiştir.

Bütün mesele, insanın değişmez özelliklerini çağımızın değişimi ve gelişmişliği çerçevesinde değerlendirerek daha ileri ve üstün alternatif bir medeniyete adım atmaktır. I. İslâm Medeniyeti, fonksiyonunu icra ettikten sonra ömrünü tamamlamış ve tarihteki yerini alarak ölmüştür. Hiç kimse onu bir defa daha diriltemez. Ama I. İslâm Medeniyeti'nin tohumundan ve kaynak olabilecek olan genel kültüründen yeni bir medeniyeti; hem de daha güçlü ve gelişmiş bir medeniyet olarak ortaya koymaya engel bir şey yoktur. Sadece bu alanda çalışmak gerekir. Yeni medeniyet eski medeniyet üzerinde kurulur. Yalnız İslâmiyet'ten değil, iyi ve kötü diğer medeniyetlerin deneyimlerinden de yararlanmadıkça ileri seviyede bir medeniyet kurulamaz. Bir şey baştan ne kabul ne de reddedilir. Akıl ve ilim süzgecinde ayıklandıktan sonra, her görüş ve medeniyetin iyiliklerinden faydalanılacak ve kötülüklerinde sakınılacaktır. Bizim bu konudaki görüş ve anlayışımız, meseleye bakış açımız böyledir.

Kur'ân'ın insandan yapmasını istediği de budur.

Kur'ân inananları tanımlarken;

"Onlar (iyi ve kötü) her söze kulak verirler ve onun en iyisine ve güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklıselîm sahipleridir." (Zümer sûresi[39]; 18)

İnananlar, her şeyin en iyisini ne ile ve nasıl seçecekler? Elbette kendi akılları ve ilimleri ile. Bizim de önerimiz budur. Sizin önerinizin de bundan farklı oduğunu zannetmiyoruz; olmamalıdır. Çünkü akıl için yol birdir.

Öyleyse tartışmamız veya kavgamız nedir? Asla dönmeyi savunanlar 'içtihad' anlayış ve kurumuna yeniden dönüyorlarsa, isabet etmişlerdir ve haklıdırlar. Ama eski ve bin yıllık içtihadlara dönülmesini savunuyorlarsa, yanılıyorlar.

Vahhabilik, Osmanlılar'a karşı dış güçlerin destekleyip geliştirdikleri, doğru ve yanlış yönleri olan bir akımdır; İslâmiyet'in kendisi ve özü değildir.

*    *   *

 

Yazara göre,

Kimi yazar ve düşünürler,

İslâmiyet'i Türklerin bozduğunu söylüyor.

 

"III- Şeriat'a bağlı kalmışlık veya Şeriat'tan uzaklaşmışlık konusunda.

Yüzyıllar boyunca Arap yazar ve düşünürlerin görüşü o olmuştur ki Şeriat'ın kendisi ve özü iyi bir devlet ve hükümet sistemine olanak yaratır, fakat ne var ki İslam ülkelerini fetheden ve buralarda devlet yönetimini ele geçiren Türkler, İslam'a yabancı ve kendileri bizzat iyi Müslüman olmadıklarından ve Şeriat'ı daima ihmal ettiklerinden dolayı onların egemenliği süresince daima kötü idare sistemleri ve despotizm olagelmiştir. (Bu Konuda bk. İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, Ankara 1973).(s. 58)

Bu görüşü benimsemiş olan Batılı yazarların sayısı da küçümsenemeyecek orandadır. Bu görüşe paralel olmak üzere bizde de (Osmanlı devleti zamanında) Şeriat'a bağlı kalındığı sürece iyi devlet ve hükümet sistemlerinin oluştuğu ve devletin geliştiği ve Şeriat'tan uzaklaşıldığı sürece de geriye gidildiği ve kötü yönetimin oluştuğu fikirleri savunulmuştur."(s. 59)

 

HAÇLI DÜNYASI VE İSLÂM DÜŞMANLARI

ÇAĞININ EN ÜSTÜN OSMANLI ADİL DÜZENİ

 

Daha Emeviler'in Endülüs/ İspanya'ya ayak bastığı ve hatta Kudüs'ün fethinden beri, Batı dünyası İslâmiyet'e karşı sistemli ve peryodik Haçlı Savaşları ve Seferleri düzenlemiştir. Haçlıların plânlarında ve hedeflerindeki ilk madde, İslâm'ı kabul etmiş olan kavimleri parçalayıp yutmak ve yok etmek olmuştur. İslâm dünyası en büyük savaşları Haçlı saldırılarına karşı yapmıştır.

Araplar İslâmiyet'e ilmi ve buna dayalı olarak şeriatı getirdiler. Farisiler/ İranlılar ise İslâm sanat ve edebiyatına büyük katkılar yaptılar. Türkler ise askerlik ve yönetimde büyük hizmetlerde bulundular. Böylece bu kavimler bir bütün olup birlikte İslâm Medeniyeti'ni oluşturdular.

İslâm düşmanları, tarihin en büyük medeniyetini oluşturan işte bu birlik, beraberlik, bütünlük ve ahengi önce bozmak, sonra da parçalayıp yıkmak amacıyla Araplara, 'Türkler dininizi bozdu' diyerek bu kavimleri birbirinden ayırma çabasına girmişlerdir. Lozan'da Türklere hilafeti bıraktırmış ve lâikliği kabul ettirmişler; sonra Arap ülkelerine 'Türkler irtidat ettiler ve dinden çıktılar' diyerek propaganda yapmışlardır. İlhan Arsel de, bu ve benzeri diğer kitaplarını aynı amaca ve ajanlara hizmet etmek için yazmıştır. Yazdıklarına kendisinin bile inanmadığı her satırından ve sayfasından belli olmaktadır.

İslâmiyet'e göre;

Herkesin ve her kavmin iyi ve kötü tarafları vardır. Kaderi hiç kimse değiştiremez. Küllî irade Allah'ındır. Tarihî gelişme içinde zamanına göre en ileri şekilde ve seviyede adaleti gerçekleştirmiş millet ve devletler vardır. Osmanlılar da kendi çağlarının en üstün adil düzenini kurmuşlardır.

İspanya/ Endülüs'te Müslümanlara sığınıp yaşayan ve gelişen Yahudiler, Endülüs devlet ve medeniyetinin yıkılmasıyla 500 yıl önce İstanbul'a gelip yerleşmişler ve hâlen de burada yaşamaya devam ediyorlar. Rum ve Ermeniler'in, Ortodoks dünyasının dinî merkezleri hâlâ Türkiye'-dedir.

Eğer Osmanlılar adil bir devlet düzeni kurmasalar ve özellikle Haçlılar gibi hareket etseydiler, şimdi Türkiye ve Balkanlar'da gayrimüslimler olmaz ve Türçeden başka dil de konuşulmazdı. Nitekim İslâmî yönetim sistemini terkeden Türkiye, elli yıl içinde gayrimüslimleri kovmuş ve Türk olmayanları da eriterek Türkleştirmiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Batı ve Arap yazarları,

son 200 yıllık İslâm dünyasının çöküş nedenini

Osmanlılar'a ve Türklere yüklemişlerdir.

 

"1- "Arap'ları ve İSLAM UYGARLIĞI'nı, her bakımdan gerileten ve gelişmeden alıkoyan Türklerdir" Tezi.(s. 61)

Dünyanın en ünlü, en etkili ve en sürümlü dergilerinden biri "News Week" Şubat 1974 tarihli nüshasını "ARAP & Gurur ve Güç" başlığı altında bu konuya ayırmış ve okuyucularına Arap milletlerinin tarihi ve geçmişteki, uygarlığı ve bu uygarlığın yok olması nedenleri hakkında bilgi sunmuştur. Sunduğu bu bilgiler, aşağı yukarı 200 yıldanberi Arap yazarlarının ve onlara paralel olarak Batılı düşünürlerin işler oldukları ve pek çok noktalarda birbirlerini destekledikleri bilgilerdir ve bu bilgileri birkaç cümlede özetlemek kolaydır. Türklerle ilişki kurdukları ve Türk egemenliği altına girdikleri tarihlerden önce Araplar büyük bir İslâm devleti kurmuşlar ve büyük uygarlık yaratmışlardır. Türkler ile birlikte gerileme başlamış ve kötü yönetim nedeniyle ve Osmanlı İmparatorluğu ile bu gerileme Arap'ı ve İslâm'ı orta çağ karanlıklarına gömmüştür. Fakat Türk yönetiminden kurtulmakla Arap dünyası yeniden canlanma ve uyanma devresine girmiş bulunmaktadır." ("News Week" 18 Şubat 1974, sh.40-46) (s. 62,)

 

YAZAR KİMLERE VE NERELERE HİZMET EDİYOR?

HER ÜMMET VE MEDENİYETİN BİR ÖMRÜ VARDIR

 

Osmanlı düşmanlığı ile Batı dünyası açısından 'Şark Meselesi'ni içten halletme çabası olarak görülen bu iddiaların, ne Müslüman halklar ve ne de İslâmiyet ile bir ilgisi vardır. Çöküşü şeriatta arayan zihniyet ile Osmanlılar'da arayan zihniyet farksızdır ve aynı yere hizmet etmektedir.

Yazar, sözkonusu satırlarda Arapların Ruslardan silah sağlayarak İsrail karşısında başarı elde ettiğini ileri sürmektedir. Araplar, silahlarını Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinden de temin ediyorlar ve petrol yoluyla ellerine geçen servetlerini yine İslâm düşmanlarına kaptırıyorlar. Yazar bu gerçekleri yazmaktan özenle kaçınıyor ve biz de niçin kaçındığını çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla sözde ilim adamı kisvesi altında, son derece tarafgir ve kışkırtıcı yazılarıyla kimlere ve nerelere hizmet etmeye çalıştığını da çok iyi anlıyoruz. Bundan dolayı da gazeteci ağzı veya üslubuyla yazılmış bu satır ve sayfalar üzerinde fazla durmuyoruz.

İslâmiyet'e göre;

Her devletin ve medeniyetin bir ömrü vardır.

Yaşadığımz çağda, hem I. İslâm Medeniyeti'nin hem de Osmanlı Devleti'nin ömürleri ihtiyarlık ve ölüm dönemine gelmişti. Ecelleri gelip ömürlerini tamamladıklarında, tarihteki bütün devlet ve medeniyetler gibi tarih sayfalarındaki yerlerini aldılar.

Suç ne şeriatta, ne de Osmanlılardadır. Çünkü ortada herhangi bir suç değil; tabiî ve sosyal kanunlar vardır. Bunları da hiç kimse değiştiremez.

"De ki: "Ben kendime dahi, Allah'ın dilediğinden başka,

ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahibim.

Her ümmetin bir süresi ve eceli vardır.

Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar,

ne de ileri giderler."

(Kur'ân/Yûnus[10]; 49)

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Osmanlı yönetimi şeriatçı olması nedeniyle,

hürriyetçi, anayasalcı, demokratik ve eşitlikçi değildir.

 

"2- OSMANLI DEVLETİ ZAMANINDA DEVLET VE HÜKÜMET UYGULA-MASINDA ŞERİAT'ın EN KATI ŞEKLİYLE ELE ALINMIŞ OLDUĞU.

Devlet ve hükümet yönetiminde Osmanlı Padişahları'nın büyük bir çoğunluğu itibariyle Şeriat'a olağan üstü bir bağlılık göstermiş oldukları inkar edilemez. Ancak bu İslam'a aykırı bir tutum değil aksine İslam'a yatkın bir tutum idi. DİN ve DEVLET birliğini temel prensip yapan İslam dininin gerektirdiği ve emrettiği de bu idi. Osmanlı Padişahları Şeriat'a ne kadar katı ve sıkı bağlılık göstermişler ise İslam devleti'nin kurucusu olan ve ilk İslam devletinin başında bulunan Muhammed ve ondan sonra gelen ilk dört Halife'de o kadar bağlılık göstermişlerdi. Esasen bundan dolayıdır ki ne ilk İslâm devleti'nde ne de Osmanlı devletinde "Hürriyetçi", "Anayasalcı" ve "Demokratik" yönde bir devlet ve hükümet sistemi görülemedi. Sadece MUTLAKCI ve hatta despotik denebilecek bir sistem görüldü. Sadece SAVAŞ devleti niteliği içinde iş gören, fikir-düşünce ve inanç hürriyetlerine yer vermeyen, "Eşitlik" prensibi tanımayan, bir siyasal rejim işledi..."(s. 63,64)

 

HÜRRİYET - ANAYASA - DEMOKRASİ - EŞİTLİK

ARSEL İSLÂM'I KRİTİK ETMİYOR,

HAKARET EDİYOR

 

Bir kimse veya topluluğun bir şey olup olmadığını belirlemek için o şeyin veya kavramın tanımlanması gerekir. Sağlıklı ve gerçekçi tanımlardan sonra doğru sonuçlara ulaşılabilir. Biz de bu yöntemi kullanacak ve önce tanımları yapacak, sonra değerlendirmelerimizi sunacağız.

HÜRRİYET: Başkasına ve topluluğa zarar vermemek şartıyla, fertlerin kendi zararlarına da olsa, istediğini yapabilmesi durumuna 'hürriyet' diyoruz. Her şahıs için hürriyetin sınırı, bir başka kimsenin hürriyet sınırıdır. Bu hürriyet sınırını, hakemlerden oluşmuş adil mahkemeler belirler.

Bu anlamda İslâmiyet'e göre; Osmanlılar da çağlarındaki anlayış içerisinde ve çerçevesinde tamı tamına ve en ileri seviyede hürriyetçidirler. Padişah bu hürriyeti sağlamak için vardır. Osmanlı hürriyetçi olmasaydı, altı asır o kadar kavmi ve üç kıtaya dağılmış olan insanları bir arada tutabilir miydi?

ANAYASA: Topluluklar, akit serbestliği içinde anlaşmalarla oluşurlar. Herkes kendi toplum sözleşmeleriyle ilzam olunur. Bunları yorumlama yetkisi, bağımsız hakemlerden oluşmuş yargıya aittir. Bunlar aynı zamanda yasadır. Ayrıca bir devlet içinde herkesin uzlaşarak oluşturduğu bir sözleşme vardır. İslâmiyet'e göre, buna 'icmâ' denir ve işte bu da 'anayasa'dır.

'İçtihatlar' hürriyetleri sağlar; 'icmâlar' toplulukları oluşturur.

Bu anlamda İslâmiyet anayasalcıdır. Ama İslâmiyet, bir kuvvetin zorla dayatarak ve kafaları uçurmak tehditleri altında kabul ettirilerek ortaya konan anayasa ve yasalara da şiddetle karşıdır.

İslâmiyet'te hicret var, sürgün var; ama baş uçurtma tehdidiyle kanun ve anayasa dikte ettirme ve dayatma yoktur. Osmanlılar baş uçurdular ama anayasa yapmak için değil, yürürlükte olan anayasaları hâkim kılmak için. Bugün de anayasal düzeni yıkmak isteyen herkesin kafası uçurulmuyor mu?

 

DEMOKRASİ: Herkesin kendisiyle ilgili kararı kendisinin alması, ortak kararların temsilciler aracılığı ile ve onların ittifakı ile alınmasına, kişinin beğenmediği ve istemediği kararlara uymama hakkının olmasına 'demokrasi' denir. Bu demokrası, kişilerin temsilcilerini her an değiştirmeleri ve istedikleri zaman göç edebilmeleri ile sağlanır.

İslâmiyet'e göre;

herkes kendi içtihadı ile amel eder. Mezhebini ve yerini her zaman değiştirebilir. Bundan dolayı İslâmiyet ideal demokrasiyi öngörür.

Ama sermayenin veya kuvvetin dikte ettirdiği çoğunluk demokrasisinin en büyük hasmıdır. Osmanlılar'da sultanın seçilmesi dışında, sistemde demokratiklik vardır. Bugün İngiltere'de de aynı demokrasi yok mu?

 

EŞİTLİK: Herkesin kişiliğinin olması, yani davalı ve davacı olabilmesi, külfet ve nimet eşitliğinden yararlanma hakkına sahip olmasıdır. Hakların kullanılması konusunda ise yasalar içinde hürriyet ilkesine göre olmaktadır ki, bu yönde eşitlik yoktur.

İslâmiyet'e göre;

herkesin ehliyeti vardır. Kişilerin de ehliyetleri vardır. 'Âkileler'i içinde bu ehliyetini istediği gibi kullanır. Kullanabilme gücüne sahip olmayanların ehliyetlerini yakınları kullanırlar.

Kölelik, ehliyeti kısıtlama değil, ehliyetin kullanılmasını kısıtlamadır. Çocuğun veya hastanın ya da mahkumun ehliyetini kullanmasının kısıtlanması gibi. İslâmiyet bu anlamda eşitlikçi değil adaletçidir. Bugün yani çağımızda da eşitlikçi bir düzen yoktur.

 

Sayın Okuyucu!

İlhan Arsel, herhangi bir gerçeği açıklayıp anlatmakla değil, İslâmiyet'i kötülemekle yola koyulmuş ve kendisine göre her ne kötü ise o İslâmiyet'tir; iyi olan ne varsa o da Atatürkçülük'tür.

Bu görüşe karşı biz de deriz ki:

İyi olan ne varsa o İslâmiyet'tir;

kötü olan ne varsa o da İslâmiyet'e karşı olmadır.

 

Mustafa Kemal ise, yaşamı boyunca çoğu kez savaş kurallarını uygulayan bir asker ve cumhuriyetimizin kurucusu bir devlet adamıdır. Her yeni devlet savaş kuralları ile kurulur ve barış kuralları ile yönetilir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın yaptıklarına bir eleştirimiz yoktur. Kendi döneminde yönetimde yapılanları kuruculuk devrinin tamamlanması için hoş karşılayabiliriz ve anlayış gösterebiliriz. Ama bugün yapılan antidemokrat uygulamalarla, ya bu anayasa kabul edilecek ya da başlarınız kesilecek demek, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde tasvip edilemez.

Her devrin ve her uygulamanın kendine özgü bir tarzı vardır. Yanlışları, o yanlışların gelecekte de işlenmesine vesile olur. Büsbütün ve her şeye saldırma da, devletin varlığına zarar verir. Bu nedenledir ki, devlet başkanlarının ve kurucularının yaptıkları işlerden kendileri değil, hükümetleri sorumlu tutulur ve eleştirilir; ama devletin varlığına zarar gelmemesi için devlet başkanlarına saygılı olunur.

Biz de zaman zaman cumhuriyet döneminde yapılanları eleştireceğiz, ancak bu eleştiriler ne cumhuriyete ne de kurucularına karşı yöneltilmiş eleştiriler olacaktır. Biz sadece ileride benzer hataların işlenmemesi için yapılanları kritik edeceğiz. Biz benzer şartlar içinde olsaydık ne yapardık, onu şimdi bilmemize imkân yoktur. Osmanlılar'ı da böyle değerlendirmeliyiz. Hataları tasvip etmeyeceğiz. Ama aynı zamanda atalarımıza saldırmayacak ve onlara hakaret de etmeyeceğiz.

Bizim muhalefetimiz Mustafa Kemal'e değil; Mustafa Kemal'i ilâhlaştıran putperestleredir. Biz Allah'tan başka bir varlığa tapmayız; bunu herkes çok iyi bilir. Aynı zamanda hiç kimseye hakaret edip sövmeyiz; hattâ taştan yapılmış putlara bile hakaret etmeyiz. Çünkü bizim Kitabımız böyle davranmamızı emrediyor. Hiç kimsenin de Atatürk kalkanına sığınıp dinimize ve inançlarımıza saldırmaya ve sövmeye hakkı yoktur.

İslâmiyet'e göre değil, -çünkü İslâmiyet'te fikir ve hattâ hakaret hürriyeti bile vardır- ancak cumhuriyet kanunlarına göre İlhan Arsel suç işlemiştir; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi de suça alet olmuştur.

İslâmiyet'i kritik etmek herkesin hakkıdır;

ama İslâmiyet'e hakaret etmek

hiç kimsenin hakkı değildir.

Arsel, İslâmiyet'i kritik etmiyor;

İslâmiyet'e hakaret ederek saldırıyor.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

İslâmiyet'te;

hürriyet, anayasa, demokrasi ve

eşitlik olmadığı gibi; cumhuriyet, iktidarı denetim,

köleliğin kaldırılması, seçim, kişinin iktidara katılması,

insan yapısı kanun, halk iktidarı kavramları da yoktur.

 

"Osmanlı Devleti'ni kötü ve despotik ve keyfî devlet ve hükümet sistemlerinin en kötülerinden birine örnek vermek hiç şüphesiz ki yanlış ve hatalı bir şey olmaz. Bunu inkar etmek gerçek ile alay etmek olur... İslâm tarihi boyunca despotik totaliter devlet şekline örnek verilebilecek olan devlet sadece Osmanlı devleti değil, fakat gelmiş ve geçmiş bütün İslâm devletleridir.(s. 66)

XX. ci yüzyılın ilk yarısı içerisinde Atatürk'ün kurmuş olduğu LAYİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ devletine gelinceye kadarki 1400 yıllık İslâm tarihi boyunca yaşamış ve varlık göstermiş bulunan bütün devletler (veya devlet niteliğindeki toplumlar) arasında istisnasız bir tek devlet kuruluşu gösterilemez ki despotizm ve totaliterizm ve keyfî ve kötü devlet sistemi dışında kalmış olsun. Bir tek örnek gösterilemez ki Anayasalcı, hürriyetçi veya demokratik devlet ve hükümet şekli halinde karşımıza çıkmış olsun. Bir tek İslâm devleti gösterilemez ki (1908 yılında kurulan Meşruti Monarşi hariç) meşruti ya da demokratik cumhuriyet şekilleri altında yaşamış bulunsun, ya da DEMOKRASİ veya CUMHURİYET rejimleriyle yakından veya uzaktan ilişkisi olsun. Bir tek örnek gösterilemez ki insan ve kişi değerini ön plana almış olsun, doğal hürriyetler kavramına yer vermiş bulunsun ve İKTİDAR sınırlarını bu kavrama uygun düşecek şekilde çizmiş olsun; bir tek örnek gösterilemez ki gerçek anlamda EŞİTLİK prensibini (...) devlet ve hükümet sisteminin temeli yapsın; bir tek örnek gösterilemez ki KÖLELİK kavramını devlet ve hükümet sisteminin geçerli unsuru olmaktan çıkarmış bulunsun; ...SEÇİM sistemini...; KİŞİ İRADESİ'ni...; TOPLUM İRADESİNİ...; İNSAN YAPISI KANUN fikrini...; DEVLETİ HALİFE'nin kişiliği dışında ve HALK'a ait bir kavram şeklinde benimsesin; bir tek örnek verilemez ki HALK (veya KİŞİLER) çıkarını, refahını, mutluluğunu ve gelişmesini Devlet'in ve hükümet'in var oluş amacı haline getirsin...(s. 66,67)

Şeriat'a bağlansın veya Şeriat'tan uzaklaşsın daha ilk anlardan itibaren ŞERİAT devleti daima keyfî, daima totaliter, daima despotik; daima kişiye ve topluma değer vermez, daima sınırsız yetkilere gömülmüş olarak yerleşmiş ve iş görmüştür... Ne İslâm Peygamberi Muhammad'in başında bulunduğu ilk İslâm devleti ve ne de ondan sonraki ilk dört halife devirleri (ki genellikle demokratik ve cumhurî bir devlet şekline örnek verilir) zamanında var olan devlet sistemlerinin demokrasi ve cumhuriyet ile ilgisi olmamıştır. Gerek Muhammed ve gerek onu takip eden ilk dört halife zamanında...(s. 67)

Mutlak ve despotik devlet ve hükümet sistemi ŞERİAT'ın temel özünde yatan bir hastalıktır. Şeriat'a bağlı ve Şeriat düzenine giren veya Şeriat'ı kendisine temel yapan her devlet ve hükümet sistemi mutlaka despotik ve mutlak olmağa ve mutlaka demokrasiden yoksun ve uzak kalmağa mahkûmdur. Bundan dolayıdır ki Türk'ün Şeriat düzeni içerisinde kurduğu devletleri ve özellikle Osmanlı devletini kötü ve mutlak despotik devlet şekillerine İSTİSNA örneği olarak değil ve fakat GENEL KURAL düzeni içinde sadece çeşitli örneklerden biri olarak göstermek gerekir. Daha başka bir deyimle İslâm'da devlet kavramını totaliter ve despotik niteliklere sokan Türkler ve Osmanlıları despotik devlet şekline sürükleyen, ...fikir ve düşünce özgürlüğü ve insanlar arası EŞİTLİK ve doğal hürriyetler ve buna benzer prensiplerden yoksun kılan ŞERİAT ZİHNİYETİ olmuştur.

Tekrar ve tekrar söylemek gerekir ki;

Devlet denilen kuruluşu bu kötü niteliklerde kılan nedenleri doğrudan doğruya Şeriat'ın kendisinde aramak gerekir. Bu bakımdan Şeriat zihniyetine hakim İktidar, Kişi ile İktidar ilişkileri (veya toplum ile iktidar ilişkisi), devlet kavramı ve devletin amaçları, devlet'in görevleri, ve saire gibi hususları ele almak ve eleştirmek gerekir..."(s. 68)

 

CUMHURİYET, DENETİM, KÖLELİK, SEÇİM,

İKTİDARA KATILIM, AKİT SERBESTLİĞİ VE HALK İKTİDARI

 

İslâmiyet; İçtihad müessesesi ile ideal hürriyet;

İcmalarla (konsensus) ideal anayasa; yaşanan yer ve

siyasi kuruluşları değiştirme özgürlüğü ile ideal demokrasi;

ve nihayet adalet anlayışı ile ideal eşitlikçidir.

Bunlar dışında ayrıca:

İslâmiyet cumhuriyetçidir.

Başkanın şûranın ittifakı ile seçilmesi gerekir.

İlk dört halife için bu sistem uygulanmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu sistemden vazgeçilmiştir. İlk dört halifeden sonraki bu uygulamalar İslâmiyet değil; İslâmiyet'ten uzaklaşma ve vazgeçmedir. Bu uygulamalar kesinlikle İslâmiyet'e maledilemez. Aynen halkı Müslüman olmasına rağmen, bugünkü Türkiye'de yapılan uygulamaların İslâmiyet'e maledilemeyeceği gibi.

İktidar; mezhep değiştirme ve hicret etme hakkı ile denetlenmektedir; hem de en ideal bir şekilde denetlenmektedir.

Bu denetlemenin nasıl olduğu geçmiş konularda detaylı olarak anlatılmıştır. Bundan dolayı burada ayrıca detaylı olarak üzerinde durulmayacaktır.

Köleliğe kişilik tanımış, kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması için bütçeden pay ayrılmış ve bir çok cezalarda bir köle azâd etme ek cezası getirilmiştir. En önemlisi, hür olmak isteyen köleye kendi bedelini kazanarak ödeme taahhüdü ile hür hâle getirmiştir.

Köleliği sadece savaşın zorunlu bir sonucu olarak kabul edip katliamları önlemiştir. Kölelik, vatansızların da yaşamalarına imkân sağlayan ve onları vatandaş hâline getiren bir kurumdur. Efendi kölesine yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek ve evinde barındırmak zorundadır.

Çağımızda yaşayan insanlar, işçi statüsünde bulunmakla aslında köle konumundadırlar. Batı dünyası, bütün insanları işçi statüsünde köle yapmak için köleliği kaldırmıştır.

SEÇİM; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî âkilelerin oluşması, kişinin bunlardan birine bağlanması ve âkile başlarının ittifakı ile başkanın seçilmesi sistemi ile en ideal seçim sistemini getirmiştir. İslâmi-yet'te ekseriyete dayalı seçim sistemi yoktur.

Kişi iktidarın kendisidir.

Kişinin kendi içtihatları ile hareket etmesi;

herkesin kamu görevlisi olup bürokratların bulunmaması;

kişinin istediği sosyal grup ve

yerel kuruluşlarda yer alması,

hep iktidara doğrudan katılımdır.

Dört yılda bir etkisiz oy kullanma,

göstermelik bir uygulamadan başka bir şey değildir.

Kişi temsilcisini seçip belirlemekte;

temsilcisini her zaman değiştirebilmekte ve

kişilerin seçtiği temsilciler de şûrayı oluşturmaktadır.

Bundan daha ideal bir seçim sistemi olabilir mi?

İslâmiyet,

akit serbestliğini getirmiş ve tüm sözleşmeleri Kur'ân'a değil, icmâlara (konsensusa) yani anayasaya aykırı olmamak üzere geçerli saymıştır.

Bu uygulamaların hepsi beşerî değil midir?

Her sosyal grubun şeriatlarının Kur'ân'a uygun olup olmadıklarına bakılmaksızın sözleşmelerini teminat altına almıştır.

Ama İslâmiyet'te bir grubun diğer gruba tahakkümü anlamında yani insanı diğer insana tanrı yapma yoktur ve böyle bir uygulama en büyük şirk sayılmıştır.

Herkes kendi içtihadına ve anlaşmasına göre ilzam olunacak ve kendi seçtiği hakemlerin hükümleriyle mahkûm olacaktır.

Bundan daha büyük ve gelişmiş bir yönetime katılma sistemi olabilir mi?

İktidar Allah'ındır; ancak Allah insanı yeryüzünde kendisine halife yapmıştır ve o insanı cüz'î iradesi ile başbaşa bırakmıştır. Kişilerin sözleşmelerde verdikleri sözleri de kendisine verilmiş kabul ederek topluluk haklarını kendi hakları saymıştır.

Kişilerin seçtikleri temsilcilere itaat etmelerini kendisine itaat kabul etmiştir. Ancak temsilcilerini değiştirmeyi de onlara hak ve görev olarak verip kamu yetkisini yine halkın kontrolüne vermiştir.

Soruyoruz: Bunun dışında ve bundan daha üstün hangi halk iktidarından bahsediliyor? Varsa, gösterin.

Maalesef böyle bir uygulama Osmanlılar döneminde olmamıştır. Ama dünyanın başka bir yerinde ve başka bir döneminde de olmamıştır.

Dört-beş yılda bir yapılan ve güçlünün belirlenmesi anlamındaki seçim, asla halkın iktidara katılması olmayıp, güçlünün ortaya çıkarılması ve iktidarın ona teslim edilmesi operasyonudur. Temsilcisini değiştiremeyen halk, bu sistemde dört-beş yıl boyunca yönetime katılma hakkını birilerine devretmiş durumdadır.

İslâmiyet,

böylesine net ve kesin çözümler getirmiştir.

Arsel ve onun gibi düşünenlerin önerdikleri çözümlerin Türkiye ve dünyayı nereye götürdüğü, bütün boyutları ile bizzat yaşanarak görülmektedir. Batı dünyasının geçmişi ve bugünü bunun en sağlam ve gerçekçi kanıtıdır. İlmî, dinî, iktisadî, siyasî ve sosyal boyutları ile insanlığın acı hâli apaçık ortadadır. Biz alternatif sistem ve düzen teklifimizi bütün insanlığa arzediyor ve mukayeseyi de aklıselim sahiplerine bırakıyoruz.

Çalışmak ve teklif etmek bizden;

başarı ise sadece Allah'tandır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ KONU

 

 

 

ŞERİAT DEVLETİ OLARAK OSMANLI DEVLETİ'nin

DEMOKRASİYE YÖNELMEYİP

DESPOTİK BİR DEVLET HALİNDE KALMASINI

ŞERİAT DÜZENİNDE BULAN GÖRÜŞLER

 

 

 

 

Yazara göre,

Şeriatta kamu hukukuna ait hükümler yoktur.

 

"I- ŞERİAT'IN KAMU HUKUKU İLE İLGİLİ HÜKÜMLER KAPSA-MADIĞI

ŞERİAT sistemi ile DEMOKRATİK VE CUMHURİ bir devlet şeklinin birlikte olamayacağı inancını ilk kez benimseyen ve bu inanç gereğince devlet ve hükümet sistemini ŞERİAT dışı, yani LAYİK bir düzene oturtan ATATÜRK olmuştur...(s. 70)

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gelişen fikir mihrakları arasında Şeriat devleti sistemini benimsemeyen, ve bunu çağdaş devlet ve çağdaş demokrasi sistemiyle bağdaşır görmeyen eğilimler çok olmakla beraber İslam'ın Cumhuriyet ve Demokrasi rejimleriyle çatışır olduğunu savunan çıkmamıştır. Pek nadiren bazı hukukçularımız Şeriat ülkelerinin keyfi ve despotik hükümet sistemleri içinde yaşamış olmaları nedeni üzerinde durmuşlar ve bunu KUR'AN'da "Kamu Hukuku" ile ilgili hükümlerin bulunmamasında aramışlardır...

Bir kere uhrevî olduğu kadar dünya işlerini de düzenleyen İslâmiyet, kamu yaşamlarının özellikle siyasî her türlü ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı...(s. 71)

Fakat İslâm devletlerinde görülen despotizm ve keyfi iktidarın nedenlerini bu noktada düğümlemek mümkün değildir. Çünkü sadece İslâmî kuralların bulunmadığı söylenen kamu hukuku alanlarında değil ve fakat din kurallarının düzenlediği alanlarda dahi iktidarın istibdat şeklinde kullanıldığı bütün devirler boyunca İslâm ülkelerinde görülen şeylerdendir...(s. 72)

Muhammed'in Kamu hukuku ve devlet örgütü ve yönetim ile ilgili hükümler getirmemiş olmasını demokratik ve cumhuriyet niteliğinde bir düzenin yerleşmesini istemesinin bir işareti olarak görmek biraz güçtür...(s. 73) Kamu hukuku alanında belirli bir sistem getirmemiş olması nedenlerini bu konularda fazla bilgiye sahip bulunmamasında ve hattâ kendi iradesi dışındaki etkilerde aramak gerekir..."(s. 74)

 

 

MEDİNE DEVLETİ / DÜNYADAKİ İLK ANAYASA

ÖZEL VE KAMU HUKUKUNUN UYGULANIŞI

 

Elçi Muhammed (s), Mekke'den Medine'ye 150 kadar Müslü-man ile hicret etmişti. Medine'de de yaklaşık olarak bu sayıda Müslüman vardı. Medine'de dünyadaki ilk anayasayı hazırlayarak Medineli Müslümanlarla Mekkeli Müslümanlar arasında uzlaşmaya dayanan bir devlet kurdu. Dünyadaki bu ilk anayasa metninin içine Medine ve çevresinde yaşayan Müşrik kabilelerle Yahudi ve Hıristiyan kabilelerinin teker teker adlarını sayarak ortak savunmaya katılıp katılmamalarını ve buna göre haklara sahip olup olmayacakları ayırımını da zikrederek onların huku-kunu da belirledi ve onları anlaşmaya çağırdı.

Hepsinin teker teker ve kendi istekleriyle bu anlaşmaya (Medine Sözleşmesi) katılmaları ile 'Medine Kent Devleti' kurulmuş oldu. Hz. Peygamber aynı zamanda bu devlet mensupları arasında bir hakem olma görevini de yüklendi ve geriye kalan hayatının on yılını da devleti yönetmekle geçirdi. Savaşlara katıldı ve bir müddet sonra bütün Arap Yarımadası'nı birleştirerek Arap kavmine dayalı bir devlet oluşturdu.

Bu yeni devlette 'kamu hukuku' ve 'özel hukuk' birlikte uygulandı. O zamana kadar devlet aşamasına gelememiş olan bu çöl kabilelerini ilk defa birleştirerek 'çağının en güçlü devleti' haline getirdi. Kendisinden birkaç yıl yani çok kısa bir zaman sonra, o çağın süper devletlerinden biri olan Pers/İran mağlup edilerek fethedildi. Bir müddet sonra da ikinci süper güç olan Bizans da mağlup edildi ve Suriye ile Kuzey Afrika fethedildi.

Elçi Muhammed (s)'den sonra, özellikle ikinci halife Halife. Ömer zamanında kamu hukuku alanında birtakım kurumlar kuruldu. Bu kurumların bütünüyle İslâmî kaynaklara dayalı olduğu söylenemez. Ancak İslâmiyet'in öğretileri, Arap gelenekleri, İran ve Roma göreneklerinin karması olan bu uygulamalarda genel olarak İslâmî ruh hâkim bulunuyordu.

Dört halifeden sonra devlet yöneticileri tarafından 'saray hayatı' yaşanmaya başlandı ve yönetim şekli  resmen babadan oğula geçen saltanata dönüşerek İslâmî olmaktan uzaklaştırıldı. Bu birinci önemli hataydı.

Yapılan ikinci önemli hata da; İslâmiyet'in 'kavmî devlet' anlayışı yerine, önce Arap kavminin ve daha sonra da Türk kavminin 'dinî devlet' kurmuş olmalarıdır.

Üslup olarak adetimiz olmadığı halde, ilginç bulduğumuz ve Arsel'in bizzat kendisinin kitabının 71. sayfasına aldığı bir dipnotu aynen aktarıyoruz: "Pek çok Din adamlarımız ve aydın saydığımız kişiler Atatürk'ün görüşlerine bilerek veya bilmeyerek yanlış yön vererek şeriat sisteminin sanki cumhuri ve demokratik niteliklerde olduğuna inandığını söylerler. "İslâmiyet'te Devlet Anlayışı ve Cumhuriyet" başlıklı bir gazete makalesinin yazarı olan emekli bir general (Arsel, yazarın ismini vermiyor), İslâmiyet'e en uygun düşen hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğunu ve ilk dört halife zamanında yani İslâm'ın kurduğu ilk devlette cumhuri bir sistemin bulunduğunu söyledikten sonra, Atatürk'ün "...Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir... bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Türk milleti daha dindar olmalıdır. Minberden halkın anlayacağı dilde ruh ve dimağa hitap olunmakla İslâm'ın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur" dediğini nakleder. (Milliyet Gazetesi, 18 Mayıs 1973)"(s.71)

İslâmiyet;

Dış güvenliği sağlama görevini devletlere yüklemiş ve her kavmin (ulusun) ayrı devleti olacağını teşri etmiştir.

Bu anlayış fiilen İslâm ülkelerinde yaşanmış ise de, hiçbir zaman bütünüyle bir hukuk sistemi olarak ortaya konamamıştır.

Yeni İslâm Medeniyeti bu eksikliği de giderecektir.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre,

Kur'ân ve Sünnet'te kamu hukuku hükümleri yoktur.

 

"Devlet ve hükümet yönetimi konusunda Kur'ân'da ve Hadis'lerde hüküm olmayışı:

Her nekadar İslâm Peygamberi gerek Kur'ân ve gerek Hadis hükümleri ile kişi yaşamlarını en ince noktasına varıncaya kadar ayarlamış ve yine her ne kadar bu hükümleri değişmez KANUN niteliğinde yerleştirmiş ise de Devlet ve hükümet örgütü ve yönetim ve kamu hukuku konusunda gerekli esaslar koymamıştır. Devletin yapısı, hükümet mekanizmasının kuruluş ve işleyişi, devlet organları arasında veya bu organlarla kişiler arasındaki ilişkiler konusunda ne bir devlet teorisi ve sistem ve ne de fazla aydınlatıcı esaslar yerleştirmemiştir. Sadece İktidar'ın Tanrı'dan gelme olduğu ve her ne şekilde uygulanırsa uygulansın İKTİDAR'a mutlak itaat gerektiği hususunda bazı hükümler ve bunun yanında Kur'an ve Hadis hükümlerinin kişi ve toplum yaşamlarında temel ve değişmez esaslar olduğuna dair emirler getirmiştir. Ve bunların çoğu da demokratik gelişmeyi engelliyecek nitelikte olmuştur...(s. 73)

Hele Kur'an'daki "Dininizi bugün tamamladım" Maide Suresi(V) Ayet 3 ve yine "Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadım" al-An'am Suresi(VI) Ayet 38, şeklindeki hükümlere benzer hükümler karşısında Tanrı'nın ve Elçisi'nin yeryüzü yaşamlarını her yönü ile ayarlarken ve kişi iradesine serbestçe ve hür bir şekilde kendi başına düzenleyebileceği hiç bir şey bırakmazken devlet ve hükümet işleri konusunda hüküm koymamasını demokratik bir sisteme yöneliş dileği şeklinde görmek mümkün değildir... Örneğin vekil bırakmamış olması nedeni devlet ve milletin seçim ve danışma usulleri ile yönetilmesi hususunda açık kapı bırakmak istemesinden değil fakat erkek evlada sahip olmamasındandır. Üstelik Muhammed'in vekil bırakmadan öldüğü ve Halife'lerin seçim yolu ile iktidara gelmesini arzuladığı söylenemez. Çünkü gerçek odur ki Ebu Bekir'i kendisinden sonra Halife olarak bırakmıştır... Devlet işlerinin danışma yolu ile görülmesi hususunda dileği bulunduğunu da ciddî olarak savunmak mümkün değildir; çünkü her ne kadar iktidar sahipleri için danışma usullerine başvurma öğütünde bulunduğu bahis konusu olabilirse de bu danışma toplum yaşamlarının toplum iradesiyle oluşması sonucunu doğuracak nitelikte değildir; bunu hiç bir zaman öngörmemiştir; Çünkü KANUN olarak sadece Kur'an ve Hadis hükümlerini bırakmıştır..."(s. 74)

 

KUR'ÂN'DA KAMU HUKUKU VE İÇTİHAD

KUR'ÂN'I ANLAMAK VE YARARLANMAYI BİLMEK

 

Nev'i şahsına münhasır yani kendine özgü özellikleri bulunan kabileleri, kavim (ulus) devleti haline getirerek yaşadığı çağda dünyanın en güçlü devletini kuran ve dünyadaki ilk anayasayı hazırlayan bir peygamberin uygulamalarında 'kamu hukuku hükümleri yoktur'(!) diyebilmek; tek kelime ile ifade edersek gerçekten de 'gülünçtür'. Bilimsellikten ve bilim adamı objektifliğinden uzaktır. Yazarın görüşü ve anlayışı; yanlı, taraflı ve saptırıcıdır.

Yazar'ın genel olarak İslâmiyet'i ve özel olarak Kur'ân'ı ve âyetlerini yorumlayışı ise, kesinlikle anlaşılır ve anlatılır gibi değildir. Son Peygamber'in bütün hayatı Kur'ân'a göre düzenlenmişti. O Kur'ân dışında bir şey yapmadı. Burada da, konuyla ilgisi açısından sadece bir âyeti örnek olarak vermekle yetinelim:

"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki,

sen onlara yumuşak davrandın.

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,

çevrenden dağılır, giderlerdi.

Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç,

onlar için mağfiret dile.

(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış,

bir kere de azmettin (karar verdin) mi,

artık Allah'a dayan;

çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever."  

(Kur'ân/Âl-i İmrân[3]; 159)

Konumuz açısından genel olarak Kur'ân-ı Kerîm'e gelince, Kur'ân'da yalnız kamu hukuku ile ilgili değil, bütün konularda teferruatlı sonuçlar yoktur. Hep genel ilkeler ve ilgili örnekler verilmiş; sonuçların ve çözümlerin çıkarılıp üretilmesi ise 'içtihat' ve 'icmalar'a bırakılmıştır.

Çağdaş müçtehitler tarafından özel hukukla ilgili içtihatlar yapılmış ve icmalar tesbit edilmiş olmakla birlikte; daha önce de anlattığımız üzere bir müddet sonra yönetimin saltanata dönüşmesi sebebiyle, kamu hukukunda ancak siyasi iktidarların müsadesi nisbetinde içtihatlar yapılabilmiştir. Dolayısıyla özellikle kamu hukuku alanı ile ilgili hükümler yani içtihatlar eksiktir.

Bu eksikliklere rağmen fıkıh kitaplarında, başkanlık, kaza, soruşturma (şehadet), savaş, ceza, âkile (siyasî teşkilat yapılanması), vs. ile ilgili hükümlerin hepsi mevcuttur ve bunların tamamı 'kamu hukuku' ile ilgilidir.

Kamu hukuku ile ilgili olan genel hükümler eksiksiz olarak vardır, ancak bu hükümler çağdaş ihtiyaçlara göre yeni içtihatlarla ortaya çıkartılmalıdır. Asıl yapılması gerekli olan budur.

Bizler, bu kitapta bir taraftan gerekli cevapları verirken, diğer taraftan kendi içtihatlarımızla belirlediğimiz hükümleri de ortaya koyacağız. Bu hükümlerin hepsi Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır.

İlhan Arsel ve okurlarımızın bir kısmı, Arapça ve usûlü fıkıh bilmedikleri için burada bunların delillerinden de söz etmiyeceğiz. Ancak konuları ele alıp açıklarken kullandığımız metod ve kaynaklardan yararlanma usûlümüzün anlaşılması açısından, zaman zaman örnek vermekten de geri durmayacağız.

Burada da;

"Sen sadece münzirsin (uyarıcısın),

her kavmin (topluluğun) ise

bir hâdisi (yol gösterici rehberi) vardır."

(Ra‘d sûresi[13]; 7) âyeti üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber (s)'in bütün insanlığa elçi ve rehber olarak gönderildiği açıkça belirtilmektedir. Diğer taraftan da, her kavme yani topluluğa kendi lisanlarıyla uyarıcılar gönderildiği; Hz. Muhammed (s)'in de bu anlamda kendi lisanını konuşan kavme gönderildiği belirtilmektedir.

Bu âyetlerde çatışma vardır. Usûlde kabul edilen bir kaideye göre, çatışma (tearuz) olan âyetlerin tearuzu çeşitli yollardan giderilir. Birinci giderme yolu, başka âyetlerin yardımı ile giderilir. İşte yukarıdaki âyet bunu sağlıyor. Hz. Peygamber (s.a.v) bütün insanlığa sadece 'uyarıcı'dır. Yani İslâmiyet'i anlatacak, tebliğ edecek, haber verecek ve görevi bitmiş olacaktır. Aynı zamanda kendi yaşadığı dönemdeki Arap kavminin 'devlet başkanı'dır. Diğer kavimlerin her biri için ve ayrı ayrı olmak üzere de, yaşadıkları devirlerde birer başkanları vardır.

Bu âyet, hem her kavmin bir devlet kuracağını, hem de kavimlerarası (uluslararası) bir devletin olamayacağını belirtir. Bu âyetten bu manaların çıkarılması için âyetin başında bulunan 'innema' hasr, 'münzir' ve 'hâdi' kelimelerinin münker (indefini) olması, 'küll' kelimesinin kullanılması ve terkibin 'lâm'lı izafetle yapılması, delâlet etmektedir. Burada bunları detayları ile anlatmayacağız. Ancak âyetin meâlinden bile, bu âyetin bizim verdiğimiz manayı vermeye elverişli olduğu görülür.

İşte bu âyet bir kamu hukuku âyetidir. Ama onu anlayabilmek için içtihat yapmış olmak gerekir.

Bir başka örnek daha verelim:

"Ehamdülillâhirabbilâlemîn / Hamd âlemlerin Rabb'i Allah'-ındır" (Fâtiha[1]; 1) derken; bu âyetin iktisadi bakımdan anlamı 'rant devletindir' yani 'toprak kirası devletindir', demektir.

 

Başka bir âyette de:

"İnsan için emeğinin dışında bir şey yoktur" (Necm[53]; 39) derken, 'hakkın kaynağının emek olduğu' belirtilmiş olur.

Velhâsılı, Kur'ân-ı Kerîm'in her âyeti bir değil birkaç kamu hukuku hükmünü taşır ve kapsamına alır. Yeter ki ondan hüküm çıkarmasını bilelim.

Kur'ân'da zikredilen, 'Allah'a ait haklar'ın tamamı, 'kamu hakla-rı'dır.

"Allah'a karz-ı hasen ikrâz edin" ([2];245 / [5];12 / [57];11 ve 18 / [64];17 / [73];20) derken; 'mevduatı kamuya verin' yani 'kamu işletmesi olarak bir banka kurun', demektir.

Kur'ân'da 'Resûl'e ait tüm yetki ve görevler 'hükümet'e aittir. Hükümetin yetkileri sınırlandırılmıştır. Yani sadece şeriatta belirtilen yetkilere sahiptir. Allah Peygamberi elçi olarak gönderildiği ve ona Kitap verildiği gibi; kamu yani halk temsilcileri olan 'şûra' da 'başkan'ı atar ve ona 'içtihat ve icmalar'ı ile katkıda bulunarak hukuku tedvin eder.

Bu bir anayasal kural değil midir?

Eğer siz 'Allah'ı 'kamu' ve 'Resûl'ü de 'hükümet' olarak anlamaz-sanız, elbette Kur'ân'da hiçbir hüküm bulamazsınız. Çünkü Kur'ân'ın dilini, ıstılahlarını, terimlerini, kavramlarını ve maksatlarını bilmiyorsunuz, demektir.

Bilmeyenlere veya maksatlı olarak bilmek istemiyenlere bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur. Onlar cehalet veya küfürlerinde kıvranmaya devam ederler; bizler de Allah'ın onlara ilim ve hidâyet bahşetmesini dilemeye devam ederiz.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Araplar yönetimi başkalarından öğrendiler.

 

"Devlet yönetimi bilgisini ARAP'lar başkalarından öğrendiler.

Muhammed'e gelinceye kadar Arap'ın yaşamı devlet yaşamı şeklinde değil aşiret yaşamı şeklinde olmuştur...

Devlet ve hükümet yaşamları konusunda Muhammid'in de fazla bir bilgisi yoktu. Kamu hukuku konusunda etrafındakilerin de fazla ve derinlemesine ne tecrübesi ve ne de bilgisi olmayınca devlet ve hükümet yönetimiyle ilgili hükümleri ilk anlarda yerleştirmek mümkün değildi...(s. 74)

Devlet ve hükümet yönetimiyle ilgili olarak Kur'an'da veya Hadis'lerde öğretici ve yol gösterici hükümler olmadığından Arap futuhatı sırasında Araplar fethettikleri ülkelerin insanlarını kendilerine yardımcı seçmişler, yönetme sanatını onlardan öğrenmişlerdir... Bk. Edwin E. Calverly, The Fundamental Structure of İslam", (in "Journal of the Royal Central Asian Socety", Vo. XXVI, 1939, sh. 280-302)."(s. 75)

 

 

DEVLET YAPISININ TARİHÎ SEYRİ

İSLÂMİYET TAKLİDİ HARAM KILAR

 

Allah, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim peygamberleri göndererek 'site devletleri'ni kurdurdu. Daha sonra Eski Mısır'da bu yönetim şekli 'merkezî krallık' yönetimine dönüştü. Oraya da Hz. Yusuf gönderildi ve merkezî sistemin adil yönetim şekli öğretildi.

Allah, Mezopotamya'dan çıkarıp Mısır'da yerleştirdiği İsrailoğul-ları'na her iki yönetim şeklini de öğretti ve Hz. Musa'yı onlara peygamber olarak gönderdi, onun aracılığıyla şeriata dayalı hukuk düzenine sahip anayasalcı bir devlet kurdurdu. Hz. Musa'dan sonra Hz. İsa geldi ve devletle din işlerini ayırarak insanlığı beşerî yönetim kurmaları için zorladı.

Araplar, bu oluşların kenarında veya yanıbaşında, hâlâ devlet aşamasına gelmemiş bir şekilde kabileler hâlinde yaşıyorlardı. Ancak tüccar olan Mekkeliler, ticaret amaçlı seyahatleri sebebiyle bu devletlerin oluş ve özellikleri hakkında bilgi sahibiydiler.

Allah, Hz. Muhammed (s)'i onlara göndererek, onun aracılığıyla ve Arapların şahsında bütün insanlığa yeni bir yönetim sistemi ve devlet anlayışı öğretti. Medine'de örnek devlet modeli kuruldu ve yıllarca uygulamaları yapıldı.

Ancak insanlık henüz bu yönetim sistemini bütünüyle hazmedebilecek çağa gelmediği için, Hz. Peygamber ve dört halifeden sonra, insanlar tekrar eski saltanat yönetim modeline döndüler ve bu yönetimin gereklerini de mümkün olabildiğince İslâmiyet ile uzlaştırdılar.

SONUÇ olarak diyebiliriz ki;

Son Peygamber'in öğretisiyle bütün devlet olma sanatı ve özellikleri beşeriyete ulaşmıştır. Ayrıca olumlu ve olumsuz yönleriyle her uygulama, kendisinden sonraki uygulamalara örnek olmuştur. Nitekim çağımızdaki Batı yönetim modelleri de, diğer İslâm devletlerinin uygulamaları yanında, özellikle Osmanlılardan pek çok şeyler öğrenmişlerdir.

1) Ordu kurulması ve eğitimi,

2) Kabine teşkili ve başbakan atanması,

3) Devlet başkanının sorumlu olmaması ve hükümet başkanının sorumlu tutulması,

4) Cezada şahsî mes'uliyet ve genel haklar,

5) Kanunsuz ceza olmaz v.s... gibi burada sayılamayacak kadar müessese, Batı dünyasına Osmanlılardan geçmiştir.

'Amiral' ve 'kaptan' gibi pek çok kelime Osmalıca'dan alınmadır.

İslâmiyet;

Başka kavimlerden iyi şeylerin

öğrenilmesini ve alınıp uygulanmasını yasaklamaz.

Sadece körü körüne bilmeden uymayı ve taklit etmeyi haram kılar.

Allah Kur'ân'da;

"Onlar bütün sözlere kulak verirler

ve en iyisine uyarlar."

(Zümer[39]; 18) derken, işte bu almayı ve aktarmayı;

iyi ve uygun olanı da uygulamayı anlatmaktadır.

Anlatmakta ve elbette anlayanlara demektedir ki;

"Tâgût'a kulluk etmekten kaçınan ve

Allah'a yönelenlere müjde var.

Müjdele o kullarımı:

Onlar ki bütün sözlere kulak verirler ve

en iyisine / en güzeline / en faydalısına uyarlar.

İşte onlar

Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve

onlar aklıselîm sahipleridir." (Zümer[39]; 17,18)

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Gerilik Türklerden mi şeriattan mı gelmektedir?

Bu tesbit edilmeli ve gelecek ona göre düzenlenmelidir.

 

"II- ŞERİAT ÜLKELERİ'nin ANAYASALCI VE DEMOKRATİK GELİŞME YERİNE DESPOTİZME YÖNELMELERİNDE ŞERİAT'IN PAYI.

Kısaca belirttik ki ve ilerde de zaman zaman değineceğimiz gibi ŞERİAT düzeni'nin "İDEAL" devlet şekline yer verdiğini ve demokratik prensipler temeline oturduğunu ve İslâm'ın özünden uzaklaşılmakla hem uygarlıktan ve hem de demokrasiden yoksun kalındığını savunanların başında Arap yazarları gelir. Onları, aynı paralelde olmak üzere Batılı yazar ve düşünürler izler.

Gerek Arap ve gerek Batılı yazarların birleştikleri temel fikir odur ki İslâm'ı, İslâm'ın özünden uzaklaştıran ve gerileten ve demokratik olmaktan çıkaran Türklerdir. (Yazarın, konu ile ilgili  A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları arasında 1973 yılında yayınlanan 450 sayfalık "Arab Milliyetçiliği ve Türkler" kitabı  da vardır)...(s. 75)

Eğer Şeriat, Arap ve bazı Batılı yazarların iddia ettikleri gibi demokratik bir düzen getiriyor ve asıl ve özü itibariyle ideal devlet yaratır nitelikte ise bu takdirde:

1- Şeriat ülkelerini uygarlıktan ve demokratik yaşamlardan uzaklaştıran nedenleri araştırmak, 2- Ve eğer bu nedenlerin başında Türklerin tutum ve davranışları geliyor ise... 3- Ve mademki Şeriat özü itibariyle demokratik devletin temellerini atmıştır o halde Şeriat devleti sistemine dönmenin çarelerini araştırmak gerekir.

Yalnız Arap ülkelerinde değil ve fakat kendi ülkemizde dahi Şeriat devleti sistemine dönme özlemi içerisinde bulunan ve hatta bunu programlarına geçiren siyasî partiler bulunduğuna göre bahis konusu noktanın aydınlığa kavuşturulmasında büyük önem bulunduğu sözgötürmez.

- Yok eğer Şeriat söylendiği gibi demokratik bir düzen getirmiyor ve hattâ aksine despotizme yer veriyor ise, bu takdirde de Şeriat ülkelerinin mutsuzluklarının, diktatorya ve totalitarialism içerisinde yüzyıllar boyunca geri ve ilkel kalmışlıklarının sorumluluğunu Türklere yüklemek yerine asıl nedenler üzerine eğilmek ve İslâm toplumlarını demokrasiye ve hürriyet rejimlerine götürebilecek çareleri aramak gerekir."(s. 76)

 

İLİM OLMADAN GERÇEKLER KAVRANAMAZ

GEÇMİŞTE YAPILANLARDAN İBRET ALMALIYIZ

 

Bir insan önce ilkokulu bitirir. Sonra ortaokul ve liseye gider. Daha sonra Harb Okulu'na gider ve subay olur. Meslek hayatında terfi ederek orgeneralliğe kadar yükselebilir. En sonunda emekli olur veya ölür. Tahsil ve meslek hayatındaki bütün bu merhaleler, ilerlemedir. Gerilik ise, bir kimse yüzbaşı iken teğmen olursa vuku bulur. Yoksa ne emekli olma geriliktir, ne de yüzbaşı, albay veya general olmak geriliktir.

Osmanlı yönetimi, tarihte adım adım ve merhale merhale hep başarılı zaferler kazana kazana gelişmiş ve yükselmiş; en sonunda yaşlandığından dolayı ömrünü tamamlayarak ölmüştür. Ancak ardından kendisine varis olan pek çok ülke bırakmıştır. Başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere eski Osmanlı topraklarında birçok devlet kurulmuş ve varlıklarını bugüne kadar sürdürmüşlerdir.

Yıkılma ve yok olma yalnız Türklere ve Osmanlılara mahsus bir şey değildir. Tarihteki nice Türk devletleri yok oldular. Yüzlerce yıllık Çin hanedanları da artık yok. Rus çarları ve Sovyet diktatörleri de çöktü. Üzerine güneş batmayan Britanya İmparatorluğu da battı ama güneş doğmaya devam ediyor... Batı Medeniyeti de yavaş yavaş çöküyor ve günü geldiğinde bütünüyle yıkılıp yok olacaktır...

Olanlara, olaylara ve tarihe bu açıdan baktığımızda, yazarın iddia ettiği gibi failler aramak, tek kelimeyle saçmalıktır. Türkler de dünyadaki genel ve tabiî kanunlara tâbidirler. Genel özellikler açısından diğer insanlardan bir farkları ve üstünlükleri yoktur. Osmanlı İmparatorluğu, altı asırlık uzun ömrünü tamamladı ve tarihteki yerini aldı. I. İslâm Medeniyeti, bin yıldan fazla süren ömrünü tamamladı ve tarihteki yerini aldı.

Geleceğin dünyası ise, bunlara gerçekten varis olabilecek olan kavim ve devlet/ veya devletlere ait olacaktır. Yeni dünya düzenini ve II./ veya V. İslâm Medeniyeti'ni, işte bu tarihî gerçekleri ve sosyal kanunları keşfedip kavrayarak kurmalıyız.

İslâmiyet'e göre;

Her devletin ve her medeniyetin iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı tarafları vardır.

Onların bu özelliklerinden ders alınmalı, iyi ve faydalı taraflarından yararlanılmalı, kötü ve zararlı taraflarından sakınılmalıdır; bu da ancak yeni içtihad ve icmalarla mümkün olabilir.

Yeni içtihad ve icmalar olmadan;

yeni bir dünya düzeni ve medeniyeti kurulamaz.

Kur'ân'daki Bakara sûresinin bazı âyetlerine bu açıdan ibret alarak ve tefekkür eederek bir bakalım:

134 - Onlar gelip geçmiş kavimlerdir.

Onların yaptıkları ve kazandıkları kendilerinin,

sizin yaptıklarınız ve kazandıklarınız sizindir.

Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.

135 - "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" dediler. De ki: "Hayır, biz dosdoğru İbrahim dinine uyarız. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi."

136 - "Allah'a, bize indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inanırız; onlar arasında bir ayırım yapmayız; biz Allah'a teslim olanlarız" deyin.

137 - Eğer sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.

138 - Allah'ın boyası ile boyan. Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na kulluk ederiz.

139 - Onlara söyle: "Allah bizim ve sizin Rabb'iniz iken, O'nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlananlarız."

140 - "Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının, Yahudi yahut Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah tarafından bildiği bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

141 - Onlar gelip geçmiş kavimlerdir.

Onların yaptıkları ve kazandıkları kendilerinin,

sizin yaptıklarınız ve kazandıklarınız sizindir.

Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.

Bütün bu bilgilerden ve geçmişten bugüne kadar olanlardan sonra, şimdi oturup akıl ve ilim yoluyla ne yapacağımızı düşünelim, yeni medeniyetimizi kuralım, yeni devletimizi yönetelim, adil sistem ve düzeni nasıl kuracağımızı kararlaştıralım.

Bu arada geçmişte söylenen, yazılan ve yapılanları, şeriat da dahil olmak üzere hepsini, akıl ve ilim süzgecinden geçirdikten sonra, en güzel ve verimli şekliyle yararlanalım. Herhangi bir şeyi ne peşin olarak kabul edelim ne de reddedelim.

Bu Türklerin veya Araplarındır, o halde iyidir veya kötüdür, demiyelim. Bu şeriatındır, o halde iyidir veya kötüdür, demiyelim. İlmin kritiği altında aklın ve mantığın süzgecinden geçirerek doğruları bulmaya ve onlardan yararlanmaya çalışmalıyız.

İslâmiyet'in bizlerden yapmamızı istediği budur.

Bizler, gücümüz nisbetinde bunları yapmaya çalışıyoruz.

Peşin olarak reddeden veya kabul edenin ikisi de yanlıştadır.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Despotizm Osmanlı Devleti'ni çökertmiştir.

 

"A- OSMANLI DEVLETİ'ni geri ve ilkel bırakan ve sonunda da yıkan iki neden - ŞERİAT ve Şeriat sisteminin yarattığı İstibdat (despotizim).

Despotizm ve despotik idare tarzı Osmanlı Devleti'ni çökerten ve yıkan başlıca nedenlerden biri olmuştur.(s. 76)

Osmanlı Devleti'nin devletçe ve milletçe geri kalması ve çökmesi nedenini despotik idare tarzına bağlamak aklî ve mantıkî'dir. Fakat bu nedeni yani despotizmi, Şeriat sisteminden ayrı mütalaa etmek.. yanlıştır...

Şeriat kafası için İKTİDAR ve HÜRRİYET arası denge hiçbir zaman ve hiçbir suretle düşünülecek bir şey olmamıştır..."(s. 77)

 

BATI DÜNYASINDAN BULAŞAN HASTALIKLAR

İSLÂM'A GÖRE,

HER TOPLULUĞUN BİR ECELİ VARDIR

 

İnsan yaşlılıkta daha kolay hasta olur. Ancak yaşlılık onu hasta etmiştir; hastalık onu yaşlandırmamıştır. Yaşlanan devletler hastalanırlar; hasta oldukları için yaşlanmazlar. Bazı devletler genç yaşta ölürler; onları öldüren hastalıktır. Genellikle de normal bir hayat sürdükten sonra yaşlanır ve sonunda yaşlanarak ölürler. Yaşlılar hasta oldukları için değil, yaşlı oldukları için ölürler

Osmanlılar'da istibdat yani despotizmin varolduğu iddiası doğru değildir. Doğru olsa bile, ancak çok yaşlandığı için ârız olan bir hastalıktır. Yaşlanan insana her türlü hastalıklar kolaylıkla bulaştığı gibi, artık iyice yaşlanmış olan Osmanlı Devleti'ne de iç ve dış mikropların etkisiyle bir çok hastalıklar bulaşmıştır. Bu mikrop ve hastalıkların başlıca kaynağı da Batı dünyasıdır.

Altı asırlık Osmanlı Devleti yaşlandığı için çökmüştür. Ömrü, o döneme kadar tarihte gelip geçmiş bütün diğer devletlerden çok uzun olmuştur. Tarih Osmanlı Devleti'nden daha uzun ömürlü bir devletin varlığından söz etmez.

İslâmiyet'e göre;

Her topluluğun bir eceli vardır.

Vakti ve günü gelince bir saat öne alınmaz, sonraya da bırakılmaz.

Şimdiye kadar hiç kimse yaşlanan bir kimseyi ölümden kurtaramamıştır.

İlim ve tarihî gerçekler bunun böyle olduğunu söylüyor.

Kur'ân da aynı şeyi söylüyor:

"Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır.

Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalırlar,

ne de bir an öne geçebilirler."

(A'râf[7]; 34 / Yunus[10]; 49)

 

*    *   *

 

 

Yazara göre,

Osmanlılar'ın tek düşünceleri istibdat idi.

 

"B- ŞERİAT'a SAPLI OLAN Osmanlı Padişahlarının düşündükleri tek şey - İSTİBDAT.

Şeriat ülkelerinde, iktidarın istibdat dışı yollardan ya da istibdat niteliği dışında kullanılabileceği fikri hiç bir zaman hiç bir Halifenin zihninden geçmiş değildir.

Aynı şey Osmanlı Padişahları için varit olmuştur ve hem daha katı şekliyle.

İktidarın kullanılmasında istibdat'dan başka yol olmayacağına göre bütün amaç iktidarın toplum yararına, kişi gelişmesi uğruna kullanılması değil ve fakat istibdat rejimini var kılacak şekilde sağlanmasıdır. Tek amaç İKTİDAR'ın bizatihi kendisidir ve bu da tabiî ona sahip olanın kendi çıkarlarına iş göreceği nedeniyle...(s. 78)

Neden Osmanlı Padişahları halkı yetiştirmek veya aydın sınıfları oluşturmak istemediler? Bunun nedenlerini yine Şeriat'ta bulabiliriz. Çünkü halk ve halkı yapan kişi hiç bir zaman bir değer taşımadı. Ve Şeriatı işleyenlerin hemen hepsi halkı koyun sürüsü gibi idare edilmek üzere yaratılmış varlık olarak görmüşlerdi."(s. 79)

 

 

OSMANLILAR HANEDANI VE İSTİBDAT YA DA;

'NASILSANIZ ÖYLE İDARE EDİLİRSİNİZ' İLKESİ

 

Osmanlılar o kadar güçlü bir hanedan idiler ki, devlet yönetiminde onlara rakip olabilecek hiçbir şahıs veya grup çıkamamıştır. Altı asırlık Osmanlı Devleti'nde, Meşrutiyet yönetimlerine kadar şeriata karşı gelmek kimsenin aklına gelmediği gibi böyle bir teşebbüs de olmamıştı. Yine Meşrutiyet uygulamalarında ve hatta Cumhuriyet döneminde bile, hanedan olarak Osmanlılardan başkası düşünülmemişti. Dolayısıyla altı asır boyunca Osmanlıların biricik problemi devleti yönetmek olmuş; hiçbir zaman hanedanlarını koruma endişesine düşmemişlerdi. Bu nedenle II. Abdülha-mid de dahil olmak üzere bütün Osmanlı padişahları hep reformist olmuş-lardır. Meselâ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran paşaların hepsi Sultan Abdülhamid'in açtığı yeni mekteplerde yetişmiştir. Halifeler hiçbir zaman hanedan endişesine düşmeden, hep devleti yönetme ve geliştirme ile ilgilen-mişlerdir. Aksi halde bu kadar uzun ömürlü olamazlardı.

Bu durum öylesine yaygın bir kanaat ve halk tarafından aksi düşünülemeyecek bir gerçekti ki, Mustafa Kemal ve arkadaşları bile İstiklâl Savaşı'nı Osmanlı hanedanını kurtarma ilkesine oturtmak zorunda kalmışlardır. Cumhuriyeti de çeşitli dayatma ve tehditlerle baskılar yapmak suretiyle saltanata son vererek kurabilmişlerdir. Bu arada hanedan da olabilecek en saygılı şekliyle ülkeden gönderilmiştir. Mustafa Kemal da dahil olmak üzere hiç kimsenin Osmanlı hanedanına bir kini ve garazı yoktu. Sadece artık saltanat devri bittiği için cumhuriyet ilân edilmiştir; yoksa Osmanlı Hanedanının zulüm ve istibdadından kurtulmak için değil. Nitekim Osmanlılar Mustafa Kemal ve arkadaşlarına her türlü imkânları sağlayarak en yüksek askeri rütbelere kadar yükseltmişler ve Anadolu'ya göndererek yeni bir devlet kurmalarını sağlamışlardır.

İşgal döneminde İstanbul Hükümeti'nin icraatı ise düşmanların icraatından başka bir şey değildi. Son dönemdeki olumsuz şartlarda yapılan icraatlardan Osmanlı Hanedanı sorumlu tutulamaz. Aslında bu dönemdeki bütün yapılanlar, övgülerle göklere çıkarılan Meşrutiyet hükümetleri ile İttihat ve Terakki Partisi'nin yaptıklarından başka bir şey değildi. Sövgülerle yerilen ve istibdatla itham edilen II. Abdülhamid, bu yıkılış ve acı sonu ancak otuz yıl geciktirebilmişti.

İslâmiyet'e göre;

Sultanlar içinde de zalim hükümdarlar gelebilir,

Adil hükümdarlar da gelebilir.

İnsanlar neye lâyık iseler,

Başlarına öyle yöneticiler gelir ve öyle yönetilirler.

'Nasılsanız öyle idare edilirsiniz'

ilkesi gözardı edilmemelidir.

Dolayısıyla insanlar hakkında hüküm verirken sadece yöneticileri değil,

Bir bütün olarak bütün topluluğu ve insanları değerlendirmek gerekir.

Değişime ayak uyduramayan topluluklar için kurtuluş yoktur.

"Bir kavim kendi özünde olanı değiştirmedikçe,

Allah onların durumunu değiştirmez."

(Ra'd[13]; 11)

 

 

*   *   *

 

 

Yazara göre;

Anayasal hareketlere Kur'ân ile karşı konuldu.

 

"C- XIX cu yüzyıl sonlarında ülkeye Kur'an'dan gayrı Kanun (Anayasa) getirmek isteyenler din adamı ve aydın sanılan sınıflarca dinsizlikle suçlanırlardı. Anayasal rejim getirmek isteyenler -Dinsiz-Kızıl kominist idiler.

Şeriat ve Şeriat'ın temel kitabı Kur'an'dan gayrı Anayasa veya kanun olamayacağı zihniyetini taşıyanlar Mithad Paşa'nın 1876 daki Anayasa getirme çabalarını baltalamak için akla gelebilecen her çareye başvurmuşlardı...(s. 79)

D- ZULUM ve İSTİBDAT yönetimini meşrulaştırma aracı olarak ŞERİAT, ABDÜLHAMİD II.in istibdadını meşru kılmak için ŞERİAT hükümleri (Kur'an hükümleri) destek yapılmıştır.

Nitekim Abdülhamid II'nin korkunç ve insan haysiyetiyle bağdaşmaz istibdadını meşru göstermek için Kur'an'ın çeşitli hükümleri arasında özellikle Nisa Suresi'nin 59 cu Ayet'ine sarılmak onlar için gelenek olmuştu- "... Ey insanlar... Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz... onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın..."(s. 80)

 

 

 

KUR'ÂN'A İNANMAYIP İSTİSMAR EDENLER

KUR'ÂN

ANAYASA KİTABI DEĞİL ANAYASA KAYNAĞIDIR

 

Bir topluluğa yenilik gelince ona karşı cephe alınır ve her iki taraf da aynı kaynaklara dayanarak savaşırlar. İslâmiyet ile Hıristiyanlık arasındaki savaş Kur'ân ve İncil'i inkâra dayanmıyor; aksine her iki taraf da Kur'ân ve İncil'in gösterdiği yola gitmek için savaştığını söylüyor. Sahabeler bile özellikle Hz. Ali döneminde kıyasıya birbirleriyle mücadele ederlerken İslâmiyet aleyhinde değil, aksine her iki taraf da İslâmiyet için mücadele ediyorlardı.

Nitekim Cumhuriyet öncesi dönemdeki mücadelede Mustafa Kemal ve karşısında olanlar yani her iki taraf da hilâfeti kurtarmak için savaşıyorlardı. Oysa çatışmaların ardında başka sebepler vardır ve her tarafın gerekçesi farklıdır. Ancak her iki taraf da topluluğun benimsediği kelime ve kavramlara, ideal ve inançlara sığınırlar. Bundan dolayı anayasal hareketlere karşı çıkanlar da yanında olanlar da yani her iki taraf da o günlerde gündemde olan baskın gelişmelere sığınmışlardır. Dolayısıyla mücadelelerini şeklen ona dayandırmışlardır.

Oysa ne karşı çıkanlar ne de reform yapanlar Kur'ân'a olması gereken şekliyle inanmıyorlardı; sadece onu istismar ediyorlardı. Bugün de yapılan aynı şey değil midir? Herkes lâikliğe sığınıyor ama hiç kimse lâikliğe inanmıyor; sadece onu istismar ediyor.

Kur'ân, anayasa kitabı değildir.

İslâmiyet'e göre, içtihatsız Kur'ân uygulanmaz.

İçtihat da Kur'ân değildir, kanun değildir, sonuç değildir.

Kur'ân fıkhın kaynağıdır ama fıkhın kendisi değildir.

Kur'ân anayasanın kaynağı olabilir.

Ama uygulanabilir yasa haline gelmesi için beyan edilmesi yani içtihatlar yapılması gerekir. Kaldı ki Kur'ân'a dayanarak içtihat yapmak yine anayasa olmaz. Bu şekilde anayasa oluşturulmaz.

Bir şeyin anayasa olması için Kur'ân'ın tavsiyelerine uysun veya uymasın, sosyal gruplarca ittifakla kabul edilmiş olması ve icma oluşması gerekir. Yani bir yerde yaşayan müslim ve gayrimüslim toplulukların onu benimsemesi gerekir.

İlk anayasa devleti olan Medine Devleti böyle kuruldu.

O halde Kur'ân'ı anayasaya karşı göstermek yanlış olduğu gibi getirilen anayasanın Kur'ân'a uygun olduğunu söylemek de yeterli değildir. Makul olması, bütün topluluk katmanlarını ittifak halinde birleştirmesi ve gayrimüslimlerin de onu kabul etmesi gerekir.

Bu vesileyle burada usûle dair bir noktaya işaret edelim:

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Kur'ân'daki 'Allah' lafzı kamuyu ve şûrayı; 'Resul' lafzı da hükümeti ve başkanı ifade eder.

'Allah ve Resulü' dendiğinde, hakemlerden oluşan mahkemeyi ifade eder. Hakemlerin ehliyetleri kamu tarafından verilmiştir. Taraflar da onları seçmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın hükmüdür. Ancak hakem kararlarını uygulayacak olan kimse kabile başkanı yani Resuldür. Dolayısıyla her ikisi birlikte olmaktadır.

Kur'ân'daki; "ihtilâflarınızı Allah ve Resulü'ne götürün" demek, 'hakemlerden oluşan mahkemeye götürün' demektir. Bizzat ihkakı hakka kalkışmayın, yargı hakkınızı versin demektir.

İşte sizlere bir başka kamu hukuku maddesi daha.

Bunun istibdat ve totaliterlikle bir ilgisi yoktur. Ancak aksini anlayanlar her zaman olabilir, olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Bu yanlış anlamalar bizleri ilgilendirmez.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ KONU

 

 

 

ŞERİATA SAPLANMIŞLIK VE

AKILCILIKTAN YOKSUNLUK

 

 

İlhan Arsel'e göre,

Osmanlı Devleti'nin çöküşü sebebi

şeriat yüzünden devrimleri gerçekleştirecek

hür fikir ve akıl hareketlerinin olmayışıdır.

 

"ŞERİATA SAPLANMIŞLIK NEDENİYLE AKILCILIKTAN YOKSUNLUK KONUSUNDA: (s. 81)

KOÇİ Bey'den başlayıp Hammer'e kadar bütün tarihçiler ne derlerse desinler ve Osmanlı Devleti'nin çöküşüne ne bahane ve mazeret bulmağa çalışırlarsa çalışsınlar geri kalmışlığımızın nedenleri ne iman zayıflığı ve Şeriat'tan uzaklaşma, ne Padişahların ve meselâ Kanunî Sultan Süleyman'ın "İş başında bulunmaması", "Divan toplantılarına katılmama" gibi hataları, ne Devlet İdaresine değersiz kişilerin getirilmesi, ne lüks ve safahat ve fakat tek kelime ile KAFASIZLIK'tır, ilimsizlik'tir, beyinsizliktir...(s. 82)

Tek neden yüzyıllar boyunca AKIL ve AKLIN hür çalışmasını ve hür fikirleri ve her şeyi İMAN ve ŞERİAT uğruna feda edip onu hiç işe yaramaz hale getirişimizdir...

Bizim Sultanlarımız, devletlilerimiz Harem'den ya da Cami'den çıkmaz ve burunlarını Kur'an sahifelerinden kaldırmazlarken...(s. 83)

Büyük ve ulu Padişah'larımız karagöz oyunlarıyle veya buna benzer çocuksu zevklerle vakitlerini öldürür ve Harem'in yüzlerce kadını arasında dünya zevklerine dalarlarken onlar ve meselâ Rus çariçesi Katerina... Bk. Jesse D. Clarkson, A History of Russia, Randum House, 2 nd. edition, 1969, sh. 165-251.(s. 84)

Bütün bunlar ortada iken "Osmanlı İmparatorluğu neden çöktü, Osmanlı toplumu neden ilkel kaldı" şeklindeki soruları cevaplandırmanın başka yollarını aramak gaflet olur. Bunun CEVABINI sadece Şeriat'ın İNSAN BEYNİNİ ve zihniyetini ve yaşamını nasıl ilkel kıldığı gerçeğini araştırarak vermek mümkündür...(s. 85)

Arap ülkelerinde şu son 70-80 yıl boyunca görülmekte olan kıpırdanmalar, ufak tefek uygarlık hamleleri hep Şeriat'tan uzaklaşma yolu ile sağlanan başarılar olmuştur. Bizim için ise, hiç söylemeye hacet yoktur ki Türkiye Atatürk'ün Şeriat'ı bir kenara atmak suretiyle canlandırdığı ve uygarlık rayına oturttuğu bir ülke olmuştur..."(s. 86)

 

 

GELENEKÇİ MÜSLÜMAN VE BATICI YOBAZ;

FİKİR HÜRRİYETİ OLMAYAN ÜLKE GELİŞEMEZ.

 

İnsan beyni zorda kalınca ve muhtaç olunca çalışır. Devletler kurulurken de insanlar son derece birbirlerine kenetlenmiş olarak ve her biri ortak / anonim bir zekâ yardımı ile devletlerini kurmaya çalışırlar. Bu birliktelikten doğan güçle kuvvetli olurlar ve devleti kurarlar.

Ne var ki, bu devlet başlangıçta medeniyetten mahrumdur. Ancak gelişme ve kalkınma devam eder. Belli bir merhalede olgunluk çağına ulaşan topluluklar, meselelerini çözmek amacıyla fikir yarışına girerler ve değişik alternatifler üretirler. Devlet gelişme açısından en üst seviyeye gelerek zirveye ulaşır. Her şey en mükemmel şekliyle çözülür. Artık rakip fikirler de kalmaz. Çünkü o gün için mükemmel olan bir görüş son derece güçlenmiş ve devlete hâkim olmuştur.

İşte bir düşüncenin son derece güçlenip hükümran olması noktasında artık statiklik ve donukluk, ardından da duraklama başlar. Böyle bir merhalede artık yeni fikir ve çözümler üretilemez olur. Eski çözümler de, sürekli değişen hayata ve yeni ihtiyaçlara cevap verme ve çözüm olma gücünü kaybederler. Bu durumda eski çözümlerin gücü ve oturmuşluğu, yeni ve alternatif çözümlerin oluşmasını engeller.

Sonunda böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir topluluk veya devlet ne olur? Sorunlarına çözüm üretemeyecek kadar yaşlanmış olduğu için çöküş merhalesine ulaşır ve bir müddet sonra da tarihe karışır.

Osmanlı Devleti, İslâm Medeniyeti'nin ömrünün kemâle erdiği, olgunluk döneminin zirvede olduğu ve artık yavaş yavaş çökme merhalesine yaklaştığı bir yaş devresinde kurulmuştur. Dolayısıyla medeniyet için bir yenilik yapabilme ve çağdaş sorunlara çözüm üretebilme gücüne sahip değildir.

İmparatorluk merhalesine gelen her medeniyet artık hantallaşır ve ağırlaşır, zira yaşlılık dönemine girmiştir. Artık gençlikteki dirilik ve dinamizm olmadığı için yeni fikir akımları doğmaz. Düşünce alanındaki bu buhran ve olumsuz durum sadece Müslümanlar arasında değil, Batılılaşma sevdası içinde olanlar arasında da aynıdır. Onlar arasında da derde deva olabilecek seviyede bir varlık ve başarı gösterebilen birine rastlanmaz. Yaklaşık yüz yıldır sürüp gelen bu hastalık hâlen devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde de bu hastalığa bir çözüm bulunamamıştır.

Ancak bir yöndeki başarı ve gelişme dikkat çekicidir. Gerek Osmanlılar, gerekse yeni Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde Türkler, askerlik alanında Batı dünyasından geri kalmamışlardır. Türk ordusu her zaman kendisini yenileyebilmiş, çağa ayak uydurmuş, gerek iç ve gerek dış savaşlarda üstün başarılar kazanmış, zaman zaman Batı dünyasının ilerisinde olabilmiştir.

Ama sivil yönetim, ilim ve düşünce dünyası, kültür ve medeniyet faaliyetleri alanında utanılacak seviyededir. Bu konularda bin yıl önceki içtihatları uygulama anlayışındaki gelenekçi gerici Müslümanlar ile, Batı dünyasından anlamadan tercüme ettikleri kanunları körü körüne iktibas eden Batıcı devrimci yobazlar arasında hiçbir fark yoktur. Belki varlığından sözedilebilecek biricik fark; birinci görüş sahiplerinin samimiyet, ikinci görüş sahiplerinin ihanet içinde olduklarının ileri sürülebileceğidir. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmez ve sosyal sonuçları netice itibariyle aynıdır. Böyle giderse de aynı olmaya devam edecektir.

İslâmiyet'e göre;

eceli gelen her topluluk ölecektir.

Ölümü geciktirmek veya önlemek mümkün değildir.

Yeni topluluk içtihatlara dayalı olarak kurulmalıdır.

Bu yolu tutmayan ve metodu uygulamayanlar başarıya ulaşamazlar.

Kapitalizm ve sosyalizm, Batı dünyasının aynı cins sistemleridir. Aralarındaki fark, kapitalizmde serbest tartışma ve içtihatlar vardır; sosyalist sistem tartışmalara ve içtihatlara kapalıdır. Bu yapısından dolayı sosyalizm başarılı olamamış ve sonunda çökmek zorunda kalmıştır. Faşizm ve dikta rejimleri için de benzer şeyleri söyleyebiliriz.

Türkiye'nin, günümüze gelinceye kadar en önemli eksikliği ve hastalığı da budur. Arsel ve benzer düşüncelerde olanlar, istedikleri gibi saldırarak yazacak ve düşünce olarak saçmalayacaklar; hiç kimse onlara hür bir ortamda cevap veremeyecek.

Böyle şey olmaz! Olmamalı. Ama maalesef oldu ve oluyor!..

Aksi halde kesinlikle yeni düşünce üretimi ve gelişme olmaz.

Arsel ve benzerleri yazacak, bizler de düşünce ve cevaplarımızı yazacağız. Bizim uzlaşmamız gereken ortak nokta olarak en önemli teklifimiz budur: Fikir hürriyeti.

Arsel hür olmalı; ama karşı taraf da hür olmalı.

Türkiye'de Arsel İslâmiyet'e istediği hakaretleri yapabilecek; inançlarına saldırılan biri olarak siz bazı tabuların ardına sığınan bu saldırgana söz söyleyemiyeceksiniz!

Böyle düşünce hürriyeti olur mu?!.

Bütün düşüncelerin serbest olmadığı ülkeler gelişemez.

Ülkemizin geri kalmışlığının ve gelişememesinin en önemli sebebi budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler